ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
01 - SADREDDİN-İ KONEVİ (Rahmetullahi Aleyh
.Çok mütevazı idi
Hazret-i Mevlana’nın hocası olan bu zat,
Aslen Konya’lı olup, bu yerde etti vefat.
Muhyiddin-i Arabi, hem üvey babasıydı,
Hem onu yetiştiren üstad ve hocasıydı.
Binlerce talebeye ders verdi zamanında.
Çok âlim ve evliya yetişmişti yanında.
Daima zühd ve takva üzereydi her hali.
Haram korkusu ile, terk etti çok helali.
Kimseyi incitmezdi, mütevazıydı gayet.
Dünya mal-ü mülküne, vermezdi değer, kıymet.
Muhyiddin-i Arabi, onu, kendi elinde,
Çok iyi yetiştirdi, her zahiri ilimde.
Hatta onun hakkında, şöyleydi ki emeli:
Tasavvufta yükselip, olsun büyük bir veli.
Lakin hayatta iken, göremedi o bunu.
Zira daha önceden, teslim etti ruhunu.
Sadreddin-i Konevi, anlatıyor ki bizzat:
Üstadım Muhyiddin-i Arabi etti vefat.
Ziyaret ediyorken, mübarek türbesini,
Gördüm parlak nur gibi, ruhani suretini.
Onun güzelliğine bakıyorken hayretle,
O, boynuma sarıldı sevgi ve muhabbetle.
Buyurdu ki: (Rabbime hamd olsun ki evladım,
Yine de boş çıkmadı, o niyet ve maksadım.
Çok yüksek makamlara, isterdim yükselmeni.
Lakin görememiştim, dünyada böyle seni.
Şimdi elhamdülillah, erdin bu makamlara.
Sen de, saç bu feyzleri istekli olanlara.)
Ben hocamın ruhundan, dinlerken bu sözleri,
Kayboldu göz önünden, bir anda suretleri.
Ve yine kendileri anlatır ki şöylece:
Muhyiddin Arabi’yi, rüyada gördüm gece.
Ellerini öperek, dedim ki: (Ey üstadım!
Allahü teâlâdan, var ki şöyle muradım,
Ondan gayri ne varsa, unutayım hepsini.
Hiç hatırlamayayım hatta bir tanesini.
Lakin unutmayayım, Rabbimi bir an bile.
Her saniye ve her an, olayım Onun ile.
Bu çok büyük nimete kavuşabilmem için,
Müstecap duanıza, ihtiyacım var sizin).
Buyurdu: (Ey Sadreddin, müjde vereyim sana.
Ereceksin yakında, bu manevi ihsana.)
Çok geçmeden bu nimet, verildi bu fakire.
Hamd olsun bunun için Rabbime sonsuz kere.)
Sadreddin-i Konevi henüz vefat etmeden,
Vasiyetnamesini yazdı daha evvelden.
Buyurdu ki: (Yakında, bir fitne kopacaktır.
Ondan, çoğu müslüman kurtulamayacaktır.)
Hakikaten aradan geçmedi fazla sene.
Moğollar saldırdılar, Selçuklu devletine.
Bu insafsız insanlar, yakıp yıktı her yanı.
Ve şehid eylediler, binlerce müslümanı.
. Haydi vakit daraldı
Geldi Şems-i Tebrizi, Konya vilayetine.
Mevlana onu görüp, aşık oldu kendine.
İkisi, bir odaya kapanarak büsbütün,
Sohbet ederlerdi hep, devamlı gece ve gün.
Diğer talebeleri ve sair sevenleri,
Ve şehrin ilim ehli bir kısım âlimleri,
Mevlana hazretleri bizi bıraktı diye,
Konya’yı terk ederek, gittiler Denizli'ye.
Sultan Alaaddin de, işitince bu hali,
Onların gitmesine, içerledi bir hayli.
Sadreddin Konevi’nin, büyük zat olduğunu,
Bildiğinden, yanına çağırdı hemen onu.
Dedi: (Bu gün Cumadır, ama bazı âlimler,
Konya'yı terk ederek, Denizli'ye gittiler.
Onların olmaması, bu Cuma namazında,
Şanımıza noksanlık getirir esasında.
Şahsen çok içerledim böyle gitmelerine.
Bir çare arıyorum, geri gelmelerine.
Senden ricam şudur ki, Denizli'ye gidesin.
Onları toparlayıp, Konya'ya getiresin.)
Sadreddin-i Konevi, ona (Peki) diyerek,
Yöneldi Denizli'ye, katırına binerek.
Cumaya bekliyordu, Sultan o âlimleri.
Yerine gelmeliydi elbette ki bu emri.
Sadreddin-i Konevi, Allah'ın izni ile,
Bir anda vasıl oldu, Konya'dan Denizli'ye.
Arayıp buldu hemen, o din âlimlerini.
Tebliğ etti onlara, Sultan’ın bu emrini.
Dedi: (Arzu eder ki, şu anda Sultanımız,
Bu Cuma namazında, Konya'da olasınız.
Sakın Sultan emrine etmeyiniz itiraz.
Derhal hazırlanın da gidelim, vakit çok az.)
Dönmek istemediler velakin onlar geri.
Çeşitli bahaneler sürdüler hep ileri.
Dediler ki: (Dönmeyi, istesek de şimdi biz,
Cuma vakti, Konya'ya imkansız yetişmemiz.
Zira üç günlük yol var, Konya'ya Denizli'den.
Halbuki Cuma vakti, çok yaklaştı şimdiden.)
Buyurdu ki: (Siz buna peki deyin bir kere.
Hak teâlâ, elbette kadirdir her şeylere.)
O âlimler, bu söze eylediler çok hayret.
(Peki olur) dediler kendisine nihayet.
Bir tereddüt içinde binip hayvanlarına,
Denizli'den, düştüler Konya'nın yollarına.
Lakin henüz gitmeden, bir iki konak bile,
Gördüler ki, Konya'ya vasıl olmuş kafile.
Hatta Cuma ezanı okunmamıştı o an.
Padişah da sevinip, çok memnun oldu bundan.
O âlimler görünce, bu harikuladeyi,
Daha iyi bildiler, Sadreddin Konevi’yi.
. Manevi kumandan
Mevlana hazretleri, Sadreddin Konevi’den,
Önce, göç etmiş idi, bu dünya âleminden.
Cenaze namazını, vasiyet gereğince,
Sadreddin-i Konevi kıldırmak isteyince,
Birden bire ağlayıp, kendinden geçti, fakat,
Bu halinden, hiç bir şey anlamadı cemaat.
Kendine geldiğinde, kıldırdı namazını.
Sonra sual ettiler ona ağlamasını.
Buyurdu: (Namaz için, geçtiğimde ileri,
Gördüm, saf saf dizilen binlerce melekleri.
Peygamber Efendimiz, imam olmuş onlara,
Cenaze namazını kılarlardı o ara.)
O zamanlar orduda, yüksek rütbeli bir zat,
Sadreddin Konevi’nin, kabrine gelip bizzat,
Ziyaret eyleyerek, dua etti bir nice.
Sonra da cemaate, hitab etti şöylece:
(Her ne kadar orduda, kumandan isek de biz,
Memleketin, zahirde olan bekçileriyiz.
Velakin Sadreddin-i Konevi gibi zevat,
Bu devletin hakiki bekçileridir bizzat.
Biz böyle velilerin, manevi desteğiyle,
Güç kuvvet buluyoruz, Allah'ın izni ile.
Bunun için, ilk defa bir yere gelince biz,
Önce bu velileri ziyarete gideriz.)
Yine bir müslüman da, bu zatı çok severdi.
Kabrine sık sık gelir ve ziyaret ederdi.
Bir gün bazılarına bağırıp çağırarak,
Kırmıştı kalplerini, hem de haksız olarak.
Gece, gördü rüyada Sadreddin Konevi'yi.
Buyurdu ki: (Evladım, incitme hiç kimseyi.
Bu, Kâbe'yi yıkmaktan günahtır daha fazla.
Onun için, kimsenin kalbini kırma asla.)
Öyle tesir etti ki, ona bu bir nasihat,
İncitmedi kimseyi, ömründe artık bu zat.
İstanbul'dan Konya'ya gitmiş idi biri de.
Lakin bir sıkıntısı var idi o günlerde.
Konya'daki dostuna anlatınca derdini,
Dedi ki: (Ziyaret et, Konevi'nin kabrini.
Onun vesilesiyle dua eyle Rabbine.
Hallolur bu sıkıntın, o zatın hürmetine.)
O dahi bu velinin türbesine giderek,
Dua etti, bu zatı vesile eyleyerek.
Sonra da İstanbul'a, Konya'dan çıktı yola.
Lakin kısa bir müddet, Bursa'da verdi mola.
Henüz vasıl olmadan, İstanbul'a bu kişi,
Bursa’dayken, bir gece, halledildi o işi.
İşin çabukluğuna, kendi de etti hayret.
Dedi ki: (Hakikaten, ne çabuk etti himmet.)
O, Kur'an-ı kerim’den, okusa her ne zaman,
Onun dahi ruhuna, gönderir muntazaman.
.
02 - SEYYİD ALAADDİN (Rahmetullahi Aleyh
.O cevap verebilir
Osmanlı devletinin, kuruluş yıllarında,
Bir âlim vardı Seyyid Alaaddin adında.
Aslen Anadolu'da yaşayan bu büyük zat,
Konya'nın yakınında, bir köyde etti vefat.
O devirde bir rahip, Semerkant’a gelmişti.
Halkın itikadını, bozmaya yeltenmişti.
İsa Nebi hakkında, hâşâ İlah diyordu.
Buna benzer, asılsız şeyler anlatıyordu.
Bu rahip, haber saldı Semerkant melikine.
Dedi: (Münazaraya geldim memleketine.
Cevap verebilirse bana âlimleriniz,
Müslüman olacağım ben de elbet çaresiz.
Ama suallerime, olmazsa cevap veren,
Anlaşılmış olur ki, davamda haklıyım ben.
O zaman herşeyimi feda edip büsbütün,
İslamı yıkmak için çalışırım gün be gün.)
Semerkant hükümdarı olan bu Sultan Halid,
Bu haberi alınca, çok üzüldü o vakit.
Topladı huzuruna, cümle âlimlerini.
Söyledi bu rahibin bu saçma teklifini.
Âlimler dediler ki: (Emrine amadeyiz.
Ona cevap verecek kudretteyiz hepimiz.)
Onunla biz bir yerde, münazara edelim.
Bütün suallerine birden cevap verelim.)
Bir gün tayin edildi, geldiler bir araya.
Rahip, suallerini tevcih etti onlara.
Lakin ikna edici cevap alamadı pek.
Sultan’ın huzuruna geldi böbürlenerek.
Dedi: (Ey Sultan Halid, olsun ki haberiniz,
Cevap veremediler bana âlimleriniz.)
O zaman Sultan Halid, bu hale üzüldü pek.
Biraz sonra, âlimler huzuruna gelerek,
Dediler ki: (Esseyyid Alaaddin adında,
Büyük islam âlimi var ki Anadolu’da,
O cevap verebilir bunun suallerine.
Bir haber yollayalım hemen kendilerine.)
Sultan, memnun oldu ve verdi hemen emrini.
Dedi ki: (Mektup yazıp, davet edin kendini.)
Derhal mektup yazılıp, gönderilmekte iken,
Tam o anda, saraya, bir yolcu girdi birden.
Uzak yoldan gelmişti, çok yorgundu hali de.
Cebindeki mektubu, verdi Sultan Halid'e.
Açtı Sultan mektubu, okuyunca ağladı.
Sevinç ve sürurundan, secde-i şükre vardı.
Âlimler, onu böyle görüp hayret ettiler.
(Ne yazar ki, böyle çok sevindiniz?) dediler.
Sultan Halid, mektubu o zata uzatarak,
Dedi: (Al, oku şunu şöyle sesli olarak.)
Geliyordu o mektup, Seyyid Alaaddin’den.
Okumaya başladı, mektubu o da hemen.
. Eğilip elini öptü
Seyyid Alaaddin’den gelen o mektup, hemen,
Okunmaya başlandı, vakit geçirilmeden.
Hükümdara hitaben yazmış ki o büyük zat:
(Allah'a hamd olsun ve Resulüne salevat.
Ey Halid, büyük dedem hazret-i Resulullah,
Bu fakire görünüp, buyurdu ki bu sabah:
(Evladım Alaaddin! Şu anda Semerkant'da
Bir rahibin yüzünden, müslümanlar pek darda.
O rahip, müminleri küçük düşürmektedir.
müslümanlar, acilen seni beklemektedir.
Bana gelmeden önce, Semerkant'a git hemen.
Kurtar o müminleri, o rahibin şerrinden.
Öyle güzel cevaplar veresin ki ilminle,
O da imana gelsin, senin bereketinle.)
İşte ey Sultan Halid, Peygamber Efendimiz,
Bize böyle emretti, rahat etsin kalbiniz.
Mektubu, biri ile size gönderiyorum.
Ben de, yarın acilen oraya geliyorum.)
Âlimler o mektubu, merakla dinlediler.
Hepsi, hayretlerinden hep tekbir getirdiler.
Zira o memleketle Semerkant arasında,
Tam bir aylık yol vardı, o günün şartlarında.
O yolcu, bu yolları bir günde kat’etmişti.
Kendi de, yarın için geliyorum demişti.
Âlimler, fevkalade sevinip şükrettiler.
(Hak teâlâ her şeye elbet kadir) dediler.
Ertesi gün, Sultan ve adamları, erkenden,
İstikbale çıktılar bu büyük zatı hemen.
Teşrifini beklerken büyük bir ümit ile,
Göründü uzaklardan, o, bir gurup veliyle.
En önde kendi vardı, hem de beyaz atında.
Bir gurup evliya da, geliyordu ardında.
Hepsi, ister istemez atlarından indiler.
Seyyid Alaaddin’i, tazimle beklediler.
Sultan, büyük hürmetle, öptü onun elini.
O da öptü sevgiyle, Sultan’ın gözlerini.
Buyurdu ki: (Ey Halid, Resul’ün emri ile,
Geldim ki, münazara edelim o rahiple.)
Hemence o rahibe bir haber gönderdiler.
Ertesi gün camide, bir araya geldiler.
Seyyid Alaaddin’i görünce hıristiyan,
Şehadeti getirip, oldu hemen müslüman.
Eğilip, hürmet ile öperek ellerini,
Dedi ki: (Kabul ettim, ben de islam dinini.
Zira gece rüyamda gördüğüm zat sizdiniz.
Bütün suallerime, bir bir cevap verdiniz.
Öyle tatmin edici verdiniz ki cevaplar,
Bir şüphe ve tereddüt kalmadı zerre kadar.
Uyanıp, söz verdim ki hemen kendi kendime,
Sizi görüp, gireyim ben de islam dinine.)
.
03 - HAYYAT-I VEHBİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Terzi Baba
Erzincan’da yetişen, bir büyük evliyadır.
Ledünni ilimlerde, o, geniş bir deryadır.
Dünyaya, zerre kadar hiç etmezdi muhabbet.
Bilakis ahirete ederdi fazla rağbet.
Anne ve babasının isteği üzerine,
Küçükken başlamıştı, terzilik mesleğine.
Her iyne batırışta, zikrederdi Rabbini.
Zira Allah sevgisi, doldurmuştu kalbini.
İyneyi çekerken de, (Allah) derdi o yine.
Zira Ondan gayrisi, hiç gelmezdi kalbine.
Halim ve selim olup, mütevazı idi pek.
Halini, insanlardan gizler idi mübarek.
Fakirleri çok sever, bunu belli ederdi.
(Onlarla oturmaktan hoşlanıyorum) derdi.
Bir fakir seyyah geldi Erzincan'a bir zaman.
Üstündeki paltosu, görünmezdi yamadan.
Eski ve yırtık olup, sökülmüştü her yeri.
Onu diktirmek için, gezdi çok terzileri.
Velakin hiç birisi, dikmedi paltosunu.
Hatta eline bile almadı kimse onu.
O zavallı fakire, hiç kıymet vermeyerek,
Savdılar başlarından, hem de alay ederek.
Dediler ki: (Şurada, git bul Terzi Baba'yı.
O diker üstündeki bu pejmürde abayı.
Bizim, böyle işleri, vaktimiz yok yapmaya.
Götür, bunu o yapsın, gelme artık buraya.)
Zavallı fakir yolcu, buldu Terzi Baba’yı.
Dedi: (Diker misiniz, şu çok eski abayı?)
Terzi Baba, dükkanda ona yer göstererek,
Oturttu önce onu, iltifatlar ederek.
Sonra da buyurdu ki: (Bırak onu sen bana.
İnşallah tamirini bitiririm yarına.)
O gün onu yıkayıp, temizledi en evvel.
Sonra, söküklerini tamir etti mükemmel.
Ertesi gün o fakir, geldiğinde dükkana,
(Paltonuz hazır) deyip, kalktı ve verdi ona.
Lakin öyle bir hale getirmişti ki onu,
Fakir, tanıyamadı hiç kendi paltosunu.
Zira baktı, yıkanmış, temizlenip dikilmiş.
Yepyeni gördü onu, sanki hiç giyilmemiş.
Çok sevinip, şükretti Allahü teâlâya.
(Borcum ne kadar?) diye, sordu Terzi Baba'ya.
Buyurdu ki: (Borcun yok, afiyetle giy onu.
Zira ben, Allah için diktim senin paltonu.)
Öyle memnun oldu ki, onun bu sözlerinden,
Elinde olmayarak, yaş aktı gözlerinden.
Ellerini açarak, dedi ki: (Ya ilahi!
Evliya kullarından, eyle sen bunu dahi.)
Onun bu duasını, Rabbimiz etti kabul.
Sonradan Terzi Baba oldu bir evliya kul.
. Erzincan’a geldi
O günlerde Mevlana Halid-i Bağdadi de
Talebesinden olan, Abdullah-i Mekki'ye,
Bir icazet vererek, kendisine dedi ki:
(Sen dahi bir ehline ilet bu emaneti.)
Gönderdi sonra onu, hemen Anadolu'ya.
Ki, aldığı feyzleri, saçıversin oraya.
Buyurdu: (Oralarda, bulunca bir ehlini,
O nasipli kimseye, ver bu emanetini.)
(Peki efendim!) deyip bir gurup müslümanla,
Anadolu’ya doğru, Bağdat'tan çıktı yola.
Mesafeler katedip, Erzurum'a geldiler.
Oradan da Erzincan şehrine yöneldiler.
Erzincan sınırına yaklaşınca Mübarek,
Bir an, yoldaşlarına yüzünü döndürerek,
Dedi ki: (Hocamızdan aldığım emaneti,
Vereceğim o şahsın, yakındır vilayeti.
Zira bana bir koku geliyor ki bu yerde,
O zat, bu yakınlarda bir yerdedir herhalde.)
Erzincan sınırına doğru ilerledikçe,
O koku'nun şiddeti artıyordu gittikçe
Ne zaman ki az sonra, Erzincan'a geldiler.
Gökyüzünden o yere, nur yağıyor gördüler.
Abdullah-ı Mekki'yle diğerleri hem dahi,
Gördüler gökten inen, o nur-u ilahiyi.
(Aradığımız şehir, burasıdır) diyerek,
Kenar bir mahallede ikamet eylediler.
Onlar teşrif edince bu beldeye nihayet,
İnsanlar, akın akın eylediler ziyaret.
Her gelen, hayran kaldı onun sohbetlerine.
Ziyaretçi sayısı, çoğaldı günden güne.
Lakin o, gelenlere, tek tek dikkat ederek,
Birini arıyordu, emaneti verecek.
Nihayet Terzi Baba , teşrif etti oraya.
O içeri girince, hemen kalktı ayağa.
Çağırıp, tam yanında oturttu kendisini.
Şaşırttı bu iltifat, cemaatin hepsini.
Ona olan ilgiden, hayrete düştüler hep.
Dediler: (Bir terziye, bu ilgi nedir acep?)
Lakin o, görüyordu onun temiz kalbini.
Zira erbabı anlar, mücevherin kadrini.
Sonra Terzi Baba’ya buyurdu ki (Kardeşim!
Bende bir emanet var, hocamdan almış idim.
Ararım vermek için, bir ehli var mı? diye.
Buna, sen müstehaksın, vermem onu gayriye.
Bu, sana çok menfaat, çok nimet sağlayacak.
İnsanlar, akın akın sana doğru koşacak.
Bunun için sadece, sen (Allah) diyeceksin.
Onun karşılığında, çok şeye ereceksin.)
Velakin Terzi Baba, onun bu sözlerinden,
Ne murad ettiğini anlamamıştı hemen.
. Dünya için Allah demem
Dedi ki: (Ey Efendim, aslı nedir bu işin?
Ben asla Allah demem, dünyalık bir şey için.)
Buyurdu ki: (Bu sözün, ne hoş ve mübarektir.
Benim dahi muradım, bunu temin etmektir.
Benim bu teklifime, (Evet) dersen sen hemen,
Dünya muhabbetinden kurtulursun tamamen.
Bu, öyle bir nimet ki, benzeri yoktur daha.
Dünyadan uzaklaşıp, yaklaşırsın Allah'a.
Sen bu güzel sözünle isbat ettin kendini.
Mübarek olsun sana, uzat şimdi elini.)
Bir himmet nazarıyla, bakıp ona gönülden,
Çok yüksek bir makama yükseltti onu hemen.
Değişti Terzi Baba o anda birden bire.
Kavuştu çok kıymetli, manevi nimetlere.
Abdullah-i Mekki’nin bu himmetli nazarı,
Bir anda yükseklere çekti o bahtiyarı.
Bir kaç gün daha kalıp yanında, en nihayet,
Verdi Terzi Baba’ya o gün mutlak icazet.
O günden itibaren, girdi başka bir hale.
Zira o, tasavvufta ermişti tam kemale.
Manevi ilimlerin deryasına dalmıştı.
Artık o, büyük âlim, yüksek veli olmuştu.
Her konuştuğu hikmet, ibretti her bakışı.
Değişmişti bir anda onun hayat akışı.
İnsanlar da bu hali, başladı fark etmeye.
Gelmeye başladılar ondan istifadeye.
Sohbetini dinleyen, kendinden geçiyordu.
Bu dünyadan soğuyup, Hakk’a yaklaşıyordu.
Gelen, hayran olurdu onun yüksek haline.
Zira nur saçıyordu, o herkesin kalbine.
Ziyaretçi sayısı, gün be gün artıyordu.
Bazıları bu işe, mana veremiyordu.
Hakkında dedikodu başladı en nihayet.
Zira kötü insanlar, o gün de vardı elbet.
Derlerdi: (Bildiğimiz, şu cahil Terzi Baba,
Halk, niçin akın akın ona gider acaba?)
Önce, yalnız cahiller söylerdi böyle, ancak,
Sonra okumuşlar da etti buna iştirak.
Bazı ilim ehli de katılınca onlara,
Erzincan'ın müftüsü, şöyle dedi onlara:
(İmtihana çekelim, çağırıp kendisini.
İyice anlayalım, bir şey bilmediğini.
Deriz ki: Terzi Baba, habersizdir ilimden.
Gitmesin kimse ona, bu günden itibaren)
Bir haber gönderdi ki, sonra Terzi Baba’ya,
(Filan gün ve saatte lütfen gelin buraya.)
O imtihan günü de gelmiş idi nihayet.
Terzi Baba, davete, etti o gün icabet.
. Onu imtihan ettiler
Gördü ki, Erzincan'da ne kadar hoca, hafız,
Kim varsa din adamı, müezzin, imam, vaiz,
Toplanmışlar bir yere, bu zevatın cümlesi.
Teşekkül ettirmişler, bir imtihan meclisi.
İçeri girer girmez, sual etti müftüye:
(Beni, ne maksat ile davet ettiniz?) diye
Dedi: (Seni, buraya çağırdık imtihana.
Bazı dini sualler soracağız biz sana.)
Sordu Terzi Baba'ya, fıkıh’tan bir kaç sual.
Lakin o, doyurucu cevaplar verdi derhal.
Gayeleri, zor sorup susturmaktı kendini.
O ise cevap verip, mahcub etti hepsini.
Son olarak sordu ki: (Peki ey Terzi Baba!
Sıfat-ı Sübutiye, kaç tanedir acaba?)
Buyurdu ki: (Sekizdir sıfat-ı sübutiye.
Velakin size göre, bu, inmiştir yediye.
Hayat, ilim, irade, kelam, tekvin, sem', basar.
Sıfat-ı sübutiye, size göre bu kadar.)
Şaşırdı müftü birden, dedi: (Ey Terzi Baba!
Ne demek istiyorsun bu sözünle acaba?)
Buyurdu ki: (Ey müftü, açıktır sözüm gayet.
Sıfat-ı sübutiye, sekizdir hepsi elbet.
Velakin Erzincan'da, bu, inmiştir yediye.
Zira yok size göre (kudret-i ilahiye.)
Malesef Erzincan'da yaşayan bu ahali,
Sanki inkâr ederler, kudret-i ilahi’yi.
Allah'ın kudretine inansalardı zira,
Hiç kıymet vermezlerdi bu dedikodulara.
Derlerdi ki: Bir terzi, ümmî de olsa eğer,
Onu âlim yapmaya, Allah'ın gücü yeter.
Yani her an, her şeye kadirdir Hak teâlâ.
Bir ümmî'yi, bir anda yapabilir evliya.
Böylece bilseydiniz eğer Hak teâlâyı,
İmtihan etmezdiniz şimdi Terzi Baba'yı.)
Mahcub oldu bu sefer, müftü ile o heyet,
Dediler ki: (Siz büyük bir velisiniz elbet.)
Ellerine kapanıp, çok özür dilediler.
(Bilmeden sizi üzdük, bizi affet!) dediler.
Binsekizyüz kırkyedi yılında bu veli zat,
Yine bu memlekette, eyledi Hakk’a vuslat.
Hayattayken feyiz, nur saçıyorken kalbinden,
Şimdi aynı feyzleri, saçmaktadır kabrinden.
Erzincan halkı, onun, kıymetini bilirler.
Onu, her vesileyle ziyarete giderler.
Zira o, o beldenin feyiz, bereketidir.
Onun vesilesiyle çok murada erilir.
Erzincan, onun ile olmaktadır Erzincan.
Zira onunla gelir bu beldeye ruh ve can.
Ya Rab, Terzi Baba’nın hatır ve hürmetine,
Rahmet eyle bizlere ve hemşehrilerine.
.
04 - HACI BAYRAM-I VELİ (Rahmetullahi Aleyh
.Emanet kutu
Hacı Bayram Veli’nin yaşadığı devirde,
Askere çağrılmıştı, bir genç günün birinde.
Yetim ve öksüz olup, kimsesi yoktu, lakin,
Biraz miras kalmıştı babasından garibin.
Yani az bilezikle, bir kaç da altınları,
Vardı ki, bir kutuya koyuverdi onları.
Lakin kimse yoktu ki, bıraksın emaneten.
Hacı Bayram Veli’nin kabrine geldi hemen.
Ruhuna okuyarak bildiği sureleri,
Dedi ki: (Ya hazret-i Hacı Bayram-ı Veli!
Vatani vazifemi ifa etmek üzere,
Bu günden itibaren, gidiyorum askere.
Lakin şu elimdeki bir miktar mücevheri,
Emanet edeceğim şu anda yoktur biri.
Son çare geldim artık ben zat-ı alinize,
Kutuyu, emaneten, bırakıyorum size.)
Genç, böyle söyleyerek çıkıverdi türbeden.
Ve müsterih olarak, askere gitti hemen.
Aradan bir kaç sene geçmişti ki nihayet,
Askerliği bitti ve köyüne etti avdet.
Koyduğu emaneti almak için de, hemen,
Geldi tekrar türbeye, hiç vakit geçirmeden.
Genç, tereddüt etmeden türbeye girdiğinde,
Gördü ki, çekmecesi durur aynı yerinde.
Ve derhal yaklaşarak, dedi ki türbedara:
(Efendim, şu kutuyu yıllar önce bir ara,
Askere gittiğimde, ben koymuştum bir zaman.
Şimdi döndüm askerden, alıyorum buradan.)
O türbedar dedi ki: (Gayet tabi evladım,
Alabilecek misin, al kutuyu bakalım.
Çünkü ben bu kutuyu, geçenlerde bir kere,
Alıp koymak istedim, daha emin bir yere.
Lakin uğraştımsa da, bütün kuvvetimle ben,
Asla oynatamadım o kutuyu yerinden.
Bu işte bir hikmet var diyerek o aralık,
Bir daha da elimi sürmedim ona artık.)
O böyle dediyse de, genç uzattı elini.
Ve koyduğu o yerden, aldı emanetini.
Yani Hacı Bayram’ın kerametiyle, yine,
Çekmecesini alıp, döndü memleketine.
O bir gün buyurdu ki: (Alçak gönüllü olan,
Dünya ve ahirette, rahat olur her zaman.
O, ne şikayet eder, ne şikayet edilir.
Çünkü kula sıkıntı, yalnız kibrinden gelir.
Yani şikayet etmek, kibirdendir esasen.
Mütevazı olursa, ölmüştür nefis zaten.
Hiç şikayet eder mi, ölüyse biri şayet?
Yahut ölü olanı, kim eder ki şikayet?
Nimete kavuşmaya vesiledir tevazu.
Zira yüksek dağlardan, aşağıya akar su.
Müminin ziynetidir, tevazu, haya, edep.
Mütevazı olanlar, yükselir her yerde hep.
. Bu isyancı kim?
Hacı Bayram-ı Veli, hem ders okutuyordu,
Hem de halka camide, nasihat ediyordu.
Onu çekemeyenler, Padişaha geldiler.
(Efendim, Ankara'da biri var ki) dediler.
(Hacı Bayram-ı Veli, diyorlar, kendisine.
İnsanlar, akın akın giderler meclisine.
Aleyhinizde dahi, söz söylemiş bu insan.
Korkarız ki, ilerde çıkarır belki isyan.)
Padişah, tetkik için bu şahsın durumunu,
Emretti: (Yakalayıp, getirin bana onu!
Emrime baş kaldırıp, gelmek istemez ise,
Zincire bağlayarak, getirin zorla bize.)
Vazifeli memurlar, bu fermanı aldılar.
Edirne'den çıkarak, yola revan oldular.
Ankara'ya az bir yol kalmıştı ki, bir ara,
Rastladılar bir gençle, nurlu bir ihtiyara.
O yaşlı zat, bunlara sordu ki: (Acaba siz,
Nereye, ne maksatla acele gidersiniz?)
Dediler: (Ankara'da varmış ki garip biri,
Toplamış etrafına, bir gurup kimseleri.
Sultan’a baş kaldıran isyancı biri imiş.
Adı da, halk içinde Hacı Bayram Veli’ymiş.
Biz, onu yakalayıp, zincire vuracağız.
Atıp arabamıza, Sultan’a varacağız.)
O nur yüzlü ihtiyar, dedi ki o erlere:
(Aradığınız benim, gitmeyin başka yere.
Ferman başım üstüne, durmayın artık daha.
Haydi, beni bağlayıp götürün Padişaha.)
Bu sözler karşısında, şaşkına döndü erler.
Zira aradıkları, bu nurlu zatmış meğer.
Dediler ki: (Efendim, sizden özür dileriz.
Zira aradığımız, asla siz değilsiniz.
Devlete başkaldıran bir isyancı arardık.
İyi ki sizi görüp, hakikatı anladık.)
Hacı Bayram-ı Veli, buyurdu ki bu sefer:
(Yine de biz gidelim, Padişah merak eder.)
Velhasıl beraberce, geldiler Edirne'ye.
Sultan merak ederdi (Bu isyancı kim?) diye
Bir eşkıya beklerken, sultan İkinci Murad,
Gördü ki, karşısında, nur yüzlü veli bir zat.
Baş köşeye oturtup, sohbete başladılar.
Anladı ki, bu zattan devlete gelmez zarar.
İhsanlarda bulundu kendisine gayetle.
Velakin Hacı Bayram, reddetti nezaketle.
Sultan ısrar edince, buyurdu ki o zaman:
(Padişahım, mutlaka, gerekliyse bir ihsan,
Vergi ve askerlikten, bilcümle talebemiz.
Bir müddet muaf olsun muvafık görürseniz.)
Padişah, Hacı Bayram Veli'nin teklifine,
(Uygundur) buyurarak, ferman verdi eline.
. Sahte talebeler
Hacı Bayram-ı Veli, Padişahtan bir ferman,
Alarak, Ankara'ya aynı gün oldu revan.
Ferman, sırf ilim ile meşgul olsunlar diye,
Sultanın ihsanıydı, Hacı Bayram Veli'ye.
Lakin bazı kimseler, bunu fırsat bilerek,
Talebe oluyordu, hep bu zata giderek.
Ve öyle çoğaldı ki bu sahte talebeler,
Bozuldu memlekette, iktisadi dengeler.
Rica etti Padişah, Hacı Bayram Veli’ye:
(Bana, talebelerin listesini ver!) diye.
Ankara'nın (Kanlı göl) mevkiinde, o dahi,
Çadır kurulmasını emretti bizatihi.
Ve nida eyledi ki: (Bana tâbi olanlar,
Kim varsa, falan yere acele toplanalar!)
Duyanlar, akın akın toplandı o bölgeye.
Şöyle ki, iyne atsan, düşmezdi sanki yere.
Yine nida etti ki: (Ey benim dervişlerim!
Ben, talebelerimi, kurban etmek isterim.
Canını, benim için verecek varsa biri,
Gelsin ve giriversin şu çadırdan içeri.)
Hacı Bayram Veli’nin bu teklifine rağmen,
Olmadı tek bir kişi, çadıra gelip giren.
Hacı Bayram-ı Veli, elinde keskin bıçak,
Beklerdi ki, acaba, kimdir kurban olacak?
Derken yürüyüverdi, iki kişi o sıra.
Kalabalıktan çıkıp, girdiler o çadıra.
Hacı Bayram-ı Veli, o çadıra, önceden,
Bir koyun getirmişti hiç kimseler görmeden.
Vakta ki iki kişi girince o çadıra.
Girerek, o koyunu kurban etti o ara.
Çadırdan dışarıya aktığında o kanlar,
Kaçıştılar etrafa, bunu gören insanlar.
Hacı Bayram, çadırdan çıkıp baktı o anda.
Gördü ki, hiç kimseler kalmamış o meydanda.
Buyurdu: (İki tane talebem varmış benim.
Bunlardan başkaları değil talebelerim.
Talebem bilmiyorum bunlardan gayrisini.
Onlar, askerlik yapıp, versinler vergisini.)
O, bir gün buyurdu ki: (Biz hepimiz, dünyada,
Varız ahiret için, çetin bir imtihanda.
Dünya imtihanını kaybetse de bir kişi,
Pek fazla mühim değil onun bu kaybedişi.
Bu dünya, üç beş günlük hayat olup, kısadır.
Ahiret, sonsuz olup, dünyada kazanılır.
Bir baba, evladına öğretmezse dinini,
Ve eğer vermez ise dini terbiyesini,
En merhametsiz baba, o kimsedir ki işte,
Güzelim evladını yakmaktadır ateşte.)
.
05 - HIZIR ÇELEBİ (Rahmetullahi Aleyh
.Padişahı sevindirdi
Fatih Sultan Mehmed Han zamanında yetişen,
Âlim olup, tahsile başladı çok küçükken.
Babası Celaleddin, âlim bir zattı yine.
Onun ile başladı, ilk ilim tahsiline.
Sonra Molla Yegan’ın takip edip dersini,
Zahiri ilimlerin tahsil etti hepsini.
Öyle ki, her ilimde olmuş idi bir deha.
Fenari’den sonra da, eşi yoktu bir daha.
Fatih Sultan devrinde, biri gelip Mekke'den,
Bazı dini sualler sormuştu âlimlerden.
Zamanın uleması cevap verdilerse de,
Pek tatmin olamadı gelen kimse yine de.
Çok üzülen Padişah, vezirlere dönerek,
Dedi: (Yok mu ülkemde, buna cevap verecek?)
Vezirler, her tarafı aradılar durdular.
En son Sivrihisar'da, (Hızır Bey)i buldular.
Getirdiler acele, aynı gün Padişaha.
Otuz yaşında idi Hızır Bey henüz daha.
Asker kıyafetiyle gelmiş idi o günde.
Alaylı güldü o zat, Hızır’ı gördüğünde.
Sordu suallerini, istihza eyleyerek.
Cevapladı Hızır Bey, ne sorduysa tek be tek.
Daha sonra Hızır Bey, başladı suallere.
Lakin o zat, cevaptan aciz kaldı bu kere.
Dedi ki: (Çok mükemmel bir zeka ve hafıza.
Biz onun karşısında, imkan yok durmamıza.)
Hızır Bey, Padişahı sevindirdi o günü.
Fetheyledi böylece, onun mahzun gönlünü.
Padişah, Hızır Bey'e buyurdu ki: (Evladım!
Sevindim, seni dahi sevindirsin Allah'ım.)
Bazı medreselerin müderrisliğini de
Hızır Bey’in emrine verdi Sultan o günde.
Ne zaman ki İstanbul alınınca Bizans'tan,
Onu hem, İstanbul’da kadı yaptı o zaman.
Hızır Bey buyurdu ki bir gün sevdiklerine:
(Farzdır emr-i bil maruf her mümin üzerine.
Ya bir söz söyleyerek, ya bir kitap vererek,
Mutlaka bu hizmete iştirak etmek gerek.
Bir yerde emr-i maruf terk edilirse eğer,
Başa, en kötüleri geçip idare eder.
Biz de emr-i marufu terk edersek, elbette,
Çok sıkıntı çekeriz, dünya ve ahirette.
Cehennemde çok çetin acılar var, ateş var.
Kolay değil, bir ateş düştüğü yeri yakar.
Ateş kelimesini, kolay gelir söylemek.
Ama bilmelidir ki, acısı çetindir pek.
Bu hususta kendine güvenen varsa eğer,
Parmağının ucunu, birazcık yaksın, yeter.
Bir kibrit alevinde, deneyin bir kez bunu.
O zaman anlarsınız ateş ne olduğunu.)
.
06 - EBÜSSUUD EFENDİ (Rahmetullahi Aleyh
.Kimdir bu zat?
Şeyh-ül islam olmadan, Ebüssuud Efendi,
Gördüğü bir rüyayı anlatır şöyle kendi:
Zeyrek camiindeydim rüyamda ben bir gece.
Cami kalabalıktı, merak ettim bir nice.
Dediler: (Bu cemaat, Sevgili Peygamberin,
Mübarek meclisidir, siz de oturuverin.)
Bir köşeye çekilip, oturdum hürmet ile.
İbni Kemal Paşa da, otururdu edeple.
Peygamber Efendimiz, mihrapta otururdu.
Eshabı, tazim ile etrafında dururdu.
Peygamber'in yanında, vardı ki bir zat daha,
Diz dize yakın idi, o da Resulullah'a.
Düşündüm ki: Acaba kimdir ki bu zat böyle,
Allah'ın Resulüne, çok yakın durur öyle?)
Peygamber Efendimiz, arapça konuşuyor.
O da, Resulullah'a, farsca cevap veriyor.
Resulullah, bir ara buyurdu: (Ya Mevlana!
Arabi lisan ile cevap ver sen de bana.)
Anladım, Resul ile konuşan o zat kimmiş?
Mevlana Abdurrahman Cami hazretleriymiş.
İbni Kemal Paşa’yı, sonra da göstererek,
Sual etti o Server: (Bu zat kimdir?) diyerek.
Ardından kendileri buyurdular ki hemen:
(Sevdiğim bir kimsedir o kişi ümmetimden.
O, İbni Kemal olup, mübarek birisidir.
Hem dahi müminlerin şu anda müftisidir.)
Sonra beni gösterip, sordu ki Resul yine:
(Ya onun arkasında, şu oturan kim?) diye.
Mevlana hazretleri, bana bir baktı hemen.
(Bilmem ya Resulallah) dedi yine cevaben.
O Server buyurdu ki: (O da, Ebüssuud'dur.
Ümmetimin en iyi müftüsü işte budur.)
Bu rüyadan otuz yıl geçip tamam olunca,
Şeyhül islam olmuştu, otuz sene boyunca.
Bu zat buyuruyor ki: (Bu dünya bir imtihan.
Gafil olmayalım ki, oluruz yoksa pişman.
Şu geçen dakikalar, belki son anımızdır.
Belki şu kıldığımız, en son namazımızdır.
Yani ahiret ile, bir kaç saniye kadar,
Aramızda, çok kısa, gayet az bir zaman var.
Nitekim bir zelzele olacak olsa bu gün,
Bir anda, ahirette oluruz hep topyekün.
Bu dünya önce yoktu, sonra da yok olacak.
İki yok arasında, bir hayattır bu ancak.
Yani ölüm, insana mutlaka gelecektir.
Öyleyse onu şimdi geldi bilmek gerektir.
Tabiin-i izam'ın en yükseği olan zat,
Yani Veysel Karani buyuruyor ki bizzat:
Yattığında, ölümü, yastığın altında bil.
Kalkınca da karşında, o, senden uzak değil.)
. Dünya malı
Ebüssuud Efendi, çok pahalı bir sarık,
Giymişken, biri geldi yanına bir aralık.
Düşündü ki: Şuna bak, satsa şu sarığını,
Doyurur parasıyla, çok fukara karnını.
O anda Ebüssuud Efendi hazretleri,
Anladı o kimsenin, kalbinden geçenleri.
Sarığını çıkarıp, buyurdu: (Git pazara!
Şunu sat, parasıyla, yemek ver yoksullara.)
Adam derhal giderek, o emri etti ifa.
Lakin geri dönünce, çok şaşırdı bu defa.
Zira kendi sattığı sarığı, yine aynen,
Gördü onun başında, şaşırdı buna birden.
Ebüssuud Efendi, o kimseye bakarak,
Buyurdu ki: (Bu işi ettin ise çok merak,
Git falanca kimseye, sor bu işin sırrını.
Söylesin bana bunun nasıl ulaştığını.)
Adam, mahcup bir halde, giderek o kimseye,
Sual etti: (Bu işin hikmeti nedir?) diye.
O dedi: (Bir denizde, fırtınaya tutuldum.
Boğulmak üzereyken, bir adakta bulundum.
Dedim ki: Kurtulursam eğer bu tehlikeden,
Sahile çıkar çıkmaz, ilk iş olarak hemen,
Ebüssuud Efendi hazretlerine layık
Hediye alacağım, iyisinden bir sarık.
Pazarda, böylesini üç gündür arıyordum.
Lakin ona yakışır sarık bulamıyordum.
Aradığım sarığı, bugün buldum nihayet.
Götürüp teslim ettim, her işte var bir hikmet.)
Büyükler, giyseler de kıymetli elbiseler,
Vermezlerdi gönülden, zerre kadar bir değer.
Bu zat buyuruyor ki: (Hakiki bir müslüman,
Dünya ve ahirette, rahat eder her zaman.
Yani islamiyet’e, tâbi olur her işte.
Bütün saadetlerin başı da budur işte.
Her amelde, islama edince tam riayet,
Bilcümle insanlar da, severler onu gayet.
Çünkü o, insanları bırakarak bir yana,
Çevirmiştir gönlünü, sadece Allah'ına.
Herkes onu methetse, yahut da sevmese hiç,
Duymaz o, bu şeylerden bir üzüntü ve sevinç.
Çünkü iyi bilir ki, methetse de bugün halk,
Yarın hiç belli olmaz, söver düşman olarak.
Kimin Rabbin emrine, tamsa eğer uyması,
Onun, insanlarla da, iyi olur arası.
Kâmil bir müslümanda iki ziynet bulunur.
Bunlardan biri, edep, diğeri tevazudur.
İnsanlar, edep ile Allah'a yaklaşır hep.
Vasıl olamamıştır, Ona hiç bir bi-edep.
Hem çok korkmak gerekir, hem de ümitli olmak.
Ancak böyle mümkündür, ahirette kurtulmak.)
.
06 - EBÜSSUUD EFENDİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Kimdir bu zat?
Şeyh-ül islam olmadan, Ebüssuud Efendi,
Gördüğü bir rüyayı anlatır şöyle kendi:
Zeyrek camiindeydim rüyamda ben bir gece.
Cami kalabalıktı, merak ettim bir nice.
Dediler: (Bu cemaat, Sevgili Peygamberin,
Mübarek meclisidir, siz de oturuverin.)
Bir köşeye çekilip, oturdum hürmet ile.
İbni Kemal Paşa da, otururdu edeple.
Peygamber Efendimiz, mihrapta otururdu.
Eshabı, tazim ile etrafında dururdu.
Peygamber'in yanında, vardı ki bir zat daha,
Diz dize yakın idi, o da Resulullah'a.
Düşündüm ki: Acaba kimdir ki bu zat böyle,
Allah'ın Resulüne, çok yakın durur öyle?)
Peygamber Efendimiz, arapça konuşuyor.
O da, Resulullah'a, farsca cevap veriyor.
Resulullah, bir ara buyurdu: (Ya Mevlana!
Arabi lisan ile cevap ver sen de bana.)
Anladım, Resul ile konuşan o zat kimmiş?
Mevlana Abdurrahman Cami hazretleriymiş.
İbni Kemal Paşa’yı, sonra da göstererek,
Sual etti o Server: (Bu zat kimdir?) diyerek.
Ardından kendileri buyurdular ki hemen:
(Sevdiğim bir kimsedir o kişi ümmetimden.
O, İbni Kemal olup, mübarek birisidir.
Hem dahi müminlerin şu anda müftisidir.)
Sonra beni gösterip, sordu ki Resul yine:
(Ya onun arkasında, şu oturan kim?) diye.
Mevlana hazretleri, bana bir baktı hemen.
(Bilmem ya Resulallah) dedi yine cevaben.
O Server buyurdu ki: (O da, Ebüssuud'dur.
Ümmetimin en iyi müftüsü işte budur.)
Bu rüyadan otuz yıl geçip tamam olunca,
Şeyhül islam olmuştu, otuz sene boyunca.
Bu zat buyuruyor ki: (Bu dünya bir imtihan.
Gafil olmayalım ki, oluruz yoksa pişman.
Şu geçen dakikalar, belki son anımızdır.
Belki şu kıldığımız, en son namazımızdır.
Yani ahiret ile, bir kaç saniye kadar,
Aramızda, çok kısa, gayet az bir zaman var.
Nitekim bir zelzele olacak olsa bu gün,
Bir anda, ahirette oluruz hep topyekün.
Bu dünya önce yoktu, sonra da yok olacak.
İki yok arasında, bir hayattır bu ancak.
Yani ölüm, insana mutlaka gelecektir.
Öyleyse onu şimdi geldi bilmek gerektir.
Tabiin-i izam'ın en yükseği olan zat,
Yani Veysel Karani buyuruyor ki bizzat:
Yattığında, ölümü, yastığın altında bil.
Kalkınca da karşında, o, senden uzak değil.)
. Dünya malı
Ebüssuud Efendi, çok pahalı bir sarık,
Giymişken, biri geldi yanına bir aralık.
Düşündü ki: Şuna bak, satsa şu sarığını,
Doyurur parasıyla, çok fukara karnını.
O anda Ebüssuud Efendi hazretleri,
Anladı o kimsenin, kalbinden geçenleri.
Sarığını çıkarıp, buyurdu: (Git pazara!
Şunu sat, parasıyla, yemek ver yoksullara.)
Adam derhal giderek, o emri etti ifa.
Lakin geri dönünce, çok şaşırdı bu defa.
Zira kendi sattığı sarığı, yine aynen,
Gördü onun başında, şaşırdı buna birden.
Ebüssuud Efendi, o kimseye bakarak,
Buyurdu ki: (Bu işi ettin ise çok merak,
Git falanca kimseye, sor bu işin sırrını.
Söylesin bana bunun nasıl ulaştığını.)
Adam, mahcup bir halde, giderek o kimseye,
Sual etti: (Bu işin hikmeti nedir?) diye.
O dedi: (Bir denizde, fırtınaya tutuldum.
Boğulmak üzereyken, bir adakta bulundum.
Dedim ki: Kurtulursam eğer bu tehlikeden,
Sahile çıkar çıkmaz, ilk iş olarak hemen,
Ebüssuud Efendi hazretlerine layık
Hediye alacağım, iyisinden bir sarık.
Pazarda, böylesini üç gündür arıyordum.
Lakin ona yakışır sarık bulamıyordum.
Aradığım sarığı, bugün buldum nihayet.
Götürüp teslim ettim, her işte var bir hikmet.)
Büyükler, giyseler de kıymetli elbiseler,
Vermezlerdi gönülden, zerre kadar bir değer.
Bu zat buyuruyor ki: (Hakiki bir müslüman,
Dünya ve ahirette, rahat eder her zaman.
Yani islamiyet’e, tâbi olur her işte.
Bütün saadetlerin başı da budur işte.
Her amelde, islama edince tam riayet,
Bilcümle insanlar da, severler onu gayet.
Çünkü o, insanları bırakarak bir yana,
Çevirmiştir gönlünü, sadece Allah'ına.
Herkes onu methetse, yahut da sevmese hiç,
Duymaz o, bu şeylerden bir üzüntü ve sevinç.
Çünkü iyi bilir ki, methetse de bugün halk,
Yarın hiç belli olmaz, söver düşman olarak.
Kimin Rabbin emrine, tamsa eğer uyması,
Onun, insanlarla da, iyi olur arası.
Kâmil bir müslümanda iki ziynet bulunur.
Bunlardan biri, edep, diğeri tevazudur.
İnsanlar, edep ile Allah'a yaklaşır hep.
Vasıl olamamıştır, Ona hiç bir bi-edep.
Hem çok korkmak gerekir, hem de ümitli olmak.
Ancak böyle mümkündür, ahirette kurtulmak.)
.
07 - HASAN HÜSAMEDDİN UŞAKİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Kabir ziyareti
Hüsameddin Uşaki, bir Allah adamıdır.
Sülalesi, hazret-i Hüseyin'e dayanır.
Rüyada kendisine, (Ahmed-i Semerkandi,
Hazretlerine varıp, ona tâbi ol) dendi.
Vardı o büyük zata, bu işaret üzere.
Huzurunda kavuştu, yüksek derecelere.
Ahmed-i Semerkandi, göçünce bu dünyadan,
Onun yerine geçip, yetiştirdi çok insan.
Daha sonra gelerek, yerleşti İstanbul'a.
Bir de dergah yapıldı Padişah fermanıyla.
Kasımpaşa semtinde yapılmıştı bu dergah.
Bu işle, bizatihi ilgilendi Padişah.
Adı Ali Efendi olan bir kimse vardı.
Kasımpaşa semtinde misk ve amber satardı.
Kokuları tartarken Ali Efendi, fakat,
Hak geçmesin diye de, ederdi fazla dikkat.
Bir yıl Ali Efendi, Haccı eda etmeye,
Memleketinden çıkıp, gidiverdi Mekke'ye.
Resulullah'ı dahi, ziyaret etmek için,
Medine'ye gitmeyi çok istedi velakin.
Ayağında ani bir hastalık olduğundan,
Ziyaret edemeyip, mahrum oldu o bundan.
Velakin bu dert onu, yiyip bitiriyordu.
Bir yandan ayakları ızdırap veriyordu.
Resulullahı gördü rüyasında bir gece.
O Server, kendisine buyurdu ki şöylece:
(Ya Ali, hiç üzülme, evine eyle avdet.
Evladım Uşaki'nin, kabrini et ziyaret.)
Bu manevi emirle, döndü memleketine.
Hazret-i Uşaki'nin vardı hemen kabrine.
Artık Ali Efendi, hergün işe giderken,
Hazret-i Uşaki’ye, okuyordu erkenden.
Her gün bu ziyareti yaparak bizatihi,
Manevi derecesi, yükseldi onun dahi.
Bu zat buyuruyor ki: (Bir hayaldir bu dünya.
Yani bir görüntüdür, yahut kısa bir rüya.
Aynada görüntünün olması için dahi,
Bir aslının olması lazım gelir tabii.
İşte o asıllar da, Cennette bulunurlar.
Dünyadaki her şeyin, Cennette bir aslı var.
Cennet nimetlerinin, dünyadaki hayali,
Dinin emirleridir, namaz, oruç misali.
Keza Cehennemin de, misali var dünyada.
İçki, kumar misali haramlardır, bunlar da.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çocuklar emanettir.
Babanın vazifesi, ona din öğretmektir.
Nasıl ki mesul ise, sürüsünden her çoban,
Siz dahi mesulsünüz, çoluk çocuğunuzdan.
Emanete hiyanet olmayacağı gibi,
Onlara, dinlerini öğretmeli tabii.)
. Ahiret ticareti
Evliyanın büyüğü, keramet hazinesi,
Hazret-i Hüseyin'e dayanır sülalesi.
Buhara diyarında doğan bu mübarek zat,
Uşak’ta yaşadı ve Konya'da etti vefat.
Babası tüccar olup, o vefat ettiğinde,
Kendi de, ticarete başladı akabinde.
Bir gece rüyasında, kendine denildi ki:
(Dünya ticaretine, fazla yorma fikrini.
Ahiret ticareti olsun esas maksadın,
Dünya muhabbetini, kalbine sokma sakın.
Ebedi saadeti ister isen sen eğer,
Dünya mal-ü mülküne, bir zerre verme değer.
Ahmed-i Semerkandi var ki Anadolu'da,
Ona varıp teslim ol, saadetin orada.)
Uyanınca, kendinde hissetti bir başkalık.
Zira dünya sevgisi, kalbinde yoktu artık.
Kavuşmak istiyordu, bir an önce o zata.
Onun muhabbetiyle yanıyordu adeta.
Miras kalan mallardan, o, kendi hissesini,
Almayıp, kardeşine hibe etti hepsini.
Kalbinde alevlenen, o aşkın tesiriyle,
Ve rüyada aldığı, bu manevi emirle,
Aylarca yol yürüyüp, çekti mihnet ve zahmet.
Sonunda Erzincan’a vasıl oldu nihayet.
Aşkı ile yandığı o büyük veli, zira,
Erzincan'da ikamet ediyordu o ara.
Sıdk ile bağlanarak, bu hakiki rehbere,
Kavuştu tasavvufta, yüksek derecelere.
Hüsameddin Uşaki, az zamanda nihayet,
Bu mübarek üstaddan, aldı mutlak icazet.
Hocasının emriyle yerleşerek Uşak’a,
Şöhreti, günden güne yayıldı garb ve şarka.
O zamanki padişah, sultan Selim Han idi.
Şehzade Murad ise, Manisa'da valiydi.
Şehzade, mektup yazdı hazret-i Uşaki’ye:
(Padişahlık bana da ulaşır mı ki?) diye.
Haberci, sürat ile gelip vardı dergaha.
Selam verip, mektubu, vermeden ona daha,
Buyurdu ki: (Şehzade, etmesin fazla merak.
Padişahlık, filan gün kendisine kalacak.
Durmayıp, İstanbul'a hareket etsin hemen.
Başlasın vazifeye, fazla vakit geçmeden.)
Şehzade, bu haberi alınca düştü yola.
Gayesi, bir an önce varmaktı İstanbul'a
Lakin yolda, bir başka elçiyle karşılaştı.
Getirdiği mektubu, merak etti ve açtı.
Sokullu Mehmet Paşa, yazmıştı ki: (Ey Murat!
Selim Han vefat etti, sana kaldı saltanat.)
Hazret-i Uşaki’nin buyurduğu zamanda,
Sultan Üçüncü Murat, fiilen geçti tahta.
.
08 - MEVLANA SEYYİD İBRAHİM (Rahmetullahi Aleyh)
.Eden kendine eder
İbrahim Efendi’nin devrinde biri vardı.
Bu zata dil uzatır, gıybetini yapardı.
Bu evliya hakkında, Allah'tan hiç korkmadan,
Uygun olmayan sözler söyler idi çok zaman.
O ise aldırmayıp, cevap bile vermezdi.
Ve (Her kim ne ederse, kendine eder) derdi.
Lakin Seyyid İbrahim sabrettikçe ona hep,
Daha da azıyordu, o ahlaksız, bi-edep.
Bir gün, hakaretinde gitti çok ileriye.
Gelip haber verdiler, İbrahim Efendi’ye.
Zaten o edepsizin, her sözü ve her hali,
Saplanırdı kalbine, hançer ve ok misali.
O zamana kadar hep, sabrettiyse de hemen,
Bu defa çok üzülüp, gayrete geldi birden.
Buyurdu: (Onun dili, döner mi acep yine?
Devam edebilir mi o hakaretlerine?)
Pek çok incindiğinden mübarek gönülleri,
Bu kadarcık söyledi o gayr-i ihtiyari.
O anda, o kimsenin tutuldu dili birden.
Hiç konuşamaz oldu, o andan itibaren.
Onu böyle görenler, dediler: (Bir veli’yi,
İncitenin ahvali, böyle olur tabii.
Gönlü kırık veli’nin, bir cümlesi sadece,
Bak ki, ne hale soktu o kimseyi hemence.)
Evliyaya buğz edip, dil uzatsa bir kişi,
Dünya ve ahirette, hüsrandır onun işi.
Evliyadan birini, kim üzerse dil ile,
Ne çeşit musibete uğrasa, azdır bile.
Evliya kullarına, böyle dil uzatmaktan,
Ya Rabbi, koru bizi, kalplerini kırmaktan.
Onların sevgisini, yerleştir kalbimize.
Onlarla haşr olmayı, nasib et yarın bize.
Bu zat buyuruyor ki: (Dünyada nehirler var.
Her biri, bir noktada denize varıyorlar.
Akış istikameti nasıl ise bir suyun,
Nereye varacağı bellidir bundan onun.
İnsanın ömrü dahi, bir yönde akar durur.
Onun akıbeti de, işinden belli olur.
Kimi, Cennet yolunu tutmuştur, öyle gider.
Kimi de, Cehenneme giden yolda ilerler.
Meyhaneye gidenle, camiye giden, elbet,
Aynı yere varmazlar ölünce en nihayet.
Yani alın yazısı icraattan bellidir.
Bunu anlamak için, keramet şart değildir.
Sen, kendi kaderini istiyorsan anlamak,
Her gün nasıl ameller işliyorsun, ona bak.
Allah'ın, bir kulunu sevmediğine nişan,
Faidesiz şeylerle uğraşır hep o insan.
Çalışmak ibadettir, müslüman tembel olmaz.
Gayret gösterilmeden, muvaffak olunamaz.)
.
09 - MERKEZ EFENDİ (Rahmetullahi Aleyh
.Cemaatsiz namaz kılmadım
Yavuz Sultan Selim'in kızıyla, efendisi,
Sadrazam Lütfü paşa, iş için bir senesi,
Yanya'dan İstanbul'a yolcu olup giderken,
Eşkıya baskınına uğradılar aniden.
Bu dehşetli durumdan nasıl kurtulurlardı?
Zira hem silahsızlar, hem dahi yalnızlardı.
Hiç beklemedikleri şeyle karşılaştılar.
Şimdi ne yapacağız? diyerek şaşırdılar.
Bu korkulu zamanda, birden Merkez Efendi,
Heybet ve azametle, ortaya çıkıverdi.
Görünce eşkıyalar onu karşılarında,
Hepsi, korkularından şaşırdılar anında.
Öyle ki, o heybetten titrerdi bedenleri.
Bir zarar yapamadan terk ettiler o yeri.
Eşkıyalar bir anda dağılınca o yerden,
Merkez Efendi dahi, kayboldu göz önünden.
O gün Şah Sultan ile, sadrazam Lütfü Paşa,
Bu hali, hayret ile eylediler temaşa.
Eşkıyadan kurtulan Şah Sultan ile bey’i,
Daha fazla sevdiler bu mübarek veliyi.
Sonra onun ismine, Şah Sultan, ileride,
Bir cami yaptırmıştır, İstanbul-Bahriye'de.
Yanında da büyük bir medrese yaptırdılar.
Onu, bu medreseye, baş müderris yaptılar.
Büluğ çağından sonra, sonuna dek ömrünün,
Cemaatsiz bir namaz kılmamıştır o bir gün.
Şöyle ki, cemaate eğer yetişmeseydi,
Namazı cemaatle kılanlara derdi ki:
(Ömrümde bir namazı kılmadım cemaatsiz.
Ben imam olayım da, cemaatim olun siz.
Tekrar aynı namazı kılınız benim ile.
İkinci kıldığınız, olmuş olur nafile.)
Onun, tıp ilminde de bilgisi çoktu gayet.
Nitekim Manisa'da, kalmış idi bir müddet.
Kırk çeşit baharattan, meydana gelmiş olan,
Meşhur mesir macunu, ondan kaldı armağan.
İnsanlar, Manisa'ya, her yıl akın olurdu.
Hastalar, bu macunu yer ve şifa bulurdu.
O bir gün buyurdu ki: (Beş şey gelmeden önce,
Beş şeyin kıymetini bilmek lazım iyice.
Bir hastalık gelmeden sıhhatin kıymetini,
Bilip, yapmak gerektir günlük ibadetini.
Ölüm gelmeden önce, kıymetini bu ömrün,
Bilmeli ki, pişmanlık olmasın yine o gün.
Fakirlik gelmeden de, paranın kıymetini,
Bilirse, sıkıntıya sokmaz insan kendini.
Meşguliyet gelmeden, boş geçen zamanların,
Kıymeti bilinirse, üzüntü olmaz yarın.
Zira o boş vakitte, bir Allah derse insan,
Onunla ağır gelir belki de yarın mizan.)
. Adı Musa idi
Osmanlılar devrinde yetişen bir velidir.
Adı Musa ise de, bu ismiyle bilinir.
Küçük yaşta başladı ilim tahsil etmeye.
Aşırı istekliydi dinini öğrenmeye.
Aklı, fikri, zekası, ilme karşı hevesi,
Öyle fazla idi ki, şaşırtırdı herkesi.
Bir çok medreselerde tahsil gördü bir nice
Bitirdi, yaşı henüz otuzuna gelince.
Kocamustafapaşa semtinde ilim yayan,
Meşhur Sümbül Sinan’ın namını duydu bir an.
Lakin onun hakkında, bazı dedikodular.
Duyduğundan, ona pek eylemedi itibar.
O gece, rüyasında gördü ki kendi bizzat:
Gelip, kapılarını çaldı o mübarek zat.
Fakat istemiyordu içeri girmesini.
Yığdı kapı ardına eşyasının hepsini.
Kendi de, eşyaların oturdu üzerine.
Lakin Sümbül Efendi kapıyı açtı yine.
Eşyalarla birlikte, yerde buldu kendini.
Uyanıp, zor bekledi sabahın gelmesini.
Vardı Sümbül Sinan’ın camideki vazına.
Oturdu o görmeden kürsünün arkasına.
O geldiği sırada, hazret-i Sümbül Sinan,
Tefsir ediyor idi, bir sureyi Kur'andan.
Surenin tefsirini bitirince, bir ara,
Şöyle hitab eyledi camide olanlara:
(Zannederim bu bahsi, anladınız mükemmel.
Merkez Efendi bile anladı bunu güzel.)
Daha yüksek manalar vererek tefsirine,
Önce kaldığı yerden, devam etti dersine.
Lakin anlamamıştı cemaat bu bahsi pek.
Sümbül Sinan, dersine yine ara vererek,
Buyurdu: (Anlayan yok bu bahsi, bir ben hariç.
Merkez Efendi dahi anlamadı bunu hiç.)
Gördü Merkez Efendi bu hallerini onun.
Çok sevdi kendisini, oldu aşık ve meftun.
Düşündü ki: O rüya doğru çıktı Vallahi.
Girdi gönül evime, ben istemesem dahi.
Vâzdan sonra, cemaat ayrılınca yanından,
Gidip özür diledi derhal Sümbül Sinan’dan.
O günden itibaren, talebesi olmuştu.
Onun teveccühüyle çok şeye kavuşmuştu.
Ve kısa bir zamanda, aldı mutlak icazet.
Sonra, kerimesine talip oldu nihayet.
Buyurdu ki: (Evladım, getir ki bir yük altın.
Hemencecik, kolayca hasıl olsun muradın.)
(Peki efendim) deyip, alarak üç beş çuval,
İçlerini, toprakla doldurdu o gün derhal.
Ağızlarını dahi dikerek gayet düzgün,
Hocasının evine taşıttırdı aynı gün.
Vakta ki çuvalları açınca, birden bire,
Çil çil altın döküldü çuvallardan yerlere.
Hocası Sümbül Sinan, buyurdu ki: (Evladım!
Asla altın değildi bundan benim muradım.
İstedim, hanım dahi bilsin de böyle seni.
O dahi seve seve versin kerimesini.)
.
10 - RAMAZAN HALİFE (Rahmetullahi Aleyh)
.Yağmur duası
Edirne'de yaşamış, büyük evliyadandı.
Duası makbul olan, bir mübarek insandı.
İkinci Bayezid Han zamanında, bir ara,
Şiddetli bir kuraklık gelmişti buralara.
Kurudu susuzluktan sebze, meyve ve otlar.
Ve hatta kuraklıktan, çatlamıştı topraklar.
Bu kuraklık derdine bulmak için bir çare,
Yağmur dualarına çıktı halk, bir kaç kere.
Allahü teâlâ'ya yalvardı hep ahali.
Fakat hiçbirisinde yağmadı damla dahi.
Dediler: (Bundan sonra, duaya giderken biz,
Ramazan Halife’yi alıp götürmeliyiz.)
Nihayet onu dahi alarak yanlarına,
Bir de öyle çıktılar, yağmur dualarına.
Yaşlı genç, kadın erkek, büyük küçük kim ki var,
Toplanıp, hep birlikte musalla ya çıktılar.
O yerde, namaz için yer belli edilirdi.
Köylerde bu yerlere, musalla denilirdi.
Cuma namazlarıyla, iki bayram namazı,
Musalla mahallinde kılınıyordu bazı.
Bu veli zat, minbere çıkar çıkmaz ilk daha,
Boyun büküp, sessizce dua etti Allah'a.
Duayı bitirip de, inmeden o minberden,
Bulutlar toplanarak, yağmurlar indi birden.
Susuzluktan yarılmış topraklar, suya kandı.
Her taraf baştan başa, bol su ile yıkandı.
Sularla doldu taştı çeşme ile kanallar.
Bir bolluğa ulaştı, insan ile hayvanlar.
Ramazan Halife’nin büyük zat olduğunda,
Yakine kavuştular, bu hadise sonunda.
Aralarında böyle bir zat bulunduğundan,
Allahü teâlâ'ya şükrettiler o zaman.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Ey cemaat!
Gözünüzü açın ki, çabuk biter bu hayat.
Öyle yaşayınız ki bu dünyada siz hatta,
Yürüyen ölü gibi bulunun bu hayatta.
Nitekim buyurdu ki, o Hüdanın Habibi:
(Yaşayın bu dünyada, garib ve yolcu gibi.)
Hadisin devamında, buyurdu ki mealen:
(Addedin kendinizi, yahut kabir ehlinden.)
Garib olmak şudur ki, hiç kimseyi tanımaz.
Her derdini, yalnızca, Sahibine eder arz.
Yolcu gibi olmanın, şudur ki manası da:
Gözü olmaz dünyanın malı ve parasında.
Bir ahiret yolcusu, bilir zira kendini.
Sokmaz asla kalbine, dünya muhabbetini.
Kendini ölü gibi addetmek de şöyledir:
Öldü ölecek gibi, ölümü yakın bilir.
Bu hal üzere olmak, kıymetlidir bu dinde.
En yüce bir rütbedir, hatta Allah indinde.)
.
11 - SÜLEYMAN BİN CEZA (Rahmetullahi Aleyh
.Ey oğul!
Osmanlı devletinin, büyük âlimlerinden.
Çok kıymetli kitaplar, çıktı onun elinden.
Meşhur bir kitabı da, (Ey Oğul İlmihali).
Okuyup, ona göre düzeltmeli her hali.
Bu kitapta, oğluna nasihat etmektedir.
Dinin hükümlerini güzel öğretmektedir.
Kitabın bir yerinde buyurur ki oğluna:
(Bakma kötü göz ile, hiç bir Allah kuluna.
Bir çocuk görsen, de ki, bunun günahı yoktur.
Ben ondan çok yaşadım, günahım daha çoktur.
Bir yaşlı müslümanı görürsen bir gün şayet,
De ki: Bu, benden fazla eylemiştir ibadet.
Benden fazla yaşayıp, çok amel işlemiştir.
Öyle ise o benden, faziletli kişidir.
Bir islam âlimini görürsen bir gün eğer,
Düşün ki: Hak indinde, kıymetlidir âlimler.
Ben ise bir cahilim, o, ilim sahibidir.
Elbette ki o benden, daha faziletlidir.
Bir cahili görürsen, de ki: O, bilmiyordur.
Bir günah işlese de, bilmeden işliyordur.
Ben ise, günahları işlerim bilerekten.
Öyleyse Hak indinde, kıymetlidir o benden.
Bir kâfiri görürsen, şöyle düşün ey oğul:
Olur ki, bu dünyadan imanla gider bu kul.
Oysa benim, imanla gidip gitmeyeceğim,
Kesin belli değildir, neye güveneceğim?
Belki o, ileride iman eder, kimbilir.
O takdirde o benden daha faziletlidir.
Hiç hor ve hakir görme, günahkâr insanları.
Ve hiç gururlanıp da, küçük görme onları.
Hak teâlâ indinde, yüksek derecelere,
Kavuşmak istiyorsan, kibirlenme yok yere.
Helal lokma yiyerek, temizle bedenini.
Malayani sözlerden, koru hem de dilini.
Müslümanlara karşı, hiç besleme düşmanlık.
Kalbine, kimse için getirme bir fenalık.
Ey oğul, fırsat verme nefsine, bir an bile.
Ve amel defterini kirletme günah ile.)
Bir gün de buyurdu ki: (Resulü, cenab-ı Hak,
Gönderdi âlemlere, yalnız rahmet olarak.
Yani onun her sözü, her hal ve hareketi,
Bildirir açık açık, bize islamiyet’i.
Allahü teâlâ'nın rızasını kazanmak,
Onun emirlerine uymakla olur ancak.
Onun varisi olan, islam âlimlerine,
Uyanlar da, kavuşur Allah'ın sevgisine.
Yani bu âlimlere, hem kalben, hem ahlaken,
Her şeyde, ne kadar çok uyulursa gerçekten,
O kadar faziletli ve kıymetli olunur.
Dünya ve ahirette, bulunur rahat, huzur.)
.
12 - ŞABAN-I VELİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Minderin altında
Bir zamanlar birinin, bir zata borcu vardı.
O devrin parasıyla, beşyüz akçe kadardı.
Bunu ödemek için, çok çalıştığı halde,
Bir türlü biriktirip veremedi yine de.
Alacaklı o adam, zaman zaman gelerek,
İsterdi parasını, hem de sitem ederek.
(Biraz mühlet ver) diye yalvardıysa da ona,
O mühlet vermeyince, çok üzüldü o buna.
Ve derhal bir velinin kabrine gidiverdi.
Onu vesile edip, şöyle dua eyledi:
(Ya Rabbi, benim halim malumdur sana elbet.
Bu veli hürmetine, bu acize yardım et.
Ödiyebilmem için beşyüz akçeyi buna,
Bu borcum miktarınca parayı gönder bana.)
O böyle halisane dua edip dönerken,
Hatırına Şaban-ı Veli geldi, aniden.
Huzuruna vardı ki, kimse yoktu evinde.
Diz çökmüş otururdu, ibadet mahallinde.
O içeri girince, gösterip minderini,
Buyurdu ki: (Al bunun altındakilerini.)
Halbuki henüz ona bir şey söylememişti.
Ondan başka kimse de yanına gitmemişti.
Çekinerek, bir miktar para aldı ise de,
Utancından, hepsini alamadı yine de.
Şaban-ı Veli ise, buyurdu ki o zaman:
(Rabbimin ihsanıdır, al hepsini oradan.)
(Peki) deyip o dahi, alıverdi hepsini,
O an Şaban-ı Veli, kaldırdı ellerini.
Onun için şöylece dua etti Allah'a:
(Ya Rabbi, bu kulunu darda koyma bir daha!)
Bu kişi, hem parayı, hem duayı aldı ve,
Sevinç ve huzur ile, döndü ve geldi eve.
Oradan getirdiği parayı saydı hemen.
Gördü ki, borcu kadar para almış o yerden.
Koşarak gitti hemen o alacaklısına.
Borcunu ödeyerek, şükretti Mevlasına.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Bilin ki, her amelden, ahirette hesap var.
O gün bütün günahlar, olur hep aşikâre.
Mahcubiyet çok olur, bulunmaz ama çare.
Halbuki o işleri lalettayin bir insan,
Görecek olsa eğer, mahvolur utancından.
Ve hele sevdikleri, anne, baba, kardeşi,
Görecek olsa eğer, ne hal alır o kişi.
Dünya ve ahirette mahcup olmamak için,
İsyan etmemelidir emrine Rabbimizin.
Zira buyuruldu ki: Haram, ateş gibidir.
Haramı işleyenler, ateşte yanabilir.
Bu dünyada, gülerek haramı işleyenler,
Mahşerde, ağlayarak Cehenneme girerler.)
.
13 - YAHYA EFENDİ (Rahmetullahi Aleyh
.Gördüğün Hızır idi
Osmanlı padişahı Kanuni zamanında,
Yahya Efendi diye, vardı ki bir evliya,
Sultan, (Ağabey) diye, ona hitab ederdi.
Büyük zat olduğunu bilir, hürmet ederdi.
Bu zat, Hak teâlânın kudret ve izni ile,
Sık sık görüşür idi, hazret-i Hızır ile.
Sultan da bu durumu çok iyi biliyordu.
Kendisi de Hızır’la görüşmek istiyordu.
Bir akşam, kayık ile çıkmışken gezintiye,
Yanaştırdı kayığı bir ara Ortaköy'e.
Ve Yahya Efendi’ye gönderdi ki bir haber,
O da gelip bulunsun kendisiyle beraber.
Yahya Efendi dahi onun ricası ile,
Gelip bindi kayığa, yanında bir kişiyle.
Sultan’ın parmağında, o an bir yüzük vardı.
O kişi, dikkatlice o yüzüğe bakardı.
Velakin farkedince bunu Sultan Süleyman,
Hemence o yüzüğü çıkarıp parmağından,
Dedi ki: (Siz galiba bunu merak ettiniz.
Alıp, daha yakından bakıp inceleyiniz.)
O zat aldı yüzüğü, evirip çevirerek,
Atıverdi denize, hem de gülümseyerek.
Yahya Efendi hariç, kayıkta bulunanlar,
Çok hayret ettiler ki, o niçin böyle yapar?
Biraz sonra o kişi inmek arzu edince,
Padişah, (Yanaş!) dedi kayıkçıya hemence.
O kişi, tam inerken, bir avuç su alarak,
Uzattı Padişah'a, göz altından bakarak.
Avcundaki o suda, attığı yüzük vardı.
Padişah bunu görüp, hayretten dona kaldı.
Tutmak istediyse de, o kişinin elinden,
Lakin o zat, bir anda, kayboldu göz önünden.
O zaman sordu Sultan, Yahya Efendi’ye ki:
(Ağabey ne oluyor, bu olanlar nedir ki?)
Cevabında: (O kişi, Hızır idi) deyince,
Dedi: (Bunu, ne için demedin daha önce?)
Buyurdu: (O, kendini tanıttı hükümdarım.
Lakin siz tanımakta geç kaldınız, n'apayım?)
Bu zat buyuruyor ki: (Müslüman, tembel olmaz.
Para kazanır ama, ona gönül bağlamaz.
Rızkın onda dokuzu ticarettedir, ama,
Yaparken, düşmemeli bir günah ve harama.
Bütün ibadetlerin, onda dokuzu ise,
Helalden yemektir ki, bu lazım asıl bize.
Elbisenin düğmesi, haramdan olsa şayet,
Kabul olmaz, onunla yapılan bir ibadet.
Bizi, ahiret için yarattı Hak teâlâ.
Ömrümüzü gafletle geçirmeyelim hala.
Nefesler sayılıdır, tükenir bir gün elbet.
Huzur-u ilahiye çıkacağız akıbet.)
.
14 - ŞAİR NABİ (Rahmetullahi Aleyh
.Sakın terk-i edepten!
Osmanlı devletinde yetişen bir şairdir.
İsmi Yusüf ise de, (Nabi) diye meşhurdur.
Zamanın Sultanından izin alıp bir kere,
Çıktı bir kafileyle, hacca gitmek üzere.
Nabi’nin bulunduğu kafilede, o zaman,
Devlet ricalinden de, bulunurdu çok insan.
Resulullah'a olan sevgi ve aşkı ile,
O, Hicaz yollarında, uyumadı az bile.
Kafile yaklaşınca, Medine'ye nihayet,
Zirvesine çıkmıştı, ondaki bu muhabbet.
Her bir adım attıkça, o sevgi artıyordu.
Kalbi, Resulullah'ın aşkıyla yanıyordu.
O böyle yanıyorken, sevgi ve muhabbetle,
Gördü ki, uyur biri, ayakları kıblede.
Onu bu vaziyette görünce Yusüf Nabi,
Üzüldü, kederlendi, kırıldı ince kalbi.
Onu uyandıracak yüksek bir sesle hemen,
O anda, şu şiiri okudu düşünmeden:
(Sakın terk-i edepten, kûy-ü mahbub-u Hüdadır bu.
Nazargah-ı ilahidir, makam-ı Mustafa'dır bu.
Müraatı edep’le, gir Nabi bu dergaha.
Mutaf-ı kudsiyandır, busegah-ı enbiyadır bu.)
Daha bir çok beytlerle, Peygamber-i zişanı,
Methedip, uyandırdı o gafil uyuyanı.
O kişi, bu şiiri işitince Nabi’den,
Hatasını anlayıp, doğruluverdi hemen.
Ve Nabi’ye sordu ki: (Ne zaman yazdın bunu?
İkimizden başkaca, bunu duyan oldu mu?)
Dedi: (Söylememiştim, bunu ben daha önce.
İlk defa söylüyorum, sizi böyle görünce.)
Bu cevabı duyunca, aldı rahat bir nefes.
Dedi ki: (Aman Nabi, duymasın başka bir kes.)
Yaklaşmıştı kafile o sabah Medine'ye.
Vardılar ezan vakti, mescid-i Nebeviye.
Velakin baktılar ki, mescid-i Nebeviden,
Müezzinler bu şi’ri okurlar hepsi birden:
(Sakın terki edepten kûy-ü mahbubu Hüda'dır bu,
Nazargah-ı ilahidir, makam-ı Mustafa’dır bu.)
Nabi ile o kişi, şaşıp hayretlerinden,
Gelip süal edince müezzinin birinden,
Dedi ki: (Resulullah bütün müezzinleri,
Rüyada ikaz edip, verdiler ki şu emri:
(Bu sabah, ümmetimden Nabi isminde bir zat,
Ziyarete gelir ki, yakındadır şu saat.
Sabah, ezandan önce, onun şu şiirini,
Okuyarak kutlayın, buraya girişini.)
Biz de, Resulullah'ın verdiği emre uyduk.
Bunu, Ondan öğrenip, hep birlikte okuduk.)
Şair Nabi duyunca, bu sözü müezzinden,
Sevinç gözyaşlarıyla ıslandı yüzü birden
.
15 - ABDÜLFETTAH-I AKRİ (Rahmetullahi Aleyh
.Üç büyükten biri
Abdülfettah-ı Akri, evliyayı kiramdan.
Şiddetle kaçınırdı, her günah ve haramdan.
Din ilmini tahsile başladı küçük yaşta.
Ve Kur'an-ı kerim’i ezberledi en başta.
Sonradan tefsir, hadis ve fıkhı okumuştu.
Genç yaşında, kâmil bir din âlimi olmuştu.
Zahiri ilimlerin yanında bu Mübarek,
Tasavvuf yolunda da istiyordu yürümek.
Bu yüksek arzusuna, vasıl olayım diye,
Tâbi oldu Mevlana Halid-i Bağdadi’ye.
Onun her bir emrine, sıkı sarılıyordu.
Haram ve günahlardan, şiddetle kaçıyordu.
Yegane istediği, şu idi ki o zaman:
Bir an ayrılmayayım üstadımın yanından
Dert ve sıkıntılara, çok iyi sabrederdi.
Zorluklar karşısında, hep göğsünü gererdi.
Hatta dert ve üzüntü gelince kendisine,
Üzülmek şöyle dursun, sevinirdi aksine.
Zira o diyordu ki: (Bu dert ve sıkıntılar,
Rabbimden geldiğinden, dert değil, ihsandırlar.)
Hatta çok üzülürdü dert gelmediği zaman.
Derdi ki: (Mahrum kaldım Rabbimin ihsanından.)
Bunu bilen üstadı Mevlana hazretleri,
Hep ona veriyordu, bütün çetin işleri.
Onu gönderiyordu uzak olan yerlere.
Hatta yaya olarak gidiyordu her yere.
Zira yasaklamıştı bineğe binmesini.
O da, teslim etmişti üstada kendisini.
Bunun için hep yaya giderdi uzaklara.
Zevk ile katlanırdı, cümle sıkıntılara.
Bağdat'tan İstanbul'a, yine yaya olarak,
İki defa gitmişti herşeye katlanarak.
Onun her bir emrini, hemen ifa etmesi,
Her zorluğa tahammül ve rıza göstermesi,
Sayesinde kavuştu o yüksek himmetine.
Ve girdi daha sonra, hususi hizmetine.
Üstadının evine, rahat girer çıkardı.
Ne hizmet gerekirse, titizlikle yapardı.
Bu hususi hizmetler sayesinde nihayet,
Yükselip, hocasından aldı mutlak icazet.
O bir gün buyurdu ki: (Olunuz mütevazi.
Siz tevazu ettikçe yükseltir Allah sizi.
Kibirli olanları, ne kul sever, ne Allah.
Kendisini, sadece kendi sever mazallah.
Hadiste buyuruldu: (İnsanların fenası,
Zor olandır yanına biraz yaklaşılması.)
Eğer korkuluyorsa varmak için yanına,
Bir felaket olarak, kâfi gelir bu ona.
Siz öyle davranın ki, kaçmasın kimse sizden.
Emin olsun insanlar, hem el ve dilinizden.)
. Kırk yıl hizmet etti
Halid-i Bağdadi’nin şanını, o zamanlar,
Duymuştu dünyadaki bilcümle müslümanlar.
Yayılınca şöhreti, her yerine dünyanın,
Bağdat'a geliyordu insanlar akın akın.
Hem İstanbul’dan dahi, bir çok aşık olanlar,
Ona kavuşmak için, Bağdat'a yollandılar.
Bu gelen insanların, bir tek gayesi vardı.
O da, bu büyük zatın talebesi olmaktı.
Zira Resulullah'tan gelen feyiz ve nurlar,
Ondan yayılıyordu, herkese o zamanlar.
Görünce İstanbul'dan Bağdat'a gelenleri,
Üzüldü hallerine Mevlana hazretleri.
Emir verip hemence, Abdülfettah Akri’ye,
İstanbul'a gönderdi, feyzini saçsın diye.
Abdülfettah Efendi, İstanbul’da o zaman,
(Nuh kuyusu) denilen, bir yeri tuttu mekan.
Bu mübarek veli zat, buraya vardığında,
Cümle Hak aşıkları, buldu onu anında.
Etraftan akın akın geliyordu insanlar.
Zira ondan akardı, ilahi feyiz, nurlar.
Devlet ricalinden de, vezir, paşa, kumandan,
Gelirdi akın akın, bu dergaha durmadan.
Onbinlerce müslüman, bu dergaha geldiler.
Bu Allah adamından, istifade ettiler.
Abdülfettah Efendi, kırk yıldan daha fazla,
Bu dergahta böylece, hizmet etti ihlasla.
Mevlana Halid ise, o gelince Bağdat'tan,
Otuzdokuz yıl önce, ayrılmıştı dünyadan.
Onun ayrılığına hiç dayanamıyordu.
Hocasına kavuşmak aşkıyla yanıyordu.
Binsekizyüz altmışdört yılı Muharreminde,
Cümle talebesiyle helalleşti evinde.
Ayın ondokuzunda, hem de bir Cuma günü,
Kur'anı dinler iken, teslim etti ruhunu.
Âlim ve evliyalar, ittifakla o zaman,
Şunu bildirdiler ki: (İstanbul'da bulunan,
Binlerce evliyadan, Eshabın haricinde,
Üçü, en büyüğüdür bu veliler içinde.
Bu üçünden biri de Abdülfettah Akri’dir.
Kabri, aşıklarının istifade yeridir.
İkisi de şunlardır bu üç büyük velinin,
Murad-ı Münzavi’yle, Tokadi Mehmed Emin.)
Bu zat buyuruyor ki: (Hak teâlâ, insanda,
İki korkuyu birden, cemetmez bir arada.
Yani kim bu dünyada, korkar ise Allah'tan,
Korkmasın ahirette, o, kurtulur azaptan.
Dünyada korkmayan da, çok korksun ahirette.
Zira o kimse için, azap vardır elbette.)
Ya Rabbi, bu üç büyük velinin hürmetine,
Şifa ver hasta olan Muhammed ümmetine.
.
16 - AHMED-İ KUDDUSİ (Rahmetullahi Aleyh
.Beytullahtan gelirim
Niğde-Bor kazasında doğan bu mübarek zat,
Seksen yaşında iken, bu yerde etti vefat.
Uzlet etti yıllarca, Mekke ve Medine'de.
Çok riyazet eyledi, mescid-i Nebevi'de.
Peygamber-i zişan'ın, lütuf ve hitabına,
Mazhar olup, kavuştu yüksek iltifatına.
Gelince kendisine, ikaz-ı Peygamberi,
Niğde-Bor beldesine, oradan döndü geri.
Lakin o döndüğünde, Hicaz'dan tekrar Bor'a,
Din düşmanı olanlar, azgın idi o ara.
Kurtulmak gayesiyle, onların şerlerinden,
Onüç sene müddetle, hiç çıkmadı evinden.
Kendisini sevenler, evine geliyordu.
O, gelen kimselere ilim öğretiyordu.
İşte bu günlerdeydi, bir Cuma günü yine,
Dostlarından birisi, geldi ziyaretine.
Oturup konuştular ve ettiler çok sohbet.
Az sonra, Cuma vakti yaklaşmıştı nihayet.
Lakin hiç telaş yoktu Kuddusi Efendi’de.
Nihayet biraz sonra, geldi ezan vakti de.
Misafir, kalkmak için müsade isteyince,
Buyurdu ki: (İstersen, gideriz beraberce.)
Fakat o, ısrar edip, istedi yine izin.
Sonra kalktı ayağa, Cumaya gitmek için.
Ahmed-i Kuddusi de, buyurdu ki o zaman:
(Bekleseydin, beraber gidecektik birazdan.
Madem ki sen acele ediyorsun gitmeye,
Namazdan sonra tekrar, beklerim seni eve.)
Ayrılıp gitti o zat, namaz için nihayet.
Cumadan sonra yine, bu eve etti avdet.
Gördü ki sofra hazır, var çeşitli meyvalar.
Hem dahi ağacından yeni kopmuş hurmalar.
Dedi: (Bu meyvaları göremezdik burada.
Bahusus bu hurmalar, hiç yetişmez bu Bor'da.
Nereden aldınız ki, yeni kopmuş dalından.
Bunların esrarını, bana da edin beyan)
Buyurdu ki, (Evladım, haklısın, bu meyveler,
Bor'da bulunmaz, zira, burada yetişmezler.
Beytullah'tan getirdim gördüğün hurmaları.
Dalından yeni kopmuş, satın aldım onları.
Sen dahi söz dinleyip, gelseydin benim ile,
Beytullah'ta kılardın Cumayı böylelikle.)
Bu zat buyuruyor ki: (Kalp, Allah'a mahsustur.
Onun muhabbetiyle bulur rahat ve huzur.
Eğer ki meylederse, Allah'tan gayrisine,
Hasta olmuş demektir, bakmalı çaresine.
Allah adamlarının sözü ve nasihati,
Söküp atar gönülden, dünyaya muhabbeti.
Onların bir nazarı, bulunmaz hazinedir.
Sözleriyle, kararmış gönüller temizlenir.)
. O dertli benim
Kuddusi hazretleri yaşarken Niğde-Bor'da,
Makam sahibi biri, o anda İstanbul’da,
Evinde otururken sevdikleri ile hep,
Sordu ki: (Bu zamanın, velisi kimdir acep?
Onunla bir hususta görüşmek istiyordum.
Zira bir sıkıntım var, çare bulsa diyordum.)
Dediler ki: (Bu kişi Ahmed-i Kuddusi'dir.
Bu zat, Bor'da yaşar ve zamanın velisidir.)
Hemen davet ettiler bu zatı İstanbul'a.
O dahi bu davetle, aynı gün düştü yola.
İstanbul'a varınca Kuddusi hazretleri,
Mahalli kıyafetle, gelip girdi içeri.
O makam sahibinin etrafında bulunan,
Âlimler, bu mübarek zatı gördükleri an,
İltifat etmediler nedense kendisine.
O dahi bir köşede oturdu öylesine.
O sohbet esnasında, Kuddusi hazretleri,
Konuşmayıp, sadece dinledi âlimleri.
Sonunda ev sahibi dedi: (Ey üstadımız!
Siz dahi bu sohbette, bir şey buyursaydınız.)
Buyurdu ki; (Ben yalnız, dinlemeyi severim.
Konuşmak hususunda sizden haya ederim.
Velakin bir vakayı nakledeyim sadece.
Biri, Sarayburnu'nda geziyorken bir gece,
Güzel bir hanım gelip, sandala bindi, ama,
Bunun gözü, bir anda takıldı bu hanıma.
Lakin fena cezbetti bu hanım kendisini.
Hemen başka sandalla, takip etti izini.
Vakta ki kadın çıktı Üsküdar’da sahile,
O da indi peşinden, yetişmek gayesiyle.
Hanım, köşkten içeri atınca adımını,
Görmedi ondan sonra, bu kişi o kadını.
Lakin unutamıyor onu hiç bir an bile.
Hatta yanıyor kalbi, onun muhabbetiyle.
Şimdi de, utancından kimseye diyemiyor.
Bu derdime bir derman, bir çare bulsam diyor.)
Sözünü bitirince Kuddusi hazretleri,
Ev sahibi, gönderdi diğer misafirleri.
Baş başa kalır kalmaz, bu veliye, o bizzat,
Dedi ki: (İşte benim, dediğin o dertli zat.
Benim başımdan geçen şeyleri anlattınız.
Ve ondan halas edip, beni rahatlattınız.
Zira siz, sözünüzü bitirdiğiniz zaman,
O kadının sevgisi, kalbimden çıktı o an.
Sizi, bu maksat ile çağırmıştım evime.
Çok şükür teşrifiniz çare oldu derdime.
İyice anladım ki, siz gerçek velisiniz.
Çünkü benim derdimi, sadece siz bildiniz.)
Sonra da bu veliye, bol bol ihsan ederek,
Hürmetle uğurladı, dualar eyleyerek.
. Ya hazret-i Mevlana!
Bir gün Ahmed Kuddusi teşrif edip Konya'ya,
Ziyarete gelmişti, Hazret-i Mevlana’ya.
Velakin o türbeye vasıl olduğu zaman,
Türbedar, kapıları kilitliyordu o an.
Açmasını ne kadar rica etti ise de,
Türbedar inad edip, açmamıştı yine de.
Lakin Ahmed Kuddusi, etmedi fazla ısrar.
O anda, düşünmeden, şunları etti ikrar:
(Sensin veliler şahı ya Hazret-i Mevlana!
Sen, gönüller sultanı, ya Hazret-i Mevlana!
Bir garip avareyim, günahkâr bi-çareyim.
Asi, yüzü kareyim, ya Hazret-i Mevlana!
Senin, büyüktür şanın, mahbubusun Allah'ın.
Dar-ül eman dergahın, ya Hazret-i Mevlana!
Sen, şol ulu sultansın ve server-i merdansın.
Hem maden-i irfansın, ya Hazret-i Mevlana!
Ta çocukken ey sultan, eflaki ettin seyran.
Melekler oldu hayran, ya hazret-i Mevlana!
Ariflerin sultanı, dertlilerin dermanı,
Kuddusi'nin cananı, ya Hazret-i Mevlana!
Muhtacınam in'am et, ihsanını tamam et.
Misafirim, kabul et, ya Hazret-i Mevlana!)
Son beyti söyleyince Kuddusi hazretleri,
Türbedarın, hayretten açık kaldı gözleri.
Zira kapı açıldı hem de kendiliğinden.
Ve Hazret-i Kuddusi, içeri girdi hemen.
Ziyareti yaparak Kuddusi hazretleri,
Hiçbir şeyden habersiz, Niğde'ye döndü geri.
Zira o, kendisinden geçmiş idi o ara.
Bunun için hiçbir şey demedi türbedara.
Ertesi gün, bu işi işiten mevleviler,
Bunun kim olduğunu hemen tahmin ettiler.
Dediler: (Olsa olsa, bu, Bor'lu Kuddusi'dir.
Zira bu güzel haller, ancak onun işidir.)
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu ki: (Bir kimse,
Allahü teâlâ'ya, ibadet eder ise,
Dünyada, işlerini kolay ve asan eder.
Kabirde ona acır, ahirette affeder.
İbadeti ihlasla yaptıktan sonra insan,
Her ne gelse iyidir, bilmeli nimet, ihsan.
İhlas elden giderse, o zaman çok zor olur.
Zira ihlas olmazsa, bulunmaz rahat, huzur.
Hak teâlâ, kulları yarattı tek şey için.
Ki, ibadet etsinler kendisine ins ve cin.
Kullar, Ona ihlasla ederlerse ibadet,
İhsan eder onlara, ebediyen bir Cennet.
Kendisi buyurur ki: (Söz veriyorum size.
İbadet ederseniz, Cennet var hepinize.)
Yine buyuruyor ki Kur'anda Hak teâlâ:
(Allah, verdiği sözden, vadinden dönmez asla.)
. Avcumda ne var?
Bir gün vali’nin biri, bir şey alıp avcuna,
Bilcümle memurları, çağırdı huzuruna.
Dedi ki: (Şu avcumda, bir şey gizliyorum ben.
Bunun ne olduğunu, var mıdır acep bilen?)
Her biri, tahminini arz etti kendisine.
Lakin avcundakini bilemediler yine.
Bulunurdu orada, Ahmed Kuddusi dahi.
Avcundaki o şeyi, ona da sordu vali.
Buyurdu: (Göz gezdirdim, dünyayı bu arada.
Bir balık, yavrusunu arıyordu deryada.)
Bir yavru balık vardı, avcunda hakikaten.
Onun firasetine hayran oldu gönülden.
Sarayda kalmasını teklif etti bir müddet.
Lakin o istemeyip, nazikçe eyledi red.
Bir süre İstanbul'da kalarak, sonra yine,
Müsade isteyerek, döndü memleketine.
İki memur gönderip bu zata yine Sultan,
Bilgi almak istedi maddi sıkıntısından.
Gönderdi hem onlarla, bir miktar altın, para.
Onlar, bu altınlarla geldiler derhal Bor'a.
Memurlar geldiğinde, o, bahçe belliyordu.
Maksatlarını dahi çok iyi biliyordu.
Buyurdu: (İstanbul'dan, benim için geldiniz.
Lakin bizim sizlerden, yoktur bir isteğimiz.)
Memurlar dediler ki: (Biz, emirle gelmiştik.
Ve size, Padişahtan para da getirmiştik.)
Kuddusi hazretleri sükut etti o ara,
(Açın eteğinizi) dedi o memurlara.
Sonra yerden eğilip, küreğini alarak,
Döktü eteklerine, bir kürek kuru toprak.
Topraklar, memurların eteğine düşünce,
Kudret-i ilahiyle, altın oldu hemence.
Memurlar bunu görüp, şaşkın hale geldiler.
Zira görmemişlerdi dünyada böyle şeyler.
Kuddusi Hazretleri, buyurdu ki bu kere:
(Dökün eteğinizde ne varsa şimdi yere.)
Onlar, o altınları dökünce yere o an,
Gördüler ki, altınlar oldu hep yılan, çıyan.
Memurlar, bunu dahi görüp hayret ettiler.
(Siz nasıl isterseniz, öyle olsun) dediler.
Buyurdu: (Evlatlarım, sizler de gördünüz ya,
İşte böyle görünür, gözümüze bu dünya.)
Velakin fukaraya dağıtırız diyerek,
Verdikleri parayı, aldı dua ederek.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu ki: (Ey insan!
Rabbine ibadet et, geçiyor çünkü zaman.
Bilmeden amel olmaz, bu din, bilmek dinidir.
Dini öğrenmek ise, amel etmek içindir.
Amel de, Allah için yapılır ihlas ile.
Kullar beğensin diye yapılırsa, nafile.)
.
17 - MUHAMMED HADİMİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Kalp ölürse...
Hadimi hazretleri, (Kötü ahlak) babında,
Şöyle buyurmaktadır Berika kitabında:
Her insan, bu dünyada ve hem de ahirette,
Hep kötü ahlakından zarar görür elbette.
Haram ve günahlardan kaçmaya, takva denir.
Takva, ibadetlerin en faziletlisidir.
Bir şeyi tezyin etmek, süslemek için, önce,
Pislikleri gidermek lazım gelir iyice.
Bunun gibi, günahtan kaçmadıkça bir mümin,
Göremez faydasını yaptığı ibadetin.
Yani ibadetleri, indallah kabul olmaz.
Borcunu ödese de, hiç sevap kazanamaz.
Bu günahların dahi en çirkini, küfürdür.
Yani imansız olan, her kötüden kötüdür.
İmanı olmayanlar, yapsa da çok hasenat,
Göremez ahirette, bir ecir ve mükafat.
Zulümle ölseler de, kâfirler şehid olmaz.
Hatta imansız ölen, hiç Cennete sokulmaz.
Temeli takvadır ki bütün iyiliklerin,
Önce, takva sahibi olmalıdır her mümin.
Bu dünyada, rahata ve huzura kavuşmak,
Takvaya sarılmakla müyesser olur ancak.
Ebediyen Cennete girmek de ahirette,
Yine bu takva ile mümkün olur elbette.
Kötü huylar, insanın ruhunu hasta eder.
Bu hastalık artarsa, o ruh ölür bu sefer.
Ruhun ölmesi ise, imanı kaybetmektir.
Ruhu ölen bir kimse, küfre düştü demektir.
İmanı olmayanın, (Kalbim temiz) demesi,
Boş laf olup, aldatır kendini ve herkesi.
Çünkü ölmüş olan kalp, temizlikten mahrumdur.
Kalpler, ancak imanla nurlu ve temiz olur.
Kalp hastalıklarının en başında, şirk gelir.
Bu da, Hak teâlâya ortak koşmak demektir.
Yalnız Hak teâlâya mahsus olan sıfatlar,
Vardır ki, uluhiyet sıfatlarıdır bunlar.
Mesela ebediyen, daima, hep var olmak,
Her şeye gücü yetmek, şifa vermek, yaratmak,
Bunların, bir insanda, inek veya güneşte,
Mevcut bulunduğuna inanmak, şirktir işte.
Bir şeyde bu sıfatlar var diye inanarak,
Tazim, hürmet etmek de, olur ona tapınmak,
Yani ona, ilahlık payesi kondurmaktır.
Bu hal, ona ibadet ve onu put yapmaktır.
İşte böyle sanılan insan ve kâfirlerin,
Heykel ve büstlerinin, yahut kabirlerinin,
Önünde, tazim ile eğilip, hürmet etmek,
Yahut tazim edici kelimeler söylemek,
O şeyi ilah bilip, ibadet eylemektir.
Bunları yapan dahi, şirke girmiş demektir.
Onlara, uluhiyet sıfatı kondurmadan,
Yaparsa, şirk olmayıp, günah olur o zaman.
. Günah işlememelidir
Hadimi hazretleri kitapta bildirdi ki:
Kalp hastalıklarının, küfür ve şirktir ilki.
Şirk'ten sonra, bid'ate inanmak ve yapmaktır.
Sonra da, günahlardan asla sakınmamaktır.
Bir mümin, şirkten başka günahları işlerse,
Sonra, tövbe etmeden ahirete giderse,
Şefaatle veyahut rahmetiyle Allah'ın,
Af olup, ahirette kurtulur belki yarın.
Velakin günahları af edilmezse eğer,
O kimse, Cehennemde bir miktar azap çeker.
Kul hakkı da bulunan günahı varsa şayet,
Azabı, daha çetin, zor olur onun gayet.
Zevcesinin mehrini vermemek, kul hakkıdır.
Hatta kul haklarının hem de en ağırıdır.
Yine müslümanların, özellikle gençlerin,
Dini, islamiyet’i öğrenmemesi için,
Her türlü imkan ile buna mani olmak da,
Yine kul hakkı olup, en büyüğüdür hatta.
İslama tâbi olmak hususunda, o Server,
Bir hadis-i şerifte buyurdu ki bir sefer:
(Bir zaman gelecek ki, islama tam yapışmak,
Elinde ateş tutmak misali güç olacak.)
Bunun için, haram ve günahların hepsinden,
Sakınmak lazımdır ki, takva da budur zaten.
Her ne emredildiyse itikat ve amelde,
Onları terk edenler, azap görür elbette.
Azaba sebep olan şeyleri, her müslüman,
Terk etmesi lazımdır, her yerde ve her zaman.
Mesela namaz kılmak, herkese farz-ı ayndır.
Kılmamaksa, en büyük, mühim günahlardandır.
Kadınların, kızların açık gezmeleri de,
Günah olup, azabı çetindir Cehennemde.
İnsanda kalp, göz, kulak, dil, el, mide, ayaklar,
Vardır ki, bunlar ile işlenir hep günahlar.
Lakin günah işleyen, bu uzuvlar değildir.
Bunlardaki his yani, duyu kuvvetleridir.
Dünya ve ahirette, saadete kavuşmak,
Günah ve haramlardan, kaçmakla olur ancak.
Öyleyse her müslüman, kılı kırk yarmalıdır.
Bu organları ile, günah yapmamalıdır.
Hatta bu hal, giderek, bir müminin kalbinde,
Olmalı bir meleke ve tabiat halinde.
Kim bunu başarırsa, muttaki, salih kuldur.
Bunlar, Hak teâlânın rızasına kavuşur.
Kalbin temiz olması lazımdır bunun için.
Bu da, islamiyet’e uymakla olur mümkün.
Zira islamiyet’in temeli, üç esastır.
Bunlar, ilim ve amel, üçüncüsü ihlastır.
Yani islamiyet’i ihlasla tatbik eden,
Huzur ve saadete kavuşur ebediyen.
. Huy değişebilir
Bu zat buyuruyor ki: Bir mümine, en önce,
Kalbini temizlemek lazım gelir hemence.
Çünkü kalp, bir bedenin reisi yerindedir.
Yani bütün uzuvlar, hep kalbin emrindedir.
Nitekim Resulullah bir gün buyurdular ki:
(İnsanın bedeninde bir et parçası var ki,
Bu iyi olur ise, her aza da iyidir.
Bozuksa, bozukturlar, bu et parçası, kalptir.)
Kalbin iyi olması için de, şu gerektir:
Bütün kötü ahlaktan, onu temizlemektir.
Sonra iyi huylarla, süslenir ise şayet,
O, iki cihanda da olur ehl-i saadet.
Hasılı kötü ahlak, kalbin hastalığıdır.
Bundan kurtulmanın da çaresi, yolu vardır.
Kötü huyun yerine, iyi huy yerleştirmek,
Mümkündür yani huy ve ahlakı değiştirmek.
Nitekim Resulullah buyurdu hadisinde:
(Huy ve ahlakınızı iyileştirin!) diye.
Mümkün olmayan şeyi, emretmez islamiyet.
Madem ki emredildi, mümkündür bu iş elbet.
Bütün kötü huylardan kurtulmak için ise,
Müşterek ilaç vardır, bu, aynıdır herkese.
Yani o kötü huyun, öğrenip sebebini,
Bilmektir ilacıyla, hem de faidesini.
Sonra, bu hastalığı kendinde teşhis etmek,
Yani kötü huyunu arayıp, bulmak gerek.
Bu teşhis ve tesbiti, ya bizzat kendi yapar.
Yahut da bir âlimin bildirmesiyle anlar.
Müslüman, müslümanın aynasıdır esasen.
İnsan, kendi aybını anlayamaz ki zaten.
Güvendiği bir dosta, ahbaba soruverir.
Kusurlu yönlerini, o kimseden öğrenir.
Sadık dost, söyleyerek onun kötü huyunu,
Ebedi felaketten, kurtarır böyle onu.
Lakin böyle arkadaş, böyle dost az bulunur.
İmam-ı Şafii de zaten böyle buyurur.
İnsan, kusurlarını öğrense de dostlardan,
Mümkündür hem öğrenmek bunu düşmanlarından.
Çünkü düşman, insanın arar ayıplarını.
Bir gün çarpar yüzüne, bulunca fırsatını.
İyi arkadaş ise, ayıp görmez insanda.
Zira ona sevgisi, perdedir arasında.
Bir müslüman, İbrahim Edhem hazretlerine,
Yalvardı ki, aybını bildirsin kendisine.
Cevaben buyurdu ki: (Ben seni seviyorum.
Onun için ben sende, kusur göremiyorum.
Seni ben, Allah için dost edindim bir defa.
Bunun için her halin, güzel geliyor bana.
Öğrenmek istiyorsan kusurlarını eğer,
Başkalarına sor ki, onlar bilebilirler.)
. Mümin, müminin aynasıdır
Kötü huy ve ahlaktan kurtulabilmek için,
Önce, bunu bilmesi lazım gelir kişinin.
Yani kötü huyunu teşhis etmek lazımdır.
Bunu bilmek için de, çeşitli yollar vardır.
Mesela güvendiği bir dosttan sorar bunu.
Onun söylemesiyle bilir kötü huyunu.
Veyahut düşmanının sözüne dikkat eder.
Zira düşman, insanın kusurlarını söyler.
Veyahut evliyanın okuyup hayatını,
Onlardan anlamaya çalışır hatasını.
Veyahut insanlarda görünce kötü bir hal,
(Bende de var mı?) diye, kendine bakar derhal.
Aynı kötü huylardan, kendinde varsa eğer,
Bunu düzeltmek için çalışır, gayret eder.
Zira mümin, müminin aynasıdır esasen.
Bu hadis-i şerifin manası budur zaten.
Yani başkalarının kusurunu görerek,
Kendi ayıplarını, nasib olur öğrenmek.
Nitekim: (Bu ahlakı kimden öğrendin?) diye,
Gelip sual ettiler, bir gün İsa Nebi’ye.
Cevaben buyurdu ki: (Kimseden öğrenmedim.
Sadece insanların haline dikkat ettim.
Hoşuma gidenleri, ben dahi yaptım aynen.
Beğenmediklerimi terk eyledim tamamen.)
Yine Lokman Hakim’e gelip bazı kimseler,
(Siz, edebi kimlerden öğrendiniz?) dediler.
Cevaben buyurdu ki: (Edepsizden öğrendim.
O kötü hallerinden, tiksinip terk eyledim.)
Kendinde kötü bir huy olduğunu bilince,
Nereden geldiğini öğrenmeli hemence.
Yani bu kötü huyun, nereden geldiğini,
Araştırıp bulmalı evvela sebebini.
Sonra da, o sebebi yok etmek için hemen,
Onun ters ve zıddını yapmalıdır tamamen.
Çünkü kötü bir huydan halas olmak, kurtulmak,
O şeyin, tam tersini yapmakla olur ancak.
Lakin bunu başarmak, pek de kolay değildir.
Zira her bir kötülük, nefse çok tatlı gelir.
İnsan kötü bir şeyi, günahı işleyince,
Nefse ağır bir ceza vermelidir hemence.
Hatta kendi kendine demelidir ki insan:
(Eğer Allah'a karşı yaparsam günah, isyan,
Yapacağım şu kadar bir hayır ve hasenat.
Yahut gece namazı kılacağım yüz rekat.)
Bu şekilde, nefsine bir ceza vermelidir.
Ve hatta bu hususta, yemin de etmelidir.
Nefis, yapmamak için bu güç ibadetleri,
Terk eder yavaş yavaş, o kötü adetleri.
İnsan, böyle yapmaya devam ederse eğer,
Nefis de, günahları işlemekten vaz geçer.
. Kötü huy, günahtır
Kötü huy ve ahlaktan kurtulabilmek için,
Bunların zararını bilmeli elbet ilkin.
Yani kötü ahlakın zararlı olduğunu,
Bilirse, terketmeye çalışır insan onu.
Kötü huylu olmanın zararını, en evvel,
Peygamber Efendimiz bildirdi çok mükemmel.
Hadiste buyuruldu: (Allah katında, şu an,
Yoktur büyük bir günah, kötü huy ve ahlaktan.)
Çünkü bilmez o huyun bir günah olduğunu.
Tövbe dahi etmeyip, daima yapar onu.
Yine Peygamberimiz, hadis-i şerifinde,
Şöyle buyurmaktadır kötü ahlak bahsinde:
(Pişmanlık ve tövbesi varsa da her günahın,
Yalnız olmaz tövbesi, kötü huy ve ahlakın.
İnsan, kötü huyunun tövbesini yapmayıp,
Daha kötülerini yapar hiç aldırmayıp.)
Yine buyuruldu ki: (Nasıl ki sıcak bir su,
Üstüne dökülünce, eritir ise buzu,
İyi huy ve ahlak da, günahları eritir.
İyi huylu olana, verilir büyük ecir.
Yine sirke, nasıl ki, bozarsa balı eğer,
Kötü huy ve ahlak da, iyiliği yok eder.)
İyi huy edinmenin yolu ise, bir tektir.
O da, hep iyilerle arkadaşlık etmektir.
Yani iyi huylu ve salih kimseler ile,
Arkadaş olanlar da, benzer o kimselere.
Çünkü hastalık gibi, ahlak dahi saridir.
Her insanın ahlakı, arkadaşı gibidir.
Bunun için arkadaş seçerken bir müslüman,
İyi huylu olanı seçmelidir her zaman.
Hadiste buyuruldu: (Her kişinin dini de,
Olur arkadaşının dini gibi git gide.)
Onun için kaçmalı kötü arkadaşlardan.
Ve uzaklaşmalıdır kavga, münakaşadan.
Önce islamiyet’i iyi öğrenmelidir.
Hep faydalı şeylerle iştigal etmelidir.
Ahlak bozan şeylerden kaçmalıdır şiddetle.
Ve her türlü günahı terketmeli elbette.
Haramların zararı, Cehennem azapları,
Sık sık hatırlanırsa, insan yapmaz bunları.
Mal ve mevki peşinde koşanlar çok olmuştur.
Velakin muradına kavuşan olmamıştır.
Malını, mevkiini hayır için kullanan,
Dünya ve ahirette, rahat eder her zaman.
Mal ve mevki, insanda gaye olmamalıdır.
Bunlar, hayır yapmaya vasıta olmalıdır.
Nitekim mal ve mevki, aynen deryaya benzer.
Ve bunda boğulmuştur malesef çok kimseler.
Bu deryanın gemisi, sırf Allah korkusudur.
Bu takva gemisine binen ancak kurtulur.
.
18 - ABDÜLEHAD NURİ (Kuddise Sirruh)
.İlaçlar fayda vermez
Abdülehad Nuri ki, büyük bir evliyadır.
Hal ehli kimse olup, kerametleri vardır.
Peygamber-i zişan'ın manevi emri ile,
İstanbul'dan, bir ara yollandı Midilli’ye.
Orada, yetmiş kişi vardı ki gayr-i müslim,
Onun vasıtasıyla oldular halis mümin.
Bu veli, İstanbul'un Sultanahmet, Bayezit,
Gibi camilerinde vâzederdi çok vakit.
Vefatı yaklaşınca, son verip bu derslere,
Kendisini, tamamen verdi ibadetlere.
O sene Muharremde, rahatsız oldu biraz.
Hekimler ilaç yapıp, eylediler ona arz.
Lakin kabul etmeyip, almadı hiç bir ilaç.
Buyurdu ki: (Bunlara, şimdi yoktur ihtiyaç.)
Hekimler, hayret edip verdiği bu cevaba,
Dediler ki: (Efendim, hikmet nedir acaba?)
Buyurdu: (Hiç bir ilaç faide vermez artık.
Zira biz, ahirete gitmeye davet aldık.)
Hastalığı, gün be gün ziyade oldu daha.
Ve yedi gün sonunda, vasıl oldu Allah’a.
Bu mübarek velinin gaslini yapan kimse,
Diyor ki: (Oldu o gün acayip bir hadise.
Ne tarafa çevirmek isteseydim onu ben,
Dönerdi o tarafa, hemen kendiliğinden.)
Talebesi içinde, Hacı Sadık Efendi,
Bir sene, Beytullah'a gitmeye niyetlendi.
Hocasından müsade alan bu Hacı Sadık,
Bir kervana katılıp, yollara düştü artık.
Lakin yolda giderken, her tehlike anında,
Abdülehad Nuri’yi görüyordu yanında.
Bu şekilde Kâbe’ye vasıl oldu nihayet.
Onu, o yerde dahi görünce etti hayret.
Haccını eda edip, geriye geldiğinde,
Baktı, Hacca gitmemiş, oturuyor evinde.
Bir gün de, bu veli zat, bazı sevdikleriyle,
Boğaza gitmiş idi, gezinmek gayesiyle.
Sonra, sohbet eyledi bir yerde oturarak.
Dinleyenler, neşe ve sürura oldular gark.
Birisi arz etti ki: (Bazı eski veliler,
Altın'a çevirirmiş toprağı, isteseler.)
Abdülehad Efendi, dönüp o sevdiğine,
Bir avuç toprak alıp, koydu onun eline.
Hayret içerisinde gördü ki o sevdiği,
Anında vaki oldu az önce söylediği.
Yani altın olmuştu elindeki o toprak.
Hepsi de gördü bunu aşikâre olarak.
O böyle dediğine utandı fevkalade.
Bu veliye sevgisi, arttı daha ziyade.
. Suç kimindir?
Abdülehad Efendi sahib-i kerametti.
Bir gün, talebesinden, bir hizmet rica etti.
Üsküdar’da bir işin halledilmesi için,
Oraya gitmesini istedi bir kişinin.
Velakin vardı o gün çok fırtına ve rüzgar.
Böyle fırtınalarda çalışmazdı kayıklar.
Talebeler, bilince bu halini denizin,
(Peki) diyemediler karşıya geçmek için.
Velakin bir tanesi vardı ki talebeden,
Üstadının emrine, (Peki!) dedi o hemen.
Abdülehad Efendi, memnun oldu gayetle.
Buyurdu ki: (Evladım, git ve gel selametle.)
Bu hayır duasını alınca mürşidinin,
Gitti Eminönü'ne, karşıya geçmek için.
Yüz'e yakın kayıkçı var idi o gün, fakat,
Hiç birisi, bu işe etmedi muvafakat.
Dediler ki: (Evladım, baksana şu rüzgara.
Bu fırtınalı günde, kim geçer Üsküdar'a?)
Lakin o, duymuyordu onların dediğini.
Yapmaya kararlıydı üstadının emrini.
Dedi: (Madem bu işi verdi bana üstadım,
Öyleyse Allah bana, elbette eder yardım.)
Nihayet bir kayıkçı, ondaki bu ihlası,
Farkedip, Üsküdar'a gitmeye oldu razı.
Ve onu bindirince çağırıp kayığına,
Bütün şiddeti ile, sürüyordu fırtına.
Lakin bir ok atımı yol almamışken henüz,
Fırtına sakinleşip, sütliman oldu deniz.
Çok kısa bir zamanda, gidip avdet ettiler.
Olmadı bu arada bir üzüntü ve keder.
Talebe, üstadına gelip bilgi verince,
Üstadı, onun için dualar etti nice.
O talebe diyor ki: (Alınca bu duayı,
Kalbim zikreder oldu her an Hak teâlâyı.)
Abdülehad Efendi, bir camide nasihat,
Ederken, kürsüsüne pusula koydu bir zat.
Üzmek için yazmış ki: (Sizin, gavs olduğunuz,
İnsanlar arasında söyleniyor bahusus.
Senin, bir gavs olduğun doğru ise eğer ki,
Şu caminin içinde, beni sen öldür peki.)
Bu yazıyı okuyup, tefekkür etti biraz.
Buyurdu: (Sübhanallah, bu bize bir itiraz.
Biz, aciz kuluz ama, gavs biliyor bizi halk.
Lakin mahcub etmesin onları cenab-ı Hak.)
Evliya, hiç kimseye vermez hiç eza, cefa.
Onu üzseler bile, o, affeder her defa.
Lakin onlar, kınından çıkmış kılıç gibidir.
Sen gidip o kılıca çarparsan, suç kimindir?
O sırada camide, işitildi bir feryat.
O notu yazan kişi, düştü ve etti vefat
. Bir duası ile
Bir kadı var idi ki Abdurrahman isminde,
Çok kadılık yapmıştı Kudüs ve Kahire'de.
Evi de, Abdülehad Efendi dergahının,
Bitişiğinde olup, aşığıydı bu zatın.
O, bir gün heyecanla gelerek bu veliye,
Yalvardı (Oğlum için bir dua edin) diye.
Oğlu, taun derdine birden yakalanmıştı.
Diğerleri hep ölmüş, tek bu oğlu kalmıştı.
Cevaben buyurdu ki: (Ben, aciz bir kimseyim.
Onun kurtulmasına, yok elimde bir şeyim.)
Sonra geçti içeri, iki rekat bir namaz.
Kılıp, Hak teâlâya eyledi dua, niyaz.
Sonra kalkıp dedi ki: (Oğlunuz buldu sıhhat.
Evinde, elbiseyle dolaşıyor şu saat.)
Ayrılıp, sevinerek evine geldi kadı.
Gördü ki, hakikaten sıhhat bulmuş evladı.
Yine bu veli zatın vardı bir talebesi,
Çok idi üstadına bağlılığı, sevgisi.
Bu talebe, zamanla ederek sa'y-ü gayret,
Çalışıp, kadılığa yükseldi en nihayet.
Sonra tayin olundu bir yere kadı diye.
O yere gitmek için, gidip bindi gemiye.
Az sonra bir fırtına, bir rüzgar bindirerek,
Parçalandı gemide ne varsa yelken, direk.
Ediyorken her kişi ah-ü figan ve feryat,
Yetişti o sırada hazret-i Abdülehad.
Yolculara görünüp, buyurdu: (Ey insanlar!
Niçin bağırırsınız, ne bu feryat figanlar?
Deniz de bir mahluktur, yapar emredileni.
Kurtarır Hak teâlâ elbet Allah diyeni.)
Sonra nida etti ki: (Ey fırtına, ey rüzgar!
Hemen sakin olun ki, kurtulsun bu insanlar.)
O, Allah'a sığınıp edince böyle niyaz,
Deniz, sakinleşti ve insanlar oldu halas.
Bir gün de vezirlerden birisi, bu veliye,
Bir kese altın alıp, etti ona hediye.
Daha sonra oturup, dinledi sohbetini.
Lakin şöyle düşünüp, çok beğendi kendini:
Bu kadar çok kıymetli, hem bu kadar çok fazla,
Hediyeyi, hiç kimse kimseye vermez asla.
Böyle düşündüğünü anlayıp o veli zat,
Sohbetini keserek, vezire döndü bizzat.
Buyurdu ki: (Ey vezir, getirdiğin bu altın,
İle minnet etmeye kalkışma bize sakın.
Toprak ile farksızdır bizce bunlar, tamam mı?)
Der demez toprak oldu altınların tamamı.
Vezir, düşündüğüne utandı, oldu tuhaf.
Huzuruna giderek, yalvarıp diledi af.
. Önce sevmezdi, ama...
Körükçüzade diye, vardı ki âlim bir zat,
Bu veliye, soğukluk duyuyordu o bizzat.
Her gün, Süleymaniye camiinde ders ve vâz,
Edip, islamiyet’i ediyordu halka arz.
Lakin onun hakkında, hakikate mugayir,
Kelamlar ediyordu kötülüğüne dair.
Abdülehad Nuri’nin talebeleri ise,
Bunları işiterek, düşerlerdi yeise.
Onun bu sözlerinden rahatsız olup gayet,
Onu, hocalarına eyleyince şikayet,
Buyurdu: (Evlatlarım, sabrediniz az daha.
Onun bu düşmanlığı, dönüşecek dostluğa.)
Fazla zaman geçmemiş idi ki, bu veli zat,
Dergahta, talebeye ediyorken nasihat,
Buyurdu: (Biraz sonra, Körükçüzade Hoca,
Bu dergahtan içeri girecektir doğruca.)
İnanamıyorlardı talebeler buna hiç.
Herbirinin kalbini, sardı büyük bir sevinç.
Onun dediği gibi, hakikaten az sonra,
Körükçüzade Hoca gelip girdi huzura.
Bu büyük evliyanın eline sarılarak,
Hürmet ile öptü ve ağladı hıçkırarak.
Ona buyurdular ki: (Malumumdur rüyanız.
Şimdi lütfen söyleyin ne ise muradınız.)
Körükçüzade ise, arz etti ki ona ilk:
(Efendim, kırk senedir yaparım müderrislik.
Bunca yıl, camilerde ederek her gün vaaz,
Resul’ün sünnetini hep eyledim halka arz.
Lakin Resulullah'ın mübarek nur cemali,
Görünmedi rüyada, dert ettim ben bu hali:
Her gün onun dinine hizmet eyledim de hep,
Ne için bu şereften mahrum oldum ben acep?
Şeklinde düşünerek yattığımda dün gece,
Gayet ruhaniyetli rüya gördüm şöylece.
Bana nida etti ki rüyada bir münadi:
Kalk da, Abdülehad'ın dergahına git haydi!
Bu derdimin ilacı sizde imiş efendim.
Bir himmet buyurun da, hallolsun işbu derdim.)
Abdülehad Efendi eğilip biraz ona,
Bir şeyler fısıldadı gizlice kulağına.
Buna, Körükçüzade sevinmişti begayet.
Gitti ve ertesi gün yeniden etti avdet.
Dedi ki: (Ey efendim, sevinçliyim bir nice.
Zira bu devlet ile şereflendim bu gece.
Kırk yıldır bu şerefe ermemişken malesef,
Sizin himmetinizle bu gün oldum müşerref)
Soğukluğun yerine sevgi doldu o kalbe.
Hatta o günden sonra, oldu ona talebe.
. Saymazsan bitmez
Mahmud Efendi diye vardı bir talebesi.
Pek çoktu bu veliye bağlılığı, sevgisi.
Geldi Mahmud Efendi, hanım ve çocuğuyla,
Bir ev kiralayarak, yerleşti İstanbul'a.
Abdülehad Efendi, bu Mahmud Efendi'ye,
O zamanlar üç akçe vererek harçlık diye,
Buyurdu ki: (Saymazsan, daha ziyadeleşir.
Hatta ölene kadar, bu, size kâfi gelir.)
Mahmud Efendi der ki: (Aldım o üç akçeyi.
Onları kullanırdım almak için herşeyi.
Üstadımın emriyle, onları hiç saymadım.
Yedi sene, onlarla geçimimi sağladım.
Lakin sayma arzusu olurdu bende fazla.
Yine de sabrederek, saymazdım onu asla.
Fakat bir gün, bu arzu bana galip gelerek,
Saydım o akçeleri, nefsime yenilerek.
Beşyüz akçe idi ki, azaldı gün geçtikçe.
Ve birkaç gün geçmeden, kalmadı tek bir akçe.)
Bir de Ali Efendi vardı ki talebeden,
Bu zat, Kastamonu'da otururdu evvelden.
Kendisi anlatır ki: (Zuhur etti bir işim.
Bunun için bir sene, istanbul'a gitmiştim.
Abdülehad Efendi, o zamanlar Bayezid,
Cami-i şerifinde ders verirmiş çok vakit.
Öğrenince vâzını Bayezid camiinde,
Gittim ki, görüşeyim büyük merak içinde.
Vâzını dinleyince, duygulandım begayet.
Kalbimde, ona karşı duydum büyük muhabbet.
Elini öpüyordu cemaat bu kişinin.
Ben de girdim sıraya, elini öpmek için.
Dikkatimi bir husus çekmişti ki o günü,
Kapalı tutuyordu, açmıyordu gözünü.
El öpüp, bir rüyamı söylemeden ben daha,
Dedi: (Ali Efendi, bekliyorum dergaha.)
İsmimle hitab etti, daha çok ettim hayret.
Üç gün sonra, dergaha gidip ettim ziyaret.
Elini öpmek için vardığımda yanına,
Gözü kapalı idi, bakmadı yine bana.
Velakin buyurdu ki: (Ne için geç kaldınız?
Şöyle değil mi idi o geceki rüyanız?
Tabiri şöyledir ki: Geçince yirmi sene,
Temelli gelirsiniz İstanbul beldesine.
O zaman Üsküdar’da ikamet eyleyiniz.
Zira o topraklarda olur sizin yeriniz.)
Aradan yirmi sene geçince hakikaten,
Taşındık İstanbul'a, hiç niyette yok iken.
İstanbul yakasında mekan tuttuk hakikat.
Bunu, yirmi yıl önce demişti bize o zat.
.
19 - AZİZ MAHMUD HÜDAYİ (Rahmetullahi Aleyh
Yükselmek istiyordu
Zamanının büyüğü, Aziz Mahmud Hüdayi,
Keramet ehli olup, büyük evliya idi.
O, binbeşyüz kırkbirde Şereflikoçhisar’da,
Tevellüd ettiyse de, ömür sürdü Bursa’da.
Muhammed Üftade’den feyiz alıp bir hayli,
Tasavvufta yetişip, oldu büyük bir veli.
Sonradan Üsküdar'a yerleşen bu büyük zat,
İstanbul'un halkını, yıllarca etti irşat.
Çok zeki olduğundan, okusaydı bir şeyi,
Anlayıp, ezberlerdi hemen o meseleyi.
Tefsir ve hadis gibi ilmin her branşında,
Büyük bir âlim oldu o henüz genç yaşında.
Hocası Nazırzade, yetişmiş olduğunu,
Görüp, yardımcılığa yanına aldı onu.
Zahiri ilimlerde âlim oldu o, fakat,
Tasavvuf ilmine de ederdi çok iltifat.
Muslihiddin Efendi namında bir velinin,
Sohbetine giderek, feyizyab oldu ilkin.
Hocası Nazırzade, gidince Edirne'ye,
Yirmisekiz yaşında, o da gitti o yere.
Nazırzade, o yere vasıl olduğunda ilk,
Kısa bir süre ile yapmıştı müderrislik.
Sonra, kadı olarak Şam’a, sonra Mısır'a,
Aziz Mahmud’u dahi götürdü yanı sıra.
Orada, halvetiye büyüklerinden olan,
Ders aldı Kerimeddin adında bir hocadan.
Lakin o, bu zatlardan tatmin olmuyordu pek.
O, bu yolda daha çok istiyordu yükselmek.
Bir büyük arardı ki, kâmil olsun o kişi.
Onun himmeti ile tamam olsun bu işi.
Otuzüç yaşındayken Aziz Mahmud nihayet,
Hocası Nazırzade, Bursa’ya etti avdet.
Ferhadiye adında bir ilim merkezine,
Gelerek, müderrislik yapıverdi üç sene.
Lakin bir müddet sonra, ölünce bu üstadı,
Aziz Mahmud, tayinen Bursa'ya oldu kadı.
Bursa’da, senelerce kadılık yaptı, fakat,
O, yine arıyordu tasavvufta bir üstad.
Bu kadılık işini yaparken o böylece,
Okuyup yattığında, rüya gördü bir gece.
Cehennemi gördü ki, şiddetle yanıyordu.
Ve azap görenlerden birini tanıyordu.
Korku ile uyanıp, sabah gitti işine.
O gün garip bir dava ulaştı kendisine.
Bu davanın sonunda, yapmadı hiç kadılık.
Zira aradığını bulmuş idi o artık.
Hazret-i Üftade’yi bulmuştu bu sayede.
O büyük evliyadan etti çok istifade.
.
Bursa kadısı idi
Hazret-i Üftade’yi tanıyan fakir biri,
Çok arzu ediyordu bir kez Hacca gitmeyi.
Çünkü o, bu taati istiyordu ihlasla.
Lakin gidemeyince üzülürdü pek fazla.
Bir yıl da, yine böyle Hacca gidemeyince,
Üzülüp, hanımına şöyle dedi bir gece:
(Bak hanım, gidemezsem gelecek sene dahi,
O zaman sokma beni bu haneden içeri.)
Bir kaç gün kalmıştı ki Hac vaktine nihayet,
Yine gidemiyordu, mükedder oldu gayet.
Çaresizlik içinde hazret-i Üftade’ye,
Yalvardı: (Bu hususta yol göster bana) diye.
Buyurdu: (Mehmed Dede, görür senin işini.)
O da gidip, o zata döküverdi içini.
Fakire: (Yum gözünü!) deyince Mehmed Dede,
Açtı ki, ikisi de bulunuyor Mekke'de.
Fakir, Mehmed Dede’nin kerametiyle yine,
Haccı yapıp, bir anda avdet etti evine.
Kapısını çalarak, dedi ki: (Bak ey hanım!
Bu sene, Haccı bana nasib etti Allah'ım.
Herkesten daha önce dönüp geldim Kâbe’den.
Bak, sana hediyeler getirdim o beldeden.)
İnanmadı hanımı, dedi: (Beş gün içinde,
Hiç Hacca gidilir mi, yanlışlık var bu işte.)
Ona böyle söyleyip, kilit vurdu kapıya.
Ertesi gün bu işi, arz eyledi kadıya.
Aziz Mahmud Hüdayi kadı idi orada.
Fakiri, huzuruna çağırdı heman o da.
Geldiğinde sordu ki: (Nerdeydin beş gecedir?
Bak zevcen, bunun için senden şikayetçidir.)
Dedi: (Kadı Efendi, Hacca gittim ve geldim.
Bu babta Mehmed Dede şahidimdir efendim.)
Kadı, Mehmet Dede’yi çağırdı mahkemeye.
Sual etti: (Bu babta, bildiğin nedir?) diye.
O dahi hadiseyi ayniyle edince arz,
Kadı, hayret içinde düşündü bunu biraz.
Dedi ki: (Hacca gitmek, sürerken haftalarca,
Beş gün içerisinde gidilir mi hiç Hacca?)
Mehmet Dede dedi ki: (Efendim, lain şeytan,
Bir anda, uzaklara gittiği malum şu an.
Öyle veli zatlar da vardır ki bu dünyada,
Uzak mesafelere gidebilir bir anda.
Hem dahi o şeytan ki, Allah'ın düşmanıyken,
Bir anda uzaklara gitmesi kabil iken,
Hem Allah dostu olan evliyadan bir zatın,
Bu harika işleri, neden mümkün olmasın?)
.
Ciğer sat sokaklarda
Bir hayli tesirinde kalmıştı hadisenin.
Ertesi gün, evine gitti Mehmed Dede’nin.
Dedi: (Ey Mehmed Dede, geldim ki bugün size,
Beni de alasınız yüksek hizmetinize.)
Dedi ki: (Ben değilim sizin aradığınız.
O zat Üftade’dir ki, hemen ona varınız.)
Hanesine gelerek, hazırlattı atını.
Ve giydi arkasına sırmalı kaftanını.
Bir seyisini dahi yanına alaraktan,
Üftade dergahına koşturttu atı o an.
Dergaha az mesafe kalmıştı ki, o ara,
Atının ayakları saplandı kayalara.
Bileklerine kadar battı ve kaldı atı.
Uğraşıp, çıkarmaya yetişmedi takatı.
Mecburen indi yere, hayreti arttı daha.
Sırmalı kaftanıyla yürüdü o dergaha.
Vardığında gördü ki, Üftade hazretleri,
Çapa yapıyor idi bahçede bazı yeri.
Üzerinde, eski bir hırka vardı o zaman.
Hüdayi’yi görünce, hitab etti uzaktan:
(Ey Bursa’nın kadısı, sen bu saltanatınla,
Niçin geldin buraya kaftanınla, atınla?
Öyle zannederim ki, yanlış yere geldiniz.
Bu ev yokluk evidir, değil sizin yeriniz.)
Dedi ki: (Ey efendim, neyim varsa dünyalık,
Hepsini, bu eşikte terk eyledim ben artık.
Yeter ki kabul edin beni dahi bu eve.
Her ne emrederseniz, yaparım seve seve.)
Buyurdu: (Öyle ise, kadılığı atarak,
Sırmalı kaftanınla ciğer sat bağırarak.)
Aziz Mahmud Hüdayi, (Peki) deyip hemence,
Sokak sokak dolaşıp, ciğer sattı günlerce.
O, bir müddet yapınca ciğer satma işini,
Verdi ona üstadı hela temizliğini.
Bunu dahi severek yapınca o bir müddet,
Hususi hizmetiyle şereflendi nihayet.
Her sabah, abdest için varıp hücrelerine,
Isıtıp, su dökerdi mübarek ellerine.
Bir sabah da, ibrikle odaya girdi, lakin,
Hiç vakit kalmamıştı suyu ısıtmak için.
Telaşlanıp, ibriği basıverdi böğrüne.
Üstadı (Dök!) deyince, döküverdi eline.
Muhabbet ateşiyle ısınmıştı meğer su.
Üftade hazretleri, anladı bu hususu.
Buyurdu ki: (Evladım, başka hal var bu işte.
Zira bu, ısınmamış bildiğimiz ateşle.
Bu, gönül ateşinde ısınmışa benziyor.
Ve senin kemalini bize haber veriyor.)
.
Canımız üzüm istedi
Bir kış günü akşamı, Üftade hazretleri,
Yanına çağırmıştı cümle talebeleri.
O, sohbet ediyor ve onlar da dinliyordu.
Bir ara, sohbetini kesip şöyle buyurdu:
(Dostlarım, taze üzüm canımız etti talep.
Aransa, bulunur mu bu gece vakti acep?)
Talebenin kalbinden geçti ki o arada:
Olur mu taze üzüm bu kış günü ve karda?
Velakin Aziz Mahmud düşündü ki şöylece:
Madem hocam istedi, bulmalıyız bu gece.
Ve ayağa kalkarak, arz etti ki: (Efendim!
Müsade ederseniz, ben bulup getireyim.)
Üftade hazretleri (Peki, getir!) deyince,
O, bir sepet alarak, yola düştü hemence.
Çekirge mevkiinde bir bağı var idi ki,
Süratle yürüyerek, bağa oldu mülaki.
Mevsim kış olduğundan, yağmıştı her yere kar.
Baktı, karlar altında kalmış bütün asmalar.
Bir asma çubuğunu temizledi karlardan.
Salkım salkım üzümler göründü hemen alttan.
(Bu, hocam Üftade'nin açık bir kerameti.)
Deyip, o üzümlerle doldurdu o sepeti.
Sepeti omuzlayıp, şükreyledi Allah'a.
Ve hızlı adımlarla, yürüdü o dergaha.
Kuş gibi uçuyordu, omuzunda o sepet.
Sanki dünya dolusu bulmuş idi bir servet.
Kar, soğuk ve karanlık gözü görmüyordu hiç.
Tutmuş dergah yolunu, gidiyordu pür sevinç.
Az sonra, üzümleri ona arzedecekti.
Üstadının gönlünü pek sevindirecekti.
Bir Allah adamını sevindirmek ne demek?
Dünyaları versen de, çok zordur elde etmek.
O, bunları düşünüp gidiyorken, bir ara,
Birden ayağı kaydı ve düştü bir çukura.
Lakin çukur derindi, çıkmak istedi, ancak,
Çok uğraştı ise de, olamadı muvaffak.
Çaresizlik içinde çıkmak için o yerden,
Kalben yardım istedi Hazret-i Üftade’den.
O an çukur başında, gördü bir ihtiyarı.
Elini uzatarak, çekti onu yukarı.
Çıkınca, o kimseyi göremedi bir daha.
Sepeti omuzlayıp, vasıl oldu dergaha.
İçeri girdiğinde, sürüyordu o sohbet.
Talebeler ettiler ona gıbta ve hayret.
Üftade hazretleri, buyurdu ki: (Evladım!
O çukurdan çıkmana sana kim etti yardım?)
(Bilmiyorum) deyince, buyurdu ki: (O yerden,
El uzatıp çıkmana, Hızır'dı yardım eden.)
.
Padişahın rüyası
Osmanlı padişahı bulunan Sultan Ahmet,
Şöyle bir rüya görüp, meraklandı begayet.
Bir küffar kralıyla tutuşmuş güreşiyor.
Lakin sırtı üzeri, kendi yere düşüyor.
Sabah uyandığında, düştü bir sıkıntıya.
Zira zahir manada, korkunç idi bu rüya.
Hemen mektup gönderdi Hazret-i Hüdayi’ye,
(Gördüğüm bu rüyanın tabiri nedir?) diye.
Haberci, bu mektubu cebine koydu hemen.
Geldi bu evliyanın evine gecikmeden.
Üsküdar yakasında bulunan o dergaha,
Varıp da, kapısını çalmadan henüz daha,
Hanegahın kapısı açıldı tam o saat.
Elinde bir zarf ile, çıktı o mübarek zat.
Sultan’ın mektubunu alarak o kişiden,
Cevabi mektubunu verdi ona peşinden.
Buyurdu: (Bu mektubu arz et kendisine ki,
Gönderdiği mektuba cevaptır içindeki.)
O, şaşkınlık içinde o mektubu alarak,
Avdet etti saraya, gayet meraklanarak.
Süratle gelir gelmez Sultan’ın huzuruna,
Aldığı o mektubu, çıkarıp verdi ona.
Padişah, heyecanla okudu o nameyi.
Şöyle tabir etmişti rüyayı büyük veli:
(İnsanın vücudunda, elbette cenab-ı Hak,
Sırtını yaratmıştır en kuvvetli olarak.
Cansız mahluklarda da, yine bu vaziyette,
Toprak yaratılmıştır en ziyade kuvvette.
Şevketli Padişahın gördükleri bu rüya,
İle, bu iki kuvvet, gelmiştir bir araya.
Bu da, rüya ilminde kuvvete işarettir.
Yani Padişahımız galip gelir demektir.)
Padişah, bu tabiri okuyup pek beğendi.
(Gördüğümüz rüyanın tabiri budur) dedi.
Hemen emir verdi ki: (Hazret-i Hüdayi’ye,
Tarafımdan bin altın götürülsün hediye.)
Hazret-i Hüdayi'nin zevcesi de tam o an,
Evde yakınıyordu ona, el darlığından.
Diyordu: (Ay efendi, çocuğumuz olacak.
Bir bez parçası bile yok yavruyu saracak.)
O bunları söylerken, çalındı kapıları.
Saraydan biri gelip, arz etti altınları.
Aziz Mahmud Hüdayi, bin altını alarak,
Getirip, hanımının önüne bırakarak,
Buyurdu ki: (Ey hatun, işte sana dünyalık.
Sultanımız göndermiş, üzülme gayri artık.
.
Çok dualar aldı
Aziz Mahmud Hüdayi, hazret-i Üftade’ye,
Hizmetle nail oldu büyük istifadeye.
Her emrini, harfiyen yerine getirerek,
Sair talebeye de olmuştu güzel örnek.
O Allah adamına hizmet edip ihlasla,
Aldı dualarını herkesten daha fazla.
Ona olan aşırı sevgi ve muhabbeti,
Ona bağlılığı ve tam bir teslimiyeti,
Sayesinde, en fazla, o kavuştu himmete.
Zira can-ü gönülden koşuyordu hizmete.
Üç senenin sonunda, hocası da nihayet.
Yetiştiğini görüp, verdi mutlak icazet.
Ve hemen gönderdi ki onu Sivrihisar’a,
İlim ve feyiz saçsın orada insanlara.
Aziz Mahmud Hüdayi, derhal (Peki!) diyerek,
İrşad etti kulları o beldeye giderek.
Altı ay çalışınca orada leyl-ü nehar,
Hocasının emriyle, Bursa’ya geldi tekrar.
Baktı, büyük üstadı Üftade hazretleri,
Gayetle zayıf düşmüş, bozulmuş sıhhatleri.
Doksan yaşını aşmış idi ki bu büyük zat,
Onun her hizmetini Hüdayi gördü bizzat.
Çok memnun oluyordu hocası da haliyle,
Her gün dua ederdi ona bütün kalbiyle.
Bir gün de dua edip, buyurdu ki: (Evladım!
Sultanlar, rikabında yürüsün adım adım.)
Yani sen, at üstünde giderken muradınca,
Sultan, yaya olarak gelsin senin ardınca.
Hazret-i Üftade’nin hastalığı artarak,
O senenin sonunda, oldular vuslat-ı Hak.
Bu büyük evliyanın vefatlarından sonra,
Aziz Mahmud Hüdayi nur saçtı insanlara.
O ara, Üsküdar’da bir yer satın alarak,
Dergah inşa ettirdi, bir dershane olarak.
Talebeler, heryerden, demeyip uzak yakın,
Onun medresesine koştular akın akın.
Zengin fakir, yaşlı genç, hatta devlet ricali,
Gelirdi o dergaha her kesimden ahali.
Devrin sultanları da, gösterip saygı, edep,
Bu Allah adamından faydalanırlardı hep.
Sultan birinci Ahmed ve üçüncü Murad Han,
Dördüncü Murad ile, sultan ikinci Osman,
Bu büyük evliyadan dua istemişlerdir.
Onu, gönül sultanı olarak bilmişlerdir.
Nice devlet adamı, vezirler, kumandanlar,
Onun sohbetlerine koşardı o zamanlar.
Çok ilim adamları yetişti o dergahta.
O yer, kültür merkezi haline geldi hatta.
.
Sultanlar ardınca yürüsün
Bir gün Sultan Ahmet Han, gitmişti Üsküdar’a.
Gördü bu veli zatı, gezinirken bir ara.
Kendisi at üstünde, o ise yaya idi.
Görünce, edebinden süratle yere indi.
Yaklaşıp arz etti ki: (Ey kıymetli üstadım!
Lütfedip binerseniz, emrinizdedir atım.)
Baktı, cihan sultanı bunu arzuluyordu.
Durdu ve bir hususu hatırlar gibi oldu.
Bindirdi hocasını, Sultan, kendi atına.
Kendi, yaya olarak düştü onun ardına.
Sonra o mübarek zat, bir yere gelip durdu.
Padişaha dönerek, ona şöyle buyurdu:
(Sultanım, bu teklifi yapınca az önce siz,
Bir şeyi hatırlayıp, kabul ettik bunu biz.
Üstadım, bir gün bana, sevgi ile bakarak,
Mübarek kollarını ileri uzatarak,
Bana, can-ü gönülden bir dua eylemişti.
Sultanlar rikabında yürüsünler demişti.
Sırf hocamın o sözü yerine gelsin diye,
Rıza göstermiş idim atınıza binmeye.)
Sonra inip, Sultanı bindirdi ata tekrar.
Kendi, yaya olarak yürüdü eve kadar.
Osmanlı padişahı, birinci Sultan Ahmet,
Bir cami yaptırmaya eyledi bir gün niyet.
Caminin temeline, o zaman ilk kazmayı,
Sultan’ın arzusuyla, vurdu Mahmud Hüdayi.
Ve bir Cuma gününde, tamamlandı nihayet.
Sultan, açılış için herkesi etti davet.
Okutmak gayesiyle hem Cuma hutbesini,
Çağırdı birisiyle, Hakkın bu velisini.
Lakin o, otururdu Üsküdar mevkiinde.
Karşıya geçmek için, kıyıya geldiğinde,
Gördü ki, fırtınadan denizde çok dalga var.
Cesaret edemedi gitmeye kayıkçılar.
Kendisi bir kayığa binerek bu büyük zat,
Sarayburnu’na kadar, geldi sakin ve rahat.
Dalgalar, adam boyu ard arda geliyordu.
Velakin o kayığa bir zarar vermiyordu.
Onun bindiği kayık, Allah’ın izni ile,
Dalgalardan bir zarar görmedi zerre bile.
Kayığın etrafını çevreleyen bir alan,
Hikmet-i ilahiyle oluyordu süt liman.
Gelin gibi süzülüp, vardı Sarayburnu'na.
O gün bunu duyanlar, çok hayret etti buna.
Üsküdar-Sarayburnu arasına, bu yüzden,
(Hüdayi yolu) diye, ad verildi o günden.
.
Evliya duası
Bu Allah adamına, haşmetli Sultan Ahmet,
Bir gün, ibrik elinde, su döküp etti hizmet.
Sultan’ın annesi de, arkasında kafesin,
Ayakta, havlu elde, beklerdi tutmak için.
Gönlünden geçirdi ki o an valide hanım:
Bir tek kerametini görse idim bu zatın.
Bu fikrini anlayıp, buyurdu ki: (Çok hayret!
Bazısı düşünür ki, görseydim bir keramet.
Halbuki bir Padişah, hürmet gösterip bize,
Eğilmiş, ibrik ile su döker elimize.
Muhterem annesi de, gerisinde kafesin,
Ayakta, havlu elde, bekliyor tutmak için.
Bütün bunlar, keramet değil de, nedir ya da?
Bundan büyük keramet var mı bugün dünyada?)
Sordu Sultan: (Efendim, denir ki rivayette:
Abdulkadir Geylani, o yevm-i kıyamette,
Kendine bağlı olan talebeye, bahusus,
Şefaat edecekmiş, doğru mudur bu husus?)
Aziz Mahmud Hüdayi, düşünüp az bir müddet,
Sonra da buyurdu ki: (Doğrudur bu rivayet.)
Sultan sual etti ki: (Peki, zat-ı aliniz,
Bu hususta acaba, var mıdır bir vadiniz?)
O zaman Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri,
Mübarek kollarını uzatarak ileri,
Dua etti: (Ya Rabbi, ta kıyamete kadar,
Yolumuza girip de, bize tâbi olanlar,
Ve ömründe bir kere, gelip de türbemize,
Bir Fatiha okuyup, gönderirse kim bize,
Denizde boğulmasın, fakirlik görmesinler.
Dünyadan ahirete, iman ile gitsinler.
Ölecekleri günü, daha önce herbiri,
Bilip, haber versinler gelmeden ecelleri.)
Yine başka bir zaman, padişah Sultan Ahmet,
Hocası Hüdayi’yi eylemişti ziyaret.
Birazdan, atlarına binerek her ikisi,
Yaptılar Üsküdar’da bir sohbet gezintisi.
Sonra, Karacaahmet mezarlığı yanından,
Geçerken, Aziz Mahmud Hüdayi durdu bir an.
Padişaha dönerek, buyurdu: (Sultanımız!
Bir şey gösterelim mi arzu buyurursanız?)
O, (İsterim) deyince, döndü o mezarlığa.
Seslendi: (Ey mevtalar, hep kalkınız ayağa!)
Onun bu nidasıyla, bilcümle ehl-i kabir,
Mezarları içinde, dikildiler hep bir bir.
Sonra, (Dönünüz!) diye eyleyince bir hitap,
Hepsi, eski haline dönüverdi derakab.
.
Altın olan yaprak
Aziz Mahmud Hüdayi zamanında bir kimse,
Kimya ilmine karşı meraklıydı nedense.
Birinden işitti ki: Aziz Mahmud Hüdayi,
Gayet iyi bilirmiş (Kimya ilmi)ni dahi.
Hemence geldi o gün, bu zatın hanesine,
Bu babta merakını arz etti kendisine.
Dedi: (Kimya ilminde, çokmuş maharetiniz.
İsterim, bana dahi bunu öğretesiniz.)
Aziz Mahmud Hüdayi, onun geldiği saat,
Bir asmanın altında, ederdi istirahat.
O asma ağacından, koparıp bir yaprağı,
Okudu üzerine bir takım duaları.
Gözünü, o veliden ayırmıyordu o zat.
Ve ne okuyor diye, dinliyordu pür dikkat.
O kimse, daha sonra büyük hayret içinde,
Gördü ki, altın oldu yaprak onun elinde.
Bir şey anlamamıştı, rica etti: (Bunu siz,
Lütfen bir kere daha tekrar eder misiniz?)
Aziz Mahmud Hüdayi, bir daha tekrar etti.
Onun asıl maksadı, duayı öğrenmekti.
Zira o, titizlikle dikkat ederdi ki hep,
Yaprağa okuduğu o dua nedir acep?
Yalnız onu öğrenmek maksadıyla o kişi,
Rica etti: (Bir daha tekrar edin bu işi.)
Üç defa tekrar etti Aziz Mahmud Hüdayi.
Üçüncüde, nihayet öğrendi o da iyi.
Dedi ki: (Çok kolaymış, duayı ezberledim.
Onu ben de okuyup, altın elde ederim.)
Kopardı kendi dahi asmadan bir yaprağı,
Okudu üzerine öğrendiği duayı.
Altın olacak diye beklerken sevinç ile,
Gördü ki, değişme yok o yaprakta hiç bile.
Çok üzüldü, bu işi beceremediğine.
Asmadan, başka yaprak koparıp aldı yine.
Ezberlemiş olduğu duayı okuyarak,
Bekledi ki, altına tebdil olsun o yaprak.
Lakin dönmediğini görünce, mahcub oldu.
Çok tekrar ettiyse de, asla yapamıyordu.
Dedi: (Aynı duayı okuyorum ben buna.
Acaba ne sebepten çevrilmiyor altına?)
Aziz Mahmud Hüdayi, buyurdu ki o zaman:
(Dönüşmez, o duayı yüz defa da okusan.
Zira bu iş, sadece olmuyor dua ile.
O kadar kolay değil, hiç uğraşma nafile.
Önce, alçak nefsini terbiye etmelisin.
Ve onu, her pislikten tam temizlemelisin.
Nefsi kimya etmeden, bu ilme kavuşulmaz.
Nefis altın olmadan, bu yaprak Altın olmaz.)
.
Gizli konulan kese
Bir gün zengin birisi, Hazret-i Hüdayi’ye,
Geldi, büyüklüğünü görüp öğrensin diye.
Mübarek sohbetini dinleyince bir saat,
Düşündü ki: Gerçekten, bu, Allah dostu bir zat.
Altın dolu bir kese getirmişti gelirken.
Onu, koydu bir yere hiç belli ettirmeden.
Biraz daha oturup, sonra, ayrılmak için,
Hazret-i Hüdayi’den istediğinde izin,
Buyurdu ki: (Evladım bıraktığın paralar,
Hem dünya, hem ahiret saadetine yarar.
Kabul etmek sünnettir verilen hediyeyi.
Biz de kabul eyledik bıraktığın keseyi.)
O bunları duyunca, duygulandı çok fazla.
Hazret-i Hüdayi’ye tâbi oldu ihlasla.
Bir gün de, Sultan Ahmet, bazı sevdikleriyle,
Gitti bir koruluğa gezinmek gayesiyle.
Bir yerde oturarak istirahat ederken,
Hizmetçiler, bir koyun kestiler ona hemen.
Kızartıp, Padişaha eylediler onu arz.
O, elini uzatıp, kopardı etten biraz.
Tam yiyecek idi ki elindeki lokmayı,
Birden beliriverdi Aziz Mahmud Hüdayi.
Ve ona buyurdu ki: (Padişahım, dikkat et!
Sakın onu yeme ki, zehirli zira o et.)
Bu ikaz üzerine, yemedi onu Sultan.
Hüdayi de, bir anda gaib oldu ortadan.
O etten biraz kesip, bir köpeğe verdiler.
Hayvanın, onu yiyip öldüğünü gördüler.
Zamanın padişahı, bir gün vezirlerinden,
Birini azl ederek, mührü aldı elinden.
Yerine, başkasını vezir tayin ederek,
Mührü ona gönderdi, bir kimseye vererek.
Üsküdar yakasında otururdu o ise.
Bu yüzden, bir kayığa gidip bindi o kimse.
Velakin götürdüğü o mühürü, elinden,
Denize düşürünce, geriye döndü hemen.
Padişah, o kimseyi, mühürü bulsun diye,
Gönderdi Üsküdar’da Hazret-i Hüdayi’ye.
O gelip arz edince Sultan’ın dileğini,
Seccadenin altına soktu hemen elini.
O Mühürü çıkarıp, koydu onun avcuna.
Suları damlıyordu, çok şaşırdı o buna.
İşte bu mübarek zat, vefat etmeden önce,
Bütün sevdikleriyle helallaştı güzelce.
Vasiyetini yazıp, söyledi şehadeti.
Sonra, (Allah!) diyerek, ruhunu teslim etti.
Türbesi, Üsküdar’da, kendi dergahındadır.
Ziyaret eyleyenler, çok faydalanmaktadır
.
20 - HASAN SEZAİ EFENDİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Allah için seviniz
Büyük islam âlimi ve büyük veli idi.
Tasavvufta, (Gülşeni) yoluna mensub idi.
Önceleri Mısır’a gitmiş idi bir sene.
Orada, bir icazet verildi kendisine.
İbrahim Çelebi nam, bir sahib-i saadet,
Tarafından yazılıp, verildi bu icazet.
İhtiva ettiğinden kıymetli bilgileri,
Aynen neşrediyoruz bu icazetnameyi:
(Ey müminler, bilin ki, gitmek için bir yere,
İhtiyaç vardır elbet, yol bilen bir rehbere.
Bu rehber, ne kadar çok lazımsa bu dünyada,
Daha fazla lazımdır, ahiret yolunda da.
Allah yolunda rehber, tam yetişmiş velidir.
İnsanı, böyle zatlar maksadına erdirir.
Böyle kâmil birini sever ise bir insan,
Sevgisi nisbetinde, feyiz alır o zattan.
Muhabbeti az ise, az olur faidesi.
Çok ise, bu nisbette artar istifadesi.
Hasan Sezai dahi, kâmildir bu manada.
Bu icazetnameyi veriyorum ona da.
Kim ki, onu sever ve ona tam teslim olur.
Dünya ve ahirette saadete kavuşur.
Ancak rehberinizi, Allah için seviniz.
Sakın bu sevginize, karışmasın nefsiniz.
Nefsi bir gaye ile severseniz o zatı
Ondan bulamazsınız manevi menfaatı.
İbadet yaparken de, karışmasın nefsiniz.
Yoksa ihlassız olup, kabul etmez Rabbimiz.
Şirk, bilhassa bu yolda gizlidir, aman sakın.
Yaptığınız her işi, sırf Allah için yapın.
Kim ihlas sahibiyse yaptığı her bir işte,
Ona gıbta ediniz, halis kul odur işte.
Kötü kimseler ile etmeyin arkadaşlık.
Zira size, onlardan, bulaşır her fenalık.
Hak söze kulak verip, sevin rehberinizi.
Çünkü o, saadete erdirir elbet sizi.
İslamdan, zerre kadar ayrılmışsa bir insan,
Havada uçsa bile, kaçın onun yanından.
Harikulade işler yaparsa da o kişi,
Keramet denmez ona, istidractır o işi.
Dinin bir edebine etmiyorsa riayet,
Denizde yürümesi, değildir bir keramet.
Yolumuzun esası, islamı öğrenmektir.
Ve her işi, islama muvafık işlemektir.
Tasavvufa girmekten gaye de, budur zaten,
Başka şeye kavuşmak, hiç değildir katiyen.
Bu nasihatlerimi eyleyin mülahaza.
Ve hatta küpe edip, takın kulağınıza.)
Bu icazetnameyi alıp bu mübarek zat,
Edirne’nin halkını, yıllarca etti irşad.
.
Pişman oldular
O zamanlar o yerde, bir kötü kadın vardı.
Fasık kimseler ile, fena işler yapardı.
Tövbe etti ise de o hallere iyice,
Çok tedirgin edildi, ahlaksız kişilerce.
Günah işlememeye azm etmişti o, fakat,
Yine kötü kimseler oldu ona musallat.
Yolda izde, devamlı peşinde dolaştılar.
Eski kötü yoluna çekmeye uğraştılar.
Çaresiz geldi kadın bu mübarek veliye,
Yalvardı: (Lütfen beni bunlardan kurtar!) diye.
Kadınlara mahsus bir yeri vardı dergahın.
Orada ikamete devam etti bu kadın.
Tamamen müstakil bir yer idi ki o oda.
Gece gün, ibadetle meşgul oldu orada.
Lakin boş durmadılar o fitneci kimseler.
Bu mübarek zat ile uğraştılar bu sefer.
Günden güne azıtıp, gittiler ileriye.
Çok çirkin iftiralar attılar bu veliye.
Ve bir gece, dergahın kapısına geldiler.
Bir geyik boynuzunu asıp geri gittiler.
Bu fitne, dalga dalga şehre yayılıyordu.
O ise sabrediyor, karşılık vermiyordu.
Çok geçmeden, şehirde tam bir uyuz illeti,
Çıkarak, kırdı bütün bu fitneci milleti.
Kim bu dedikoduyu söylemiş ve yaymışsa,
Ve her kim dinleyip de, bunlara inanmışsa,
Bu hastalık, sadece onlara geliyordu.
Bundan, diğer insanlar hiç etkilenmiyordu.
Ölüyordu sonunda bu illete tutulan.
Zira bu hastalığa, yoktu bir çare bulan.
Affı ve merhameti çok olan bu veli zat,
Acıdı, şefkat etti onlara yine bizzat.
Girdi bir gün kahveye, tebdil-i kıyafetle.
Oturup, dertlerini dinledi merhametle.
Dedi: (Hasan Sezai, bu uyuz illetinin,
İlacını biliyor, isteyin ondan gidin.)
Ertesi gün cümle halk, ondan ilaç almaya,
Sabahın erkeninde, koştular o dergaha.
O ise, kazıyarak o geyik boynuzundan,
Her birine, bir miktar veriyordu tozundan.
Hakaret maksadıyla kapıya astıkları,
O boynuz ilaç olup, rahatlattı onları.
O tozu kim sürerse bir uyuzlu yaraya,
Allah’ın izni ile kavuşurdu şifaya.
Yaptıkları hatayı bildiler gayet iyi.
Hepsi tövbe ederek, bıraktılar fitneyi.
Sonra, aralarında çok para topladılar.
Dergahın kapısına, bir çeşme yaptırdılar.
.
Vali hayran oldu
İki büyük zat vardı o zaman Edirne’de.
Biri (Hasan Sezai), öbürü (Enis Dede.)
Edirne’nin valisi, çağırıp bir kimseyi,
Verdi ona, altınla dolu iki keseyi.
Dedi: (Bir tanesini götür Enis Dede’ye.
İkincisini dahi, ver Hasan Sezai’ye.)
Maksadı şu idi ki, bakalım bu veliler,
Dünyalık alırlar mı, yoksa red mi ederler?
O gelip, birinciyi verdi Enis dede’ye.
Dedi: (Bunu valimiz, etti size hediye.)
O, kabul etmeyerek, buyurdu ki: (Kardeşim!
Dünyalık şeyler ile yoktur benim bir işim.
Selamımı söyle ve de ki benden valiye.
Versin o altınları fukara ahaliye.)
O kişi (Peki) deyip, ayrıldı o veliden.
Ve Hasan Sezai’nin dergahına gelirken,
O sırada, dergahın, bazı esnaf kimseye,
Borcu biriktiğinden, gelmişler istemeye.
Lakin bulamayınca ödeyecek akçeyi,
Üzüntü kaplamıştı bu yüzden talebeyi.
Fakat Hasan Sezai, iltifat eyleyerek,
Oturttu her birini, birer yer göstererek.
Buyurdu ki: (Bir miktar oturup bekleyiniz.
Şimdi yolda geliyor sizin akçeleriniz.)
Biraz sonra o kişi, içeri attı adım.
Buyurdu: (Biz de seni bekliyorduk evladım.
Çabuk şu altınları ver de bizim memura.
Ödesin borcumuzu şu alacaklılara.)
Vali merak ederek o günkü hadiseyi,
Gelip ziyaret etti, önce Enis Dede’yi.
Dedi: (Siz, altınları almamışsınız, fakat,
Almış Hasan Sezai, yok mu bunda bir tezat?)
O, tebessüm ederek, buyurdu ki: (Ey vali!
Allah adamlarının değişiktir ahvali.
O, bir bahr-ı ummanı andırır ki mesela,
Az necaset düşse de, kirletmez onu asla.)
Vali, Enis Dede’nin görüp tevazuunu,
Anladı hakiki bir evliya olduğunu.
Ellerini öperek, çıktı onun evinden.
Ve Hasan Sezai’nin yanına geldi hemen.
Dedi ki: (Enis Dede, almadı o nimeti.
Sizse kabul ettiniz, nedir bunun hikmeti?)
Buyurdu: (Bir zümrüd-ü ankadır Enis Dede,
Yükseklerde uçar hep, ne işi var pis yerde.
Para, onun gözünde bir leş tir ki, kokuşmuş.
Hiç tenezzül eder mi, ona, anka denen kuş?)
Bundan sonra valinin daha arttı hayreti.
Çoğaldı bu zatlara sevgi ve muhabbeti.
.
İçkiler şerbet oldu
Bir gün, içki içmeye mübtela bazı gençler,
Kıra gidip, içmeyi çok arzu eylediler.
İçki şişelerini koyup çantalarına,
Sonra, gurup halinde çıktılar kır yoluna.
Lakin Hasan Sezai dergahının önünden,
Geçerken, o, bunları gördü ve sordu hemen:
(Nereye gidersiniz bu vakitte evlatlar?
Çantalarınızdaki şişelerde neler var?)
Onlar ise gülüşüp, muziplik olsun diye,
Şöyle cevap verdiler Sezai Efendi’ye:
(Baba, kıra gezmeye gidiyoruz şimdi biz.
Ve yalnız şerbet ile dolu şişelerimiz.)
O, tebessüm ederek buyurdu ki: (Ey gençler!
Madem öyle dersiniz, öyle olsun bu sefer.)
Daha sonra ayrılıp, oldular kıra vasıl.
İçki şişelerini çıkardılar velhasıl.
Sofraları kurup da, içmeye başlayınca,
Şaşırdı hepsi birden, birer yudum alınca.
Zira o şişelerde bulunan o içkiler,
Gördüler ki, hepsi de tatlı bir şerbettiler.
İçlerinden birisi dedi ki en nihayet:
(Niçin şaşırıyoruz, hadise basit gayet.
Yolda rastlamıştık ya o büyük evliyaya,
Biz, aldattığımızı zannettik onu güya.
O bize sormuştu ya: (Ne vardır şişenizde?)
(Yalnız tatlı şerbet var) demiştik ona biz de.
O da buyurmuştu ki: (Öyle olsun ey gençler.)
Onun için, şerbet'e tebdil oldu içkiler.
Çünkü babam derdi ki: Bu evliyalar var ya,
Ağzından ne çıkarsa, yaratır Hak teâlâ.
Çünkü Allah indinde yüksekmiş değerleri.
Ve hiç mahcup etmezmiş Allah bu velileri.)
O gün tövbe ederek, söz verdiler Allah’a.
Hiç içki içmediler ondan sonra bir daha.
Bu mübarek velinin, hayatındaki gibi,
Vefatından sonra da görüldü kerameti.
Yüz sene geçmişti ki vefatından mesela,
Yağmur yağıp, kabrini su basmıştı pek fazla.
Dergahın bulunduğu caminin hatibini,
Rüyada ikaz edip, istedi tamirini.
Hatip, aynı rüyayı görünce birkaç gece,
İşin ciddiyetini idrak etti böylece.
Resmi makamlara da vererek bir malumat,
Toplandı ulemadan, hal ehli birkaç zevat.
Hepsinin huzurunda tazim ve hürmet ile,
Mübarek kabirleri açıldı Besmeleyle.
Ve nihayet göründü o mübarek bedeni.
O gün defn olmuş gibi, duruyordu yepyeni.
.
Dünya fanidir
Oğlu Sıddık Efendi var idi ki bu zatın,
O dahi tasavvufta yükselmişti bi hakkın.
Ona, bir mektubunda buyurdu ki: (Evladım!
Kendini hiç bilmektir tasavvufta ilk adım.
Herkese iyi huylu olmağa eyle gayret.
Amellerin içinde, makbulü budur gayet.
Dili tatlı olanın, dostu dahi çok olur.
Herkes kimi severse, iyi kul işte odur.
İnsanların aybını gizle, etme aşikâr.
Kimseye kızmamayı, kendine eyle şiar.
İhtiyarlara karşı, eyle tazim ve hürmet.
Elinden geldiğince, fakirlere yardım et.
Daima merhametli, affedici olasın.
Dünya düşkünleriyle, arkadaş olmayasın.
Salih kimseler ile birlikte olmaya bak.
Saadet kapıları, açılır böyle ancak.
Oğlum, dünya fanidir, kalmaz hiçbir insana.
Ölüme hazırlan ki, bu lazım esas sana.)
Yine bir mektubunda, buyurdu: (Ey göz nurum!
Allahü teâlâya seni ısmarlıyorum.
Hayr etsin Allah senin ahir, akıbetini.
Çalış, boşa geçirme, bil vaktin kıymetini.
İlk evvela, nefsini tanımaya gayret et.
Onun isteklerine, eyle hep muhalefet.
İnsanlardan eziyet gelirse de nefsine,
Nimet bil her birini, sabır göster hepsine.
Bil ki, dünya hayatı, üç beş gündür nihayet.
Onun da çoğu gitti, az kaldı, etme gaflet.
Tembel kimseler ile hiç olma ki arkadaş,
Sana dahi sirayet eder o yavaş yavaş.
Günlerini gafletle geçirme ki evladım,
Ecel yaklaşmaktadır ardından adım adım.
Beyhude harcama hiç ömür sermayesini.
Değerlendir ömrünün her bir saniyesini.
Ziynetlendir içini, Allah’a muhabbetle.
Süsle zahirini de, islama riayetle.
Allah adamlarına hürmette etme kusur.
Onlara hizmet ile, kazanılır tam huzur.
Ne ki alıkor ise seni Hakkı anmaktan,
O, senin düşmanındır, kaçın yakın olmaktan.
Üstün görme kendini hiç birinden onların.
Zira bu, kibirdir ki, mutlaka bundan sakın.
Kendini bir şey sanmak, çok büyük tehlikedir.
Sana, en büyük zarar, böyle bilmenden gelir.
Geçtiğimiz seneler, bir hayal oldu ancak.
Bundan sonrakiler de, elbet böyle olacak.
Büyük düşman olarak, tanı kendi nefsini.
Çünkü o uğraşır ki, ateşe atsın seni.)
.
21 - ŞEMS-İ TEBRİZİ (Rahmetullahi Aleyh
.
İyi bir dost arardı
Evliya-yı kiramdan, Şemseddin-i Tebrizi,
İnsanların kalbine saçardı nur ve feyzi.
Lazım olan her ilmi, henüz gençlik çağında,
Baba Kemal Cündi’nin tahsil etti yanında.
Üstün yaratılışı ve kabiliyetiyle,
Yüksek derecelere kavuştu tez vakitte.
Hocasının yanında ilim tahsil ederken,
Bir arkadaşı vardı, beraber tahsil gören.
O kişi, zaman zaman, manevi hallerini,
Şiirle, hocasına bildirirdi hepsini.
Hocası Baba Kemal, merak ederdi ki hep,
Şemseddin’de hiçbir hal hasıl olmaz mı acep?
Kendisini çağırıp, etti ki ona sual:
(Hiç hasıl olmuyor mu sende bir manevi hal?)
Dedi ki: (Daha fazla hasıl olur efendim.
Lakin benim, şiire yoktur kabiliyetim.)
Hocası buyurdu ki: (Evladım, beni dinle.
Allah, sana öyle bir dost verir ki ilerde,
Ne varsa tasavvufta marifet ve hakikat,
Söyler senin namına o dostun olacak zat.)
Yani o, Celaleddin Rumi’yi işaretle,
Onu, ta o zamandan bildirdi kerametle.
Hocasından, ilimde alınca icazeti,
Sardı onu, bu ilmi yayma aşk ve gayreti.
Bir ilim talebesi duysaydı bir beldede,
Gidip, o talebeyi okuturdu o yerde.
Yani o, bir mahalde kılmazdı asla karar.
Talebe bulmak için, gezerdi diyar diyar.
Yorulmadan, yılmadan gezince hayli sene,
(Uçan güneş) dediler insanlar kendisine.
Dolaşırken, hep dua ederdi ki bir yandan:
(Ya Rab, ihsan et bana iyi bir dost ve yaran.)
Her nereye gitseydi, ederdi böyle dua.
Nihayet Şam’da iken, gece gördü bir rüya.
Gaibden kendisine denildi: (Ey Şemseddin!
Kendine çok iyi bir arkadaş ister idin.
Konya’da, Celaleddin Rumi diye bir kimse,
Var ki, git uğraş onun iyi yetişmesiyle.)
O sabah, uyanınca bu rüya âleminden,
Çok sevinip, Rabbine şükreyledi kalbinden.
Düşündü ki: Üstadım Baba Kemal de bana,
Demişti: Kavuşursun çok iyi bir yarana.
Celaleddin Rumi’yi görmeden daha henüz,
Muhabbeti, kalbinde eyledi tam teessüs.
Ve kendi kendisine dedi ki bu hususta:
Feda olsun bu canım, böyle iyi bir dosta.
Rüyayı görür görmez o hazret-i Şemseddin,
O gün hareket etti, Konya’ya varmak için.
.
İş bizden çıktı
Şemseddin-i Tebrizi, rüya görüp bir gece,
Konya’ya müteveccih, çıkıp yola girince,
O sırada Konya’da, hazret-i Mevlana da,
Seyyid Burhaneddin'den ders okurdu orada.
O günlerde hocası, verip ona icazet,
Durmayıp, Kayseri'ye dönmeye etti niyet.
Çok üzüldü Mevlana onun bu kararına.
(Konya’da kalın!) diye çok ısrar etti ona.
Lakin o buyurdu ki: (Hiç üzülme, ol rahat.
Bu günlerde buraya, gelir ki öyle bir zat,
Adı, Şems-i Tebrizi, büyük bir evliyadır.
Buraya gelmek için, şimdi o yollardadır.
Onunla olur senin, daha da yükselişin.
Zira ona havale edildi senin işin.)
Şems-i Tebrizi ise, aynı gün çıktı yola.
Ve dinlenmek üzere, bir yerde verdi mola.
Velakin hangi hana uğradıysa da, ancak,
Gördü ki, hiçbirinde yoktu bir yer kalacak.
Bir camiye gitti ve yatsıyı etti eda.
Cemaat dağılırken, ediyordu o dua.
Bitirince gördü ki, kimse yok cemaatten.
Günlerce yürümekten çok yorgun idi zaten.
Cübbesini çıkarıp, koydu başı altına.
Uyurken, biri gelip dikildi karşısına.
Camide hizmet gören kimse imiş o gelen.
Kapıyı kilitlemek üzere gelmiş hemen.
Onu uyur görünce, hiddetlendi o vakit.
Dedi ki: (Hiç camide uyunur mu, kalk da git!)
Buyurdu ki: (Garibim, kimseye yok zararım.
Bırak da, bu camide gece sabahlayayım.)
O dedi: (Kalk diyorum, sinirlendirme beni!
Yoksa, zor kullanarak çıkarmayayım seni.)
Çok üzüldü onun bu kaba davranışına.
Cübbesini toplayıp, çıktı kapı dışına.
Lakin o çıkar çıkmaz, adama bir hal oldu.
Nefes alamıyor ve sanki boğuluyordu.
Bağırdı can havliyle: (Boğuluyorum, imdaaat!)
İmam, sesi duyunca, koşup geldi o saat.
(Sana ne oldu?) diye sorunca imam ona,
Anlattı ne olduysa, imama baştan sona.
İmam, onu dinleyip öğrendi hadiseyi.
Derhal çıkıp aradı, o mübarek kimseyi.
Ve yetişip dedi ki: (O, cahil biri gayet.
Bilmeyerek yapmıştır, ne olur onu affet.)
Şemseddin-i Tebrizi, dönüp baktı imama.
Buyurdu ki: (Kardeşim, iş bizden çıktı ama.
Benim, o kimse için yok bir şeyim yapacak.
İmanla ölmesine dua ederim ancak.)
.
Mevlana ile buluşması
Hazret-i Şems, Konya’ya, Şam’dan teşrif edince,
Şekerciler isminde bir hana indi önce.
O sabah, han kapısı önünde otururken,
Mevlana, atı ile geçti hanın önünden.
Bütün talebesi de, ardınca gidiyordu.
Tam o hanın önünden geçerken Şems’i gördü.
Bir anda, muhabbeti doldurdu kalbini tam.
Sevgiyle selam verip, yoluna etti devam.
Ve kendi kendisine düşündü ki: Bu kimse,
Hallerinden, benziyor yabancı bir kimseye.
Zira hiç görmemiştim onu ben bunca zaman.
Ne kadar da nur yüzlü, ne sevimli bir insan.
Bu düşünceler ile meşgulken onun zihni,
Şems gelip, tuttu birden atının dizginini.
Baktı ki, biraz önce gördüğü yabancıdır.
Dedi ki: (Buyurunuz, bir arzunuz mu vardır?)
Buyurdu: (İsminizi öğrenmektir muradım.)
Arz etti ki: (Mevlana Celaleddin’dir adım.)
O, duyunca Mevlana Celaleddin ismini,
Kalbinin derununda hissetti sevgisini.
Bu sefer de, onu çok merak edip Mevlana,
(Sizin ism-i aliniz ne?) diye sordu ona.
(Şems-i Tebrizi) diye işitince o zattan,
Sevinç ve heyecanla sıçrayıp indi attan.
İki dost kavuşmuştu nihayet birbirine.
Sevgiyle sarıldılar hemen birbirlerine.
Mevlana, göstererek büyük hürmet, itibar,
Beraber yürüdüler kendi evine kadar.
Dedi ki: (Ey efendim, burasıdır evimiz.
Sizin emrinizdeyiz çoluk çocuk, hepimiz.
Ev, layık değilse de hiç zat-ı alinize,
Sadık köle olmaya çalışacağım size.
Kölenin nesi varsa, hep Efendisinindir,
Çocuklar evladınız, bu hane de sizindir.)
Onu pek fazla sevip, gösterdi saygı, edep,
Yanından ayrılmayıp, hizmetinde oldu hep.
Onun sohbetlerini, zevk ile dinliyordu.
Yanından, bir an olsun gitmek istemiyordu.
Şems dahi çok sevmişti hazret-i Mevlana’yı.
İkisi birleşince, unuttular dünyayı.
Bu iki sevgili dost, çekilip bir odaya,
Hep sohbet ederlerdi, baş başa, doya doya.
Hatta öyle oldu ki, Mevlana hazretleri,
Evden hiç çıkmıyordu, o geleliden beri.
Öyle zevk alırdı ki onun sohbetlerinden,
Ayrı kaldı bu yüzden kendi talebesinden.
Gidemez oldu artık onlara ders vermeye.
Ve çıkamaz olmuştu, camide vazetmeye.
.
Gafletten uyanmak için
Mevlana, otururken bir havuz kenarında,
Geldi Şems-i Tebrizi ve oturdu yanına.
Gördü ki, Mevlana'nın yanında kitaplar var.
Onları göstererek, sordu ki: (Nedir onlar?)
Arz etti ki: (Babamın yazdığı kitaplardır.
Hepsi de inci gibi, kıymette bi-bahadır.)
Şems onları isteyip, aldı kendi eline,
Ve kaldırıp hepsini attı suyun içine.
Mevlana çok üzülüp dedi: (Eyvaah, pederden,
Kalan kitaplarımın tamamı gitti elden.)
Lakin Şems-i Tebrizi, elini uzatarak,
Çıkardı herbirini hem de kuru olarak.
Mevlana görünce hem ondan bu kerameti,
Daha da sağlam oldu ona teslimiyeti.
Öyle ki, sarsılmaz bir kale gibi oldu tam.
Sohbetine, daha çok aşk ile etti devam.
Evladı Sultan Veled, der ki: (Şems-i Tebrizi,
Ansızın gelip gördü bir gün pederimizi.
Öyle ki, babam onun, dururken huzurunda,
Yok olmuştu gölgesi, o velinin nurunda.
Önce, herkes babama tâbi iken, bu sefer,
Babam Şems’e uydu ve oldu onda cansiper.
Şems-i Tebrizi ile Mevlana hazretleri,
Sohbet ediyorlardı geceleri ekseri.
Yine bir gün, gecenin bir mehtaplı anında,
Sohbet ediyorlarken medresenin damında.
Baktı Şems-i Tebrizi etrafına azıcık.
Buyurdu: (Hiçbir evde görünmüyor az ışık.
Ölü gibi, gafletle uyuyor bu kimseler.
Keşki kalkıp, Allah’a ibadet eyleseler.
Zira kim, az sıkıntı çeker ise bu günde,
Görmez fazla ızdırap, yarın mahşer gününde.)
O böyle söyleyince, hazret-i Mevlana da,
Ellerini kaldırıp dua etti o anda.
Dedi: (Şems-i Tebrizi hürmetine ilahi!
Uyandır ölü gibi yatan bu ahaliyi.)
Mevlana hazretleri edince böyle dua,
Başladı gök yüzünde bulutlar toplanmaya.
Şimşek çakıp, kuvvetle gök gürledi peşinden.
Uyandı şehir halkı, bu gök gürlemesinden.
Civardaki evlerden, sesler yükseliyordu.
Herkes korkularından (Allah Allah!) diyordu.
Hazret-i Şems buyurdu: (Nasıl şimdi insanlar,
Bu yalancı uykudan bu sesle uyandılar.
Hakiki uykudan da uyanmaları için,
Teveccühü gerekir bir veliyyi kâmilin.
Bir Allah adamının mevcudiyeti ile,
Gafletten uyanırlar bir şehir halkı böyle.)
.
Üç suale, tek cevap
Bir gurup felsefeci, gelerek Tebrizi’ye,
Dediler: (Birkaç sual sormaya geldik size.)
O sırada Şemseddin Tebrizi hazretleri,
Ders için, toplamıştı cümle talebeleri.
Ve elinde bir kerpiç bulunurdu o ara.
Kerpiçle teyemmümü öğretirdi onlara.
İşte tam bu sırada, geldi felsefeciler.
Üç sual sormak için, müsade istediler.
Onlara, (Peki sorun!) buyurunca Tebrizi,
Konuşmaya başladı içlerinden birisi.
Dedi ki: (Allah vardır, görünmez diyorsunuz.
Görünmeyen şeye mi siz inanıyorsunuz?)
Ve dedi: (İkincisi şu ki sualimizin,
Ateşten yaratıldı dersiniz şeytan için.
Sonra da, o, ateşte yanacak diyorsunuz.
Bu iki sözünüzde yok mudur bir tenakuz?
Ateştense şeytanın madem halk edilişi,
Öyleyse hiç yakar mı ateş, başka ateşi?)
(Ayrıca, dersiniz ki: İslamda kul hakkı var.
Ahirette, hakkını alır alacaklılar.
Halbuki insanları, bırakın hallerine.
Canları ne isterse, yapsınlar birbirine.)
O zaman hazret-i Şems, o kerpici alarak,
O kimsenin başına, vurdu cevap olarak.
O ise anlamadı bundaki inceliği.
Gidip şikayet etti kadıya Tebrizi’yi.
Çağırıp sordu o da, Şemseddin Tebrizi’ye:
(Ne için kerpiç ile vurdunuz bu kimseye?)
Buyurdu ki: (Ey kadı, demişti ki bu bana:
Nasıl inanırsınız görünmeyen Allah’a?
Cevaben kerpiç vurup, az acıttım başını.
Göstersin o başının ağrı ve acısını.)
O, şaşırıp dedi ki: (Ağrıyor başım gerçek.
Lakin mümkün değildir o ağrıyı göstermek.)
Buyurdu ki: (Allah da vardır, lakin görünmez.
Demek senin o sözün, ne mantıksız ve abes.
Ey kadı, bu diyor ki: Şeytan, ateş cinsinden,
Olunca, zarar görmez Cehennem ateşinden.
Halbuki kendisi de topraktan yaratıldı.
Öyleyse bu kerpiçle, niçin başı ağrıdı?
Ve diyor ki: Ölünce, yoktur hesap ve mizan.
Şu dünyada, serbestçe yaşamalı her insan.
Bırakın, kimin canı ne yapmak ister ise,
Yapsın istediğini, karışmayın kimseye.
Madem ki istemiyor hak hukuka riayet,
Öyleyse niçin beni, size etti şikayet?)
O kişi mahcub olup, öne eğdi başını.
Reddetti kadı dahi, onun bu davasını.
.
Şems! Şems!) diye ağlardı
Şems-i Tebrizi ile Mevlana hazretleri,
Bir odada, günlerce sürerken sohbetleri,
Bazıları bu işi hiç hazmedemediler.
Şems hakkında, uygunsuz kelamlar söylediler.
Dediler: (Ne zaman ki, Konya’ya geldi bu zat.
Mevlana, bize artık hiç etmiyor iltifat.
Gönlünü, tamamiyle verip o Tebrizliye,
Unuttu başkasını, sırt çevirdi hem bize.)
Şems-i Tebrizi dahi işitti bu sözleri.
Böyle söyleyenlere incindi gönülleri.
(Konya’dan ayrılmanın zamanı geldi) deyip,
Şam’a gitti aniden, ona veda eyleyip.
Çok üzüldü Mevlana onun bu gidişine.
Şiddetle düştü onun ayrılık ateşine.
Onun firakı ile ağlıyordu ruz-ü şeb.
(Şems! Şems!) diye söylenip, göz yaşı dökerdi hep.
Kasideler düzerdi bu firak ateşiyle.
Büsbütün dertli oldu, onun bu gidişiyle.
Göz yaşlarıyla dolu, mektuplar yazıyordu.
Birbiri arkasına, Şam’a gönderiyordu.
(Şems’i gördüm) deseydi ona gelip bir kimse,
Çok fazla hediyeler verirdi o kimseye.
Velhasıl bu ayrılık, aylar sürdü böylece.
Onun hasreti ile, ağlardı gün ve gece.
Artık dayanamayıp, verdi ki şöyle karar:
Oğlu Sultan Veled’i göndersin Şam’a kadar.
Hemen onu çağırıp, buyurdu ki: (Evladım!
Şems’in ayrılığına hiç kalmadı takatım.
Şimdi arzum şudur ki, derhal Şam’a gidesin.
Onu alıp, acele Konya'ya getiresin.
Ey oğlum dinle beni, Şam’a vardığın anda,
Onu, genç birisiyle göreceksin bir handa.
Arz eyle kendisine selam ve hürmetimi.
Ve onun firakıyle ne hale geldiğimi.
De ki: Siz ayrılınca, babam çok kaldı yalnız.
Yakıyor yüreğini sizin bu firakınız.
İstirhamım şudur ki, kırmayın beni lütfen.
Teşrif edip, kurtarın onu bu üzüntüden.)
Babasının bu emri üzere Sultan Veled,
Hazırlığını yapıp, yola çıktı nihayet.
Şam’a varıp, bir hana girince sabah erken,
Gördü genç birisiyle onu sohbet ederken.
Yanlarına yaklaşıp, buyurdu ki: (Efendim!
Size, çok selam ile hürmet eder pederim.
Sizin firakınızla öyle bir haldedir ki,
Artık hiç kalmamıştır tahammülü, takati.
Avdet buyurursanız Konya’ya şimdi eğer,
O da, bu hasretlikten kurtulur, rahat eder.
.
Onu şehid ettiler
Sultan Veled, durumu arz edip Tebrizi’ye,
Yalvarınca (Efendim, Konya’ya dönün!) diye,
Onun bu ricasını kırmayıp, o da tekrar,
Konya’ya dönmek için o anda verdi karar.
Sultan Veled, atına bindirip Şems’i hemen,
Kendi, yaya olarak yürüyordu peşinden.
Şems ısrar ettiyse de (Sen de ata bin!) diye,
O dedi: (Ata binmek, yakışmaz bir köleye.)
Ona, gayet hürmetkâr, saygılı davranarak,
Kendi yaya yürüdü dizginleri tutarak.
Konya'ya yaklaşınca, biriyle Mevlana’ya,
Bir haber gönderdi ki, (Giriyoruz Konya’ya.)
Bu müjdeyi duyunca Mevlana o kişiden,
Görülmemiş ihsanda bulundu sevincinden.
Tellallar bağırarak Konya’nın her yanında,
Şems’in teşrif ettiği işitildi anında.
Başta Selçuk Sultanı ve cümle vezirleri,
Hem devlet erkanının ileri gelenleri,
Ve bütün Konya halkı, yaşlısıyle, genciyle,
Yollara döküldüler bir bayram sevinciyle.
Hazret-i Mevlana’nın dostu olan bu Şems’i,
Karşılamaya çıktı insanların cümlesi.
Öğlen vakti, uzaktan göründüler nihayet.
Atın dizginlerini tutardı Sultan Veled.
Şems-i Tebrizi ise, atının üzerinde,
Ağır ağır gelirdi, başı hafif önünde.
Mevlana, koştu önce yanına üstadının.
Hemen dizginlerine yapışarak atının,
Göz göze geldi bir an, Şems-i Tebrizi ile.
Öptü sonra elini sevinç gözyaşlariyle.
Hafızlar, tam o anda Kur’ana başladılar.
O an, binlerce kişi bu hale ağlaştılar.
Cümle halk, sıra ile, bu islam büyüğünün,
Ellerini öperek şereflendiler o gün.
Oradan, Mevlana’nın dergahına geldiler.
Eski sohbetlerine yine devam ettiler.
Yine eskisi gibi, girerek bir odaya,
Sohbete koyuldular gece gün, doya doya.
Lakin bazı insanlar, yine haddi aştılar.
Ve Şems-i Tebrizi’ye kızmaya başladılar.
Bu dedikoduları, o da duydu nihayet.
Bunlara çok üzülüp, dedi: (Ey Sultan Veled!
Bizi, birbirimizden ayıracaklar, ancak,
Bu seferki ayrılık, çok acıklı olacak.)
Bir Perşembe gecesi, kapıları vurulup,
Şems’i davet ettiler dışarıya bir gurup.
Dışarı çıkar çıkmaz, saldırıp ona bir an,
Hemen şehid ederek, kayboldular ortadan.
.
Ahlak ve kerametleri
Peygamber-i zişanın ahlak ve edebini,
Kendine örnek alıp, yapardı işlerini.
Rahatsız olsa idi şayet o bir kimseden,
Beddua etmez idi o kimseye katiyen.
Eğer çok sıkılsaydı, derdi ki onun için:
(Çoğalt dünyalığını ya Rabbi bu kişinin.)
Bir cenaze görseydi, derdi ki akabinde:
(Ah, keşke ben olsaydım o mevtanın yerinde.)
Derlerdi ki: (Ne için böyle söylüyorsunuz?
Bir an önce ölmek mi yoksa istiyorsunuz?)
Buyururdu: (Aşıklar, maşuka varmak için,
Ancak bunu isterler, iç yüzü budur işin.)
İkramda bulunsaydı biri ona azıcık,
Bol bol ihsan ederdi, o da buna karşılık.
Ayrıca, öyle dua ederdi ki, o anda,
Açılırdı kalp gözü onun kısa zamanda.
Talebesinden biri, soğuk kış mevsiminde,
Gül fidanı dikmişti bahçesinin içinde.
Huzuruna giderek, dedi ki: (Efendim, ben,
Bahçeme, gül fidanı diktim çok sevdiğimden.
Dua buyurunuz da, tutsun bu gül fidanım.
Zira budur şu anda yegane, tek muradım.)
Hırkasının altına sokarak bir elini,
Çıkarıp verdi ona, iki gül demetini.
Sultan’ın oğlu vardı, iyi huylu, mübarek.
Velakin hafızası kuvvetli değildi pek.
Gayret gösterirdi ki, hafız olsun bu çocuk.
Lakin o, ezberini unuturdu pek çabuk.
Babası, Tebrizi’ye geldi bir gün nihayet,
Oğlunun bu halinden etti ona şikayet.
Dedi: (Himmet buyurun lütfen bu oğlumuza.
Muvaffak olamıyor, çok çalışsa da hıfza.)
Buyurdu ki: (İnşallah, bu günden itibaren,
O, ezberler bir günde, hem de iki cüz birden.)
Gerçekten ezberledi bir günde iki cüzü.
Yani yere düşmedi Tebrizi’nin bu sözü.
Bir gün Şems-i Tebrizi, tefekkür ediyordu.
O an gayb âleminde, bir evliyayı gördü.
Kalp kırıklığı ile, göz yaşları dökerek,
Dua edip, Rabbinden istiyordu bir dilek.
O, bunları görünce, acıdı ona gayet.
O sırada gaibten, bir ses duydu nihayet.
Diyordu: (Ey Şemseddin, bir arzun varsa şu an,
İste, kabul edilir, her ne ki istiyorsan.)
Dedi ki: (Ya ilahi, sana yalvaran şu zat,
Dileği her ne ise, ihsan eyle şu saat.)
Şemseddin Tebrizi’nin yüksek şefaatiyle,
O velinin duası kabul oldu ayniyle.
.
22 - ALİ SEMERKANDİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Manevi evlatlık
İsfehan’da dünyaya gelen bu mübarek zat,
Ankara-Çamlıdere nam yerde sürdü hayat.
İslam âlimi olup, veliydi hem kendisi.
Ve hazret-i Ömer’e dayanır sülalesi.
Kudüs, Mekke, Medine, Semerkant, Şam ve Irak,
Dolaştı bu yerleri, emr-i maruf yaparak.
En son Çamlıderede eyleyerek ikamet,
Yüzotuz yaşlarında, vefat etti nihayet.
Tahsilini bitirip, Mekke’ye gitti önce.
Ve Mescid-i Haram’da imamlık yaptı nice.
Sonradan kendisine manevi bir işaret,
Gelerek, Medine’ye hicret etti nihayet.
Yedi yıl türbedarlık icra edip Ravda’da,
Hazret-i Fatıma’yı gördü bir gün rüyada.
Buyurdu: (Git ki hemen huzuruna Resul'ün,
Manevi evlatlığa alacak seni bu gün.)
Çok sevindi böyle bir rüyayı gördüğüne.
Koştu sabah Ravda-i mübarekin önüne.
İki diz üzerine oturdu haya edip.
Beklemeye başladı, başını öne eğip.
Bir sevinç ve heyecan sarmışken kendisini,
İşitti tam o anda Peygamberin sesini.
Diyordu ki ki: (Ya Ali, şu andan itibaren,
Manevi evlatlığa kabul ettim seni ben.
Sen, öyle bir beldeye sefer et ki ya Ali!
Gayetle fakir olsun o yerdeki ahali.
Fakirlik sebebiyle, bana gelemeyenler,
O yerde seni gelip, ziyaret eylesinler.
Manevi bir evladım olduğundan sen benim,
Onu, bana yapılmış gibi kabul ederim.)
Bunları işitince, çok sevindi içinden.
Sonra da, ağlamaya başladı sevincinden.
Bu manevi emirle, sonra bu mübarek zat,
Anadolu’ya doğru eyledi bir seyahat.
Ve nihayet Alanya nam yere vardığında,
Gördü, biri ağlıyor denizin kenarında.
Niçin ağladığını sorunca o kimseden,
Dedi ki: (Bir incimi düşürdüm denize ben.)
Buyurdu: (Dünya malı değil mi o nihayet.
Çok fenadır dünyaya fazla sevgi, muhabbet.
Madem bunu, kendine ediyorsun tasa, gam,
Gel!) deyip, o kimseyi götürdü sahile tam.
Seslendi: (Ey balıklar, Allah’ın izni ile,
O inciyi bulun da, getirip verin bize.)
Hemen binlerce balık, o denizin dibinden,
Ağızlarında inci, çıktılar hepsi birden.
Birisinin ağzından, hemen alıp bir inci,
Verince, o kimsenin avdet etti sevinci.
.
Kurt dile geldi
Ali Semerkandi ki, âlim ve veli bir zat.
Çamlıdere halkını yıllarca etti irşad.
O halk da fakir olup, pek azdı hayvanları.
Hatta otlatmak için, yoktu bir çobanları.
O bu hali görünce, bu, dert oldu içine.
Kendisi talip oldu, bu çobanlık işine.
Buyurdu: (Ben yaparım çobanlığı size hep.
Ve hatta bu iş için, ücret de etmem talep.)
Köylüler, kendisini tanımıyorlardı hiç.
Bu teklif karşısında, buldular neşe, sevinç.
O akşam gördüler ki, ineklerin memesi,
Süt ile dolu geldi, hayrette kaldı hepsi.
Böyle bir neticeyle karşılaşınca ilk kez,
Evliya olduğunu anladı köyde herkes.
Bir gün de, sığırları salmıştı kırlık düze.
Baktı ki, bir kurt gelmiş, kıyacak bir öküze.
Kurda hitab etti ki: (Bunu öldürmek için,
Ey kurt, söyle bakalım, sen kimden aldın izin?)
Dedi ki: (Ey efendim, nasibimdir bu benim.
Allah’ın izni ile öldürüp yiyeceğim.)
Buyurdu: (Şimdi git de, yarın gel ye, olur mu?
Ben dahi sahibine söyleyeyim durumu.)
O kurt (Peki) diyerek, dönüp gitti yerine.
O da, söyledi bunu o akşam sahibine.
Lakin o, bilmiyordu onun büyüklüğünü.
İnanmayıp, hafife aldı onun sözünü.
Ertesi gün kurt gelip, öküze durdu yakın.
Buyurdu ki: (Ye ama, deriyi delme sakın.)
Kurt dahi (Peki) deyip, dokunmadı deriye.
Akşama, sığırlarla deri gitti geriye.
Adam, öküz yerine, görünce sırf deriyi,
Dava etti kadıya Ali Semerkandi’yi.
Kadı, iki tarafı dinleyip, geçti zabta.
(Şahidin var mı?) diye, sordu bu veli zata.
Buyurdu ki: (Ey kadı, bu işi görenler var.
Şahittir o yerdeki ağaçlar ve kayalar.)
O anda bir gürültü kopuverdi derinden.
Ordaki ağaçlar ve dağlar koptu yerinden.
Ve mahkemeye doğru hepsi yol alıyordu.
O ses ve gürültüler, onlardan geliyordu.
İnsanlar, korkusundan kaçışınca etrafa,
O veli, şu şekilde nida etti bu defa:
(Ey ağaçlar, ey taşlar, ne için gelirsiniz?
Size, şahitlik için gelin demedik ki biz.)
O böyle söyleyince, hepsi durdu bir anda.
Gördüler bu durumu kadı ve o adam da.
Onun büyüklüğüne inandılar yakinen.
El öpüp, talebesi oldular hepsi birden.
.
Çekirge afeti
Kadınlar çalışırken bir yaz günü ekinde,
Sığır otlatıyordu Ali Semerkandi de.
Baktı ki, namaz vakti ilerlemiş, geçecek.
Lakin su bulamadı abdest tazeleyecek.
Asasını vurarak toprağın bir yerine,
Buyurdu: (Ey su, yerden, çık toprak üzerine!)
Gövde kalınlığında bir su çıktı o anda.
Yayılmaya başladı süratle o alanda.
Lakin bağırdılar ki suyu görüp kadınlar:
(Bu su da nerden çıktı, ekinler gördü zarar.)
O zaman buyurdu ki akan suya bakarak:
(Ey su, şöyle sessizce ve belli belirsiz ak!)
O andan itibaren, su aktı gayet sessiz.
Çıktığı ve aktığı oldu belli belirsiz.
O tarihte Bursa’da, bir çekirge afatı,
Oldu ki, harab etti bilcümle hububatı.
Bundan kurtulmak için, uğraşıldı bir nice.
Lakin alınamadı yine de bir netice.
Âlim ve velilere dahi haber verdiler.
Ki, bunun çaresini söylesinler bilenler.
Ali Semerkandi’ye dahi geldi birisi.
Sordu ki: (Bu afetin, nedir acep çaresi?)
O dahi asasıyla çıkardığı su var ya,
Ondan bir miktar verip, irsal etti Bursa'ya.
Buyurdu: (Haşeratın olduğu yere, biraz,
Bu sudan serpilirse, onlardan eser kalmaz.)
Hakikaten o sudan, o yerlere serptiler.
Çekirgeler, bir anda, orayı terk ettiler.
Padişah çok sevindi duyup bu hadiseyi,
Bursa’ya davet etti, Ali Semerkandi’yi.
Gelince, karşıladı kendisi onu bizzat.
Saygı, hürmet gösterip, eyledi çok iltifat.
O, müsade isteyip, dönecek idi ki tam,
Bursa’da kalmasını etti ondan istirham.
Lakin o istemedi Sultan’ın teklifini.
Arz etti ki, bu babta mazur görsün kendini.
Padişah makul görüp, dedi ki: (Öyle ise,
Varsa bir isteğiniz, söyleyin onu bize.)
Buyurdu ki: (Fakirdir Çamlıdere insanı.
O yöre halkı için, bahşedin bu ihsanı.
Mesela, askerlikten tutulsun onlar muaf.
Ve toprak kirasından, olsunlar cümlesi af.)
Padişah, bu talebi severek kabul edip,
Bu hususta bir ferman yazdırdı emir verip.
Bindörtyüz elliyedi yılında bu büyük zat,
Yine Çamlıdere’de eyledi Hakka vuslat.
Türbesi, kabristanın tam orta yerindedir.
Ziyaret edenlere, halen de feyiz verir.
.
23 - ABDÜLMECİD ŞİRVANİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Rehbersiz olmaz
(Şudur ki insanların hayırlısı, iyisi,
Çok olur o kimsenin kullara faidesi.)
Bu hadis-i şeriften alarak ders ve ibret,
Bir ömrü müddetince islama etti hizmet.
Çalışırdı bir günde, tam yirmiiki saat.
Yalnız iki saati olurdu istirahat.
Hocası Şehkubad’dan edip çok istifade,
Evliyalık yolunda gelmişti tam kemale.
O, Kur’an okuyorken, duyup onun sesini,
Kurt ve kuşlar toplanıp, dinlerdi kendisini.
Kitap mütalasıyla geçerdi çoğu vakti.
Öyle ki, fazlasına yetişmezdi takati.
Bir gece, yine böyle okuyorken bir kitap,
Okuduğu kitaptan, duydu şöyle bir hitap:
Dedi: (Ey Abdülmecid, şimdi sen beni dinle!
Kemale gelmek için, bir rehber bul kendine.)
Hayret içerisinde duyunca bu hitabı.
Çıkıp gitti dağlara, bırakıp o kitabı.
Girip, bir mağarada, gece gündüz ibadet,
Ederek, en sonunda oldu ehl-i keramet.
Kendisi anlatır ki: Geçince böyle dört yıl,
Bende, harikulade bir haller oldu hasıl.
Dışarı çıktığımda, dağda, vahşi hayvanlar,
Bana hiç saldırmaz ve yapmazlardı bir zarar.
Abdest aldığım sudan, kalanı içerlerdi.
Yaklaşıp, benim ile hergün söyleşirlerdi.
Daha sonra, uçardım vadiden bir vadiye.
Artık seviniyordum evliya oldum diye.
Bir gün, o mağaranın yakınına, bir gurup,
Gelip sohbet ettiler edeplice oturup.
Ben de, hemen giderek oturdum bir kenara.
Kalbimde çok muhabbet hasıl oldu onlara.
Hele bir üstadları var idi ki onların,
Sohbetinin tadına, hayran kaldım o zatın.
Öyle ki, o sürur ve lezzetten bayılmışım.
Uyandım ki, o zatın dizinde benim başım.
O, Şehkubad imiş ki, acıyıp bu miskine,
Alıp koymuş başımı, mübarek bir dizine.
Kalkıp öptüm elini ve ettim ki istirham,
(Beni, talebeliğe kabul edin ey hocam!)
Kabul edip ve bana bir teveccüh edince,
O fevkalade haller, gitti benden hemence.
Kalbime, nehir gibi aktı ki öyle ilim.
Hiç kaldı buna göre, o önceki hallerim.
Keramet zannettiğim o fevkalade haller,
İyice anladım ki, boş şeymiş hepsi meğer.
Ve yine anladım ki şunu da pek açıkça:
İnsan kâmil olamaz, bir rehber bulmadıkça
.
Üstadsız çok zor
Abdülmecid Şirvani, büyük bir veli idi.
Sohbeti, insanlara pek çok faideliydi.
Bir müslüman, bu zata, insanlık icabiyle,
Muhalefet ederek, üzmüş idi haliyle.
Bu velinin kalbini kırmış olan bu adam,
Onun sohbetine de etmedi artık devam.
Lakin bakıp gördü ki, kalbindeki o nisbet,
Gitmiş ve hiç kalmamış bir feyiz ve bereket.
Ruhsuz bir ölü gibi kendini buldu güya.
O günün gecesinde, gördü şöyle bir rüya.
Som ve külçe halinde altını dolu olan,
Bir hazine içinde kendini gördü o an.
Lakin sikke olmamış, hem de mühürlenmemiş.
Olan külçe altınlar, görmüyordu hiçbir iş.
O sırada birisi, dedi ki kendisine:
(Niçin düşünüyorsun seninken bu hazine?)
Ona dönüp dedi ki: (Öyle ama kardeşim!
Bu külçe altınlarla, hallolmuyor bir işim.
Basılıp mühürlenmiş olmadıkça bir altın,
Bir kıymet kazanmıyor nazarında bu halkın.
Şimdi çıksam pazara külçe altınlar ile,
Hiç kimse vermez bana, bir kuruşluk mal bile.
Hatta şüphelenerek yakalayabilirler.
Nereden buldun? diye, bana ceza verirler.)
O, dinleyip dedi ki: (Bu sözün çok doğrudur.
Hemen sikkehaneye götür de damga vurdur.)
Dedi ki: (Peki ama, sikkehane nerdedir?)
O, eliyle gösterip dedi: (Şu ilerdedir.)
Sevinip, az gidince gösterdiği o yana,
Baktı ki, üstadının dergahıdır o bina.
O esnada uyanıp, düşündü ki: Vallahi,
Bu rüya oldu bana bir ikaz-ı ilahi.
Ben hocamdan ayrılıp, gitmedikçe sohbete,
Asla vasıl olamam ebedi saadete.
Ne kadar çok olsa da ilim ve ibadetim,
Bir rehberim yok ise, hüsrandır akıbetim.
Rüyanın tabirini, bu şekilde yaparak,
Gitti hemen dergaha, gayet pişman olarak.
Kimseye görünmeden, gizlendi bir köşeye.
Başladı başı önde, sohbeti dinlemeye.
O sırada vaz eden Abdülmecid Şirvani,
O içeri girince, dersini kesti ani.
Ve hemen buyurdu ki: (Bir kimsenin, faraza,
Bir hazine dolusu çok altınları olsa,
Lakin sikkesiz olup, yoksa mührü, damgası.
Olmaz o altınların sahibine faydası.)
O, bunları duyunca, gidip öptü elini.
Pek çok özür dileyip, affettirdi kendini
.
Kibirli insan
Makam sahibi biri, bir yolculuk anında,
Tokat’a uğramıştı Şirvani zamanında.
Hoş geldin demek için o makam sahibine,
Gitti bütün ahali onun ziyaretine.
Kendini çok beğenen bir kişiydi o fakat,
Yanına gelenlere, hiç etmedi iltifat.
Böbürlenip dedi ki: (Beni karşılayanlar,
Sadece bu kadar mı, yok mu başka insanlar?)
Onlar, (Yoktur efendim) deyince o kimseye,
Dedi: (Doğru söyleyin, yok mu başka bir kimse?
Beni karşılamaya gelmesi lazım gelen,
Başka kimse kaldıysa, söyleyin bana hemen.)
Orada bulunanlar, dediler ki: (Efendim!
Yalnız takva sahibi bir zat var, ehl-i ilim.
Allah’ın evliyası, çok mübarek biridir.
Hiç çıkmaz dışarıya, onun işi ilimdir.)
O bunları duyunca, gayet sinirlenerek,
Dedi: (O, eceline susamış olsa gerek.
O nasıl bir kimse ki, huzuruma gelmiyor.
Benim kim olduğumu, o galiba bilmiyor.
Haydi ne durursunuz, bekliyorum onu ben.
Gidip, zorla da olsa, getirin bana hemen.
Ben onun cezasını, yanınızda vereyim.
Beni karşılamamak ne imiş, göstereyim.)
Dediler ki: (Efendim, sizden önce, buraya,
Gelen büyük insanlar, giderlerdi oraya.
Dergahına vararak, öperlerdi elini.
Çok iyi bilirlerdi o zatın kıymetini.
Size de layık olan, o zata gitmenizdir.
Ellerini öperek, dua istemenizdir.)
Dedi ki: (Yarın ona gideyim öyle ise.
Bir ceza vereyim ki, ibret olsun herkese.)
Mevlana Şirvani’yi seven bazı kimseler,
Dergahına giderek, bunu haber verdiler.
Dediler ki: (Efendim, o, çok zalim biridir.
Eğer gitmez iseniz, bir zarar verebilir.)
Buyurdu ki: (Ey dostlar, şunu iyi biliniz.
O bize dokunamaz, asla üzülmeyiniz.
Biz nasıl gitmiyorsak o kimsenin yanına,
Onun da yaklaşması, hiç mümkün değil bana.)
Ertesi gün o zalim, gurur ve kibir ile,
Yollandı o dergaha, bir çok hizmetçisiyle.
O zata zarar vermek niyetiyle giderken,
Yolda attan düşerek, ölüp gitti aniden.
Zira atı huysuzdu, kendisi gururluydu.
Giderken, hayvan onu şiddetle yere vurdu.
Bir Allah adamına gidiyorken zarara,
Tepe taklak düşerek, giriverdi mezara.
.
24 - MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Meleklerle konuşurdu
Evliyanın büyüğü Celaleddin-i Rumi.
Bu dünya az görmüştür böyle büyük âlimi.
Babası, Behaeddin Veled hazretleridir.
O da, büyük bir âlim ve yüksek bir velidir.
Resulullah, rüyada göründü babasına.
Ve (Sultan-ül ulema) adını verdi ona.
O, gelirdi hazret-i Ebu Bekr'in soyundan.
Herkese ilim, hikmet, yayılırdı hep ondan.
Mümine hatun idi mübarek anneleri.
İbrahim bin Edhem'in torunuydu o dahi.
Mevlana, Horasan'ın Belh isimli şehrinde,
Dünyaya teşrif etti binikiyüzyedi’de.
Sonra Anadolu’ya, yani Rum diyarına,
Hicret ettiği için, (Rumi) denildi ona.
Henüz beş yaşındayken o sahib-i saadet,
Onu, ruh ve melekler ederlerdi ziyaret.
Babası, çağırarak talebeden birini,
Buyurdu ki: (Sen gözet, oğlum Celaleddin’i.
Çünkü onu, melekler ziyaret ediyorlar.
Melekut âleminde onu gezdiriyorlar.
Bunlar iyi ise de, küçüktür henüz oğlum.
Aklına zarar gelir diye çok korkuyorum.)
Yine beş yaşındayken Mevlana Celaleddin,
Çocuklarla, damına çıkmışlardı bir evin.
O esnada bir çocuk, şöyle dedi birine:
(Atlayabilir misin bu damdan diğerine?)
O, (Atlarım) dedi ve sonra kavilleştiler.
Mevlana bunu görüp, dedi ki: (Ey kardeşler!
Böyle işler, uygundur köpek ve kedilere.
Bunlar ile uğraşmak yakışır mı bizlere?
Ruhani kuvvetiniz var ise sizin eğer,
Melekut âlemini dolaşalım beraber.)
O esnada başladı göğe doğru uçmaya.
Çocuklar başladılar korkup bağırışmaya.
Feryat figan ederek, çığlıklar kopardılar.
Biraz sonra, Mevlana aşağı indi tekrar.
Dedi ki: (Sizin ile konuştuğum zamanda,
Yeşil giymiş kimseler göründü bana damda.
Beni kucaklayarak, semaya çıkardılar.
Melekler âlemini bir bir dolaştırdılar.
Sizin çığlıklarınız gelince kulağıma,
Bir anda indirdiler beni tekrar bu dama.)
Babaları Sultan-ül ulema, bir sebepten,
Üçyüz yakını ile, çıktılar hepsi Belh’ten.
İlk olarak Nişabur beldesine vardılar.
Karşıladı onları Ferideddin-i Attar
Görünce çocuk yaşta olan Celaleddin’i,
Anladı bir bakışta onun üstün halini.
.
Yükseldi derecesi
Var idi ki Esseyyid Burhaneddin Tirmizi,
O idi Mevlana’nın çocukken mürebbisi.
Sultan-ül ulema'nın talebesiydi o hem.
Bir gün, sohbet ederken Tirmiz’de bu muhterem,
O esnada hocası, vefat etti Konya’da.
Keşf yoluyla o bunu haber aldı orada.
Sohbetini keserek, dedi ki: (Heyhat, heyhat!
Şimdi hocam Sultan-ül ulema etti vefat.)
Talebeyle beraber, hemen çıkıp anında,
Cenaze namazını kıldılar gıyabında.
O gece, rüyasına girerek bu üstadı,
Mevlana hususunda ikaz etti bu zatı.
Dedi: (Ey Burhaneddin, oğlum Celaleddin’in,
Yarım kaldı tahsili, buna siz devam edin.)
Hocasından böyle bir emir alıp velhasıl,
Tirmiz’den ayrılarak, Konya’ya oldu vasıl.
Mevlana Celaleddin, zahiri ilimlerde,
Kemal mertebesine ermişti o günlerde.
Emretti kendisine riyazet, mücahede,
Oruç tavsiye etti ona daha ziyade.
Burhaneddin Tirmizi, kendisi de çok zaman,
Nefsiyle mücadele ederdi muntazaman.
Onda, eğer islamdan zerre kadar inhiraf,
Arzusu görse idi, etmezdi nefsini af.
Köpeklerin olduğu yere gidip hemence,
Derdi ki: (Bak ey nefsim, beni dinle ilk önce.
İstersen o arzunun yerine gelmesini,
Şu köpek artığını ye de göreyim seni.
Eğer bu köpeklerin artığını yemezsen,
Kendi arzularını bekleme hiç de benden.)
Mevlana, işte böyle bir islam büyüğünün,
Terbiyesi altında yetişti bir nice gün.
Sonunda buyurdu ki: (Evladım, şu an benim,
Bildiğim her ne varsa, hepsini sana verdim.
Gerçi daha yukarı gidecek yolun vardır.
O, Şems-i Tebrizi’nin gelmesine bağlıdır.
Onun terbiyesinde, aşarak her maniyi,
Olur tasavvuftaki merteben daha iyi.
O seni, sen de onu, sevip anlaşırsınız,
Sonra, birbirinizi manen tamamlarsınız.
Ve siz, birbirinizde fani olup bi hakkın,
En büyük iki dostu olursunuz cihanın.
Ben dahi Kayseri’ye döneyim bu arada.
Ömrümün kalanını geçireyim orada.)
Mevlana ısrar etti: (Gitmeyin, kalın!) diye.
Lakin o, yola çıkıp, ulaştı Kayseri’ye.
.
Hepsi iman ettiler
Mevlana, tahsil için Konya’dan bir gün yine,
Şam’a gidiyordu ki, uğradı Nusaybin’e.
Hıristiyan papazlar, bir yere gelmişlerdi.
Acayip istidraçlar halka gösterirlerdi.
Gösteriş yapmak için hazret-i Mevlana’ya,
Bir oğlan çocuğunu, uçurdular havaya.
Celaleddin-i Rumi bir dua etti o an.
Havada kala kalıp, düşmedi yere oğlan.
Feryad ediyordu ki korkusundan o çocuk:
(Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk!)
Çok uğraştılarsa da papazların bir çoğu,
Hiç indiremediler havadan o çocuğu.
Oğlan bağırırdı ki: (Sizin yanınızdaki,
O zatın duasıyla işbu hal oldu vaki.
Ancak onun duası, kurtarır beni bundan.
Yoksa, helak olurum yere düşüp buradan.)
Papazlar, bilmecburi ona gelip bu kere,
Dediler: (Dua et de, o çocuk düşsün yere.)
Buyurdu ki: (Hiçbir şey kurtarmaz o çocuğu.
Kelime-i şehadet kurtarır yalnız onu.)
Oğlan bunu duyunca, sevinip bu habere,
Kelime-i şehadet söyleyip indi yere.
Papazlar bunu görüp, hayrette kaldı hepsi.
Ve insafa gelerek iman etti cümlesi.
Hazret-i Mevlana’ya, önce hocalık yapan,
Esseyyid Burhaneddin vefat ettiği zaman,
O devirde en büyük kelam âlimlerinden,
Sadreddin Konevi’nin dersine geldi hemen.
Kavuşup onun yüksek teveccüh ve feyzine,
Yükseldi tasavvufun yüksek derecesine.
Sadreddin-i Konevi, rüyada kendi bizzat,
Gördü ki, teşrif etmiş orya Fahr-i kainat.
Ve hatta yanlarında, Eshabı da vardı hem.
Sofada otururdu onlarla Fahr-i âlem.
O sırada, Mevlana Celaleddin Rumi de,
İçeriye girerek, oturdu az beride.
Ona, Fahr-i kainat ederek çok iltifat,
Çağırıp, yanlarına oturttu onu bizzat.
Ve sonra buyurdu ki hazret-i Ebu Bekr’e:
(Bununla öğünürüm diğer Peygamberlere.)
Sadreddin-i Konevi uyanınca o sabah,
Dedi: (Bana, bir şeyi bildirdi Resulullah.
Diğer talebelerin içinde, Mevlana'nın,
Daha yüksek olduğu bildirildi bi hakkın.)
Diğer talebeye de anlattı ki rüyayı.
Böyle yüksek bilsinler onlar da Mevlana’yı.
.
Eşyalar altın oldu
Şemseddin-i Tebrizi, göçünce o âleme,
Mevlana çok üzülüp gark oldu bir eleme.
Ayrılığın verdiği hasret ile bu sefer,
Söyledi nazım ile çok güzel kasideler.
İlim talebeleri, koşarak dört bir yandan,
İstifade ettiler hazret-i Mevlana’dan.
Yanında, her an için dört beş yüzden ziyade,
Dinleyici bulunup, ederdi istifade.
Binlerce talebesi, her gün ders alıyordu.
Ve hem de sayıları, gün be gün artıyordu.
Çoğu, bu büyük zatın yetişip huzurunda,
Birer âlim ve veli oldular en sonunda.
O zamanlar Konya’da, Selahaddin adında,
Bir kuyumcu var idi Mevlana zamanında.
Mevlana hazretleri, sarraflar çarşısından,
Geçerken, bir dükkanın önünde durdu bir an.
İçerden tatlı tatlı çekiç sesi gelirdi.
Her çekiç, sanki ona (Allah! Allah!) der idi.
Mevlana, dışarıdan bu zatın dükkanına,
Şöyle bir nazar edip, devam etti yoluna.
Lakin o, içeriye edince tek bir nazar,
Bir anda altın oldu dükkandaki eşyalar.
Kuyumcu bunu görüp, hayrette kaldı o an.
Hazret-i Mevlana’ya oldu meftun ve hayran.
O andan itibaren terk eyledi işini.
Çıkarak, takib etti Mevlana’nın peşini.
Dersine devam edip, o islam büyüğünün,
Yükseldi tasavvufta derecesi gün be gün.
O zamanın sultanı, Sultan Rükneddin ise,
Bu zatın kıymetini bilmezdi her nedense.
Dediler ki: (Ey Sultan, bu Allah adamları,
Bilirler hiç kimsenin bilmediği sırları.)
Sultan, bunu iyice anlamak gayesiyle,
Çağırdı âlimleri saraya birisiyle.
Bir kutuya sokarak bir yılan yavrusunu,
(İçinde ne var?) diye, onlara sordu bunu.
Âlimler arasında var idi bu zat dahi.
Sualin cevabını o verdi bizatihi.
Dedi: (Hak teâlânın sevdiği veli kullar,
Keramet göstermeye Allah’tan utanırlar.
Değil gözle görülen şu kutuda olanı,
Yedi kat yer ve gökte, bilirler dört bir yanı.
Şu gördüğün dünyayı, karış karış, veliler,
Bir avuç içi gibi, her an görebilirler.
Bir yılan yavrusunu, o kutunun içine,
Hapsetmekten, acaba ne geçiyor eline?)
Duydu Sultan Rükneddin bunları o veliden.
İnkardan vaz geçerek, oldu talebesinden.
.
Sanki bizimle idin
O zamanlar Konya’da, Mevlana hazretleri,
Camide, insanlara vaz ederdi ekseri.
Hazret-i Musa ile Hızır’ın, meşhur olan,
Kıssasını, bir derste anlatırdı ki, o an,
Cemaatten bir şahıs, hem onu dinliyordu.
Hem de, kendi kendine şöyle söyleniyordu:
(Sanki o gün, orada, sen dahi bizimleydin.
Sanki o yolculukta, üçüncümüz sen idin.)
O, kendi kendisine söylerken böyle kelam,
İşitti bu sözleri yanındaki bir adam.
Çok garibine gidip, düşündü ki hemence:
Bu kimse, olsa olsa Hızır’dır tahminimce.
Yanına sokularak, dedi ki en nihayet:
(Her halde sen Hızır’sın, lütfen bana ihsan et.)
Buyurdu ki: (Mevlana varken, benden istemen,
Su yanında, teyemmüm almaya benzer aynen.)
O, hazret-i Hızır’dan bunları duydu, fakat,
Bir anda göz önünden kayboldu mübarek zat.
Mevlana zamanında, yine bir âlim vardı.
Lakin hep bu veliye muhalefet yapardı.
Gerçi tahsil görmüştü, ilmi de vardı biraz.
Yine de Mevlana’ya ederdi hep itiraz.
Bir gün, ilim meclisi toplandı bir odada.
Hazır bulunuyordu her bir âlim orada.
O dahi geldi o gün, o toplantı yerine.
Konuşmaya başladı Mevlana aleyhine.
Dedi ki: (Bu mecliste, her ne derse Mevlana,
Hep tersine cevaplar vereceğim ben ona.)
Sadreddin Konevi de işitti bunu bizzat,
Ve hemen o âlime etti öğüt, nasihat.
Buyurdu ki: (Kardeşim, sen böyle ne diyorsun?
Ona değil, kendine kötülük ediyorsun.
Ona karşı gelmekle, bir şey geçmez eline.
Yakışmaz bu davranış hem de ilim ehline.)
Ona, bu sözler ile ettiyse de nasihat,
O, bu düşüncesinde eyledi yine inat.
O sırada Mevlana teşrif etti odaya.
Herkes, merak içinde yöneldi Mevlana’ya.
O âlime dönerek buyurdu ki o nagah:
(La ilahe illallah Muhammed Resulullah.
Ey kişi, haydi konuş cesaretin var ise!
Söylediğim bu sözün tersini söyle bize.)
Ne söyleyeceğini şaşırıp kaldı adam.
Zira küfür olurdu, onun aksi her kelam.
Bu durum karşısında, çok mahcub oldu âlim.
Böyle düşündüğüne oldu pişman ve nadim.
Ellerini öperek, affını etti talep.
Sonra talebe olup, hizmetinde oldu hep
.
Gönlümden öyle geçti
Hazret-i Mevlana’nın çoktu kerametleri.
Yetişirdi herkese yardım ve himmetleri.
Bir gün Sultan Rükneddin, otururken evinde,
Hazret-i Mevlana’yı gördü birden önünde.
Buyurdu ki: (Ey Sultan, durmayın, şimdi hemen.
Kalkıp acele ile, çıkıp gidin bu evden.)
Sultan Rükneddin ile, hanım ve çocukları,
Bu ikazla, acele koşuştular dışarı.
Onlar çıkmışlardı ki dışarıya acilen,
Büyük bir gürültüyle ev yıkıldı aniden.
Gecikmiş olsalardı bir kaç saniye bile,
Helak olacaklardı tamamen o aile.
O gün Sultan Rükneddin, buna şükür olarak,
Bir kesenin içine (bin altın) doldurarak,
Mevlana’ya gönderip, dedi ki: (Medresede,
Okuyan talebenin dağıtın hepsine de.)
Bir gün de, Aksaray’da bulunan bazı bey’ler,
Rükneddin’i, oraya gelip davet ettiler.
Mevlana (Gitme!) dedi, o gitmedi nihayet.
Bey’ler, ikinci defa ettiler yine davet.
İkincide, sormadan gittiyse de oraya,
Orada öldürülüp, dönemedi Konya’ya.
Bir gün de, bir kimseyi alaraktan yanına,
Gittiler Hüsameddin Çelebi’nin bağına.
Hüsameddin Çelebi, en çok emek verdiği,
Bir talebesi olup, severdi gayet iyi.
Hüsameddin Çelebi, karşılayıp onları,
Getirdi önlerine türlü bağ meyvaları.
O bağın yakınında var idi ki bir dergah,
Mevlana ona bakıp, buyurdu şöyle nagah:
(Gönlümden geçiyor ki, şu medrese faraza.
Bizim Hüsameddin’e ait bir makam olsa.)
Hüsameddin Çelebi, dedi ki: (Ey üstadım!
Başkasının yerinde, yok istek ve muradım.)
Mevlana buyurdu ki Hüsameddine tekrar:
(Ama benim gönlümde, bu istek ve arzu var.)
Böylece sohbet edip, akşam oldu nihayet.
Mevlana hazretleri, evine etti avdet.
Bir haber duyuldu ki o günün sabahında:
Filan şeyh vefat etmiş, bu gece dergahında.
Ve o gün, bir emirle, Çelebi Hüsameddin,
O dergaha müderris olarak oldu tayin.
Bir Allah Adamının temiz kalbi, her neyi,
İsterse, Hak teâlâ yaratır o nesneyi.
Çünkü onlar, Allah’ın çok nazlı kullarıdır.
Kalplerinden geçeni, onlar için yaratır.
Böyle büyük bir zatın, kim girerse gönlüne,
Saadetin yolları serilir hep önüne.
.
Evliya şefkati
Mevlana hazretleri, merhamet sahibiydi.
Hayvanlara bile o, gayet şefkatli idi.
Bir gün, sevdiklerinden para verip birine,
Bir ekmek aldırarak, aldı onu eline.
Sonra, bir viraneye gidiverip o saat,
Yedirdi bir köpeğe eliyle onu bizzat.
Takib etti o kimse, nereye gittiğini.
Ve gördü bir köpeğe ekmek yedirdiğini.
Mevlana, ona gelip buyurdu ki: (Ey filan!
Bilirim, yedi gündür aç duruyor bu hayvan.
Yeni yavrulamıştır hem de şu viranede.
Onları bırakıp da, ayrılmıyor yine de.
Bir anne şefkatiyle yavrulara bakıyor.
Yanlarında bekleyip, bir yere ayrılmıyor.
Resulullah, hadiste buyuruyor ki zira:
(Allah da, rahmet eder merhametli kullara.
Ey Eshabım, siz dahi olun ki merhametli,
Merhamet eylesinler size de sema ehli.)
Birbirinden habersiz kırk kişi, ayrı ayrı,
Eve davet ettiler bir gece Mevlana’yı.
Hiçbirini kırmayıp, eylediler icabet.
Hepsi ile oturup, ettiler gece sohbet.
Ertesi gün, onlardan birbirini görenler,
Hemen birbirlerine verdiler bunu haber.
Velakin diğerleri, şaşırarak bir nice,
Dediler ki: (Mevlana, bizde idi dün gece.)
Halbuki hiç birinde değildi o büyük zat.
Kendi hanelerinde, yalnız idi o saat.
Hazret-i Mevlana’nın mübarek hanımları,
Diyor ki: Bir gün evde görmedik Mevlana'yı.
Halbuki biraz önce otururdu odada.
Biraz sonra baktık ki, görünmüyor ortada.
Biz böyle konuşurken, akşam oldu nihayet.
Sonra kapı açılıp, içeri etti avdet.
Çevirmek isteyince ayakkabılarını,
Gördüm kenarlarında Mekke’nin kumlarını.
Nereden geldiğini, ondan sual edince,
Buyurdu ki: (Mekke’de, bir dostum vardı önce.
Onun ziyaretine gitmiştim biraz evvel.
O kumlar da, Hicazın kumlarıdır muhtemel.)
Düşündüm ki: Bu kadar kısacık bir zamanda,
Hicaza gidip gelmek, nasıl olur acaba?
O, bunu anlayarak buyurdu ki: (veliler,
Keramet ehli olup, sanki ruh gibidirler.
Kısaltır Hak teâlâ onlar için bu yeri.
Bir adımda giderler, uzun mesafeleri.)
.
Onlar kırklardan idi
Hazret-i Mevlana’nın evladı Sultan Veled,
Anlatır ki: Babamla ederken evde sohbet,
Birden yeşil cübbeli, gayet nurlu ve kibar,
Üç kişi, selam verip, edeple oturdular.
Sanki bunlar, babamdan bir şey sual ettiler.
Babam (Uygun!) deyince, veda edip gittiler.
O üç kişi gidince, ben dedim ki babama:
(Siz uygundur dediniz, anlamadım ben ama.
O gelenler kimlerdi, tanımadım bendeniz.
Ne sual ettiler ki siz, uygundur dediniz?)
Buyurdu: (O gelenler, hep rical-i gaybdendir.
Halk arasında ise, onlara kırklar denir.
O kırklardan birisi vefat etmiş ki yine,
Benden, bizim sakayı istediler yerine.
Ben ise uygun dedim, böyle oldu bu vaka.
Kırklardan oldu artık, badema bizim Saka.)
Yine bu veli zatı çok seven bir müslüman,
Ölüm hastalığına yakalandı bir zaman.
İyice anlayınca vefat edeceğini,
Evladına, şöylece yaptı vasiyetini:
(Ben ölürsem, Mevlana kabrimde dursun biraz.
Affım için, Allah’a eylesin dua, niyaz.)
Ondan sonra o kişi, göçtü dar-ı beka’ya.
Verdiler bu haberi hazret-i Mevlana’ya.
O da, memnuniyetle teşrif edip kabrine
O zatın affı için, dua etti Rabbine.
Gerçi ölen kişinin, ameli yoktu fazla.
Velakin Mevlana’yı seviyordu ihlasla.
Çocuklarından biri, rüyada gördü onu.
Ve Cennette, nimetler içinde olduğunu.
Babasına yaklaşıp, sordu ki: (Hacı baba!
Sen, bu yüksek makama nasıl vardın acaba?)
Dedi ki: (Ey evladım, pek yoktu ibadetim.
Velakin velilere çok idi muhabbetim.
Bilhassa Mevlana’yı seviyordum pek fazla.
Ve kalben, kendisine hayran idim ihlasla.
Ben kabire girince, gelerek Münker-Nekir,
Sorguya başladılar: Rabbin kim, dinin nedir?
Onlar, bu sualleri sorarken kükreyerek,
Geldi o an çok güzel ve sevimli bir melek.
Ve Münker'le Nekir’e dedi ki daha sonra:
(Lüzum yok bu kimseye böyle sual sormaya.
Affetti Allah bunu Mevlana hürmetine,
Siz, suallerinizi sorun başka birine.)
O böyle söyleyince, onlar da dinleyerek,
Ayrıldılar yanımdan (Müsterih ol!) diyerek.
O andan itibaren, ben artık Cennetteyim.
İşte, gördüğün gibi nimetler içindeyim.)
.
Çok ibadet yapardı
Mübarek hanımları anlatır ki şöylece:
Mevlana, eve gelip namaz kıldı bir gece.
Namazını bitirip, el kaldırdı duaya.
Ağlayarak yalvardı Allahü teâlâya.
Bir hayli uzun sürdü onun yalvarışları.
Öyle ki, seccadeyi ıslattı göz yaşları.
Bunu görüp, takatım kalmadı artık daha.
Ben de, göz yaşlarıyle başladım ağlamaya.
Dedim ki: (Ey efendi, dünya ve ahirette,
Hepimizin ümidi, ancak sensin elbette.
Sen ise, bu ilmin ve ibadetinle, şu an,
Bu kadar çok korkar ve ağlayıp yalvarırsan,
Biz, bu günah yüküyle ve azken amelimiz,
Yarın, mahşer gününde nice olur halimiz?)
Buyurdu ki: (Ey hanım, dinle beni, pekala.
Bize, öyle nimetler verdi ki Hak teâlâ,
O nimetler yanında, bizim bu ibadetler,
Kusur ve noksanlıktan başka şey değildirler.
Bizim gibi acizin, Halık’ına yapacak,
İbadet ve taati, bu kadar olur ancak.
O da, kabul görürse bir işe yarar elbet.
Yoksa, kim yapabilir Ona layık ibadet?)
Mevlana hazretleri, gayr-i müslim, müslüman,
Herkese, hep iyilik yapıyordu her zaman.
Onun bu güzel huyu ve yüksek ahlakıyle,
İmana gelirlerdi hıristiyan halk bile.
İşte bu hasletiyle hazret-i Mevlana’nın,
Şöhreti, yayılmıştı her yerine dünyanın.
Hatta Kostantiniye şehrindeki bir papaz,
Onun ismini duyup, görmeyi çok etti arz.
Bu Allah adamını görmek için, o ara,
Hazırlığını yapıp, düştü hemen yollara.
O zamanlar, Konya’da olan hıristiyanlar,
Haber alıp, papazı yolda karşıladılar.
Hazret-i Mevlana'yı sordu papaz ilk önce.
Dediler: (Seveceksin sen de onu görünce.
Güler yüz, tatlı dili, mest ediyor insanı.
Meşhurdur halk içinde iyilik ve ihsanı.)
Onlar, gelen papaza bunları söyler iken,
Hazret-i Mevlana da geliyordu ilerden.
Dediler ki: (İşte bak, şu gelendir Mevlana.
Burada çok itibar gösterir herkes ona.)
Papaz onu görünce, hayran kaldı bir müddet.
Sonra da hızla koşup, gösterdi saygı, hürmet.
Elinde olmaksızın, değişti birden hali.
Onun nurları ile dirildi ölü kalbi.
Hidayet ışıkları kalbine doldu bir an.
Şehadeti getirip, orada etti iman.
Onu görüp, öteki hıristiyanlar dahi,
İmana kavuştular, getirip şehadeti.
.
Kullardan istemeyin!
Mevlana hazretleri, kendi talebesine,
Derdi ki: (Hiç kimseden, istemeyin bir nesne.
Allah’tan isteyin ki, ihsan eder Rabbimiz.
Kuldan bir şey bekleyen, değildir talebemiz.
Kim kullara el açıp, beklerse bir menfaat,
Bizden, iki cihanda beklemesin şefaat.)
Bir gün de buyurdu ki: (Yaşım yediyken benim,
Tamamiyle ruhumun emrine girdi nefsim.
Onun isteklerinden kurtuldum tamamiyle.
Nefsim de, iyi işler yapar oldu haliyle.)
Dediler: (Peki ama, sizi biz, neden acep,
Nefisle mücadele halinde görürüz hep?)
Buyurdu ki: (Bu nefis, çok alçak, pek ahmaktır.
Onun işi, Rabbine muhalefet yapmaktır.
Hep kendi aleyhine iş yapmaktan alır haz.
Bu yüzden yakasını bırakmak uygun olmaz.
Eğer bırakılırsa nefis kendi haline,
Sebep olur muhakkak, kendi felaketine.
Bunun için büyükler, ta ki ölene kadar,
Nefisle mücadele ettiler aynı karar.)
Mevlana zamanında, bir kimse var idi ki,
Onun büyüklüğünü bilmiyordu pek iyi.
Aleyhinde konuşup dolaşırken böylece,
Resulullahı gördü rüyasında bir gece.
Ve hem de Mevlana’nın medresesinde bizzat,
Eshabiyle oturmuş, ederdi istirahat.
Sonra, bir et yemeği getirildi o yere.
Resulullah, eshapla başladılar yemeye.
O sırada bu dahi içeriye girerek,
Selam verdi Resule, biraz ilerleyerek.
O Server cevap verip onun bu selamına,
Çağırttırıp oturttu, hem de kendi yanına.
Sonra, kendilerinin tabağından bir eti,
Kendi eliyle alıp, bu zata ikram etti.
O, sevinip dedi ki: (Ya Resul-i mücteba!
Etin en iyi yeri neresidir acaba?)
Buyurdu ki: (Kemiğe bitişik olan ettir.)
O anda uyandı ki, tam da namaz vaktidir.
Rüyanın tesiriyle, sabahleyin erkenden,
Hazret-i Mevlana’yı görmeye gitti hemen.
Baktı, Resulullahın oturduğu mahalde,
Mevlana, talebeyle oturur aynı halde.
Hem de yemek yiyorlar, yemek de yine etti.
Mevlana onu görüp, yemeye davet etti.
Tam yanına oturtup ve kendi tabağından,
Eliyle bir et alıp, bu zata verdi o an.
Ve tebessüm ederek, buyurdu ki: (Bir ette,
Kemiğe değen kısım, en iyidir lezzette.)
O, bunu da görünce, kalbine sevgi doldu.
Talebesi olarak, ona tam tâbi oldu.
.
Ezana hürmet
Mevlana hazretleri, ezan işittiğinde,
Diz çöküp dinler idi, büyük huşu içinde.
Talebesine dahi, böyle emrederdi hep.
Ve derdi ki: (Ezana gösterin saygı, edep.)
Bir gün de, talebeye nakletti bir hadise.
Buyurdu: (Tanıyorum Belh şehrinde bir kimse.
Her ne zaman ezanı işitseydi o kişi,
Ne yapıyor idiyse, bırakırdı o işi.
Ve hemen diz üzeri oturup tam o saat,
Dinler ve bittiğinde getirirdi salevat.
Sonra kalkıp, hemence namaza duruyordu.
Namazı, biraz olsun hiç geciktirmiyordu.
Bu güzel adetini bozmamıştı hiç o zat.
Nihayet işittik ki, bu kimse etmiş vefat.
Tabut, eller üstünde gidiyordu ki, birden,
Okunmaya başladı ezan da minareden.
Ne zaman ki müezzin okudu ilk tekbiri,
O tabut durdu birden, hiç gitmedi ileri.
Hareketsiz bekledi, ezan bitene kadar.
Vakta ki ezan bitti, hareket etti tekrar.
Kabre konulduğunda, gelerek Münker-Nekir,
Sormaya başladılar, (Rabbin kim, dinin nedir?)
O an Hak teâlâdan erişti ki bir hitap:
(Ey melekler, bu kula vermeyin bir ızdırap.
O, ismimi duyunca, beklerdi hürmet ile.
Siz de onu sorguya çekmeyin hiddet ile.
Nasıl aziz tuttuysa, ismimi o kul benim,
Siz de onu bu günde, tutun aziz ve kerim.)
Selçuklu padişahı Rükneddin, bir kimseyle,
Altın göndermiş idi Mevlana’ya keseyle.
Mevlana hazretleri almadı altınları.
Buyurdu: (Şu çamurun içine at onları.)
İnsanlar bunu duyup, toplandılar oraya.
Ve altın bulmak için, girdiler çamurlara.
Bir altına kavuşmak hırsı ile, herbiri,
Çamurlara bulanıp, kirlendi her yerleri.
Mevlana hazretleri, dönüp talebesine,
Onların bu halini göstererek hepsine,
Buyurdu: (Gördünüz ya şu ahmak kimseleri.
Nasıl da berbat oldu temiz elbiseleri.
Dünya muhabbeti de, bir kalbe girse eğer,
O kalbi, işte böyle kirletir, berbat eder.
Sakın bu sözlerimi yanlış anlamayınız.
Dünyaya çalışmaya lüzum yok sanmayınız.
Bilakis çok çalışkan olmalıdır müslüman.
Dinimiz, tembelliği reddediyor her zaman.
Lakin şunu söylemek istiyorum ki size,
Dünya muhabbetini sokmayın kalbinize.)
.
Anladı hatasını
Mevlana zamanında var idi ki bir kimse,
Bu Allah adamını sevmezdi her nedense.
Hatta onu, dışarda görmüş idi bir günü.
Hemen öbür tarafa çevirmişti yüzünü.
Lakin Resulullahı rüyada gördü gece.
Huzuruna giderek, selam verdi hemence.
Resulullah, yüzünü çevirdi ondan fakat.
Başka tarafa bakıp, etmedi hiç iltifat.
O kişi bu sefer de, geçip öbür tarafa,
Resule, o taraftan selam verdi bu defa.
Velakin Resulullah, yüzünü, ondan tekrar,
Başka yöne çevirip, hiç etmedi itibar.
O bu hali görünce, başladı ağlamaya.
Ve bunun hikmetini sordu Resulullaha.
Buyurdu ki: (Sen bizim, çok sevdiğimiz olan,
Mevlana'dan yüzünü çevirirsin çok zaman.
Halbuki kendisini biz beğenir, severiz.
Ondan yüz çevirenden, bizde yüz çeviririz.)
Korku ile uyanıp, anladı hatasını.
Ağlayıp, göz yaşıyla sildi gönül pasını.
Sonra da Mevlana’nın gidip medresesine,
Ve talebe olmayı düşündü kendisine.
Bu arzu ve istekle düşüverdi yollara.
Mevlana, talebeye ders verirdi o ara.
Birine buyurdu ki: (Kalk hemen, kapıya git.
Bir kimse, bize doğru gelmektedir şu vakit.
Kalbinde, bize karşı var ihlas ve muhabbet.
Onu, kapı önünde hürmetle istikbal et.)
Talebe (Peki) deyip, kapıya çıktığında,
Medrese kapısına yeni gelmişti o da.
Hocasının dediği şeyleri ona deyip,
Aldı onu içeri, saygı hürmet gösterip.
O girip, Mevlana’nın elini öptü hemen.
Talebesi olmakla şereflendi o günden.
Ve yine Mevlana’nın talebesinden biri,
Hanesine giderken, bir gün akşam üzeri,
Bir müslüman, fıkıhtan ona bir sual sordu.
Sualin cevabını lakin o bilmiyordu.
Dedi ki: (Kitapları mütala eyleyeyim.
Öğrenip, cevabını yarın sana diyeyim.)
Akşam eve gelince, karıştırdı çok kitap.
Velakin bulamayıp, yoruldu, kaldı bitab.
Bu üzüntü içinde, kalkıp yattı öylece.
Ve hemen Mevlana’yı rüyada gördü gece.
Buyurdu ki: (Evladım, sabah biraz erken kalk!
Hidaye kitabında, onuncu sayfaya bak.)
Uyanıp, o kitapta açtı o sahifeyi.
Hakikaten orada buldu o meseleyi.
Öğrenip, cevabını söyledi o gün ona.
Ve daha kuvvetlendi sevgisi üstadına.
.
Simya ilmi
Bedreddin-i Tirmizi adında biri vardı.
Simya ile uğraşır, yani altın yapardı.
Mevlana’nın ismini, birinden duydu bu zat.
Ziyaret etmek için Konya’ya geldi bizzat.
Oğlu Sultan Veled'in evine gitti önce.
Ve niçin geldiğini arz eyledi şöylece:
Dedi: (Ben simyagerim, altın elde ederim.
Hazret-i Mevlana’yı ziyarettir dileğim.
Ayrıca, yapacağım altından, her gün biraz,
Talebeleri için, edeceğim ona arz.)
Sultan Veled, güzelce dinledi kendisini.
O akşam, pederine arz eyledi hepsini.
Hiçbirşey buyurmadı Mevlana da cevaben.
Ertesi gün, o zatın evine gitti hemen.
Kapısını çalıp da girdiğinde evine,
Baktı, altın yapmakla uğraşıyor o yine.
Bedreddin, Mevlana’nın görünce geldiğini,
İltifatlar ederek karşıladı kendini.
Ona gösterdiyse de böyle ilgi, iltifat,
Onda, meslek icabı bir gurur vardı fakat.
Zira o, mesleğini çok üstün biliyordu.
Bunu, yalnız kendisi yapar zannediyordu.
Mevlana hazretleri, üstün firasetiyle,
Onun düşündüğüne vakıf oldu ayniyle.
Kurtarmak gayesiyle onu bu gururundan,
Paslı bir demir görüp, istedi onu bundan.
Bedreddin, o demiri alıp arz ettiğinde,
Aniden altın oldu Mevlana'nın elinde.
Bu nasıl olur? diye düşünürken pek derin,
Mevlana hazretleri, buyurdu: (Ey Bedreddin!
Bu, gayet kolay iştir, niçin şaşırıyorsun?
Altın elde etmeyi bir şey mi sanıyorsun?
Sen simya ilmi ile yaparsın bunu, ancak,
Ahirette, bu sana fayda sağlamayacak.
Bu ilim, ahirette hiç yaramaz işine.
Girmene mani olmaz Cehennem ateşine.
Çünkü sırf bu dünyada iş görür bu marifet.
Dünyada kalır yine, öldüğünde akıbet.
Sen bu gün meşgul ol ki, bir simya ilmi ile,
Ölürsen, ahirete o da gelsin seninle.)
O bir şey anlamayıp, eyledi ki ona arz:
(Efendim, o simya'yı anlatın bana biraz.)
Buyurdu: (Ey Bedreddin, ilim, amel ve ihlas,
Bu üçüne kavuş ki, bunlardır simya esas.
Eğer atabilirsen kalbinden masivayı,
Elde etmiş olursun işte asıl simyayı.)
Bedreddin, ihlas ile bağlanıp Mevlana'ya,
Kavuştu çok geçmeden, bu hakiki simyaya.
.
Yanmayan hırka
O zamanlar Konya’da, var idi ki bir kimse,
İslamın kıymetini anlatırdı herkese.
Hazret-i Mevlana’ya, hem de talebesine,
Hassaten çok itibar eder idi hepsine.
Dediler: (Mevlana'ya, bu kadar hürmet, edep,
Ve iltifat edersin, hikmeti nedir acep?)
Dedi ki: (Ben malesef önce hıristiyandım.
Müminleri hiç sevmez, hatta fena düşmandım.
Ve bir gün, biz kırk rahip, gelerek bir araya,
Dedik ki: (Bildirelim haddini Mevlana'ya.)
O Allah adamını imtihan etmek için,
Sualler hazırladık islamdan gayet çetin.
Sonra da, hep birlikte hemen yola koyulduk.
O, bunlara cevaptan aciz kalır diyorduk.
Bir fırının önüne gelmiştik ki biz fakat,
Aniden karşımıza çıktı o mübarek zat.
Dedik: Madem onunla bu yerde karşılaştık.
İlk suali soralım diye söze başladık.
Dedik: (Buyuruyor ki Kur’anda cenab-ı Hak,
Her nefis, Cehennemden geçecektir muhakkak.
Buna göre, kâfir de, müslüman da elbette,
Cehennem ateşinden geçecek ahirette.
Madem müslümanlar da ateş e uğrayacak.
İslamın üstünlüğü nasıl belli olacak?)
Mevlana buyurdu ki: (Evet, öyle olacak.
Lakin müslümanları Cehennem yakmayacak.
Müslümanlar ateşten geçtikleri esnada,
Cehennem, müminlere edecek şöyle nida:
Ey müminler, çabucak geçin ki siz buradan,
Zira benim ateşim, sönecek nurunuzdan.
Hatta dayanamayıp, sönecek alevleri.
Velakin aynı ateş, yakacak kâfirleri.
Böyle olacağına inanmazsanız şayet,
Bunu, dünyada bile görmemiz kolay gayet.
Siz gömleklerinizi çıkarıp verin bana.
Benimkiyle birlikte, atalım şu fırına.
Bu benim gömleğim de, sizinkilerle acep,
Bakalım yanacak mı, görelim birlikte hep.)
Gömlekleri çıkarıp, uzattık Mevlana’ya.
O alıp, herbirini getirdi bir araya.
Ve kendi hırkasına, sarıp bizimkileri,
Yanan kızgın fırından atıverdi içeri.
Az sonra çıkarınca, biz şaşırdık gayetle.
Zira şahid olduk ki hepimiz de hayretle,
O hırkada, yanıktan yok iken ufak bir iz,
Yanmıştı içindeki bizim gömleklerimiz.
Kırkımız bunu görüp, insafa geldik o an.
Şehadeti getirip, hepimiz ettik iman.)
.
Süvari kim idi?
Hazret-i Mevlana’nın vardı bir talebesi,
Pek çoktu hocasına bağlılığı, sevgisi.
İsmi Celaleddin’di, at alıp, at satardı.
Hazret-i Mevlana'ya hizmete can atardı.
Bu zat anlatıyor ki: Üstadımız Mevlana,
(Bir at hazırla!) diye, emretti bir gün bana.
(Peki) deyip, atların inceleyip hepsini,
seçtim aralarından, en çok kuvvetlisini.
Lakin eğerlemekte çok zorluk çekiyordum.
Huysuzluk yapıyordu, ben zabt edemiyordum.
Biraz sonra Mevlana teşrif edince fakat,
Aniden sakinleşti o azgın ve hırçın at.
Ona binip, süratle gitti kıble yönüne.
Akşam, toza gark olmuş, geriye döndü yine.
Zayıflamış gibiydi o kuvvetli, iri at.
Ne için gittiğini soramadık biz fakat.
Ertesi gün, erkenden çağırıp bu fakiri,
Buyurdu: (Yine bir at hazırla bugün dahi.)
Eyerleyip getirdim, bindi at üzerine.
Aynı cihete doğru, süratle gitti yine.
Akşam, tozlar içinde, çok yorgun etti avdet.
Yine bir şey sormaya edemedik cesaret.
Üçüncü gün de yine, çağırıp beni bizzat,
Buyurdu ki: (Bu gün de hazırla bana bir at.)
İyi cins bir at seçip, arz ettim o Hazret’e.
Koşturttu atı yine, aynı istikamete.
Akşam geri dönünce, sevinçliydi bir hayli.
Dedi: (Elhamdülillah, sevinin ey ahali!
Allah’ın yardımıyla mağlub oldu kefere.
Çok şükür, müslümanlar kavuştular zafere.)
Bizler, edebimizden yine bir şey sormadık.
Velakin bu hususta, bir hayli meraklandık.
Üç gün geçmiş idi ki hadise üzerinden,
Konya’ya, bir kafile gelerek Şam şehrinden.
Moğollarla yapılan savaşı nakledince,
Bizim merakımız da zail oldu böylece.
Dediler ki: (Pek çoktu moğolların askeri.
Mağlub edeceklerdi neredeyse bizleri.
Çok şükür ki Mevlana, son üç günde geldi ve,
Bir atın üzerinde saldırdı kâfirlere.
Ön safta, (Allah Allah!) deyip cenk ediyordu.
Düşman askerlerini kırıp geçiriyordu.
Mevlana’yı bu halde görünce müslümanlar,
Moralleri düzelip, tekrar toparlandılar.
Bu güçle saldırdılar kâfirler üzerine.
Vaziyet, üçüncü gün dönüverdi tersine.
Düşman komutanını öldürünce Mevlana,
Kaçmaya başladılar kâfirler dört bir yana.)
.
Pişman oldular
Mevlana zamanında, Siracüddin isminde,
Bir kişi var idi ki, vardı dini ilmi de.
Velakin Mevlana’yı iyi tanımıyordu.
Onu küçültmek için gayret sarfediyordu.
Talebeleri dahi vardı ki bu kişinin,
Onları, etrafına topladı bu iş için.
Dedi: (Bu gün gidelim, Mevlana’nın yanına.
Tutalım kendisini bir sual yağmuruna.
Öyle çetin sualler hazırlayın ki fakat,
Veremesin onlara, bir tek doğru malumat.)
Ve hemen başladılar sual hazırlamaya.
Kendi de, bu iş için çalışırken, bir ara,
Mevlana hazretleri göründü ona birden.
Ona, sertçe baktı ve kayboldu göz önünden.
Hemen talebelere söyledi gidip bunu.
Dediler ki: (Efendim görmedik biz hiç onu.)
Lakin o, çözemedi bu işteki manayı.
Zira o, gözleriyle görmüştü Mevlana’yı.
Tekrar çalışırdı ki bulmak için güç sual,
Biraz sonra, bir daha vaki oldu aynı hal.
Yine teşrif etmişti Mevlana hazretleri.
Gördü bunu hem kendi, hem de talebeleri.
Hepsi, hayret içinde bakarken kendisine,
Mevlana göz önünden kayboldu tekrar yine.
Bir hayret ve şaşkınlık birden çıktı ortaya.
Sonra da namaz için, geçtiler yan odaya.
Bu sefer gördüler ki, odanın dört duvarı,
Bir takım yazılarla dolmuş her tarafları.
İncelediklerinde onları birer birer,
Bir sürü suallerle cevapları gördüler.
Hem de, kendilerinin çıkarmış oldukları,
Sualler ve hepsinin yazılmış cevapları.
Bunları görür görmez talebe ve o âlim,
Yaptıkları bu işe oldular hepsi nadim.
Hep birlikte giderek mübarek huzuruna,
Af dileyip, talebe oldular hepsi ona.
Selahaddin adında anlatır bir kişi de:
Ben, İskenderiye’ye gitmiştim gençliğimde.
Gemimiz bir girdaba yakalandı bir ara,
Bu, büyük bir endişe vermişti insanlara.
Herkes tövbe ediyor, çok dua ediyordu.
Kurtulmak ümidiyle adaklar adıyordu.
Bazısı bana gelip, dediler ki: (Sen dahi,
Dua et, belki gelir bir imdad-ı ilahi.)
Konya’lıydım, aklıma Mevlana geldi birden.
Şöyle imdad istedim ben o büyük veliden:
(Ya Mevlana, Allah’ın izniyle yetiş bize!
Gemimizi girdaptan kurtarıp çıkar düze.)
O anda Mevlana’yı gördük gemi yanında.
Gemimizi düzeltip, gaib oldu anında.)
.
Mevlana hürmetine
Bir vakitler bir tüccar, mal için bir gün yine,
Tebrizden yola çıkıp, geldi Konya iline.
Bir de, dini suali vardı ki bu kişinin.
Bir ehlini arardı o şeyi sormak için.
Bir ihtiyar görerek, dedi ki: (Hacı baba!
Bu yerde, evliyadan kimse var mı acaba?
Bir müşkilim vardır ki, onu danışacağım.
Eğer yoksa, bu yerde fazla durmayacağım.)
Dedi: (Var ki burada Mevlana hazretleri,
Az gelmiştir dünyaya onun gibi bir veli.)
Çok sevinip dedi ki: (Öyleyse şimdi hemen,
O zatın huzuruna götürün beni lütfen.)
O dahi (Olur) deyip, tüccarla o ihtiyar,
Hazret-i Mevlana’nın huzuruna vardılar.
Tüccar izin isteyip, dedi ki: (Ey efendim!
Bir müşkilim vardır ki, arz eylemek isterim.
Beş vakit namazımı kılarım devam üzre.
Farzları eda edip, uyarım sünnetlere.
Elimden geldiğince yaparım çok ibadet.
Lakin bir husus var ki, beni üzer o gayet.
Zira ibadetimden hiç zevk alamıyorum.
Kalbimde hiç huzur yok, nedir, anlamıyorum?
Eğer biliyorsanız çaresini bu işin,
Emredin, her ne ise hazırım yapmak için.)
Mevlana hazretleri buyurdu ki tüccara:
(Sen, gelirken rastladın yolda bir ihtiyara.
O Allah adamına vermedin değer, kıymet.
Zahirine bakarak, ettin ona hakaret.
Senin huzursuzluğun bundan gelir ileri.
Çaresini sorarsan, şimdi hemen dön geri.
O veliyi bularak, af dile kendisinden.
Çok çok özür dileyip, tövbe et sonra hemen.)
Sonra da buyurdu ki: (Biliniz ki muhakkak,
Beytullahı yıkmaktan, fenadır gönül yıkmak.
Ey evladım, hiç durma, sen şu anda çık yola.
Benden de selam söyle, işte o veli kula.
Sonra da, yalvararak af dile o kişiden.
Yoksa zevk alamazsın hiçbir iyi işinden.)
Tüccar (Peki) dedi ve hemen etti hareket.
Uzun yollar kat’edip, buldu onu nihayet.
Hazret-i Mevlana’nın söyleyip selamını,
Dedi: (Beni affedip, helal eyle hakkını.)
O veli, cevabında buyurdu: (Peki oğlum.
Hakkımı helal ettim, seni affediyorum.
Zira öyle birinden getirdin ki şefaat,
Reddetmek mümkün değil, ol müsterih ve rahat.)
Tüccar veda ederek, geldi yine Konya’ya.
Halis talebe oldu hazret-i Mevlana’ya.
.
Bir tepsi helva
Hazret-i Mevlana’ya talebe olanlardan,
Biri, Haccı ifaya gitmiş idi bir zaman.
Hanımı da, mübarek bir hatun idi gayet.
Hazret-i Mevlana'ya beslerdi çok muhabbet.
Onun medresesinde okuyan çocuklara,
Yemek hazırlayarak, verirdi ara sıra.
Bir gün de, helva yapıp büyükçe bir tepsiye,
Arefe gecesinde gönderdi medreseye.
Hac’da olduğu için o zaman kendi beyi,
Komşunun çocuğuyla gönderdi o tepsiyi.
Mevlana, o tepsiyi aldı ve sevindi pek.
Bizzat kendi dağıttı talebeye tek be tek.
Fazla fazla yediler talebenin hepsi de.
Velakin yine helva azalmadı tepside.
Var idi Mevlana’nın yüzlerce talebesi.
Hepsi yedi, sonunda, doluydu yine tepsi.
Mevlana, en sonunda dışarıya çıkarak,
Tepsiyi, Beytullah'tan tarafa uzatarak,
Biraz sonra, eli boş içeri girdi yine.
Buyurdu ki: (Tepsiyi gönderdim sahibine.)
Ertesi gün o hanım, gönderip bir kimseyi,
Medrese mutfağından istetti o tepsiyi.
Talebeler, mutfakta onu çok aradılar.
Lakin bulamayınca, hayli meraklandılar.
Daha sonra insanlar, Hac’dan döndü nihayet.
Bu hanımın beyi de, evine etti avdet.
Eşyaları içinde, o hanım, tepsisini,
Görünce, alamadı hayretten kendisini.
Bir şaşkınlık içinde, dedi: (Ben, bu tepsiye,
Helva yapıp vermiştim, bir gece medreseye.
Ertesi gün arattım, onu ben medreseden.
Lakin bulunmayınca, merakta kaldım hepten.
Şimdi, senin eşyandan çıkardım bu tepsiyi.
Ben hiç anlayamadım bu garip hadiseyi.)
Beyi dahi şaşırıp, kaldı hayret içinde.
Dedi ki: (Bizler dahi, arefe gecesinde,
Arkadaşlar, toplanmış, çadırda otururduk.
Ve haccın erkanından bazı şeyler okurduk.
O sırada, çadırın kapısından içeri,
Helva dolu bir tepsi uzattı bize biri.
Fakat kim uzatmıştı, hiçbirimiz görmedik.
Aç olduğumuz için, hepimiz onu yedik.
Sonradan düşündük ki: Bu bize, bir hediye
Hiç de araştırmadık bu kimden geldi? diye.
Eşyamın arasına koymuştum bunun için.
Fakat anlamamıştım hikmetini bu işin.)
O bunu anlatınca, anlaşıldı hakikat.
Çoğaldı Mevlana’ya sevgileri kat be kat.
.
Söz dinlemeyenin hali
Hazret-i Mevlana’yı çok seven genç bir kimse,
Mısır’a gidecekti ticaret gayesiyle.
Mani olmak istedi lakin akrabaları.
Onun ise kesindi gitmek için kararı.
Mevlana da, bu gence (Gitme!) dedi bir nice.
Lakin o dinlemeyip, yine gitti gizlice.
Gemileri Mısır’a yaklaşmıştı ki, fakat,
Kâfirler, bu gemiye oldu birden musallat.
Onu, birçoklarıyla tutup esir aldılar.
Ve pek ağır işlerde, zorla çalıştırdılar.
Genç, pişmanlık içinde dedi ki: (Ya ilahi!
Kabahatliyim, lakin pişman oldum Vallahi.
Mevlana hürmetine, günahımı affedip,
Beni, bu esaretten halas eyle an karib.)
Gözyaşları dökerek dua etti böylece.
Hazret-i Mevlana’yı rüyada gördü gece.
Buyurdu ki: (Evladım, bak yarın bu kimseler,
Bir hastalık hakkında, senden bilgi isterler.
Onlara bilirim de ve iste şu otlardan,
Karıştırıp, şöyle bir ilaç yap sen onlardan.)
Sabah uyandığında, gark oldu bir sevince.
İlacın tarifini ezberledi iyice.
Hakikaten o gence gelerek sabahleyin,
Dediler: (Doktorlukla bir ilgin var mı senin?)
(Evet, vardır!) deyince, hemen onu aldılar.
Acele hükümdarın yanına çıkardılar.
Meğerse o hükümdar, çok ağır hastalanmış.
Hiçbir tabib, derdine bir çare bulamamış.
Genç, doktor edasıyla dedi ki: (Üzülmeyin!
Bana, şu şu otlardan birer miktar getirin.)
Çabucak getirdiler istediği otları.
O, tarif mucibince karıştırdı onları.
İlaç yapıp yedirdi o hasta hükümdara.
Bi-iznillah hükümdar, iyileşti o ara.
Sevinç ve sürurundan şöyle dedi o gence:
(Her ne muradın varsa, söyle bana hemence.)
Dedi ki: (Ey hükümdar, istemem bir şey, fakat,
Şunu bildireyim ki anlaşılsın hakikat.
Ben, tıptan anlamayan bir kişiyim bir kere.
Para kazanmak için çıkmıştım bir sefere.
Velakin akrabamdan ve hocamdan izinsiz,
Çıktığım içindir ki, beni esir ettiniz.
Hatama pişman olup, üstadım Mevlana’dan.
Manen özür dileyip, yardım istedim ondan.
O da, rüyama girip, tarif etti bir ilaç.
Yoksa böyle şeyleri, nerden bilir bu muhtaç?)
Hükümdar, hayli para ihsan edip o gence,
Sonra serbest bırakıp, saldı onu hemence.
.
Görülmemiş şey
Vaktiyle moğolların Anadolu valisi,
(Noyan Han) namı ile zalim, gaddar birisi,
Konya’yı muhasara etmiş idi bir zaman.
Sıkıntıya düşmüştü Konya’da her müslüman.
İnsanlar, Mevlana’nın huzuruna geldiler.
Vaziyeti arz edip, dua talep ettiler.
Buyurdu ki: (Korkmayın, tam sığının Allah’a.
Rabbimiz, müminleri kavuşturur felaha.)
Mevlana daha sonra çıktı hemen evinden.
Şehrin ortasındaki meydana geldi hemen.
Moğol askerlerinden çekinmeden hülasa,
Büyük bir vakar ile, gelip durdu namaza.
Askerler onu görüp, Noyan Han’a geldiler.
Vaziyeti, hemence ona haber verdiler.
Dediler: (Bir zat geldi Konya’nın meydanına,
Heybetinden, hiç kimse varamıyor yanına.)
Dedi: (Bir kişiden mi korkarsınız, çok ayıp.
Haydi, gidip öldürün o kimseyi oklayıp.)
Okçular, ok atmaya çıktı hemen ileri.
Velakin hiç birinin tutmaz oldu elleri.
Bunu gören Noyan Han, emretti süvariye:
(Ata binip, kılıçla boynunu vurun!) diye.
Süvariler, bir anda atlarına bindiler.
Mevlana’nın üstüne at sürmek istediler.
Velakin yere battı atların ayakları.
Bir santim ileriye gidemedi atları.
Bu sefer Noyan Han’ın fazlalaştı hiddeti.
Hala düşünmezdi ki: Nedir bunun hikmeti?
Hiddetle bağırdı ki: (Ne biçim askersiniz!
Bari ben öldüreyim, siz beceremediniz.)
Yay gerip, o hiddetle üç ok attı ise de,
Ayağının ucuna düşüverdi hepsi de.
Daha da öfkelenip, emretti askerine.
Atını getirterek atladı üzerine.
Hiddetle sürdüyse de, gitmedi hayvan fakat.
Çok uğraştı ise de, bir santim gitmedi at.
Bundan sonra, daha da hiddeti fazlalaştı.
İnip, yaya olarak saldırmaya uğraştı.
Velakin ayakları felç oldu birden bire.
Bir adım atamadan yuvarlandı yerlere.
Toplanmış Konya halkı, bütün bu olanları,
Hayret ve dehşet ile seyrederdi onları.
Heyecan ve sevinçle Allah’a şükrettiler.
Ve tekbir sesleriyle gökleri inlettiler.
Noyan Han, en sonunda itiraf etti bizzat:
(Bildiğim insanlardan değilmiş meğer bu zat.)
Anladı bilmecburi bu işin hikmetini
Terk etti ordusuyla Konya vilayetini.
.
Bu yolda edep lazım
Hazret-i Mevlana’nın talebesi içinde,
Bir kimse var idi ki, Celaleddin isminde,
Mevlana, bir gün onu yanına çağırarak,
Kayseri’ye gönderdi, bir de mektup yazarak.
Buyurdu ki: (Orada, var ki Emir Pervane,
İşte ona aittir gönderdiğim bu name.
Ona teslim edersin, vasıl olduğun vakit.
Yolların açık olsun, haydi, selametle git.)
Arz etti ki: (Efendim, eğer Emir Pervane,
Sizden bir şey sorarsa, ne desem acizane?)
Buyurdu: (Bir şey deme, aç ağzını o zaman.
Ben, gereken cevabı derim senin ağzından.)
(Peki) deyip, çıktı ve ulaştı o beldeye.
Teslim etti mektubu, o Emir Pervane’ye.
Mektubu okuyarak, sordu ki o da ilkin:
(Üstadımız nasıllar, bir haber verir misin?
İnşallah yerindedir sıhhat afiyetleri.
Nasıl geçiriyorlar ekseri vakitleri?)
Bu sual karşısında, hiçbir şey söylemeyip,
O, sadece ağzını açtı emri dinleyip.
Velakin ondan sonra, kaybetti kendisini.
Bilmedi üstadının neler söylediğini.
Kendine geldiğinde, baktı, orda olanlar,
Hepsi, gözyaşlarıyle oturmuş ağlıyorlar.
Sonra Emir Pervane, dedi: (Ey Celaleddin!
Bu günkü sohbetinle bizi nura garkettin.
Halbuki evvelce de konuşurduk seninle.
Fakat bu gün, bambaşka hal aldık sohbetinle.)
O dahi, üstadının kendisine emrini,
Söyleyince, daha çok hayret sardı hepsini.
Celaleddin dedi ki: (Kardeşlerim, bakınız!
En çok şu nasihati yapıyor üstadımız.
Buyurur ki: Yolumuz, Resule tam uymaktır.
Emirlere sarılıp, haramdan sakınmaktır.
Katiyen haram lokma girmesin midenize.
Zira o, mani olur manen yükselmenize.
Ne ifrat, ne de tefrit, orta yol en iyidir.
Allah’ın rızası da, böyle elde edilir.
Her insan, öğrenmeli önce ilmihalini.
Sonra da, buna göre düzeltmeli halini.
Bir de yapılmalı ki her amel tam ihlasla,
Yoksa, faidesine kavuşmaz kişi asla.
Bu nasihatimize uyarsa talebemiz,
Mahşerde, yardımcısı oluruz elbette biz.
Ve her kim, sözümüze etmez ise itibar,
Mahşerde, yüzümüzü göremez o insanlar.
Bir de edep lazımdır bu yolda bize asıl.
Zira hiçbir bi-edep olamaz Hakka vasıl.)
.
Mütevazı olunuz
Vaktiyle iki mümin, bir vaka üzerine,
Sinirlenip, küstüler sonra birbirlerine.
Lakin arkadaşları bu hale üzüldüler.
Hazret-i Mevlana’ya gelip haber verdiler.
Mevlana hazretleri, onları çağırarak,
Buyurdu ki: (Bu yolda, yoktur küsüp darılmak.
Allah, bazı kulları yarattı mütevazi.
Onlar, hep aşağıya akarlar su misali.
Yumuşak huylu olur ve hep alttan alırlar.
Öyle ki, her mahluka şefkatli davranırlar.
Bazı kullarını da, taş ve toprak misali,
Yarattı Hak teâlâ gayet sert tabiatli.
Su, toprağa inerek, mütevazı davranır.
Böylece sert topraklar hayat bulur, canlanır.
Yani su, yere inip toprakla birleşince,
Onda, türlü nebatlar yetişir nice nice.
Su, yere inmeseydi, olmaz idi bu hayat.
Bitmezdi o topraktan böyle bitki ve nebat.
Zira toprak, kalkıp da suya gitmez idi ki,
Yetişsin üzerinde, türlü nebat ve bitki.
Bunun gibi ey insan, kırıldığın bir kimse,
Toprak gibi davranıp, yanına gelmez ise,
Sen, su gibi davranıp, yaklaş o yaranına.
O sana gelmiyorsa, sen git onun yanına.
Zira iki müslüman, birbirine küsseler.
Hangisi ötekine önce giderse eğer,
Cennete, daha önce o girer ahirette.
Ve daha çok sevaba, o kavuşur elbette.
Hakiki bir müslüman şudur ki ey insanlar!
Elinden ve dilinden kimseye gelmez zarar.
Yumuşak bir halıya benzer ki iyi insan,
Üzerinde gezenler, incinmez asla ondan.
O, öyle kimsedir ki, beğenmez kendini hiç.
Lakin onu göreni, kaplar huzur ve sevinç.
Yanına, çekinmeden, rahatça girer herkes.
Zira onlar bilir ki, o, kimseyi incitmez.
Kendisini, herkesten aşağı, kötü bilir.
Aynaya baktığında, kendisinden iğrenir.
Hiçbir icraatını iyi bilmez o zinhar.
İbadet yapsa bile, eder tövbe, istiğfar.
Değil ki bir müminden, uyuz köpekten hatta,
Bile o, kendisini üstün görmez hayatta.
Bir karıncayı bile, incitmekten çekinir.
Bilir ki, hayvan hakkı, kul hakkından çetindir.)
Dargınlar, Mevlana’dan işitince bunları,
O anda birbirine bitti dargınlıkları.
Sevgi ve muhabbetle kalkıp kucaklaştılar.
Barışıp, birbiriyle hemen helallaştılar.
.
İnsanlara hizmet
Devlet memurlarından var idi ki birisi,
Hazret-i Mevlana’ya pek çok idi sevgisi.
Onun sohbetlerinden alırdı ki öyle tad,
Yanından ayrılmayı istemezdi bir saat.
İsterdi ki, o zatın bulunsun yanında hep.
İstifa düşünürdü işinden bundan sebep.
Nihayet bu hususu, arz eyledi bir defa:
(Efendim, vazifemden edeyim mi istifa?)
Mevlana hazretleri, vermeyip buna izin,
Ona, şu menkıbeyi anlattı bunun için:
Harun Reşid devrinde, var idi ki bir kişi,
Zabıta amirliği yapmaktı onun işi.
Hem de vazifesini yapıyordu mükemmel.
Zayıfların hakkını koruyordu pek güzel.
O zatın sayesinde, o zaman müslümanlar,
Gayet rahat yaşar ve görmezlerdi bir zarar.
Hazret-i Hızır dahi teşrif edip bu zata,
Sohbet ederler idi onunla her gün hatta.
Bu zabıta amiri, bir gün vazifesinden,
İstifasını verip, ayrılıp gitti birden.
İnsanlardan ayrılıp, çekildi bir tarafa.
İnziva hayatını tercih etti bu defa.
Gece gün ibadete etse de böyle devam.
Gelmez oldu yanına Hızır aleyhisselam.
Bir gece, rüyasında o, hazret-i Hızır’ı,
Görüp sual edince kendisinden bu sırrı,
Buyurdu ki: (Ben sana geliyordum önce hep.
İbadet ve taatin, değildi buna sebep.
O mühim vazifende çalışırken evvelce,
İnsanların işini görüyordun güzelce.
Hak ve adalet ile yapıyordun o işi.
Sayende, gayet rahat yaşıyordu çok kişi.
Hizmet ettiğin için sen böyle çok insana,
Ben dahi, bu sebepten gelirdim sık sık sana.
İnsanlara hizmeti terk edince sen fakat,
Halk düştü sıkıntıya, kalmadı huzur, rahat.
Çünkü senin yerine, geldi çok zalim biri.
Bozuldu bu sebepten, insanların dirliği.
Menfaatin uğruna terk ettin o işi sen.
İnsanlar, sıkıntıya düştü senin yüzünden.)
O kişi, uykusundan uyanınca o sabah,
Yanlış iş yaptığını anlayıp, dedi: (Eyvah!)
Ve hemen hükümdara arz edip bunu tekrar,
Ve o mühim hizmette bulundu uzun yıllar.
İnsanlar, kavuştular tekrar eski huzura.
Kavuştu kendi dahi, yine her gün Hızır’a.)
Bunları, Mevlana’dan dinleyince o adam,
İstifadan vaz geçip, hizmete etti devam
.
Hırka ve yağmur
Hazret-i Mevlana’nın bir talebesi vardı.
İlim sahibi olup, Fahreddin idi adı.
Mevlana, kendisini çağırıp huzuruna,
Bir kitap yazmasını emretti bir gün ona.
(Peki efendim!) deyip, gösterdi o da gayret.
Onu, kısa zamanda tamamladı nihayet.
Mevlana, göz gezdirip, beğendi kitabını.
Ve ona hibe etti mübarek hırkasını.
Lakin onun gönlüne geldi ki şu düşünce:
Ben bunu yazmak için, uğraştım gündüz gece.
Nice göz nuru döktüm, hem de mum ışığında.
Bir hırka az değil mi bunun karşılığında?
Gönlünden geçirirken o bu düşünceleri,
Kalbini okuyordu Mevlana hazretleri.
Yine de, merhametle kendisine bakarak,
Buyurdu: (Hayır hayır, o düşünceyi bırak.
Bak sana, bir hikaye anlatayım da dinle:
Bir zamanlar, bir fakir yaşardı bir şehirde.
Eline sepet alıp, ev ev dolaşıyordu.
Kim ne verse alıyor, evine taşıyordu.
Bir gün de geçiyordu bir sarayın önünden.
Kapısını çalarak, geçirdi ki gönlünden:
Cihan padişahının kapısıdır bu elbet.
Ümidim şöyledir ki, burada dolar sepet.
O an bir el uzanıp fakirin sepetine,
Saraydan, küçükçe bir paket kondu aksine.
Fakir bunu görünce, üzüldü, hayret etti.
Zira umuyordu ki doldururlar sepeti.
Açtı sonra paketi bunları düşünerek.
Gördü ki, kızartılmış tavuk var içinde tek.
Lakin sonra bu fakir, yer iken onu akşam,
Gördü ki, altın ile dolu imiş içi tam.
Öyle düşündüğüne pişman olup, hem dahi,
Dedi ki: Kusurumu affeyle ya ilahi.)
Talebe, Mevlana’dan bunları dinleyince,
Öyle düşündüğüne üzüldü o da nice.
Yıllar sonra Mevlana, göç etti bu dünyadan.
O seneler, Konya’da kıtlık oldu bir zaman.
Yağmur dualarına çıktılar, lakin yine,
Hiç yağmur yağmıyordu Konya vilayetine.
En son bu talebenin hanesine geldiler.
Mevlana’nın verdiği hırkayı istediler.
Bir âlim, bu hırkayı giyerek en nihayet,
Dua etti: (Ya Rabbi, bize yağmur ihsan et.)
Öyle yağmur yağdı ki bitmeden bu duası,
Günlerce kesilmedi hem de ardı arkası.
Kıymetli hediyeler verdiler kendisine.
Gelen hediyelerle zengin oldu o sene.
.
İhlassız iyilik
Bir gün talebesine buyurdu: (Kardeşlerim!
İhlası, bir misalle size izah edeyim.
Bir ilim talebesi vardı ki Nişabur'da,
Zengin bir tüccar ile yürürlerdi bir yolda.
Lakin çok fakir idi o ilim talebesi.
Eski ve yırtık idi, üstünde elbisesi.
Ve hatta yürür iken o tüccarın yanında,
Ayakkabısı bile yok idi ayağında.
Görünce tüccar onun çok fakir olduğunu,
Sevindirmek istedi bir şeyle hemen onu.
Bir çift pabuç alarak, verdi o talebeye.
Sonra, devam ettiler yollarına gitmeye.
Velakin ikide bir, derdi ki ona tüccar:
(Aman, iyi yürü de eskimesin pabuçlar.
Yolun düzgün yerinden gayret et yürümeye.
Basma sivri taşlara, dikkat et dikenlere.)
Biraz daha gidince, dedi ki yine aynı:
(Aman dikkatli yürü, sürüme ayağını.)
Talebe, bu sözlere artık dayanamayıp,
Geri verdi tüccara, pabuçları çıkarıp.
Dedi: (Ben, senelerdir yürürüm yalın ayak.
Bana, böyle şartları koşmadı kimse ancak.
Yine öyle yürürüm, pabuçlar olsun sizin.
Zira mahkum olamam bir ayakkabı için.)
Bunun gibi siz dahi, bir hayır yaparsanız,
Allah rızası için işleyin onu yalnız.
Zira herhangi bir iş, yapılmazsa ihlasla,
O amelden, bir fayda kazanmaz insan asla.)
Yine onun devrinde, kasabın bir tanesi,
Bir öküz almıştı ki, kesmek idi gayesi.
Hayvanı bağlayıp da, isteyince yatırmak,
O, kaçmaya başladı ipleri kopartarak.
Kasap da, arkasından başladı koşturmaya.
Lakin yetişemedi onu yakalamaya.
Mevlana, babasının kabrindeydi o zaman.
Hayvan onu görerek, yaklaştı ona o an.
Lisan-ı hali ile derdi ki sanki ona:
(Beni, bunun elinden halas et ey Mevlana!)
O an soluk soluğa, bir hiddetle koşarak,
Geldi kasap o yere, elinde ip ve bıçak.
Mevlana hazretleri, buyurdu ki kasaba:
(Bu hayvanı kesmesen, olmaz mı ki acaba?)
Kasap kabul etti ve dönüp gitti geriye.
Öküz dahi oradan, gitti başka bir yere.
Mevlana hazretleri, buyurdu ki: (Bu hayvan,
Gelip bize sığındı, kurtuldu o adamdan.
Bunun gibi, her kim de, bir Allah adamına,
Gidip, can-ü gönülden tâbi olursa ona,
Yani ona uyarsa her iş ve harekette,
Azap meleklerinden kurtulur ahirette.)
.
Son hastalığı
Bin ikiyüz yetmişüç senesinde Mevlana,
Yakalandı nihayet ölüm hastalığına.
Hemen başkalarına olan kul borçlarını,
Birisiyle gönderip, beklemedi yarını.
(Biz hediye etmiştik) diyen oldu ise de,
Asla kabul etmeyip, ödedi hepsine de.
Buyurdu ki: (Kul hakkı, mühimdir hakikaten.
Çok şükür ki kurtulduk şimdi bu tehlikeden.)
Hocası Sadreddin-i Konevi hazretleri,
Ve yanında Konya’nın ileri gelenleri,
Hastalığını duyup, ziyarete geldiler.
Yanında oturarak, teselli eylediler.
Dediler ki: (İnşallah afiyet bulursunuz.
Zira siz, bu zamanda âlemin ruhusunuz.)
Buyurdu: (Allah size versin sıhhat, afiyet.
Zira bizim işimiz, artık buldu nihayet.
Bu dünya âlemiyle kalmadı bir ilgimiz.
Allah’a kavuşmaktır, en büyük ümidimiz.)
Daha sonra toplayıp, cümle talebesini,
Bildirdi her birine, en son vasiyetini.
Buyurdu: (Ben ölünce, hocamız gitti diye,
Üzülüp, kapılmayın sakın ümitsizliğe.
Her hangi sıkıntıya düşerseniz siz eğer,
Beni hatırınıza getirin, size yeter.
Bi-iznillah hemence, yanınızda olurum.
Size, o sıkıntıda yardımda bulunurum.
Karada, denizlerde, olsanız her nerede,
İmdadınızı duyar, yetişirim yine de.
Şimdi beni dinleyin, açın kulağınızı.
Size, tavsiyelerde bulunacağım bazı.
Gizli ve aşikâre haya edin Allah’tan.
Büyük küçük, sakının her haram ve günahtan.
Az yiyip, az uyuyun, hem de az konuşunuz.
Her gece namaz kılıp, gündüz oruç tutunuz.
Cahil kimseler ile, olmayın dost ve ahbap.
Onları, kendinize eylemeyin muhatap.
Hep iyi insanlarla beraber oturunuz.
Ya hayır söyleyiniz, veyahut da susunuz.
Sabredin insanların eza ve cefasına.
Faideli olmaya uğraşın her insana.
Türbe yapacaksanız siz kabrime sonradan,
Kubbesi yüksek olup, gözüksün uzaklardan.
Zira benim türbemi, bir kimse görse bilfarz,
Beni vesile edip, eylese dua, niyaz,
Ben dahi yalvarırım olsun diye o işi.
Elbette muradına nail olur o kişi).
.
Ben Azrail’im
Hazret-i Mevlana’nın yaklaşınca son anı,
Sardı sevenlerini, bir firak heyecanı.
Dediler ki: (Efendim, ederseniz siz vefat,
Kime tâbi olalım, belli mi şimdi o zat?)
Buyurdu: (Hüsameddin Çelebi vekilimdir.
Ona tâbi olun ki, eli, benim elimdir.)
(Cenaze namazını kim kıldırsın?) dediler.
buyurdu: (Sadreddin-i Konevi eda eder.)
O sırada hafif bir zelzele oldu birden.
İnsanlar, bir telaşa kapıldılar aniden.
Mevlana buyurdu ki: (Korkmayın, şimdi geçer.
Yerin karnı acıktı, yağlı bir lokma ister.)
Hüsameddin Çelebi anlatır: (Üstadımız,
Vefat edeceği gün, ben vardım orda yalnız.
İkimizden başkası yok iken yanımızda,
Birden, bir delikanlı belirdi aramızda.
Mevlana, yatağından doğrulup kalktı derhal.
Ayakta, hürmet ile etti onu istikbal.
Sonra da buyurdu ki: (Kaldırın döşeğimi.)
(Peki efendim) deyip, çabuk tuttum elimi.
Lakin anlayamadım hikmetini bu işin.
Hastayken, yatağını kaldırttı, acep niçin?
Yanımızda beliren o yiğidin yanına,
Yaklaşıp, merak ile bu işi sordum ona.
Dedim: (Siz kimsiniz ki, üstadım hazretleri,
Hasta iken, ayakta karşıladı sizleri?)
Dedi: (Ben Azrail’im, geldim ki Mevlana'ya,
Onu davet edeyim Allahü teâlâya.)
O sırada üstadım buyurdu ki: (Ne devlet!
Hak teâlâ, kendine ediyor beni davet.
Artık göç zamanıdır, vakit tamam olmuştur.
Ey Azrail çabuk ol, beni Ona kavuştur.)
Beş Cemaziyel-ahir, Pazar idi günlerden.
Müezzin, ikindiyi okurken minareden,
Kelime-i şehadet söyleyip o büyük zat,
Bu dünyadan ayrılıp, eyledi Hakk'a vuslat.
İmam İhtiyarüddin adında bir sevdiği,
Vardı ki, o gasletti bu şerefli veliyi.
O, şöyle anlatır ki: (Büyük üstadımızın,
Mübarek bedenini gasl ederken, ansızın,
Kalbime, öyle bir hal oldu ki bu firaktan,
Alamadım bir türlü kendimi ağlamaktan.
O ara, kulağıma ses gelirdi gaibten.
Diyordu: (O, Allah’a kavuştu ebediyen.
O aşık, maşukuna vasıl oldu nihayet.
Bunda, mahzun olacak hiçbir şey yoktur elbet.
Salih müminler için, bayramdır işte bu gün.
Bundan sonra onlara, yoktur korku ve hüzün.)
.
Tabut parçalandı
Mevlana hazretleri vakta ki etti vefat,
Acı haber, her yerde işitildi o saat.
İnsanlar, her taraftan demeyip uzak yakın,
Namazını kılmaya geldiler akın akın.
Büyük küçük, genç ve pir, erkenden yolu tutup,
Cenaze namazına geldiler gurup gurup.
Öyle bir kalabalık oldu ki namaz vakti,
Konya, ilk görüyordu böyle çok cemaati.
Gayr-i müslimlerden de vardı çok kalabalık.
Onlar da, cenazeye sahip çıktılar artık.
Onun şiirlerini, yanık sesle okuyup,
Feryad ediyorlardı gayr-i müslim bir gurup.
Ve yerden, başlarına toprak alıp saçarak,
Dövünüp dururlardı, üstlerini yırtarak.
Müslümanlar, bu halden çok rahatsız oldular.
Velakin hiç birine mani olamadılar.
Nihayet Muinüddin Pervane çıktı öne.
Şöyle dedi onların önde gelenlerine:
(Sizin bu yaptığınız çılgınca hareketler,
İzdihama yol açtı, yapmayın, artık yeter.
Hem sonra yaptığınız bu tür hareketleri,
Beğenmez, tasvip etmez Mevlana hazretleri.
Hem o müslüman idi, sizin, başka dininiz.
Böyleyken, onun ile var mıdır bir ilginiz?
Biz müslümanlar varken bu gün ona hizmete,
Siz, niçin bizden fazla gelirsiniz gayrete?)
Onlar da dediler ki: (Mevlana hazretleri,
İlim ve irfaniyle aydınlattı bizleri.
Sonra o, öyle parlak bir güneş idi ki hem,
Onun ışığı ile, nurlandı cümle âlem.
O, bütün düşkünlere yardımcı oluyordu.
Müslüman, gayr-i müslim diye ayırmıyordu.)
Bu şekilde bir cevap verince o kimseler,
Halkı, kendi haline bıraktılar bu sefer.
Hazret-i Mevlana’nın tabutunu taşımak,
Maksadıyle, hep birden hücum etti cümle halk.
Bu yüzden bir izdiham olmuştu ki malesef,
Çoğu, ayak altında kalarak oldu telef.
Hiç olmazsa bir adım götürmek için onu,
Her insan, bir tarafa çektiler tabutunu.
Mahşeri kalabalık ve izdihamdan sebep,
Tabut, eller üstünde parçalandı nihayet.
Yerine, yenisini getirdiler ise de,
O dahi parçalandı omuzlar üzerinde.
Onun dahi yerine, bir başka getirdiler.
Böylece altı defa tabut değiştirdiler.
Çok şükür bu altıncı, etti artık kifayet.
Ve tabut, musallaya konabildi nihayet
.
Mevlana ney çalmadı
Celaleddin-i Rumi büyük bir veli idi.
Muvafıktı islama her iş ve hareketi.
(Mesnevi) kitabını yazmıştır ki bi-baha,
Dünyada, bu kitabın bir eşi yoktur daha.
Onda, kırkyedibin’den fazla beyit yazmıştır.
Bu eserle, dünyaya feyiz ve nur salmıştır.
O, islam bahçesinde açan gonca gül idi.
O, tasavvuf dalında öten bir bülbül idi.
O, hikmet deryasına dalan bir evliyadır.
Her sözü, o deryadan saçılan bir damladır.
O, aşk-ı ilahiyle dolmuş bir veli idi.
İslamdan, zerre kadar ayrılmış değil idi.
Her bir hareketini düşünüp ince ince,
Yapardı hep islamın ahkamı gereğince.
Onun için, o asla müzik dinlememiştir.
Ve asla ney çalmamış, raks edip dönmemiştir.
Çünkü bu gibi şeyler, yoktur islamiyet’te.
O, bunları yapmaz ve beğenmezdi elbette.
Bu gün çalgı çalarak, varsa ayin yapanlar,
Onbeşinci asırda meydana çıktı bunlar.
Onikinci asırda vefat etti Mevlana.
Bunlar, ondan üç asır sonra çıktı meydana.
Türbesine konulan çalgı aletleri de,
Sonradan konulmuştur, yok idi o devirde.
Mevlana’nın mübarek ruhu da, bundan sebep,
Elbet sıkılıyor ve oluyordur muazzeb.
Bu zatın vefatından geçince üçyüz sene,
Mevlevilik, geçmişti cahillerin eline.
Mesnevi’sinde geçen (Ney) sözcüğünü, bunlar,
Çalgı aleti sanıp, çalmaya başladılar.
Halbuki o, değil ki ney çalıp, raks eylesin,
Az yüksek sesle bile, vermedi zikre izin.
Evet, bu büyük veli, meşhur Mesnevisinde,
(Dinle neyden...) diyerek başlamışlar ise de,
Bunu, Mevlana Cami çok güzel şerh etmiştir.
Burada (Ney)den murat, (Evliya)dır demiştir.
Yine o buyurur ki: (Ney derken o büyük zat,
Hiç çalgı aletini etmedi bundan murat.
(Ney), farisi dilinde gelir yok manasına.
Bu da işaret eder yine kâmil insana.
Zira bunlar, kendini ve bütün masivayı,
Öyle unuturlar ki herşeyi, her eşyayı,
Kendilerini dahi, yok bilirler adeta.
Bunun için ney denir böyle büyük zevata.
(Ney)in bir manası da, içi boş bir çubuktur.
Ondan çıkan her seda, çalandan hasıl olur.
Bunlar da, boşalmıştır kendi varlıklarından.
Kemalat-ı ilahi zuhur eder bunlardan.
(Ney)in bir manası da, kamış kalem demektir.
Bundan da, kâmil insan anlatılmak istenir.
Mesnevi’de geçen bu (Ney)den murat, velhasıl,
Çalgı aleti değil, kâmil insandır asıl.
Onun ney çaldığını söylemek, bir hatadır.
Hem de o büyük zata, büyük bir iftiradır.
.
Melekler ağlıyordu
Mevlana hazretleri, edince Hakk'a vuslat,
Namazını, üstadı kıldırdı halka bizzat.
Sadreddin-i Konevi, vasiyet gereğince,
Namaz kıldırmak için, ön tarafa geçince,
Hıçkırarak ağlayıp, kendinden geçti bir an.
Bu halin sebebini olmadı hiç anlayan.
Kendine geldiğinde, kıldırdı namazını.
Sordular sonra ona niçin ağladığını.
Buyurdu: (Namaz için geçtiğimde ileri,
Gördüm, saf saf dizilmiş binlerce melekleri.
Peygamber Efendimiz imam olmuş onlara,
Cenaze namazını kılarlardı o ara.)
İnsanlar, bunu ondan duyup çok ağladılar.
Onun büyüklüğünü, daha çok anladılar.
Celaleddin-i Rumi, âlim ve veli idi.
Herkese şamil olan bir şefkat sahibiydi.
Müslim ve gayr-i müslim, asla ayırt etmeden,
Herkesin yardımına koşardı merhameten.
Onda, insan sevgisi çıkmıştı zirvesine.
Acır, şefkat ederdi mahlukatın hepsine.
Mevlana hazretleri buyurur: (Ey müslüman!
Sünnet-i seniyeye tâbi ol, uy her zaman.
Helal yoldan kazanıp, helalinden ye ve iç.
Yoksa, ibadetine bir sevap verilmez hiç.
İslama uygun olsun her amelin ve işin.
Dışın gibi, daima saf, temiz olsun için.
Dargın durma, git barış, hemen geç harekete.
Bunda önce davranan, önce girer Cennete.
Tenhada olunca da, çek günahtan elini.
Zira cenab-ı Allah, görüyor her an seni.
Sakın emri altına girme kendi nefsinin.
Çünkü o, çok kuvvetli bir düşmanındır senin.
Hem de o, ahmaklıkta dünyada yeganedir.
Zira her bir arzusu, kendi aleyhinedir.
Yemek, uyku ve sözde, az ile iktifa et.
Çünkü sana, bu yolla erişir her saadet.)
Yine o buyurur ki: (Ölüm, tatlı bir şeydir.
O, şeb-i aruz yani, bir düğün gecesidir.
Çünkü insan ölünce, kavuşur Mevla’sına.
Bundan daha sevinçli hiçbir şey olmaz ona.
Bu yolda ümitsizlik ve keder bulunmaz hiç.
Yeter ki dön Allah’a, senindir huzur, sevinç.
Günahlarım çok diye, ümitsiz olma sakın.
Zira affı, gufranı sınırsızdır Allah’ın.)
Bunu, Mesnevi’de de, terennüm etmektedir.
Herkesi, kurtuluşa davet eylemektedir.
Buyuruyor ki: (Gel, gel, her kim olursan da, gel!
Allah’a şirk koşsan da, putperest olsan da gel!
Ümitsizlik dergahı değildir dergahımız.
Tövbeni, yüzbin defa bozmuş olsan bile gel!)
Mevlana, bu sözlerle demek istiyorlar ki:
(Gel, gel, ümitsiz olma, kurtulursun sen dahi,
Günahın çok olsa da, tövbe et, affolunur.
Başka dinden olsan da, iman et, kabul olur.)
Hazret-i Mevlana’nın hürmetine ilahi!
Onun şefaatına kavuştur bizi dahi.
.
Hayır, öyle değildir
Hazret-i Mevlana’nın bir talebesi vardı.
Muinüddin Pervane idi hem onun adı.
Bu, bir gün hanesinde tertib etti ziyafet.
Ve bütün âlimleri yemeğe etti davet.
Gayet leziz yemekler yenildi ve içildi.
Sonra da sohbet için yan odaya geçildi.
O zaman ev sahibi, Muinüddin Pervane,
Her âlimin önüne mum koydu birer tane.
Hazret-i Mevlana’nın önüne de hassaten,
Hepsinden büyük bir mum getirip koydu hemen.
Lakin o buyurdu ki: (Sen bunu al da, yine.
Hepsinden daha küçük bir mum getir yerine.)
(Peki efendim) deyip, getirdi küçük mumu.
Oradaki âlimler gördüler bu durumu.
Fakat bir iki âlim vardı ki o mecliste,
Onun büyüklüğüne inanmazlardı hiç de.
Şöyle düşündüler ki onlar buna karşılık:
Onun bu hareketi, riyadır açık açık.
Mevlana, firasetle bu fikri anlayarak,
Bu şekilde düşünen âlimlere bakarak,
Buyurdu: (Hayır hayır, hiç de riya değildir.
Bu mum, sizinkilerden elbet daha iyidir.)
Sonra bir el sallayıp, söndürdü küçük mumu.
O mum ile birlikte söndüler bil-umumu.
Zifiri karanlığa gömüldü birden oda.
Telaşa kapıldılar âlimler bu arada.
Mevlana buyurdu ki: (Hiç merak etmeyiniz.
Mumlarınız söndüyse, tekrar yakabiliriz.)
Ve elini bir daha salladı o arada.
Küçük mumla birlikte, yandı büyük mumlar da.
Hazret-i Mevlana’nın Emir Ahmed isminde,
Bir talebesi vardı Diyarbakır şehrinde.
Henüz görmemişti ki Mevlana’yı o kişi,
Onun muhabbetiyle yanıyordu hep içi.
Bir çok menkıbesini zira o işiterek,
Mübarek cemalini görmekti gayesi tek.
Bunun için Konya’ya çok gitmek istiyordu.
Lakin anne babası müsade etmiyordu.
O, bir gece kılarak iki rekat bir namaz,
Bu hususta Rabbine eyledi dua, niyaz.
Bu arzu ve istekle yatıverdi öylece.
Hazret-i Mevlana’yı rüyada gördü gece.
Huzuruna koşarak, elini öptü hemen.
O da ona sarılıp, öptü iki gözünden.
Daha sonra eline alıp küçük bir makas,
Alnının üstündeki saçlardan kesti biraz.
Ve ona buyurdu ki: (Evladım, sen ilerde,
Âlim ve mütehassıs olursun Mesnevi’de.)
O sırada uyanıp, farketti ki o hemen,
Yastıkta saç ve makas duruyor hakikaten.
Anne ve babası da verdiler ona izin.
O, hemen çıktı yola Konya’ya varmak için.
Mevlana ilk olarak görünce bu kimseyi,
Buyurdu ki: (Evladım, çok oku Mesnevi’yi.)
(Peki efendim) deyip, o dahi çok geçmeden,
Çalışıp, Mesnevi’de âlim oldu gerçekten.
.
Niçin çok seviyorsun?
Mevlana zamanında vardı ki genç birisi,
Hazret-i Mevlana’ya pek çok idi sevgisi.
Herkesi bu veliye götürmek istiyordu.
Bu iş için hususi gayret sarfediyordu.
Bu gence dediler ki: (Bu halin nedir senin?
Nereden gelmektedir ona bu fazla sevgin?)
Dedi: Hacca giderken ben bir grup halk ile,
Öğleyin bir sahrada mola verdi kafile.
Ben biraz uyumuşum, uyanınca sonradan,
Baktım, beni unutup kafile gitmiş ordan.
Yapayalnız kalmıştım ben o ıssız sahrada.
Ve ne yapacağımı şaşırdım o arada.
Zira yol bilmiyordum, ne yöne gidecektim?
Rabbime sığınarak şöyle dua eyledim:
(Sevdiğin bir kulunu ya Rabbi gönder bana,
Ki, beni ulaştırsın kafilemin yanına.)
Bir de baktım bir çadır görünüyor ilerde.
Gittim ki helva yapar bir kimse de içerde.
Selam verip, derdimi anlatınca ben ona,
Dedi ki: (Hiç üzülme,şimdi gelir Mevlana.)
Hakikaten az sonra, baktım bir zat-ı şerif,
Sahra ortasındaki çadıra etti teşrif.
O helvadan yedi ve ikram etti bana da.
Ben de yiyip, derdimi anlattım o arada.
Buyurdu ki: (Üzülme, kapat aç gözlerini.
Bi-iznillah bulursun kafilenin yerini.)
(Peki) deyip, gözümü kapayıp açtım hemen.
O anda kafileme yetiştim hakikaten.
Mevlana’yı çok seven var idi ki bir tüccar,
İş için, İstanbul’a gitmeye verdi karar.
Hazret-i Mevlana’nın gelerek huzuruna,
Dedi ki: (Bu hususta emriniz var mı bana?)
Buyurdu ki: (Orada, falanca camiye git.
Bakınca, göreceksin orada genç bir abid.
Bizim tarafımızdan selam söyle o gence.)
Tüccar (Peki) diyerek, yola çıktı hemence.
İşlerini bitirip, hemen camiye vardı.
Hakikaten orada böyle bir abid vardı.
O abide dedi ki: (Konya’dan geliyorum.
Ve size, Mevlana’dan selam getiriyorum.)
Tüccar bunu abide söylediği esnada,
Baktı, onun yanında oturur Mevlana da.
Hayretten yere düşüp, baygın kaldı bir miktar.
Ayılınca gördü ki, sadece o abid var.
Abid dedi: (Efendim, siz varınca Konya’ya,
Benden selam söyleyin hazret-i Mevlana’ya.)
Tüccar gelip arz etti: (Avdet ettim şu vakit.
Size selam söyledi camideki genç abid.)
Lakin o, o selamı söylerken o arada,
Baktı ki, o abid de oturuyor orada.
Ve yine hayretinden bayılıp düştü tekrar.
Ayılınca gördü ki, sadece Mevlana var.
Buyurdu ki: (Evladım, hayatta oldukça ben,
Gördüğünü, kimseye hiç söyleme katiyen.)
Tüccar, o günden sonra, mevcut varsa her nesi,
Dağıtıp, Mevlana’nın oldu bir talebesi.
.
25 - AKŞEMSEDDİN (Rahmetullahi Aleyh
.
Bir rehber arıyordu
İstanbul’un Manevi fatihi olan bu zat,
Kerametler sahibi velidir hem de bizzat.
Muhammed bin Hamza’dır ismi haddi zatında.
Akşemseddin bilinir lakin halk arasında.
Riyazet sebebiyle yüz renginin solması,
Saç ve sakallarının bu yüzden ağarması,
Ve beyaz elbiseler giydiğinden, nihayet,
Akşemseddin dendiği edilmiştir rivayet.
Yıl binüçyüzdoksan'da, Şam da doğmuşken bu zat,
Yetmiş yaşında dahi, Göynük’te etti vefat.
Daha küçük yaşında, ezberledi Kur’anı.
İlim öğrenmek için, arardı her imkanı.
Yedi yaşında iken, Şam’dan hicret ettiler.
Amasya'nın Kavak nam kazasına geldiler.
Bundan bir süre sonra, babası vefat etti.
O da, ilim sahibi evliyadan zat idi.
O zamanlar Kavak’a, bir kurt oldu musallat.
Ne vakit o beldede etseydi biri vefat,
Hemen onun kabrini, gece gelip açardı.
O ölüyü, mezardan çıkarıp parçalardı.
Aynı kurt, bu zatı da istedi parçalamak.
Mübarek mezarını açmış idi ki, ancak,
O, elini uzatıp, o kurdun boğazını,
Sıkınca, kurt oraya serilip, çıktı canı.
Ertesi gün insanlar, kabrini ziyarete,
Gelince, bunu görüp düştüler bir hayrete.
Zira bir kurt ölüsü var idi, iri yarı.
Şeyh Hamza’nın eli de, çıkmış idi dışarı.
Bu garip manzarayı görür görmez insanlar,
Şeyh Hamza da, elini içeri çekti tekrar.
İşte bu Mübareğin oğluydu Akşemseddin.
Ve ilme başlamıştı genç iken yaşı hemin.
Zeki, kabiliyetli bir kişi olduğundan,
Daha üst seviyeye çıktı akranlarından.
O, ilim tahsilini tamamladıktan sonra,
Osmancık’ta yerleşip, ders verdi insanlara.
Çalışıp, her bir ilmi öğrenmiştir fen ve din.
Tıp üzerinde dahi, bilgisi vardı derin.
Zahiri ilimleri öğrendiyse de iyi,
Batıni ilimde de isterdi yükselmeyi.
Tasavvufta yetişmiş bir rehber arıyordu.
Yanında hizmet edip, yükselmek istiyordu.
Onun bu çok arzu ve isteğini bilenler,
Hacı Bayram Veli’yi ona haber verdiler.
Dediler: (Ankara’da, Hacı Bayram-ı Veli,
Adında biri var ki, büyük âlim ve veli.
Tam senin aradığın bir rehberdir ki o zat,
Sen, onun sohbetinde bulursun çok menfaat.)
.
Zincir ile çekildi
Hacı Bayram Veli’yi tavsiye edince halk,
Onun kim olduğunu eyledi hayli merak.
Ankara beldesine yollandı o saatta.
Lakin aradığını bulamadı o zatta.
Fakat o, aldanmıştı görünüşe bakarak.
Başka rehber aradı, oradan ayrılarak.
Halep’te bir evliya var diye duydu o an.
O zatı görmek için, Halep’e oldu revan.
Velakin o veliyi görmeden bir gün önce,
Halep’te, Akşemseddin rüya gördü bir gece.
Baktı, nurdan bir zincir geçirilmiş boynuna.
Zorla, Hacı Bayram’ın çekiliyor yanına.
Zincirin ucu dahi, elindeydi o zatın.
Çekilip bırakıldı eşiğine dergahın.
Akşemseddin görünce bu manalı rüyayı,
Anladı Ankara’da yaptığı o hatayı.
Hacı Bayram Veli’nin aşkı ile yanarak,
Geldi onu görmeye, Halep’ten ayrılarak.
O zaman Hacı Bayram, cümle talebesiyle,
Tarlaya gitmiş idi çalışmak gayesiyle.
Öğrenip, o da hemen tarlaya gitti, fakat,
O veli, kendisine etmedi hiç iltifat.
O hiç göstermeyince bir ilgi kendisine,
Talebeleri dahi, bakmadılar yüzüne.
Lakin o, çalışmaya başladı onlar gibi.
Yine de o veliden göremedi bir ilgi.
Az sonra, yemek vakti geldi ise de, fakat,
Onu, sofrasına da almadı o veli zat.
Taksim etti yemeği mevcut talebelere.
Arta kalanı ise, gönderdi köpeklere.
Onlar yemek yemeye başlamışlardı artık,
O ise, bir kenarda kalmıştı, kalbi kırık.
Hatasını çok iyi anlayan Akşemseddin,
O an kendi kendine söylendi ki: (Ey nefsim!
Gerçi bu gün, bir miktar gördünse de hakaret,
Yine bu kapıdadır senin için saadet.
Sen ki beğenmemiştin Hakk’ın bu velisini,
İşte ceza olarak böyle yaparlar seni.
Ey nefsim, hiç kendini müdafa etme sakın.
Sen artık köpeklerle yemeye müstehaksın.)
Köpeklerin kabına uzanmıştı ki eli,
Şefkatle baktı ona Hacı Bayram-ı Veli.
Buyurdu ki: (Ey köse, tez girdin kalbimize.
Gel, yanıma otur da, şeref ver haydi bize.)
Gelince, ona bakıp buyurdu: (Bir misafir,
Zincir ile gelirse, böyle kabul edilir.)
Sonra ona etti ki bir tasarruf ve himmet,
Başkaları dururken, ona verdi icazet.
.
Sen onu göremezsin
Osmanlı padişahı sultan İkinci Murad,
Hacı Bayram Veli’ye ederdi çok iltifat.
Ve devlet işlerinden fırsat buldukça yine,
Giderdi bu velinin sık sık ziyaretine.
Yine bir defasında ziyarete gitmişti.
Şehzade Mehmed’i de yanında getirmişti.
Feyz-ü bereketinden bereketlensin diye,
Onu, dört yaşındayken götürdü o veliye.
Her islam padişahı gibi Sultan Murad Han,
İstanbul’u fethetmek arzusundaydı her an.
O sohbet esnasında, arz etti ki: (Efendim!
İstanbul’u fethetmek, tek emelimdir benim.
Bu diyarı, islamın nuruyla aydınlatmak,
Çan sesleri yerine, ezan sesleri duymak,
Benim için, en büyük bir ideal ve gaye.
Bize nasib olur mu feth-i Kostantiniye?)
Hacı Bayram-ı Veli buyurdu: (Ey Padişah!
Ömr-ü devletinizi payidar etsin Allah.
Ve mübarek eylesin bu halis niyetini.
Sen ve ben, göremeyiz İstanbul’un fethini.)
Bir köşede oynayan Şehzade Mehmed ile,
Molla Akşemseddin’i göstererek eliyle,
Dedi ki: (İstanbul’un fethi olur müyesser.
Onu, şu çocuk ile, bizim köse görürler.)
Sultan Murad, söyleyip o gün Akşemseddin’e,
İlk hoca yaptı onu Şehzade Mehmed’ine.
Ve o devrin en meşhur uleması, velisi,
Şehzade Mehmed için ders verdiler hususi.
Tarih ve coğrafyaya gösterdi özel gayret.
Geçmiş hükümdarlardan aldı çok ders ve ibret.
Hem kudretli askerdi, hem kültürlü bir insan.
Ondokuz yaşındaydı tahta çıktığı zaman.
Gönlünde tek şey vardı bu büyük Padişahın.
(İstanbul’u almak)tı yardımıyla Allah’ın.
Hep bunu düşünürdü gece gündüz ve her an.
Bunun hesaplarını yapıyordu durmadan.
Elinde kağıt kalem ve Bizans haritası.
Çağırdı vezirini, bir gün gece yarısı.
Çandarlı Halil Paşa, vezirdi o zamanlar,
Gün görmüş bir kişiydi tecrübeli ihtiyar.
Gece vakti, alınca Sultan’ın bu emrini,
İlk anda anlamadı sebep ve hikmetini.
Huzura gider iken, düşündü ki şunu hep:
Ne kusur ve kabahat işledim ki ben acep?
Yaşlı vezir, korkuyla huzura girdiğinde,
Gördü ki genç Padişah, kağıt kalem elinde.
Buyurdu: (Çağırdım ki gece seni ansızın,
Müşavere edelim, fethi için Bizans’ın.)
.
Ya şehadet, ya zafer!
Tarihler gösterirken mayıs yirmidokuzu,
Başladı çok şiddetli bir fetih taarruzu.
Zira genç Padişahın hocası Akşemseddin,
Bu tarihi vermişti hücuma geçmek için.
O gün sabah namazı kılındı cemaatle.
Teftiş etti Padişah ordusunu süratle.
Sonra verdi bir emir, hücuma geçti erler.
Yalnız tek arzu ile çarpıyordu yürekler.
O da, Resulullahın, dokuzyüz sene önce,
Verdiği o müjdeye kavuşmaktı sadece.
Resulullah, bu fethi bize müjdeliyordu.
Zira bir hadisinde şöyle buyuruyordu:
(Elbet Kostantiniye fetholunur bir zaman.
O, ne iyi erlerdir, o, ne iyi kumandan.)
Genç Padişah, orduya verince (Hücum!) emri,
Gaziler, arslan gibi atıldılar ileri.
Koşuyordu herbiri, bin aşk ve bin şevk ile.
Ki, kavuşsun Resulün verdiği o müjdeye.
Âlim ve evliyadan kim varsa o gün şayet,
İstişare kastiyle yanına etti davet.
Akşemseddin ve diğer âlimler de, anında,
Bu ünlü Padişahın yer aldılar yanında.
Gaziler, yalın kılıç atıldılar ileri.
Tekbir sedalarıyla inlettiler gökleri.
Gemiler, karalardan indirildi peş peşe.
Ve balyemez topları başladılar ateşe.
Gürledi genç Padişah: (Haydi, göreyim sizi!
Ya Bizans’ı alırız, ya Bizans alır bizi!)
Gazilerin gönlünde, tek arzu vardı o gün:
(Bizans Türk’ün olacak, müjdesi var Resulün.)
Dillerde tekbir sesi, coşmuştu bütün erler.
Hep aynı gaye ile çarpıyordu yürekler.
O da, büyük müjdeye kavuşmaktı tez vakit.
(Ya İstanbul, ya Cennet) diyordu her mücahit.
Balyemez toplarının her bir gürlemesiyle,
Yer yerinden oynardı (Allah! Allah!) sesiyle.
Yerinde duramazdı Padişah heyecandan.
İsterdi nasib olsun bu fetih geç kalmadan.
Velakin köhne Bizans, bir türlü düşmüyordu.
Bu yüzden genç Padişah, endişeleniyordu.
Gidip Akşemseddin’e arz etti ki: (Efendim!
Bana, okumak için bir dua edin talim.)
Buyurdu ki: (Sultanım, deyin ya Fakih Ahmet!
Onun hürmeti için isteyin yardım, medet.
Sevdiği kullarıdır Allah’ın o büyükler.
Onların himmetiyle hafifler ağır yükler.
Çoktur o büyüklerin savaşlarda hizmeti.
Zira dağı devirir, evliyanın himmeti.)
.
Gemiler kanadan yürüdü
Yıl bindörtyüz elliüç, mevsim bahar, ay Nisan.
Geldi Bizans önüne, genç Padişah Mehmed Han.
İstanbul önlerinde kurdu karargahını.
Ümit ve iştiyakla sürüyordu atını.
Muhteşem ordusuyla bu fethe çıktığında,
Âlimler ordusu da yer almıştı yanında.
Hocası Akşemseddin ve Molla Gürani’ler.
Molla Fenari gibi en mutena âlimler.
Talebeleri ile gelirlerdi bu fethe.
Cesaret verirlerdi Fatih Sultan Mehmed’e.
Töremiz mucibince, genç Padişah, evvela,
İslamı tebliğ etti harpten önce küffara.
Velakin red cevabı alınca kâfirlerden,
Şehri muhasaraya başladı sonra hemen.
Daha sonra Padişah, paşalardan birini,
Hocasına gönderip, yaptı şu tembihini.
Dedi: (Sor ki hocama, bizim midir bu zafer?
Bu düşmana karşı biz, olur muyuz muzaffer?)
Hocası Akşemseddin, buyurdu ki: (Bu denli,
Ümmet-i Muhammed’den er, kumandan ve veli,
Bir kâfir kal'asına olur da müteveccih,
Hak teâlâ, müyesser etmez mi bize fetih?)
Bu cevabı, Sultana ulaştırdılar, fakat,
Bununla yetinmeyip, istedi tam sarahat.
Paşayı, hocasına gönderdi yine hemen.
Dedi: (Fethin vaktini bildirsin bana lütfen.)
O zaman Akşemseddin daldı murakabaya.
Kırık kalple yalvardı, Allahü teâlâya.
O haliyle, bir miktar tefekkürde kalarak,
Sonra, murakabadan başını kaldırarak,
Buyurdu ki: (Gelince, Mayıs yirmidokuza,
Geçilsin seher vakti, şu yerden taarruza.
Allah’ın yardımıyla fetholur Bizans o gün.
Ve ezan sesleriyle, şehir dolar topyekün.)
Fethin tarihini de öğrenince genç Sultan,
Hücum hazırlığına devam etti durmadan.
Velakin Bizanslılar zincir çekip Haliç’e,
Mania koymuşlardı araya kuvvetlice.
Genç Padişah öğrenip, Haliçin bu halini,
Bunun dahi, bir anda bulmuştu çaresini.
Gemileri, karadan, kızaklarda bir gece,
Kaydırarak yürütüp, indirmişti Haliç’e.
Başarılması ile bu fevkalade işin,
Bir mani kalmamıştı hücuma geçmek için.
Bir buçuk aydan beri kuşatma sürüyordu.
Mayıs yirmiyediyi tarih gösteriyordu.
O gece, bütün ordu el açıp etti dua.
Bu (Feth-i mübin) için yalvardılar Allah’a.
Padişah, çadırında, kendi de bizzat yine,
Gözyaşları dökerek dua eti Rabbine
.
Fetih müyesser oldu
Harp, bütün şiddetiyle devam etti hep o gün.
Gaziler, bin şevk ile saldırırdı topyekün.
Sabırsızlanıyordu genç Padişah begayet.
Biriyle, üstadını yanına etti davet.
Halbuki Akşemseddin çadıra girip o an,
Kapısını, sıkıca kapamıştı arkadan.
Ve tembih etmişti ki nöbetçi olanlara:
(Yanıma hiç kimseyi sokmayınız bu ara.)
Onu çağırmak için giden vazifeliler,
(Çadır kapalı) diye, gelip haber verdiler.
O zaman genç Padişah, kendisi gitti bizzat.
Çadır, sıkı sıkıya kapalıydı hakikat.
Hançerini çıkarıp, çadırdan kesti biraz.
Baktı ki, Akşemseddin ediyor dua, niyaz.
Toprağın üzerinde ve secdeye kapanmış.
Başındaki sarığı, yerlere yuvarlanmış.
Ak saçı ve sakalı, bulanmış toz toprağa.
Kendinden geçmiş halde yalvarıyor Allah’a.
Bu feth-i mübin için hep dua ediyordu.
Gözlerinden, sel gibi göz yaşı iniyordu.
Secdeye kapandığı topraklar, göz yaşıyle,
Bir sofra yeri kadar ıslanmıştı haliyle.
Akan göz yaşlarıyle ıslanmışken o toprak,
Şöyle dua ederdi Allah’a yalvararak:
(Ya Rabbi, bu zamanın kutb’u hangi veli’yse,
Onu, bu günümüzde imdada gönder bize.)
Padişah, bu duayı işitti dışardan.
(Âmin!) deyip, nur yüzü ıslandı göz yaşından.
Ulubatlı Hasan da, burçlara tırmanarak,
Çıktı yüksek bir yere, pek çok yara alarak.
Osmanlı sancağını, dikti kale burcuna.
Lakin ok yağıyordu mübarek vücuduna.
Burçların üzerinde dalgalanırken bayrak,
Vasıl oldu Cennete, o da şehid olarak.
Açılan gediklerden, girdi şanlı mücahit.
Fetih gerçekleşmişti, ikindiydi tam vakit.
Yirmibir yaşındaki genç Padişah, atıyla,
Girdi surdan içeri şerefiyle, şanıyla.
Hocası Akşemseddin o anda yanındaydı.
İkisi beraberce şehre giriyorlardı.
Herkes Akşemseddin’i padişah zannederek,
İltifat ederlerdi ona çiçek vererek.
O da, Sultan Mehmed’i işaret ediyordu.
(Padişah ben değilim, işte odur!) diyordu.
Talebe, hocasını eyleyerek işaret,
Derdi ki: (Ben isem de padişah Sultan Mehmed,
Siz ona gidiniz ki, hocamdır benim o zat.
Ve bu şehrin manevi fatihi odur bizzat.)
.
Osmanlı zulüm yapmaz
Vakta ki İstanbul'un fethi oldu müyesser.
Akın akın şehire girdi bütün gaziler.
Bizanslılar, korku ve tereddütte kalarak,
Hepsi, Ayasofya’ya girdiler toplanarak.
Patrik dahi, oraya sığınıp hem o zaman,
Kapattırdı kapıyı sıkıca arkasından.
Lakin Türk askerleri, alarak bunu haber,
Geldiler hep oraya Padişahla beraber.
Kapıyı açtırarak, girdiler içeriye.
Kapıldı Bizans halkı korku ve endişeye.
Lakin o halde bile, genç fatih Sultan Mehmed,
Bizans ahalisine gösterdi çok merhamet.
Patrik ise, kapılıp öldürülür zannına,
Korkusundan, kapandı Sultanın ayağına.
Velakin genç Padişah, kaldırıp yerden onu,
Teselli eyleyerek giderdi korkusunu.
Yani ona seslenip, dedi: (Yerden kalkınız!
Teminat altındadır badema hayatınız.
Hep hür ve serbestsiniz şu andan itibaren.
Katiyen korkmayınız gazab-ı şahanemden.)
Fatih Sultan Mehmed Han, emretti: (Aman sakın!
Eman dileyenlere asla el kaldırmayın.
Sorup araştırınız fakir fukaraları,
Ekmek ve aş vererek, doyurunuz onları.)
Sultanın emirleri icra oldu o saat.
Ve anında sağlandı şehirde huzur, rahat.
Serbest bırakıldılar, herkes kendi dininde.
Halk rahata kavuştu, Osmanlı sayesinde.
Vakta ki İstanbul’u fetheyledi Mehmed Han,
Hocası Akşemseddin kayboldu ortalıktan.
Pek çok arattıysa da, bulamadı yine de.
Ve buldu üç gün sonra, onu tenha bir evde.
Bu ev, Edirnekapı yakınında bir evdi.
Orada, tek başına hep ibadet ederdi.
O bölgeye, bu zatın adına izafeten,
(Akşemseddin) denildi, o günden itibaren.
Sonra Okmeydanı’nda, emri ile Fatih’in,
Bir de zafer alayı yapıldı ertesi gün.
Üstadı Akşemseddin, teşrif edip bu yere,
Çok güzel bir konuşma yaptı bütün erlere.
Buyurdu: (Ey gaziler, biliniz ki muhakkak,
Nasib etti bu fethi sizlere cenab-ı Hak.
Bu babta Resulullah şöyle buyurmuşlardır:
O, ne iyi asker ve ne iyi kumandandır.
Sizler nail oldunuz bu çok büyük nimete.
Şükr için, devam edin Sultana itaate.)
Sonra, Sultan Mehmed’e buyurdu ki o zaman:
(İftihar etmektedir sizinle al-i Osman.)
.
Sana yardıma geldim
Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin,
Secdede, şu şekilde yalvardı fetih için:
(Ya Rabbi, bu zamanın kutb'u hangi veli’yse,
Onu, bu günümüzde yardıma gönder bize.)
O anda, Semerkant’ta, Ubeydullah-ı Ahrar,
Zamanın kutbu idi, oldu bundan haberdar.
Perşembe günü olup, öğleden sonra idi.
Buyurdu ki: (Atımı getirin bana haydi!)
Getirdiler, kalktı ve bindi beyaz atına.
Semerkant'tan, süratle gitti gün batısına.
Talebeden bazısı, onu takib ettiler.
Gelmelerine, önce, bir şey söylemediler.
Velakin Semerkant'ın gelince bir yerine,
Müsade buyurmadı daha gelmelerine.
Onlara, (Siz burada kalınız!) buyurarak,
Kendi sürdü atını, çok süratli olarak.
Akşam vakti, oradan, dönünce tekrar geri.
Nereye gittiğini sordu talebeleri.
Buyurdu: (Türk sultanı, padişah Muhammed Han,
Küffar ile çok büyük savaşta olduğundan,
Benden yardım istedi, ona gittim hız ile.
Zafer müyesser oldu Allah’ın izni ile.)
Bu büyük evliyanın evladı, Abdülhadi,
Diyor ki: (İstanbul’a gittiğimde ben dahi,
Sultan Muhammed Han’ın oğlu Sultan Bayezid,
Osmanlı devletinde Padişahtı o vakit.
O, devlethanesine çağırıp bir gün beni,
Sual etti babamın şekl-i şemailini.
Ben tarif ettikçe de, o tasdik ediyordu.
Ve (Onun beyaz atı var mıydı?) diye sordu.
Cevaben (Evet) dedim, (Vardı beyaz bir atı.)
Bayezid Han o zaman, bana şöyle anlattı:
Babam Muhammed Han'dan şöyle işittim ki ben:
Dedi ki: İstanbul’un fethinde savaşırken,
En şiddetli anında, hocamla dua ettik.
O zamanın kutb'undan yardım talep eyledik.
O anda çok nurani bir zat geldi yanıma.
Buyurdu ki: (Hiç korkma, geldim sana yardıma.)
Beyaz bir at üstünde gelmiş idi mübarek.
Düşündüm ki: O kutub, bu kişi olsa gerek.
Dedim ki: (Ey efendim, korkmuyorum ben asla.
Lakin düşman askeri, sayıca hayli fazla.)
Ben böyle söyleyince: (Şuraya bak!) buyurdu.
Baktım, ordu önünde bir ordu duruyordu.
Hepsi yeşil sarıklı, beyaz elbiseliydi.
Bir veliler ordusu oldukları belliydi.
Bu orduyu gösterip, buyurdular ki bana:
(İşte bu ordu ile geldim sana yardıma.
Şimdi sen, şu tepenin üzerine çıkarak,
Orduna hücum emri ver kösüne vurarak.)
Ben dahi (Hücum) emri verir vermez orduma,
O da, o ordu ile geçti hemen hücuma.
Hezimete uğradı kuvveti kâfirlerin.
Gerçekleşti böylece nihayet fethi mübin.
.
Niçin seviniyormuş?
Gelince Sultan Mehmed İstanbul’un fethine,
Sordu fethin vaktini, önce Akşemseddin’e.
O dahi buyurdu ki: (Mayıs yirmidokuzu,
Olunca, şu mahalden başlatın taarruzu.)
Hakikaten aynı gün, vakit tam ikindiye,
Gelince, gerçekleşti feth-i Kostantiniye.
Fatih Sultan Mehmed Han, fetihten sonra bir gün,
Gitti ziyaretine bu İslam büyüğünün.
Hocası olurdu ki bu veli onun, fakat,
Girince, kendisine hiç etmedi iltifat.
Halbuki İstanbul’un fethinden daha önce,
Hep ayağa kalkardı Padişahı görünce.
Genç Padişah, bu halden üzüntü duydu fakat.
Düşündü: Niçin bana etmedi hiç iltifat?
Demek ki, ona karşı ettim bir hata, kusur.
O gün bunu düşünüp, oldu gayet bi-huzur.
Sonra, sevdiklerinden birine anlatarak,
Dedi: (Bunun hikmeti nedir ki, ettim merak.)
O da, Akşemseddin’e arz edip vaziyeti,
Ondan sual etti ki: (Nedir bunun hikmeti?)
O dahi buyurdu ki: (Bu gün, elhamdülillah!
Ona, feth-i mübin’i müyesser kıldı Allah.
Eski padişahlara olmayan işbu devlet,
Ona nasib olmuştur, bu, çok büyük bir nimet.
İşte bu sebep ile, kendisinde muhtemel,
Olacak bir gurura, böylece oldum engel.
Onu terbiye için yaptım bu hareketi.
İlgi göstermememin budur asıl hikmeti.)
O Cihan Sultanı'na ulaşınca bu haber,
Sevinç alametleri zahir oldu bu sefer.
Öyle çok sevindi ki ve hatta genç hükümdar,
Öyle sevinmemişti bir şeye hiç bu kadar.
Dedi ki: (Beni böyle sevinçli görünce siz,
Fethe sevindiğimi sakın zannetmeyiniz.
Lakin asıl sebebi şudur ki sevincimin,
Bizim zamanımızda gelmiştir Akşemseddin.)
Genç cihan Padişahı, fetihten sonra yine,
Gitmişti hocasının bir gün ziyaretine.
Dedi ki: (Fetih günü, zatınıza gelmiştim.
Bir dua öğretin de, okuyayım demiştim.
Siz de, (Ya Fakih Ahmed!) de buyurmuş idiniz.
Kimdir bu Fakih Ahmed, niçin böyle dediniz?)
Buyurdu ki: (O kişi evliyadan biriydi.
Zafer için, onun da himmeti gerekliydi.
Böyle büyük bir işte, muvaffak olmak için,
Manevi yardımı da lazımdı o kişinin.)
Halbuki (Fakih Ahmed) dediği, kendisiydi.
Şöhretten kaçmak için, böyle söylemiş id
.
Sana sultanlık yakışır
Feth-i mübin’den sonra, Fatih Sultan Mehmed Han,
Ziyarete gitmişti, hocasını bir zaman.
O sohbet esnasında, dedi ki hocasına:
(Fethettik İstanbul’u, büyük yardımınızla.
Şu anda, sizden artık şudur ki bir tek ricam:
Beni, talebeliğe kabul edin ey hocam!)
Akşemseddin, cevaben buyurdu ki: (Ey Sultan!
Eğer sen, bu manevi lezzeti tatmış olsan,
Bu devlet işlerini aksatırsın elbette.
İslama hizmet işi yapılmaz bu devlette.
Halkın, huzur içinde yaşamaları için,
Bu devletin başında kalmanız lazım sizin.
Ve yine şu hususu arz edeyim ki, artık,
Yürümez bir arada dervişlikle sultanlık.
Seni talebeliğe kabul edersem şu an,
Halkımızın durumu, olabilir perişan.)
Bu kabil özürlerle, reddetti teklifini.
Padişah da dinleyip, makul gördü hepsini.
Bir gün Akşemseddin’e, biri, ikram olarak,
Evde pilav pişirip, göndermişti bir tabak.
Lakin el uzatmadı yemeğe Akşemseddin.
Ev halkı dediler ki: (Buyurun, haydi yiyin!)
Buyurdu ki: (Bu pilav, değildir bize nasip.
Başkasının rızkını, yemek olmaz münasip.)
O sırada bir fakir, geldi kapılarına.
Dedi ki: (Allah için yiyecek verin bana.)
Hazret-i Akşemseddin, buldukça zaman, fırsat,
Gençlik senelerinde, ediyordu seyahat.
Nerede akşam olsa, yatardı o mahalde.
Göynük’e düşmüş idi yolu bir seyahatte.
O beldede, (Göl özü) diye bir yer vardı ki,
Çimenlik, su kenarı, Cennet gibiydi sanki.
Orada, bir geceyi geçirdi ibadetle.
Gönlü, bu güzel yere meyl etmişti gayetle.
Ayrılıp, otuz sene geçmişti ki aradan,
Göynük’e yerleşmeye gelmiş idi tekrardan.
O günlerde, yanına gelerek zengin biri,
Hediye etti ona, beğendiği o yeri.
Tebessüm etti biraz, o zaman Akşemseddin.
Ne için güldüğünü sual etti o zengin.
Buyurdu ki: (Otuz yıl önce ben, bu beldeye,
Gelmiş ve gönlüm o gün, meyl etmişti bu yere.
Gönlümdeki o arzu, geçse de tam otuz yıl,
Yine de gerçekleşti, gülerim buna asıl.)
.
O kabir şurasıdır
Fatih Sultan Mehmed Han, fetihten sonra bir gün,
Ziyaretine gitti bu İslam büyüğünün
O sohbet esnasında, arz etti ki: (Ey hocam!
Sahabe-i kiramın büyüklerinden olan,
Ve mihmandar-ı Resul, Eba Eyüb Ensari,
İstanbul surlarına yakınmış nurlu kabri.
Tarih kitaplarında okumuştum bunu ben.
Yerinin tesbitini istiyorum hususen.)
Buyurdu: (Şu karşıki tepenin eteğinde,
Devamlı nur görürüm, olmalı o mevkide.)
Ve hemen Padişahla, büyük veli kalktılar.
O nur inen bölgeye, beraberce vardılar.
O yerde büyükçe bir çınar ağacı vardı.
Akşemseddin, çınardan iki tek dal kopardı.
Dikti kendi eliyle, bir yere birisini.
Az ilerisine de, dikti ötekisini.
Buyurdu: (Bu iki dal arasındaki mahal,
Mihmandar-ı Resulün kabridir bir ihtimal.)
Daha sonra ayrılıp, gittiler yerlerine.
Ertesi gün, oraya geleceklerdi yine.
Padişah, bu tesbite inanmış idi gerçi.
Lakin istiyordu ki, tam rahat etsin içi.
Silahtar ağasına emretti ki: (Gidiniz!
O dalların yerini, gece değiştiriniz.)
(Baş üstüne!) diyerek, gece gitti o yere.
Dalları, yirmi adım çekiverdi güneye.
Ertesi gün, Padişah ve yanında hocası,
Geldiler o mahale, hem silahtar ağası.
Velakin gelir gelmez oraya büyük veli,
Buyurdu ki: (Değişmiş dalların dünki yeri.
Yirmi adım öteye dikmiştik dalları dün.
Bura değil, oradır mezarı o büyüğün.)
Padişah arz etti ki: (İnanıyorum, evet.
Velakin istiyorum bir tek daha alamet.)
Buyurdu ki: (Bu yeri kazınca iki arşın,
Mübarek mezar taşı, çıkacaktır o zatın.)
Emir verdi Padişah, kazdılar hemen o gün.
Göründü mezar taşı Mihmandar-ı Resulün.
Hem dahi üzerinde bir yazı duruyordu.
(Bu yer, Halid bin Zeyd’in kabridir) yazıyordu.
Bunu dahi görünce Fatih Sultan Mehmed Han,
Hayretinden, vücudu titredi kısa bir an.
Dedi ki: (Sevinmiştim İstanbul’un fethine,
Lakin ondan daha çok sevinç var bende yine.
O da, benim devrimde, böyle keşif sahibi,
Bir veli olmasıdır çok şükür hocam gibi.)
Öyle çok sevindi ve memnun oldu ki buna,
Kabr-i şerif üstüne, bir türbe etti bina.
.
Namazımı o kıldırsın
Hacı Bayram-ı Veli, ehl-i hal bir kişiydi.
Akşemseddin Efendi, onun talebesiydi.
Vefatı yaklaşınca Hacı Bayram Veli’nin,
Buyurdu: (Cenazemi yıkasın Akşemseddin.
Ve yine o kıldırsın cenaze namazımı.
Ona iletirsiniz benim bu niyazımı.)
O, bunları söyleyip, az sonra etti vefat.
O vakit Akşemseddin orada yoktu fakat.
Kimse de bilmiyordu nerede olduğunu.
Lakin bulmak lazımdı nerdeyse derhal onu.
Zira açık olarak yapılmıştı vasiyet.
Herkes bir şey diyordu, karıştı hal vaziyet.
Üzüntüsü son hadde gelmiş iken herkesin,
Birden işitildi ki: (Geliyor Akşemseddin!)
Ne yapacaklarını şaşırmışken cümle halk,
Bu haber üzerine, sevince oldular gark.
İstikbal eylediler koşarak kendisini.
Ve hemen bildirdiler bu vasiyet emrini.
O dahi, buyurulan vasiyet üzerine,
Başladı üstadının en son hizmetlerine.
Ve kendi elleriyle defnedip kabre onu,
Sordu, kime ne kadar borcunun olduğunu.
(Doksanbin akçe) idi, borçları mürşidinin.
Onu da, almış idi kullara hizmet için.
Aldı kendi üstüne otuzbin akçesini.
Yakınları aldılar, kalan bakiyesini.
Akşemseddin Efendi, o otuz bin akçenin,
Yirmidokuzbin'ini ödedi hemen peşin.
Bin akçe kaldı yalnız, o gün onu verince.
Onu da, alacaklı istiyordu hemence.
Bir iki gün müsade istedi o kimseden.
Lakin izin vermeyip, istedi yine hemen.
Hatta sert bir lisanla sıkıştırınca gayet,
Üzülüp, o kimseyi içeri etti davet.
Hanesinin önünde vardı küçük bir bahçe.
Buyurdu: (Şu bahçeye gir de topla bin akçe.)
O kimse, girdiğinde o bahçeden içeri,
Gördü hayret içinde binlerle akçeleri.
Zira her bir ağacın ve her ot ve nebatın,
Yaprağı üzerinde, duruyordu bir altın.
Başladı toplamaya onları yerlerinden.
Aldıkça, başka altın konulurdu yeniden.
Utandı, mahcub oldu, vazgeçti bin akçeden.
Şaşkın bir vaziyette çıkıverdi bahçeden.
Gelip dedi: (Efendim, çok özür diliyorum.
Kalan alacağımı artık istemiyorum.)
Lakin kabul etmeyip, buyurdu ki: (Ey kimse!
Gir de al o bahçeden, alacağın ne ise.)
.
Sabır ve tevekkül
Akşemseddin Efendi, âlim ve veli bir zat.
Çeşitli mevzularda kitaplar yazdı bizzat.
(Risalet-in nuriyye) isimli eserinde,
Şöyle buyurmaktadır sabretmek üzerinde.
(Kim halkın cefasına ederse iyi sabır,
Allah, böyle kimsenin kalbini nurlandırır.
Kulun kalbinde olan o iman nuru yani,
Sabır ve tevekkülle, olur daha vicdani.
Kur’an-ı kerim’de de, bu, beyan olunarak,
Meth-ü sena ediyor Eshabı cenab-ı Hak.
Onlar, Hak teâlâya çok yakın kimselerdi.
Allah’ı görür gibi ibadet ederlerdi.
Ve yine bu seçilmiş kulları, Hak teâlâ,
Çeşitli mihnetlere kılsa dahi mübtela,
Onlar, bu hallerinden, hiç etmeyip şikayet,
Bilakis alırlardı onlardan tad ve lezzet.
Zaten kulun kıymeti, Hak teâlâ indinde,
Sabırla anlaşılır, bir bela geldiğinde.
O, tevekkül edip de, gösterdikçe hem sabır,
İyilikleri artar ve manen olgunlaşır.
Onun kalp aynasında olan bütün kir ve pas,
Temizlenip, kazanır kâmil iman ve ihlas.
Eyüp aleyhisselam, hastalık illetine,
Sabredip, nail oldu Rabbimizin methine.
Hasta yattı yedi yıl, yedi gün, yedi saat.
Hiç şikayet etmeyip, gösterdi sabır, sebat.
Katiyen etmeyince bir gün bile ah-u vah,
(O, ne güzel kul!) diye, methetti onu Allah.
Veli de, insanlardan gelen sıkıntılara,
Katlanarak sarılır, tevekküle ve sabra.
Ne kadar çok kötülük görse de insanlardan,
Sabredip, yine yapar hep iyilik ve ihsan.
Toprağa atılsa da, kötü, pis, fena şeyler,
Yine de çıkar ondan, hoş kokulu çiçekler.
Hak teâlâ, Kur’anda, Ankebut suresinde,
Mealen buyurur ki ikinci âyetinde:
(İnsanlar sanır mı ki, edince yalnız iman,
Öyle bırakılıp da, edilmezler imtihan?)
Yani Allah, kullara, bazı sıkıntıları,
Gönderip, imtihana tâbi tutar onları.
Velakin Sevgili'den gelen bu sıkıntılar,
İle, Hak dostlarının sevgisi daha artar.
Ne kadar çok gelirse onlara dert, musibet,
O kadar çok sevinip, alırlar fazla lezzet.
Nitekim saf altın’ı elde etmek için de,
Bırakırlar cevheri, kızgın ateş içinde.
Ne kadar çok olursa ateşin harareti,
Altın da, o nisbette saf olur elbetteki.
.
26 - EMİR SULTAN (Rahmetullahi Aleyh
.
.
Evlad-ı Resuldendir
Muhammed bin Ali’dir asıl ismi bu zatın.
Kerim evladındandır Server-i kainatın.
Zahiri ilimlerin hepsine oldu vakıf.
Manevi ilimde de, oldu bir mutasavvıf.
Binüçyüz altmışsekiz yılında doğdu bu zat,
Ve bindörtyüz otuzda, Bursa’da etti vefat.
Buhara’da doğdu ve orada gördü tahsil.
Mekke ve Medine’de ilmini etti tekmil.
Seyyid olup, Buhara şehrinde doğduğundan,
(Emir Buhari) diye bahsedilir hep ondan.
Seyyid Ali isminde bir zattı pederi de.
Herkese yardımıyle meşhurdu o devirde.
Kur’an okumak ile geçerdi vakitleri.
İnsanlara hizmette, gitmişti pek ileri.
Küçük kulübesinde, hanımı ile bu zat,
Yaşarlardı ikisi, mütevazı bir hayat.
Her gün ormana gidip, keserek odunları,
Taşıyıp, fakirlere dağıtırdı onları.
Getirdi bir gün yine, ormandan bir yük odun.
Terleri, sakalından yerlere aktı onun.
Hediye etmek için onları halisane,
Köyün fakirlerini dolaştı hane hane.
Sırtında küfesiyle gezdi de akşama dek.
Lakin alan olmadı, onlardan hem de bir tek.
Derlerdi: (Odunumuz var bizim bu gecelik.
Daha fakir olana, bu işte ver öncelik.)
Odunları verecek bulamayınca kimse,
Duygulandırdı onu o günkü bu hadise.
Yorgunluktan oturdu, bir ağacın altına.
Ve şöyle düşünerek şükretti Allah’ına:
Bollukla yaşatırsın bizi sen ey Rabbimiz!
Sayısız, sonsuz defa hamd ederiz sana biz.
O böyle düşünürken, hanımı da bu kere,
Bir sepet hurma ile, geldi ve koydu yere.
Dedi ki: (Talebeniz verdi bu hurmaları.)
O dedi: (Sen ne için kabul ettin bunları?
Hurma var evimizde, sen şimdi bunları al.
Köyün fakirlerine götür de dağıt derhal.)
Aldı o da eline, o bir sepet hurmayı.
Dolaştı o gün ev ev, fakir ve fukarayı.
Lakin dolaştıysa da o köyü hane hane,
Kabul eden olmadı onlardan tek bir tane.
O ara, Seyyid Ali, ellerini açarak,
Şöyle dua ederdi Rabbine yalvararak:
(Ya Rabbi, kereminden bir oğul ver ki bana,
Hizmet etsin bir ömür, hep senin kullarına.)
Rabbimiz, kendisine bir oğul etti ihsan,
O çocuk büyüdükte, oldu bir (Emir Sultan).
. Duası makbuldu
Hazret-i Emir Sultan, Buhara’da bir kere,
Sohbet ediyorlardı kıymetli pederiyle.
O sırada, bir kişi geldi ki yanlarına,
Perişan hali vardı, acıdılar çok ona.
O dedi: (Buhara’da var idi ki bir bahçem,
Onun mahsulü ile oluyordu geçinmem.
Bir fırtına oldu ki geçen gün Buhara'da,
Ağaç ve sebzelerim kurudu bu arada.
Aile efradım da, bir hayli kalabalık.
Bu halde geçinmemiz, çok müşkil oldu artık.
Ey Resulün evladı, eyle bana inayet.
Ferahlığımız için, bu fakire dua et.)
O an Emir Sultan’ın babası Seyyid Ali.
Dinleyip çok üzüldü, içi yandı bir hayli.
Dedi ki: (Rızıklara kefildir cenab-ı Hak.
Seni de, bu beladan halas eder muhakkak.)
Buna, Emir Sultan da üzülmüştü iyice.
O zatın bahçesine gizlice gitti gece.
Ağlayarak, Rabbine eyledi şöyle niyaz:
(Ya Rabbi, bu kulunu bu dertten eyle halas.
Bu zatın bahçesinde ne kadar varsa nebat,
Ver onlara yeniden bir canlılık ve hayat.)
Onun bu halisane duası kabul oldu.
Ağaçları canlanıp, dalları meyve doldu.
Ertesi gün o kişi, gelince bahçesine,
Gördü ki, hayat gelmiş ağaçların hepsine.
Herbiri meyve ile dolmuş hem de begayet.
Bu vaziyeti görüp, şaşırdı, etti hayret.
Sevinip, ağaçlara bakarak biraz daha,
Ellerini kaldırıp, niyaz etti Allah’a.
Dedi: (Ey rızıklara kefil olan Allah’ım!
Bu bostanın halini, ben aciz anlamadım.
Dünkü gün, ölü iken ağaç ve nebatlar hep,
Bu gün hepsi canlanmış, hikmeti nedir acep?
Yoksa Hızır mı geldi bu gece bu bahçeye?
Bildir bu hakikati bu garip biçareye.)
O, böyle dua edip, düşünürdü ki, o an,
Bahçenin bir ucunda göründü Emir Sultan.
Onu görüp anladı, bu işin hikmetini.
Bildi Emir Sultan’ın büyük kerametini.
Onun bereketiyle olduğunu bu işin,
Anlayıp, koştu ona, elini öpmek için.
Velakin birkaç adım gidince o tarafa,
Gözlerinin önünde, o kayboldu bu defa.
Bu kerameti dahi görür görmez o kişi,
Daha yakin olarak idrak etti bu işi.
Bildi ki, Emir Sultan bir evliya mutlaka.
Bahçenin bu halini, anlattı gidip halka.
. Bir kerameti
Süleyman Şah devrinde, Penç kalesi, bir zaman,
Alınmak istenmişti müminler tarafından.
Muhasara anında, yirmi kadar mücahit,
Azık getirmek için gittikleri bir vakit,
Önlerine, aniden çıktı düşman askeri.
Hem de yediyüz kadar var idi adetleri.
Gazilerin sayısı az olduğundan böyle,
Esir aldı onları kâfirler tamamiyle.
Ve oradan, on günlük mesafede bulunan,
Bir kaleye, onları hapsettiler sonradan.
Gündüz çalıştırdılar kalenin haricinde.
Zincire vururlardı, gece, kale içinde.
Onların içlerinde Ahmet isminde bir zat,
Vardı ki, o günleri anlatır şöyle bizzat:
Altı arkadaşımla, beni bir gün kâfirler,
Bir papazın yanına, hizmet için verdiler.
Papaz bize derdi ki. (Siz, bizim dinimize,
Girerseniz, eziyet yapılmaz asla size.
Hatta evlendiririz burada hepinizi.
Ve pek çok para verip, zengin ederiz sizi.)
Onun bu teklifine, biz edince itiraz,
Bir daha bu teklifi etmedi bize papaz.
Yortu günü gelmişti bir de bu kâfirlerin.
Hepsi içki içtiler papaz ve rahiplerin.
Ben ise, zincirlere bağlı bir vaziyette,
Mahbus ve yatıyordum hücrede o saatte.
O gece yarısında, uyuyup rüya gördüm.
(Emir Sultan geliyoor!) diye bir nida duydum.
Sesin geldiği yere dönüp baktım o saat.
Gördüm yeşil cübbeli, nurani yüzlü bir zat.
Benim yanıma gelip, çözdü o zincirleri.
Dedi ki: (Kalkın çabuk ve terk edin bu yeri!)
O esnada uyanıp, gördüm ki hakikaten,
O kalın zincirlerden kurtulmuşum tamamen.
Sevinip şükrederek, çıktım hemen dışarı.
Ve gidip uyandırdım diğer arkadaşları.
Hepsinin zincirini çözerek o arada,
Gördüğüm o rüyayı, anlattım onlara da.
Onlar da çok sevinip, terk eyledik o yeri.
Baktık ki, papazların sarhoş olmuş herbiri.
Kılıçları, duvarda asılı duruyordu.
Nöbetçiler de sızmış, hepsi de uyuyordu.
O kılıçları alıp, çıktık hapishaneden.
Ve deniz kıyısına, acilen vardık hemen.
Baktık, bizi bekliyor o kıyıda bir sandal.
Ona binip, acele açıldık yola derhal.
Evimize, sağ salim ulaştık en nihayet.
Ve Bursa’da, kabrini, gidip ettik ziyaret.
. Rahibin imanı
Bir hıristiyan rahip, Bursa’daki bir dağda,
Tek başına yaşardı, yalnız bir mağarada.
Senenin son ayında, Bursa'ya iniyordu.
Bir ay, tenha bir yerde inziva ediyordu.
Aşağıya inince bu rahip mağaradan,
Ziyarete gelirdi halk ona her taraftan.
Zira hasta insanlar, inanırdı ki şöyle:
Şifaya kavuşulur onun duası ile.
Mesela kör, kötürüm, yahut dilsiz ve sağır,
Veya başka bir dertten kim varsa mutazarrır,
O, bir dua edince, kör başlardı görmeye.
Kötürüm sağlam olup, başlardı yürümeye.
Vakta ki teşrif etti Bursa'ya Emir Sultan,
O rahibi görmeye gidiverdi bir zaman.
Rahip: (Ey Emir Sultan, safa geldin!) diyerek.
Aldı hemen içeri iltifat eyleyerek.
Lakin Emir Buhari, sordu ki hemen ona:
(Benim Emir olduğum, nereden malum sana?)
Dedi: (Gördüm rüyada, senin büyük ceddini.
O Resul haber verdi, senin geleceğini.)
Sordu Emir Buhari: (Ey rahip, öyle ise,
Ne için gelmiyorsun imana, söyle bize.)
Dedi: (Ceddin Muhammed huzurunda ben o an,
Kelime-i şehadet getirip ettim iman.)
Yine Ulu Cami’nin yerinde, ta o zaman,
Bir cami yaptırmayı istedi Bayezid Han.
Lakin bir acuzenin evi vardı arsada.
Bir türlü satmıyordu evini, ne olsa da.
Verilip her arsanın ne ise değerleri,
İstimlak edilerek alınmıştı her biri.
Onun evi kalmıştı arsa içinde bir tek.
Lakin yaşlı kadını, zordu kabul ettirmek.
Yıldırım Bayezid Han, kadına bizzat gidip,
Rica etti ise de, vermedi inad edip.
Kadın, Padişaha da deyince: (Hayır, olmaz!)
Gidip, Emir Sultan’a bu işi eyledi arz.
Dedi ki: (Çok muhtacız sizin himmetinize.
Zira bunu halletmek, imkansız oldu bize.)
Emir Sultan dinleyip, üzüldü buna o da.
Gece namaz kılarak, Rabbine etti dua.
Kadın, şöyle bir rüya gördü gece bu kere:
Mahşer olmuş, insanlar toplanmış hep bir yere.
Müslüman olanlardan, Cennete gitti herkes.
Sırf o gidemeyince, üzülüp duydu bir ses.
Diyordu ki: (Cennete istiyorsan gitmeyi,
Sat evini Sultan’a, bırak inad etmeyi.)
Uyanınca, kalbinde buldu bir ulvi huzur.
Ve gördü ki, evini, kaplamış büyük bir nur.
Sabahleyin Sultana giderek sonra hemen,
Dedi ki: (Bu evimi, hibe ettim sana ben.)
. Ben de seyyidim
Ne zaman ki babası, göçünce bu dünyadan,
Çıktı Emir Buhari, genç yaşta Buhara’dan.
Geldi Hac mevsiminde, hacılarla Mekke'ye.
Haccı eda eyleyip, yöneldi Medine'ye.
Ceddini ziyarete geldiyse de o, ancak,
Müsait, boş bir oda bulamadı kalacak.
Birinden işitti ki: (Şurada var bir oda
Seyyid olanlar için ayrılmış lakin o da.)
Kalkıp gitti ise de, lakin vazifeliler,
(Bu oda, seyyidlere ayrılmıştır!) dediler.
Emir Sultan dedi ki: (Yok kalacak bir yerim.
Hem sonra biliniz ki, ben de seyyidlerdenim.)
Dediler ki: (Kim bilir senin seyyidliğini?
İsbat etmen gerekir bize sen kimliğini.)
Dedi ki: (Buralarda olmaz beni tanıyan.
Zira ben, bugün geldim buraya Buhara’dan.
Lakin istiyorsanız, Resulün türbesine,
Girip selam verelim hepimiz kendisine.
Kime cevap verirse eğer Peygamberimiz,
Onun seyyid olduğu, anlaşılsın şüphesiz.)
(Çok garip bir iddia) diyerek o kimseler,
Yüzlerini, Ravda’ya döndürdüler bu sefer.
(Esselamü aleyke ya ceddi!) dedi hepsi.
Lakin işitmediler Ravda’dan cevap sesi.
Sıra, Emir Sultan’a gelmişti ki, o anda,
(Esselamü aleyke ya ceddi!) dedi o da.
Bizzat cevap verdiler selama Fahr-i âlem.
Resulün bu sesini, işitti cümlesi hem.
(İstediğin odada kalabilirsin) diye,
İltifat eylediler o zaman bu veliye.
Sonra Emir Buhari, yerleşti bir odaya.
Ziyaret ediyordu ceddini doya doya.
O, düşünür idi ki, hep burada kalmayı,
Gördü bir gün rüyada, Resul-i kibriyayı.
Hazret-i Ali ile dururlardı yan yana.
O da gidip, edeple diz çöktü yanlarına.
Ona, hazret-i Ali buyurdu ki: (Ey oğlum!
Şimdi sana mühim bir vazife veriyorum.
Ceddin Resulullahın dinini tebliğ için,
Rum diyarına git ki, budur o mühim işin.
Önünde ilerleyen, üç kandil belirecek.
Onları takip et ki, sana yol gösterecek.
O kandiller, nerede dururlarsa, dur ve in.
Gitme daha ileri, oradır irşad yerin.)
Emir Sultan, uyandı ve (Hayırdır inşallah!)
Diyerek hazırlanıp, yola çıktı o sabah.
Üç kandili takiben, geldi Bursa’ya kadar,
Kandiller kaybolunca, o yerde kıldı karar.
. O genç kim idi?
Vakta ki teşrif etti Bursa’ya Emir Sultan,
Bayezid Han, küffarla savaşıyordu o an.
Osmanlının, bu harpte, çok zayiatı vardı.
Kimi şehid, kimi de yara alıyorlardı.
Bu esnada genç biri, askerin arasında,
Dolaşıp, yaraları sarıyordu anında.
O sırada Sultan da, yaralandı aniden.
Yarayı sarsın diye, çağırdı genci hemen.
Emir Sultan geldi ve bir mendil çıkararak,
Sultanın yarasını sardı seri olarak.
Sabahleyin kalkınca, baktı ki yaralılar,
İyileşmiş o gencin sardığı o yaralar.
Sultan da, merak ile yarayı açar iken,
Sarılan o mendile hayretle baktı birden.
Zira o, hanımının, nişanlıyken vaktiyle,
Verdiği bir mendilin yarısıydı ayniyle.
Bu, nasıl olabilir? diye çok etti merak,
Dedi: (Bana getirin, onu hemen bularak.)
Çok aradılarsa da, bulamadılar onu.
Sultan çok merak etti, onun kim olduğunu.
Yine, Niğbolu’da da, Yıldırım Bayezid Han,
Kaleyi almak için savaşırdı pek yaman.
Peşpeşe hücumlarla, düşmedi yine kale.
Yıldırım Bayezid Han, çok üzüldü bu hale.
Nihayet hücumların en şiddetli anında,
Peyda oldu aynı genç gazilerin yanında.
Kalenin kapısını, gidip açtı bu sefer.
Kâfirler teslim olup, fetih oldu müyesser.
Emir Sultan açmıştı Niğbolu kalesini.
Lakin gören olmadı, bir daha kendisini.
Padişah emretti ki: (Tez o genci bularak,
Getirin huzuruma, hem de acil olarak.)
Herkes onu bulmaya olduysa da seferber,
Lakin mümkün olmadı bulmak yine bu sefer.
Padişahın kızı da, Bursa’da, bu arada,
Sevgili Peygamberi görmüş idi rüyada.
Ve ona, Resulullah buyurmuştu ki şöyle:
(Sen evlen evladımdan Muhammed Buhari'yle.)
Edep, haya timsali Hindu Fatıma Sultan,
Bu rüyayı, kimseye açamadı bir zaman.
Lakin ertesi gece, Resulü gördü yine.
Ve şöyle buyurdular rüyada kendisine:
(Ahirette şefaat istersen eğer benden,
Evladımdan Muhammed Buhari ile evlen.)
Düşündü: Emir Sultan, bir genç fakir ve garip,
Acaba o haliyle olur mu bana talip?
Acep haberi var mı onun dahi bu işten?
O, bunları düşünüp, üzülürdü hep içten.
. Kumlar altın oldu
Hindu Fatıma Sultan, düşünür idi ki hep:
Bundan, Emir Sultan'ın haberi var mı acep?
Bunu, nasıl, kiminle sordursam kendisine?
Deyip, açtı gizlice bunu hizmetçisine.
Dedi ki: (Bu rüyayı anlat Emir Sultan’a.
Bakalım ne şekilde bir cevap verir sana.)
O gidip anlatınca, dedi: (Malumumuzdur.
Gördükleri o rüya, sahih, yani doğrudur.
Kıyıldı nikahımız Rabbimiz tarafından.
Dinimiz üzre dahi, kıyılmalıdır el’an.)
Bunu, Hindu Sultan’a söyleyince hizmetçi,
Memnun olup sevindi, rahatladı pek içi.
Peşinden Emir Sultan gönderdi ki dünürler,
Padişahın kızını gidip talep edeler.
Lakin Valide Sultan, vermek istemedi pek.
Red dahi edemedi açıkça söyleyerek.
İşi, zora sürdü ve dedi ki dünürlere:
(Benden cevap olarak söyleyin ki Emir’e:
Kırk deve yükü altın getirir ise şayet,
Bu takdirde kızımı, veririm ona elbet.)
Gelip Emir Sultan’a, verince bu haberi,
Dedi ki: (Göndersinler öyleyse develeri.)
Bu, Valide Sultan’a haber verildiğinde,
Bir telaş ve kargaşa oldu saray içinde.
Dediler: (Nasıl olur, bir fakir, garip derviş,
Kırk deve yükü altın bulacak, olmaz bu iş.
Hem de Padişahımız ne derler ki bu işe?
Verilir mi Sultanın kızı hiç bir dervişe?)
Lakin Valide Sultan, söz vermişti bir defa.
Geriye alamadı o vadini bir daha.
İlgili memurlara derhal emir verdi ve,
Hazırlıklar yapılıp, yola çıktı kırk deve.
Emir Sultan, onlara buyurdu: (Gelin beri!
Şu çayın kenarında durdurun develeri.)
Ve yerdeki kumları göstererek onlara,
Buyurdu ki: (Şunları doldurun çuvallara.)
Deveciler, kum ile doldurup çuvalları.
Develerin sırtına yüklediler onları.
Nihayet kırk deveden hasıl olan bu kervan,
Saraya müteveccih, oldular yola revan.
Bunu merak ederken saray halkı begayet,
O develer, saraya vasıl oldu nihayet.
Emir Sultan buyurdu: (Boşaltın heybeleri!
İnşallah altın olur o kumların herbiri.)
Saray mensuplarının gözlerinin önünde,
Heybedeki o kumlar, (altın) oldu o günde.
Valide Sultan dahi, görüp bu kerameti,
Onun bu isteğini mecburen kabul etti
. Ateş közü ve memdil
Kumlar altın olunca, Valide Sultan hemen,
Emir'in talebine (Peki) dedi gönülden.
Kalbi gayet müsterih ve rahattı oldukça.
Ve hemen o günlerde hazırlattı bir bohça.
Koydu içerisine, hediye mendil, gömlek.
Gönderdi damadına birisine vererek.
Bohça geldiği zaman, Emir de o arada,
Mangalını yakmış ve otururdu odada.
Sohbet ediyorlardı talebesiyle o an.
Girdi o vazifeli içeri tam o zaman.
Bohçayı arz ederek, izinle girdi söze.
Dedi: (Valide Sultan gönderdi bunu size.)
Emir Sultan, bohçayı aldı kabul ederek.
Yer gösterdi gelene, teşekkür eyleyerek.
Sonra bir mendil alıp o bohçanın içinden,
(Köz) koydu arasına, mangalın ateşinden.
Sonra da, uçlarını kapatıp onun yine,
Verdi tebessüm ile o kimsenin eline.
Dedi: (Selam söyleyin valideye dönüşte.
Biz fakir dervişten de hediye budur işte.)
O, şaşkınlık içinde mendili aldı, ama,
Düşündü: Ne acayip, ne garip bir muamma.
Çıkıp yolda giderken, merak ederdi ki hep:
O közler, bu mendili yakmıyor, neden acep?
Böyle, saraya kadar zor tuttu kendisini.
Gelip, Emir Sultan’ın verdi hediyesini.
Sarayda, merak ile açılınca o mendil,
Gördü ki, içindeki hiç ateş ve köz değil.
Gözleri kamaştıran bir (elmas) parçası var.
Bunu, saray halkı da görüp dona kaldılar.
Öğrenince memurdan sonra da hakikati,
Dediler ki: (Bu onun, büyük bir kerameti.)
Lakin Bayezid dahi vakıf oldu bu işe.
Dedi: (Veriliyormuş kızımız bir dervişe!)
Üzülüp, bir paşanın emrine kırk sipahi,
Verip, emreyledi ki: (Git Bursa’ya sen dahi.
Kızım Hindu Sultan’la, o dervişin, acilen,
Başlarını keserek, al getir bana hemen!)
Geldi Süleyman Paşa, Bursa’ya bu iş için.
Lakin Valide Sultan vermedi buna izin.
Onlar dinlemeyerek saldırdılar saraya.
Dediler: (Bu, emirdir, siz girmeyin araya.)
Lakin Emir Sultan’a yaklaşmıştı ki onlar,
Birden bire gaibden fırladı bir çok oklar.
Kırk adet sipahiye, ok atıldı kırk adet.
Hepsi, cansız olarak yere düştü nihayet.
Allah’ın yardımıyla Hindu ve Emir Sultan,
O gün halas oldular onların hücumundan.
. Molla Fenari’nin mektubu
Padişah gönderince Bursa’ya kırk sipahi,
Haberdar oldu bundan, Molla Fenari dahi.
Şöyle bir mektup yazıp, gönderdi Padişaha:
(Besmeleyle başlar ve şükr ederim Allah’a.
Kulların en acizi ve hakiri olan ben,
Siz Padişahımıza duacıyım daimen.
Devlet-i al-i Osman, ta kıyamete kadar,
Bu şan ve şöhretiyle, her an olsun payidar.
Şunu, Sultanımıza arz edeyim ki hemen:
İsa aleyhisselam, inançlı müminlerden,
Üç kimseyi, bir yere gönderdi ki bir ara,
Hak yolu bildirsinler gidip o insanlara.
Lakin o yerin halkı, gelen o insanları,
Hemen inkâr ederek, öldürdüler onları.
Fakat cenab-ı Allah, beğenmedi bu hali.
Gönderdi o beldeye hazret-i Cebrail’i.
Emretti ki: (O yere, kalpleri parçalayan,
O çok korkunç ve keskin sayhanla haykır bir an!)
Cibril o yere gidip, gayet korkunç olarak,
Haykırınca, bir anda düşüp öldü cümle halk.
Şimdi Sultanımıza arz edeyim ki bizzat:
Dün öldürülmesini emrettiğiniz o zat,
Resul-i kibriyanın soyundan, asil, temiz,
Hürmete layık olan bir kimsedir şüphesiz.
Zamanımıza kadar,böyle olgun evliya,
Ayak basmış değildir hatta Anadolu’ya.
Bunun gibi bir zatı, davetçi göndererek,
Ve hatta çok kıymetli hediyeler vererek,
Getirebilseydiniz buraya Buhara'dan,
Olurdu sizin için ebedi şeref ve şan.
Yapmadığınız halde siz böyle bir şey fakat,
İlahi iradeyle buraya geldi bu zat.
Hem böyle bir seyyide kızınızı vermekle,
Akrabalık kurdunuz Resul-i ekrem ile.
Yine arz edeyim ki şunu dahi bendeniz:
Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz,
Buyurdu: (Ümmetimin âlimleri, hep bir bir,
Beni İsraildeki Peygamberler gibidir.)
Sizin damadınız da, hadiste bildirilen,
Kimselerden olduğu, bellidir her halinden.
Hem de Resulullahtan fışkıran feyiz ve nur,
Sizin diyarınızda bu zatta etti zuhur.
Şunu da zatınıza edeyim ki şöyle arz:
Eğer zarar gelseydi kılına onun biraz,
Değil gönderdiğiniz o kırk adet sipahi,
Mahv olurdu bilcümle ordularınız dahi.
Bu, böyle biline ki, hiç şek ve şüphe yoktur.
Ferman, Sultanımıza aittir, arz olunur.)
. Sen de bizimle idin
Fenari’nin mektubu, Sultana erişince,
Okuyup, yaptığına pişman oldu bir nice.
Dedi: (Eyvaah ne yaptık, elimizle malesef,
O kırk sipahimizi, oklara ettik hedef.
Emir verip, başını istediğimiz o er,
Resulün evladından bir veli imiş meğer.)
Bu hadiseden sonra, günler geçti aradan.
Bursa’ya dönüş yaptı, Yıldırım Bayezid Han.
Cihaddan, zafer ile dönüyordu ki ordu,
Yavaş yavaş Bursa’ya doğru ilerliyordu.
Karşılamak üzere, gelmişti nice insan.
Onların arasında vardı hem Emir Sultan
Padişah, ta ilerden görünce birden onu,
Anladı damadının bu kimse olduğunu.
Düşündü ki: İşte o, o yaraları saran.
İşte o, Niğbolu’da kapıyı bize açan.
Yanına yaklaşınca, dedi ki: (Evet, sendin!
Sen dahi bu savaşta bizimle beraberdin.)
Emir Sultan dedi ki: (Mübarek olsun gazan!
Allah, noksan etmesin sizi hiç başımızdan.)
Padişah attan inip, sarıldı damadına.
Gözünden sızan yaşlar, aktı yanaklarına
Yıldırım Bayezid Han, sordu ki ona şöyle:
(O el çabukluğunuz ne idi cenkte öyle?)
O da, Fetih suresi, onuncu âyetini,
Okuyup, yaptı sonra meal-i şerifini.
Demek istemişti ki: (Hak'tandır yardım, medet.
Benim yardımlarım da, Onundur yine elbet.)
Ne zaman ki Timur Han, Osmanlı sınırına,
Gelince, Bayezid Han, sert çıkış yaptı ona.
(Savaşa girme!) diye, Emir, ona nasihat,
Ettiyse de, Emir’i dinlemedi o fakat.
Onunla cenk etti ve oldu mağlup ve esir.
Ve bundan ötürü de, oldu çok müteessir.
Ona, bu mağlubiyet, acı geldi begayet.
Tahammül edemeyip vefat etti nihayet.
Yavuz Sultan Selim de, ecdadı gibi yine,
Ziyarete giderdi büyüklerin kabrine.
Ne zaman bir cenk için, hazırlanırsa ordu,
Gidip, Emir Sultan’da çok dua ediyordu.
Onun nurlu kabrini eyleyerek ziyaret,
Ruhaniyetlerinden isterdi yardım, medet.
Yine bir defasında geldi Emir Sultan’a.
Fatihalar okuyup, irsal etti ruhuna.
Kabirden şu nidayı işitti ki: (Ya Selim!
Üdhulu mülke Mısra, inşallahü aminin.)
Yani buyurmuştu ki: (Ya Selim, inşallah siz,
Bir emniyet içinde, Mısır’ı fethediniz.)
Orada olanların hepsi duydu bu sesi.
Yavuz Sultan Selim’i tebrik etti cümlesi.
. Söz dinlemeyenin hali
Talebesinden olan Yahya isminde bir zat,
Yaşadığı vakayı anlatır kendi bizzat.
Diyor ki: Küffar ile cenge katılmak için,
Hocam Emir Sultan’a arz edip, aldım izin.
Lakin buyurdular ki: (Bu gittiğin gazadan,
Daha başka bir harbe girmeyesin sonradan.)
Kazanmamız için de, eyledi hayır dua.
Ellerini öperek, eyledim ona veda.
O savaşa katılıp, küffara galip geldik.
Ve hem de çok miktarda ganimet elde ettik.
Aradan zaman geçti, bana, arkadaşlarım,
Dediler: (Şu cenge de seninle katılalım.
Sen hayırlı adamsın, gel bulun aramızda.
Hem ganimet alarak çoğalır malımız da.)
Dedim ki: (İkinciye, vermedi hocam izin.
Katılmam doğru olmaz bu harbe bunun için.)
Ben böyle dediysem de, onların ısrarıyla,
Kabul edip, nihayet birlikte çıktık yola.
Lakin mağlub olunca, olduk çok müteessir.
Kimimiz şehid oldu, kimimiz düştü esir.
Biz, birkaç kişi ile birlikte esir olduk.
Ve düşman kalesinde, bir zindana konulduk.
Ben, hocamı düşünüp, ümid ederdim ki hep:
Buradan kurtulmama, o olur yine sebep.
Nöbetçilerden biri gelerek bir gün bana,
Gizlice söyledi ki: (Ben de geldim imana.
Zira bana rüyada, göründü Emir Sultan.
Onun bereketiyle, şimdi oldum müslüman.)
Giydirdi sonra bana kendi elbisesini.
Dedi: (Çık gez dışarda, bilsinler bizden seni.
Ben derim ki, bu esir girmiştir bizim dine.
Bir zahmet ve eziyet vermeyin kendisine.)
Ben artık dışarlarda serbest geziniyordum.
Halas olmam için de, çok dua ediyordum.
Bir gün, yalnız olarak oturur idim ki ben,
Çeşitli gürültüler gaibden geldi birden.
Sanki bir alay asker, bana yaklaşıyordu.
Sanki ruh âleminden, yardım erişiyordu.
O sırada, eliyle kolumdan tuttu bir zat.
Onun kim olduğunu bilemedim ben fakat.
Kurtuluyorum diye düşündüm o sırada.
O esnada kendimi buluverdim Bursa’da.
Günlerden Cuma idi, baktım ki müslümanlar,
Cuma namazı için camiye gidiyorlar.
Birisi beni görüp, gitmiş Emir Sultan’a.
Ve beni gördüğünü, söylemiş hemen ona.
Az sonra ben de gidip, yüz sürdüm eşiğine.
Katıldım ben de o gün, talebesi içine.
. Emir Sultan’a git!
Hacı Bayram-ı Veli, bazı talebesiyle,
Geldi Emir Sultan’la görüşmek gayesiyle.
O gün, Emir Sultan'ın harabe olan evi,
Tamir edildiğinden ordaydı kendileri.
Usta ve marangozlar, hepsi çalışıyordu.
Kimisi kalasları yukarı taşıyordu.
Hacı Bayram-ı Veli, oraya geldiğinde,
Emir Sultan, ayakta duruyordu beride.
Biraz sonra, yukarda çalışan o işçiler,
Büyükçe bir kalası aşağı düşürdüler.
O yöne bakıyordu Emir de o arada.
Kalas, hızla düşerken duruverdi havada.
Ve bir müddet boşlukta kaldıktan sonra yine,
Düştü zarar vermeden boş zemin üzerine.
Hacı Bayram, kalbinden eyledi ki şöyle arz:
Kerametiniz ile kurtulup olduk halas.
Onun düşüncesini anlayıp Emir Sultan,
Dedi: (Biz, kerameti düşünmedik o zaman.
İnşaatın altında, çocuklar oynuyordu.
Tam onların üstüne hız ile iniyordu.
Zarar vermesin diye kalas o çocuklara,
Allah’a sığınarak, dua ettik o ara.
Gayemiz, kurtarmaktı onları bu afetten.
Zira veli, utanır izhar-ı kerametten.)
Yahya Halife diye, vardı ki yine bir zat,
O da, kendi halini anlatır şöyle bizzat:
Ben, ne zaman duysam ki: Şu yerde bir veli var.
Hizmetine koşmayı bilirdim çok büyük kâr.
Çünkü işitmiştim ki, Allah dostu veliler,
Kararmış gönülleri temizleyiverirler.
Onların bakışları, kalp derdine devadır.
Onların sözlerinde, Rabbani tesir vardır.
Bir gün Emir Sultan’ın talebesinden olan,
Sinan Halife diye halk içinde tanınan,
Birini de işitip, koştum onun yanına.
Dedim ki: (Bir teveccüh, bir himmet edin bana.
Muradım, elinizde tam tövbekâr olmaktır.
Ve nefs-i emmaremin şerrinden kurtulmaktır.
Zira kendi başıma uğraşsam da ne kadar,
Nefsimin pençesine düşerim yine tekrar.)
Ben böyle söyleyince, dedi ki o da bana:
(Madem ki hal böyledir, sen git Emir Sultan’a.
Onun nurlu kabrinde, dua eyle, tövbe et.
Onun yardımı ile, muradın olur elbet.)
Oradan ayrılarak, gittim Bursa iline.
Vardım Emir Sultan'ın nur saçılan kabrine.
Artık o azgın nefsim, yola geldi bihakkın.
Zira tövbe etmiştim huzurunda o zatın.
. Padişah olacaksın
Yıldırım Bayezid Han, edince bir gün vefat,
Belirsizlik vardı ki, kime kaldı iş bu taht?
Oğlu Çelebi Mehmet üzülüyordu buna.
Bir gün Molla Ali’yi çağırdı huzuruna.
Dedi: (Ey Molla Ali, ölünce pederimiz,
Malesef bir tarafa dağıldık herbirimiz.
Kardeşlerim Musa ve İsa Çelebileri,
Görürüm, tahta geçmek arzu eder her biri.
Gel, rağbet etmeyelim ikimiz taht-ü taca.
Gidelim Allah için, seninle şimdi hacca.)
Hem bunları söylüyor ve hem de ağlıyordu.
Bu duygular içinde, uyuyup rüya gördü.
Baktı ki, dedeleri Murad Hüdavendigar,
Yanında, evliyadan Emir Buhari de var.
Emir Sultan, çağırıp bu Çelebi Mehmed’i,
Ona bir kılıç ile, eyerlenmiş at verdi.
Sonra da buyurdu ki: (Dinle ey yiğit evlat!
Sana nasib olacak babandan sonra bu taht.
Haydi, kalk ata binip, kılıcını kuşan da,
Senden hizmet bekliyor din ve devlet şu anda.)
Sabahleyin uyanıp, gitti Molla Ali’ye.
Ki, sorsun bu rüyanın tabiri nedir? diye.
O dedi ki: (Tabiri, şudur ki bu rüyanın,
Sen, Osmanlı tahtına geçersin bugün yarın.)
Gerçekten hadiseler muvafık oldu buna.
Geçti Mehmed Çelebi al-i Osman tahtına.
Yine İznik’te medfun, var ki bir veliyyullah,
O zatın meşhur ismi, (Eşref oğlu Abdullah).
Bu kişi, gitti bir gün Bursa vilayetine.
Lakin Emir Sultan’ın gidemedi kabrine.
Ziyaret edemeden, İznik’e etti avdet.
Ve bundan ötürü de, üzüntü duydu gayet.
Lakin yolda rastladı, o İbrahim Paşa'ya.
Dedi ki: (Siz herhalde gidersiniz Bursa’ya.)
O da (Evet) deyince, buyurdu ki: (Ey Paşam!
Öyleyse benim sizden var ki şimdi bir ricam,
Giderseniz, söyleyin siz Emir Buhari’ye:
Size, Eşrefoğlu’nun selamları var diye.)
Paşa (Olur) dedi ve Bursa’ya vardı o gün.
Hemen ziyaretine giderek o büyüğün,
Mübarek ruhlarına okuyup Fatihalar,
Dedi: (Eşrefoğlunun size selamları var.)
(Aleyküm selam!) diye, geldi bir heybetli ses.
Bizzat kendi sesiydi, işitti bunu herkes.
Paşa, kendinden geçti bu ses ile adeta.
Bir müddet kendisine gelemedi o hatta.
. Hikmeti ne imiş?
(Ali Faki) isminde, var idi ki bir vaiz,
O da, Emir Sultan’dan alırdı nur ve feyiz.
Sık sık Balıkesir’den, Bursa’ya gelip bu zat,
Alırdı o deryadan çok ilim ve füyuzat.
Hayır dualarını alarak o büyüğün,
Dönüp, memleketine giderdi ertesi gün.
O, bir gün kitaplarda bir hadis gördü, fakat,
Bunun doğruluğuna edemedi itimat.
Düşündü ki: Gideyim yarın Emir Sultan’a.
Hadis midir, değil mi, sorayım bunu ona.
Geldi bu fikir ile huzuruna Emir’in.
Lakin bu sualini sormadan ona hemin,
O, bu zata bakarak, buyurdu ki: Ey vaiz!
Sahihtir dün kitapta okuduğun o hadis.
O şöyle olmuştur ki, bir gün ceddim Resule,
Kâfirler, toplanarak sordular ona şöyle:
(Hak Peygambersen eğer, şu Hacer-ül esved’den,
Senin işaretinle, bir yiğit çıksın hemen.
Sarışın, güzel yüzlü, hem de güzel konuşsun.
Hem elbisesi dahi, temiz ve düzgün olsun.)
O gece nazil oldu Cibril aleyhisselam.
Dedi ki: Hak teâlâ gönderdi sana selam.
Buyurdu ki: (Söyle de, Habibim üzülmesin.
İzzetim, azametim, celalim hakkı için,
O dua eder etmez kâfirlerin yanında,
Biz o genci, o taştan çıkarırız anında.)
Kâfirler, Beytullaha toplandılar o sabah.
Bir işaret buyurdu o taşa Resulullah.
Taş ikiye ayrılıp, içinden güzel, şirin,
Ve temiz elbiseli bir genç çıktı sarışın.
Bazısı bunu görüp, Resule inandılar.
Bazısı sihir deyip, dalalette kaldılar.
Sonra da, Resulullah şöyle buyurmuşlardır:
(Ey Eshabım, bu gencin üç günlük ömrü vardır.
Siz onu, bir kız ile evlendirin bu gece.
Ki, yüksek bir zürriyet kalsın ondan böylece.)
Genci evlendirdiler, üç gün geçti aradan.
Lakin ölüm haberi, gelmedi yine ondan.
Eshap, Resulullaha ettiler ki şöyle arz:
(Ya Resulallah, sizden, yalan söz sadır olmaz.
O gencin ölmesini bekliyorduk biz, fakat,
Duyduk, henüz ölmemiş, sürermiş hala hayat.)
Buyurdu: (Cebrail’den öğrenmiştim onu ben.
Yani vahiy değildi o sözüm Hak'tan gelen.)
O an Cibril gelerek, Resule verdi haber.
Dedi: Ya Resulallah, Rabbimiz selam eder.
Buyurur: (Ey Habibim, o genç, düğün gecesi,
Ekmek hazırlatmıştı evi için üç tepsi.
Onu, Besmele çekip yiyeceklerdi ki tam,
Kapıya fakir gelip, istedi biraz taam.
Ekmekleri fakire verip uğurladılar.
O gece, aç olarak yattı ve uyudular.
Biz de, üç tepsi için, onardan otuz sene,
Ömür ihsan eyledik, bu yüzden kendisine.)
. At itaat ediyor
Osmanlı Padişahı, Sultan ikinci Murad,
Almıştı bir zamanlar, çok kıymetli, cins bir at.
Lakin çok huysuz olup, salih kimseler hariç,
Yanına, bir kimseyi yaklaştırmıyordu hiç.
Bir gün Emir Sultan’a gelerek Sultan Murad,
Dedi ki: (Sizin için bir at aldık biz, fakat,
Yanına yaklaşmaya kimsenin yok takatı.
Birini verseniz de, getirse size atı.)
Bunu, Emir Sultan’a dediğinde o saat,
İşitti talebeden Hacı Baba denen zat.
Kalbinden geçirdi ki: Ah, keşke bu fırsatı,
Hocam bana verse de, ben getirsem o atı.
Yaparım her gün onun tımarını güzelce.
Alırım üstadımın duasını böylece.
O talebe, bunları düşünür idi ki tam,
Emir, ona dönerek dedi: (Ey hacı Babam!
Git o ata söyle ki: Şimdi senin sahibin,
Emrine, titizlikle tam mutidir Rabbinin.
Sen dahi, sahibine tam itaat ederek,
Muti olacak mısın, bu huyu terkederek?)
O böyle söyleyince, (Evet) der gibi o an,
Başını, tam üç defa önüne eğdi hayvan.
Gelip, Emir Sultan'a arz ettiğinde bunu,
Buyurdu ki: (Terk etti o serkeşlik huyunu.
Sen şimdi hiç korkmadan, var o atın yanına.
Buraya getirerek, bak hergün tımarına.)
Getirdi o hayvanı, o Emir Buhari’ye.
Emir, ona binerek gidiyordu camiye.
Hacı Baba, o atla çarşıya gidiyordu.
Ve bir yere bırakıp, işini görüyordu.
At, yanına yaklaşan bir kısım adamları,
Görünce, huysuzlaşıp, kovalardı onları.
İnsanlar, bu durumu çok merak etti fakat,
Derlerdi ki: Kimlere saldırır acep bu at?
Bunu araştırdılar, gördüler ki velhasıl,
Bid’at sahiplerine saldırıyor o asıl.
İtikadı bozuk bir kimse gelse yanına,
Derhal huysuzlaşarak, saldırıyordu ona.
Velakin ehl-i sünnet itikadında olan,
Birisi geçse idi, sakinleşirdi o an.
Hatta hayvan, yüzünü, o zata çevirirdi.
Başını öne eğip, sanki selam verirdi.
Bu hali, o kadar çok meşhur idi ki hatta,
Derlerdi ki: (Manevi bir haller var bu atta.)
Kim doğru imanlıdır ve kimdir ehl-i bid’at?
Davranışları ile, ayırıyordu bu at.
Bu yüzden, bid’at ehli olan çoğu insanlar,
O atın yakınından geçemezlerdi zinhar.
. İhlas olmayınca
Bir sohbet esnasında, Emir Sultan’a bir zat,
Bir sual tevcih etti, dedi: (Fahr-i kainat,
Yalnız ruh olarak mı çıkmış idi mirac’a?
Ruh-beden birlikte mi yoksa çıktı acaba?)
Şöyle cevap verdi ki: (Ceddim Resul-i ekrem,
Birlikte çıkmış idi, ruh ve bedeniyle hem.
Hem mekansız, zamansız, keyfiyetsiz olarak,
Allahü teâlâyı gördü, bu da muhakkak.
Göz, kulak, sinir gibi olmadan bir vasıta,
Rabbi ile konuştu, şüphe yok bu hususta.
Cebrail gökten yere, yerden dahi göklere,
Her gün iner çıkardı, hem günde bir çok kere.
Nasıl ki bu hakikat olunamazsa inkâr,
Bu husus da, gün gibi gayet açık, aşikâr.)
Bir gün de, talebeye, Nisa suresindeki,
Yüzyirminci âyetin tefsirinde dedi ki:
(Bizim bu yolumuzda, gaflete yer olmaz pek.
Şeytanın aldatması kavidir, dikkat gerek.
Avamı, başka türlü o aldatır durmadan.
Âlim olanları da, aldatır başka yoldan.
Nitekim Musa Nebi zamanında birisi,
Vardı ki, o kimsenin çoktu dini bilgisi.
Hatta ism-i a’zamı biliyordu o kimse.
Kabul ediliyordu her ne dua ederse.
Lakin Belka şehrinin kâfir valisi Belak,
Bu Bel'am denen zatı yanına çağırarak,
Dedi: (Dua eyle ki, Musa'nın askerleri,
Bizim bu şehrimize girmeyip, dönsün geri.)
Pek çok da dünya malı vadetti ona bir de.
Ölümle tehdit etti yapmadığı takdirde.
O da, dünya malına malesef aldanarak,
Yahut da (Öldürürüm!) tehdidinden korkarak,
Musa Nebi'ye karşı, beddua eyleyince,
Mürted olup, imanı gidiverdi hemence.
Dünyayı ahirete tercih edip o ahmak,
Ebedi felakete düştü sonsuz olarak.
Dediler: (Âlimlerin böyle olursa hali,
Biz gibi cahillerin, nice olur ahvali?)
Buyurdu: Evliyadan bir Hasen-i Basri var.
İbadet ediyorken evinde bir zamanlar,
Elinde, çok yularla şeytanı gördü o an.
(Bunları ne yaparsın?) diyerek sordu ondan.
Dedi ki: (Amelinde ihlassız olanları,
Bulup, boyunlarına geçiririm bunları.
Artık benim mahkumum olurlar onlar elbet.
Ve hiç tek başlarına edemezler hareket.)
İşte ey kardeşlerim, çok mühimdir bu ihlas.
İhlassız amellerden faide hasıl olmaz
. Niçin zelzele oldu?
O devirde Bursa’da, şeyhülislam olan zat,
Bir gün, Ulu cami'de ediyordu nasihat.
O da, Emir Sultan’dan görerek tahsilini,
Almıştı o büyükten ilmi icazetini.
O vaaz esnasında, Emir Sultan, dergahtan,
Birisini, çarşıya göndermişti sabahtan.
O talebe giderken, öğrendi ki, o saat,
Şeyhülislam, camide eder vâz-ü nasihat.
Düşündü: Gideyim de, o vâzı dinleyeyim.
İlminden istifade ve feyiz edineyim.
O, böyle düşünerek gitti Ulu cami'ye.
Lakin o girer girmez camiden içeriye,
Kuvvetli bir zelzele başladı ki o saat.
Kendini dışarıya zor attı o cemaat.
Velakin gördüler ki, az önceki zelzele,
Dışarıya çıkınca, kalmadı zerre bile.
Onlar bunu görüp de, camiye girince tam,
Baktılar ki, zelzele ediyor yine devam.
Tekrardan dışarıya çıktılarsa da, fakat,
Gördüler ki, dışarda yok zelzele ve afat.
Bunu, şeyhülislam da gördü ve hayret etti.
Başını öne eğip, murakabe eyledi.
Sonra o cemaate dedi ki: (Ey insanlar!
İçerde, hocamızı dinlemeyen biri var.
Ondan Emir Buhari etmişti bir şey talep.
O, gelmiş vaz dinliyor burada, neden acep?
O kimse dışarıya çıksın ki çok acele,
Yoksa helak edecek bizi hep bu zelzele.)
O bunu işitince, dışarı çıktı hemen.
O çıkınca, zelzele kesildi hakikaten.
Mahcubiyet içinde dergaha döndü yine.
Derdi: Nasıl bakarım ben hocamın yüzüne?
O, bu düşünce ile dergaha vasıl oldu.
Girip selam vererek, bir kenara oturdu.
Emir Sultan, hiddetle ona baktı bir kere.
Talebe, o dehşetten bayılıp düştü yere.
Kendine gelemedi hatta o uzun müddet.
Ayılınca, hocası etti yine merhamet.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, dünyevi ve uhrevi,
Hangi ihtiyacınız karşılanamadı ki,
Gidip başkalarından istiyorsunuz yardım.
Bu, hiç talebeliğe yakışır mı evladım?
Talebe, hocasından, çeşitli nimetlere,
Kavuşunca, gider mi daha başka bir yere?
Bu türlü davranışlar, bu yolda hem ayıptır.
Hem de bu, onun için kazanç değil, kayıptır.
Lakin yine bu ikaz, nimettir senin için.
Yoksa farkına bile varamazdın bu işin.)
. Mezarımız o yer olsun
Vardı Emir Sultan’ın bir yayıyla bir oku,
Onu kullanır idi, bir savaş bulsa vuku.
Lakin yay'a koyunca, ok'lardan bir tekini,
Kırk ok çıkıp, hepsi de bulurdu hedefini.
Bir gün, şeyhülislamın dahi hazır olduğu,
Bir mecliste, istedi bu yay ile okunu.
Onu, şeyhülislama vererek bu büyük zat,
Buyurdu ki: (Al bunu ve doğuya doğru at.)
Sonra da buyurdu ki: (Ok düşerse nereye,
Bizim mezarımızı kazarsınız o yere.)
Oku, onun emriyle atınca şeyhülislam,
Şimdiki türbesinin yerine düştü o tam.
Vakta ki Emir Sultan göçünce bu âlemden,
Üzerine bir türbe yapıldı sonra hemen.
Şöyle anlatıyor ki türbeyi yapan usta:
(Kendisinden talimat aldım hep bu hususta.
Zira her gün, rüyama girerek o büyük zat,
Emirler veriyordu kendisi bana bizzat.
Şurası şöyle olsun, böyle yap burayı da.
Diye tarif ederdi o hep bana rüyada.
İznikli bir âlimin var idi ki bir oğlu,
Kalkıp, Emir Sultan’ın kabrine geldi doğru.
Türbeye bakanlardan alaraktan müsade,
Dedi: (Kalmaya geldim uzun müddet bu yerde.)
Onlar (Peki) diyerek, verdiler ona izin.
O da girdi içeri, itikaf etmek için.
Gece gündüz ibadet ederek o orada,
Bulunurdu Rabbinden çok niyaz ve duada.
Belli ki, bir arzusu var idi o kişinin.
Ona dua ederdi, hasıl olması için.
Fakat altı gün sonra, ayrıldı o türbeden.
Onu görüp, insanlar sordular ona hemen.
Dediler: (Uzun müddet kalacaktınız hani.
Ne için altı günde, çıktınız böyle ani?)
Dedi: (Benim vardı ki mühim bir ihtiyacım,
Bu hasıl olsun diye, yıllardır duacıyım.
Geldim, Emir Sultan’ın ruhlarını vesile.
Ederek, kavuşayım arzuma bilvesile.
Lakin ben, uzun müddet kalırım zannetmiştim.
Arzuma, ancak böyle kavuşurum demiştim.
Fakat Emir Sultan’ın yetişerek himmeti,
Aktı nehirler gibi feyiz ve bereketi.
Kavuştum muradıma bu altı gün içinde.
Çıktım, fazla kalmadım işte bunun için de.
Bu büyük evliyanın bilin çok kıymetini.
Zira o, isteyene saçıyor himmetini.)
. Bereketli akçe
Bu büyük veli zatın vardı çok talebesi.
Gece gündüz ibadet yapardı hemen hepsi.
Talebenin bir çoğu fakir idi o zaman.
Geçimlerini dahi, sağlardı Emir Sultan.
Her hafta ona gelir, ihtiyaçları kadar,
Parayı, ondan alır ve giderlerdi tekrar.
O talebeden biri, bir gün Emir Sultan’a,
Geldi ve arz eyledi ihtiyacını ona.
Diğer talebelere sordu Emir Buhari:
(O kardeşlerimizin nasıldır sıhhatleri?)
Dedi: (Himmetinizle, hepsi de iyidirler.
Afiyetiniz için dua edicidirler.)
Emir Sultan, elini sokup sonra cebine,
Bir akçe çıkararak, verdi onun eline.
Buyurdu ki: (Onların yanına varınca siz,
Bizim selamımızı onlara söyleyiniz.
Muhafaza etsinler verdiğim bu akçeyi.
Hep bununla alsınlar lazım olan herşeyi.
Hatta biz bu dünyada olduğumuz müddetçe,
Her ihtiyacınıza kâfi gelir bu akçe.
Onlar, bu akçemizle rahatça geçinsinler.
Ve kimseden para ve bir şey istemesinler.)
(Peki Efendim) deyip, sarıldı ellerine.
Öptü ve veda edip, evine döndü yine.
Diğer talebelerin yanına gidip tekrar,
Dedi: (Emir Sultan’ın, size selamları var.)
O anda, hep ayağa fırlayarak cümlesi.
Onun bu selamını, ayakta aldı hepsi.
Ve hemen sordular ki: (Sultanımız nasıllar?
Ve nasihat olarak, sana ne buyurdular?)
Dedi: (Elhamdülillah, iyidir sıhhatleri.
Ve size, şu akçeyi gönderdi kendileri.
Buyurdu ki: Bununla iktifa eylesinler.
Bu akçeyi kullanıp, bize dua etsinler.
Öyle çok bereketi vardır ki bunun hatta,
Harcansa da tükenmez, oldukça biz hayatta.
Hep bununla alsınlar her ne olsa ihtiyaç.
Ve asla olmasınlar bir başkasına muhtaç.)
Onlar, bunu duyunca, o andan itibaren,
Bu dünya muhabbeti tam çıktı kalplerinden.
Bir kutunun içine koydular o akçeyi.
Ve hep o akçe ile alırlardı herşeyi.
Lakin o bir tek akçe, asla tükenmiyordu.
Zira onun yerine, başkası geliyordu.
Onlar, huzur içinde kullandılar onu hep.
Ve asla etmediler kimseden bir şey talep.
Vakta ki Emir Sultan eyledi Hakka vuslat,
Akçe görünmez oldu kutuda tam o saat.
. Rüya hakikat oldu
Talebesinden biri anlatır ki şöylece:
Hocamı tanımadan, rüya gördüm bir gece.
Bir gurup cemaati gördüm ki, gidiyorlar.
Diyorlar ki: (Bursa’da, bir evliya kişi var.
Seyyid olup, Resulün evladındandır o zat.
Ediyor insanlara çok tesirli nasihat.
Sözleri, süpürüyor kalplerden kiri, pası.
Onu gören, kolayca kazanıyor ihlası.)
Bunları işitince, bana da geldi gayret.
Zira henüz görmeden, sevmiştim onu gayet.
Düşündüm ki: Ben dahi gideyim o veli'ye.
Diyeyim, beni dahi alın talebeliğe.
O giden kimselere katılarak velhasıl,
Kasabadan çıkarak, Bursa’ya olduk vasıl.
Ben, o büyük veliyi görünce, birden bire,
Heybet ve vakarından, bayılıp düştüm yere.
Sonra ayıldımsa da, ayağa kalkamadım.
Yerde emekleyerek, huzura öyle vardım.
Ve düşündüğüm gibi dedim ki o veliye:
(Beni de kabul edin lütfen talebeliğe.)
(Kabul ettik) buyurup, yanlarına aldılar.
Ve mübarek eliyle, sırtımı sığadılar.
Bir heyecan içinde uyandım bu rüyadan.
(Tabiri nedir?) diye sual ettim babamdan.
Dedi ki: (O velinin huzuruna git derhal.
Hizmetine girerek, hayır duasını al.
Zira bu, manevi bir ikazdır şimdi sana.
Kavuşursun çok büyük lütuf ile ihsana.
Sana müjdeler olsun, geçirme daha vakit.
O büyük evliyanın huzuruna durma git.)
Sevinip, veda ettim annem ile babama.
Rastladım çıkar çıkmaz ben bir gurup adama.
O rüyadakilere benzerdi sanki onlar.
Ve bana dediler ki: (Bursa’da bir veli var.
Sohbetini dinleyen, buluyor rahat, huzur.
Öyle tesirli sohbet, dünyada az bulunur.)
Ben, (Hayırdır inşallah!) diyerek hemen sonra,
Onlara katılarak, vasıl oldum Bursa’ya.
Ve o zatı görünce, o rüya gibi aynen,
Bayılıp düştüm yere, o zatın heybetinden.
Biraz sonra, kendime geldim ise de, fakat,
Ayağa kalkmak için, yok idi bende takat.
O rüyadaki gibi, yerde emekleyerek,
Gittim o büyük zatın ayağı dibine dek.
Başımı kaldırarak, dedim ki: (Efendim, siz,
Beni talebeliğe kabul eder misiniz?)
(Kabul ettik) buyurup, o mübarek eliyle,
Hemen sonra, sırtımı sığadı yine öyle.
. Bu, onun kerameti
Talebesinden var ki Şeyh Sinan adlı bir zat,
O da, bir hadiseyi anlatır şöyle bizzat:
Henüz yaşım küçüktü, babam ile beraber,
Kavun karpuz ekerdik bahçemize her sefer.
Lakin yetişmiyordu nedense kavun karpuz.
Bu yüzden ben ve babam, olurduk çok huzursuz.
O sene ekilen de, yetişmeyince yine,
Ben de çok üzülmüştüm hiç yetişmediğine.
Bostanda, tek başıma bir gün oturuyordum.
Birden at üzerinde bir kimse görür oldum.
Yeşil elbiseli ve yüzü nurlu idi pek.
Dedi ki: (Verir misin bana biraz çekirdek.)
Kavun ve karpuzların çekirdeğinden, biraz,
Alıp, o atlı zata götürüp eyledim arz.
O da, çekirdekleri alıp tarlaya saçtı.
Bir anda kavun karpuz yetişip olgunlaştı.
Ben, şaşkınlık içinde bakıyorken nihayet,
O zat bana dedi ki: (Karpuz getir bir adet.)
Götürüp arz eyledim, ikiye böldü onu.
Lakin merak etmiştim onun kim olduğunu.
Karpuzun yarısını yiyerek o nurlu zat,
Diğer yarısını da, bana verip o bizzat,
Dedi: (Bunu, gelince babana ver evladım!
Beni merak edersen, Emir Sultan’dır adım.
Unutma, geldiğinde selam söyle babana.
Bir an önce Bursa’ya getirsin seni bana.)
(Baş üstüne efendim!) dedim ise de, fakat,
Bir de baktım, gözümden kayboldu o nurlu zat.
Az sonra babam gelip, bostana attı adım.
Dedi: (Hızır mı geldi tarlaya ey evladım?
Çünkü kavun ve karpuz yok iken biraz önce,
Şimdi çok hayret ettim şu durumu görünce.)
Dedim ki: (Babacığım, buraya, biraz evvel,
Öyle bir zat geldi ki, gayet nurlu ve güzel,
Tohumluk çekirdekten eyledi benden talep.
Onları, eli ile bu tarlaya saçtı hep.
Bir de baktım, o anda yetişti kavun karpuz.
Bereketiyle oldu, bu o zatın bahusus.
Adı Emir Sultan’mış, dedi ki sonra bana:
Gelince, selam söyle tarafımdan babana.
Ve tembih eyledi ki: Bursa'dır benim yerim.
Seni bana getirsin, yolunuzu beklerim.)
Babam çok duygulandı bu haber üzerine.
Dedi ki: (Emri olur, başım gözüm üstüne.)
Hiç vakit geçirmeden, Bursa’ya vasıl olduk.
Varıp, Emir Sultan’ın huzurunda oturduk.
Karnımızı doyurup, eyledi çok iltifat.
Ben artık o dergahtan ayrılamadım fakat.
. Yerden su fışkırdı
Bir gün Emir Buhari, bazı talebesiyle,
Bir yere giderlerdi, ziyaret gayesiyle.
Az sonra, namaz vakti gelmiş idi ki, ancak,
Su yoktu o mahalde durup abdest alacak.
Emir’in bir elinde asası vardı o an.
Onu yere vurunca, su fışkırdı oradan.
Talebeler sevinip, içip ferahladılar.
Sonra abdest alarak, namazları kıldılar.
Bir gün de Emir Sultan, abdest alıyor iken,
Yanına, bir talebe gelip durdu şehirden.
Nereden geldiğini sordu Emir Buhari.
Şehirden geldiğini arz edince o dahi,
Sordu ki: (Bizim için, halk neler söylüyorlar?)
Arz etti ki: (Kimyaya maliktir o diyorlar.)
Buyurdu: (Çok mu merak eyledin bu hususu.
Yani kimya odur ki, altın olur akan su.)
O böyle söyleyince, kolundan akan sular,
Henüz yere düşmeden, hemen (altın) oldular.
O zaman buyurdu ki: (Bu kelamımız fakat,
Hikaye için idi, değildi arzu, murat.)
Böyle buyurunca da, su oldu yine altın.
Emir’e bağlılığı fazlalaştı o zatın.
Yine bir tüccar vardı, Hoca Abdullah diye.
Bir gün Emir Sultan’a sarık etti hediye.
Teşekkür eyleyerek Emir de o tüccara,
Ona, kendi cebinden bir miktar verdi para.
Tüccar, Emir Sultan’dan o parayı aldı ve,
Ellerini öperek, ayrılıp gitti eve.
Çarşıdan geçiyorken, gördü ki bir aralık,
Bir elmas satılıyor, toplanmış kalabalık.
Merakla fiyatını gidip sual etti hem.
Sahibi, cevabında dedi: (Otuzbin dirhem.)
O elması almayı çok istemişti, fakat,
Parası olmayınca, etmedi pek iltifat.
İşitti o esnada gaibden bir nidayı.
Diyordu ki: (Say hele cebindeki parayı.)
Sayınca, çok şaşırıp hayret etti o demde.
Zira fazla çıkmıştı otuzbin dirhemden de.
Sevinip, o elması alıp eve giderken,
Bir yahudi tüccarı yanına geldi hemen.
O elmasa baktı ve dedi: (Bunu bana sat.
Tam yüzotuzbin dirhem, senin olsun şu saat.)
Elması ona satıp, düşündü ki hem dahi:
Bu iş, Emir Sultan’ın kerameti Vallahi.
Tam aşıkı olarak bu evliya kişinin,
Gayet büyük bir dergah yaptırdı onun için.
. Bunun için üzülme
Ali Efendi diye, o zaman vardı bir zat.
O dahi bir vakayı anlatır şöyle bizzat:
Hocam, beni çağırıp huzuruna bir kere,
Göndermek istemişti bir gün Balıkesir'e
Buyurdu ki: (Orada, şimdi bir imam vardır.
Ve falanca camide vazife yapmaktadır.
Lakin itikadında bozukluk var ki biraz
Allah rızası için, git onu eyle ikaz.)
(Peki efendim!) deyip, düşündüm ki o anda:
Ne ile meşgul olmam muvafıktır o yolda?
Düşüncemi anlayıp, kalktı hemen yerinden.
Bir tesbih getirerek, uzattı bana hemen.
Buyurdu ki: (Al bunu, bu benim tesbihimdir.
Zikr-i ilahi ile meşgul olmak iyidir.)
Hocamın tesbihini alıp koydum cebime
Çok sevindim ise de, korku düştü içime.
Bu kıymetli tesbihi düşürüp kaybedersem
Diyerek korkuyordum, bu idi tek endişem.
Velhasıl yola çıkıp, vardım Balıkesir'e.
İmam ile görüşüp, o gün döndüm geriye.
Akşam vakti, bir köye vasıl oldum nihayet.
Bir dere kenarında alıyordum ki abdest,
Ayaklarım, kumlardan kaydı ve düştüm yere.
Elimdeki tesbih de, düşüverdi dereye.
Çok aradım ise de, yine de bulamadım.
Öyle çok üzüldüm ki, yol boyunca ağladım.
Hocamın tesbihiydi çünkü düşen o suya.
Ben böyle üzülerek vasıl oldum Bursa'ya.
Mahcubiyet içinde huzura dahil oldum.
Buyurdu ki: (Yolculuk nasıl geçti ey oğlum?)
Dedim: (İyi geçti de, üzülürüm bir şeye.
Sizin tesbihinizi düşürdüm bir dereye.)
Buyurdu ki: (Üzülme, biz de seninle idik.
Fakat biz, o tesbihi dereye düşürmedik.)
Sonra, aynı tesbihi cebinden çıkararak,
Buyurdu ki: (Al oğlum, kullan feyiz alarak.)
Yine Emir Sultan'ın talebesinden olan,
Ali hoca isminde biri vardı o zaman.
O şöyle anlatır ki: Bir gün, hocamız ile,
Otururken, bir köylü giriverdi hız ile.
Telaşlı hali vardı, dedi ki: (Ey Sultanım!
Bana bir dua yaz ki, çok ağrıyor her yanım.)
Bana buyurdular ki: (Sen buna bir dua yaz!)
(Peki efendim!) deyip, yazdım ve eyledim arz.
Kur'an âyetlerinden yazılırdı ki dua,
Kur'anın her harfinde, bin derde vardır deva.
Duanın faidesi görüldü hemen o gün.
Ve hiç bir hastalığı kalmadı o köylünün.
Çok çeşitli hastalar gelirdi o dergaha.
İyileşirlerdi hep, kalkmadan henüz daha.
Sıhhate kavuşarak dönerlerdi pür sevinç.
Ölünceye kadar da, hasta olmazlardı hiç.
.
27 - OSMAN BEDREDDİN (İmam Efendi) (Rahmetullahi Aleyh
.Benden bu kadar
Ezberledi Kur’anı henüz dokuz yaşında.
Seçildi, mümtaz oldu akranı arasında.
Bütün vakitlerini, hep ilme etti tahsis.
Öğrendi tamamiyle tefsir, fıkıh ve hadis.
Bir gün tefsir ederken Hücurat suresini,
Birden korkup, bir dehşet kapladı kendisini.
Ahiret hallerine oldu hep müteveccih.
Konuşmayı bırakıp, susmayı etti tercih.
Onun üstün halleri, dikkati çekiyordu.
Ve herkes tarafından, pek çok seviliyordu.
Mehmet Tahir Efendi vardı hocalarından.
Onu, hanekahına davet etti bir zaman.
Çok iltifat ederek, dedi: (Ey Molla Hafız!
Sana, bildiklerimi tam öğrettim noksansız.
Yani bendekilerin, vakıf oldun hepsine.
Artık gidemiyorum, ben bundan ötesine.
Sana vereceğim ders, şu anda buldu hitam.
Daha büyük âlim bul, dersine eyle devam.)
O, bunun üzerine ayrıldı medreseden.
Bir üstad bulmak için, dua etti hassaten.
Dedi ki: (Ya ilahi, dertliyim, derdim derin.
Derdime derman için sana geldim ya Mu’in!)
Zahiri ilimlerde yetişmişti tamamen.
Bir tasavvuf rehberi arıyordu esasen.
O, böyle arz edince dileğini Rabbine,
Duyurdu Allah bunu gönül ehli birine.
Hem dahi Buhara’da, büyük bir veli olan,
Seyyid Ahmed Merami duymuştu bunu o an.
Ve hemen Cami’deki dersini bırakarak,
Ayrıldı Buhara'dan, o gün ani olarak.
Manevi işareti almıştı çünkü kalben.
Sessizce yola çıktı, kimseye söylemeden.
Erzurum’a gitmekti bir an önce maksadı.
Çünkü Osman Bedreddin bekliyordu bu zatı.
Seyyid Ahmed Merami, böyle ani olarak,
Buhara’dan gidince, çok üzüldü buna halk.
Zira çok seviyordu cemaat kendisini.
Hiç anlayamadılar ne için gittiğini.
Velakin kalp gözleri açık olan müminler,
Anlayıp, cemaati teselli eylediler.
Dediler ki: (Hocamız, evliyadan bir kişi.
Gönül ehli zatların, hikmetlidir her işi.
Bu gidişlerinde de, vardır elbet bir hikmet.
Almıştır bunun için bir manevi işaret?)
İnce, uzunca boylu, beyaz sakalı vardı.
Uzun bir yolculukla Hasankale’ye vardı.
Bevelkasım köyünün, imam oldu halkına.
İnsanlar, akın akın toplandı etrafına.
. Merhaba, hoşgeldin!
Seyyid Ahmed Merami bir manevi işaret,
Alarak, Erzurum’a ulaştı en nihayet.
Osman Bedreddin için gelmişti Buhara’dan.
Onun o duasını, işitmişti oradan.
Seyyid Ahmed, gelerek Bevelkasım köyüne,
İlim ve hikmet saçtı insanların gönlüne.
Anladı herkes onun bir veli olduğunu.
Osman Bedreddin dahi, işitti bir gün onu.
Yanına varmak için, büyük sevinç içinde.
Gelip buldu o zatı caminin girişinde.
O, bu genci görünce, sevinip buldu huzur.
Dedi ki: (Aradığım o kişi işte budur.)
Ve ona seslendi ki: (Hafız Osman Bedreddin!
Gözlerim yolda idi, merhaba safa geldin.)
Kalplere tesir eden o mübarek sesiyle,
Böyle hitab edince hem de kendi ismiyle.
Kalbinde buldu birden, onun muhabbetini.
Yaklaşıp, hürmet ile öpüverdi elini.
Ders almak isteğini arz etti ona hemen.
O da şöyle buyurdu, bu teklife cevaben:
(Buhara’dan kalkıp da, senin için bahusus,
Buraya geliriz de, ders vermez olur muyuz?)
Osman, onun dersini zevk ile dinliyordu.
Her sözünden, gönlüne sanki nur iniyordu.
Artık o, Erzurum’dan, Bevelkasım köyüne,
Her gün gelip, bu zatın otururdu önüne.
Üç saatlik bir yoldu, iki yerin arası,
Çıkardı Erzurum’dan, her gün gece yarısı.
Sabah namazı vakti, yetişirdi köye tam.
O sohbete, yıllarca devam etti muntazam.
Sıcak soğuk, yaz ve kış, fırtına, yağmur, tipi,
Olsa dahi, o yine gidiyordu kuş gibi.
Ne meşakkat olsa da, zor gelmezdi ona hiç.
Bilakis o yollarda bulurdu huzur, sevinç.
Yine bir gün, erkenden giderken o veliye,
Yakalandı aniden şiddetli bir tipiye.
Son derece bunalıp, çaresiz kaldı birden.
Bir adım ilerisi, görünmezdi tipiden.
Bu durum karşısında, Rabbine güvenerek,
Bulunduğu mahale oturdu diz çökerek.
Annesinden duyduğu şu güzel ilahiyi,
Söylemeye başladı, hem gayr-i ihtiyari:
(Hak şerleri hayreyler, zannetme ki gayreyler.
Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.)
O sırada aniden, beyaz at üzerinde,
Nur yüzlü bir genç gelip, selam verdi önünde.
Atının terkisine bindirip kendisini,
Dedi ki: (Üşümüşsün, götüreyim gel seni.)
. O, hazret-i Hızır’dı
O gün Osman Bedreddin tutulunca tipiye,
Bir atlı gelip onu, bindirmişti terkiye.
Kurtardı böylelikle onu bu sıkıntıdan.
Ve şerbet ikram etti, meşin su kırbasından.
Erzak torbasını da uzatıp ona keza,
Dedi: (Ye bundan dahi, nasibinde ne varsa.)
Hafız Osman Bedreddin, alarak o torbayı,
Alıp yedi içinden, tek bir adet hurmayı.
Hazret-i Hızır idi, ona ikram eden zat.
Onun bu kanaatkâr halini görüp bizzat,
Sırtını okşayarak, dedi ki: (Ey Bedreddin!
Nasibin açık olup, bereket dolsun evin.
Kanaatkâr misafir gelsin senin yanına.
Haydi, uğurlar olsun, selam de üstadına.)
Baktı, köye gelmişler, sıçrayıp indi attan.
Hazret-i Hızır dahi gaib oldu ortadan.
O anda üstadı da, onu düşünüyordu.
Tipiden halas için, hep dua ediyordu.
Aniden karşısında onu gelmiş görünce,
Çok sevinip, Allah’a şükreyledi bir nice.
Gerçi o biliyordu olan bu hadiseyi.
Yine de anlattırıp, dedi: (Gizle bu şeyi.)
İltifatlar ederek buyurdu ki ona hem:
(Burada tamam oldu benim sana vazifem.
Allahü teâlâya olsun ki hamd ve sena,
Bende olan herşeyi, aktardım, verdim sana.
Bundan daha ileri yükselirsin sen, fakat,
Bu işi yapmak için, yoktur bende liyakat.
Bir kâmil-i mükemmil lazım ki şimdi sana,
Yükseltsin tasavvufta seni yolun sonuna.
Böyle yüksek bir zatı arayıp bulmaya bak.
Hak teâlâ bu işte, kılsın seni muvaffak.)
Hafız Osman Bedreddin, ayrılıp ondan dahi,
Bir mürşit aramaya başladı bizatihi.
İçli gözyaşlarıyla ağlıyordu ruz-ü şeb.
Ona kavuşmak için, dua ediyordu hep.
Annesi, bu halinden endişeleniyordu.
Acaba aklına mı halel geldi? diyordu.
Bunu, beyine dahi açtı bir gün nihayet.
Dedi: (Onun haline üzülüyorum gayet.)
O dedi: (Üzülecek bir şey yok, etme merak.
O, Allah yolundadır, sen kendi derdine bak.
Oğlumuz, Allah için ve Resulullah için,
Onların aşkı ile ağlıyor için için.
O, bir Allah adamı arıyor yana yana.
Ki, onun himmetiyle kavuşsun Allah’ına.
Böyle bir evladımız var diye iftihar et.
O, tam doğru yoldadır, üzülme, çok dua et.)
. Kimdi o yiğit?
Ruslar hücum edince Erzurum beldesine,
Bu, Erzurum halkının gayret verdi hepsine.
Ve yediden yetmişe, herkes silahlanarak,
Müdafa durumuna geçtiler toplanarak.
O gece, gümbür gümbür davullar çalıyordu.
İnsanlar, cihad için harbe çağrılıyordu.
Tanyeri ağarmadan, Erzurum’da cümle halk,
Bu davul sesleriyle yerlerinden kalkarak,
Kazma kürek cinsinden ne varsa evlerinde,
Alarak, toplandılar şehrin orta yerinde.
Kahraman dadaş halkı, o gece kadın, erkek,
Vatan müdafasında, oldular tek bir yürek.
Gecenin sabahında, ağarırken tan yeri,
Çınlatmaya başladı ezan sesi her yeri.
Doruğuna çıkmıştı herkesin heyecanı,
Zira Osman Bedreddin okuyordu ezanı.
Öyle okuyordu ki aşk ile ve ihlasla,
Kendinden geçiyordu dadaş halkı o hazla.
Ve hatta Erzurum’un dağı, taşı, tepesi,
Sanki tekrar ederdi dile gelip bu sesi.
Bu ezan, gönüllere sanki nur taşıyordu.
Şüheda ruhlarını sanki çağırıyordu.
O böyle yayılırken her yere dalga dalga,
Bambaşka bir cesaret ve şevk geldi o halka.
Zirvesine çıkmışken bu heyecan ve iman,
Çalınmaya başladı mehter de tam o zaman.
Gönüller, vatan için, din için çarpıyordu.
Gözler, savaşmak için bir emir bekliyordu.
Miralay Bahri Bey'in bir işareti ile,
Hücuma geçti millet (Allah Allah!) sesiyle.
O an moskofa karşı başladı ki bir savaş,
Sanki arslan kesildi kahraman halk-ı dadaş.
Bahri Bey haykırırdı: (Urun ha gardaşlarım!
Urun Allah aşkına, kahraman dadaşlarım!)
Allah’ın yardımı ve evliya tasarrufu,
Sayesinde, kovdular yurtlarından moskofu.
O gün, halkı yekvücut, yek kalp yapan tek unsur,
Sırf Osman Bedreddin’in o ezanı olmuştur.
Ahmed Muhtar Paşa da, işitip sonra bunu,
Merak etti, ezanı kimin okuduğunu.
Bir talimat verdi ki hemen adamlarına:
(Ezanı okuyanı, öğrenip deyin bana.)
Yaverler, bu emirle etrafa dağıldılar.
Onun kim olduğunun haberini aldılar.
Gelip arz ettiler ki: (Efendim, Hafız Osman,
Bedreddin adında bir ermiş ezan okuyan.)
. Görmeseydim inanmazdım
Kurt İsmail Paşa'nın, Ahmed Muhtar Paşa'ya,
Arz ettiği bilgiler yazıldı aşağıya:
Dedi ki: (O ezanı okuyan o fedai,
Miralay Bahri Bey’in kumandasında idi.
Saldırırdı düşmana heybet ve vakar ile.
Baktım, hatta yok idi elinde silah bile.
Dikkat ettim, düşmanı taşla kovalıyordu.
Ve attığı her bir taş, bir moskof haklıyordu.
Nerdeyse gözlerime inanamayacaktım.
Hayret ve şaşkınlıktan, dikkatle yine baktım.
Evet, taş atıyordu, bu, tarihi bir vaka.
Ve her taş, hedefini buluyordu mutlaka.
Şaşılacak bir şey de, şu idi ki o vakit,
Eğilip, taşı yerden almıyordu o yiğit.
Ne zaman ki bir taşı fırlatınca düşmana,
Yerden, ikinci bir taş, yükseliyordu ona.
Elinin hizasında, havada duruyordu.
O da onu alarak, düşmana vuruyordu.
O an kendi kendime düşündüm ki: Bu fiil,
Alelade insanın yapacağı iş değil.
Ahmed Muhtar Paşa da, bunları dinleyince,
Gözleri yaşararak gark oldu bir sevince.
Dedi ki: (Bire gardaş, söylesene, erenler,
Bizim ile birlikte cenk ederlermiş meğer.)
Ve Osman Bedreddin’i, o günden itibaren,
Tabur imamlığına tayin etti o hemen.
Böyle bir vazifeye seçildiği için de,
(İmam Efendi) diye tanındı halk içinde.
Bu vazifede iken o sahib-i saadet,
Bazı evliyalarla görüşüp etti sohbet.
Taha-yı Hakkari’nin oğlu ve talebesi,
Seyyid Ubeydullah’tı onlardan bir tanesi.
Bu mübarek zatlarla sohbet etmiş olsa da,
O, Palu’da kavuştu son ve asıl üstada.
Bu mübarek veli zat, Mahmud-u Samini’ydi.
Allah adamı olup keramet sahibiydi.
Henüz Osman Bedreddin gelmeden o beldeye,
Ona ait halleri söylerdi talebeye.
Yalnız açıklamıyor, işaret veriyordu.
Hususi hallerini bir bir naklediyordu.
Mesela diyordu ki ondan bahis ederek:
(Henüz dokuz yaşında hafız oldu mübarek.)
Yine bir gün dedi ki: (Onun ilim gayreti.
Gayrete getiriyor hocalarını dahi.)
Başka bir gün dedi ki: (Onun yetişmesine,
Buhara’dan bir üstad geliyor kendisine.
Vazifelendirildi hususi onun için.
İndallah kıymetini anlayın o kişinin.)
. Gel artık, naz etme!
Palu’daki Mahmud-u Samini hazretleri,
Hep Osman Bedreddin’den bahsederdi ekseri.
Çocukluğundan beri, halini, safha safha,
İsmini söylemeden anlatırdı çok defa.
Ve onun gelmesini, dört gözle bekliyordu.
Hatta son zamanlarda, (Çabuk gelse) diyordu.
Kendi talebeleri merak ederdi ki hep:
Hocamızın övdüğü bu kişi kimdir acep?
Osman Bedreddin ise, bilmezdi onu önce.
Erzurum’da idi ki, rüya gördü bir gece.
Tanımadığı bir zat, dedi ki: (Hafız, kurban!
Yollarını bekliyor gözlerim nice zaman.
Bir manevi emanet vardır ki şimdi bende,
Onu teslim etmeyi isterim bu günlerde.
Gel ki, bu emaneti sana tevdi edeyim.
Zira bu yük altında, pek azaldı kuvvetim.
Bu kadar saklanmaya, naz etmeye ne sebep?
Yeter artık, gel bana, gözlerim yollarda hep.)
Ertesi gece dahi, gördü yine bir rüya.
Geldiler bu sefer de, dört mübarek evliya.
Bunlar, Ali Sebti’yle Hayyat-ı Vehbi idi.
Ve Mevlana Halid’le, Bahaddin Buhari’ydi.
Ona buyurdular ki: (Seni çağıran o zat,
Mahmud-u Samini’dir, Palu’dadır şu saat.
Onun bu davetine icabet eyleyesin.
Zira o velidedir vilayet nurun senin.)
Bu manevi işaret üzerine, ihlasla,
Palu’ya müteveccih, o sabah çıktı yola.
O esnada Mahmud-u Samini hazretleri,
Etrafına toplayıp cümle talebeleri,
Dedi ki: (Beklediğim o kimse, tam şu zaman,
Buraya gelmek için, ayrıldı Erzurum’dan.
Çıkalım hep beraber, onu karşılamaya.
Zira onu görmeye, kalmadı sabrım daha.)
Bütün talebesiyle birlikte o veli zat,
Çıktı karşılamaya kendisi onu bizzat.
Birazdan gördü onun gelmekte olduğunu,
Yaklaşıp, muhabbetle bağrına bastı onu.
Lakin Osman Bedreddin onu ilk gördüğünde,
Mahmud-u Samini’nin çapak vardı gözünde.
Zira ağrı olurdu gözünde onun bazan.
Bundan hasıl olurdu o çapak çoğu zaman.
Bir de tütün içerdi Samini hazretleri,
Dikkatini çekmişti onun bu hasletleri.
Bu sebepten, bir türlü teslim olamıyordu.
Ve ondan, tasavvufu almak istemiyordu.
Onun büyüklüğüne inanıyordu, fakat,
Bundan sebep, kalbine gelmedi tam kanaat.
. Misafirlik üç gündür
Hafız Osman Bedreddin, Mahmud-u Samini’nin,
Dergahına geleli on gün olmuştu hemin.
Samini hazretleri buyurdu: (Hafız, kurban!
Misafirlik üç gündür, hizmete başla heman.
Bizim bir bostanımız vardır ki ilerde bak,
Onu sulamak için sıra sende, haydi kalk!)
(Peki!) deyip, bostana geldi Osman Bedreddin.
Havuzu dolu görüp, suyu saldı velakin,
Sulamamış idi ki henüz bir evlek bile,
Baktı, suyu tükenmiş havuzun tamamiyle.
Halbuki büyük idi o bostanın havuzu.
Hepsini sulamaya yeterdi hatta o su.
Hiçbir şey anlamayıp, hayret etti bir hayli.
Ve dönüp, üstadına arz eyledi bu hali.
Hocası buyurdu ki: (Su vardır da muhakkak,
Sen göremiyorsundur, git de, gören gözle bak!)
Ayrılıp, o havuzun yanına geldi tekrar.
Baktı, havuz su dolu, hem de ağzına kadar.
O gün ikindi vakti, çağırdı onu yine,
Buyurdu ki: (Bostanın git falanca yerine.
Olmuş patlıcanlardan topla da biraz getir!
Zira yarın, dergaha, misafir fazla gelir.)
Bu emir üzerine bostana gitti tekrar.
Lakin bakıp gördü ki, olmamış patlıcanlar.
Gelip arz ettiğinde: buyurdu: (Hafız, kurban!
Olgun patlıcan ile doludur şimdi bostan.
Lakin göremiyorsun, bir daha bak, haydi git!
Gören gözle bakınca, göreceksin o vakit.)
Geri dönüp, bostana baktığında o tekrar,
Gördü ki, hakikaten yetişmiş patlıcanlar.
O, bu kerametleri görüyordu velakin,
(Tütün içiyor) diye, kalbinde yoktu yakin.
Onun bu tereddüdü çoğaldı ki o kadar,
Sonunda, ayrılıp da gitmeye verdi karar.
Samini hazretleri vakıf oldu bu hale.
Elinde olmayarak üzüldü fevkalade.
Sabah namazdan sonra, cemaate dönerek,
Bir müddet durdu öyle, celalliydi mübarek.
Sonra da buyurdu ki: (Herhangi derdi olan,
Ehline söylemezse, bulunmaz ona derman.
Bizim bu yolumuzda, gururlanmak yasaktır.
Bir rehbere, şüphesiz teslim olmak esastır.
İnsan, birkaç hocadan ilim edinmek ile,
Ve hazret-i Hızır’dan bir şerbet içmek ile,
Bu yolda kâmil olmuş sayılmaz tabii ki.
Lazımdır ona yine, bir mürşid-i hakiki.
Bir kimse, mürşidinden, tütün içiyor diye,
Ayrılmak düşünürse, sığar mı dervişliğe?)
. Kabri Harput’dadır
Samini hazretleri, en sonunda dedi ki:
(Seven, hiç sevdiğini bırakıp gider mi ki?)
Sözlerini bitirip, evine gitti sonra.
O gün akşama kadar, hiç çıkmadı bir daha.
Hafız Osman Bedreddin, dinleyip bu sohbeti,
Hatasını bildi ve anladı hakikati.
İnandı ki, giderse, kendine olur zarar.
Hep orada kalmaya kuvvetli verdi karar.
O velinin sözleri, iz bıraktı gönlünde.
Rabbani tesir vardır evliyanın sözünde.
İçinde hiç tereddüt kalmadı onun asla.
Bağlandı ona artık, sadakat ve ihlasla.
Ertesi gün, üstadı Samini hazretleri,
Mescide teşrifinde, gülüyordu gözleri.
(Hafız!) diye seslenip, çağırdı huzuruna.
Titreme arız oldu Hafızın her uzvuna.
Telaşla hocasının yanına koştu hemen.
Her yeri titriyordu, onun bu heybetinden.
Ellerini öperek, büyük sevgi, hürmetle,
Bildirdi ihlasını tam bir teslimiyetle.
Samini hazretleri bakarak sonra ona.
Emredip, soktu onu riyazet odasına.
Sonra dedi: (Hızır'dan içmişsin o gün şerbet.
Fazilet kazanmana sebep oldu o elbet.
Seyyid Ahmed Merami, çok emek verdi sana.
Sebep oldu bu dahi, ilminin artmasına.
Erzurum’da, rüyada gördüğün o veliler,
Bu tarafa gelmene işaret eylediler.
Ve Ruslar, Erzurum’a hücum ettiği zaman,
O sabah minarede, okuyan sendin ezan.
Aşk ile okuduğun o ezanınla hatta,
Evliya ruhlarını çağırmıştın cihada.
Bilcümle evliya ve şühedanın ruhları,
Erzurum semasında toplandı ayrı ayrı.
Sonra sen, moskofları taşa tuttuğun vakit,
Biz dahi oradaydık, olmuştuk ona şahit.
Bunlar, evliyalığın bazı cilveleridir.
Lakin bunlar, bu yolda aranan şey değildir.
Asıl gaye ve maksat başkadır ey Bedreddin!
Himmetini yücelt ki, tamam olsun nimetin.)
Hocasının himmet ve yardımıyla nihayet,
Onsekizinci günü, aldı mutlak icazet.
Çok bereketli idi sohbetiyle dersleri.
Hidayete erdirdi bir nice kimseleri.
İkiyüzbin müslüman, bu büyük veli zattan,
Feyiz ve nur alarak, kurtuldu zulümattan.
Kabri Harput’da olup, orada yatmaktadır.
Ziyaret eyleyenler çok faydalanmaktadır.
.
28 - HAMİD-İ AKSARAYİ (Rahmetullahi Aleyh
.Anadolu’yu nurlandırdı
Esas adı Hamid-i Aksarayi ise de,
Somuncu Baba diye tanındı halk içinde.
Kayseri’de dünyaya gelen bu mübarek zat,
Aksaray'da, altmışüç yaşında etti vefat.
Okudu tamamiyle zahiri ilimleri.
Hazret-i Hızır ile sohbet etti ekseri.
Şam'da devam eyledi sonra bu tahsiline.
Bir çok evliyaların katıldı sohbetine.
Manevi bir yol ile, Bayezid Bistami’den,
Feyz alıp, daha sonra Tebriz'e gitti birden.
Orada, Alaaddin Erdebili adında,
Bir veliyi bularak, hizmet etti yanında.
O büyük evliyanın himmetiyle nihayet,
Yetişip, o veliden aldı mutlak icazet.
Buyurdu ki: (Ey Hamid, var git Anadolu’ya.
Öğrendiğin bu ilmi, götürüp yay oraya.)
Bütün talebesiyle birlikte yürüyerek,
Uğurladı Hamid’i o şehir dışına dek.
O, böyle tez zamanda alınca icazeti,
Ona haset ettiler diğer talebeleri.
Hocaları, Hamid’i uğurlarken orada,
Diğer talebelere dedi ki o arada:
(Şayet Hamid dönüp de, geri bakarsa eğer,
Anadolu, ilminden çok istifade eder.
Yok eğer bakmaz ise dönüp de bir an geri,
Olmaz o insanların ondan faideleri.)
Onlar merak ederken dönüp bakar mı? diye,
Hamid, tam iki defa dönüp baktı geriye.
Tebriz'den ayrılarak, Kayseri’ye ulaştı.
Getirdiği feyzleri o insanlara saçtı.
İnsanlar, akın akın gelirdi sohbetine.
Bir gelen, istemezdi geri gitsin evine.
Hocasından aldığı ilimleri, feyzleri,
Yaydı Anadolu’ya, onun emri gereği
. Dua çınarı
Niğbolu'dan dönünce Yıldırım Bayezid Han,
Bir cami yaptırmayı düşünmüştü bir zaman.
Bursa, Ulu Camiyi inşaya etti niyet.
Caminin yapılması sona erdi nihayet.
Bir Cuma günü idi, ilan edildi ki hem:
(Cami, merasim ile açılacaktır hemen.)
O gün başta Padişah, damadı Emir Sultan,
Molla Fenari ile kim varsa ulemadan,
Hazır oldu her biri, hem de hafız olanlar.
Doldurmuştu camiyi, Bursa’lı müslümanlar.
Hutbe okumak için, Padişah hazretleri,
O gün Emir Sultan’a verdiğinde bu emri,
Damadı Emir Sultan, emre (Peki) diyerek,
Ve Somuncu Baba’yı eliyle göstererek,
Arz etti ki: (Sultanım, baş göz üstüne, fakat,
Hutbeyi okumaya, layıktır ancak şu zat.)
O dahi mecbur kaldı, emre (Peki) demeye.
Kalkıp, minbere doğru başladı yürümeye.
Geçerken de Emir'e dedi: (Ey Emirimiz!
Niçin böyle yapıp da, beni ele verdiniz?)
O da, ona cevaben arz etti ki: (Bu yerde,
Yok idi bir başkası, sizden daha ilerde.)
Cemaat, olanları görüyor, duyuyordu.
Bu sebepten durumu çok merak ediyordu.
Zira Somuncu Baba, onların nazarında,
Ekmek satan biriydi Bursa sokaklarında.
Bunun için bu işi etmişlerdi çok merak.
Ki, Cuma hutbesini o nasıl okuyacak?
Çıktı Somuncu Baba biraz sonra minbere.
Öyle bir hutbe irad etti ki müminlere,
Asla duymamışlardı böyle bir hutbe onlar.
Onun büyüklüğünü o zaman anladılar.
Hutbede, Fatiha’nın, yirmi ana ilimde,
Yedi türlü tefsiri yapılmıştı o günde.
Molla Fenari dahi demişti ki ertesi:
(Onun büyüklüğüne, şahittir bu hutbesi.
Yedi türlü tefsirden, birincisini yalnız,
İyice anladılar cemaattan her şahıs.
İkinci tefsirini, bir kısmı anladılar.
Üçüncüsünü ise, çok azdı anlayanlar.
Dördüncü ve sonraki tefsirlere gelince,
Onlardaki manalar, çok yüksek ve pek ince,
Olduğundan, onları anlamadı kimseler.
İlim ve marifette derya imiş o meğer.)
Namaz sona erince, camideki cemaat,
Mübarek ellerini öpmek istedi, fakat.
Caminin üç kapısı var idi dışarıya.
Acep hangi kapıdan çıkardı bu evliya?
Lakin üç kapıdan da çıkan, seviniyordu.
Hepsi de, (Ben, öpmekle şereflendim) diyordu.
Sonra Molla Fenari hanesine giderek,
Talebesi olmayı arzu eylemişti pek.
Lakin o, bu şehirde sırrım faş oldu diye,
İstedi ki, Bursa’dan gitsin başka bir il'e.
Bir sabah, bu niyetle çıkmıştı ki Bursa’dan,
Duyup Molla Fenari yetişti arkasından.
Bir çınarın dibinde, geri döndürmek için,
Çok yalvardı ise de, mümkün olmadı lakin.
Bursa’ya doğru dönüp, mübarek zat o ara,
Dua etti Bursa’ya, hem de Bursa’lılara.
Duayı, o çınarın dibinde etti diye,
Bu gün, (Dua çınarı) denilir o bölgeye.
. Fırın ve çömlek
Hamid-i Aksarayi, Kayseri’de bir ara,
İlim, hikmet saçarken ordaki insanlara,
Bir gün, talebesinden, yanına bir kimseyi,
Çağırıp, kendisine verdi şu vazifeyi:
(Ankara’da iyi bir âlim var, adı Numan.
Onu bulup, buraya davet eyle, git hemen.)
Gitti o gün talebe, Ankara beldesine.
Hocasının emrini bildirdi kendisine.
Zahiri ilimleri tahsil eden bu Numan,
Daveti kabul edip, çok memnun oldu bundan.
İkisi beraberce, dönerken Kayseri’ye,
Numan merak ederdi: Çağıran kimdir? diye
Kurban Bayramı günü, erişti huzuruna.
Bu yüzden, mübarek zat (Bayram) demişti ona.
Bu Numan, görür görmez Hace Hamideddin’i,
Anladı ilimdeki yüksek hamiyetini.
Hace Hamideddin'in huzurunda bu Numan,
Yetişip, (Hacı Bayram-ı Veli) oldu sonradan.
Manevi bir emirle, hazret-i Hamid yine,
Tebriz'e ve sonra da geldi Bursa iline.
Bursa’da, kendisini gizledi insanlardan.
Halk içinde Hak ile bulunurdu her zaman.
Dağlardan odununu getirip merkebiyle,
Yakıp kızdırıyordu, fırını böylelikle.
Bir ekmek küfesine doldurup somunları,
(Somun! Somun!) diyerek satıyordu onları.
O, her sabah küfeyle satışa çıktığında,
İnsanlar, ekmeğini kapışırdı anında.
Zira onun sattığı ekmeklerin lezzeti,
Daha bir başka idi, bilinmezdi hikmeti.
Somun! somun! diyerek dolaştığı için de,
(Somuncu baba) diye, tanındı halk içinde.
Bir gün Somuncu baba, çıkıyorken fırından,
Padişahın damadı, esseyyid Emir Sultan,
Elinde bir çömlekle girerek içeriye,
Ondan rica etmişti (Bunu pişirin) diye.
(Peki) deyip, çömleği alıp sürdü fırına.
Hemen sonra çıkarıp, verdi Emir Sultan’a.
Lakin Emir şaşırdı çok çabuk piştiğine.
Merakla eğilerek, baktı fırın içine.
Gördü ki, fırınında ateşten yoktur eser.
Anladı ki bu kişi, büyük veliymiş meğer.
.
29 - YUNUS EMRE (Rahmetullahi Aleyh
.İş hizmette
Yunus Emre, manevi bir işaret alarak,
Vardı Taptuk Emre’nin hizmetine, koşarak.
Otuz yıl hizmet edip, zannetti ki, kendinde,
İlerleme olmadı manevi âleminde.
Üzüntüden, kendini atıverdi dağlara.
Baş açık, yalın ayak dolaşırken, bir ara,
Bir gün, iki kişiye rastladı birdenbire.
Onları çok severek, dost oldu onlar ile.
Yemek vakti gelince, dua etti birisi.
O anda indi gökten, yemek dolu bir tepsi.
Üçü de yiyip içip, şükrettiler Allah’a.
Akşam vakti, öbürü dua etti bir daha.
Yine aynı şekilde bir tepsi indi gökten.
Öyle ki, bu yemekler nefisti öncekinden.
Üçüncüde, Yunus’a dönerek o müminler,
(Sıra sende, şimdi de sen dua et!) dediler.
O zaman Yunus Emre kaldırdı ellerini.
Dedi ki: (Ya ilahi, mahcub eyleme beni.
Onlar, kimin ismiyle dua ettiler ise,
O zatın hürmetine bir sofra gönder bize.)
Duası biter bitmez, baktılar, biraz sonra,
İndi gökten bu sefer, daha büyük bir sofra.
Dediler: (Ey arkadaş, nasıl oldu bu böyle?
Sen, kimin hürmetine dua ettin ki, söyle.)
Dedi ki: (Siz söyleyin, siz nasıl ederdiniz?
Siz, kimin yüzü suyu hürmetine derdiniz?)
Dediler: (Taptuk Emre yanında hizmet yapan,
Yunus'un hürmetine istiyorduk her zaman.)
Yunus bunu duyunca, dergaha döndü yine.
Yattı Taptuk Emre’nin kapısı eşiğine.
O zaman, hocasının görmüyordu gözleri.
Evde, el yordamıyla yürüyordu ekseri.
Çıkıyorken, ayağı takılınca bir şeye,
Dedi: (Bizim Yunus mu, gelip yatmış eşiğe?)
Ve elinden tutarak, kaldırdı onu yerden.
Yunus, Yunusluğunu kazanmıştı o günden.
Dağdan odun taşıdı yıllarca o dergaha.
O manevi kapıdan, ayrılmadı bir daha.
Yunus unutulmadı yüzyıllar geçse bile.
Zira hizmet etmişti üstadına zevk ile.
.
30 - SEYYİD ABDULLAH-I ŞEMDİNİ (Rahmetullahi Aleyh
.Bir rehber arıyordu
Evliya-yı kiramdan, devrinin bir tekidir.
Halid-i Bağdadi’den feyz alan bir velidir.
Osman-ı Zinnureyn’in o güzel ahlakını,
Hatırlatan bir huya sahipti o da aynı.
Hakkari-Şemdinli’de tevellüd eden bu zat,
Binsekizyüz onüç’te, Nehri’de etti vefat.
Gençliğinde, Irak'ta, Süleymaniye diye,
Medresede başladı ilim tahsil etmeye.
Aynı medresedeydi Mevlana Halid dahi,
Hem arkadaş idiler bu iki büyük dahi.
Zahiri ilimleri okurken bir taraftan,
Bir kâmil-i mükemmil ararlardı bir yandan.
Yani kendilerini, manen yetiştirecek,
Kalplerine, ilahi feyiz ve nur verecek,
Bir mürşid-i kâmili ararlardı ki her gün,
Gidip de diz çöksünler önünde o büyüğün.
Öyle ararlardı ki o rehberi ihlasla,
Yanıyordu kalpleri, bu aşk ve iştiyakla.
Ve hatta dediler ki bir gün birbirlerine:
(Bulursak, ikimiz de ortağız feyzlerine.
Hangimiz daha önce bulursak böyle bir zat,
Hemen haber verecek diğerine o saat.)
Manevi işaretle bir gün Mevlana Halid,
Hindistana gitmeye karar verdiği vakit,
Seyyid Abdullah dahi istedi ki haliyle,
O da gitsin beraber, Halid-i Bağdadi'yle.
O ise arz etti ki: (Ben gideyim de yalnız,
Getirdiğim feyzlere, ikimiz de ortağız.)
Nihayet Hindistan’da, Abdullah Dehlevi’yle,
Görüşüp, şereflendi o zatın feyzleriyle.
O kaynaktan aldığı ne varsa ilim, edep,
Bağdat’ta, taliplerin kalplerine saçtı hep.
Seyyid Abdullah dahi, geldi ziyaretine.
Daha ilk görüşmede, hayran kaldı haline.
Eski arkadaşlığı artık düşünmeyerek,
Devam etti sohbete önünde diz çökerek.
O temiz asaleti ve yüksek istidadı,
Sayesinde, kalbine pek fazla feyiz aktı.
Birinci talebesi olarak en nihayet,
Halid-i Bağdadi’den aldı mutlak icazet.
Büyük bir veli olan Abdullah-ı Şemdini,
Şeref, vakar ve heybet sahibi bir kişiydi.
Her türlü kemalatı toplamıştı kendinde.
Bütün güzel huyların, hazinesiydi hem de.
Sohbeti, hasta olan ruhlara gıda idi.
Bakışları, kararmış kalplere şifa idi.
Ondaydı evliyalık yolunun her esrarı.
Saadet kapısının, o idi anahtarı.
Hocasının emriyle, Nehri kasabasına,
Giderek, feyiz saçtı oranın insanına.
Vefatına kadar da, orada bulunarak,
Taliplerin kalbini eyledi saf ve berrak.
Nehri kasabasında bulunur kabri dahi.
Yayılır kabrinden de, yine feyz-i ilahi.
Onu vesile edip, her kim ki dua etse,
Hürmetine, kavuşur muradı her ne ise.
Maddi veya manevi derdi olan her kişi,
Kabrinde dua etse, hallolur her bir işi.
.
31 - BİR İHTİHAR MÜSLÜMANIN KIZINA NASİHATI (Hayri Aytepe
.Saadet nedir?
Ey kızım şunu bil ki, dünyadaki insanlar,
Hepsi de, istisnasız mesut olmak arzular.
Ama mesut olanlar, gayet az kimselerdir.
Çünkü bilmiyorlar ki, saadet ne demektir?
Saadetin ne demek olduğunu, bir kişi,
Eğer iyi anlarsa, kolaydır onun işi.
Saadet, yalnız dünya saadeti değildir.
İş, sonsuz saadeti elde edebilmektir.
Ahiret saadeti denir ki işte buna,
Bu da, uymakla olur Allah’ın kanununa.
Yani Kur’an-ı kerim ve Peygamberimizin,
Sözlerine itaat etmektir tam ve kesin.
Kızım, dünya hayatı, sayılıdır nihayet.
Ama buna mukabil ebedidir ahiret.
Öyle ise saadet, iki başlı demektir.
Bir tanesi dünyada, biri ahirettedir.
Daha çok önemlisi hangisidir bunlardan?
Bunu, anlar kolayca birazcık aklı olan.
Akıl ve izanımız, ahiret hayatının,
Önemli olduğunu gösteriyor bi hakkın.
Ahiret bu derece önemliyken, insanlar,
Onu, dünya kadar da pek önemsemiyorlar.
Ahiret hayatı var, hem de o ebedidir.
Buna inanmıyorsak, kurtuluş yok demektir.
Çünkü Hak teâlâya imanı olmayanın,
Yeri, sonsuz olarak Cehennem olur yarın.
Eğer inanıyorsak, ne güzel bir nimettir.
O halde emirlere sarılmamız gerektir.
Eğer sarılmıyorsak, gaflettir bu halimiz.
Bizleri, bu gafletten uyandırsın Rabbimiz.
Kızım, ebedi olan ahiret saadeti,
Bu kadar bariz iken bunun ehemmiyeti,
Bunu bilen, arayan çok az kimse kalmıştır.
İnsanlar, fani olan dünyaya sarılmıştır.
Ahiret saadeti unutulmuş ve hatta.
Sanki bu, yokmuş gibi gafletteyiz adeta.
Bu ise, felaketin en tehlikelisidir.
Ve bu, akıbetlerin en korkunç bir şeklidir.
Ey kızım, işte benim maksadım şu ki asıl:
Bu korkunç tehlikeden kurtulasın velhasıl.
Yani senin, ebedi Cehennem ateşinden,
Tamamen kurtulmanı istiyorum şimdiden.
Bu nasihatlarımı çok iyi anlayasın.
Bunlardan, kendin için ders ve ibret alasın.
Hak teâlâ arttırsın senin de idrakini.
Kazanasın böylece sonsuz saadetini.
Her ana baba dahi çocuklarının, önce,
Sonsuz saadetini sağlamalı güzelce.
Çünkü anne babanın, bu, ilk vazifesidir.
Ona bu vazifeyi veren de Rabbimizdir.
Bir çocuk, ne kadar çok kayıtsız olsa dahi,
Babasının yaptığı bu öğüt, nasihati,
Hiç değilse bir kere merak eder ve okur.
Ve bundan ders alarak, saadete kavuşur.
. Dünya ve ahiret
Ey kızım, şu gerçeği çok iyi bilmeliyiz.
Ki, bir gün yanımıza gelecek ellerimiz.
Yani bu hayatımız bitecek bir gün elbet.
Ve ölümle birlikte, başlayacak ahiret.
Bu dehşetli hakikat karşısında her insan,
Bu iki şey hakkında düşünmeli her zaman.
Hayata niçin geldik ve niçin dünyadayız?
Nedir yaşamaktaki gaye ve maksadımız?
Ve yine ölüm nedir, ahiret ne demektir?
Bunları, her insanın öğrenmesi gerektir.
Hatta bu ikisini merak edip öğrenmek,
İnsan olabilmenin ilk şartı olsa gerek.
Hayat ne olduğunu, hayatın sahibinden,
Daha iyi ve doğru, olamaz elbet bilen.
Kainatta her şeyin, hayatımızın dahi,
Tek hakiki sahibi Allah’tır bizatihi.
Hayata gelmemizin gayesi peki nedir?
İşte bunu, Rabbimiz bize bildirmektedir.
Nitekim Hak teâlâ, kitabında mealen,
Buyurdu: (Yarattım ki bütün insanları ben,
Benim azametimi, bilip idrak etsinler.
Ve bana iman edip, ibadet eylesinler.)
Demek ki biz insanlar, gelmişiz ki dünyaya,
İbadet eyleyelim Allahü teâlâya.
Şimdi görüyoruz ki, malesef çok insanlar,
Bu müthiş hakikatten habersiz yaşıyorlar.
Bilenler de vermiyor buna hiç ehemmiyet.
Bu noktada başlıyor işte büyük felaket.
Bu mühim hakikati görmemek, inanmamak,
Veyahut inanıp da gereğini yapmamak,
İnsan için, en büyük bahtsızlık ve afettir.
En büyük facia ve en büyük felakettir.
Çünkü Allah, kendine iman etmeyenleri,
Cehennem ateşinde yakacaktır ebedi.
İnananlardan dahi, kendine isyan eden,
Yani emirlerini yerine getirmeyen,
Kulları, Cehennemde bırakacak bir miktar.
Bunlar tövbe ederse, belki affa uğrarlar.
Bunları, Hak teâlâ bize haber veriyor.
Ve Kur’an-ı kerim’de açıkca bildiriyor.
Allah, insanlar gibi -hâşâ- yalan söylemez.
Ve Allahü teâlâ sözünden asla dönmez.
Yani emirlerini mühimsemeyenleri,
Mutlak cezalandırır bu sözünün gereği.
Allahü teâlânın cezası çok ağırdır.
Kendini bu cezadan mutlak kurtarmalıdır.
Şu kısa hayat için, eğer ahiretimiz,
Cehennemde geçerse, çok pişmanlık çekeriz.
Ey kızım, ahirete hazırlık yap ki sen de,
Şu pek narin vücudün yanmasın Cehennemde.
. Müslümanlık nedir?
Müslümanlık, maddi ve manevi temizliktir.
Hem vücud temizliği, hem kalp temizliğidir.
Müslümanlık, hem dünya ve hem de ahirette,
Saadet temin eden, tek hak yoldur elbette.
Hakiki bir müslüman, her zaman huzurdadır.
Musibetlerden bile, o lezzet ve haz alır.
Çünkü inanmıştır ki, (Gelse de hayır ve şer,
Allah’ın takdiriyle geliyor hep bu şeyler.
Ondan gelen her şeyde, mutlaka hayır vardır.
Fena görünse bile, benim için hayırdır.)
O, böyle düşünerek, rahat olur hep içi.
Felaket gelse dahi, olmaz hiç şikayetçi.
Allah’tan geldi diye, sabreder ona yine.
Elhamdülillah deyip, şükreder o haline.
İşte böyle bir insan, Allah’ın has kuludur.
Dünya ve ahirette rahat ve huzurludur.
Yani islamiyet’e uygun hayat yaşayan,
Kurtarır kendisini her zarar ve ziyandan.
Nitekim Rabbimiz de, Kur’an-ı kerim’inde,
Buyurdu: (Din islamdır Hak teâlâ indinde.)
Bugün islamiyet’in dışında olan dinler,
Hak teâlâ katında makbul din değildirler.
Bugün İncil ve Tevrat, tahrif edilmişlerdir.
Papazlar tarafından değiştirilmişlerdir.
Doğru olsalar bile, islamiyet geleli,
Yine bu kitapların kalmadı hükümleri.
Şimdi geçerli olan, yalnız islamiyet’dir.
İslam da, esasında iyi ahlak demektir
Nitekim Hak teâlâ, o Resul’e hitaben,
Kur’an-ı kerim’inde buyurdu ki mealen:
(Seni, iyi ahlakı tamamlayasın diye,
Halk eyleyip gönderdim bütün beşeriyete.)
Bir insanın, müslüman olabilmesi için,
Önce, iman etmesi lazımdır o kişinin.
Ehl-i sünnet üzere bir iman ve itikad,
Müslüman olmak için, en önde gelen bir şart.
Sonra, Hak teâlânın emirlerini, bir bir,
Öğrenip, ona göre hareket etmelidir.
Yine Resulullahın getirdiği ne varsa,
Hepsini beğenmek de, çok mühimdir bilhassa.
Resul’ün sözlerinden, birini beğenmemek,
Yahut doğruluğunda, bir an şüphe eylemek,
Mazallah imanını götürür o kişinin.
Buna çok dikkat etmek lazımdır bunun için.
Ufak bir şüpheyi de götürmez çünkü iman.
Müslümanın imanı kaya gibidir her an.
Şüphe hasıl olursa, bir âlime giderek,
Sorup kurtulmalıdır, doğruyu öğrenerek.
Hemen o şüphesini gideremezse eğer,
Büyük iman nimeti o zaman elden gider.
İmandan mahrum insan, en talihsiz insandır.
Çünkü o, Cehennemde ebedi yanacaktır.
Ey kızım, imanını koru ki şimdi sen de,
Ebedi kalmayasın o korkunç Cehennemde.
.
32 - SEYYİD ABDÜLHAKİM ARVASİ (Kuddise Sirruh
.O, ihsan-ı ilahiydi
Sülale-i Resulden, Abdülhakim Efendi,
Son asırda yetişen büyük âlimlerdendi.
İlmiyle amil olup, büyük veli idi hem.
Onu anlatmak için, aciz kalır bu kalem.
Binsekizyüz altmışdört miladi senesinde,
Doğmuştur Van şehrinin, Başkale ilçesinde.
Seyyid Fehim Arvasi idi ki hem üstadı,
Yanında ikmal etti, her iki tedrisatı.
Hem zahir, hem batında yetişerek nihayet,
Her iki ilimde de, aldı mutlak icazet.
Tam yirmidokuz sene kalarak Başkale’de,
Yanında çok âlimler yetişti fevkalade.
Çok güzel simalı ve buğday benizli idi.
Alnı geniş ve açık, nurlu ve sevimliydi.
Kaşları, hilal gibi kabarıktı ve ince.
Nur bakışlı gözleri, görünürdü irice.
Yüzü, zayıfça olup, iri yapılı idi.
Hürmet telkin edici bir vakar sahibiydi.
Her hali, muvafıktı aynen islamiyet’e.
Varlığı, bir ihsan-ı ilahiydi millete.
Çok mütevazı olup, (ben) demezdi o asla.
Derdi: (Dahil değiliz biz elbette hesaba.)
Halbuki her ilimde derin bir derya idi.
Hem dahi tasavvufta, büyük evliya idi.
Bir çok fen adamları, hatta profesörler,
Çözülmez sandıkları çetin, zor meseleler,
Olunca, sormak için gelirlerdi dersine.
Tam vakıf olurlardı o şeylerin hepsine.
Hatta sual etmeden ona müşkillerini,
Öğrenip giderlerdi, suallerin hepsini.
Keramet göstermekten kaçındı ömründe hep.
Zira Hak teâlâdan ederdi haya, edep.
Onda, Resulullahın güzel ahlakı vardı.
Sanki o, o devirden bu güne yadigardı.
Resulullahtan gelen o nurlar, aynen yine,
Onun kalp aynasından, aksederdi ehline.
Misafiri çok sever, ziyarete giderdi.
Dostların davetine, hep icabet ederdi.
İstanbul’da vardır ki, en büyük üç evliya,
Onları ziyarete giderdi ekseriya.
Murad-ı Münzavi ve Mehmed Emin Tokati,
Bir de Zeynep Kâmil’de Abdülfettah-i Akri.
Bu kabirlere gidip, ruhlarına okurdu.
Ve ruhani olarak, onlarla konuşurdu.
Abdulkadir Geylani ile de konuşarak,
Alırdı cevabını, bir çok şeyler sorarak.
Derdi: (Kaçırmaktansa tek bir vakit namazı,
Ölmek daha iyidir, budur işin esası.
Bir veli, hiç ben demez, söylemez asla bunu.
Zira söylemek için, bulamaz mevzuunu.)
İstanbul’da, çeşitli camilere giderek,
İnsanlara imanı anlattı vâz ederek.
Derdi ki: (Hak teâlâ, bir kula iman verdi,
Onu verdikten sonra, ne ki ona vermedi?
Ve Allah, bir kula ki imanı vermemiştir,
O olmadıktan sonra, ne ki ona vermiştir?)
. Kimseye söyleme!
Abdülkadir Efendi nam bir pamuk tüccarı,
Var idi ki, o bizzat anlatmıştır şunları:
Efendi Baba ile, Eyüp camiinde, biz,
Bir öğle namazını kılıp çıktık ikimiz.
Ve Hazret-i Halid’in mübarek türbesine,
Girip oturuverdik, sandukanın önüne.
İkimizden başka da, kimse yoktu o günü.
Buyurdu: (Bana sokul, kapat iki gözünü.)
(Peki) deyip kapattım ve gördüm ki o vakit:
Ayak üzre duruyor o an hazret-i Halid.
Uzun boylu, heybetli gördüm kendilerini.
Yaklaşınca, kalktım ve hemen öptüm elini.
Bir şeyler konuştular ikisi yavaş sesle.
Ben bir şey duymuyordum, seyrederdim edeple.
Birazdan (Gözünü aç!) buyurdu yine bana.
Açtığımda gördüm ki, otururuz yan yana.
Sonra çıktık dışarı, ikindi okunurdu.
Efendi bana dönüp, (Neler gördün?) buyurdu.
Arzettim, buyurdu ki: (Hayatta oldukça ben,
Kimseye haber verme, gördüğünü katiyen.)
Abidin Bey isminde, yakınlarından bir zat,
Var idi ki, bu kimse eyledi bir gün vefat.
Teçhiz ve tekfin gibi hizmetleri gördüler.
Sonra, cenazesini kabrine götürdüler.
Efendi’nin evi de, o yol üzerindeydi.
Ve o yoldan yüksekçe bir setin üstündeydi.
Cenaze, tam geçerken o evin hizasından,
Abdülhakim Efendi set üstündeydi o an.
Bir nazar eyleyince cenazeye ayakta,
Tabut, hemen durdu ve bekledi muallakta.
Taşıyanlar, bir hayli ettilerse de gayret,
Bir milim gitmeyince, eylediler çok hayret.
Sonra da, ona doğru döndü tabut havada.
Kısa dua okudu Efendi o arada.
Vakta ki dua bitti, o zaman eli ile,
Bir işaret eyledi: (Haydi götürün!) diye.
Tabut, ancak o zaman yoluna etti devam.
Gördü bu kerameti, cemaatten çok adam.
Bir gün de, otururken bir caminin önünde,
Ona, dilsiz bir çocuk getirdiler o günde.
Oniki yaşındaydı, hiç konuşamıyordu.
Buna, anne babası çare bulamıyordu.
Duydular: (Teşrif etmiş o yere bir evliya.)
Hemen kapıp çocuğu, götürdüler oraya.
Zira itikadları şöyleydi ki onların,
Hürmetine, çok şeyler düzelir evliyanın.
Çocuk gelip el öptü ve oturdu yanına.
Efendi, şefkat ile bir nazar etti ona.
Sonra sual etti ki: (Evladım, adın nedir?)
O, güzelce konuşup, dedi: (Adım Ahmed’dir.)
O günden itibaren başladı konuşmaya.
Onun himmeti ile, kavuştu tam şifaya.
Annesiyle babası, görüp hayret ettiler.
Hatta sevinçlerinden çok gözyaşı döktüler.
. Üç büyük veli
Şakir Efendi diye bir kimse var idi ki,
Yıllarca bu velinin yapmıştı hizmetini.
Bu kişi anlatıyor: Efendi’yle biz yine,
Gitmiştik bir velinin kabir ziyaretine.
Bu zat, Zeynep Kâmil’de Abdülfettah Efendi,
İdi ki, İstanbul’da üç büyük velidendi.
Murad-ı Münzavi’yle, Tokadi Mehmet Emin.
Diğer ikisi idi, bu üç büyük velinin.
Bu zatların kabrini ettiğinde ziyaret,
Edebe, titizlikle ederdi çok riayet.
Ayakkabılarını, kabristan haricinde,
Çıkarıp, öyle girdi bir tevazu içinde.
Sonra bana dönerek, buyurdu: (Yum gözünü!
Açınca, yine bana söyle ne gördüğünü.)
Gözümü kapatınca, uzun boylu ve esmer,
Bir zat gördüm ve bunu, kendine verdim haber.
Buyurdu: (Tıpkı senin söylediğin gibidir.
O, bu yerde üç büyük evliyadan biridir.)
Yeğenleri Faruk Bey anlattı şunu bizzat:
Balkondan taş zemine düşmüştü bizim Nevzat.
Biz bunu haber alıp, süratle indik yere.
Onu, koma halinde zor attık hastaneye.
Daha sonra ayıldı ve bildi kendisini.
Lakin kaybetmiş idi akli melekesini.
Gösterdik çok sinir ve akıl tabiplerine.
Dediler: (Ümit yoktur, gelmez eski haline.)
Efendi’ye giderek, arz ettim hadisatı.
Şefkatli kollarına teslim ettim Nevzatı.
Büyük bir merhametle yanlarına aldılar.
Onu, nazarlarından bir an ayırmadılar.
Mübarek gözlerinden çıkan nur ve şuaya,
Mazhar olup, çabucak kavuştu tam şifaya.
Öyle ki, hiç kalmadı hastalıktan bir eser.
Ve hatta avukatlık yaptı uzun seneler.
Abdülhakim Efendi, yine günün birinde,
Vaz ediyor idi ki Bayezid camiinde,
Bir ara buyurdu ki mevzuyu değiştirip:
(İçinizden biriniz, görse ki eve gidip,
Mesela küçük oğlu, çıkmış evin damına,
Güvercin kovalıyor, bağırmasın hiç ona.
Yavaş ve güzellikle söylesin ki: Evladım!
Gel de in aşağıya, bak sana şeker aldım.
Böylece ürkütmeden içeri alsın onu.
Bundan sonra o ancak azarlasın oğlunu.)
Abdülhakim Efendi, bunu, cemaatına,
Söyleyip devam etti yarım kalan vâzına.
Akhisarlı biri de, bunları dinlemişti.
O vâzın bitiminde, çıkıp eve gitmişti.
Ve oğlunu gördü ki evine vardığında,
Güvercin kovalıyor çıkmış evin damında.
Hem de kiremitlerin ucundaydı evladı.
Tam bağıracaktı ki, o sözü hatırladı.
Buyurdukları gibi davrandı çok yumuşak.
Böylelikle düşmekten kurtuldu o yavrucak.
..Hiç hatırlayamadı
Sohbete gelenlerden İlyas Efendi vardı.
Bu zat, Ayvansaray'da marangozluk yapardı.
Bir gün, yaşlı bir kadın gelerek dükkanına,
Bir kapı ve pencere sipariş verdi ona.
Dedi ki: (Tek odalı bir evim var ki halen,
Oda yaptırıyorum o eve ilaveten.
O ikinci odayı, kiraya vereceğim.
Onun geliri ile, geçinip gideceğim.
Kira paralarından ödemek şartı ile,
Bir kapı ve pencere yapar mısın acele?)
(Yarın gel, konuşuruz) dedi ona cevaben.
Maksadı, Efendi'ye sormak idi esasen.
O gün ikindi vakti, vardı huzurlarına.
Lakin unuttuğundan, sormadı bunu ona.
Fakat o büyük veli, bu İlyas Efendi'ye,
Bakıp, sual eyledi: (İşlerin nasıl?) diye.
(İyi efendim!) deyip, beyan etti halini.
Lakin hatırlamadı yine o sualini.
(Müşteri geliyor mu?) diye sordu kendine.
(Geliyor) dedi ama, hatırlamadı yine.
Abdülhakim Efendi, sordu ki ona tekrar:
(Bir şey sipariş veren oldu mu bu aralar?)
Lakin İlyas Efendi, yine hatırlamadı.
Dedi: (Hayır fendim, bu gün gelen olmadı.)
Yine merhamet edip, buyurdu ki bu sefer:
(Bu gün gelen kadının işini hallediver.)
Bir genç, kışın Bitlis’te giderken atı ile,
Tutuldu dağ yolunda, kuvvetli bir tipiye.
Öyle ki, fırtınadan göz gözü görmüyordu.
Şaşırıp kaldı, zira, bir şey göremiyordu.
Ne ileri, ne geri gidemiyordu asla.
Allah’a sığınarak, dua etti ihlasla:
(Ya Rabbi, bu zamanın Kutb’u hangi veliyse,
O zatı, imdat için, yetiştir bu acize.)
Kalbinden geçirince bu genç bu münacatı,
Gördü yanıbaşında, nur simalı bir zatı.
Dizginlerini tutup, bir eliyle işaret,
Ederek, kendisine verdi bir istikamet:
(Bu taraftan gidersen, ulaşırsın şehire!)
Dedi ve göz önünden kayboldu birden bire.
Gaybdan gelen bu zatın şekl-i şemailini
Tuttu ve hatırında sakladı hayalini.
Otuz seneden fazla geçmişti ki aradan,
Bu kişi, İstanbul’a gelmiş idi bir zaman.
Bayezid camiinde dinlerken vâz, nasihat,
Gözüne hiç yabancı gelmedi vâz eden zat.
Düşündü ki: Bir yerde gördüm ben bu kimseyi.
Lakin hatırlamadı o günkü hadiseyi.
Abdülhakim Efendi vâzını müteakip,
Giderek, o kimsenin kulağına eğilip,
Buyurdu ki: (Bitlis’te, hani otuz yıl önce,
Tipi mi hatırına geldi beni görünce?)
O zat gözyaşlarına hakim olamayarak,
Hürmetle öptü hemen, eline sarılarak.
. Ben hiç’mişim
Tahir Efendi diye, sevdiklerinden bir zat,
Vardı ki, şu vakayı anlattı kendi bizzat:
Dedi ki: Ben Kerkük’te görmüştüm iyi tahsil.
Arabi, farisiyi öğrenmiştim bittafsil.
Tefsir, hadis, fıkıh’ta var idi hayli bilgim.
İlim meclislerinde hem de söz sahibiydim.
Bir gün, arkadaşlardan birisi bana geldi.
Dedi ki: (Bir âlim var, Abdülhakim Efendi.)
Onun faziletinden bahsedip sonra bana,
Ertesi gün de gelip, götürdü beni ona.
Düşündüm ki: Ben dahi âlimim onun gibi.
Kerkük’te her mecliste, ben idim söz sahibi.
Gittiğimiz yerde de, böyle olmalı hatta.
Bilgili oluğumu, bilmeli hem o zat da.
Bunları düşünerek, huzura vasıl oldum.
Kendisine çok yakın sandalyeye oturdum.
Abdülhakim Efendi, başladı konuşmaya.
Etrafa, inci gibi ilim, hikmet saçmaya.
Ömrümde duymadığım şeylerden bahsetti hep,
Yanında oturmaya eyledim ondan edep.
Az sonra, sandalyeden yavaşça yere indim.
Orada oturmaya çünkü layık değildim.
Sonra geri çekilip, oturdum az geride.
Çünkü layık görmedim kendime o yeri de.
Az sonra, o yeri de fazla görüp, oradan,
Az daha geri çıktım, hiç elimde olmadan.
Gide gide oturdum dışkapı kenarında.
Anladım ki, (hiç)mişim ben o zatın yanında.
Yine Tahir Efendi anlattı ki bir kere:
Bir gün Efendi Baba şöyle dedi bizlere:
(Evliya huzuruna, dolu giden, boş döner.
Lakin dolu dönülür, boş gidilirse eğer.)
Bunları söyleyerek buyurdular ki bana:
(Evde kitap kalmasın, dağıt başkalarına.)
(Peki) deyip, huzurdan ayrılıp eve vardım.
Lakin kitaplarımı vermeye kıyamadım.
Emrine hiç uymamak olmasın diye fakat,
Zorla, bir ikisinden edebildim feragat.
Sonra yatsıyı kılıp, yattıysam da yatağa,
Rüyada, Efendi’yi görüp kalktım ayağa.
Zira buyurdular ki bana rüyada iken:
(Tahir, kitaplarını çıkardın mı evinden?)
İki rekat bir namaz kılıp yattım yatağa.
Lakin yeni uykuya geçmiş idim ki daha,
Yine rüyama girip ve yanıma geldiler.
Korktum, zira o anda gayet celalliydiler.
Bana buyurdular ki o hiddetle bir daha:
(Evde mi saklıyorsun kitapları sen hala?)
Fırlayıp abdest aldım, yine durdum namaza.
Daha sonra, evimde ne kadar kitap varsa,
Tamamını toplayıp, o gece attım evden.
Bu, çok hayırlı oldu hakkımda hakikaten.
Zira o, öncelikle benden alıp onları,
Bol bol ihsan ettiler kendinde olanları.
. Ne için okutmuş?
Halid Turan Bey vardı, sevdiği ahbabından.
Şöyle bir hadise de, geçmiş onun başından.
Kendisi anlatıyor: Efendi’nin evine,
Bir gün, yalnız olarak gittim ziyaretine.
Ben oturur oturmaz, kütüphanelerinden,
Bir kitabı çekti ve bir yer açtı içinden.
Sonra bana uzatıp, açık olan o yeri,
Buyurdu ki: (Al Halid, oku şu sahifeyi.)
Kitap arabi idi, (Peki) dedim ben hemen.
Başladım okumaya gösterdiği o yerden.
Lakin yanlış okudum bazı kelimeleri
O, hemen düzeltirdi yanlış olan yerleri.
O sahife bitince, dedi: (Oku bir daha!)
(Peki) deyip, yeniden başladım okumaya.
Yine yanlış olunca, düzeltiyordu hemen.
Sonunda, hiç yanlışsız okudum mükemmelen.
O zaman buyurdu ki: (Okuman oldu iyi.
Şimdi dahi Türkçe’ye çevir bu sahifeyi.)
Başladım çevirmeye yine (Peki) diyerek,
Lakin zorlanıyordum, kolay da değildi pek.
Takıldığım yerlerde, o yardım ediyordu.
İyi anlamam için, gayret sarfediyordu.
Sahifenin sonuna gelince en nihayet,
Buyurdu ki: (Al baştan, tercümeyi tekrar et.)
Okuyup mana verdim yine o satırları.
Onun yardımı ile düzelttim hataları.
Velhasıl çok mükemmel anlayıncaya kadar,
O gün, o sahifeyi okuttu tekrar tekrar.
Lakin hiç bilmiyordum niçin okuttuğunu.
Kendilerine dahi, sormadım o gün bunu.
Fakat biliyordum ki, vardır bir sebep, hikmet.
Dedim ki: (İleride anlarım bunu elbet.)
Velhasıl yirmi sene geçince vefatından,
Bir zaman, Ankara’da açıldı bir imtihan.
Kütüphane müdürü alınacakmış meğer.
Düşündüm: Bu, belki de bana olur müyesser.
Müracatımı yapıp, girince imtihana,
Arabi bir kitabı verdiler o gün bana.
Dediler: (Şu kitaptan, herhangi bir sahife,
Aç oku, daha sonra çevir onu Türkçe’ye.)
Ben dahi o kitaptan, rastgele bir yer açtım.
Velakin açar açmaz, hayret ettim ve şaştım.
Çünkü tam da o yerdi, tanıdım sahifeyi.
Hatırladım yirmi yıl önceki hadiseyi.
Efendi, ta o zaman onu verip elime,
Okutturmuştu bana, hem kelime kelime.
Ben, hemen bir çırpıda okudum sahifeyi.
Şaşırıp dediler ki: (Okuman gayet iyi.)
Sonra tercüme ettim o yerleri mükemmel.
Takdiren dediler ki: (Tercümen de çok güzel.)
Kazandım imtihanı Efendi sayesinde,
Kütüphane müdürü oldum neticesinde.
İmtihandan çıkınca, eyledim bir tefekkür.
Kendimi tutamayıp, ağladım hüngür hüngür.
.Ameliyat olmadı, ama...
Sevdiği kimselerden Sabri Bey var idi ki,
O da, şu hadiseyi anlatır bizatihi:
Bir gün rahatsızlandım ve gittim hastaneye.
Apandisit teşhisi kondu muayenede.
Bayram olduğu için, yapmayıp ameliyat,
Bir başka hastaneye sevkettiler o saat.
Çıkıp, o hastaneye gitmeden daha önce,
Efendi’ye uğrayıp, haber verdim hemence.
Ellerini öpüp de oturunca, o derhal,
Bana, (Sen hasta mısın?) diyerek etti sual.
(Evet) deyip, gösterdim o ağrının yerini.
Tam onun üzerine dokundurdu elini.
(Burası mı?) diyerek, o yeri ovdu biraz.
Onun bereketiyle gitti benden o maraz.
O, mübarek elini dokununca o yere,
Apandisit ağrısı kayboldu birden bire.
Kırkbeş sene oluyor o günden itibaren,
Apandisit ağrısı görmedim bir daha ben.
Yine o anlatır ki: Abdülhakim Efendi,
Bir ara, teyemmümden bana hep bahsederdi.
Hatta bizzat kendisi, bir tuğla getirerek,
Nasıl olacağını gösteriyordu tek tek.
Ben de, kendi kendime derdim ki: Niye acep,
Efendi, teyemmümü anlatıyor bana hep?
Teyemmüm, su olmayan yerlerde lazım olur.
Biz ise şehirdeyiz, su her yerde bulunur.
Böyle kendi kendime düşündümse de bunu,
Yıllar sonra anladım ne için olduğunu.
Efendi hazretleri göç etti bu dünyadan.
Ve sonra otuz sene geçmişti ki aradan,
Ellerimde ekzema ve yaralar çıktı hep.
Hatta baş parmağımı kestiler bundan sebep.
Doktorlar, sıkı tembih ederlerdi ki bana:
(Su değdirmeyeceksin el ve parmaklarına.)
Sevdiklerinden biri, bir gün huzurlarına,
Gelerek, şu şekilde bir sual sordu ona:
(Seyyid Abdülkadir-i Geylani mi yüksektir?
İmam-ı Rabbani mi? Merak eder bu fakir.)
Abdülhakim Efendi, cevaben o kimseye,
Başladı Abdülkadir Geylani’yi övmeye.
Buyurdu: (Gavs-ül a’zam idi ki bu büyük zat,
Anında yetişirdi istese her kim imdat.
Öyle çok kerameti vardı ki onun hatta,
Duasıyla, ölüyü döndürürdü hayata.
Kendi zamanındaki bilcümle evliyanın,
Fevkinde bulunduğu, kesin idi bu zatın.
Ve kıyamete kadar, her veliye feyiz, nur,
Onun vasıtasıyla erişir, vasıl olur.
Mübarek cemalini görseydi biri elhak,
Allahü teâlâyı hatırlardı muhakkak.
Dört yüz kişi yazardı vâzını muntazaman.
Birbirinin sırtında yazarlardı çok zaman.)
Böylece bu veliden bahsedip uzun uzun,
Çok kerametlerini anlattı önce onun.
Sonunda buyurdu ki: (Bütün bunlara rağmen,
İmam-ı Rabbani'nin aşıkıyım ama ben.)
. Ot, ağaç olamaz
Var idi o zamanlar, bir de Tahir Efendi.
Efendi Babanın da çok sevdiklerindendi.
Bu kişi anlatıyor: Ben bir gün, Efendi’ye,
Gitmiştim sohbetinden istifade etmeye.
Lakin yolda giderken, düşündüm ki: Gideyim.
Ve Efendi Baba'ya şunu arz eyleyeyim:
Diyeyim ki: Efendim, tasavvuf yolunda biz,
Kendi gayretimizle asla yükselemeyiz.
Bir himmet ve teveccüh buyurun da bizlere,
Biz dahi yükselelim yüksek mertebelere.
Ben böyle düşünerek huzuruna varınca,
Baktım ki, oturuyor ön bahçede yalnızca.
Yaklaşıp selam verdim ve öptüm ellerini.
Lütfedip, yanlarına oturttu hemen beni.
Bir manolya ağacı vardı hemen o yerde,
Çimenler büyümüş ve açmış idi güller de.
Ben oturur oturmaz, yüzüme nazar edip,
Sonra da, eli ile manolyayı gösterip,
Buyurdular ki: (Tahir, bak şu ne ağacıdır?)
Cevaben arz ettim ki: (Efendim manolya'dır.)
Sonra gülü gösterip: (Bu ne?) diye sordular.
Cevaben arz ettim ki: (Efendim gül’dür onlar.)
Çimenleri gösterip sordu ki: (Şunlar nedir?)
Ben, (Çimen'dir) deyince, buyurdu ki: (Ey Tahir!
Su, hava ve toprağı aynı da bunların hep,
Ne için herbirinin boyları farklı acep?
Mesela şu çimene, çok gübre ve ilacı,
Verseler, hiç acaba olur mu gül ağacı?
Güle dahi verseler çok su, gübre ve ziya,
Ve çok da uğraşsalar, olur mu hiç manolya?)
(Hayır, olmaz) deyince, buyurdu ki: (Ey Tahir!
Öyleyse bu farklılık, istidatlardan gelir.
İnsanlar, ne kadar çok uğraşsa da bunlara,
Çimenler gül olamaz, gül de olmaz manolya.)
Sonra bana baktılar, başımı öne eğdim.
Dedim ki: (Kusurumu bağışlayın efendim.)
Habil Efendi diye vardı ki bir terzisi,
Pek çoktu Efendi’ye bağlılığı, sevgisi.
Ona, öyle ihlasla bağlıydı ki o hatta,
Böyle halis bağlılık, az bulunur hayatta.
Bir gün ziyaretine giderken Efendi’nin,
Düşündü ki: Gidince, sorayım şunu ilkin.
Diyeyim ki: Efendim, istemiyorum ama,
Çok kötü düşünceler geliyor hatırıma.
Hiç kurtulamıyorum ben bu vesveselerden.
İmanıma bir zarar gelir mi bu şeylerden?
Bunları düşünerek, vardı huzurlarına.
Girince, sohbetini kesti ve baktı ona.
Ve hemen buyurdu ki: (Bir müslümanın, eğer,
Hatırına gelirse çok fena düşünceler,
Onun kötülüğüne bir işaret değildir.
İmanının kuvvetli olduğuna delildir.)
Henüz sual etmeden almıştı cevabını.
Efendi, daha sonra tamamladı vâzını.
. Boşa emek vermeyiz
Ziya Bey var idi ki onun sevdiklerinden,
Pek çok istifadesi olmuştu kendisinden.
Öyle çok severdi ki o bu zatı ihlasla,
Biraz üzülmesine dayanamazdı asla.
Bunu, üstadı dahi gayet iyi bilerek,
Üzüntülü şeyleri duyurmazdı ona pek.
Tembih buyururdu ki o zaman ehibba’ya:
(Duyurmayın bu şeyi, sakın Ziya Ağa’ya.)
Bilseydi üstadının çünkü üzüldüğünü
O da, teessüründen mahvolurdu o günü.
Maddi durumu dahi olduğundan müsait,
İhsanda bulunurdu üstadına çok vakit.
O Allah adamına pek çok ihsan ve ikram,
Yapıp, teveccühünü kazanmıştı onun tam.
Türlü vesilelerle sevindirirdi onu.
Ahiret sermayesi bilirdi zira bunu.
Abdülhakim Efendi, onun ihsanlarına,
Öyle çok memnun olur, sevinirdi ki buna,
Mübarek ellerini duaya kaldırarak,
Şöyle niyaz ederdi Rabbine yalvararak:
Derdi ki: (Hazinende ne varsa ya ilahi!
İhsan et tamamını Ziya kuluna dahi.)
İşte o, bu velinin kavuşup himmetine,
Yükseldi tasavvufun yüksek derecesine.
Halk içinde Hak ile bulunurdu ki her an,
Onun büyüklüğüne, bu idi büyük nişan.
Abdülhakim Efendi, onu çok seviyordu.
Ona, gayriden fazla ilgi gösteriyordu.
Mesela sohbetlerde, arabi kitaplardan,
Okutup, izahını yapıyordu ardından.
Kitabı, Ziya Bey’e okuturdu ekseri.
Bunu merak ederdi bazı talebeleri.
Bir gün, bir tanesinin geldi ki hatırına:
Ne için kitapları okutuyor hep ona?
Halbuki çok değildir onun lisan bilgisi,
Benden fazla değildir arabi, farisisi.
Zira ben, medresede okumuş olduğumdan,
Arabi malumatım ileridir çok ondan.
Buna rağmen sebep ve hikmeti ne ki acep,
Bana okutmuyor da, ona okutuyor hep?
O kişinin kalbine gelince bu düşünce,
O büyük evliyayı rüyada gördü gece.
Baktı, Ziya Bey dahi otururdu yanında.
Hem de âlim sarığı vardı onun başında.
Sohbet ediyorlardı pek samimi ve yakın.
Çekindi, gidemedi yanlarına onların.
Abdülhakim Efendi, bu kimseye bakarak,
Buyurdu ki: (Ey filan, bu fikirleri bırak!
Yanlış ve zararlıdır bu şekilde düşünmek.
Zira biz, na-ehil'e vermeyiz boşa emek.)
Uyanıp, pişman oldu öyle düşündüğüne.
İnandı Ziya Bey’in manen üstünlüğüne.
Bir defa da Ziya Bey, rüyada üstadını,
Görüp, öptü mübarek elinin ayasını.
Sabahleyin uyandı ve gitti huzuruna.
Elini öpmek için, yaklaşınca yanına,
Elinin ayasını uzatarak o veli,
Buyurdu: (Öp şimdi de, gece öptüğün gibi.)
. İtiraz etme bize
Abdülhakim Efendi, sevdikleriyle bazan,
Deniz sahillerine giderdi zaman zaman.
Rumeli kavağı ve Altın kum sahiline,
Veyahut giderlerdi bazan Beylerbeyi’ne.
Vapurun üst ve arka kısmında otururdu.
Karşısına, sevdiği birini oturturdu.
İslamın timsaliydi mübarek vücutları.
Hiçbir hali, olmazdı kıl kadar dinden ayrı.
Bir gün teşrif ettiler, yine Beylerbeyi'ne.
Oturdular sahilin tenhaca bir yerine.
Sohbet ettikten sonra, biraz da serinlemek,
Maksadıyla, denize girmişti ki mübarek,
O sırada bir kişi, uzaktan gördü onu.
Tanıdı büyük âlim ve veli olduğunu.
İtiraz etti fakat, bu haline o kimse.
Düşündü ki: Evliya, hiç girer mi denize?
O kimsenin kalbine gelince bu itiraz,
Girdi onun içine bir sıkıntı ve maraz.
Öyle düşündüğüne, duydu büyük nedamet.
Ve özür dilemeye karar verdi nihayet.
Mahcubiyet içinde, mübarek huzuruna,
Gitti, fakat hiçbir şey demeden henüz ona,
O veli, kendisine buyurdu ki: (Ey kimse!
Yanlış düşünüyorsun, itiraz etme bize.)
Bir kısım camilere giderek bu büyük zat,
İlim, hikmet saçardı ederek hep nasihat.
Bir kişi duydu onun böyle vaz ettiğini.
Dinlemek arzu etti, gidip onun dersini.
Öğrenmek istediği vardı ki meseleler,
Onları, bir kağıda yazdı hep birer birer.
Hepsi on husus idi, yazıp koydu cebine.
Ve geldi namaz vakti, Bayezid camiine.
Maksadı, dersten sonra, görüp o büyük zatı,
Sorup öğrenmek idi bu dini hususatı.
Camiye girdiğinde, gördü ki tam o saat,
O, kürsiye oturmuş ediyordu nasihat.
Girip de oturunca caminin gerisine,
Abdülhakim Efendi ara verdi dersine.
Buyurdu ki: (Bu dinde, var ki bazı hususlar,
Bazıları bunları öğrenmek istiyorlar.
O dini hususlardan, birincisi şöyledir.
Onun, dinimizdeki cevabı da böyledir.
İkincisi şu olup, şöyledir cevabı da.)
Böyle izah etti hep, onların onunu da.
Onun merak ettiği on din meselesini,
Söyleyip, birer birer izah etti hepsini.
O sual ve cevaplar bulunca böyle hitam,
Buyurdu: (Dersimize edelim şimdi devam.)
İşi hallolmuş idi böylece o kişinin.
Lakin anlamamıştı hikmetini bu işin.
On sual daha yazıp, ertesi hafta yine,
Gelip oturuverdi, caminin bir yerine.
Abdülhakim Efendi onları da tek be tek,
Söyleyip, cevapladı uzun izah ederek.
Çıkarken, buyurdu ki yaklaşıp o kimseye:
(Şimdi vakıf oldun mu bu yirmi meseleye?)
. Sultanın daveti
Abdülhakim Efendi, Beşiktaş Sinanpaşa,
Camiinde vâz edip, çıkarken dışarıya,
Baktı, kapı önünde, bir saray arabası.
Kibar bir bey yaklaşıp, şu oldu ona arzı:
(Sultan Vahideddin Han, size selam ediyor.
Ve sizi, iftar için saraya çağırıyor.)
Sultanın gönderdiği hususi arabaya,
Binerek, iftar için teşrif etti saraya.
İstanbul’un en mümtaz hoca, vaiz, imamı,
O iftar yemeğine çağrılmıştı tamamı.
Çok mükellef bir yemek yenildikten sonra da,
Başmabeynci, şunları arz etti o arada:
(Sultan, bilcümlenize önce selam ediyor.
Sonra da, şu hususu istirham buyuruyor.
Şu an düşmana karşı, bütün Anadolu’da,
Çarpışan halkımıza ediniz hayır dua.
Kuva-yı milliye'nin galip gelmesi için,
Müstecap duanızı bekliyor hepinizin.
Halkı teşvik ediniz, milli mücadeleye.
Ki, eli silah tutan, koşup gitsin cepheye.
Para ve silahca da, Kuva-yı milliye'yi,
Takviye etmek için, teşvik edin milleti.
Bu düşman işgalinden, vatanın kurtulması,
Hususunda, Sultanın budur sizden ricası.)
Abdülhakim Efendi, sarılıp bu davaya,
Çok insan göndermiştir, o gün Anadolu’ya.
Sultan Vahideddin Han, Topkapı sarayında,
Hırka-i saadeti ziyareti anında,
Yanında olsun diye, gönderip birisini,
Davet etti saraya Hakkın bu velisini.
Diğer ileri gelen devlet adamlariyle,
Bir çok din adamı da, mevcut idi haliyle.
Abdülhakim Efendi, bu davete icabet,
Buyurarak, saraya teşrif etti nihayet.
Yanına, yardımcısı Şakir Efendi’yi de
Alarak gelmişti ve bekliyordu geride.
Biraz sonra, padişah Sultan Vahideddin Han,
Gelip geçti vakarla, cemaat arasından.
Hırka-i saadetin bulunduğu odanın,
Kapısına gelince, duruverdi ansızın.
(Abdülhakim Efendi nerededir?) deyince,
Herkes, birbirlerine bakıştılar hemence.
Kimse tanımıyordu bu isimde birini.
Sorarak, gerilerde buldular kendisini.
Herkes yol açıyordu bu Allah adamına.
Teşrif etti birazdan, Padişahın yanına.
Bir dünya sultanıyla, bir ahiret sultanı,
Sultan-ül enbiya'nın mübarek hırkasını,
Ziyaret etmek için, içeriye girdiler.
Büyük bir hürmet ile, ziyaret eylediler.
Sultan Vahideddin Han, teberrük olsun diye,
Herkese, birer mendil o gün etti hediye.
Abdülhakim Efendi hazretlerine dahi,
Bir değil, iki mendil vermişti bizatihi.
Vakta ki sona erdi bu mübarek ziyaret,
O, Şakir Efendi’nin yanına etti avdet.
O ikinci mendili ona verip o zaman,
Buyurdu ki: (Bunu da, gönderdi sana Sultan.)
. Harbe girmeyiz, ama...
Necip Fazıl anlatır: Bindokuzyüz kırkbir’de,
Ben, yazı yazıyordum gazetenin birinde.
İkinci dünya harbi patladığı zamanlar,
Hatta sınırımıza dayanmıştı Almanlar.
Bir an meselesiydi harbe iştirakimiz.
Muhakkak gözü ile, bakıyorduk buna biz.
Günlük yazılarımda bunu savunuyordum.
(Muhakkak biz de harbe gireceğiz) diyordum.
Çünkü hadiselerin seyrinde öyle bir hal,
Vardı ki, bize göre, yoktu başka ihtimal.
Efendi’nin yanına gitmiştim o günlerde.
Bunu savunmuş idim, o mübarek yerde de.
Beni, büyük sabırla dinleyip o büyük zat,
Sonra da bana bakıp, buyurdu ki o saat:
(Hayır, harbe girmeyiz, yanlış bu düşünceler.
Fakat pahalılık ve yokluk gelir bu sefer.)
Zaman sonra, hepimiz gördük ki hakikaten,
Buyurdukları gibi vukua geldi aynen.
Harbe girmedik ama, geldi bir pahalılık.
Öyle ki, halkın gücü kalmadı buna artık.
Benim o tahminlerim boş çıktı tamamiyle.
O zatın buyurduğu, vaki oldu ayniyle.
Hak teâlâ veriyor onlara bu bilgiyi.
Onlar da, bu bilgiyle görüyor ileriyi.
Onun sevdiklerinden var idi ki Cevat Bey,
Onun dahi başından geçmişti şöyle bir şey:
Kendisi anlatıyor: Sakarya savaşında,
Ben dahi üsteğmendim bir birliğin başında.
Ric'at emri verilmiş, ordu çekiliyordu.
(Ankara boşalıyor) haberi geliyordu.
Efendi, bu fakire buyurdu ki o vakit:
(Cevat, acil olarak hemen Ankara’ya git!
Ordu komutanına çık ve de ki o zaman:
Beni, kendi halinde gönderdi bir müslüman.
Dedi ki, göstersinler biraz daha metanet.
En son bizim olacak elbet muvaffakıyet.)
(Peki Efendim!) deyip, ben gittim Ankara’ya.
İlettim bu haberi vazifeli paşaya.
O müjdeyi alınca, memnun oldu begayet.
Ve ric'atı durdurup, daha çok etti gayret.
Ben de gidip, bilfiil katıldım ordumuza.
Harbe girip savaştım, sonra omuz omuza.
Yara alıp, savaştan çıktım gazi olarak.
Bize çok yardım etti, bu harpte cenab-ı Hak.
O büyük evliyanın buyurdukları gibi,
Harpte muvaffakıyet, bizim oldu tabii.)
Ya Rabbi, çok sevdiğin bu veli hürmetine,
Kavuştur bizi onun halis muhabbetine.
. Rahmet-i ilahiydi
Abdülhakim Efendi, çok büyük bir veliydi.
Ve bütün insanlara, rahmet-i ilahiydi.
Onun her hareketi olurdu ilim ile.
Ayrılmazdı sünnetten kıl ucu kadar bile.
Bir an gafil değildi, Allahü teâlâdan.
Onu gören, Allah’ı hatırlıyordu o an.
Onun yeme içmesi, oturması, kalkması,
Hep islama uygundu gülmesi, ağlaması.
Lokmayı küçük alır, hem yavaş, hem az yerdi.
Ve sırt üstü yattığı katiyen görülmezdi.
Bir ömrü müddetince, ayrılmadı sünnetten.
Derdi ki: (İstikamet, üstündür kerametten.)
Eyüp Sultan semtinde, bir Hüseyin Efendi,
Vardı ki, şu kıssayı anlatıyordu kendi.
Derdi ki: Ben vaktiyle, kadiri şeyhi idim.
Var idi etrafımda hem yüzlerce müridim.
Bir gün de işittim ki: Abdülhakim Efendi,
Diye bir âlim gelmiş, veliymiş hem de kendi.
Düşündüm ki: Gideyim, göreyim onu bizzat.
Bakayım benim kadar ilmi var mı hakikat?
Eyüp-Gümüşsuyu'nda olan hanelerine,
Gidip, ben de katıldım o gün bir sohbetine.
Baktım, hiç duymadığım ilim ve marifetler.
Anlatıyor çok yüksek ince sır ve hikmetler.
O sözler tesiriyle, bir hoş oldum adeta.
Elimde olmayarak, hayran oldum o zata.
Hemen karar verdim ki: Bu sohbet sonunda ben,
Arz edip, talebesi olayım ben de hemen.
Çünkü ben, bu halimle, değil ki mürşid olmak,
Talebeliğe bile değilmişim müstehak.
Nihayet sohbet bitti, herkes gitti evine.
Sırf ikimiz kalınca, dedim ki kendisine:
(Efendim, hakikatı edeyim ki itiraf,
Ben, kendimi yıllarca şeyh bilirdim, ne tuhaf.
Şimdi sizi görünce, bildim ki değilmişim.
Meğer ben, eşşeyh değil, malesef eşşekmişim.
Kabul buyurursanız, bu günden itibaren,
Kapınızda hizmetçi olmak istiyorum ben.)
Abdülhakim Efendi, tebessüm eylediler.
(Estağfirullah) deyip, beni kabul ettiler.
Şakir Efendi der ki: Bir sabah, Efendi’yle,
Sabah namazımızı kıldık kendileriyle.
Beni imam yaptılar Efendi Hazretleri.
Ve cemaat oldular, yanımda kendileri.
Biz namazı kılarken, zevcem dahi dışarda,
Çay yapıp, bardakları getirdi o arada.
Namazları kılınca, sofaya geçiverdik.
Çok sayıda bardağı görünce hayret ettik.
Ben dışarı çıkarak, sordum ki ailemden:
(İki bardak yerine, çok bardak koydun, neden?
Halbuki Efendi’yle ikimiz varız evde.
Ne için fazla bardak hazırladın tepside?)
Dedi ki: (Ne bileyim, siz kılarken namazı,
Arkada, size uyan kimseler vardı bazı.
Onları da hesaba katmış idim çay için.
Ben dahi hikmetini anlamadım bu işin.)
. Camiden beytullaha
Abdülhakim Efendi, Bayezid camiinde,
Nasihat ediyordu, hem de Hac mevsiminde.
O mübarek yerleri, Kâbe, Mina, Arafat,
Anlatırken, zevk ile dinliyordu cemaat.
Buyurdu: (Ey insanlar, şimdi Hac mevsimidir.
Yüzbinlerce müslüman, şimdi bu yerlerdedir.
Tahmin ediyorum ki, şu anda, hepinizin,
Kalpleri yanıyordur Beytullah aşkı için.
Öyleyse şimdi biraz, yumun gözlerinizi.
O mukaddes yerlerde, düşünün kendinizi.)
O böyle buyurunca, camideki cemaat,
Herbiri, gözlerini kapadılar o saat.
Onlardan herbirisi yumunca gözlerini,
O mübarek yerlerde gördü kendilerini.
Kimi, sa’y yapıyordu Safa ile Merve’de,
Vakfeye durmuş idi kimi Müzdelife’de.
Kimisi, Beytullah’ta hem tavaf yapıyordu.
Kimisi de, Mina’da şeytanı taşlıyordu.
Herbiri, bir aşk ile, bu mübarek yerleri,
Gezerek yapıyordu bütün vazifeleri.
Birazdan gözlerini açınca o cemaat,
Gördüler ki, camide otururlar o saat.
Abdülhakim Efendi, torunu Behik Bey’e,
Sormuştu: (Büyüyünce ne olacaksın?) diye.
O dahi cevabında dedi ki: (Dedeciğim!
En çok kaptan olmaktır şu andaki tercihim.)
Buyurdu: (Sen olursun, iyi muhasebeci.
Erkek, akşam olunca, erken eve gelmeli.)
Aradan yıllar geçti o günden itibaren.
Behik, muhasebeci olmuştu hakikaten.
Bir Hüseyin Efendi vardı Eyüp Sultan’da.
Kendisi Kadiri’de şeyh idi zamanında.
Vakta ki ziyarete gidince bu veliye,
Ona hizmetçiliği, tercih etti şeyhliğe.
Bu Hüseyin Efendi, yalnız ve fakir idi.
Dostları yardım eder, onunla geçinirdi.
Bir piyango bileti alarak bir gün bu zat,
Gizlice cüzdanına sakladı onu bizzat.
Kimseye söylemedi bu işi yaptığını.
Çünkü herkes bilirdi, caiz olmadığını.
Düşündü ki: Bu bilet, kumardır gerçi, ama,
Belki bir ruhsat vardır, yalnız odun almama.
Eğer para çıkarsa, alacağım sırf odun,
İnşallah bu kadarcık mahzuru olmaz bunun.
Ya Rabbi, bu hususta söz veriyorum sana,
Sırf odun alacağım, sarf etmem başkasına.
Bunu, sen biliyorsun, bilmiyor başka biri,
Özrümü kabul edip, af eyle bu fakiri.
O gün bilet cebinde, Efendi’nin yanına,
Gidince, o büyük zat buyurdular ki ona:
(Ya Hüseyin Efendi, piyango biletiyle,
Almak caiz değildir, sadece odun bile.)
Çıkınca, yırtıp attı piyango biletini.
Daha iyi anladı onun faziletini.
. Vefatı
Abdülhakim Efendi, hiçbir suçu olmadan,
İzmir’e götürüldü, tevkifen İstanbul'dan.
Çarptırılması için planlanan cezaya,
Götürüldü sonra da, İzmir’den Ankara’ya.
Yollarda uğradığı işkence ve hakaret,
Sonunda, halsiz kalıp, hasta oldu nihayet.
Biraderzadeleri esseyyid Faruk Bey’in,
Evinde hasta yattı böylece onsekiz gün.
Git gide zayıflayıp, bunun neticesinde,
Etten eser kalmadı, mübarek bedeninde.
Birkaç gün kalmıştı ki vefatına nihayet,
Bir şey konuşmuyordu o sahib-i saadet.
Bir gün önce dalgındı, tebessüm ediyordu.
Baş ucunda olana, bakıp şöyle diyordu:
(Arş-ı a’layı gördüm, ne güzel, ne güzeldir!
Şu an aklım başımda, şuurum yerindedir.)
Binüçyüz altmışiki yılı Zilkade'siydi.
Ve bindokuzyüzkırküç, Kasım yirmiyediydi.
Bir cumartesi günü, güneşin doğmasına,
Tam onsekiz dakika vardı ki henüz daha,
Sabah, altıbuçuğu gösterirken tam saat,
Şehiden vefat edip, eyledi Hakka vuslat.
Şevk ile raks eyledi, sallandı yer o gece.
Ve aşık, maşuk'una vasıl oldu böylece.
O gün Keçiören’de yapılıp teçhiz, tekfin,
Namazı kılınarak, Bağlum’a oldu defin.
Bu Bağlum, Ankara’nın kuzeyinde bir yerdir.
Suyu ve havasıyle, güzel bir nahiyedir.
Eskiden bu beldeye, sel, yağmur, dolu gibi,
Sık sık vaki olurken bir afet-i tabii,
Bu büyük evliyanın defni ile beraber,
Görülmez oldu artık, böyle büyük afetler.
Bu Allah adamının teşrifiyle, bu yöre,
Bolluk ve berekete kavuştu birden bire.
Abdülhakim Efendi, çok büyük insan idi.
O, bütün insanlığa ilahi ihsan idi.
Çeşitli camilerde nasihatler ederek,
İstanbul’un halkına faideli oldu pek.
Buyururdu ki: (Edep, hududa riayettir.
En büyük edep ise, islama tabiyettir.
Keramet, kerametin gizlenmesidir asıl.
Velinin isteğiyle, keramet olmaz hasıl.
Bir veliden keramet görülüyorsa şayet,
Onun iradesinin dışındadır o elbet.
Bu vakitlerde bile, utanır ki o kadar,
Hatta bir genç kız gibi sıkılır, hicab duyar.
İmana malik olan, neye malik değildir?
Olmayan kimse ise, acep neye maliktir?
Bir mümin, diğerine küfür isnad ederse,
O küfür, ona döner, o küfürde değilse.
Fadlı ile tecelli etsin bize Rabbimiz,
Adli ile tecelli ederse, yanarız biz.
Bizim meclisimizde, bir miktar oturanlar,
Konuşulmasa bile, çok şeyleri anlarlar.
Öyle ki, din bahsinde âlim geçinenlerin,
Hatalarını, bir bir, ayırır sözlerinin.)
Bu büyük evliyanın hürmetine ya Rabbi!
Resulünün yoluna eyle bizi tam tâbi.
33 - SEYYİD FEHİM ARVASİ (Kuddise Sirruh
.Mücessem melek idi
Evliyayı kiramdan, devrinin bir tekiydi.
Resulün Eshabının, sanki nümunesiydi.
Van'ın Arvas köyünde dünyaya gelen bu zat,
Yine aynı bu köyde, eyledi Hakka vuslat.
Evlad-ı Resul olup, güzel ve sevimliydi.
Gözleri iri siyah, kaşları yay gibiydi.
Bir miktar yüksek idi, orta yeri burnunun.
Sakalı normal olup, değildi kısa, uzun.
Alnı geniş ve nurlu bir zat idi mükerrem.
Kırmızıyla karışık, beyaz idi yüzü hem.
Güzellik timsaliydi her haliyle o elhak.
Gören, Yusüf Nebiyi hatırlardı muhakkak.
Küçük yaşta başladı din ilmini tahsile.
Ve hemen ezberledi Kur'anı bu azm ile.
Lakin yüksek babası, vefat eylediğinden,
Tahsiline, bir miktar ara verdi bu yüzden.
İşte o günlerdi ki, bir bayram geldiğinde,
Çok güzel bir elbise var idi üzerinde.
Kendi güzelliği de fevkalade idi hem.
Olmuştu o haliyle, bir melek-i mücessem.
Onu böyle görünce, Şeyhu adında bir zat,
Hemen kendi kendine dedi ki: (Heyhat! Heyhat!
Bir zamanlar, Arvas'tan âlimler çıkıyordu.
Şimdiyse güzel gençler çıkıyor, bize n'oldu?)
Bunu, kendi kendine söylediyse de o zat,
Seyyid Fehim, geçerken bunları duydu fakat.
Kendisine yaklaşıp, dedi ki: (Şeyhu baba!
Bu sözleri ne için söylersiniz acaba?)
(İçimden öyle geldi) dediyse de o kimse,
Dedi: (Lütfen söyleyin, sebebi her ne ise.)
Bu kişi, seyyidlere beslerdi çok muhabbet.
Çocuklarına bile, gösterirdi çok hürmet.
Dedi: (Medresemizde, yok bir müderrisimiz.
Ümit ediyorduk ki, şu güzel seyyidimiz,
Çalışıp, her ilimde kendini yetiştirir.
Çünkü ona yakışan, en güzel iş, bu iştir.
Bir büyük âlim olup, ilim yayar burada.
Meğer ki, süslenmeye başlamış şimdi o da.)
Bunu duyan genç Fehim, oradan gitti eve.
Güzel elbiseleri üstünden çıkardı ve,
İlim kitaplarını alarak omuzuna,
Tedris-i ilim için çıktı Cizre yoluna.
Kısa bir zaman sonra, geçerek emsalini,
Öğrendi tam islamın her ilm-i zahirini.
Sonra, Seyyid Taha’nın devam edip dersine,
Yükseldi tasavvufun yüksek derecesine.
O büyük evliyanın himmetiyle nihayet,
Batıni ilimde de aldı mutlak icazet.
Hocasının emriyle, Arvas’a geldi tekrar.
O zaman Şeyhu Baba olmuştu çok ihtiyar.
Bastona dayanarak, geldi ziyaretine.
İçeriye girerek, oturdu sohbetine.
Memnun görünüyordu velakin bu gelişte.
Dedi: (Biz, böyle görmek isterdik sizi işte.)
İltifat buyurarak Şeyhu'ya Seyyid Fehim,
Buyurdu: (Ortağımsın bu işte sen de benim.)
Çocukken hal ehliydi
Seyyid Fehim Efendi, henüz çocuk halinde,
Bir çok harikulade görünürdü kendinde.
Mesela Sıbgatullah adında, faziletli,
Bir amcazadeleri var idi, ilim ehli.
Zahiri ilimlerde etmişti çok temayüz.
Seyyid Fehim’in ise, küçüktü yaşı henüz.
Lakin çok seviyordu bu amcazadesini.
Ve bir gün, kabristanda görmüştü kendisini.
Hemen gitti yanına, arkasından koşarak,
Ve gördü ki, bir kabir arıyor dolaşarak.
Yardımcı olmak için kendisine bu babta,
Dedi: (Kimin kabrini ararsınız burada?)
O ise aramaya yine devam ederken,
(Bu, senin işin değil) dedi ona cevaben.
Velakin ısrar edip, sorarak küçük Fehim,
Dedi ki: (Söyleyin de, size yardım edeyim.)
O zaman mecbur kalıp, dedi: (Ecdadımızdan,
Seyyid Muhammed Kutub namı ile bir civan,
Altıyüz sene önce, bu Arvas'a gelmiştir.
Köye, Arvas ismini, ilk defa o vermiştir.
O zatın evlatları, o günden, ta bu güne,
Çok hizmet etmişlerdir Allah’ın bu dinine.
Onun mübarek kabri, işbu kabristandadır.
Ben onu arıyorum, bilmem ki ne yandadır?)
O zaman bir kabiri gösterip Seyyid Fehim,
Dedi: (Aradığınız bu kabirdir efendim.)
O da, Seyyid Fehim’in bu sözü üzerine,
Teveccühte bulundu o mezar üzerine.
Seyyid Muhammed Kutub, o anda hakikaten,
Tam kendi suretinde göründü ona hemen.
O, bunu görür görmez, dedi ki: (Sübhanallah!
Bu çocuğa, büyük bir üstün hal vermiş Allah.
Henüz çocuk yaşında, bu, bir bahr-i ummandır.
Bunda, büyük zat olma kabiliyeti vardır.)
Yine bir gün, onunla dolaşırken Arvas'ta,
Bir hanenin önünden geçtikleri esnada,
Dönüp, Seyyid Fehim’e o evi göstererek,
Dedi: (Bu, filan zata ait ve sağlamdır pek.)
Seyyid Fehim, o zaman henüz çocuk yaştadır.
Ve der ki: (O temelde, vakfa ait taş vardır.
Asla vakıf malını kullanmaya yok cevaz.
Bu evde oturanlar, er-geç bulur inkıraz.)
Hakikaten o evde bulunan kadın, erkek,
Birbiri arkasına öldüler hepsi tek tek.
Yirmi kişi idiler hane halkı o anda.
İnkıraza uğradı hepsi kısa zamanda.
Seyyid Fehim genç iken, ilim tahsil etmeye,
Kitaplarını alıp, gitmişti Cezire'ye.
Seyyid Sıbgatullah da, Taha-yı Hakkari'nin,
Himmetine kavuşup, irşada aldı izin.
Sonra, Seyyid Fehim’den bahsedip kendisine,
Götürdü onu dahi, Nehri’ye öbür sene.
Hazret-i Seyyid Taha, görür görmez onu ilk,
Kıymetini anlayıp, eyledi ilme teşvik.
Yetişmesi babında gösterip çok ihtimam,
Ne lazım geliyorsa, getirdi yerine tam.
. Mutavvel’i okumalısın!
Seyyid Fehim Efendi, büyük üstadı olan,
Taha-yı Hakkari'yi Nehri'de gördüğü an,
Ona, can-ü gönülden bağlanmıştı ihlasla.
Gözü, ondan gayriyi görmüyordu hiç asla.
Çünkü Resulullahın mübarek kalplerinden,
Çıkan nurlar, o zattan yayılıyordu aynen.
Ona olan sevgi ve ihlası nisbetinde,
Çok istifade etti, kısa zaman içinde.
Lakin tanıdığında bu büyük veli zatı,
Henüz bitirmemişti zahiri tedrisatı.
Bir gün yüksek üstadı, çağırıp huzuruna,
Çok iltifat ederek, şöyle buyurdu ona:
(Sen, çok kabiliyetli ve zeki talebesin.
Mutavvel kitabını tedris eylemelisin.)
(Efendim, kitabım yok) deyince üstadına,
Kendi Mutavvel'ini hediye etti ona.
Buyurdular ki: (Muş'un, Abiri nam köyünde,
Bir âlim var, git bunu, oku onun önünde.
Ders ile alakalı olursa bir müşkilin,
Beni düşün kalbinle, halledilir o işin.)
(Peki efendim!) deyip, gitti hemen o köye.
Molla Resul Sıbki’den başladı ders görmeye.
Bir gün, ders okuturken bu hoca Mutavvel’den,
Bir yere geldiğinde, geçmeyip durdu birden.
Çünkü anlamamıştı ordaki ibareyi.
Başladı düşünmeye çözmek için cümleyi.
O ara Seyyid Fehim, gözlerini yumarak,
Düşündü üstadını, o emrine uyarak.
Gördü ki, karşısında duruyor Seyyid Taha.
Önünde Mutavvel var, hem de açık o sayfa.
Ona, doğru şekliyle okudu o cümleyi.
Seyyid Fehim çok güzel anladı meseleyi.
Gözlerini açıp da, gördü ki hoca, hala,
O cümle üzerinde ediyor mütalaa.
Hemen izin isteyip, okudu doğrusunu.
O, şaşırıp dedi ki: (Nasıl bildin sen bunu?)
Söylemek istemedi o ilk sual edişte.
Velakin Molla Resul ısrar etti bu işte.
Dedi: (Ben okuturdum yıllarca Mutavvel'i.
Lakin hep anlamadan geçiyordum bu yeri.
Şimdi sen okuyunca, düzeldi hemen mana.
Bu, senin işin değil, doğruyu söyle bana.)
O zaman Seyyid Fehim, bahsedip üstadından,
Dedi: (Kalp yolu ile öğrendim bunu ondan.
O, Seyyid Taha’dır ki, misli yoktur cihanda.
Nur ve feyiz, o zattan yayılıyor şu anda.
O zatın bir bakışı, şifadır kalp derdine.
Dili, hikmet saçıyor cümle gönül ehline.)
Molla Resul-i Sıbki, bunu, Seyyid Fehim’den,
İşitince, bir anda aşık oldu gönülden.
Ona kavuşmak için, hemen Seyyid Fehim’le,
Nehri’nin yollarına düştü büyük sevinçle.
Onlar yolda gelirken, Nehri'de Seyyid Taha,
Hissetti bu gelişi gelmeden onlar daha.
Zira buyururdu ki: (Şu anda Seyyid Fehim,
Güzel bir hediyeyle geliyor hissederim)
Gelip, bu büyük zatı gördü o en nihayet.
Himmetine kavuşup, aldı mutlak icazet.
. Kapısında yatardı
Seyyid Fehim Efendi, üstadının yanından,
Ayrılmak istemezdi bir süre, hatta bir an.
Hep onu düşünür ve onu hayal ederdi.
Onun teveccühüne ermekti asıl derdi.
Onun, güneş misali saçtığı o nurlardan,
İstifade etmeye çalışırdı durmadan.
Ona muhabbetinden, çoğu kış geceleri,
Kapısında yatarak, sabahlardı ekseri.
Başını, o kapının koyarak eşiğine,
Kavuşmak istiyordu onun teveccühüne.
Hatta bazan şiddetli kar yağışı olurdu.
Vücudu, o karların içinde kaybolurdu.
Bir gün, yine yatmıştı kapının eşiğine.
Böyle halis sevginin, az rastlanır eşine.
Üstadı Seyyid Taha, kalkarak geceleyin,
Dışarı çıkıyordu teheccüd kılmak için.
O gece de, dışarı çıkmak istediğinde,
Gördü ki, Seyyid Fehim yatar eşik dibinde.
Onu yerden kaldırıp, buyurdu ki: (Ey Fehim!
Şu anda, hakkınızda şudur ki benim fikrim,
Siz, ilimde çok derin bir bahr-i ummansınız.
Bunu yere sermeye, olmamalı hakkınız.)
O zaman Seyyid Fehim arz etti ki: (Efendim!
Yüksek himmetinize çok muhtaçtır bu Fehim.)
O zaman Seyyid Taha, büyük bir muhabbetle,
Kucaklayıp sarıldı, sıktı onu kuvvetle.
O an Seyyid Fehim’in öyle oldu ki hali,
Kalbine, nur ve feyiz aktı Nehir misali.
Nihayet tasavvufta yükseldi ki o kadar
Artık nefis ve şeytan, vermezdi ona zarar.
O günlerde, kalbinden geçirdi ki bir gece:
Herhalde kâfi gelir, çıktığım bu derece.
Sabahleyin, varınca üstadına pür sevinç,
Üstadı buyurdu ki: (Sen kaplan gördün mü hiç?)
Dedi: (Hayır efendim, duydum ki şunu fakat,
Gayesine ermekte, etmezmiş hiç kanaat.)
Buyurdu ki: (Sen dahi, o kaplanlar misali,
Bu yolda edindiğin şeyleri görme kâfi.)
Seyyid Fehim Efendi, o büyük üstadından,
Feyz alıp, himmetiyle çok yükseldi an be an.
Ondan istifadesi vakta ki oldu tekmil,
O da oldu sonunda, bir kâmil-i mükemmil.
Üstadı, kendisine buyurdu ki nihayet:
(Seyyid Fehim, ben sana verdim mutlak hilafet.)
Arz etti ki: (Bu, gayet ağır yüktür efendim!
Kaldıramam ben bunu, hem de layık değilim.)
O zaman buyurdu ki: (Bunu kabul etmekte,
Siz ihtiyar sahibi değilsiniz ebette.
Çünkü bu hilafeti, zahirde versek de biz,
Bir nice tasdiklerden geçmiştir bilesiniz.
Bizzat tasdik etmiştir bunu Resul-i ekrem.
Tasdik etti bilcüme sadat-ı kiram da hem.
En son tasdik etmekte, mecbur kaldım ben dahi.
Siz de kabul etmekte, mecbursunuz bittabi.)
Böylece halifesi olup Seyyid Taha’nın,
Yıllarca hizmetinde bulundu cümle halkın.
. Bu sırrı ifşa etme
Seyyid Fehim Efendi, heybetli bir zat idi.
Sevimli, nurlu, lakin çok vakar sahibiydi.
Bir kimse, gölgesini görseydi onun şayet,
Derdi ki: (Bu, Allah’ın veli kuludur elbet.)
Öyle şanlı, şerefli zat idi ki o elhak,
Onu gören, Allah’ı hatırlardı muhakkak.
Zira Peygamberimiz buyurdu ki bir defa:
(Onlar görüldüğünde Allah gelir hatıra.)
O, Eshab-ı kiramın nümunesiydi bizzat.
Yok idi zamanında, onun gibi büyük zat.
Mahirdi her ilimde, ziraat ve sanatta.
Yok idi bir benzeri, siyasi malumatta.
Van valisi, çözülmez, çetin meseleleri,
Ona gider, danışır, yapar idi ekseri.
Hükümdar olsa idi büyük bir memlekette,
Emsalinden çok iyi hükmederdi elbette.
Velakin dünyaya ve dünya adamlarına,
Katiyen meyl etmez ve gitmezdi yanlarına.
Ömründe, cemaatsiz bir namaz kılmamıştır.
Ve bir tek teheccüdü, asla kaçırmamıştır.
Senede iki defa, Van'a teşrif ederdi.
Mahşeri kalabalık, sohbetini dinlerdi.
Onbinlerce insanın arasında o varsa,
Bakılınca, önce o görülürdü bilhassa.
Hatta aralarında oturmuş olsa bile,
Yine o görünürdü herkesten öncelikle
Bin âlimin yanında, o idi en mükemmel.
Bin güzelin yanında, o idi daha güzel.
O devirde bir kişi, Abdullah ismi ile,
Anlatır ki: Arvas'tan çıktım Hac gayesiyle.
Lakin bütün paramı zayi eylediğimden
Hacdan sonra, evime, dönemedim bu yüzden.
Mekke sokaklarında gezerken böyle dertli,
Birden bir bahçe gördüm, akarsulu, çiçekli.
Süslü bir cami vardı hem bahçe ortasında.
Güzel yüzlü bir adam dururdu kapısında.
Düşündüm ki: Mekke’de, yok idi böyle mahal.
Ya rüya görüyorum, yahut da bu bir hayal.
Ben böyle düşünürken, söyledi ki o adam:
(Evliyalara mahsus, bu, manevi bir makam.
Cuma günü, veliler burada toplanırlar.
İkindi namazını cemaatle kılarlar.)
(İmamları kim olur?) diye sual eyledim.
Dedi ki: (Tanırsınız, Arvas'lı Seyyid Fehim.)
Sevinip, beklemeye koyuldum ben oturup.
Baktım ki, evliyalar geliyor gurup gurup.
Cami tamam dolunca, en son o zat-ı şerif,
Büyük bir vakar ile, yanıma etti teşrif.
Hürmetle öptüm hemen mübarek ellerini.
Ve derdimi söyleyip, istedim himmetini.
Buyurdu ki: (Bu sırrı, hayatta oldukça biz,
İfşa etmezsen eğer, işini hallederiz.)
Namaz kılıp, dışarı çıkınca o büyük zat,
Bana buyurdular ki: (Gözlerini az kapat.)
Biraz sonra, gördüm ki gözümü açtığımda,
Köyde bulunuyorum bir çeşmenin başında.
Hemen Seyyid Fehim’e gidip öptüm elini.
Buyurdu ki: (Unutma sana dün dediğimi.
. Tetiği çekti, ama...
Gürpınar'da bir kişi, Hacı Ali adında,
Gelip, Seyyid Fehim’le tanışır bir gün Van'da.
Onun büyük bir veli olduğunu öğrenir.
Ve o gün, talebesi olmakla şereflenir.
Bu hadiseden sonra, bir gün geçer aradan.
Van'dan çıkıp, köyüne gidiyorken bir dağdan,
Vaktiyle hasmı olan biri çıkar önüne.
Öldürmek maksadıyla davranır tüfeğine.
Lakin o bağırır ki: (Dur, vurma beni sakın!
Zira talebesiyim ben mübarek bir zatın.
Dünya gailesiyle kalmadı bir alakam.
Eski husumetimiz etmesin artık devam.)
Bunları, o adama derse de Hacı Ali,
Hiç tesir etmez ona, değişmez öfke hali.
O anda, tüfeğinde var imiş ki beş fişek,
Kullanır beşini de, tetikleri çekerek.
Velakin hiç ses çıkmaz tetiği çektiğinde.
Hem de bakıp göremez, fişekleri yerinde.
Hayret içerisinde kalakalır o kişi.
Düşünür ve bir türlü aklı almaz bu işi.
Ve kendi kendisine söylenir: Bu mermiler,
Yoktur yuvalarında, nerye gidebilirler?
Sırrı çözemeyince, oradan ayrılarak,
Döner gider evine, gayet meraklanarak.
Ali Efendi dahi, şaşırır buna keza.
Gelir Seyyid Fehim’i görmek için Arvas'a.
Görür ki, Seyyid Fehim, seccade üzerinde,
Oturmuş, ibadetle meşguldür geldiğinde.
Buyurur: (Hacı Ali, dün burada yoktunuz.
Yoksa köye giderken, dağda çok mu korktunuz?)
Hacı Ali Efendi, şaşırır buna da hem.
Der ki: (Evet efendim, çektim çok korku, elem.)
O zaman seccadenin kaldırıp bir ucunu,
Çıkarır fişekleri, buyurur ki: (Al şunu.
Bunları, o adama götür hemen, teslim et.
Zira bu, kul hakkıdır, kalmasın bizde zimmet.)
(Peki efendim!) deyip, beş fişeği alarak,
Götürüp teslim eder, çok hayrette kalarak.
O dahi yaptığına tövbe eder o günden
Gelip Seyyid Fehim’e tâbi olur gönülden.
Bir gün de, Seyyid Fehim, beşyüz talebesiyle,
Gürpınar’a giderler ziyaret gayesiyle.
Hanenin sahibi de, Hacı Hasan Ağa’dır.
Misafirler gelince, bir telaşa kapılır.
Düşünür ki: Dışarda bir tanecik keçim var.
Şimdi bu misafirler, ne ile, nasıl doyar?
Lakin Hasan Ağa’nın bu kalbinden geçeni,
Seyyid Fehim anlayıp, buyurur: (Dinle beni.
Üzülme bunun için, bu, gayet kolay iştir.
Şu ayağı kırılmış keçiyi kes, yetişir.)
Arz eder ki: (Efendim, o keçi tek bir adet.
O hayvan, on kişiye ancak eder kifayet.)
Buyurur: (Hasan ağa, kes onu, beni dinle.
O keçi, hepimize yeter de artar bile.)
(Peki) deyip, keçiyi kesip derhal pişirir.
O beşyüz misafire, onun eti yetişir.
Hatta köy halkına da, o etten dağıtırlar.
Ve günlerce o etten yerler de yine artar.
. Kır o şişeleri
Necati Bey isminde var idi ki bir kişi,
Vaktiyle adliyede müfettişlikti işi.
İşte bu Necati Bey, vazifeyle bir sene,
Bir arefe gününde, gitti Müks ilçesine.
Kendisi anlatır ki: Müks'e vardığımda ben,
Bayram namazı için, camiye gittik hemen.
Kaymakam ve ilçenin bazı mühim zatları,
Baktım, namazdan sonra çıkardılar atları.
Tahmin ettim, bir yere gidiliyordu derhal.
(Bir yere yolculuk mu var?) diye ettim sual.
Dediler: (Bayramlarda, şudur ki adetimiz,
Namazı müteakip, Arvas'a gideriz biz.
Orada, Seyyid Fehim diye var bir evliya.
Onu ziyaret edip, alırız hayır dua.)
Dedim ki: (Vaziyetim değilse de pek iyi,
Beni dahi götürün, göreyim o veliyi.)
(Olur!) deyip, bana da hazırladılar bir at.
Yola düştük ise de, bir hoş oldum ben fakat.
Çünkü benim, aslında din ile yoktu ilgim.
İslami hususlarda yok idi hiç de bilgim.
Ayrıca da, malesef mübtelaydım içkiye.
Şimdiyse gidiyorduk bir evliya kişiye.
Vakta ki sınırından duhul ettik Arvas’ın,
Sanki başka bir âlem zuhur etti ansızın.
Ömrümde hiç böyle şey görmemiştim doğrusu.
Girince, sardı bizi sanki Cennet kokusu.
Alışkın olduğumdan içkiye velakin ben,
Heybeme iki şişe koymuştum ihtiyaten.
Zira mübtela idim, içmeden edemezdim.
İçmediğim zamanlar, kararırdı gözlerim.
Varınca biraz sonra, Arvas kabristanına,
Sakladım şişeleri, taşların arasına.
Kimseye sezdirmeden yapmıştım ben bu işi.
Yol arkadaşlarımdan, görmedi hiç bir kişi.
Orada, Fatiha'lar okuyarak mevtaya,
Sonra gittik hepimiz, o büyük evliyaya.
Huzuruna girip de, görür görmez o zatı,
Düşündüm ki: Var bunda, sanki melek sıfatı.
Önce görmüş olduğum insanlardan değildir.
Bu, çok büyük bir insan, bu, mürşid-i kâmildir.
Kendisine gönülden teslim oldum bin aşkla
Ellerine sarılıp, öptüm bir iştiyakla.
Büyük bir arzu ile, arz ettim ki: (Efendim!
Bu tasavvuf yoluna, ben de girmek isterim.)
Gülerek buyurdu ki: (Bu, böyle olmaz fakat,
Olur mu bir arada, şişe ile bu hayat?
Gidip kabristandaki kır o iki şişeyi.
Ondan sonra gel bizden, talep eyle bu şeyi.)
(Peki efendim!) deyip, birini kırıp attım.
Her ihtimale karşı öbürünü bıraktım.
Huzuruna gelince, buyurdu: (Ey müfettiş!
Git öbür şişeyi de kır gel ki, bitsin bu iş.)
(Peki!) dedim ve gidip kırdım öbürünü de.
Gelip tövbe eyledim, o büyüğün önünde.
Çok memleket dolaştım, çok âlim gördüm, fakat,
Görmedim hiçbir yerde, onun gibi büyük zat.)
. Hemen ayrılmalıyız!
Seyyid Fehim Efendi, her sene, Müks'ten Van'a,
Gelir ve feyz verirdi günlerce Van halkına.
Kendisini çok seven, mahkeme baş katibi,
Ahmet Bey’in evinde ekseri kalır idi.
Lakin o Hac'da idi bir sene geldiğinde,
Buna rağmen yine de, kaldı onun evinde.
Bir kaç talebesiyle, bu evde misafirken,
Onlardan birisini, kaldırdı gece birden.
Buyurdu ki: (Uyandır diğer talebeleri.
Zira terk edeceğiz çok acele bu evi.)
Arz etti ki: (Emriniz baş göz üstüne, ancak,
Sabahı bekleseydik, zira ayıp olacak.)
Buyurdu: (Hayır hayır, gidelim geceleyin.
Hem de oğullarına, haber ver Ahmet Bey'in.)
Onlar dahi uyanıp, bunu haber aldılar.
Huzuruna çıkarak, ağlayıp yalvardılar:
(Efendim, kusurumuz olduysa, affediniz.
Ne olur, bizi böyle terk edip gitmeyiniz.
Babamız çok üzülür ve iner yüreğine.
Nasıl cevap veririz, sonra kendilerine?
Siz yine lutf ederek, af buyurun bizleri.
Oturun rahat rahat, terk etmeyin bu evi.)
Buyurdu: (Evlatlarım, siz müsterih olunuz.
Bize, fazlası ile hizmette bulundunuz.
Ben dua ediyorum, razıyım hem de sizden.
Lakin şimdi acele gitmeliyiz bu evden.)
Çaresizlik içinde kalarak dediler ki:
(Nasıl emrederseniz, öyle olsun madem ki.)
O gece yarısında, derhal toparlanarak,
Başka eve gittiler, hem de acil olarak.
Ertesi gün sordu ki oğlu Muhammed Emin:
(Babacığım, hikmeti ne idi ki bu işin?
Ahmed Bey'in evladı üzüldüler buna pek.
Dursaydık ne olurdu o evde sabaha dek?)
Buyurdu ki: (Kimseye söyleme bunu evlat!
Ahmet Bey, Beytullahta bu gece etti vefat.
Ev, yetim evi olup, kaldı mirasçılara.
Ve onlar sahip oldu evdeki eşyalara.
Önceden, her eşyayı rahat kullanıyorduk.
Her istediğimizi, rahat alıp yiyorduk.
Çünkü biliyorduk ki, Ahmet Bey, seve seve,
Her şeyi kullanmaya, izin verir bizlere.
Şimdiyse, bütün bunlar oldu mirasçıların.
Kim olduklarını da, bilmiyoruz onların.
Her şey, o varislerin hakkı oldu o saat.
Bir şeyi kullanmaya, yoktu izin ve ruhsat.
Kul hakkından kaçınmak maksadıyla, acele,
Ayrıldım o haneden, hakikat işte böyle.)
Bu hadiseden sonra, bir ay geçti aradan.
Hacılar, teker teker döndüler Beytullahtan.
Herkes geldiği halde, Ahmet Bey yoktu fakat.
Dediler: (O, bir gece, Mekke’de etti vefat.)
Bir hesap ettiler ki, bu vefat, hakikatte,
O gece vuku bulmuş, hem de aynı saatte.
Ahmet Bey’in evladı anladı ki aşikâr:
Seyyid Fehim, o gece bu yüzden ayrılmışlar.
. Sofu Baba’nın aşkı
Seyyid Fehim her sene, Van'a gidip bir defa,
Güzel sohbetleriyle nur saçardı etrafa.
Mevsim yaz olduğundan, hava bir sıcaktı ki,
İnsanlar, hararetten kavruluyordu sanki.
Gençten bir kimse vardı, hem de Fehim isminde.
Yaşardı o zamanlar, günah işler içinde.
Bu genç, dağdan bir tabak kar temin edip bir gün,
Getirip, huzuruna arz etti o büyüğün.
Seyyid Fehim, o gence buyurdu: (İsmin nedir?)
O genç, çok sıkılarak, dedi: (İsmim Fehim'dir.)
Bir makbul olmuştu ki getirdiği soğuk kar,
Şefkatle etti ona, bir teveccüh ve nazar.
Bu, öyle bir teveccüh, öyle nazardı ki hem,
Kalbi, Seyyid Fehim’in aşkıyle doldu o dem.
Öyle bir muhabbetle bağlandı ki o zata,
Onun muhabbetiyle yanar oldu adeta.
Sonradan Seyyid Fehim, Arvas'a etti avdet.
O sene kış mevsimi, şiddetli geçti gayet.
Velakin yanıyordu o aşkla onun gönlü
Onun ayrılığına, yoktu hiç tahammülü.
En son dayanamayıp, dedi ki: (Anneciğim!
Heybemi hazır et ki, Arvas'a gideceğim.)
Dedi: (Gitme evladım, bir baksana şu kışa.
Çıkarsan yem olursun dağlarda kurda kuşa.)
Lakin o, kararını vermiş idi pek kati.
Zira onun aşkından, kalmamıştı takati.
Heybesini alarak, düştü Arvas yoluna.
Ona kavuşmak için, bir mani yoktu ona.
Her an ölüm saçarken aç kurtlar, soğuk ve kar,
O, dağ dere demeyip, gidiyordu bir karar.
Zira onu götüren, bir sevgiydi, bir aşktı.
Çünkü Seyyid Fehim’e varıp kavuşacaktı.
Bir dağın tepesinde, tam bu aşkla giderken,
Baktı ki, karşısına bir adam çıktı birden.
Ve sordu ki: (Nereye gidiyorsun ey Fehim!
Eğer arzu edersen, sana yardım edeyim.)
Lakin o, cevap bile vermeyerek hiç ona,
Yine aynı aşk ile, devam etti yoluna.
Çünkü Seyyid Fehim’le beraberdi o zaten.
Ve onun aşkı ile gidiyordu esasen.
Ve bir akşam, Arvas'ta ezan okundu, fakat.
Namaz için mihraba geçmedi o büyük zat.
Herkes merak ederken, niçin beklediğini,
Seyyid Fehim bilirdi bu işin hikmetini.
Buyurdu: (Bir yolcumuz geliyor, yolda şu an.
Hem de donmak üzere neredeyse soğuktan.)
Biraz sonra genç Fehim, bir kardan adam gibi,
Kavuştu maşukuna, dinlemeyip kar, tipi.
Buyurdu ki: (Ey Fehim, o yolda rast geldiğin,
Hızır'dı, niçin ondan bir yardım istemedin?)
Dedi ki: (Beraberdim o anda sizin ile.
Çok kolay geliyordum, sizin himmetinizle.
Siz de geliyordunuz o yolda yanım sıra.
Sizinle beraberken, bakar mıyım Hızır’a?
Ben sizin aşkınızla, dağları aşıyordum.
Her adımda, daha çok size yaklaşıyordum.)
(Sofu Baba) derler ki ona Van civarında,
Ziyaret etmektedir sevenler mezarında.
. Ceryana tutulmuş gibi
Abdülvehhab Efendi namı ile bir kimse,
Der ki: Benim başımdan geçti şöyle hadise:
Medrese tahsilini bitirdim Erzurum’da.
Daha ilerisini okumaktı arzum da.
Ve beni okutacak, meşhur büyük bir âlim,
Araştırıp, nihayet bir bilgi alabildim.
Dediler ki: (Bitlis'te, Abdülcelil Efendi,
Vardır ki, çok derindir onun ilmi ve fenni.)
Büyük bir iştiyakla, hemen vardım Bitlis'e.
Velakin öğrendim ki, Van'a gitmiş o ise.
Dediler: (Bekle, gelir.) Lakin bekleyemedim.
O zatı bulmak için, acele Van'a gittim.
Sabırsızlanıyordum görmek için adeta.
Başlamak istiyordum yanında tedrisata.
En büyük âlimiymiş çünkü o, bu zamanın.
Nerede olduğunu, sordum Van'da o zatın.
Dediler ki: (Müks'lü Seyyid Fehim burdadır.
Abdülcelil hoca da, o zatın yanındadır.
Şabaniyye camii vardır ki şurada bak,
Bulunur ikisi de, o camide muhakkak.)
Ben bunu öğrenince, ayrılarak o yerden,
Büyük bir heyecanla, camiye koştum hemen.
Düşündüm: Abdülcelil hoca şimdi mutlaka,
Nasihat ediyordur kürsüde cümle halka.
Ben camiye giderken, dikkat ettim, o saat,
Camiye koşuyordu her taraftan cemaat.
Dedim ki: Sübhanallah, akın akın insanlar,
Onu dinlemek için sanki yarışıyorlar.
Hakikaten çok büyük âlimmiş o zat meğer.
Beni, talebeliğe inşallah kabul eder.
Vasıl oldum camiye bunları düşünerek.
Baktım ki, cami dolmuş mihraptan kapıya dek.
Karşıda nur yüzlü ve tatlı bakışlı bir zat,
Kürsüde, ediyordu halka vâz-ü nasihat.
Herkes, başını eğmiş, dinliyordu o zatı.
Dinledim, tesirli ve tatlıydı nasihatı.
Dedim ki: Abdülcelil Efendi bu herhalde.
Çünkü herkes dinleyip, ediyor istifade.
Lakin bunu soracak ortada kimse yoktu.
Herkes boynunu bükmüş, önüne bakıyordu.
O sırada yanıma, biri geldi genç yaşta.
(Kimi arıyorsunuz?) diye sordu ilk başta.
Dedim ki: (Abdülcelil Efendi Hazretleri,
Kimdir acep, ben onu ararım dünden beri.)
(İşte odur!) diyerek, safın en gerisinde,
Birini gösterdi ki, değildi kendisinde.
O dahi, herkes gibi öne eğmiş boynunu,
Edeple otururdu, hayretle gördüm bunu.
Sordum ki: (Öyle ise, şu vâz eden zat kimdir?)
Cevabında dedi ki: (O zat, Seyyid Fehim'dir.)
Sonra ezan okundu ve kıldık sünnetleri.
Seyyid Fehim, farz için kalkıp geçti ileri.
İftitah tekbirini alır almaz, o saat,
Ceryan çarpmış misali, titredi hep cemaat.
Altmış sene oluyor anlattığım hadise.
Onun o tekbir sesi hatırıma gelince,
Yine o günkü gibi değişir hemen halim.
Başlarım titremeye, nurlanır sanki kalbim.
. Ermeni gencin imanı
Seyyid Fehim, bir sene Van'a geldiklerinde,
Edremit nam bir yere gitti günün birinde.
O yer, bağlık bahçelik bir yer idi, çok şirin.
Yürüdü bir çeşmeye, bir abdest almak için.
O ara genç bir kişi, bu veliyi görerek,
Dolaştı etrafında çok hürmet göstererek.
Zira genç, bir kerecik görünce bu veliyi,
Muhabbeti, kalbinde yer etti gayet iyi.
Elinde olmayarak, aşık oldu bu zata.
Pervane oldu sanki, etrafında adeta.
Hazret-i Seyyid Fehim, dönüp baktı o gence.
Kuvvetli bir teveccüh etti ona hemence.
Van'a teşrif eyledi daha sonra ayrılıp.
O genç de gitti eve, onun aşkıyle yanıp.
Meğerse bir papazın oğluymuş o genç kişi.
Onun muhabbetiyle, bir anda doldu içi.
Seyyid Fehim, Arvas'a döndü ise de Van'dan,
Bir gün, bu nahiyeye geldi bahar olmadan.
Halbuki adetleri değildi böyle gelmek.
Arvas'tan çıkmazlardı yaz ayı gelene dek.
Herkes merak etmişti bu zamansız gidişi.
Ve hem de hiçbir kimse anlamadı bu işi.
Vakta ki Seyyid Fehim vardı çeşme başına,
Ardından biri geldi, hemen yanı başına.
Arz etti ki: (Efendim, falan ermeni genci,
Şu anda çok hastadır, gönderdi beni elçi.
Dedi: Çeşme başında, olacak şimdi bir zat.
Canım, onu görmeyi çok istiyor şu saat.
Benim için git ona, rica et gelmesini.
Eğer kabul ederse, al getir kendisini.
Bunu arz etmek için gelmiştim buraya ben.
Kabul buyurursanız gidebiliriz hemen.)
O zat, Seyyid Fehim’e edince bunu teklif,
Derhal kabul buyurup, eyledi eve teşrif.
O genç, Seyyid Fehim'e arz etti ki: (Efendim!
Öyle zannederim ki, çok yakındır ecelim.
Telkin eder misiniz bana da dininizi.
Zira çok seviyorum, ben zat-ı alinizi.
Sizi, çeşme başında görür görmez o günü,
Yakmış idi sevginiz bu fakirin gönlünü.
Ve sizin hakkınızda düşündüm ki: O eğer,
Ne dindeyse, o dindir Hak indinde muteber.
Size, o günden beri aşık oldum bin canla.
Ve sizi bekliyordum günlerdir, heyecanla.
Dininize girmeyi çok arzu ediyorum.
Lakin nasıl girilir, onu bilemiyorum.)
Seyyid Fehim, şefkatle nazar etti o gence.
Daha sonra imanı telkin etti hemence.
Genç de hemen getirip kelime-i şehadet
İmanı kâmil ile can verdi en nihayet.
O gencin babasına buyurdu ki o zaman:
(Oğlunuz, son nefeste oldu kâmil müslüman.
O, şimdi sizin değil, artık bizim olmuştur.
Onundur bundan sonra, sonsuz sevinç ve huzur.)
Alarak babasından onun cenazesini,
İslam mezarlığına defn etti kendisini
. Mümin, harama bakmaz
Talebesinden biri anlatır ki: Bir gün ben,
Arvas'a gidiyordum yürüyerek köyümden.
İki köy arasında, uzun bir dere vardı.
İnsanlar, o dereden geçip gidiyorlardı.
Arvas'a bir an önce varmak düşüncesiyle,
Giderken, bir adam da gelirdi zevcesiyle.
Geçtik birbirimizi az sonra selamlaşıp.
Lakin bir uygunsuz iş yaptım ben haddi aşıp.
Zira şeytan, vesvese verip bana ansızın,
Dedi ki: (Dön de bir bak hanımına şu şahsın.)
Ben dahi aldanarak şeytan vesvesesine,
Dönüp baktım arkadan, adamın zevcesine.
Daha sonra Arvas'a vasıl oldum nihayet.
Hemen Seyyid Fehim’i gidip ettim ziyaret.
Mübarek huzuruna girer girmez ben ama,
Buyurdu ki: (Müslüman, asla bakmaz harama.
Arkadan olsa bile, günahı çok bu işin.
Yabancı kadınlara hiç bakma bunun için.)
Yine o anlatır ki: Bir akşam namazında,
O imamdı, ben dahi var idim arkasında.
Seyyid Fehim okurken Fatiha suresini,
Ben dahi yapıyordum içimden tefsirini.
Beni, namazdan sonra çağırdı huzuruna.
Gayet ciddi olarak buyurdular ki bana:
(Sen müfessir misin ki tefsire kalkıyorsun?
Tefsirle uğraşırsan, sonra helak olursun.)
Sonradan anladım ki gayet iyi olarak,
Benim haddim değilmiş tefsir ile uğraşmak.
Bir gün de, en değerli, yüksek talebeleri,
Olan Abdülhakim-i Arvasi hazretleri,
Anlatır ki: Üstadım, sohbet etti bir gece.
Hiç öyle olmamıştı bir sohbet daha önce.
Öyle feyiz, bereket saçılmıştı ki o an,
Sandım ki, çok derece elde ettim o zaman.
Hatta sanki ne varsa ondan edineceğim,
Hepsini verdi bana, o gece Seyyid Fehim.
Bu düşünce içinde geçtiyse de o gecem,
Velakin sabahleyin, düzeldi bu düşüncem.
Zira Seyyid Fehim’in yanına vardığımda,
Bir elma ağacının otururdu altında.
Bana onu gösterip, sordu: (Bu, ne ağaçtır?)
Cevaben arz ettim ki: (Bir elma ağacıdır.)
Buyurdu: (Bu ağacın gövde ve dalları var.
Her dalında, ayrıca var yüzlerce elmalar.
Eğer bir meyve kurdu, bir elmanın içine,
Girerek nüfuz etse sonra çekirdeğine,
Ve o kurt, çekirdeğin yese bir miktarını,
Hiç yemiş sayılır mı ağacın tamamını?
Bu yolda da, az bir şey edinince bir kişi,
Hemen zannetmemeli bitirdim ben bu işi.
Ele geçen az şeye, etmemeli kanaat.
Daha çok yükseklere açmalı insan kanat.)
Üstadım, sabahleyin buyurunca böylece,
Yanlış düşündüğümü anladım ben o gece.
Ve onun himmetiyle, daha çok gayret ettim.
Çok büyük mürşid idi üstadım Seyyid Fehim.
. Ne hediye getirdin?
Üstadına o kadar hüsnü zan ve sevgisi,
Vardı ki, ondan daha olmazdı ziyadesi.
Bu tasavvuf yolunda edindiği ne varsa,
Hepsini, üstadından biliyordu bilhassa.
Bir gün büyük üstadı, mescidde kendi bizzat,
Mektubat okuyor ve yapıyordu izahat.
Dinleyenler o kadar çoktu ki o gün hatta,
Seyyid Fehim, geride dinliyordu ayakta.
Bir aralık başını kaldırarak kitaptan,
Hem de Seyyid Fehim’i arayıp ta uzaktan,
Seslenip, şu suali sordu ki ona bizzat:
(Ey Fehim, bu devirde yok mudur acep üstad?)
O anda Seyyid Fehim, bir an duraklamadan,
Hem dahi üstadını kastedip hemen o an,
Şöyle cevap verdi ki derhal Seyyid Taha’ya:
(Şimdi bulunan gibi, gelmemiştir dünyaya.)
O kadar çok idi ki o zata muhabbeti,
Sanki hep yanındaydı onun ruhaniyeti.
Yani o, üstadından değildi bir an uzak.
Beraberdi onunla, her an hayal olarak.
Her saniye ve hatta her nefes alışında,
Görürdü üstadını, ruhen yanı başında.
Üstadının bir emri olsa idi kendine,
Her ne olursa olsun, getirirdi yerine.
Derdi ki: (Aramızda, ateşten deniz olsa,
Ve hocam, bu fakiri huzuruna çağırsa,
İttiba etmek için onun emrine hemen,
Atlarım o ateşe, hiç tereddüt etmeden.)
Bir defa, üstadını ziyaret gayesiyle,
Arvas’tan hareketle, vasıl oldu Nehri’ye.
Üstadı karşılayıp buyurdu ki o zaman:
(Bize ne hediyeler getirdiniz Arvas’tan?)
Dedi: (Dört şey getirdim, ki bundan çoktur bizde.
Velakin bulunmazlar sizin hazinenizde.
Fakirlerin, Sultana hediyesi bir kaçtır.
Bunlar, özür ve günah, yokluk ve ihtiyaçtır.)
Hazret-i Seyyid Fehim, gece bir defasında,
Sevgili Peygamberi görmüştü rüyasında.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: (Ey Fehim!
İyi yetişmelidir yanında Abdülhakim.)
Seyyid Fehim, bu emri alıp Resulullahtan,
Onun yetişmesine eyledi çok ihtimam.
Abdülhakim Efendi buyurdu ki şöylece:
(Hocamın hizmetinde bulunurdum gün gece.
Kapının eşiğine uzanıp yatıyordum.
Teheccüd namazına, onu kaldırıyordum.
Uyuyup, yapamadım bir gece hizmetimi.
Uyanıp, teheccüdde gördüm Seyyid Fehim’i.
Çok üzülüp başladım kendime söylenmeye:
Sen layık değilmişsin ona hizmet etmeye.
Yatıp uyumaya mı buraya gelmiş idin?
Bu gece, üstadına olmadı bir hizmetin.
Ben böyle düşünürken, kulak verdim odaya.
Üstadım, benim için el kaldırmış duaya.
İşte o dua ile, o anda bir hoş oldum.
Her neye kavuştuysam, o duayla kavuştum.)
. Çoban ve akıbeti
Hacı Ömer Efendi diye vardı bir kişi.
Her gün Seyyid Fehim’e hizmet etmekti işi.
Bu zat anlatıyor ki: Bu fakir, aralıksız,
Yirmibeş yıl, o zata hizmet ettim hilafsız.
Mübarek simaları öyle nurlu, heybetli,
İdi ki, bakamazdım yüzlerine dikkatli.
Derdim ki: Yüzlerini, bir kez görebilseydim.
Ve onu, hayalimde muhafaza etseydim.
Bunu başarmak için, kolluyordum hep fırsat.
Ne hikmetse, hiç nasib olmadı bu iş fakat.
Çağırdı bir gün beni hususi odasına.
Koşarak gidip hemen, oturdum karşısına.
Kıbleye müteveccih, seccade üzerinde,
Diz üstü otururdu içeri girdiğimde.
İkimizden başkaca, hiç kimse yoktu o an.
Düşündüm ki: Bu fırsat, ele geçmez her zaman.
Mübarek yüzlerini bir göreyim iyice.
Diyerek, bir an için bakmak murad edince,
Öyle çok büyüdü ki her azası ve başı,
Zannettim ki, kapladı yeri, göğü ve Arş’ı.
Bir dehşete kapıldım ben bunu gördüğümde.
Zira hiç böyle bir şey görmemiştim ömrümde.
Sonra eski halinde görünce vücudünü,
Bir kez daha denedim görmek için yüzünü.
O zaman da öyle çok küçüldü ki mübarek,
Hatta mümkün değildi, göz ile onu görmek.
Kaçmak istediysem de ben bunu gördüğümde,
Baktım, eski haliyle oturuyor önümde.
Tebessüm buyurarak eyledi beni teskin.
Teşebbüs eylemedim bir daha bakmak için.
Bir gün de, bu velinin koyunlarına bakan,
Bir çoban, diğerine şöyle dedi bir zaman:
(Koyunlardan birini, gel kesip de yiyelim.
Sorarsa, zehirli ot yiyip öldü diyelim.)
Öbür çoban dedi ki: (O, büyük bir velidir.
Hak teâlâ, o zata hakikati bildirir.)
Buna rağmen o çoban, keserek bir koyunu,
Sonra kebap yaptı ve pişirip yedi onu.
Bu hadiseden sonra, geçmişti ki birkaç gün,
O çoban gelip girdi, yanına o büyüğün.
O ara Seyyid Fehim, seslenip hizmetçiye,
Buyurdu: (Hacı Ömer, gel biraz içeriye.)
O içeri girince, buyurdu: (Hacı Ömer!
Bilir misin kaç türlü olurlar bu veliler?)
O dahi arz etti ki: (Onu bilmez bu aciz.
Onu, herkesten iyi, bilir zat-ı aliniz.)
O zaman Seyyid Fehim buyurdu ki: (Ey Hacı!
Mesela görse onlar bir zararlı ağacı,
Bir kısmı, dallarını keserler onun hemen.
Keserler bir kısmı da ağacı gövdesinden.
Ve hatta vardır ki hem, bir kısım evliyalar,
Onu, kökünden söküp, ortadan kaldırırlar.)
Çoban bunu duyunca, dedi ki: (Tamam, tamam!
Ben, zararlı ağaca benziyorum şimdi tam.
Siz, üçüncü guruba dahil bir velisiniz.
Benim zürriyetimi kestiniz herhalde siz.)
Hakikaten aradan kısa bir zaman geçti.
Kesildi tamamiyle çobanın zürriyeti.
. İlimde derya idi
Seyyid Fehim Efendi, büyük evliya idi.
Hem her türlü ilimde, sanki bir derya idi.
Bunu isbat edecek varsa da çok hadise,
Yalnız bir tanesini nakledelim biz size.
Seyyid Taha’nın oğlu, Seyyid Ubeydullah’ın,
Kalbine, ömre yapmak geliverdi ansızın.
Ve hem de düşündü ki: Bu yolculuk anında,
İlimde derin biri bulunmalı yanımda.
Bu âlim olsa olsa, Seyyid Fehim’dir şu an.
Zira böyle bir âlim, az görmüştür bu cihan.
Gidip teklif eyledi bunu kendilerine.
Sonra yola çıktılar İstanbul cihetine.
Sultan Abdülhamid Han, alınca bu haberi,
Sarayında misafir etti bu âlimleri.
Orada, oniki gün misafir olup, sonra,
Hareket eylediler bir vapurla Mısır’a.
Haydarpaşa’ya kadar, sultan Abdülhamid Han,
Onları, bizatihi teşyi etti o zaman.
O devirde Mısır’da, Cami-ül ezher diye,
Bir medrese vardı ki, teşrif etti o yere.
Baktı ki, bir odada, çok meşgul bir âlim var.
Önünde bir sahife, etrafında kitaplar.
Belli ki, bir mesele vardı aydınlanacak.
Onu araştırırdı kitap karıştırarak.
Bir kitabı kapatıp, birini açıyordu.
Lakin aradığını bulup yazamıyordu.
Seyyid Fehim, kağıda baktı onun yanında.
Anlayıp, meseleyi hıfz eyledi anında.
(Siz okumuş musunuz?) diye sordu o âlim.
(Bir miktar meşgul oldum) buyurdu Seyyid Fehim.
Sonra âlim sordu ki: (Madem ki var ilminiz,
Bu yazının manası nedir, bilir misiniz?)
O, (Evet) buyurunca, hayret etti bu sefer.
Dedi: (Sırf bunun için, bütün Cami-ül ezher,
Bütün şubeleriyle tatildedir bu hafta,
Çözülene kadar da, devam eder bu hatta.
Reis-ül ulemamız, hem de yüzlerce âlim,
Bunu çözmek üzere, çalışıyor her daim.
Uğraştığımız halde gece gündüz durmadan,
Aciz kaldık biz bunun mana ve mefhumundan.)
Seyyid Fehim, âlimi dinleyip sonuna dek,
Buyurdu: (Bu mesele, basit ve kolaydır pek.)
Sonra izah edince açık ve fevkalade,
âlimin şaşkınlığı arttı daha ziyade.
Ellerini öperek bu islam büyüğünün,
Onu, büyük meclise çağırdı ertesi gün.
Reis-ül ulema ve yüzlerce din âlimi,
Ayakta karşıladı, o gün Seyyid Fehim’i.
Baş âlim, onu bizzat istikbal eyleyerek,
Oturttu tam yanına, iltifatlar ederek.
O gün akşama kadar, ona çetin sualler,
Sorup, cevaplarını aldılar birer birer.
Sonunda reis kalkıp, dedi ki: (Efendimiz!
Bir hayli müşkilattan kurtardınız bizi siz.
Bizim bütün ilmimiz, dahilim bendeniz de,
İlminizin yanında, damladır bir denizde.
Bu Cami-ül ezher ve yüzlerce âlim, elbet,
Zatınıza, medyun-u şükrandır ilel ebed.)
. Çok şerefli idi
Hazret-i Seyyid Fehim, Hakkın bir evliyası.
Hemen kabul olurdu indallah her duası.
Vefatından sonra da, kim onun hatırına,
Allah’a dua etse, eriyor muradına.
Çünkü Allah indinde, çok kıymetli ve aziz,
Olduğundan, onu hiç mahcub etmez Rabbimiz.
Hizan’da, bir kimsenin, olmazdı hiç evladı.
Çok uğraştı ise de, olmadı bu muradı.
Dediler: (Bir velinin kabri var ki Arvas’ta,
Şifaya kavuşuyor hürmetine çok hasta.
Her kim ziyaret etse ihlasla bu veliyi,
Muhakkak hasıl olur her ne ise dileği.
O, Seyyid Fehim’dir ki, sen de eyle ziyaret.
Onu vesile edip, mezarında dua et.
O zatın hürmetine, kabul olur bu duan.
Hatta niyaz eyle ki, çocuğun olsun oğlan.)
O dahi geldi hemen kabrine bu büyüğün.
İhlasla dua edip, köye döndü aynı gün.
Üç yıl sonra bu adam, Arvas’a geldi yine.
Gitti Seyyid Fehim’in o mübarek kabrine.
Uzunca dua edip, dönüyordu ki, fakat,
Tanıdı o kimseyi o havaliden bir zat.
Dedi: (Üç sene önce, siz yine gelmiştiniz.
Acaba ne maksatla şimdi yine geldiniz?)
Dedi ki: (Çocuğumuz olmazdı daha önce.
Buna dua etmiştim, buraya ilk gelince.
Ondan sonra her sene, oldu ikiz oğlumuz.
Şu anda altı oldu, artık istemiyoruz.
Ve şimdi bu gelişte ettim ki şöyle dua,
Olmasın çocuğumuz bunlardan başka daha.)
Onun dua ettiği o günden itibaren,
Daha başka çocuğu olmadı hakikaten.
Bir gün de, Çatbayır’dan bir kişi, bir mahalde,
Bir trafik kazası geçirdi feci halde.
Gerçi ölmediyse de, hasta oldu bir hayli.
Ayrıca, korkusundan tutuldu nutku, dili.
Önceden bülbül gibi konuşurken o adam,
Hiç konuşamıyordu, kapandı lisanı tam,
Dediler ki: (Arvas’ta, vardır ki Seyyid Fehim,
Seni, o büyük zatın kabrine götürelim.
Onu vesile edip, dua etse her kişi,
Kavuşur muradına, hallolur her bir işi.
Sen dahi, o kabirde dua etsen bir defa,
Hak teâlâ yaratır bu derdine bir deva.)
O kişi hazırlanıp, yola çıktı nihayet.
Gelip Seyyid Fehim’i eyleyerek ziyaret,
Onu vesile edip, dua etti bir kere.
Hemen tutuk lisanı, açıldı birden bire.
Ve hatta konuşarak, camiye gitti o zat.
Konuştuğunu görüp, hayret etti cemaat.
Beş dakika içinde açılmıştı lisanı.
Bu keramet, hayrete düşürdü çok insanı.
İmam dahi öyle çok düşmüştü ki hayrete,
O gün yanlış kıldırdı, namazı cemaate.
Bunu sorduklarında cemaat o imama,
Dedi: (Zihnim takıldı, bu ne sır, ne muamma?
Hazret-i Seyyid Fehim, ne şerefli bir insan.
Açıldı hürmetine, tutuk olan bir lisan.)
. Hocası ayağa kalktı
Bir gün Seyyid Fehim’in talebesinden olan,
Abdülhakim Efendi, Arvas’a oldu revan.
Maksadı, üstadını eylemekti ziyaret.
Başkale’den, at ile çıkıp geldi nihayet.
Velakin Seyyid Fehim onu gördüğü vakit,
Buyurdu ki: (Hiç durma, acele Hoşab’a git.)
Hocasının emrine, derhal (Peki) diyerek,
Dönüp gitti, hiçbir şey sual eylemeyerek.
Sadece yine onun bir talimatı ile,
Atını değiştirip, gitti başka at ile.
Ve yolda düşündü ki: Bu büyüklerin, elhak,
Her yaptığı işleri, hikmetlidir muhakkak.
Hoşab’a gitmemin de, elbet vardır hikmeti.
Gidince araştırır, anlarım vaziyeti.
Biraz sonra Hoşab’a vasıl oldu nihayet.
Gördü ki, ağa, halka verecek bir ziyafet.
Daha araştırınca, öğrendi ki şunları:
Ağanın damı çökmüş ve ölmüş koyunları.
Yirmi koyun ölerek, leş olunca bir anda,
Şöyle plan düşünmüş, o insafsız ağa da:
Hakikat-ı ahvali herkesten gizleyeyim,
O etlerle, şu halka bir ziyafet vereyim.
Mırdar olduklarını nereden bilecekler.
Ziyafet var deyince, severek yiyecekler.
Hem değerlenmiş olur, leş olan koyunlarım.
Hem de halkın içinde, çoğalır itibarım.
O böyle düşünerek, yüzdürmüş o leşleri.
Ve pişirmek üzere, yaktırmış ateşleri.
Henüz halk toplanmadan ağanın davetine,
Abdülhakim Efendi geldi vaka yerine.
Vaziyete el koyup, toplattı o etleri.
Ve Hoşab deresine döktürdü yemekleri.
Yaptığı hiyleyi de, anlatıp zaptiyeye,
Attırdı o ağayı, derhal hapishaneye.
Hoşaba gelmesinin anlaşıldı hikmeti.
İşte Seyyid Fehim’in o günkü kerameti.
Bir de Ali Efendi diye Müks’lü bir zat,
Şöyle bir hadiseyi anlattı kendi bizzat:
Seyyid Fehim Efendi, üstadını görmeye,
Arvas’tan, zaman zaman gidiyordu Nehri’ye.
Yine bir defasında, Nehri’ye gitti bir gün.
Girip huzurlarına oturdu o büyüğün.
Velakin Seyyid Fehim, girer girmez odaya,
Üstadı Seyyid Taha hemen kalktı ayağa.
Bir başka talebe de, odada vardı yine.
Üstadının kalkması, gitti çok garibine.
Zira Seyyid Fehim’in, küçüktü yaşı daha.
Hocası oluyordu onun hem Seyyid Taha.
O böyle düşünürken, Seyyid Taha o zaman,
Buyurdu ki: (Ey filan, öyleyse kalk da şu an,
Koltuğunun altından, bir bak Seyyid Fehim’in.
Sonra haber ver bize, ne görüyor gözlerin?)
(Peki!) deyip yapınca, üstadının emrini,
Gördü kolu altından, Cennet nimetlerini.
Öyle düşündüğüne pişman olup bin defa,
Böyle yanlış bir fikre, saplanmadı bir daha.
. Ömürlerimiz kısadır
Hacı Muhammed Ağa vardı ki o devirde,
Büyük bir aşiretin reisi idi hem de.
Bir gün Seyyid Fehim’i ziyaret için bu zat,
Büyük bir iştiyakla Arvas’a geldi bizzat.
Lakin yolda gelirken, dinlenmek gayesiyle,
Uğradı Müks emiri Şeyhi Bey nam kimseye.
Dedi: (Seyyid Fehim’i görmeye gidiyorum.
Sohbetinden, gönlüme nur dolsun istiyorum.)
Şeyhi Bey, cevabında dedi: (Ben, geçen hafta,
Huzurlarında idim, bir gün de kaldım hatta.
Öyle feyizliydi ki huzuru o büyüğün,
Hala tesirindeyim o günkü teveccühün.)
O gece Şeyhi Bey’de kalarak Hacı ağa,
Arvas’a müteveccih, çıktı bir yolculuğa.
Ve nihayet Arvas’a varır varmaz o ilkin,
Mübarek huzuruna vardı Seyyid Fehim’in.
Girince, o büyük zat sordu ona şu şeyi:
(Acep kimin evinde geçirdiniz geceyi?)
Dedi: (Müks’e uğradım yol üstünde ilk önce.
Şeyhi Bey’in evinde sabahladım bu gece.)
Buyurdu ki: (Şeyhi Bey bahsetti mi hiç bizden?)
Dedi: (Çok istifade etmiş sohbetinizden.
Sizin huzurunuzda geçirmiş ki o bir gün,
Hala tesirindeymiş o günkü teveccühün.)
O zaman buyurdu ki: (Böyle dersiniz, fakat,
İkinizin sözü de, değildir hiç hakikat.
Eğer sözlerinizde samimi olsaydınız,
Ağalık ve Beyliği hemen bırakırdınız.
Çünkü bizim yolumuz, yürür hep dervişlikle.
Ve asla bağdaşamaz ağalık ve beylikle.)
Bu söz, ona öyle çok tesir etti ki artık,
Değersiz bir şey oldu, ona göre ağalık.
Ve hatta bütün dünya, bir hiç oldu gönlünde.
Rabbani tesir vardır zira veli sözünde.
Ve hemen terk eyledi, ağalığı o günden.
Zira dünya sevgisi silinmişti gönlünden.
Dönüp, Müks’e uğradı ve gördü Şeyhi Bey’i.
Nakletti ona dahi işittiği bu şeyi.
Şeyhi bey de duyunca, sözünü o büyüğün,
Dünya muhabbetinden tam kesildi aynı gün.
Birisi ağalığı, öbürü de Beyliği,
Bırakıp, ihlas ile seçtiler dervişliği.
Terk ettiler ise de dünyayı o kimseler,
Evliyalık yolunda, çalışıp yükseldiler.
Şeyhi Bey’in gözünde, hiç’ti artık bu dünya.
O günlerde bir gece, gördü hem de bir rüya.
Onu, Seyyid Fehim’e anlatmak için hemen,
Düştü Arvas yoluna, ayrılarak Müks’ten.
Çok sevinçli olarak vardı huzurlarına.
Ellerini öperek, arz etti bunu ona:
(Efendim, sizi gördüm rüyada bizatihi.
Var idi yanımızda mübarek biri dahi.
O kişi, şöyle dedi bana doğru bakarak,
Sen çok yaşayacaksın, ömrün uzun olacak.)
Cevaben buyurdu ki Şeyhi’ye Seyyid Fehim:
(Ömrümüz pek kısadır, hem senin, hem de benim.)
Hakikaten o sene, Şeyhi Bey etti vefat.
Peşinden Seyyid Fehim eyledi Hakka vuslat
. Arvas’ı boş bırakma
Seyyid Taha Hakkari, kutbu idi devrinin.
Ve büyük üstadıydı, hem de Seyyid Fehim’in.
Çay akardı Nehri’de kabristanın altında.
(Harem çeşmesi) diye, bir yer vardı yanında.
İkindi namazını takiben, bu büyüğün,
Bu yerde sohbet etmek, adetiydi bazı gün.
Velakin götürmezdi herkesi bu sohbete.
En seçkin talebesi, ererdi bu nimete.
Zira o sohbetleri, hususi oluyordu.
Ancak layık olanlar buna kavuşuyordu.
Birkaç bahtiyar idi, oraya seçilenler.
Çok feyze kavuşurdu, o sohbete gidenler.
Diğer talebeleri, ederdi ki çok merak:
Acaba bu nimete, bu gün kim kavuşacak?
Yine bir gün, o yere teşrif edeceklerdi.
Herkes merak içinde, neticeyi beklerdi.
Seyyid Fehim, o zaman genç yaşta idi daha.
Lakin onu, çok fazla severdi Seyyid Taha.
Her hususi sohbete, onu götürüyordu.
Kalbinde her ne varsa, ona naklediyordu.
Seyyid Fehim, o gün de beklerdi ki edeple,
Şereflensin o günkü hususi sohbet ile.
O anda Seyyid Taha, çıkarak hanegahtan,
Yine Seyyid Fehim’e dönerek ta uzaktan,
Seslendi: (Biya! biya! Mahbubi Seyyid Fehim!)
Yani: Gel, gel bizimle, benim en çok sevdiğim.
O gün Seyyid Fehim’i oturtup tam önüne,
Çok teveccüh buyurup, feyiz saçtı gönlüne.
Ve ona, çok hususi himmet ve tasarrufta,
Bulunup, yükseklere çıkardı tasavvufta.
Bir gün de, Seyyid Fehim, üstadını görmeye,
Arvas’tan ayrılarak, geldiğinde Nehri’ye,
Arz etti ki: (Efendim, akrabamdan birisi,
Çeşitli sebeplerle üzüyor gayet bizi.
Ayrılmam gerekiyor bu Arvas’tan bendeniz.
Bu hususta fakire, var mıdır bir emriniz?)
Seyyid Taha cevaben buyurdu ki: (Ey Fehim!
İster yerlerimizi, becayiş eyleyelim.
Sen Nehri’ye buyur gel, ben gideyim Arvas’a.
Benim arzum şudur ki, o makam boş kalmasa.
Zira büyük zatların dergahıdır o Arvas.
O yer, her hal-ü kârda hiç boş bırakılamaz.)
Çok özür dileyerek, dedi ki Seyyid Fehim:
(Öyleyse ben Arvas’tan gitmeyeyim efendim.)
Üstadı Seyyid Taha, buyurdu ki o zaman:
(Seni üzen kim ise, çıkıp gitsin Arvas’tan.)
O yine arz etti ki: (Efendim, akrabadır.
O beni üzse dahi, gösteririm ben sabır.)
O zaman Seyyid Taha buyurdu ki hiddetle:
(Hayır, ister istemez gitmelidir elbette.
Madem sizi üzüyor, el-mecbur gidecektir.
Sonra da gelip sizden, özür dileyecektir.)
Hakikaten o kişi, geçmeden fazla zaman,
Kendi isteği ile, çıkıp gitti Arvas’tan.
Sonra da pişman olup, gösterdi saygı, edep.
Gelip Seyyid Fehim’den affını etti talep.
. Hırsızın hidayeti
Seyyid Fehim Efendi, etmeden henüz vefat,
Herkes huzur içinde yaşıyordu pek rahat.
Kaldırdı Seyyid Fehim, vahşi hayvan avını.
Hiç kimse öldürmezdi, bir yabani hayvanı.
Emniyet altındaydı, vahşi hayvanlar bile.
Yanyana gezerlerdi, koyunlar kurtlar ile.
Zira aralarında var idi bir ünsiyet.
Asla birbirlerine, etmezlerdi eziyet.
Tilkiler ayı ile, tavşanlar kurtlar ile,
Gezer de, hiçbir zarar görmezlerdi az bile.
O devirde her yere, yayıldı ilim, edep.
Bunlar, Seyyid Fehim’in sayesinde oldu hep.
Sarmıştı onun nuru, o devirde herkesi.
Olmazdı katiyetle hırsızlık hadisesi.
Bir hırsız var idi ki, mahirdi bunda gayet.
Sonra, ona Arvas’ta nasib oldu hidayet.
Kendisi anlatır ki: Mesleğimdi bu benim.
Hatta ben reis olup, çoktu yardım edenim.
Hırsızlık yapmak için, dolaşırdım her yeri.
Malesef icra ettim bunu yıllardan beri.
Keşf etseydim bir yeri hırsızlığa müsait,
Orada çalışırdım, gece gündüz her vakit.
Bir gün de, dolaşırken düştü yolum Arvas’a.
Baktım, çok müsait yer hırsızlığa bilhassa.
Çünkü tek başlarına dağa gidip hayvanlar.
Akşam da dönerlerdi ahıra gelip tekrar.
Köyden uzak yerdeydi, bu hayvan ahırları.
Dikkat ettim, açıktı hepsinin kapıları.
Hatta kapılarında görmeyince bir kilit,
Dedim ki: Hırsızlığa, bu yer gayet müsait.
Diğer arkadaşlarla ederek müşavere,
Karar verdik: Bu gece gidelim biz bu yere.
Yanıma, beş kişi de alarak geceleyin,
Düştük Arvas yoluna, hırsızlık etmek için.
Zifiri karanlıkta vasıl olduk Arvas’a.
Dedik ki: (Götürelim, hayvanlardan ne varsa.)
Vakta ki hududunu, geçince biz Arvas’ın,
Baktık ki, etrafımız gündüz oldu ansızın.
İnsanlar, gündüz gibi şevk ile çalışırlar.
Hatta birbirlerine bağırıp çağırırlar.
Dedik ki: (Sübhanallah, rüya mı gördüğümüz?
Az önce gece idi, şimdiyse oldu gündüz.)
Geri dönüp, hududdan dışarı çıktık biraz.
Zifiri karanlığa büründü yine Arvas.
Öyle ki, karanlıktan göz gözü görmüyordu.
Halbuki biraz önce, herkes geziniyordu.
(Muhakkak ki hayaldi az önce gördüğümüz.)
Diyerek, içeriye girdik yine dördümüz.
Lakin biz içeriye bir adım atar atmaz,
Güneşli bir gündüze çevrildi yine Arvas.
Hayret ile bakarak, biz birbirlerimize,
Yine çıktık dışarı, dönerek izimize.
Velhasıl tam üç kere olunca bize bu hal,
Dedik: (Bu, fevkalade bir haldir, değil normal.)
Bir ikaz-ı ilahi olduğunu anladık.
Hırsızlığı bırakıp, tövbe ettik biz artık.
. Vefatları
Vefatlarına yakın Seyyid Fehim Efendi,
Bir çok büyükler gibi uzleti tercih etti.
Zaruri görüşme ve ihtiyaç haricinde,
İbadetle meşguldü çok zaman ev içinde.
Altı ay var idi ki henüz vefatlarına,
Başladı ahiretin sefer hazırlığına.
Her gün sohbetlerinde, ölümden bahsederek,
Derdi ki: (Mümin için, büyük nimettir ölmek.)
Arvas kabristanına ziyarete giderdi.
Şimdi medfun olduğu yere nazar ederdi.
Bir Cuma günü idi, hastalığı arttı pek.
Camiye götürdüler, kollarına girerek.
Mahdumu, faziletli Seyyid Muhammed Emin,
Bir hutbe irad etti, gayet beliğ ve hazin.
O gün, hüzün ateşi yakmıştı bütün nası.
Ve bir firak rüzgarı, kaplamıştı Arvas’ı.
Cuma’yı, oturarak eda ettikten sonra,
Birkaç talebesini, çağırdı huzuruna.
Buyurdu: (Benden sonra, oğlum Muhammed Emin,
Devam etsin hizmete, bu dini yaymak için.
Fakat yufka yürekli, ince kalplidir gayet.
Kaplamıştır tamamen onu aşk ve muhabbet.
Resulullahın aşkı, yakar onun gönlünü.
Azaltır günden güne, buna tahammülünü.
Bu sebepten ötürü, benden sonra bu oğlum,
Fazla uzun yaşamaz, öyle zannediyorum.)
Üç sene geçmişti ki hakikaten o günden,
Vefat etti, Resule fazla muhabbetinden.
Şöyle ki, otuziki yaşında hacca gitti.
Birkaç sevdiği ile, haccını eda etti.
Sonra Resule karşı, kalbinde yanan aşkla,
Yöneldi Medine’ye, büyük bir iştiyakla.
Ravda-i mübarekin kapısını açarak,
Girip ziyaret etti, kalbi aşkla yanarak.
Biraz sonra çıkınca Resul’ün ravda’sından,
Yanık ciğer kokusu geliyordu ağzından.
Abdülhakim Efendi, yanında bulunurdu.
(Ciğeri kebab olmuş, çok yaşamaz) buyurdu.
Gemi ile dönerken, çok hasta oldu bu zat.
Yolda, Tur-i sina’da eyledi Hakka vuslat.
Seyyid Fehim de, en son yapıp nasihatını,
Güçlükle eda etti, ikindi namazını.
Zira gücü, takati, tükenmişti tamamen.
Secdeden, yardım ile kalkmıştı o gün zaten.
Sonra, (Refik-ul a’la!) diyerek o büyük zat,
Kelime-i tevhidi söyleyip etti vefat.
O anda, yüzbinlerce, çeşit çeşit ve renk renk,
Kuşlar, gök cihetinden Arvas’a süzülerek,
Havada, sıra sıra durup gölge ettiler.
Bu elem ve kederi, onlar da hissettiler.
Vakta ki defin bitti ve dağıldı cemaat,
Kuşlar, kabir üstünde toplandılar o saat.
Sonra Seyyid Fehim’in mübarek mezarından,
Yeşil bir nur çıkarak, göklere çıktı bir an.
O nurun arkasından, gökten gelen o kuşlar,
Yine hepsi birlikte, gök yüzüne uçtular.
Seyyid Fehim Efendi hürmetine ilahi!
Onun şefaatine kavuştur bizi dahi.
.
34 - TAHA-YI HAKKARİ (Kuddise Sirruh
.Heybetli idi
Sülale-i Resulden, devrinin bir tekiydi.
Halid-i Bağdadi’den feyz alan bir veliydi.
Çocukken onu gören, derdi ki: (Bu, ilerde,
Belli ki, çok büyük bir zat olacak bu yerde.)
Ezberledi küçükken ilk Kur’an-ı kerim’i.
Öğrendi daha sonra, ince ince her ilmi.
Bir amcası vardı ki, Seyyid Abdullah diye,
Giderdi feyz almaya, Halid-i Bağdadi’ye.
Onun himmeti ile, kemale gelen bu zat,
En üstün talebesi olmuştu onun bizzat.
Bir gün Seyyid Taha’dan bahsedip üstadına,
Yüksek istidadını, arz etti bir bir ona.
O dahi buyurdu ki: (Bir daha geldiğinde,
Onu da yanımıza getir beraberinde.)
(Peki!) deyip, Bağdat’a getirdi bir gün onu.
Görür görmez anladı bir cevher olduğunu.
Ve hemen istihare etmesi için, yine,
Gönderdi Abdülkadir Geylani’nin kabrine.
Seyyid Taha, içeri girer girmez türbeden,
Abdülkadir Geylani kabrinden çıktı hemen.
Çok iyi karşılayıp, buyurdu ki: (Ey oğlum!
Gerçi büyük ise de esasen benim yolum,
Lakin şimdi kalmadı dünyada bunun ehli.
Sen, Mevlana Halid’e git ki o, büyük veli.
Bu zamanın en büyük âlimi o kimsedir.
Hemen gidip, o zatın hizmetine sen de gir.)
Alınca Seyyid Taha dedesinden bu emri,
Süratle Mevlana’nın yanına döndü geri.
Bu, öyle gelişti ki, çok iyi geldi sonu.
Zira Mevlana Halid terbiye etti onu.
İyi yetişmesine gösterdi çok ihtimam.
Ne icab ediyorsa, yerine getirdi tam.
Seyyid Taha, seksen gün kalıp onun yanında,
Yükseldi derecesi, evliyalık yolunda.
Üç aydan daha kısa bir zamanda nihayet,
Üstadı, kendisine verdi mutlak icazet.
Halkı irşad etmesi için de, onu sonra,
Büyük bir merasimle, gönderdi Berdesur’a.
Ve hatta uğurlarken oraya kendisini,
Tam atına binerken, tuttu üzengisini.
Lakin (Estağfirullah) diyerek Seyyid Taha,
Geriye çekildi ve binmedi hemen ata.
Mevlana Halid ise, buyurdu ki: (Bir zaman,
Taş toplatıp dergaha taşıttım size dağdan.
Bu gibi zor işlerle yormuştum önce sizi.
Şimdiyse tutuyorum, sizin üzenginizi.)
El emr-ü fevkal edep mucibi Seyyid Taha,
(Peki efendim!) deyip, bastı ve bindi ata.
Sonra tuttu üstadı, atının dizginini.
Yürüyüp teşyi etti, bir müddet kendisini.
Sonra da dizginleri vererek ona yine,
Buyurdu: (Dizginlerin artık senin elinde.
Allah yardımcın olsun, Ona güven ve sığın.
Büyüklerin ruhları, olsunlar sığınağın.)
. Nehri’ye nur yağardı
Öyle büyük bir veli idi ki Seyyid Taha,
Hazret-i Ebu Bekr’e benziyordu ihlas’ta.
Şecaat’te, hazret-i Ömer’di sanki yine.
Haya’da benziyordu, Osman-ı Zinnureyn’e.
Evliyalıkta ise, her kim Seyyid Taha’yı,
Görseydi, hatırlardı Aliyyül Mürteza’yı.
Allah’tan korkusundan boynundaki bir kemik,
Dışa bükülmüş gibi, görünürdü az eğik.
Vakar ve heybetinden, bakılmazdı yüzüne.
Böyle veli, pek nadir gelmiştir yer yüzüne.
Orta boylu idi ve genişti alınları.
Kaşları sıkça olup, açıktı araları.
Gözleri iri siyah, yüzü yuvarlaktı hem.
Onu anlatmak için, aciz kalır bu kalem.
Ona, (Seyyid-i Büzürk) derlerdi orada halk.
Yani Büyük Efendi denir mana olarak.
Onu gören, bir anda aşık olurdu hemen.
Kâmil insan olurdu sohbetini dinleyen.
Halid-i Bağdadi'nin emriyle, Seyyid Taha,
İlim yaymak üzere gelince Berdesur’a,
İnsanlar, her taraftan demeyip uzak yakın,
Bu büyüğün yanına gelirdi akın akın.
Bir ışık kaynağının etrafına üşüşen,
Pervaneler gibi halk, Nehri’ye koştu hemen.
Öyle ki, hatta Nehri, gökteki meleklerin,
Bile imreneceği yer oldu o gün için.
Pekçok Hak aşıkları, Nehri’ye koşuyordu.
Zulmetten kurtularak, nura kavuşuyordu.
Peygamber-i zişan’ın kalbinden çıkan nurlar,
Nehri’den yayılırdı dünyaya o zamanlar.
Bir müslüman, geçseydi Nehri’nin hududunu,
Feyiz ve bereketi, kaplardı derhal onu.
Biri, ziyaret için gelse idi Nehri’ye,
Abdestsiz giremezdi huduttan içeriye.
Binlerle gönül ehli, bu büyük veli zatın,
Nuruna kavuşmaya gelirdi akın akın.
Resulullahın yolu, ilim, ahlak ve edep,
Nehri’den, her tarafa yayılırdı o gün hep.
Karınca yuvasını andıran medreseler,
Binlerce talebe ve yüzlerce müderrisler,
Din ve fen ilimleri tedris olunuyordu.
O zamanlar Nehri'ye, sanki nur yağıyordu.
Seyyid Taha, an be an, bütün medreseleri,
Tetkik buyuruyordu talebe ve dersleri.
Ne zaman ki sohbete başlasaydı dergahta,
Kendinden geçiyordu dinleyenler adeta.
Onun medresesinde, her gün yemek pişerdi.
Yalnız talebe değil, herkes yiyip içerdi.
Binyediyüz hane ve onaltıbin nüfusun,
Hepsi, o medreseden yiyip içerdi o gün.
. Hırsızın hidayeti
Seyyid Taha, tek be tek talebeleri ile,
Bizzat meşgul olurdu, her türlü dertleriyle.
Bütün devlet ricali ve hatta başta Sultan,
Emrine amade ve muntazırdılar her an.
Ve hatta o devirde, hem İran şahı bile,
Onun büyüklüğünü anlayıp tamamiyle,
Şemdinli yakınında, yüzkırkbeş pare köyün,
Hepsini, bu büyüğe bağışlamıştı o gün.
Ne zaman ki bu haber geldi Seyyid Taha’ya,
(Elhamdülillah) deyip, şükreyledi Allah’a.
Sonra da o şah ölüp, oğlu geçti yerine.
O köylerin hepsini, geriye aldı yine.
Bu da Seyyid Taha’ya söylendiğinde, aynen,
(Elhamdülillah) deyip şükretti yine hemen.
Dediler ki: (Efendim, hikmeti ne ki acep,
Her iki halde dahi şükrettiniz yine hep?)
Buyurdu: (O köyleri verdiklerinde bize,
Baktım ki, hiçbir sevinç geldi mi kalbimize?
Zerre kadar sevinme eseri hiç görmedim.
Elhamdülillah deyip, Rabbime şükreyledim.
Aldıklarında dahi, yine baktım kalbime.
Gördüm ki üzüntü yok, hamdeyledim Rabbime.)
Bu büyük veli zatın çoktu kerametleri.
Dilden dile dolaşıp, söylenir şöyle biri:
Hırsızlardan birisi, Taha-yı Hakkari’nin,
Anbarına girmişti, biraz un çalmak için.
Çuvalını doldurup, götürecekti, fakat,
Yerinden kaldırmaya bulamadı güç, takat.
Bu sefer yarısını boşaltarak yerine,
Tekrar yüklendiyse de, kalkmadı çuval yine.
Biraz daha boşaltıp, denedi götürmeyi.
Lakin kâfi gelmedi kuvveti buna dahi.
Şaşırdı, hayret etti hırsız bunu görünce.
Zira dolu çuvalı kaldırıyordu önce.
Biraz daha boşaltıp, deneyince yeniden,
Yine oynatamadı o çuvalı yerinden.
Hırsız, şaşkın bir halde düşünürken, o ara,
Hazret-i Seyyid Taha giriverdi anbara.
Buyurdu ki: (Çuvalı kaldıramıyor musun?
Ben yardım edeyim de, götürmen kolay olsun.)
Ve çuvalı kaldırıp, koydu onun sırtına.
Buyurdu ki: (Al da git, bu kadar yeter sana.
Bundan sonra olursa herhangi ihtiyacın,
Bize müracat eyle, anbara gitme sakın.)
Onun bu şefkatini görünce, o da hemen,
Bıraktı hırsızlığı o günden itibaren.
Ve hemen hizmetine girerek o büyüğün,
Talebesi olmakla şereflendi aynı gün.
. Ermeninin ricası
Allahü teâlânın büyük bir evliyası.
Hemen kabul olurdu indallah her duası.
Ermeninin birisi, gelerek huzuruna,
Çocuksuz olduğundan, dert yandı şöyle ona:
Dedi: (Siz büyüksünüz, buna inanıyorum.
Dua edin, benim de oluversin çocuğum.)
Seyyid Taha, bir dua buyurdu Ermeniye.
O, buna çok sevinip, dönüp gitti geriye.
Beş sene sonra yine, huzuruna gelerek,
Dedi ki: (On çocuğum oldu tam bugüne dek.
Hatta her bir batında, oldu ikiz çocuğum.
Artık dua etmeyin, çocuk istemiyorum.)
Bir gün de, talebeden emredip bir kişiye,
Van’a göndermiş idi bir işi yapsın diye.
Dönerken, Van valisi, etti ki ondan talep:
(Geri gitmeseniz de, burada kalsanız hep.
Van halkına etseniz her gün vâz-ü nasihat.
Bundan, size minnettar kalırım ben de bizzat.)
Dedi ki: (Seyyid Taha, üstadımdır ki benim,
O izin verir ise, elbet kabul ederim.)
Nehri'ye avdetinde, onun bu ricasını,
Söyleyip, talep etti izin ve rızasını.
Buyurdu ki: (Van için bir mürşid lazım, ancak,
Bu iş sana ve bana, pek nasib olmayacak.
Öyle zannederim ki, yakında bu iş yine,
Senin yakınlarından nasib olur birine.
Seyyid Fehim namında bir zattır ki o kişi,
İnşallah pek yakında, halleder o bu işi.
O, çok büyük evliya olur zannediyorum.
Lakin şimdi nerdedir, onu bilemiyorum.)
Bunları işitince, arz etti ki o ise:
(Efendim, akrabamdan var şimdi böyle kimse.
Bir amcazadem var ki Cizre’de şimdi benim,
Çok faziletli olup, ismi de Seyyid Fehim.
Buyurduğunuz gibi, fevkalade kimsedir.
Şu anda din ilmini tedris eylemektedir.)
Buyurdu: (Öyle ise, bir daha geldiğinde,
Onu da, yanımıza getir beraberinde.)
(Peki Efendim!) deyip, bir hayli sevinerek,
Müjdeledi onları, evlerine giderek.
Babası da işitip, çok memnun oldu buna.
Oğlu Fehim’i alıp, düştü Nehri yoluna.
Giderken, kendisine tembih etti: (Ey oğlum!
Büyük bir evliyaya seni götürüyorum.
Adı, Seyyid Taha ki, o, kutbudur bu asrın.
Kemale gelmedikçe, ondan ayrılmayasın.)
Mübarek huzuruna varınca en nihayet,
Görüp Seyyid Fehim’i, eyledi çok muhabbet.
. Seyyidleri üzmek
Bir zamanlar Irak’ta, Berzenci ve Hayderi,
Namında iki büyük kabile var idi ki,
Bunların arasına, girerek bir husumet,
İlerleyip, savaşa döndü bu en nihayet.
Ne kadar sözü geçen itibarlı adamlar,
Araya girdiyse de, mani olamadılar.
Çaresizlik içinde, dedi ki bir çokları:
(Nehri’de Seyyid Taha barıştırır bunları.)
Bir heyet tertib edip, yollandılar Nehri'ye.
Ve bunu arz ettiler, Taha-i Hakkari’ye.
Dediler: (İşte böyle, çok müşkildir vaziyet.
Bunu halletmek için, buyursanız bir himmet.
Şu an iki kabile savaşmak üzeredir.
Kalmadı başka çare, bütün ümit sizdedir.)
Hem dini, hem insani vazife olduğundan,
Kabul edip, onlarla Irak’a oldu revan.
Hadise mahalline gelirken yavaş yavaş,
Başlamak üzereydi neredeyse bir savaş.
Lakin teşrif edince oraya bu veli zat,
Anında sona erdi, bu büyük fitne, fesat.
Zira iki taraf da, görüp Seyyid Taha’yı,
Anında bıraktılar bu dövüş ve kavgayı.
Ve çok büyük hürmetle, onu karşıladılar.
Sonra, birbirleriyle barışıp anlaştılar.
Bir gün de, seyyidlerden iki kişi, bir ara,
Bir hayli hediyeler yükleyip katırlara,
Hediye etmek için Taha-yı Hakkari’ye,
Iraktan yola çıkıp, gelirlerdi Nehri'ye.
Lakin Musa Bey diye bir münafık, onları,
Durdurup, yükleriyle gasbetti katırları.
O iki seyyid ise, üzülüp bu vakaya,
Gelip haber verdiler, bunu Seyyid Taha’ya.
O da, bu münafığa gönderdi ki bir haber:
(Peygamber evladıdır üzdüğün bu kimseler.
Bunun için, onlara gösterip saygı, hürmet,
Derhal katırlarını onlara iade et.
Yükler bana aitti, olsunlar onlar senin.
Velakin kalplerini kırma bu seyyidlerin.)
Musa Bey, bu haberi aldı ise de, fakat,
Onun bu ricasına hiç etmedi iltifat.
Onun bu tutumunu öğrenip Seyyid Taha,
Ona, başka biriyle saldı bir haber daha.
Yine dinlemeyince, çok üzüldü bu hale.
Artık Hak teâlâya etti onu havale.
Günlerden Cuma idi, evinde o münafık,
Gece, yatmak üzere yapıyorken hazırlık,
Midesine şiddetli bir ağrı saplanarak,
Ölüp gitti o gece, durmadan bağırarak.
Kapkara, kömür gibi olmuştu cenazesi.
Seyyidleri üzmenin, bu oldu neticesi.
. Ambarda un olacak
Gürpınar kazasında vardı ki bir müslüman,
Bu zatın talebesi olmuş idi bir zaman.
Velakin o gün dağdan, bir kurt gelip, malesef,
Bunun koyunlarına saldırıp etti telef.
Tam o güne tesadüf edince bu hadise,
Şeytan fırsat bilerek, verdi ona vesvese.
Dedi: (Sen ona gidip, talebe oldun, fakat,
O hocadan hiç sana, gelmez hayır, menfaat.
Uğursuz geldi hatta o hocaya gidişin.
Bak o günden beridir, ters gidiyor her işin.)
O dahi aldanarak, bu şeytan yalanına,
Artık Seyyid Taha’nın gitmez oldu yanına.
Geri verip, hediye ettiği tesbihini,
Terk etti bu velinin sohbetini, dersini.
Seneler sonra bir gün, camide Seyyid Taha,
Namaz kıldıracağı bir anda cemaata,
Tam getirecekti ki iftitah tekbirini,
Şiddetle ileriye uzattı tek elini.
Ve sanki birisini kovar gibi yaparak,
(Defol, defol!) diye de seslendi bağırarak.
Namaz bittikten sonra, dediler: (Efendim, siz,
Niçin böyle bağırıp, defol, defol dediniz?)
Buyurdu ki: (Bir mümin, gelmiş son nefesine.
Şeytan da uğraşırdı imansız ölmesine.
Büyüklere sığınıp, şeytanı kovaladık.
Çok şükür, iman ile vefat etti o artık.)
Dediler ki: (Efendim, acaba o kim idi?
Tesbihi geri verip, sizi terk eden miydi?)
(Evet, o kimse idi) deyince Seyyid Taha,
Talebenin hayreti ziyade oldu daha.
Dediler ki: (Efendim, terk etmişti o sizi.
Ve hiç bilememişti kadr-ü kıymetinizi.)
Buyurdu ki: (Doğrudur, dediğiniz hakikat.
Bir zaman, muhabbeti var idi bize fakat.)
Taha-yı Hakkari’nin mübarek dergahında,
Misafir bulunurdu, günün her saatında.
İaşe işlerini yürüten vazifeli,
Geldi Seyyid Taha’ya bir gün akşam üzeri,
Dedi ki: (Misafirler geliyorlar ard arda.
Lakin bitti unumuz, hiç kalmadı ambarlarda.)
Seyyid Taha, memuru dinleyip buyurdu ki:
(Sen un bitti diyorsun, var anbarda halbuki.)
Arz etti ki: (Hepsini süpürüp geldim size.
Hiç unumuz kalmadı, emriniz nedir bize?)
Buyurdu ki: (Evladım, sen git de, bir daha bak.
Öyle zan ederim ki, anbarda un olacak.)
(Peki!) deyip, anbara gittiğinde o tekrar.
Hayret ile gördü ki, un ile dolu ambar.
. Derviş beyin kurtuluşu
Sultan Abdülmecid Han devr-i saltanatıydı.
Derviş Bey diye bir zat, Müküs kaymakamıydı.
Bu kişi, her nasılsa bir suç işlediğinden,
Erzincan müşirince, alındı vazifeden.
Hatta yakalanarak, hapsedilmesi için,
Emir çıkarılmıştı hakkında bu kişinin.
Bu zatın hatırına geldi ki bu esnada:
Seyyid Fehim namında bir veli var Arvas’ta.
Gidip arzeyledi ki: (Böyle böyle durumum.
Alındım vazifeden, evet, vardı kusurum.
Velakin pişman olup, tövbe ettim halisen.
Dileğim, af olunup kurtulmaktır hapisten.
Bir mektup yazsanız da Erzincan müşirine,
Af edip, vazifeme gönderse beni yine.)
Seyyid Fehim, Derviş’i dinleyip biraz daha,
Buyurdu: (Hayattadır pirimiz Seyyid Taha.
Bizim böyle işlere girmemiz uygun olmaz.
Sen gidip bu derdini, o büyüğe eyle arz.)
Derviş Bey (Peki!) deyip, geldi hemen Nehri'ye.
Arz etti vaziyeti Taha-yı Hakkari’ye.
Seyyid Taha, evvela dinledi bu kişiyi.
Buyurdu ki: (Üzülme, hallederiz bu işi.)
Ve bir mektup yazarak Erzincan müşirine,
Buyurdu: (Yardımcı ol Derviş Bey’in işine.)
Derviş Bey, o mektubu alıp soktu koynuna,
Ve hemen revan oldu Erzincan’ın yoluna.
Ulaştı gece vakti, Erzincan’a nihayet.
Gördü ki, karanlığa tam gömülmüş vilayet.
Düşündü: Bu gecelik, bir otele ineyim.
Yarın sabah erkenden, Müşir’le görüşeyim.
Ve hemen bir otele doğru yürüdüğünde,
Gördü ki, iki memur bekler kapı önünde.
Meğer her bir otelde, ikişer memur varmış.
Müşir’in emri ile, onu bekliyorlarmış.
Ve ona sordular ki: (Derviş Bey siz misiniz?)
(Evet, benim) deyince, dediler: (Hoş geldiniz.)
Çok hürmet göstererek dediler ki: (Efendim!
Buyurunuz, biz sizi müşir’e götürelim.)
(Peki!) deyip, vardılar müşirin konağına.
Müşir gelip sarıldı, Derviş Bey'in boynuna.
Dedi ki: (Seyyid Taha, bu gün sekiz gecedir,
Rüyada, bu fakire verir ki şöyle emir:
Sana gönderiyorum çok evdiğim bir kişi.
Acele hallediver ne ise müşkil işi.)
Derviş Bey, mektubu da arz etti kendisine,
Okuyup, bir telgraf çekti ilgilisine.
Böylelikle anında suçu bağışlanarak,
Eski vazifesine döndü serbest olarak.
. Vefatı
Halid-i Bağdadi'nin ona bir mektubunda,
Şöyle buyurmaktadır: (Kıymetli Seyyid Taha!
Allahü teâlânın emanında olunuz.
Afet olan şöhretten, aman uzak durunuz.
Dünya adamlarına sakın meyl etmeyiniz.
Bunu, kalbi öldüren bir zehir addediniz.
Devlet adamlarının her türlü davetine,
Bir bahane bularak, gitmeyin asla yine.
Onlara söyleyin ki: Biz, derviş kimseleriz.
Dünyadan kesilmektir bizim asıl işimiz.
Gayemiz, dinimize ve kullara hizmettir.
Ve devlet erkanına, bol bol dua etmektir.
Devlet reislerinin davetine icabet,
Etsek de, pek adaba edemeyiz riayet.)
Öyle yüksek bir veli idi ki Seyyid Taha,
Onu gören, Allah’ı hatırlardı mutlaka.
Hatta üstadı iken Mevlana Halid dahi,
Bir gün şöyle buyurdu sohbette bizatihi:
(Bizim, Seyyid Taha’dan ve Seyyid Abdullah’tan,
Üstün olduğumuzu zannetmeyin siz aman.)
Bu sözü işitenler, dediler ki: (Ama siz,
Onları yetiştiren üstad değil misiniz?)
Buyurdu: (Hocasıyız biz o iki cevherin.
Onların yanlarında, yerimiz şu ki lakin,
Büyük bir padişahın oğlunu, uğraşarak,
Yetiştiren bir hoca gibiyiz bizler ancak.
O ikisi, Sultanın çocukları olmakla,
Tabii bu hocadan üstündürler mutlaka.)
Bir gün de, talebeden birine Seyyid Taha,
Buyurdu ki: (Muhabbet çok mühimdir üstada.
Ayrıca her emrine ederse tam riayet,
Gelir ister istemez üstaddan ona himmet.)
Bir gün de Seyyid Taha, ağaçlık bir mevkide,
Sohbet ediyor idi talebeyle birlikte.
Tam sohbet esnasında, ona, Şam diyarından,
Gelen iki mektubu arz ettikleri zaman,
Damadı Abdülehad Efendi’ye vererek,
Okutup, kendisi de dinledi sonuna dek.
Bitince buyurdu ki: (Şöhret, büyük afettir.
Dünyadan gitmemizin zamanıdır demektir.)
O sohbetten ayrılıp, teşrif etti evine.
Hastalanıp, şiddeti çoğaldı günden güne.
Ağır olduğu halde bu hastalığı hatta,
Yine namazlarını kılıyordu ayakta.
Onikinci gününde, daha da fazlalaştı.
Talebeyi çağırıp, hepsiyle vedalaştı.
Buyurdu: (Seyyid Salih, benim biraderimdir.
Bu yolda kemal bulmuş, çok olgun bir velidir.)
Onu, kendi yerine vekil bırakıp bizzat,
Cumartesi gününde, eyledi Hakk'a vuslat.
.
35 - AHMET MEKKİ EFENDİ (Rahmetullahi Aleyh)
.İslam âlimi idi
Sülale-i Resul'den, âlim ve veli bir zat.
Kadıköy müftüsü'yken eyledi Hakk’a vuslat.
Zahiri ilimlerin tahsil edip hepsini,
Hem tasavvuf yolunda ıslah etti nefsini.
Böyle ilim sahibi, nadir idi devrinde.
Fetva ehli kişiydi, söz sahibiydi dinde
Buna rağmen, ağyar'dan setrederdi kendini.
Fakat yakın olanlar, bilirdi kıymetini.
Şaşılacak tevazu, son derece bir edep,
Onu, yabancıların gözünden gizlerdi hep.
Hep ilim öğretmekle olurdu alakadar.
Ehemmiyet vermezdi dünyaya zerre kadar.
Kadıköy’de müftülük yaptığı sıralarda,
Bu fakir, kendisini tanıdım o yıllarda.
Takriben kırk yıl önce fakülte'de okurken,
Gariptim, gelirim de yok idi hiçbir yerden.
İşittim ki: Müftülük arıyormuş bir katip.
Sevinip, koştum hemen, o işe oldum talip.
Derhal kabul olundu benim o müracatım.
O işe başlayınca çok değişti hayatım.
Zira az bulunurdu böyle islam âlimi.
Ona bakıp, düzelttim, bir çok bozuk halimi.
İşte o büyük insan, o sahib-i asalet,
Talebe okutmaktan alırdı büyük lezzet.
Din görevlilerine şefkatli davranırdı.
Hal ve hatırlarını sorup gönül alırdı.
Maddi durumlarıyla olurdu alakadar.
Hatta yardım ederdi, elden geldiği kadar.
Niceleri vardı ki, garip din görevlisi,
Ondan, maddi manevi iyilik gördü hepsi.
Bu yüzden onlar onu, bir müftüden ziyade,
Şefkatli baba gibi bilirlerdi o yerde.
Mesela bir müezzin vardı ki, fakirdi pek.
Arz eyledi: (Askere gidiyorum) diyerek.
Buyurdu ki: (Evladım, peki git, güle güle.
Gidince, adresini yaz bana mektup ile.)
Gitti ve asker oldu, bir ay geçti aradan.
Çağırdı bir gün onu, odasına kumandan.
Dedi ki: (İstanbul’da, var mı bir tanıdığın?
Sana para göndermiş, git de al onu yarın.)
Çocuk, şaşkın bir halde dedi ki kumandana:
(Benim hiç kimsem yok ki, para göndersin bana.)
Sonradan öğrendi ki, o parayı alırken,
(Mekki Efendi) imiş, ona para gönderen.
. Çok şefkatli idi
Ahmet Mekki Efendi, gizlese de kendini.
Bu fakir, çok görürdüm onun kerametini.
Çalışırdım yanında, zira katip olarak.
Aldım çok duasını, hizmetini yaparak.
O günlerde bir mektup geldi ebeveynimden.
Yazmışlar ki: (Ey oğlum, ayrıl memuriyetten.
Çünkü hem okuyorsun, hem de çalışıyorsun.
Bu halde çok yorulur, sonra hasta olursun.)
Peder ve validemin isteği üzerine,
Söyledim vaziyeti aynı gün kendisine.
O, buna çok üzülüp, oldu çok müteellim.
Buyurdu: (Ayrılmana rızam yok ama benim.)
Arz ettim ki: (Ben dahi, istemem bunu asla.
Velakin annem babam, istiyorlar ısrarla.)
Fakat o büyük insan, o sahib-i keramet,
Hiç razı olmadı ve demedi yine evet.
Bıraktım müftülüğü, buna rağmen yine ben.
Lakin o arıyordu, beni mütemadiyen.
Bir ay tamam olunca, teşrif etti evime.
O ayki maaşımı tutuşturdu elime.
Ben, ikinci ay dahi, gitmedim hiç yanına.
O, yine maaşımı getirip verdi bana.
Onun temiz kalbine malum olmuş bir şeyler.
O şeyin zuhurunu bekliyormuş o meğer.
Hakikaten iki ay geçmişti ki aradan,
Bir mektup daha geldi, o günlerde babamdan.
Yazıyordu: (Madem ki büyük zatmış o kişi,
Devam et hizmetine, bırakma sakın işi.)
Mektubu okuyunca, sevindim için için.
Lakin geçti iki ay üzerinden bu işin.
Mahcubiyet içinde, düşündüm ki o sıra:
Şimdi ben, hangi yüzle giderim o huzura?
Bana, (Ayrılma!) diye, etmişti çünki ısrar.
Ne yüzle huzuruna giderdim şimdi tekrar?
Lakin o, bizim gibi basit insan değildi.
Resul’ün ahlakıyle süslü ve ziynetliydi.
Allah için sevinir, kızardı Allah için.
Ve hiçbir hareketi, olmazdı fena, çirkin.
Velhasıl Müftülüğe geri geldim ben tekrar.
Düşünürdüm: Acaba beni nasıl karşılar?
Mahcup bir vaziyette, içeri girdiğimde,
Kalktı Müftü Efendi, otururken yerinde.
Sevgiyle kucakladı fakiri, pek de içten.
Yüzü, sanki (Ay) gibi parladı bu sevinçten.
Dedi: (Abdüllatif'in gelmesi şerefine,
Haydi kalkın, gidelim hep öğlen yemeğine.)
O gün öyle sevinip, neşelendi ki gayet,
Personelin hepsine, verdi büyük ziyafet.
. Kalp gözü açıktı
Ahmet Mekki Efendi, evliyadan bir kişi.
Talebe okutmaktı en sevdiği tek işi,
Kerametler sahibi bir zat idi o, ama,
Kendisini, herkesten gizliyordu daima.
Ne kadar setr etse de, kendini o büyük zat,
Bir çok kerametini görüyordum ben bizzat.
Zira biz gündüzleri, beraberdik hep işte.
Hem birlikte olurduk, işe geliş gidişte.
Yine bir gün, otobüs bekliyorken, bir ara,
Baktım ki, üzerime almamışım hiç para.
Ben buna üzülürken, geldi otobüsümüz.
Arkadaki kapıdan biniverdik ikimiz.
Düşündüm ki: Üstümde para yok bugün madem,
Efendi'den isterim, çünkü yok başka çarem.
Sadece düşünmüştüm, söylememiştim fakat.
O anki düşüncemi, anlamış mübarek zat.
Bir yirmibeş kuruşu, uzatıp biletçiye,
Dedi ki: (Bir talebe bileti ver bu beye.)
O an çok duygulandım, dedim: Bu, bir keramet.
Çünki o, ilk olarak alıyor bana bilet.
Bir gün, Yüksel Ekinci adında biri, yine,
Çağırdı ikimizi yemek için evine.
Derhal kabul eyledi onun bu davetini.
O gün de gördüm yine, başka kerametini.
Yemeğimizi yiyip, dönerken kendisiyle,
Buyurdu: (Abdüllatif, sen şimdi beni dinle.
Saliha bir bacısı var ki bu Yüksel Bey'in,
Onu, sana alalım, bu babta sen ne dersin?)
Ben, mahcup vaziyette dedim: (Olur efendim!)
Velakin evlenmeye yok idi hiç niyetim.
Ama biliyordum ki, boş konuşmaz büyükler.
Onların her sözünde, vardır nice hikmetler.
Hak indinde öyle çok vardır ki kıymetleri,
Bildirir Hak teâlâ onlara çok şeyleri.
Onlar, halk arasında, bulunurlar Hak ile.
Olmaz ayrılıkları, Rablerinden az bile.
Malumdur o zatlara, bize meçhul olanlar.
Çünkü Hak teâlânın sevdiği kuldur onlar.
Bu hadiseden sonra, üç yıl geçti aradan.
Hatta Mekki Efendi, göç etti bu dünyadan.
O günkü sözlerini, ben unutup gitmiştim.
Hatta şaka olarak söyledi zannetmiştim.
Meğer ciddi söylemiş onu o mübarek zat.
Nitekim üç yıl sonra, bu işi oldu hakikat.
Onun kız kardeşiyle evlendim ben nihayet.
Onun bereketiyle mutluyuz hem de gayet.
Şimdi ben, bir Fatiha okusam her ne zaman,
Gönderirim onun da ruhuna muntazaman.
. Çok mütevazı idi
Ahmet Mekki Efendi, ilme aşık bir kişi.
Okuyup okutmaktı, en sevdiği tek işi.
Emr-i maruf yapmakta, mani tanımazdı pek.
Ruhunun gıdasıydı zira ilim öğretmek.
Yaşlı olduğu halde, pek çok gayret ederdi.
Kendi talebesinin ayağına giderdi.
Bir kimse, ilim için gelse idi evine,
Hiç geri çevirmezdi, hasta da olsa yine.
Bir gün rahatsız olup, ederdi istirahat.
Bir talebe, ders için çıka geldi o saat.
Oğlu dedi: (Babacım, bu gün yok hiç haliniz.
Söyleyeyim, başka gün gelsin bu talebeniz.)
Buyurdu: (Hayır hayır, alın onu içeri.
Bir ilim talebesi, çevrilir mi hiç geri.)
Hasta olduğu halde, okuttu onu yine.
Çünki ilim öğretmek, zevk verirdi kendine.
Bütün bunlara rağmen, mütevazı idi pek.
Kendini sevenlere, olurdu iyi örnek.
Kadıköy müftülüğü uhdesindeydi, ama,
Hiç layık görmüyordu kendini bu makama.
(Biz, adam kıtlığında müftüyüz) diyordu hep.
Koltuğa oturmaya, ederdi haya, edep.
O, makam koltuğuna oturmayıp, çok kere,
Otururdu ekseri, kenar iskemlelere.
Ben ise, bu hususu, hayli merak ederdim.
(Ne için koltuğuna oturmuyor ki?) derdim.
O ara bir genç geldi müftülük makamına.
Koltuğu boş görünce, bakındı etrafına.
Bir sual soracağı belli idi halinden.
(Müftü yok mu?) diyerek, sordu bizzat kendinden.
Buyurdu ki: (Müftüyü sormakta gayen nedir?)
Dedi: (Dini bir süal soracaktım, nerdedir?)
Buyurdu ki: (Bize sor o dini süalini.)
Dedi ki: (Size sormam, beklerim gelmesini.)
Baktı ki olmayacak, buyurdu ki o gence:
(Ben, adam kıtlığında müftüyüm, sor hemence.)
Şaşırdım, hayret ettim duyduğum bu sözlere.
Meğerse adetiymiş, böyle dermiş çok kere.
Halbuki müftülüğe, tam ehildi o gayet.
Zaten bu tevazudur, büyüklüğe alamet.
Bir süal sorulunca, bilse de onu, fakat,
Yine de, kitaplara ederdi müracaat.
Bulurdu o fetvanın senet ve delilini.
Görmedim, kafasından bir fetva verdiğini.
Doyurucu cevaplar alırdı herkes ondan.
O vefat edince de, kalmadı süal soran.
. Âlimi âlim anlar
Sülale-i Resul’den, Ahmet Mekki Efendi,
Tasavvufta yükselmiş büyük âlimlerdendi.
Zahiri ilimlerin vakıf idi hepsine.
Yılmadan ders okuttu ilim talebesine.
Çıktı bir gün camiden, verir vermez vâzını.
Ben dahi yanındaydım, taşırdım çantasını.
Abim Lütfü Uyan’ın gidecektik evine.
Arabi ders verirdi o zaman kendisine.
Yürüdük bir sokağın köşe başına kadar.
Lakin Mekki Efendi, orada kıldı karar.
Zira o yol üstünde, bir âlim otururdu.
Onun evi önünden geçmek gerekiyordu.
Okunmak üzereydi akşam vakti tam ezan.
Birden bana dönerek buyurdu ki o zaman:
(Bu ilim sahibinin hanesinin önünden,
Geçmemiz, uygun olmaz asla edep yönünden.
Bir hal hatır sormadan, yürüyüp gidersek biz,
O âlim zata karşı, edepsizlik ederiz.)
İlim sahiplerine olan bu edebinden,
Geçmedi o âlimin kapısının önünden.
O âlimin evinin arkasından dolaştık.
Ve abim Lütfü Bey’in hanesine ulaştık.
Buna şahit olunca, içimden derdim ki hep:
(Kimde vardır acaba, bu tevazu, bu edep?)
Çünkü kendisi dahi, ilim ehli biriydi.
Evlad-ı Resul olup, yaşı da ileriydi.
Yine de o âlimden edep, haya ederek,
Geçmedi kapısından, ilme kıymet vererek.
Merhameti, o kadar çoktu ki fakirlere,
El açan kimseleri, çevirmezdi bir kere.
Ayrıca, kalp kırmaktan ve bir gönül yıkmaktan,
Öyle kaçınırdı ki, acizdim anlamaktan.
Mesela müftülükte, bir gün öğle üzeri,
Orta yaşlı bir adam giriverdi içeri.
Dedi: (Kars’tan, iş için gelmiştim bir ay önce.
Fakat iş bulamadım, döneceğim hemence.
Ama bilet alacak param yok şimdi benim.
Eğer siz verirseniz, şu an biner, giderim.)
İstediği parayı çıkarıp verdi, ama,
Akşam, yine vapurda, rastladık o adama.
Bana buyurdular ki: (Yalan demiş bu bize.
Utanır, mahcub olur, şimdi bizi görünce.
Şuradan gidelim de, o görmesin) diyerek,
Gittik başka tarafa, ona görünmeyerek.
. Kalp kazanırdı
Şefkat ve merhamette, yok idi bir emsali.
Gönül alma babında, olmazdı hiç ihmali.
Eczacı Fatih Bey’in babası etti vefat.
Yalnız kaldı annesi hanesinde o saat.
Gerçi kadıncağızın, vardı iki evladı.
Ve ikinci oğlunun, Metin’di hem de adı.
Fatih Bey, yapıyordu yedek subay askerlik.
Metin’se, yurt dışına gitmişti o sene ilk.
Bir gün bana dedi ki: (O dertli kadıncağız,
Kim bilir ne yapıyor evinde yapayalnız.
Ne kadar üzüntülü, kederlidir o hanım.
Ziyaretine gidip, duasını alalım.)
İkimiz beraberce, vardık ziyaretine.
Caliyet-ül ekdar’ı okudu kendisine.
Öyle çok sevindi ki buna o dertli hatun,
Belki de en sevinçli günü oldu bu onun.
Yine bu zat, camide, belli gün ve saatte,
Bulunurdu bir müddet hem vâz-ü nasihatte.
Olsa da yağmur yağış, fırtına, tipi ayaz,
Yine hiç aksatmazdı bu dersleri kış ve yaz.
Bilirdi çünkü bunu, en mukaddes vazife.
Bu yolda tüketmişti ömrünü seve seve.
Tek kişi olsa bile kendisini dinleyen,
Yine aynı şevk ile yapardı dersi aynen.
Bir gün, yine vâz için evden çıkıyordu ki,
Vardı o gün şiddetli fırtına, kar ve tipi.
Evinden dediler ki: (Dışarda çok soğuk var.
Sırf bu gün gitmeseniz, herhalde olmaz zarar.)
Buyurdu ki: (Katiyen, soğuk olduğu için
Hiç gitmemek olur mu, vebali var bu işin.)
Hiç değer vermiyordu dünya mal-ü mülküne.
Şu beyti çok duyardım kendisinden ben yine:
(Mal-ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi?
Bir muhalif yel eser, savurur harman gibi.)
Bir terzisi var idi Habil Efendi diye.
Elbise diktirmişti bir defa bu terziye.
Terzi dedi: (Efendim, güle güle giyinin.)
O, son elbisesiymiş meğerse bu velinin.
Buyurdu ki: (Bakalım, bu elbiseyi giymek,
Ne kadar nasib olur, ömrümüz kalmadı pek.)
Ben dahi yanındaydım, işittim bunu bizzat.
Ondan sonra çok zaman geçmeden etti vefat.
Vefat ettiği günün bir hafta evvelinden,
Bir banyo almasını söylediler evinden.
Buyurdu ki: (Banyoya lüzum yoktur bu sefer.
Çünkü beni, yakında gasleder Ali Sezer.)
Vardı ki Ali Sezer diye bir talebesi,
En çok onun olmuştu Ondan istifadesi.
Bu sözü üzerinden, bir hafta geçti zaman.
Ahmet Mekki Efendi, göç etti bu dünyadan.
. Şahid olmuştu
Ahmet Mekki Efendi, âlim ve evliyadan.
Din-i islam uğrunda çalıştı hiç durmadan.
Bıkmadan ders okuttu, verdi vâz-ü nasihat.
Hep bu yolda çalışıp, şehiden etti vefat.
Şehid oldu, çünkü hiç durmadı, dinlenmedi.
İnsan yetiştirerek, dine hizmet eyledi.
Yoktu bir düşüncesi, dine hizmetten başka.
Şehid olmasının da, sebebi buydu başta.
Dünyalık hiçbir şeyi, etmedi asla talep.
Ahirete dönüktü, kalbi ve ruhuyla hep.
Vefatına bir hafta kalmıştı ki, o yine,
Bildirdi bu hususu çok sevdiği birine.
Daha da yaklaşınca vefatı Mübareğin,
Dedi: (Hasta olursam, hiç doktor getirmeyin.)
Ve bir gün yapıyorken sabah kahvaltısını,
Birden bire elinden düşürdü bardağını.
Kalkıp, elbisesini giymek istedi, fakat,
İki üç saat sonra, eyledi Hakk’a vuslat.
Kan sızdı uzun müddet, ağzından dışarıya.
Bu, şehid olduğunun işaretiydi zira.
O vefat ettiğinde, bazı büyük âlimler,
(Bu gün, dinin direği yıkılmıştır) dediler.
Vefatı, öyle tesir etti ki bu fakire,
Sanki yetim kalmıştım o anda birden bire.
Ömrümde böyle acı, önce hiç görmemiştim.
İstanbul başımıza yıkıldı zannetmiştim
Bir âlimin ölümü, ölümüdür âlemin.
Yüceltsin makamını onun Rabbil âlemin.
Rüyamda, gidiyordu gayet nurlu olarak.
Ben, peşinden giderdim, yerde yuvarlanarak.
Geri dönüp, eliyle, tuttu benim elimden.
Ayağa kaldırarak, kurtardı o halimden.
Uyanıp, tabirini şöyle yaptım rüyanın:
Şefaat edecektir inşallah bana yarın.
Binlerce kişi geldi duyar duymaz vefatı.
İstanbul az görmüştür, böyle çok cemaatı.
Edirnekapı’daydı kabir yeri o zaman.
Ankara’da, Bağlum’a nakledildi sonradan.
Kabri açıldığında, bu nakil sebebiyle,
Çürümemiş olduğu görüldü hayret ile.
Aradan dört yıl gibi uzun zaman geçmişti.
Buna rağmen cesedi, asla çürümemişti.
Zira vefat etmişti, o bir şehid olarak.
Şehidin bedenini, çürütmez çünkü toprak.
Ya Rabbi, bu âlim ve veli zat hürmetine,
Kavuştur cümlemizi onun şefaatine.
.
Bugün 294 ziyaretçi (381 klik) kişi burdaydı!