ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
01 - YAHYA BİN MUAZ (Rahmetullahi Aleyh
.Hakiki sevgi nasıldır?
O Yahya bin Muaz ki, evliyanın büyüğü.
Vera ile takvada, vardı çok üstünlüğü.
Buyurdu ki: (Bir sevgi, hakiki ise şayet,
Bir iyilik görmekle, hiç artmaz o muhabbet.
Ve eğer bir kötülük görse de sevdiğinden,
Yine de, bir azalma olmaz o sevgisinden.
Ey insan, sen ne kadar edersen Hakk’a taat,
İnsanlar da, o kadar, sana eder itaat.
Sen, Allah'a ne kadar eylersen günah, isyan,
Sana dahi o kadar, karşı gelir çok insan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Doğru, halis âlimler,
Sana, ebeveyninden daha şefkatlidirler.
Zira annen ve baban, sana merhametinden,
Kurtarır yalnız seni, dünya felaketinden.
Ama onlar, katarak, gündüze gecesini,
Cehennem ateşinden, kurtarır elbet seni.
Ey insan, bu dünyaya aldanma, onu tanı.
O, hep dolup boşalır, sanki bir yolcu hanı.
Bu gün burda olsan da, olmazsın belki yarın.
Zira ölebilirsin, gaflete gelme sakın.
Elini çabuk tut da, hazırlan bir an evvel.
Zira yaşıyanlara, ani gelir hep ecel.
Eğlenmeyi bırak da, ibadet yapmaya bak.
Zira zevk ve eğlence, ahirette olacak.
Eğer ki bir âlimde, varsa dünya sevgisi,
Onun, hiçbir kimseye, olmaz bir faidesi.
Zira kendine bile olmaz ki hayrı onun,
Nerde kaldı gayriye, faidesi dokunsun.)
Derdi ki: (Şayet ölüm, konsa idi pazara,
Ehlullah , başka şeye vermezlerdi hiç para.
Cehenneme götüren amelleri işleyip,
Sonra kalkıp, Cennete talip olmak, ne garip.
Ahmak şu kimsedir ki, çok günah işler de hep,
Sonra, Hak teâlânın affını eder talep.
Akıllı da şudur ki, dünyayı terk etmeden,
Ahiret azığını, hazır eder gitmeden.
Bilir ki, ahiretin tarlasıdır bu dünya.
Eker tohumlarını, çalışır ekseriya.
Kabre girmeden önce, oraya hazırlanır.
Bilir ki, her mümine, orada sual vardır.
Hem ölmeden, öğrenir cevabını onların.
Bilir ki, kendisine sorulur bunlar yarın.
Ey insan, itikadın, tam doğruysa Allah'a,
Sana, bundan kıymetli bir nimet olmaz daha.
Öyleyse, kork ve titre iman'ın gitmesinden.
Zira bir kelimeyle, gidebilir o da senden.
Küfrü mucip şeyleri, iyi öğren, ezberle.
İyilerle otur kalk, dost olma cahillerle.
Temin et gençliğinde, ilim, amel, ihlası.
Budur maksat ve gaye, budur işin esası.)
.
02 - MÜCAHİD BİN CEBİR (Rahmetullahi Aleyh)
.Kurtuluşu aramak
Mücahid bin Cebir ki, tabiinden bir kişi.
Sünnet-i seniyyeye, uygun idi her işi.
Buyurdu: (Allah için, birbirini sevenler,
Güleryüz , tatlı sözle, biraz sohbet etseler,
Ayrıldıkları zaman, onların günahları,
Andırır, sonbaharda dökülen yaprakları.)
Buyurdu: Cehennemde olan bazı insanlar,
Uyuz hastalığına, birden yakalanırlar.
Öyle ki, etlerinden, ayrılır kemikleri.
Onlara, şöyle söyler Cehennem melekleri:
(Dünyada müminlere, çok eziyet yaptınız.
Onun karşılığında, buna yakalandınız.)
Buyurdu ki: (Ey mümin, sana lazım olmayan,
Malayani sözleri, konuşma hiç bir zaman.
Faydalı sözleri de, gelmedikçe bir yeri,
Söyleme, zira o söz, boşa gider ekseri.
Nasıl bir muamele beklersen başkasından,
Sen de, başkalarına, öyle davran her zaman.
Allahü teâlâya, öyle amel eyle ki,
Boynun, hep bükük olsun, suçlu olan kul gibi.)
Derdi ki: Her yeni gün, şöyle söyler insana:
(Bu günü iyi geçir, geri gelmez bu sana.)
Yine her gece dahi, şöyle der ki muhakkak:
(Geceler geri gelmez, ne yaptığına bir bak.)
İnsan kabre girince, kabir şöyle seslenir:
(Burası, böcekler ve akreplerin yeridir.
Bu karanlık mezara, hangi amelle geldin?
Şimdi sana sorarlar, dünyada ne eyledin?)
Ey insan, senin ömrün, kıymetli sermayendir.
Bu ömrü, en kıymetli şey ile değerlendir.
Kardeşine, mektupta yazdı ki: (Ey kardeşim!
Diyorsun ki, ticaret yapmaktır her gün işim.
Bil ki, senden önceki tüccarlar, hep öldüler.
Dine uymadılarsa, cezasını gördüler.
Dünya ticaretini yaparken, aynı anda,
Namazını da kıl ki, kurtulasın orada.
Şöhretler aramanın, zamanı değil şu an.
Kurtuluşu aramak zamanıdır bu zaman.)
Bir gün ona sordular: (Efendim, neden acep,
Allah adamlarını, neşeli görürüz hep?)
Buyurdu ki: (O zatlar, ölümü unutmaz hiç.
Ölümü çok anmak da, verir neşe ve sevinç.
Zira ölüm, başıdır sonsuz bir yolculuğun.
Hazırlanmak lazımdır bu sefere çok yoğun.
İşte bu yolculuğu çok düşünen bir insan,
Yapar hazırlığını, gelmeden henüz o an.
Çünkü ecel, ekseri ani gelip yakalar.
Rahat ve sevinçlidir, hazırlıklı olanlar.
Ölüme hazırlığı yok ise birinin de,
Bir telaşa kapılır, eceli geldiğinde.)
.
03 - MUHAMMED BİN HAFİF (Rahmetullahi Aleyh
.Niçin çok severmiş?
Muhammed ibni Hafif, bir tekiydi devrinin.
İki de talebesi var idi kendisinin.
Ve lakin birisini, daha fazla severdi.
Her vesile ile de, bunu belli ederdi.
Talebeler, bu hali, ona sual ettiler:
(Niçin onu daha çok seversiniz?) dediler.
Cevaben buyurdu ki: (Elbette hikmeti var.
Bunu merak edenler, yarın iyi anlarlar.)
Ertesi gün, dergahta, o ders anlatıyordu.
Dergahın önünde de, bir deve yatıyordu.
İbni Hafif, bir süre dersine ara verip,
Talebeden, herhangi birisine emredip,
Buyurdu: (Haydi git de şu devenin yanına,
Kaldırıp, çıkar onu, şu dergahın damına.)
O, birden durakladı, düşündü ve dedi ki:
(Efendim, koca deve, dama nasıl çıkar ki?)
Buyurdu ki: (O halde, bırak kalsın onu sen.)
Sonra, çok sevdiğine bu emri verdi hemen.
O, derhal (Peki) deyip, fırladı dışarıya.
Ve emri yapmak için, başladı uğraşmaya.
Kaldırabilir miyim? diye hiç düşünmeden,
Gücünün yettiğince, başladı işe hemen.
O, böyle kaldırmaya uğraşırken deveyi,
Çağırdı huzuruna, o sadık talebeyi.
Sonra da buyurdu ki bu hali izah için:
(Şimdi kavradınız mı hikmetini bu işin?
O, emri dinlemedi, düşündü, durdu biraz.
Ve aklına uyarak, etti hemen itiraz.
Bu ise, (Peki) dedi, hiç bir şey düşünmeden.
Koştu emri yapmaya, hiç itiraz etmeden.
Meleklere mahsustur, peki ve olur demek.
Ve şeytan sıfatıdır, hemen itiraz etmek.)
Bir günkü sohbetinde buyurdu: Ey insanlar!
Rabbimizin bizlere, sonsuz nimetleri var.
Bu kadar çok nimete, şükretmek mümkün değil.
Zira aciz kalırlar, bu işte ağız ve dil.
Bu babta, Hak teâlâ buyurur ki Kur'anda:
(Size nimetlerimi, saymak için dünyada,
Ağaçlar kalem olsa ve denizler mürekkep,
Nimetlerim bitmeden, denizler biterdi hep.)
Ne görebiliyorsak, yani şu kainatta,
Ve ne göremiyorsak, yerde ve gökte hatta,
Hepsi, menfaatine yaratıldı insanın.
Nasıl kıymet vermiştir Rabbimiz bize bakın.
İşte Allah, bizlere böyle kıymet veriyor.
Ve, (Sizi, kendim için yarattım) buyuruyor.
Bu kadar nimetlere nail olan bu insan,
Hiç unutabilir mi, Rabbini kısa bir an?
Unutursa, ne kadar olur fena ve çirkin.
Bundan büyük nankörlük olur mu bir kul için?
. Hüsn-i zan
İki mümin arkadaş vardı ki bir devirde,
Ziyaret ederlerdi, evliyayı her yerde.
İbni Hafif’in dahi, evliya olduğunu,
Öğrenip, dediler ki: (Görelim gidip onu.)
Uzun yollar katedip, vardılar hanesine.
Ve kapıda sordular, onu hizmetçisine.
Hizmetçisi dedi ki: (Yoktur, biraz bekleyin.
Sultanın sarayına gitmiştir, bir iş için.)
Dediler: (Sübhanallah, bir yanlışlık var bunda.
Velinin, ne işi var sultanın sarayında?
Boşa zahmet çekmişiz, görmek için bu zatı.
Gelmişken dolaşalım, bari çarşı pazarı.)
Dolaşırken, ilerde bir terziye girdiler.
Terzinin de, makası çalınmış o gün meğer.
Terzi, o kimselerden biraz şüphelenerek,
(Makası siz çaldınız!) diye feryat ederek,
Hırsızlık suçu ile, itham etti onları.
Ve tutup, zabıtaya teslim etti bunları.
Bunları yakalayan görevli zabıtalar,
Hemence hırsız diye, sultana çıkardılar.
Sultan dahi düşünüp, verdi hemen emrini:
Dedi ki: (Hapse atıp, bağlayın ellerini.)
Sultan, bu talimatı verirken memurlara,
Muhammed bin Hafif de, yanındaydı o ara.
Sultana buyurdu ki: (Yanlış bu kararınız.
Bunlar hırsız değildir, iyi araştırınız.)
Sultan, İbni Hafif’i, pek fazla seviyordu.
Ve onun sözlerine, çok kıymet veriyordu.
Onun sözü üstüne, değiştirdi emrini.
Memurları çağırıp, çözdürdü ellerini.
İbni Hafif, onlara buyurdu ki o zaman:
(Hüsn-i zan etmelidir, her kişiye müslüman.
Biz, asla dünya için gitmeyiz sultanlara.
Lakin bu işler için, gideriz ara ara.)
Evliyanın her işi, muhakkak hikmetlidir.
Bize düşen, onlara, hep hüsn-i zan etmektir.
Bir gün de buyurdu ki: (İlahi nur ve feyze,
Mani ve engel olan, nefistir önce bize.
İnsanın kendisidir, kendine asıl düşman.
Düşmanı, dışarıda aramayın siz şu an.
(Ben haklıyım) demeye başladı mı bir kimse,
Tâbi olmuş demektir, can düşmanı bu nefse.
(Filan, kötü adamdır) dediği anda kişi,
Nefsin pençesindedir, bitmiştir onun işi.
Başkasını suçlamak, suçların büyüğüdür.
Böyle olan, nefsine esirdir, değildir hür.
Kendini, başkasından, daha kabiliyetli,
Göreceğine, insan, kör olsa daha iyi.
İnsanın ziynetidir, edep, haya, tevazu.
Zira yüksek yerlerden, aşağıya akar su.
.
04 - EBU ALİ DEKKAK (Rahmetullahi Aleyh
.Kalp hastalığı
Ebu Ali Dekkak ki, evliya-yı kiramdan.
Aşk-ı ilahi ile, yanardı kalbi her an.
Bir tüccar talebesi var idi ki bu zatın,
Bu kişi, her nasılsa hastalandı ansızın.
Hocası, ziyarete gitti bu talebeye.
Ve ona sual etti: (Hastalığın ne?) diye.
Dedi ki: (Teheccüde kalktığım sırada ben,
Abdest hazırlığına başlıyordum ki, birden,
Duydum önce belimde, kuvvetli bir hararet.
Sonra bir ağrıdı ki, şiddeti çoktu gayet.)
Buyurdu ki: (Evladım, kalbin hastalığını,
Henüz iyi etmeden, bırak başka ağrını.
Nitekim hasta ise, insanın kalbi eğer,
Diğer hastalıklara verilir mi hiç değer?
Kalbin hastalığı da, dünyaya muhabbettir.
Kalpte bu sevgi varsa, o kalp hasta demektir.
Tek ilacı şudur ki, kalp hastalığının da,
Allah adamlarının, bulunmaktır yanında.
Yani hep iyilerle birlikte bulunmaktır.
Kalbi hasta olmayan kimselerle olmaktır.)
Bu zat, bir müddet sonra teslim etti ruhunu.
Sevdiklerinden biri, rüyada gördü onu.
Baktı ki, üzüntülü ve devam üzre ağlar.
Dünyaya geri dönmek isteyen bir hali var.
Sordu ki: (Ey efendim, ne için ağlarsınız?
Dünyaya dönmeyi mi yoksa arzularsınız?)
Buyurdu ki: (İsterim dünyaya geri dönmek.
Lakin değil niyetim, konuşup nutuk vermek.
Elime, bastonumu alırım bu gidişte,
Yalnız bir iş yaparım, uğraşmam başka işle.
Ayağıma giyerim, demirden ayakkabı.
Gezerim usanmadan, dünyayı kapı kapı.
Derim ki: (Ey insanlar, ölüm var, ahiret var!
Gafletle yaşamayın, Cehennem var, azap var.
Sonu pişmanlık olan işlerden kaçınınız.
Hesap var ahirette, iyi hazırlanınız.)
Bir gün de, zengin biri, bu velinin yanına,
Gelip, arz eyledi ki: (Nasihat edin bana.)
Buyurdu ki: (Kardeşim, zenginlik mühim değil.
Zira bu, zannetme ki saadete erdirir.
Mühim olan, parayı nereden kazandınız?
Ve onu, nerelere ve nasıl harcadınız?
Helalden kazanmayan, bin defa hacca gitse,
Yine de, Cehenneme duçar olur o kimse.
Ve kılsa da o kişi, bin rekat günde namaz,
Yine de, Cehennemden kendini kurtaramaz.
Zira eğer haramla beslenirse bir beden,
Hiç sevap kazanamaz, yaptığı ibadetten.
Farz borcu ödense de, verilmez asla sevap.
Hatta tövbe etmezse, çeker acı ve azap.)
. Edep örneği
Ebu Ali Dekkak’a sordular: (Efendim, siz,
Namazda, sinek kovan kimseye ne dersiniz?)
Buyurdu: (O, namazı, kime karşı kılıyor?
Elbetteki Rabbinin huzurunda duruyor.
Kul, Allah huzurunda, edepli olmalıdır.
Hatta meşhur Ayaz’dan, ders, ibret almalıdır.
Şöyle ki, Sultan Mahmud Gaznevi’nin yanında,
Bir veziri vardı ki, hem de Ayaz adında,
Sultanın huzurunda, çok edepli olurdu.
Bir a’zasını bile, oynatmadan dururdu.
Bir gün nasıl olduysa, onun yanında iken,
Ayağının ucunu, oynatmıştı mecburen.
Sultan dedi: (Ayaz'ın, bir özrü var şu anda.
Yoksa o, ayağını oynatmazdı yanımda.)
Derhal görevlendirdi, ilgili memurunu.
Ki, Onu takib edip, öğrensin durumunu.
Ayaz, biraz ilerde, köşede durdu birden.
Çıkardı pabucunu, akrep düştü içinden.
Onu ezip, dedi ki: (Sultanın huzurunda,
Isırıp, edebimi bozdurdun en sonunda.)
Memur gelip, durumu, sultana edince arz,
Sultan onu çağırıp, ona dedi: (Ey Ayaz!
Az önce huzurumda, bozdun sen edebini.
Söyler misin sen bana, bu işin sebebini?)
Dedi ki: (Kölelerin işi kusur etmektir.
Sultana yakışan da, kusuru affetmektir.
Ayağımı, bir akrep, soktu tam yedi kere.
Sabredip, oynatmadım ayağımı boş yere.
Lakin sekizincide, dayanamadım artık.
Ayağımın ucunu, oynattım bir defacık.)
Bir günkü sohbetinde buyurduki: (Ey insan!
Nefse uyup, Rabbine yapma hiç günah, isyan.
Bu gün, nefsimiz için, yapsak da nice şeyler,
Onlar, hep sorulacak mahşerde birer birer.
O gün yaptıklarımız, konunca önümüze,
Nasıl mahcup ve rezil oluruz Rabbimize.
Affı ve mağfireti olsa da Rabbimizin,
Layık olmak gerekir, ona kavuşmak için.
Afva layık olmanın şartı da, şu ki yine,
Merhametli olmaktır, hep din kardeşlerine.
Zira müslümanlara, kin ve nefret taşıyan,
İnsandan, daha bahtsız, kim vardır acep şu an?
Bırakın müminleri, kâfirlerin bile biz,
Kalbini incitmeye, asla mezun değiliz.
Birini kötülemen gerekirse muhakkak,
Kendini kötüle ki, sensin buna müstehak.
Zira Rabbine karşı, bunca günah ve isyan,
Yapmışken, başkasına kızılır mı ey insan?)
.
05 - KUREŞİ HAZRETLERİ (Rahmetullahi Aleyh
.Halis niyet
Hazret-i Kureşi ki, evliya-yı kiramdan.
Şiddetle kaçıyordu, her günah ve haramdan.
Zarif ve güzel olup, ilim, edep ehliydi.
Evliyadan olduğu, her halinden belliydi.
Herkes hayran kalırdı, hikmetli sözlerine.
Hikmetler akıtırdı, insanların gönlüne.
Cüzzam hastalığına yakalandı sonradan.
Kurtulmak, çaresizdi lakin bu hastalıktan.
Talebesinden biri, çıkarken evden bir gün,
Hanımına sordu ki: (Var mı bir istediğin?)
Dedi ki: (Benim yoktur, kıza da sor istersen.)
O da sordu: (Ey kızım, bir arzun var mı benden?)
Kız dedi: (Babacığım, bir isteğim var, lakin,
Bilmem gücün yeter mi, bu işi yapmak için?)
Dedi: (Ey kızcağızım, bin altın olsa bile,
Yerine getiririm, Allah'ın izni ile.)
Kız dedi: (Babacığım, madem ki söz verdiniz,
Hazret-i Kureşi'yle beni evlendiriniz.)
Kızın bu teklifine, çok şaşırdı pederi.
Zira, cüzzamlı idi Kureşi hazretleri.
Ve lakin söz vermişti kızına, (Peki) diye.
Geldi bu maksat ile, hazret-i Kureşi’ye.
Kızının isteğini, arz etti ona hemen.
Kureşi hazretleri, (Olur!) dedi cevaben.
Sünnete uyularak, hemen nikah kıydılar.
Sonra da düğün için, kızı hazırladılar.
Kureşi hazretleri, o gün bir banyo aldı.
Vücudunda, cüzzam'dan, iz ve eser kalmadı.
Yakışıklı bir hale gelmiş idi tamamen.
Gelinin odasına, geldi ve girdi hemen.
Kız onu tanımayıp, örtündü aceleyle.
Buyurdu: (Ben zevcinim, örtünme, rahat eyle.)
Şaşırıp, Kureşi'ye, etti ki o kız sual:
(Efendim anlamadım, acaba nedir bu hal?)
Buyurdu: (Bu cüzzamlı halimi bile bile,
Allah rızası için, evlendin benim ile,
Bu halis niyetinin mükafatı olarak,
Rabbimiz, ne nimetler ihsan etti bize bak.
Seninle olduğumda, hep böyle kalacağım.
Başkaları yanında, cüzzamlı olacağım.
Velakin bu durumu, sadece sen bilesin.
Ben ölünceye kadar, kimseye demiyesin.)
Bir gün sevdiklerine, buyurdu: (Ey cemaat!
Gaflete gelmeyin ki, çabuk biter bu hayat.
İnsanların haline bakıp üzülüyorum.
Ya Rabbi, bu insanlar nasıl yanar? diyorum.
Çok dehşetli günler var, hepimizin önünde.
Rezil rüsvay olmak var, yarın hesap gününde.
Bu çetin geçitlerden, kurtulmadıkça insan,
Neşelenebilir mi, dünyada kısa bir an?)
.
06 - EBÜL FETHİ VASITİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Hatibin pişmanlığı
Ebül Feth-i Vasıti, Hakk’ın bir velisiydi.
Ahmed-i Rıfai’nin, seçkin talebesiydi.
Rıfai hazretleri, onu, İskenderiye,
Şehrine göndermişti, feyiz, nur saçsın diye.
O da, sohbetleriyle, sayısız insanları,
Hidayete getirip, irşad etti onları.
Lakin bazı kişiler, onu anlamadılar.
İmtihan etmek için bir yere toplandılar.
O ise, çok kuvvetli deliller getirerek,
Onların herbirini, ikna etti tek be tek.
Böylece o kişiler, hep insafa geldiler.
Ve Feth-i Vasıti’den çok özür dilediler.
İtiraz edenlerden, şu idi ki biri de,
Hatiplik yapıyordu, Attarin camiinde.
Bir Cuma günü idi, minbere çıktığında,
Abdestsiz olduğunu hatırladı o anda.
Çok müşkil bir duruma düşmüş idi o gayet.
Ve ne yapacağını şaşırıp, etti hayret.
Lakin bu büyük veli, hatibin durumunu,
Anlayıp, ona doğru uzattı bir kolunu.
Cübbesinin yenini, bir sokak gibi aynen,
Göstererek, Hatibi kurtardı o zor halden.
Hatip baktı, bir sokak, yürüdü ileriye.
Abdestini alarak, tekrar geldi geriye.
Hatip, bu kerametle, abdestini almıştı.
Cemaatin hiç bundan, haberi olmamıştı.
Hatip, kendi kendine düşündü ki o saat:
Ebül Feth-i Vasıti, demek ki veli bir zat.
Zira o, evliyadan bir kişi olmasaydı,
Abdestsiz olduğumu, elbet anlayamazdı.
Sonra ben, minberimde otururken, aniden,
Bana abdest aldırdı, hiç çıkmadan camiden.
Cemaat da, bu işin farkına varmadılar.
Ve çok kısa bir zaman içinde oldu bunlar.
O, böyle düşünerek, insaf etti nihayet.
Ve Feth-i Vasıti’ye besledi çok muhabbet.
Giderek af diledi, o islam büyüğünden.
Talebesi olmakla, şereflendi o günden.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Ölüme hazırlan ki, kalmadı fazla zaman.
Kul, Rabbe yaklaştıkça, yükselir derecesi.
Sahabe-i kiramın, yükseldi böyle hepsi.
Onlar, yok olmuşlardı Allah ve Peygamberde.
Bu yüzden yükseldiler, sonsuz derecelerde.
Yok olmanın bir yolu, (Peki) demektir hemen.
Allah adamlarına, mahvolur Hayır diyen.
Kibirliyi, ne Allah ve ne de kullar sever.
Tevazu sahipleri, bilakis sevilirler.
Bir mümini görünce, şöyle düşünmeli ki:
Bunun duası ile, kurtulurum ben belki.)
.
07 - MİDYEN BİN AHMED (Rahmetullahi Aleyh
.Halis dua
Midyen ibni Ahmed ki, doğdu Mısır ilinde.
(Eşmuni) lakabıyla, tanındı halk içinde.
Tasavvufta, o kadar yükseldi ki bu veli,
İlminden istifade edenler çoktu hayli.
Dergahının yanında, bir dere akıyordu.
O, bir gün bu derede, abdest tazeliyordu.
Henüz bitmemişti ki abdesti, durdu bir an.
Nalininin tekini, çıkarıp ayağından,
Hiddet ve şiddet ile fırlattı ileriye.
Şaşırdı talebeler, (acaba n'oldu?) diye
Bu hadiseden sonra, bir yıl geçti aradan.
Geldi bir talebesi, çok uzak bir diyardan.
Elinde bir tek nalin , dedi ki: (Ey efendim!
Ben, filan memlekette ikamet etmekteyim.
Takriben bir yıl önce, oldu ki bir hadise,
Geldim ki arz edeyim, onu hazretinize.
Kızım, bir gün, çok ıssız bir mahalden gelirken,
Terbiyesiz biriyle, karşılaşmış aniden.
Uygunsuz laflar edip, dokunmak isteyince,
Sizi vesile edip, dua etmiş şöylece:
(Ya ilahi, babamın üstadı kimse eğer,
Şu anda o veliyi, bana imdada gönder!)
Kızım, bu duasını henüz bitirmemişken,
Ve henüz onun eli, kızıma değmemişken,
Havadan hızla gelen bir nalin, birden bire,
Suratına çarparak, devirmiş onu yere.
Kızım onu görünce, kurtulup, çok sevinmiş.
O nalini alarak, acele eve gelmiş.
Bahsettiğim o nalin, işte budur) dedi ve,
Bıraktı o nalini, üstadının önüne.
Eşmuni hazretleri, buyurdu ki o zata:
(Kızın teslimiyeti, demek tammış üstada.
Erişirse birine, bir bela ve musibet,
O dahi, beklemezse kimseden yardım, medet,
Rabbine sığınarak, sırf Ona güvenerek,
Ona dua ederse, tam tevekkül ederek,
O zaman Hak teâlâ, kâfi gelir kuluna.
Öyle imdad eder ki, o dahi şaşar buna.)
Bir gün de, sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Günah işlemeyin ki, mahşerde azabı var.
Zira Peygamberimiz buyurdu ki: (Ateşe,
Dayanabileceğin miktarda günah işle.)
Evvela kendimize merhamet eyleyelim.
Ateşten, kendimizi önce halas edelim.
Sonra, evladımızı koruyalım ateşten.
Yani sakındıralım, onları günah işten.
Evladına, dinini öğretmeyen bir baba,
Onun, dünya ahiret katilidir mutlaka.
Bir anne ki, namaza kaldırmıyor oğlunu,
Eliyle Cehenneme atmakla birdir onu.)
.
08 - MUHAMMED ŞÜVEYMİ (Rahmetullahi Aleyh
.Sevdiğine kavuşmak
Dokuzuncu asırda yetişen evliyadan,
Biri dahi, Muhammed Şüreymi’dir o zaman.
Bu zat, talebesine der idi ki her derste:
(Hatırlayın Allah'ı, her an ve her nefeste.
Eğer unutmazsanız Rabbinizi hiç bir an,
Kurtarır O da sizi, cümle sıkıntılardan.)
Bir gün, biri gelerek bu velinin yanına,
Dedi ki: (Bir derdim var, yardım et lütfen bana.)
Derdiyse, bir kadınla evlenmek istiyordu.
Kadın ise, aksine, bunu istemiyordu.
Gösterip bir odayı, ona o mübarek zat,
Buyurdu ki: (Şuraya, gir ve kapıyı kapat.
O kadının ismini, söyle devam üzere.
Muradın, tez zamanda hasıl olur bu kere.)
O kimse (Peki) deyip, odaya girdi naçar.
O kadının ismini, söyledi tekrar tekrar.
Öyle ki, yemek dahi yemeden, gündüz gece,
O kadının ismini söylüyordu sadece.
Bir kaç gün geçmişti ki hadise üzerinden,
O kadın, bir gün gelip, kapıyı çaldı birden.
Açmadan sordu o da: (Siz kimsiniz?) diyerek.
Kadın, kapı dışından seslendi sevinerek.
Dedi ki: (Ben, falanca kadınım, beni dinle.
Bil ki ben, evlenmeye razı oldum seninle.)
O anda, o kimseye, erişti bir hidayet.
Kadınla görüşmeyip, teklifini etti red.
Düşündü ki: Bir kişi, severse birisini,
Madem ki kavuşuyor, çok söylerse ismini,
Öyleyse, insanlarla uğraşmaya ne gerek.
Rabbime kavuşurum, ismini söyleyerek.
O günden itibaren, o kişi, gündüz gece,
Allah'ın zikri ile meşgul oldu böylece.
Beş gün geçmiş idi ki, görüldü tesirleri.
Kalp gözü açılarak, oldu kâmil bir veli.
O, bir gün buyurdu ki: (Mümini çekiştirmek,
Allah'ın men ettiği bir iş ki, fecidir pek.
Halbuki o büyükler, yazmış ki kitaplarda:
Bir müminin ismini, görsen eğer duvarda,
O müminin ismine, saygı hürmet yönünden,
Önünü ilikleyip, geç o duvar önünden.
Neden? Çünkü orada, Allah'a iman etmiş,
Bir müminin ismi var, işte budur asıl iş.
İki kul arasında, dargınlık varsa eğer,
Bunlardan bir tanesi, mahşerde azap çeker.
Çünkü o ikisinden, haksızdır biri mutlak.
Doğru iki olamaz, hak, bir olur muhakkak.
Ateş deyip geçmeyin, düşünün üzerinde.
Tutun parmağınızı, bir kibrit alevinde.
O zaman anlarsınız, ateş ve yanmak nedir?
Zira buyuruldu ki: (Haram, ateş gibidir.)
.
09 - İBRAHİM BİN USAYFİR (Rahmetullahi Aleyh)
.Eden bulur
Büyük evliyadandı bu zat kendi devrinde.
Çok keramet gösterdi çocukluk döneminde.
Allah korkusu ile, hiç günah işlemezdi.
Vahşi hayvanlar bile, ona zarar vermezdi.
Musa adlı bir dostu, bir gün çıktı sefere.
Döndüğünde, gülsuyu gönderdi bu veliye.
İbrahim bin Usayfir, alıp bu hediyeyi,
Onun çocuklarına, gönderdi şu haberi.
(O gelen gül suyunu, çok iyi saklayınız.
Gün gelir lazım olur, fazla kullanmayınız.)
Bir gün sonra, Musa'nın, geldi ölüm haberi.
O suyu, kefenine serptiler varisleri.
Halk içinde, pek fazla sevilmesine rağmen,
Biri vardı o yerde, ona eziyet eden.
Bir gün, o adam için, (Eden bulur) buyurdu.
O esnada o kişi, bir yolda yürüyordu.
Birdenbire düştü ve kalkamadı o yerden.
Vücudu siyahlaştı ve öldü çok geçmeden.
Bir gün de, akşam vakti, rastladı sakalara.
Buyurdu: (O suları, boşaltın şuralara.)
Suları, medresenin etrafında bulunan,
Kazılmış hendeklere döktürdü tulumlardan.
Çok kimseler, bu hale, bir mana veremedi.
Gece yangın çıkınca, anlaşıldı hikmeti.
Su dökülen yerleri, ateş geçemeyince,
O medrese, yanmaktan kurtulmuştu böylece.
Denizde kayığa ve vapura hiç binmezdi.
Zira o, hiç onlara ihtiyaç hissetmezdi.
Biri de süt getirip, ikram etti bir ara.
İçmeyip, o kâseyi çaldı karşı duvara.
Kap kırılıp, içinden çıktı büyük bir yılan.
Buyurdu: (Hak teâlâ, korudu bizi bundan.)
Vali, niyet etseydi çıkmak için sefere,
Gelir, ona danışır, giderdi ona göre.
Güler yüz, tatlı dili, prensip edinmişti.
Ömrünü, ibadet ve hizmetle geçirmişti.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Ey cemaat!
Bu gün, sevmek hakkında edeceğim nasihat.
Sevmek demek, itaat etmek tir sevdiğine.
Yani (Peki) demektir, onun her bir emrine.
Allahü teâlâyı severse eğer bir zat,
Onun emirlerine, eder mutlak itaat.
Farzları eda edip, kaçınır her günahtan.
Bir haram karşısında, haya eder Allah'tan.
Yine Resulullahı, severse biri eğer,
Onun emirlerine, mutlak itaat eder.
Yani her sünnetine, sarılır seve seve.
Utanır, haya eder, bir mekruh işlemeye.
Biri de hocasına ederse çok muhabbet,
Onun her bir sözüne, muti olur o elbet.)
.
10 - MUHAMMED BEKRİ (Rahmetullahi Aleyh
.Bir kese altın
Beytullah'ın yanında, bir gün Muhammed Bekri,
Oturmuş, ibadetle meşgulken kendileri,
Evinden hizmetçisi, gelerek tam o ara,
İhtiyaçları için, istedi biraz para.
O anda, üzerinde, para olmadığından,
Buyurdu ki: (İnşallah gönderirim birazdan.)
Bu sözü üzerine, gitti o hizmetçisi.
Lakin bir müddet sonra, geldi başka birisi.
O da, aynı şekilde, para istediyse de,
Yine aynı cevabı verdi o kimseye de.
Biraz sonra hizmetçi, geldi yine tekrardan.
Para ihtiyacını hatırlattığı zaman,
Ona cevap olarak, (Peki) dedi bir daha.
Sonra da tavaf için yöneldi Beytullah'a.
Ellerini açarak, dedi ki: (Ya ilahi!
Param olmadığını biliyorsun sen dahi.
Bunlar para istedi, peki dedim onlara.
Beni mahcub etmeyip, ihsan et biraz para.)
Kısa bir müddet sonra, Hindistanlı bir mümin,
Gelip öptü elini, hürmetle bu velinin.
Ve cebinden çıkarıp, bir altın kesesini,
Edep ve hürmet ile, verdi ona hepsini.
Arz etti ki: (Efendim, kesedeki bu altın,
Size gönderilmiştir, afiyetle kullanın.
Hindistan sultanından hediyedir bu size.
Dedi ki: Kabul edip, çok dua etsin bize.)
O, bunları dinleyip, bir hayli duygulandı.
Şükranesi olarak, secde-i şükre vardı.
Sonra da, o keseyi, alarak o kimseden,
Verdi hizmetçisine, hiç bir şey söylemeden.
Ev ihtiyaçlarını karşılamak üzere,
Çarşıya gitti hemen, hizmetçi sevinç ile.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Kardeşlerim!
Ölümü, yadınızdan hiç çıkarmayın derim.
İnsanlar uykudadır, uyanırlar ölünce.
Hesaba çekilirler, herşeyden ince ince.
Aşikâre olunca o gün her günahımız,
Ne kadar mahcub olur, Allah'tan utanırız.
Öyle yaşayınız ki, islama tam uyarak,
Cehenneme girmesin, kimse size bakarak.
Hayr'a vesile olun, olmayın şerre alet.
Zira bu, insan için, olur büyük felaket.
Hayra vesile olmak, gerçekten çok iyidir.
Yazılır bize dahi, zira o sevap, ecir.
Dinden bir meseleyi, bir kimseye öğretmek,
Yüz ömre sevabından daha kıymetlidir pek.
Sonra hatırlayın ki, sık sık ölümünüzü,
Ölümü çok düşünmek, uzatır ömrünüzü.
Hem ölümü düşünmek, kalpleri ferahlatır.
Dünyayı düşünmekse, ömrü daha kısaltır.)
.
11 - İMAM-I SÜYUTİ (Rahmetullahi Aleyh
.Yum gözlerini
Yedi sekiz yaşına gelmeden daha önce,
O, Kur'an-ı kerimi, ezberledi güzelce.
İslam ilimlerinin hepsinde tam yetişti.
En son, şeyh-ül islamlık makamına erişti.
Pek çok kerametleri görülmüştü hayatta.
Gizlemeye çalışır, belli etmezdi hatta.
Hizmetinde bulunan talebesi şöyle der:
Bir zaman, hocam ile bulunmuştum beraber.
Bana, öğleden önce buyurdu ki: (Evladım!
İkindiyi, Mekke'de kılmayı arzuladım.
Haydi kalk, senin ile gidelim Beytullah'a.
Lakin senden başkası, bilmesin bunu daha.)
O anda Mısır'daydık, dedi: (Yum gözlerini!)
(Peki) deyip, hocamın, ifa ettim emrini.
El ele tutuşarak, yürüdük bir kaç adım.
(Gözlerini aç!) dedi, açınca afalladım.
Zira baktım, hocamla birlikte Mekke'deyiz.
Mualla kapısının önünde bir yerdeyiz.
Sahabe-i kiramın gezdik kabirlerini.
Ve ziyaret eyledik, Mekke'nin heryerini.
Ve mescid-i haram'a yürüdük beraberce.
Kâbe-i şerifi de tavaf ettik böylece.
Zemzem suyundan içip, yedik hurmalarından.
Ben, hiç ayrılmıyordum üstadımın yanından.
Hak teâlâ vermiştir onlara böyle bir kuvvet.
Yaşadım bizatihi, ettim gıbta ve hayret.
Tekrar tavaf eyledik, doyduk zemzem suyuna.
Sonra, mübarek hocam buyurdular ki bana:
(İstiyorsan, Mısır'a, benim ile gel tekrar.
İstersen kal burada, hac mevsimine kadar.)
Dedim ki: (Sizin ile, gelmek arzu ederim.
Efendim, sizden ayrı ben burada n'ederim?)
Buyurdu: (Öyle ise, yum tekrar gözlerini!)
(Peki Efendim) deyip, yaptım yine emrini.
(Gözlerini aç!) dedi, açtım ki ,Mısır'dayız.
Tam da ayrıldığımız yolun orasındayız.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Sakın Allah'a karşı eyleme günah, isyan.
Zira her işimizi, kaydediyor melekler.
Ölünce, önümüze konacak birer birer.
Resulullah buyurdu: (Şudur ki iyi insan,
Vaktinin kıymetini, iyi bilir her zaman.)
Boş ve malayaniyle geçer ise zamanlar,
Amel defterinde de, boş geçer o sayfalar.
Bu boş sahifeleri, onlar, defterlerinde,
Görünce, çok üzülüp kahrolurlar o günde.
Derler: (Keşke dünyada, hiç boş oturmasaydık.
Ya dine, ya dünyaya yarar bir iş yapsaydık.)
Hele defterlerinde görünce günah, isyan,
İşbu pişmanlıkları, kat kat olur o zaman.)
.
12 - BAYEZİD-İ BİSTAMİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Tamamdır senin işin
İran'da, Bistam adlı bir yerde doğan bu zat,
Yetmişbir yaşlarında, eyledi Hakk’a vuslat.
Annesi anlatır ki: (Ben ona hamileyken,
Şüpheli bir lokmayı, yiyemezdim katiyen.
Yiyecek olsa idim, şüpheli lokma biraz,
O, karnımda vurarak, ederdi beni ikaz.
Yani karnımda iken, gösterirdi keramet.
Derdim ki: Bu, ilerde, büyük zat olur elbet.
O, Cafer-i Sadık’tan, kırk yıl sonra doğmuştu.
Ve üveysi olarak, talebesi olmuştu.
Yani onu görmeden, etti ona intisap.
Ve ruhaniyetinden, olmuştu çok feyizyab.
O velinin kalbinde bulunan feyiz, nurlar,
Hazret-i Bayezid’in kalbini doldurdular.
Resulullah'tan gelen bu nurları, o yine,
Yansıttı Ebül Hasen Harkani’nin kalbine.
Öyle çok dalmıştı ki, o ilahi bir aşka,
Her şeyi unutmuştu, Hak teâlâdan başka.
Tam yüzonüç âlimden, ilim ve feyz almıştır.
Tasavvufta, çok yüksek bir makama varmıştır.
Allahü teâlâdan, çok titrer ve korkardı.
İbadet yaparken de, bu korku onda vardı.
Hatta o, ibadeti yapardı ki bir tarzda,
Göğsünün kemikleri gıcırdardı namazda.
Bu da, çok korkmasının bir işareti idi.
Yanında olanlar da, bu sesi işitirdi.
Hocalarına karşı, beslerdi çok muhabbet.
Yine onlara karşı, edebi çoktu gayet.
Onlardan birisine, duyduğu bu edepten,
Vasiyet eylemişti, henüz vefat etmeden.
Ve şöyle demişti ki: (Öldüğümde ben yarın,
Yanına defnediniz, beni bu üstadımın.
Lakin derin kazın ki kabrimi benim hatta,
Vücudum, onunkinden bulunsun daha altta.)
Çocukken, bir caminin önünde oynar iken,
Onu, Şakik-i Belhi gördü ve durdu birden.
Kalp gözü ile bakıp, dedi ki: (Bu yavrucak,
Zamanının en büyük evliyası olacak.)
Hocalarından biri, hazret-i Bistami’ye,
Emretti: (Şu raftaki kitabı getir!) diye.
(Peki) dedi ise de, tereddüt etti biraz.
Sonra, (Hangi raftaki?) diyerek eyledi arz.
O dedi: (Senelerdir dersime geliyorsun.
Başının üstündeki rafı bilmiyor musun?)
Dedi: (Dinlemek için dikkatle dersinizi,
Başka şey görmüyorum, affedin bendinizi.
Sizin huzurunuzda, bakmıyorum etrafa.
Ki, muttali olayım, üstümdeki bu rafa.)
Buyurdu ki: (Evladım, tamamdır senin işin.
Bistam'a avdet eyle, kulları irşad için.)
. Annesine hizmeti
Henüz yaşı küçükken bu evliya kişinin,
Mektebe verdi onu, annesi ilim için.
Bir gün, normal vaktinden erken döndü evine.
Annesi, sebebini sorunca kendisine,
Dedi ki: (Anneciğim, bugün bir şey öğrendim.
Duanı almak için, erkenden eve geldim.
Hak teâlâ, Kur'anda buyuruyor ki bize:
(İtaat eyleyiniz bana ve annenize.)
İşte ey anneciğim, benim için dua et.
Sana hizmet edeyim, Rabbime de ibadet.)
Annesi el kaldırıp, dua etti oğluna.
Yükselmenin yolları, açıldı artık ona.
Karlı ve dondurucu soğuk bir kış gecesi,
Yatağından seslenip, su istedi annesi.
(Peki anne!) diyerek, testiye koştu, fakat,
Gördü ki, hiç içinde su kalmamış o saat.
Kar, soğuk dinlemeyip, dışarı çıktı hemen.
Doldurdu testisini ilerdeki çeşmeden.
Lakin o, su alıp da döndüğünde evine,
Gördü ki, validesi uykuya dalmış yine.
Onu uyandırmaya, gönlü razı gelmedi.
Buzla kaplı testiyle, baş ucunda bekledi.
Biraz sonra annesi, uyanınca yatakta,
Gördü ki, testi elde, oğlu bekler ayakta.
Dedi ki: (Ey evladım, niçin oturmuyorsun?
Ve niçin testi elde, ayakta bekliyorsun?)
O şiddetli soğuğun ve karın tesiriyle,
Oğlunun parmakları, yapışmıştı testiye.
Dedi ki: (Anneciğim, beklerim ki böyle ben,
Hemen verebileyim suyu geciktirmeden.)
O anda, yaşla doldu gözleri annesinin.
Ve açtı ellerini, oğluna dua için.
Dedi ki: (Ben oğlumdan razıyım ya ilahi!
İhsan edip razı ol kendisinden sen dahi.)
Annesinin yaptığı bu hayır dua ile,
Yüksek derecelere erişti tamamiyle.
Bir kimse var idi ki, imtihan etmek için,
Ziyaretine geldi bu evliya kişinin.
Düşündü ki: Bana bir keramet gösterirse,
O zaman anlarım ki, evliyadır bu kimse.
Onun bu niyetini anladıysa da bu zat,
Hiç bir şey söylemedi kendisine o saat.
Lakin ona, giderken kilim etti hediye.
Ayrıca tembih etti: (Kaybetme bunu) diye.
Ayrılıp, o kilimle hacca gitti o zat da.
Lakin onu, bir ara kaybetti Arafat’ta.
Çok aradı ise de, rastlamadı izine.
Dönüşte, bu veliyi ziyaret etti yine.
Baktı, kilim duruyor önünde o büyüğün.
Talebesi olmakla şereflendi aynı gün.
. Her şeyi unuturdu
Hazret-i Bistami'ye sual etti ki bir zat:
(Kimdir senin mürşidin, kim seni etti irşat?)
Buyurdu ki: (Mürşidim, bir kadındır evladım.)
O kimse hayret edip, dedi ki: (Anlamadım.)
Buyurdu: Bu sözümü izah edeyim ki ben,
Aşk-ı ilahi ile geçmiş idim kendimden.
Bu halde yürüyordum, bir yolun kenarında.
Bir kadına rastladım, un çuvalı sırtında.
Kan ter içerisinde, çok zor götürüyordu.
Nihayet aciz kalıp, bir kenara oturdu.
Sonra beni görünce, memnun oldu begayet.
Dedi ki: (Bana yardım eder misin bir zahmet?)
Ona, şöyle demeyi bir an için düşündüm:
(Olur ama, benim de yetişmez buna gücüm.)
Ona, düşündüğümü tam diyeceğim zaman,
Bir kafesin içinde, görüverdim bir arslan.
Ve işaret eyledim, elimle o hayvana.
Kafesinden çıkarak, yürüyüp geldi bana.
Çuvalı yükleyerek sırtına o hayvanın,
Dedim ki: (Götür bunu, evine bu hanımın.)
Gösterdiğim için de, böyle açık keramet,
O kadından utanıp, pişman oldum begayet.
Ona sordum: (Ey kadın, vardığında evine,
Kime rastladığını söylersin ailene?)
Cevabında dedi ki: (Ne ise, onu derim.
Çok zalim Bayezid'i gördüğümü söylerim.)
Ben, hayretler içinde dedim ki o kadına:
(Niçin zalim diyorsun, geldim ya yardımına.)
Dedi ki: (Bir zulümdür elbet senin bu işin.
Zira yaratılmadı bu hayvan, bunun için.
Bilirsin ki arslanlar, yük hayvanı değildir.
Ona yük taşıttırmak, zulüm değil, ya nedir?)
Bu çok doğru cevabı, kadından işitince,
Ağlayıp, çok istiğfar eyledim gündüz gece.
O günden sonra, bana, sorsalar: (Kimdir hocan?)
O kadının sözünü hatırlarım o zaman.
Eski bir talebesi vardı ki onun yine,
Evde hizmet ederdi, devamlı kendisine.
Hergün görmüş olduğu işbu talebesini,
Yine her çağırışta, soruyordu ismini.
Bir gün yine sorunca, arzetti ki: (Efendim!
Yirmi yıldır, bu evde hep hizmet etmekteyim.
Bunca yıl, yanınızda devamlı kaldım da hep,
Yine de sorarsınız ismimi, neden acep?)
Buyurdu: (Kaplayınca beni Allah sevgisi,
Hatırımdan silinip gider Ondan gayrisi.
Senin dahi ismini unuturum o sıra.
Bu, elimde değildir, yavrum bakma kusura!)
Talebe, bu cevaba hayret etti ve şaştı.
Ona olan sevgisi, daha da fazlalaştı.
. Niçin uyandırmış?
Bir kimse var idi ki, tanınırdı şeyh diye.
Onu çok methettiler bir gün de bu veliye.
Dediler: (Falan yerde bir zat var ki, velidir.
Hal ehli kimse olup, keramet sahibidir.)
Buyurdu: (Madem öyle, gidelim ziyarete.
Sohbetini dinleyip, edelim istifade.)
Yanına, talebeden alarak bir kaç kişi,
Ziyarete gittiler dedikleri kişiyi.
Varınca, o zat dahi görünüverdi birden.
Dediler: (İşte o zat, bak geliyor ilerden.)
Bayezid -i Bistami bakıyorken o yöne,
Tükürdü o sırada o zat kıble yönüne.
Bayezid -i Bistami görünce bunu ondan,
Görüşmekten vazgeçip, geri döndü o yoldan.
Buyurdu: (O kimsede, ne arasın keramet.
Veliler, her edebe ederler pek riayet.
O kişi, evliyadan olsaydı hakikaten,
Böyle kıble yönüne tükürmezdi katiyen.)
Bayezid hazretleri, dinde günah ve haram,
Yani yasak ne varsa, hepsinden kaçardı tam.
Hem emirlere dahi ederdi tam riayet.
Bilhassa namaz için, ederdi fazla gayret.
Bir sabah namazına, bir defa geç uyandı.
Baktı ki güneş doğmuş, üzülüp içi yandı.
Zira sabah namazı, kalmış idi kazaya.
Buna üzüntüsünden, başladı ağlamaya.
Gözyaşları dökerek, inledi üzgün üzgün.
Zira bu, kendisine dert olmuştu büsbütün.
O sırada, şöyle bir nida duydu gaibten:
(Senin bu günahını, mağfiret eyledim ben.
Sen, çok pişman olarak ağlayıp sızlayınca,
Yetmişbin namaz ecri, ihsan ettim ayrıca.)
Birkaç ay geçmişti ki, bir sabah vakti, yine,
Çok az zaman kalmıştı, güneş doğma vaktine.
O ara şeytan gelip, onu uyandırarak,
Dedi ki: (Ey Bayezid, namazın geçiyor, kalk!)
Bayezid -i Bistami, fırladı yatağından.
Namazı kıldı ama, hayrette kaldı o an.
Bir mana veremedi şeytanın bu işine.
Çağırıp sual etti, bu işi kendisine.
Buyurdu ki: (Ey mel'un, sen hiç böyle yapmazdın.
Beni uyandırmakta, neydi asıl maksadın?
Kazaya kalsın diye, uğraşırken durmadan,
Ne için uyandırdın, beni güneş doğmadan?)
Dedi ki: (Sen namaza kalkamadın geçen gün.
Bu yüzden pişman olup, ağladın üzgün üzgün.
Affetti Hak teâlâ günahını o zaman.
Ve yetmişbin namazın ecrini etti ihsan.
Seni uyandırdım ki, kalkıp namaz kılasın.
Yine öyle çok fazla sevap kazanmayasın.)
. Derdi ne imiş?
Bayezid -i Bistami anlatır kendi bizzat:
Vardı zamanımızda, binlerce evliya zat.
Hepsi de, ilim irfan sahibiydi ve hatta,
Birbirinden üstündü hepsi maneviyatta.
Lakin zamanın kutb’u değildi bu kimseler.
Ümmi bir demirciye bu olmuştu müyesser.
Derdim ki: Bunca veli var iken, acep niye,
Kutupluk, verilmiştir ümmi bir demirciye?
Öğrenmek istiyordum hikmetini bu işin.
Gittim o demirciye, bu sırrı çözmek için.
Girdim selam vererek dükkanından içeri.
Gördüm ki, örs başında dövüyor demirleri.
O beni görür görmez, işini bırakarak,
Gelip öptü elimi, çok hürmetli olarak.
Bana rica etti ki: (Dua edin efendim.
Ki, biraz hafiflesin, içimdeki şu derdim.)
Sordum ki: (Nedir derdin, söyle de aşikâre,
Biz dahi, ona göre arıyalım bir çare.)
Dedi ki: (Bunca insan, öldüğünde herbiri,
O kıyamet gününde, neye varır halleri?
Cehennem çok çetindir, anlatamaz hiç lisan.
Yanacak o ateşte, binlerce asi insan.
Hem de yanar ebedi, vermez ara, fasıla.
Benim derdim işte bu, içimden çıkmaz asla.)
Ağlamaya başladı bunları söyleyerek.
Ben dahi, onun ile ağladım yaş dökerek.
Demircinin halini, merak ettim daha da.
O sırada gaibten, duydum şöyle bir nida:
(O, -nefsî nefsî- diyen kimselerden değildir.
O, -ümmetî ümmetî- diyenlerden biridir.)
O zaman gitti benden, içimdeki o hayret.
Bu işin hikmetini, idrak ettim nihayet.
Yine ona sordum ki: (Sen, kendine baksana.
Herkesin yanmasından, ne zarar var ki sana?)
Dedi ki: (Fıtratımın mayasını, Allah'ım,
Merhamet suyu ile yoğurmuş, ne yapayım?
Cehenneme gidecek bilcümle insanların,
Çekeceği azabı, yapsalar bana yarın,
Hepsinin azabını, ben çeksem o gün bizzat,
Cümlesi, o ateşten kurtulup olsa azad,
Bilcümle azapları, hep bana yükleseler,
Benden başka herkesi, Cennete iletseler,
İşte ben, o takdirde saadete ererim.
O zaman derdim biter, ancak rahat ederim.)
Ben bu yüksek sözleri, duyunca demirciden,
Sanki kalbim yıkandı, hikmetle doldu birden.
Kırk yıldır özlediğim çok yüksek makamlara,
Onun himmeti ile, yükseldim ben o ara.
Feyz -i ilahi ile, dopdolu oldu içim.
Onun bereketiyle, halloldu o gün işim.
. Hakkını helal et
Bayezid -i Bistami, karanlık geceleri,
Çıkıp, dolaşıyordu kabristanda ekseri.
Yine dolaşıyorken bir gece kabristanda,
Onu, gece bekçisi görüverdi son anda.
Ve lakin tanımadı onun kim olduğunu.
Halinden şüphelenip, bir hırsız sandı onu.
Yaklaşıp, bastonuyla vurdu o bu veliye.
O, hiç ses çıkarmadı (kabahat bende) diye.
Devam etti ise de dövmeye sonra onu,
Lakin kırılıverdi elindeki bastonu.
Bayezid -i Bistami gelince hanesine,
Asa’nın kırılması, dert oldu kendisine.
Yanına çağırarak talebeden birini,
Dedi ki: (O asa’nın, git öğren değerini.)
Ve o miktar parayı, koydu kese içine.
Gönderdi tatlı ile, o gece bekçisine.
Bir de mektup yazarak, pek çok özür diledi.
Yazdı ki: (Çok muhterem, sayın bekçi efendi!
Dün gece, kabristanda, beni hırsız sanarak,
Bir hayli dövdün, hem de, asa ile vurarak.
Hatta beni döverken, kırıldı asan dahi.
Onun kırılmasına, sebep benim tabii.
Gönderdiğim parayla, kendine bir asa al.
Kusuruma bakmayıp, hakkını eyle helal.
Bir de tatlı gönderdim, ye ondan afiyetle.
Kalbinin üzüntüsü, azalsın bu suretle.)
Genç bekçi, bu mektubu okuyup etti hayret.
Ve sardı kendisini bir pişmanlık, nedamet.
Gidip özür diledi o Allah adamından.
Ve talebesi olup, ayrılmadı yanından.
Bir yıl da, hac dönüşü Hemedan’a uğradı.
Bahçeye ekmek için, bir miktar tohum aldı.
Lakin Bistam’a varıp, o torbayı açınca,
Gördü ki, var içinde bir kaç adet karınca.
(Eyvah, yuvalarından ayrıldı bunlar) diye,
Hayvanları düşünüp, düştü bir üzüntüye.
Tekrardan Hemedan’a dönerek bu büyük zat,
Tohumları yerine bırakıp, etti rahat.
Yine bir gün Bistam’da, yürüyordu bir yoldan.
Bir genç de, takib edip gidiyordu ardından.
Bu hale vakıf olup, geri döndü hemence.
(Niçin takib edersin?) diye sordu o gence.
O, saygı ve edeple arz etti ki: (Efendim,
Sizin gibi olmaktır, yegane arzum benim.
Lütfen bir himmet edip, dua buyurunuz da,
Ben dahi yükseleyim sizin bu yolunuzda.)
Buyurdu ki: (Bu yolda yükselmek için, evlat,
Dinin emirlerine eyle tam mütabaat.
Hatta dine uymakta gevşeklik olursa az,
Şu derimin içine girsen de, fayda olmaz.)
. Anne duası
Bayezid -i Bistami, gitmek için Kâbe’ye,
Katıldı hacca giden küçük bir kafileye.
Hazırlığını yapıp, çıkardı devesini.
Yükledi üzerine eşyasının hepsini.
Yolculardan birisi, sordu ki bu veliye:
(Efendim, bu kadar yük, çok değil mi deveye?)
Buyurdu ki: (Doğrudur, bu yükler çok muhakkak.
Lakin o mu taşıyor yükleri, dikkatli bak.)
O, bir daha bakınca, hayrete düştü hemen.
Zira yükler, bir karış yukardaydı deveden.
Dedi ki: (Sübhanallah, bu ne iştir ya Rabbi!
Görmedim ben ömrümde garip şey bunun gibi.)
Ve sonra hacca gidip, yaptı vazifesini.
Gaibten denildi ki: (Ziyaret et anneni.)
Acele çıktı yola, o bu emri alarak.
Onu karşılamaya, yollara döküldü halk.
Seherde, annesinin geldi evi önüne.
O da dua ederdi o anda kendisine.
Derdi: (Garip oğlumu, ya Rab koru her şerden.
Ne muradı var ise, kavuştur çok geçmeden.)
O anda kapı çaldı, seslendi (Kim o?) diye.
Dedi ki: (Garip oğlun, geldi seni görmeye.)
Koşup açtı kapıyı ve sarıldı boynuna.
Sevinç gözyaşlarıyla dua etti oğluna.
Dedi: (Çok sevindirdin şimdi beni evladım.
Senin dahi gönlünü, şad eylesin Allah’ım.
Arzum, seni görmekti, gördüm elhamdülillah.
Seni de muradına erdirsin yüce Allah.)
Şöyle nakledilir ki Bayezid Bistami'den:
(Çok yüksek dereceler istiyordum Rabbimden.
Yıllarca çok riyazet ve zahmet çektim, ama,
Vasıl olamamıştım yine bu muradıma.
Sonradan öğrendim ki, yetmezmiş bu gayretler.
Anne duası dahi lazımmış bunda meğer.
Her ne edindim ise, ben bu yolda velhasıl,
Annemin duasıyla oldu hep bana vasıl.)
Derdi ki: (Ya ilahi, mahşerde, bedenimi,
Öyle büyük eyle ki, doldursun Cehennemi.
Diğer günahkârlara, yer kalmasın böylece.
Onların yerine de, ben yanayım sadece.)
Buyurdu: (Günahlara bir tövbe ederseniz,
İbadetlerinize, bin tövbe eyleyiniz.
Zira bir ibadeti beğenirseniz eğer,
Ondan kazandığınız sevaplar boşa gider.
Havada uçtuğunu görseniz bir kimsenin,
Bu, onun kemalini gösterir zannetmeyin.
Öğrenmek isterseniz onun asıl halini,
Bakın ki, günahlardan tam çekmiş mi elini?
İslamdan , zerre kadar ayrılmışsa kim eğer,
Bilin ki istidractır, vermeyin kıymet, değer.
. Budur senin ilacın
Hazret-i Bistami’nin, bir gün ziyaretine,
Bir müslüman gelerek, arz etti ki kendine:
(Efendim, otuz yıldır, her gün oruç tutarım.
Ve yine geceleri, kalkıp namaz kılarım.
Lakin bir ilerleme görmüyorum halimde.
Bir açılma, parlaklık bulmuyorum kalbimde.
Halbuki tam doğrudur iman ve itikadım.
Niçin bir ilerleme olmuyor, anlamadım.)
Kalbine, kalp gözüyle bir nazar edip onun,
Buyurdu ki: (Evladım, çaresi zordur bunun.
Üçyüz sene ibadet etsen de bu halinle,
Bir yere varamazsın, bu nefis engelinle.)
O, sordu ki: (Yok mudur peki bunun ilacı?)
Buyurdu ki: (Var ama, yapamazsın, çok acı.)
Dedi: (Aman efendim, nedir o, lütfen deyin.
Elbette ki yaparım, yeter ki siz emredin.)
Buyurdu ki: (Evine gidince öyle ise,
Üzerine giy hemen, pek eski bir elbise.
Bir de torba bularak, içine ceviz doldur.
Seni tanıyanların evinin önünde dur.
Çocukları çağırıp, seslen ki: Ey çocuklar!
Bana tokat vurana, iyisinden ceviz var.)
O bunu işitince, dedi ki (Sübhanallah!
Buyurduğunuz bu iş, zor geldi bana Vallah.
Mümkün ise, siz bana başka bir iş buyurun.
Her ne olsa yaparım, yeter ki başka olsun.)
Buyurdu ki: (Derdinin ilacı budur esas.
Sana, bu işten başka ne yapsan, fayda olmaz.
Yolumuzun esası, bu nefsi terbiyedir.
Bu yapılabilirse, bu yolda ilerlenir.)
Bir gün de, bu büyük zat, birkaç talebesiyle,
Gezintiye çıktılar dinlenmek gayesiyle.
Bir tımarhane görüp, içeriye girdiler.
Oranın doktoruna, şöyle sual ettiler:
(Günah hastalığıyla dertli olanlar için,
Şifa, deva olacak bir ilaç bilir misin?)
O doktor, bu suale cevap veremeyince,
Bunu duyan bir deli, söze girdi hemence.
Bir teveccühü ile hazret-i Bistami'nin,
Dedi: (Ben biliyorum ilacını bu derdin.
Önce, tövbe kökünü, istiğfar yaprağıyle,
Kalp havanına koyup, döv tevhid tokmağıyle.
Sonra, onu geçirip bir insaf eleğinden,
Pişmanlık gözyaşıyla, hamur yap onu hemen.
Aşkullah ateşinde pişirip, kurutarak,
Aşk-ı Muhammediye balından da katarak,
Kanaat kaşığıyla yer isen gündüz gece,
Günah hastalığından, kurtulursun böylece.)
Delinin cevabını, hepsi çok beğendiler.
(Biz cevap veremezdik onun gibi) dediler.
. Nefse ceza verirdi
Bayezid -i Bistami, çok büyük bir veliydi.
Nefsine göz açtırmaz, hemen ceza verirdi.
Bir gün de, bir kimseler gelip bu evliyaya,
Dediler: (Dua edin, yağmur yağsın buraya.)
O, mübarek başını eğerek, durdu biraz.
Rabbine, yağmur için eyledi dua, niyaz.
Sonra da buyurdu ki: (Evinize gidiniz.
Yağmur oluklarını, kontrol eyleyiniz.)
Bir yağmur başladı ki fazla zaman geçmeden,
İki gün devam etti, hiç fasıla vermeden.
Hazret-i Bistami’nin mübarek kalplerine,
Birden şöyle bir ilham olundu bir gün yine.
Denildi: (Ey Bayezid, hazinemiz lebalep,
Kulların yaptıkları taatlerle dolu hep.
Öyle birşeyler ile gel ki sen bize yarın,
Getirdiğin şeylerden, bizde hiç bulunmasın.)
Hemen Hak teâlâya arz etti ki o dahi:
(Hazinende olmayan, nedir ki ya ilahi?)
Denildi ki: (O şeyler, zavallılık, acizlik,
Her şeye muhtaç olmak, zillet ve çaresizlik.)
Bayezid -i Bistami anlattı ki bir ara:
Götürdüler bir zaman ruhumu semalara.
Gösterdiler ise de Cenneti, Cehennemi,
Hiçbirine bakmayıp, hep düşündüm Rabbimi.
Geçirdiler ruhumu, bir nice makamlardan.
Sidret -ül münteha’ya ilettiler sonradan.
Dedim: (Senin rızana varmak için ilahi!
Ne yapmak lazım gelir, ilham et onu dahi.)
Bana bildirildi ki: (İstersen bunu eğer,
Sevgili Habibime tam tâbi ol, bu yeter.
Onun ayak tozunu, sürme yap gözlerine.
Ve uymaya devam et, Onun sünnetlerine.
Ona mutabaatın olur ise ne miktar,
Bana yakınlığın da, olur senin o kadar.)
İşte bu menkıbeye, veliler arasında,
(Bayezid'in miracı) denilir esasında.
Biri de, bu veliye sordu ki: (Efendim, siz,
Bu yüksek dereceye, ne ile yükseldiniz?)
Cevaben buyurdu ki: Her yerde ve her zaman,
Gördüğünü düşündüm Rabbimin beni her an.
(Her halimi görüyor) diye düşününce hep,
Ondan haya etmeme, bu fikir oldu sebep.
Herhangi bir günahı işlemek isteseydim,
(O görüyor) diyerek, utanıp vazgeçerdim.
İbadet yaparken de, (O görüyor) diyerek,
En güzel bir şekilde yapardım özenerek.
Herhangi iş yaparken, derdim ki hep içimden:
(Acaba Hak teâlâ razı mı bu işimden?)
Çünkü biliyordum ki, görüyor Hak teâlâ.
(O beğenir mi?) diye düşünürdüm evvela.
. Ona kapıyı açmadı
Salihlerden birisi anlatır ki: (Bir zaman,
(Tevekkül nedir?) diye sordum bir evliyadan.
Dedi: (Girse bir kolun, ejderhanın ağzına,
Yine hiç korkmamandır, güvenip Allah'ına.)
Öğrenip tevekkülün ondan ne olduğunu,
Dedim ki: (Bayezid'e sorayım bir de bunu.
Acaba o ne türlü tarif eder?) diyordum.
İmtihan gayesiyle, evine vasıl oldum.
Kapıyı çaldımsa da, açmadı bana fakat.
Hem de şöyle buyurdu içerden bana o zat:
(Falanca evliyanın verdiği o cevaba,
Kani olmadın da mı, bana geldin acaba?)
Ben dahi kendisine eyledim ki şöyle arz:
(Kapıyı açsanız da, görüşsem sizinle az.)
Dedi: (Ziyaret için gelmedin ki sen bana.
Geldin ki, bu fakiri çekesin imtihana.)
Ben oradan ayrılıp, bir sene sonra lakin,
Geldim ziyaret için evine bu velinin.
İmtihan düşüncesi, kalbimde yoktu fakat.
Tek niyetim, sırf onu ziyaretti hakikat.
Kapıyı çaldığımda, düşünür idim ki hep:
Yine açmayacak mı kapıyı bana acep?
Lakin kapıyı açıp, buyurdu ki: (Hoş geldin.
Ziyaretime gelip, beni mesrur eyledin.)
Bir ay misafir etti hanesinde beni hem.
Feyzine kavuşarak, oldu çok istifadem.
Bir gün de, bu veliye sordular: (Efendim, siz,
Peygamberler hakkında, acaba ne dersiniz?)
O zaman buyurdu ki onlara cevabında:
(Bir şey söyleyemeyiz biz onların hakkında.
Zira anlayamayız hiç o büyükleri biz.
Onların hallerini, idrakten pek aciziz.
Biz, onları ne kadar uğraşsak anlamaya,
O anladığımızdan, yüksektir onlar daha.)
Bayezid -i Bistami, yine bir defasında,
Camide namaz kıldı bir imam arkasında.
İmam, namazdan sonra dedi ki haddi aşıp:
(Para kazanmıyorsun bir iş ile uğraşıp.
Başkalarından dahi, bir şey istemiyorsun.
Nafakanı kim verir, ne yiyip içiyorsun?)
Bayezid -i Bistami, buyurdular ki o an:
(Sen miydin biraz önce bize namaz kıldıran?
Dur, önce o namazı iade eyleyeyim.
Sonra bu sualinin cevabını vereyim.)
İmam, sual etti ki üzülüp fevkalade:
(Ne için namazını ediyorsun iade?)
Buyurdu ki: (Rızkını, kim verir her insanın?
Sen bunu bilmiyorsun, kabul olmaz namazın.)
Demek istemişti ki imama yani bu zat:
(Namaz kabul olsa da, sevabı olmaz fakat.)
. Köpeğe yol verdi
Bayezid -i Bistami, yaraniyle bir kere,
Bir iş için, beraber giderlerken bir yere,
Geçmek icab eyledi daracık bir sokaktan.
O ara, bir köpek de geliyordu uzaktan.
Durup geri çekildi, yol verdi o hayvana.
Buna, yanındakiler veremedi bir mana.
Düşündüler ki: İnsan, hayvandan şereflidir.
Hem de bizim hocamız, sultan-ül arifin’dir.
Yanında olanlar da, en üstün talebesi.
İlim sahibi olup, velidir hem de hepsi.
Bütün bunlara rağmen, ne sebep var ki buna,
Kendi geri çekilip, yol verdi o hayvana?
O anda Bayezid-i Bistami hazretleri,
Anladı talebenin kalbinden geçenleri.
Buyurdu ki: Şu köpek, lisan-ı hali ile,
Diyor ki: (Ey Bayezid, gururlanma nafile.
Sana, bu evliyalık hırkasını verdiler.
Bana ise, köpeklik postunu giydirdiler.
Ve lakin şunu dahi unutma ki hiç sakın,
Tersi olabilirdi şimdi vaki olanın.)
O böyle söyleyince lisan-ı hali ile,
Ben, geriye çekildim ve yol verdim haliyle.
Onun için, birini, siz uçarken görseniz,
Onun faziletine sakın hükmetmeyiniz.
Bir insanın, fazilet sahibi olduğunu,
Anlamak isterseniz, şununla ölçün onu:
İslamın her emrine, farzına, sünnetine,
Uymakta, o kimsenin bakın ki dikkati ne?
Hak teâlâ, her ne ki etmişse yasak, haram,
Büyük küçük demeyip, kaçıyor mu acep tam?
Varsa bu hususlarda titizlik ve gayreti,
Din büyüklerine de var ise muhabbeti,
Fazilet sahibidir, yaklaşın o kişiye.
Bu işte ölçü budur, bakmayın başka şeye.
Eğer bu iki şeyde, olursa bir gevşeklik,
Felaket başlangıcı demektir işte bu ilk.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ya hayır söyle, ya sus.
Her a’zanı, hayırlı işlere eyle mahsus.
Nefsini, sıkı sıkı bugün çek ki hesaba,
Atmasın ahirette, seni çetin azaba.
İlim ve edebini, her an muhafaza et.
Kulların hukukuna, eyle fazla riayet.
Ayrılma ibadetten, sarıl güzel ahlaka.
Şefkatli, yumuşak ol, iyilik eyle halka.
Allahü teâlâyı unutturacak olan,
Ne gibi işler varsa, uzak dur hep onlardan.
Haramdan, gözlerini eyle tam muhafaza.
Yoksa ateşle dolar yarın Allah mahfaza.
Yaptığın ibadeti, noksan ve kusurlu bul.
Onlar için, istiğfar eyle ki, olsun kabul.)
. Kırık testi ve aba
Bayezid -i Bistami buyurdu: Senelerce,
Nefsimi ıslah için, çalıştım gündüz gece.
Riyazet, mücahede çektim uzun seneler.
Neticede baktım ki, ölmemiş nefsim meğer.
Belimde gurur, riya, ibadete güvenmek,
Her yaptığı ameli, beğenip iyi görmek,
Gibi hastalıklardan mütevellit bir zünnar,
Bulunduğunu görüp, eyledim çok ah-ü zar.
Onun için, beş sene çektim yine riyazet.
O zünnarı, belimden kesip attım nihayet.
Bir ömür müddetince, Rabbime kulluk ettim.
Ona layık ibadet yapmayı çok istedim.
Buna kavuşmak için, gayret ettim bir nice.
Hatta sabaha kadar, namaz kıldım çok gece.
Yine de namazlarım, olmadı Ona layık.
Allahü teâlâya yalvardım birgün artık.
Gözyaşları dökerek dedim ki: (Ya ilahi!
Rızana vasıl olmak istiyorum ben dahi.
Rıza-i ilahiye kavuşabilmek için,
Daha neler yapması lazımdır bu acizin?)
Şöyle ilham geldi ki: (Şu testinle şu aban,
Yanında bulundukça, olmaz bize kavuşman.)
Hemence atıverdim aba ile testiyi.
Kazandım böylelikle rıza-i ilahiyi.
Sonra, Hak teâlâdan şöyle ilham geldi ki:
(Bana vasıl olmayı isteyenlere de ki:
Bayezid , kırk senedir uğraştı nefsi ile.
Bir ömür müddetince çekti de bunca çile,
Bir kırık testisiyle, bir de eski abası,
Yanında bulundukça, olmadı kavuşması.
Siz, bu haliniz ile nasıl ulaşırsınız?
O rızaya kavuşmak, kolay mı sanırsınız?)
Bayezid -i Bistami vakta ki etti vefat,
Bir gece, kendisini rüyada gördü bir zat.
Ve sual eyledi ki hazret-i Bistami'ye:
(Ne gibi muamele eyledi Allah size?)
Buyurdu ki: Kabirde, bir ses duydum ilk vakit.
Diyordu: (Ne getirdin sen bize ey Bayezid?)
Dedim ki: (Sana layık bir amel edemedim.
Huzuruna, bir sürü kusurlarımla geldim.
Günah getirdimse de, şirk getirmedim ama.
Bağışla sen onları, bu doğru imanıma.)
Daha sonra, kabrime gelerek Münker-Nekir,
Sormaya başladılar: (Rabbin kim, dinin nedir?)
Dedim ki: (Onu bana sormayın ey melekler!
Bilakis beni Ona sorun ki, acep ne der?
Eğer kabul ederse, beni kulu olarak,
Ebedi saadete kavuşurum muhakkak.
Eğer kabul etmezse kulluğuna mazallah,
Ne fayda, yüzbin defa desem de Rabbim Allah)
. Kul hakkı mühimdir
Bayezid -i Bistami, talebesiyle yine,
Gece, misafir oldu bir kimsenin evine.
Ev sahibi, bir kandil getirip yaktı, lakin,
Oda aydınlanmadı yanmasıyla kandilin.
Hazret-i Bayezid de kandile bakıyordu.
Bu garipliği görüp, ona şöyle buyurdu:
(Kardeşim, bu kandilde bir acayiplik var ki,
Yanıyor, ışığı yok, sebebi ne ola ki?)
O arz etti: (Efendim, bunu biz, bir gecelik,
Dün gece, komşumuzdan, emanet almış idik.
Dün gece, gayet güzel ışığını verirken,
Şimdi ışık vermiyor, anlamadım bunu ben.)
Bayezid -i Bistami, aldı onu eline.
Buyurdu ki: (Al götür sen bunu sahibine.
Dün için, çok teşekkür ederek ona derhal,
Bu gece yakmaya da, ondan tekrar izin al.)
(Peki) deyip, kandili götürdü sahibine.
İzin alıp, tekrardan getirip yaktı yine.
Öyle güzel yandı ki, oda ışıkla doldu.
Bayezid bunu görüp, buyurdu: (Şimdi oldu.)
Bir gün de, yanlışlıkla ezdi bir karıncayı.
Üzülüp, yüreğinde hissetti o acıyı.
O ölü karıncayı, bir avcuna alarak,
Şefkat ve merhametle hayvancığa bakarak,
Mahzun, kırık kalbiyle Rabbine yalvarınca,
Canlanıp, yürümeye başladı o karınca.
Bir gün de, yürüyordu çok çamurlu bir yoldan.
Mübarek ayakları, kayıp düşeceği an,
Bir duvara tutunup, düşmekten zor kurtuldu.
Ve hemen o duvarın sahibi zatı buldu.
Buyurdu ki: (Kardeşim, sana ait duvara,
Düşmemek gayesiyle, tutundum ben bir ara.
Zannederim, az toprak düşmüştür üzerinden.
Hakkını helal eyle, bana can-ü gönülden.)
Duvarın sahibi de mecusi imiş meğer.
Çok hayrete düşürdü, onu bu kelimeler.
Dedi: (Sizin dininiz hassas mıdır bu kadar?)
Buyurdu ki: (Elbette, islamda kul hakkı var.
Helallaşılmaz ise, kul hakları bu günde,
Ödemek çok zor olur, yarın mahşer gününde.
Rabbimiz affetse de kulun her günahını,
Ve lakin affetmiyor her türlü kul hakkını.
Onun için, mutlaka lazımdır helallaşmak.
Aksi halde, Cennete mümkün olmaz ulaşmak.)
Mecusi, Bayezid’den bunları dinleyince,
Kalbine, hidayetin nurları doldu nice.
Dedi ki: (Ben hakkımı helal ettim tamamen.
Sen de, islamiyet’i beyan et bana hemen.)
Hazret-i Bayezid’in bu güzel meziyeti,
Sayesinde, mecusi seçti islamiyet’i.
.
13 - SEYYİDET NEFİSE (Rahmetullahi Aleyha)
.Kartal ve bohça
Seyyidet Nefise ki, bir evliya hatundur.
Aliyyül Mürteza'nın dördüncü torunudur.
O devirde, bir kadın vardı fakir, ihtiyar.
Dört kızıyla, bir evde otururlardı bunlar.
Bu kızlar, hafta boyu iplik eğirirlerdi.
Anneleri, pazarda satıp geçinirlerdi.
Yine bir gün bu hatun, ipleri aldı evden.
Satmak için, çarşıya giderken sabah erken,
Bohçası da başında, gidiyorken pazara,
Bir kartal, onu kapıp kaçırdı uzaklara.
Bütün sermayeleri, o bohçadaydı zaten.
Bayılıp düştü yere, kadın üzüntüsünden.
Kendine geldiğinde, gördü ki çok insanlar,
Etrafına toplanmış, soruyor: (N'oldu, ne var?)
Anlattı hadiseyi, dediler ki: (Ey hatun!
Ne için üzülürsün, ne kıymeti var bunun?)
Dedi: (Onu satarak geçinirdik hepimiz.
Onu da kuş kaçırdı, ne yaparız şimdi biz?)
Dediler ki: (Ey hatun, bak, Seyyidet Nefise,
Vardır ki, git derdini ona söyle ne ise.
Rica et, dua etsin o sana bu iş için.
Onun duası ile, hallolur elbet işin.)
O hatun geldi hemen Seyyidet Nefise’ye.
Yalvarıp rica etti: (Bana dua et) diye.
Buyurdu ki: (Ey hatun, edeyim peki ala.
Elbette ki her şeye kadirdir Hak teâlâ.
Her mahlukun rızkına kefildir cenab-ı Hak.
Sen rızkı hiç düşünme, O, gönderir muhakkak.
Sen şimdi müsterih ol, rahatça evine git.
O, rezzak-ı âlemdir, Ondan hiç kesme ümit.)
Az sonra, birileri gelerek Seyyide’ye,
Dediler: (Üç gün önce, binmiştik bir gemiye.
Ve lakin su almaya başlayınca gemimiz,
Batma tehlikesiyle karşılaştık hepimiz.
Sizi vesile edip, dua ettik Allah'a.
Çok şükür, bu duamız bitmemişti ki daha,
Bir kartal, hızla indi geminin üzerine.
Ağzındaki bohçayı, bırakıp gitti yine.
Onu açıp gördük ki, iplik dolu hep içi,
O iplerle bağlayıp, hallettik hemen işi.
Duanızla kurtulduk, hamd olsun Rabbimize.
Şu beşyüz dirhem dahi, hibedir bizden size.)
Gözleri yaşararak aldı onu eline.
O ihtiyar hatunu, davet etti evine.
Gelince, kendisine buyurdu ki: (Ey hatun!
O ipleri pazarda, sen kaça satıyordun?)
(Yirmi dirhem) deyince, buyurdu ki: (Pekala,
Bak, sana daha fazla gönderdi Hak teâlâ.
O Allah ki, kefildir rızkına mahlukatın.
Rızık için, boş yere, kendini üzme sakın.)
. Zalimin hidayeti
Vaktiyle zalim biri, suçsuz bir müslümana,
Zulmetmek maksadıyla, çağırdı huzuruna.
Adamları gelip de götürmek isteyince,
Seyyidet Nefise’ye gitti o daha önce.
Dedi: (Falan zalime gidiyorum efendim.
Bana dua edin de, bir zarar görmeyeyim.)
Buyurdu ki: (Hiç korkma, git yanına korkmadan.
O zalimin gözünden, gizler seni Yaradan.)
O müslüman sevinip, adamlarla beraber,
Az sonra, o zalimin huzuruna geldiler.
Lakin o, göremedi bu günahsız mümini,
Dedi: (Getirdiniz mi, o kişi nerde, hani?)
Şaşırdı adamları, dediler ki: (İşte ya!
İstediğiniz adam, sizin karşınızda ya.)
Kızdı zalim, köpürdü, dedi ki: (Ne dersiniz!
Yoksa siz, benim ile alay mı edersiniz?)
Anlamıştı adamlar bu işin hikmetini.
Söylediler zalime işin hakikatini.
Dediler ki: (Efendim, o, buraya gelmeden,
Gidip dua istedi, Seyyidet Nefise'den.
O da dua etti ki: Ya Rabbi, bu kulunu,
O zalimden gizle de, görmesin asla bunu.)
Öğrenince o zalim, bunu adamlarından,
Yanlış iş yaptığını, idrak etti o zaman.
Başını öne eğip, üzüldü bu haline.
Tövbe istiğfar edip, yaş doldu gözlerine.
Hıristiyan bir kadın, bir de oğlu vardı hem,
Bu çocuk, sefer için çıktı bir gün evinden.
Issız yerde, önüne, eşkıyalar çıkarak,
Tutup esir ettiler, sıkıca bağlayarak.
O, evden ayrılınca, günler geçti aradan.
Annesi, hiç bir haber alamadı oğlundan.
Çaresiz gitti hemen Seyyidet Nefise’ye.
Anlatıp, rica etti: (Dua ediniz) diye.
El kaldırıp, Seyyidet Nefise hazretleri,
Dua etti: (Ya Rabbi, çocuğu döndür geri.)
O gece, kapıları çalındı çok geçmeden.
Açınca gördüler ki, çocuk dönmüş seferden.
Dediler: (Nerde kaldın, çok merak ettik seni.)
Dedi ki: (Anneciğim, tuttular yolda beni.
At üstünde, günlerce yol aldık hızlı halde.
İndirdiler nihayet, çok uzak bir mahalde.
Sonra, beni karanlık bir hücreye attılar.
El ve ayaklarımı, zincirle bağladılar.
Az önce bir ses duydum: (Salın da gitsin hemen.
Zira o, dua aldı Seyyidet Nefise'den)
O ara (bir el) gördüm, çözdü zincirlerimi.
Evimizin önünde buldum sonra kendimi.)
Çocuğun anlattığı şeyleri dinleyince,
Halis iman ettiler, ikisi de hemence.
. İmam-ı Şafii’ye duası
Seyyidet Nefise ki, meşhur idi takvası.
Hak teâlâ indinde, pek makbuldü duası.
Hasta olan birine, etse idi bir dua,
Onun bereketiyle, bulurdu derhal şifa.
İmam-ı Şafii de, hasta oldu bir zaman.
Ve hatta hastalığı, artıyordu durmadan.
Hemen bir talebeyi Seyyidet Nefise’ye,
Gönderip rica etti, (Bize dua et) diye.
O talebe gelerek, bu hali eyledi arz.
Dedi: (Dua buyurun, üstadım hasta biraz.)
El kaldırıp, şöylece dua etti o dahi:
(İmam-ı Şafii'ye şifa ver ya ilahi.)
O, dönüp de İmam’a etmeden henüz avdet,
İmam iyileşerek, buldu sıhhat, afiyet.
Bir başka zaman dahi, yine hastalanmıştı.
Yine dua almaya, ona adam salmıştı.
O, gelip arz eyledi Seyyidet Nefise'ye:
(Beni İmam gönderdi, dua ediniz diye.)
Az durup, buyurdu ki: (Edeyim, peki ala.
Bol bol rahmet eylesin İmam'a Hak teâlâ.)
Talebe geri dönüp, gelince üzgün üzgün.
Gördü ki, hastalığı fazlalaşmış büsbütün.
Arz etti ki: (Seyyidet Nefise, hakkınızda,
Allah rahmet eylesin diyerek etti dua.)
Buyurdu: (Böyle dua etti ise o şayet,
Vefat edeceğime buyurmuşlar işaret.)
Vasiyetini yapıp, tembih etti ki hem de:
(Seyyidet Nefise de bulunsun cenazemde.)
Bu hadiseden sonra, geçmedi fazla zaman.
Ve İmam-ı Şafii göç etti bu dünyadan.
Hemen haber verdiler bunu Nefise’ye de.
Çok üzülüp, namaza gitmek istediyse de,
Zayıf olup, sıhhati değildi pek de iyi.
Yanına getirdiler bu yüzden cenazeyi.
En geri safta durup, namazı kıldı yine.
İmam’ın vasiyeti, gelmiş oldu yerine.
Tam cenaze namazı bitmişti ki, o saat,
Gaibden, şöyle bir ses duydu bütün cemaat:
(İmam-ı Şafii'yle, Seyyidet Nefise'nin,
Hürmetine, burada olanların hepsinin,
Affoldu günahları) diye nida edince,
Cemaat bunu duyup, gark oldular sevince.
Son günlerinde dahi, oruçluydu hep yine.
Oruç tutmamasını, söylediler kendine.
Buyurdu: (Otuz yıldır, dua ederim ki hep,
Azrail, oruçluyken ruhumu etsin talep.)
Vefat gününe kadar, tuttu hep orucunu.
Nihayet oruçluyken, teslim etti ruhunu.
Kendisinin kazdığı mezara defn ederek,
Ağladılar ardından, göz yaşları dökerek.
. Ümmi, fakat âlim idi
Yediyüz altmışiki miladi senesinde,
Dünyaya teşrif etti, hem de Mekke şehrinde.
Sekizyüz yirmiüç’te, bu mübarek hanım zat,
Altmışbir yaşlarında, Mısır’da etti vefat.
O, Cafer-i Sadık’ın gelini olup hem de,
Ömrünün bir kısmını, geçirdi Medine'de.
Ümmi idi ve lakin çok hadis öğrenmişti.
Ve Kur'an-ı kerimi, tamam ezberlemişti.
Tefsir ile hadiste, âlimdi tam olarak.
Onun büyüklüğünü, biliyordu cümle halk.
Gündüz oruç, gece de, hep ibadet ederdi.
İbadeti çok sever, üç dört günde bir yerdi.
Bütün insanlar için bereket olduğunu,
Âlimler bildirerek, çok methettiler onu.
Onu vesile edip dua ederse bir kul,
Onun bereketiyle, duası olur kabul.
Çünkü onlar, Allah'ın sevgili kullarıdır.
Onların hürmetine her muradı yaratır.
(Hastam iyi olursa, hallolursa şu işim,
Allah rızası için bir kurban keseceğim.
Hasıl olan sevabı, Seyyidet Nefise'ye,
Hediye edeceğim) derse eğer bir kimse,
Yani böyle bir adak yaparsa biri eğer,
Dileği hasıl olur, denenmiştir çok sefer.
Veyahut da (üç Yasin) okumak nezredilir.
Hak teâlâ, o kulun muradı neyse verir.
Bu mübarek, sonradan evladı ve zevciyle,
Yola çıktı, Mısır’a yerleşmek gayesiyle.
Gelmekte olduğunu hemen haber alarak,
Onu karşılamaya, yollara döküldü halk.
Kendisine çok hürmet ve saygı gösterdiler.
Herbiri, (Bizim eve buyurunuz) dediler.
Bereketlenmek için, demeyip uzak, yakın,
Her yerden, huzuruna geldiler akın akın.
Ziyaretçi sayısı çoğalınca begayet,
Yapamaz oldu artık Rabbine çok ibadet.
Bunun için Hicaz’a dönmeye verdi karar.
İnsanlar, (Gitme!) diye, ona çok yalvardılar.
Yine (Hayır) deyince onların ısrarına,
Mısır'ın hükümdarı çok rica etti ona.
Dedi: (Geniş evim var, şahsıma ait benim.
Orada oturunuz, size hibe eyledim.)
Sultanı kıramayıp, bunu kabul edince,
Buna, Mısır sultanı memnun oldu bir nice.
Buyurdu ki: (Öyleyse, beni, ziyaretçiler,
Haftada iki defa ziyaret eylesinler.
Onlarla, o iki gün yalnız meşgul olurum.
Sair zaman, ibadet yapmayı istiyorum.)
Ve artık çarşamba ve cumartesi günleri,
Kabul buyuruyordu, ziyaret edenleri.
. Bir keramet
Seyyidet -ün Nefise, sahib-i kerametti.
Bütün insanlık için, feyiz ve bereketti.
Bir zaman, Nil'in suyu azalmıştı bir nice.
İnsanlar, susuzluktan bunalmıştı iyice.
Bu susuzluk derdinden, bulmak için bir necat,
Seyyidet Nefise’ye ettiler müracaat.
O dahi, gelenlere buyurdu ki: (Varınız.
Şu bezi, Nil nehrine batırıp çıkartınız.)
(Peki) deyip, o bezi soktular Nil nehrine.
O anda Nil'in suyu yükseldi birden yine.
Kardeşinin bir kızı, yani yeğeni vardı.
Bu evliya hanımın hizmetini yapardı.
O diyor ki: (Kırk sene, hizmet ettim halama.
Hiç yemek yediğini görmedim yine ama.)
Bir komşusu vardı ki, hem yahudi dininde.
Kötürüm bir kızları var idi evlerinde.
Kızcağızın annesi, çıkarken bir gün evden,
Dedi: (Sen evde otur, az sonra gelirim ben.)
Kız dedi: (Anneciğim, sen gelinceye kadar,
Komşumuzun evinde, bekleyeyim bir miktar.)
O da muvafık görüp, eyledi ki gidip arz:
(Bu kızım, yanınızda kalabilir mi biraz?)
O dahi (Olur) deyip, aldı kızı odaya.
Biraz sonra kendisi, gitti abdest almaya.
Abdest suyu, o kızın yanından akıyordu.
Hasta kız, akıp giden sulara bakıyordu.
Aldı sonra o sudan, bir miktar ellerine.
Sürdü ayaklarının, o cansız yerlerine.
Kız, oyun olsun diye, sürüyorken suları,
Canlandı birden bire, o cansız uzuvları.
Kalktı ve koşturmaya başladı kız bir anda.
Zerre kadar hastalık kalmadı ayağında.
O ara, annesinin sesini işiterek,
Gitti hemen yanına, sevinçle, seğirterek.
Kızının sapa sağlam koştuğunu görünce,
Ne söyleyeceğini şaşırdı o da önce.
Dedi ki: (Ben rüya mı, hayal mi görüyorum?
Nasıl oldu, sen böyle koşuyorsun ey yavrum?)
Kızcağız anlatınca olan bu hadiseyi,
Dedi ki: (Öyle ise, ben anladım bu şeyi.
Eğer hak olmasaydı onun dini bir defa,
Olmazdı abdest suyu, böyle şifa ve deva.)
Geldi hemen Seyyidet Nefise’nin evine.
Şehadet getirerek, girdi islam dinine.
Sonra babası dahi, gelince eve akşam,
Hayret etti, görünce kızını sapa sağlam.
O da çok duygulanıp, getirdi şehadeti.
O da buldu böylece, ebedi saadeti.
.
14 - EBÜL HASEN BÜŞENCİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Dünya iki gündür
Ebül Hasen Büşenci ehl-i ilim, ehl-i hal.
Eyledi Tus şehrinde ahirete irtihal.
Bir ömrü müddetince, islama etti hizmet.
Dünyaya, zerre kadar vermedi ehemmiyet.
Dediler: (Dünya nedir, bahsedin bize biraz.)
Buyurdu ki: (Dünyada, asla vefa bulunmaz.
Üzeri şeker kaplı bir zehirdir o güya.
Çabuk bitip tükenir, olur hayal ve hülya.
Ahiret böyle değil, ebedidir o hayat,
Burada kazanılır, azap veya mükafat.
Onun sonsuzluğuna inanırsa bir insan,
Dünyaya sarılması, hayrete olur şayan.
Yalnız ahiret için yaratıldık biz elbet.
Orada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.
Sosuzdur ikisi de, yok üçüncü bir mahal.
Öyleyse bu faniye bağlanmak, ne garip hal.
O, kulu terk etmeden, davranıp daha evvel,
Kul onu terk ederse, olur bu gayet güzel.
Bu dünya iki gündür, bir üzüntü, bir sevinç.
Ve lakin ikisi de tükenir, olur bir hiç.
Öyleyse bırakın da bu geçici hayatı,
Kazanın ahirette, ebedi mükafatı.
Bakın, günler geçiyor, ömürler tükeniyor.
Seneler, su misali hızla akıp gidiyor.
Uzak zannettiğiniz, oluyor hemen yakın.
Henüz gencim, vakit var demeyin aman sakın.
Zira buyurdular ki o Resul-i kibriya:
(Dünyada kalacağın kadar çalış buraya.
Ne kadar kalacaksan, ahirette de şayet,
Ona da, ona göre çalış ve eyle gayret.
Ve Allah'a ne kadar muhtaç isen sen eğer,
Ona da, o kadar çok ibadet icab eder.
Ne kadar dayanırsan Cehennem ateşine,
Öyleyse o kadarcık dal günahın içine.)
Kardeşlerim, bu dünya, (altın)dan olsa şayet,
Ne kıymeti vardır ki, elden çıkar nihayet.
Ahiretin esası, (toprak) da olsa eğer,
Kıymetlidir, çünkü o tükenmez, devam eder.
Sonsuz ile faniyi, bir tutmaz aklı olan.
Birisi hiç yok olmaz, öteki olur viran.
Ey insan, bu dünyada misafirsin bugün sen.
Malın dahi elinde, emanettir esasen.
Misafir, çok dursa da, en son gider evine.
Verilir emanet de, sonunda sahibine.
Bu dünya geçip gider, burası dar-ül firak.
Hiç kimse, muradına eremez tam olarak.
Aldanmaz aklı olan, bu dünya-yı deniye.
Gönül verir tamamen, âlem-i ebediye.
. Çareyi böyle buldu
Evliya-yı kiramdan, Ebül Hasen Büşenci.
Doğru yola getirdi, nice yaşlı ve genci.
Zamanında bir çiftçi vardı ki Nişabur'da,
Merkebini kaybedip, aradı şurda burda.
Lakin bulamayınca, kala kaldı bi-çare,
Düşünüp, en nihayet buldu buna bir çare.
Sordu ki: (Nişabur'da Allah'a yakın olan,
Kim ise, hanesini gösterin bana şu an.)
Dediler: (Ebül Hasen Büşenci'dir o kişi.)
O zatın kapısını, gidip çaldı o çiftçi.
Kapı açıldığında, dedi ki o veliye:
(Sen çaldın merkebimi, getirip ver geriye.)
Buyurdu ki: (Kardeşim, hiç tanımam ben sizi.
Bir başkası almasın sizin merkebinizi?)
Dedi: (Sen almadınsa, peki nerde bu hayvan?
Sen onu bulmadıkça, geri gitmem buradan.)
Ebül Hasen baktı ki, çattı olmaz birine.
Ellerini kaldırıp, dua etti Rabbine:
(Ya Rabbi, halimizi, en iyi sensin bilen.
Halas et bu kulunu, bu kimsenin elinden.
Nerdeyse, bir an önce buldur da merkebini,
Hakikati anlayıp, çeksin benden elini.)
O ara biri geldi, bitmeden dua hemin,
O çiftçiye dedi ki: (Gel, bulundu merkebin.)
O zaman çiftçi dönüp, dedi: (Ya Ebel Hasen!
Ben de biliyordum ki, almadın merkebi sen.
İstedim, bir yardımın olur belki bu kula.
Bu sebepten tevessül etmiştim ben bu yola.
Yanınıza gelmekte, niyetim buydu zaten.
Muradım hasıl oldu, bulundu hakikaten.
Çok iyi anladım ki, büyüklerin yanına,
Ne niyetle gelirse, kavuşur insan ona.)
Vakta ki vefat etti Ebül Hasen Büşenci,
Kabrini ziyarete, geldi fakir bir kişi.
Bu mübarek veliyi vesile ederek hep,
Allahü teâlâdan, dünyalık etti talep.
O gece, rüyasına girerek Ebül Hasen,
Buyurdu ki: (Dün beni, ziyaret eyledin sen.
Ve lakin hep dünyalık istedin, niye acep?
Bunlar için, bizleri bir daha yapma sebep.
Dua edecek isen bizim vesilemizle,
Ateşten halası ve Cenneti talep eyle.
Talep etmek var iken ebedi kurtuluşu,
İstemeye değer mi, dünyalık üç kuruşu?)
Kendisinden nasihat isteyen birisine,
Buyurdu ki: (Güvenme Rabbinden gayrisine.
Maddi menfaat için, bir kula az muhabbet,
Hakiki mümin için, ne de büyük bir gaflet.
Zira seni yaratan, biliyor seni yine.
Yakışır mı gidesin Ondan gayri birine?)
. İyi insan nasıldır?
Ebül Hasen Büşenci, Horasanlı bir veli.
İlmiyle, insanlara oldu çok faideli.
Dediler ki: (Efendim, tasavvuf ne demektir?)
Buyurdu: (İnsanlara, eziyet etmemektir.
Ve lakin bu zamanda, adı var tasavvuf’un.
Hakikatini ise, bilen yok asla bunun.)
Dediler: (İyi insan, ne haliyle bellidir?)
Buyurdu ki: (O kimse, evvela edeplidir.
Hal ve hareketinde, uzaktır gösterişten.
Kaçınır, ahirete yaramayan her işten.
Bilir ki, Hak teâlâ görüyor kendisini.
Haram ve günahlardan, sakındırır nefsini.
Bilir ki, her işini kaydediyor melekler.
Hep hayırlı işleri yapmaya gayret eder.)
Biri dua istedi, gelip Ebül Hasen’den.
Buyurdu: (Hak teâlâ, korusun seni senden.)
O buna şaşırınca, buyurdu ki: (Bak evlat.
En azılı düşmanın nefsindir senin bizzat.
Dünyada, ondan ahmak bir varlık yoktur daha.
Gayesi, seni isyan ettirmektir Allah'a.)
Bir kimse de sordu ki: (Ne demektir tevekkül?)
Buyurdu ki: (Allah'tan gayriye verme gönül.
Hak teâlâ kefildir senin dahi rızkına.
Güvenme bunun için, Rabbinden gayrısına.)
Bir gün de, bu veli zat, bir yolda yürüyordu.
Bir genç gelip arkadan, ona bir tokat vurdu.
Lakin tanımıyordu onun kim olduğunu.
Muziplik olsun diye yapmıştı o genç bunu.
Görenler, derhal gidip onu ikaz ettiler.
(O, evliya bir zattır, sen ne yaptın?) dediler.
Genç bunu öğrenince, üzülüp döndü geri.
Dedi: (Özür dilerim, tanımadım sizleri.)
Buyurdu ki: (Evladım, sen üzülme, ol rahat.
Zira senden gelmedi bu fakire o tokat.
Asla hata yapmayan bir makam var ki oğlum,
Bu bize, o makamdan ulaştı, biliyorum.
O ise Allahtır ki, Onundur güç ve kuvvet.
O irade etmezse, bir şey etmez hareket.
Senin, benim, herkesin yapacağı fiiller,
O irade ederse, zuhur edebilirler.
Eğer O istemezse bir şeyin vukuunu,
Bütün dünya birleşse, yapamaz yine onu.
Senin de, biraz önce yaptığın o hareket,
Onun dilemesiyle vücuda geldi elbet.
Demek bir kusurumuz olmuş ki Rabbimize,
Senin vasıtan ile, bu ikaz geldi bize.)
.
15 - EBÜL HASAN HARKANİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Yük çekmeli
İnsanları hak yola çağıran bir evliya.
Harkan kasabasında teşrif etti dünyaya.
Uzun boylu, heybetli, yüzü nurlu ve beyaz.
Gözleri iri olup, kumraldı hem de biraz.
Tam hazret-i Ömeri andırırdı eşkali.
Sünnet-i seniyyeye muvafıktı her hali.
Bayezid Bistami’nin, senelerle kabrine,
Giderek, o menbadan çok nur aktı kalbine.
Her gidişte, Kur'anı, bir defa hatmederdi.
Ziyareti bitince, pek çok dua ederdi.
Resulullah'tan gelen o nurlar, aynen yine,
Bayezid’in kalbinden, aktı onun kalbine.
O henüz doğmamışken, duyulmamışken adı,
Onun geleceğini, haber verdi üstadı.
Şöyle ki, Bayezid-i Bistami hazretleri,
Ziyarete giderdi her sene şehidleri.
Kum tepe mevkiinde idi ki bu kabristan,
Giderken, geçerlerdi Harkan kasabasından.
Bu yerin havasını, koklardı derin derin.
Garibine giderdi, bu hal talebelerin.
Bir sefer sordular ki: (Efendim, ne ki sebep,
Bu yerin havasını koklarsınız böyle hep?
Bizler hiç duymuyoruz bir şeyin kokusunu.
Bu nasıl bir koku ki, alırsınız siz onu?)
Buyurdu ki: (Bu yerden, bana, öyle birinin,
Kokusu geliyor ki, Kutbu olur devrinin.
Adı Ali olur ve Ebül Hasan künyesi.
O, kendi zamanının olur hem bir tanesi.)
Ebül Hasan, dünyaya henüz teşrif etmeden,
Üstadı, bu şekilde haber verdi önceden.
Dünyaya yayılmışken onun şanı ve ünü,
Bilmiyordu zevcesi, lakin üstünlüğünü.
Hakaretler ederek, üzerdi de, o yine,
Devamlı sabrederdi, onun bu hallerine.
İbni Sina işitip bir gün Ebül Hasen’i,
Harkan'a , ziyarete gelmişti kendisini.
Evini öğrenerek, kapıyı çaldı hemen.
Zevcesine sordu ki: (Nerdedir Ebül Hasen?)
Dedi: (Gitti ormana, odun alıp gelecek.
Başka adam yok muydu, ziyaret eyleyecek?)
Daha münasebetsiz sözler de sarf edince,
İbni Sina şaşırıp, hayret etti bir nice.
Oradan ayrılarak, gidiyorken ormana,
Daha çok hayret ile rastladı birden ona.
Odunu, bir arslana yüklemiş geliyordu.
Onu böyle görünce, (Bu ne hal?) diye sordu.
Buyurdu ki: (Evimde, biraz önce gördüğün,
Bela ve sıkıntıyı çekerim hemen her gün.
Ben o bela yükünü taşırım evde öyle.
Bu da, benim yükümü taşıyor işte böyle.)
. Bir hırka hürmetine
Bir gurup erkanıyla, sultan Mahmud Gaznevi,
Ziyarete gelmişti, hazret-i Harkani’yi.
Gönülden inanarak onun büyüklüğüne,
Sohbetinde kavuştu, yüksek teveccühüne.
Görünce, o da onun sevgi ve ihlasını,
Çıkarıp verdi ona, mübarek hırkasını.
O Allah adamının hırkasını alarak,
Çıktı yine gazaya, huzurdan ayrılarak.
Harkan’dan uzaklaşıp, Semerkant’a gelince,
Yenilmek endişesi sardı onu iyice.
Hayli kalabalıktı zira düşman ordusu.
Onları görür görmez, fazlalaştı korkusu.
Derhal attan inerek, çıkardı o hırkayı.
Onu vesile edip, şöyle yaptı duayı:
(Ya Rabbi, bu hırkanın sahibi hürmetine,
Muvaffak kıl bizleri, düşmanın üzerine.
Eğer bana verirsen bu gün galibiyeti,
Fukaraya veririm, aldığım ganimeti.)
Bu duanın üstünden geçmedi fazla zaman.
Bir kasırga koptu ki, oldu her yer toz duman.
Öyle ki, görmüyordu bir kâfir, diğerini.
Başladılar vurmaya onlar birbirlerini.
Bu hengame içinde şaşıran o kâfirler,
Kendi kendilerini kılıçtan geçirdiler.
Doldu savaş meydanı, düşman ölüleriyle.
Sultan Mahmud, bu hali görerek gözleriyle,
Düşündü ki: Ne büyük veli imiş Harkani.
Tasarruf ve himmeti, ne kadar geldi ani.
Ebül Hasan Harkani, buyurdu ki bir zaman:
(Allah'ın kullarına, yardım edin durmadan.
Hele anne-babası, muhtaçsa bir kişinin,
Onlara hizmet etmek, devlettir onun için.
İki kardeş, bir evde yaşardı bir devirde.
Hizmete muhtaç olan vardı anneleri de.
Her gece, annesine, biri hizmet ederdi.
Öteki, bir köşede Rabbini zikrederdi.
Bir gece, kardeşlerden birisi, çok ibadet,
Yaparak, o taatten duydu çok haz ve lezzet.
Ricada bulundu ki öteki kardeşine:
(Bu gece de annemin, sen bak hizmet işine.)
Hizmet eden kardeşi, ona (Peki) diyerek,
Sarıldı annesinin hizmetine severek.
Öteki, taatini ederken gece eda,
Uyuyup, rüyasında duydu şöyle bir nida:
(Ey filan, bağışladık biz senin kardeşini.
Ve onun hatırına, affettik sonra seni.)
O buna şaşırınca, denildi ki kendine:
(Bizim ihtiyacımız, yok senin taatine.
Halbuki ihtiyacı var size annenizin.
Zira hizmetinize, muhtaç o şimdi sizin.
. Kutb-u âlem
Talebesinden biri, gelerek huzuruna,
Dedi ki: (İzninizle gideyim mi Lübnan'a?
Zira duydum, o yere uğrarmış Kutb-u âlem,
Gidip onu görürsem, olur mu istifadem?)
Hiç bir şey söylemeyip, gitmeye verdi izin.
O dahi çıktı yola, o Kutb’u görmek için.
Günlerce yol yürüyüp, kalmadı hiç takati.
Lübnan’a varır varmaz, gördü bir cemaati.
Bir de cenaze vardı musalla üzerinde.
Lakin onlar, sessizce otururdu yerinde.
Bu hal, o talebenin gitti çok garibine.
Yaklaşıp, şöyle sordu cemaatten birine:
(Cenaze namazını kılmazsınız, ne için?
Ve acep sırrı nedir bu sessiz bekleyişin?)
Dedi: (Kutb-u âlemi bekleriz bizler şu an.
Sen dahi otur bekle, teşrif eder birazdan.)
O bunu öğrenince, sevindi için için.
Çünkü o da gelmişti, o Kutb’u görmek için.
Bir köşeye çekilip, oturmuş bekler iken,
Birazdan o cemaat, kalktılar hepsi birden.
O da kalktı ayağa, şaşkına döndü fakat.
Zira kendi üstadı Ebül Hasan’dı o zat.
Dedi: Benim hocammış beklediğim o kutup.
Ve kendi kendisine utandı, oldu mahcup.
Bu durum karşısında, dehşete düştü birden.
Bu halin tesiriyle, geçiverdi kendinden.
Kendine geldiğinde, bitmiş gördü işleri.
Üstadı da, namazı kıldırıp gitmiş geri.
Derhal sual etti ki cami cemaatine:
(O giden zat, buraya teşrif eder mi yine?)
Dediler: (Kutb-u âlem, hemen her gün, beş defa,
Teşrif edip, namazı bu yerde eder ifa.)
Dedi ki: (Ben de onun talebesiyim heyhat!
Kutup o olduğunu, bilmezdim önce fakat.
Duymuştum, Kutb-u âlem sık gelirmiş bu yere.
Harkan'dan , ta buraya geldim onu görmeye.
Ve hatta gelmek için, almıştım ondan izin.
Lakin şimdi öğrendim iç yüzünü bu işin.
Ben Kutb'u görmek için, aştım dağlar tepeler.
Öğrendim ki o Kutup, hocammış benim meğer.
Şimdi ben ne yapayım, üzmüş oldum kendini.
Siz şefaat edin de, affetsin hocam beni.)
Dediler: (Gelir yine, öbür namaz vaktine.
O gelince, halini arz edersin kendine.)
Koyuldu beklemeye, çok perişandı hali.
Az sonra teşrif etti Ebül Hasan Harkani.
Bin pişmanlık içinde yanlarına giderek,
Affını talep etti, halini arz ederek.
Üstadı, eli ile tuttu onun elini.
O, bir anda Harkan'da buluverdi kendini.
. Kibir ve tevazu
Sultan Mahmud Gaznevi, bir asya kıtasına,
Malik olup gelmişti, Harkan yakınlarına.
Adamlar göndererek hazret-i Harkani’ye,
Emretti: (Rica edin, yanıma gelsin) diye.
Ebül Hasan Harkani, bir miktar düşünerek,
Gitmedi onlar ile, özür beyan ederek.
Ulaşınca bu haber Mahmud-u Gaznevi’ye,
Dedi ki: (Biz gidelim öyleyse o veliye.)
Geldi ve selam verdi, biraz gururlanarak.
O, aldı selamını, yerinden kalkmayarak.
Ayağa kalkmaması, dikkatini çekti pek.
Düşündü ki: Bu işte, bir hikmet olsa gerek.
Oturup, daha sonra sordu ki şu suali:
(Nasıl bir kimse idi Bayezid-i Bistami?)
Buyurdu: (Öyle kâmil veliydi ki Bayezid,
Onu gören, imana kavuşurdu tez vakit.)
O, itiraz ederek, dedi: (Ya Ebel Hasen!
Bunu nasıl söylersin Bayezid hakkında sen?
Zira Resulullah'ı, o Kureyş kâfirleri,
Bir kez değil, binlerce görmüşlerdi her biri.
Bahusus Ebu Cehil ve hem de Ebu Leheb,
Allah'ın Resulünü, her gün görürlerdi hep.
Onlar eremedi de imana, hidayete,
Bayezid'i gören mi erecek bu devlete?)
Buyurdu: (Öyle ama, onlar gibi çok ahmak,
Onu göremediler bir Peygamber olarak.
Çünkü anlamadılar Peygamber olduğunu.
Onlar, görmüş oldular, Abdullah’ın oğlunu.
Yalnız dışa baktılar, maddeye saplandılar.
O gözle bakınca da, malesef aldandılar.
Sıddık -ı ekber gibi, onlar da, inanarak,
Eğer görseler idi Onu Resul olarak,
Onlar da, onun gibi küfürden kurtulurdu.
Ona iman ederek, hidayeti bulurdu.)
Bu sözleri, dikkatle dinleyen Sultan Mahmud,
Gönülden kabul edip, sevindi, oldu hoşnud.
Ve bir kese altını ettiyse de hediye,
O, hiç kabul etmedi (İhtiyacım yok) diye.
Dedi ki: (Öyle ise, bir hatıra ver bana.)
Mübarek hırkasını çıkarıp verdi ona.
İzin alıp giderken Sultan Mahmud Gaznevi,
Kalkarak uğurladı bu sefer kendileri.
Sultan dedi: (Az önce, geldiğimde buraya,
İltifat etmediniz, kalkmadınız ayağa.
Şimdi ise ayakta, ilgi gösterirsiniz.
Bunun hikmetini de, lütfen söyler misiniz?)
Buyurdu ki: (Az evvel, bir gururla gelmiştin.
Ve beni imtihana tevessül eylemiştin.
Şimdi, attın o kibri, büründün dervişliğe.
Ayağa kalkmamızın, sebebi budur işte.)
. Beni anın!
Hazret-i Bayezid’in, en baş talebesiydi.
O zamanda yaşıyan veliler incisiydi.
Uzun boylu ve güzel, alnı geniş idi hem.
İri gözlü ve kumral bir zat idi mükerrem.
Bir gün bazı kimseler, çıkarken bir sefere,
Birini gönderdiler hazret-i Harkani’ye.
Gelip dedi: (Efendim, çok korkulu bu yollar.
Bir dua öğretin de, kurtulsun okuyanlar.)
Buyurdu: (Hatırlayın o an Ebül Hasen'i.
Kurtarır Hak teâlâ hem onları, hem seni.)
Gelip haber verince, dediler: (Nasıl olur?
Onu hatırlamakla, insan nasıl kurtulur?)
Az sonra eşkıyalar, kestiler yollarını.
Biri hariç, hepsinin aldılar mallarını.
O kurtulan kişiye, gelip şöyle sordular:
(Niçin senin malına, bunlar dokunmadılar?)
Dedi: (Ebül Hasen'i getirdim hatırıma.
Onun için bir zarar gelmedi mallarıma.)
Daha sonra toplanıp, hep geriye geldiler.
Hazret-i Harkani’ye durumu arz ettiler.
Dediler ki: (Efendim, hepimiz Allah! dedik.
Ve lakin malımızın tamamını kaybettik.
İçimizde sadece sizi andı bu kişi.
Kurtuldu onun malı, anlamadık bu işi.)
Buyurdu: (Hak teâlâ, günahkâr bir ağızla,
Yapılan duaları, müstecab kılmaz asla.
Siz, günahkâr ağızla, Allah'a yalvardınız.
Kabul olunmayınca, ziyan oldu malınız.
Bu ise, beni anıp bir yardım isteyince,
Rabbime, onun için dua ettim hemence.
Günahsız ağız ile yaptığımdan duayı,
Hak teâlâ da ondan def etti bu belayı.)
Bir günkü sohbetinde buyurdu: Ey insanlar!
Günah işlemeyin ki, ahirette hesap var.
(Ben bugün, Allah için ne yaptım?) diye her gün,
Kendine hesap sor ki, azalsın günah yükün.
Zira Peygamberimiz, buyurur ki: (Şimdiden,
Görün hesabınızı, hesaba çekilmeden.)
Soracak Hak teâlâ, girince kabre yarın:
(Nasıl para kazanıp, nerelere harcadın?
Ve nerede eskitip, yordun bu vücudunu?)
Cevap hazırlayın ki, soracak Allah bunu.
Hazret-i Ömer bile, sorarmış kendine hep.
Dermiş ki: (Allah için, ne yaptın bu gün acep?)
Bu gün, amellerini kim yaparsa ihlasla,
Ona, mahşer gününde üzüntü olmaz asla.)
. Kabrimi derin kazın
Bir gün Ebül Hasan-ı Harkani’nin evine,
Kalabalık bir gurup geldi ziyaretine.
Bir hayli uzak yoldan gelmiş olduklarından,
Hepsi bitab düşmüştü, açlık ve yorgunluktan.
Lakin Ebül Hasan-ı Harkani’nin evinde,
Yemek için, tek bile ekmek yoktu o günde.
Halbuki misafirler, kalabalıktı hayli.
Hizmetçisi gelerek, arz edince bu hali.
Buyurdu: (Ekmekliğin üstüne bir örtü at.
Altından, ekmekleri çıkar al, bakma fakat.)
Hizmetçi (Peki) deyip, ifa etti bu emri.
Başladı çıkarmaya oradan ekmekleri.
Yüzden fazla misafir vardı ki evlerinde,
Ekmekler, tepe gibi yığıldı önlerinde.
Hizmetçi de bu işe şaşırmış olduğundan,
Meraklanıp, örtüyü kaldırıp baktı bir an.
Lakin söz dinlemeyip, bakınca o bir defa,
O örtünün altından, çıkmadı ekmek daha.
Buyurdu ki: (Sen onu kaldırmasaydın eğer,
Ta kıyamete kadar, çıkardı o ekmekler.)
Vefatı yaklaşınca, eyledi ki vasiyet:
(Öldüğümde, kabrimi derince kazın gayet.
Zira yatacağım yer, üstadım Bayezid'in,
Kabir seviyesinden, daha da olsun derin.)
O kadar fazla idi üstadına hürmeti.
O gece vefat edip, yapıldı vasiyeti.
Ebül Hasan Harkani, verilince toprağa,
Ne hikmetse o gece, çok kar yağdı oraya.
Ertesi gün insanlar, geldiler ziyarete.
Ve lakin çok şaşırıp, düştüler bir hayrete.
Zira hiç mezar taşı yok iken kabirde dün,
Başında, koca bir taş dururdu ertesi gün.
Sorup araştırırken kimin getirdiğini,
Gördüler bir arslanın, karda ayak izini.
Hak teâlâ indinde kıymeti büyüktü pek.
Yaydığı nur ve feyiz, ulaştı bu güne dek.
İnsanlar, akın akın gelip ziyaretine,
Dua ederlerdi hep, bu zatın hürmetine.
Dediler ki: (Dünyada, en kıymetli şey nedir?)
Buyurdu ki: (Allah'ı unutmayan bir kalptir.)
Kalp kırmak hakkında da, buyurdu ki: (Bir kimse,
Bir gün, akşama kadar kimseyi üzmez ise,
Sanki o kul, o günü, Resulle geçirmiştir.
O günkü taatinden, alır sevap ve ecir.
Bir mümini kırar da, verirse bir ızdırap,
O günkü taatinden, kazanmaz hiç bir sevap.
Allah rızası için, bir mümin kardeşini,
Ziyaret eder ise, alır yüz hac ecrini.
Ve hatta bu niyetle, gitse bir ahbabına,
Kavuşur yüzbin altın sadaka sevabına.)
.
16 - EBU SAİD-İ EBÜL HAYR (Rahmetullahi Aleyh
Devrinin bir tekiydi
Dokuzyüz altmışyedi miladi senesinde,
Tevellüd eylemiştir Horasan beldesinde.
Evliyanın büyüğü olan bu mübarek zat,
Seksen iki yaşında bu yerde etti vefat.
Henüz çocuk idi ki, babası onu ilkin,
Camiye götürmüştü, Cuma namazı için.
Ve yolda götürürken babası bu oğlunu,
Evliya-yı kiramdan bir kimse gördü onu.
Ebül Kasım Gürgani idi ki bu büyük zat,
Yaklaşıp ilgilendi çocukla hemen bizzat.
Babasına dönerek, buyurdu ki: (Kardeşim,
Bunu bize getir ki, onunla vardır işim.)
Babası (Peki) deyip bu velinin emrine,
Namaz kılıp, oğlunu götürdü hanesine.
Ebu Said diyor ki: Duvarda, hayli yüksek,
Bir raf ve üzerinde duruyordu bir ekmek.
O sırada, babama buyurdu ki o veli:
(Bu çocuğu kaldır da, raftan alsın ekmeği.)
Babam, beni o rafa kaldırınca çabucak,
O ekmeği aldım ki, gayet taze ve sıcak.
Ebül Kasım, ekmeği, bölüverdi ikiye.
Birini bana verip, buyurdu ki: (Bunu ye!)
Kendi de biraz yiyip ve babama dönerek,
Buyurdu: (Otuz yıldır o raftadır bu ekmek.
Bana ilham oldu ki: Bu, her kimin elinde,
Sıcak olsa, o, büyük veli olur devrinde.
Sana müjde olsun ki, o, senin bu oğlundur.
Büyüyünce, çok büyük âlim ve veli olur.)
Ebu Said, o günden başladı tahsiline.
On senede, her ilmin vakıf oldu hepsine.
Bir gün, Serahs şehrinde dolaşırken dağlarda,
Ehl-i hal bir kimseye rastladı oralarda.
Oturmuş, kaftanını yamıyordu o kişi.
Yaklaşıp, o kimseden kesiverdi güneşi.
Yani düştü gölgesi, o zatın kaftanına.
O, yamayı dikerken, şöyle bir baktı ona.
Dedi: (Ey Ebu Said, işte bu yama ile,
Birlikte, bu kaftana diktim ben seni bile.)
O da, Ebu Said’in manen üstünlüğünü,
Kalp gözüyle görerek, söyledi bu sözünü.
Ve elinden tutarak, götürdü üstadına.
Ebül Fadl-ı Serahsi, bir defa baktı ona.
Buyurdu: (Maksadımız şudur ki ey evladım!
İnsanları, hak yola çekelim adım adım.
Yüzyirmidört bin kadar Peygamberler de zaten,
Bu işi yapmak için gelmişlerdir esasen.)
Ruhlara hayat veren bu sözleri, o vakit,
Kendinden geçer gibi dinledi Ebu Said.
O günden devam etti bu velinin dersine.
Yükseldi tasavvufun yüksek derecesine
.
Uçmak hüner değildir
Gayet mütevazıydı, (Ben) demezdi o asla.
Konuşurken, söylerdi Allah için, ihlasla.
Derdi ki: (Asıl maksat, dine mutabaattır.
İslama uymadıkça, her hüner kabahattır.)
Bir gün, bazı kişiler dediler: (Filan kişi,
Su üstünde yürüyor, kıymetli mi bu işi?)
Buyurdu ki: (Yüzüyor ördek ve kurbağa da.
Kıymeti yok, islama gevşek ise uymada.)
Bir gün de dediler ki: (Efendim, falan insan,
Kuş gibi, havalarda uçuyor uzun zaman.)
Buyurdu ki: (Sinek ve çaylak da uçmaktadır.
İslama uymadıkça, hüner değil, hatadır.)
Dediler ki: (Efendim, var ki filan adam da,
Dünyanın bir ucuna gitmektedir bir anda.)
Buyurdu ki: (Şeytan da yapabilir bu işi.
Uçmakla, hiçbir kıymet kazanmaz asla kişi.)
Sonra dedi: (Kıymeti, yoktur böyle şeylerin.
Siz, Allah'ın emrine uymaya gayret edin.
Mert olan, insanların arasında bulunur.
Evlenip, herkes gibi bir işle meşgul olur.
Ve lakin bunlar ile meşgul etmez kalbini.
Bir an olsun çıkarmaz hatırından Rabbini.)
Babası anlatır ki: Her gece, bu oğlumu,
Kontrol ederdim ki, iyice uyudu mu?
Onun uyuduğuna getirince kanaat,
Ancak öyle yatıp da, uyurdum ben de rahat.
Lakin bir gün uyandım, gece karanlığında.
Baktım ki, Ebu Said yok idi yatağında.
Aradım bulamadım, merak ettim begayet.
Sabah yine gördüm ki, eylemiş eve avdet.
Düşünüp, kapısına zincir vurdum sonradan.
Diyordum ki: O artık, hiç çıkamaz odadan.
Lakin o, yine çıktı, hiç bir şey anlamadım.
Sonunda, kendisini sıkı takibe aldım.
Baktım, çıkıp mescide giriverdi gizlice.
Kapıyı, arkasından sürgüledi iyice.
Seyrettim pencereden, namaza durdu ilkin.
Sonra, bir kuyu vardı köşesinde mescidin.
Bir ağaç uzatarak o kuyunun ağzına,
Ayaklarını, iple, bağladı sonra ona.
Kuyuya, baş aşağı asıverdi kendini.
Başladı okumaya Kur'an âyetlerini.
Bir tatlı okurdu ki Kur'anı, âyet âyet,
Seher vaktine doğru, hatim etti nihayet.
Sonra, çıktı kuyudan ve yöneldi evine.
Hiç zinciri bozmadan, odaya girdi yine.
Bir kaç gece, devamlı takib ettim bu minval.
Ve gördüm ki, her gece vaki oldu aynı hal.
Onun bu hallerinden, anladım ki, kendisi,
Olacak ileride devrinin bir tanesi.
.
Sözü çok tesirliydi
Ebu Ali Dekkak nam, vardı ki veli bir zat,
Çok saliha bir kızı var idi onun bizzat.
Bu kız, Ebu Said’in vâzına gitmek için,
Babasına söyleyip, ilk defa aldı izin.
Kadınlar bölümüne girip çıktı üst kata.
Az sonra Ebu Said başladı nasihata.
Bir mesele hakkında, vererek bir malumat,
Sonunda buyurdu ki: (Bunu ben, ey cemaat,
Ebu Ali Dekkak'tan duymuş idim esasen.
Onun bir parçası da, burdadır şimdi zaten.)
Bir vaiz var idi ki Ebu Kasım isminde,
Bilmeden konuşurdu, bu zatın aleyhinde.
Yine bir gün, vâzında dedi ki: (Ey cemaat!
Size, Ebu Said'den asla gelmez menfaat.)
Gece, Resulullah'ı görüp lakin bu vaiz,
Dedi: (Ya Resulallah, nereye teşrifiniz?)
Resulullah, o zata buyurdu ki: (Ey oğlum!
Hace Ebu Said'in vâzına gidiyorum.)
Uykudan uyanınca, kaldı hayret içinde.
Tutuştu, yandı içi pişmanlık ateşinde.
Kalbinde, ona karşı duyduğu kin ve garez,
Giderek, muhabbet ve hürmete döndü bu kez.
Derhal Ebu Said’in huzuruna giderek,
Pek çok özür diledi, rüyayı arz ederek.
Ertesi gün vâzında, dedi ki: (Ey insanlar!
Gidip Ebu Said'den, alın feyiz ve envar.
Ona tövbe eyledim, budur asıl, hakikat.
Önce, bunun aksini söylüyordum ben fakat.)
Bir gün de Ebu Said buyurmuş idi ki: (Biz,
Helal lokma kalmasa, yine haram yemeyiz.)
İşitti birisi de onun bu kelamını.
İmtihana yeltendi bu Allah adamını.
Biri helal, öteki haram’dan iki oğlak,
Aldı ve kızarttırdı gayet nefis olarak.
Sonra, koydu onları iki ayrı tepsiye.
Ona götürsün diye, verdi bir hizmetçiye.
Hizmetçi götürürken, birden kayıp ayağı,
Düşürdü elindeki haram olan oğlağı.
O sırada bir köpek geçiyordu o yerden.
Düşen o haram eti, kaçırıp yedi hemen.
Hizmetçi, öbürünü alıp sonra eline,
Geldi Ebu Said’in mübarek hanesine.
Ona hiç bahsetmeden yoldaki hadiseyi,
Dedi: (Size gönderdi filan zat bu tepsiyi.)
Ve lakin Ebu Said buyurdu ki bu kere:
(Haram taam, elbette layıktır köpeklere.
Helal ise, hep helal yiyene olur nasip.
Zira haram, onlara değildir hiç münasip.)
O kişi, hizmetçiden alınca bunu haber,
Ona buğz eylemekten, eyledi artık hazer.
.
Hepsi iman ettiler
Ebu Hasen adında biri vardı bi-edep.
Hace Ebu Said’i, inkâr ediyordu hep.
Ve lakin Ebu Said, hep sükut ediyordu.
(İnşallah hakikati bir gün anlar) diyordu.
Ve hatta buyurdu ki bir gün talebesine:
(Gelin, Ebül Hasen'in gidelim hanesine.)
Dediler ki: (O size, ediyor hep hakaret.
Niçin edeceksiniz gidip onu ziyaret?)
Buyurdu ki: (O bizi, yanlış yolda biliyor.
Bize değil yanlışa buğz edip, diş biliyor.
Bu işte hüsn-i niyet sahibiyse o şayet,
Sonunda Allah ona, nasib eder hidayet.)
Ve o gün yola çıktı, bir kaç talebesiyle.
Geldi Ebu Hasen’i ziyaret gayesiyle.
Gönderdi daha önce talebeden birini.
Ki, söylesin görüşmek için geldiklerini.
Ve lakin Ebu Hasen reddeyledi aşikâr.
Dedi ki: (O kimsenin, burada ne işi var?
Git, hemen benden taraf söyle ki o kimseye,
Bana geleceğine, gitsin bir kiliseye.)
Ebu Said Ebül Hayr, buyurdu ki: (O kimse,
Madem böyle istiyor, gidelim öyle ise.)
Oradan ayrılarak, kiliseye vardılar.
Ayin yapıyorlardı o gün hıristiyanlar.
Bu veliyi görünce, merak ettiler ki hep:
Ebu Said, buraya ne için geldi acep?
Zira işitmişlerdi onun büyüklüğünü.
Bu hal, gariplerine gitmiş idi o günü.
Yüzlerce hıristiyan, onu görüp, anında,
Bu mübarek velinin toplandılar yanında.
İsa aleyhisselam ve hazret-i Meryem’in,
Resimleri var idi içinde kilisenin.
Görünce duvardaki o, bu iki sureti,
Maide suresinden, okudu bir âyeti.
Rabbimiz buyurdu ki: (Ya Meryem oğlu İsa!
Sen mi bu insanlara söyledin ki bilhassa,
Allahü teâlâyı bırakıp da hepiniz,
Beni ve validemi ilah kabul ediniz?)
Peşinden buyurdu ki: (Hazret-i Muhammed'in,
Dini haksa, şu anda Allah'a secde edin!)
O anda, o tablolar, hikmet-i ilahiyle,
Duvardan yere düşüp, secde etti haliyle.
Kıbleye müteveccih, yüzleri üzre yani,
Düşerek, o resimler, aldı secde halini.
Görüp, feryad ettiler hıristiyanlar o an.
Şehadeti söyleyip, ettiler hepsi iman.
Sonra Ebu Hasen de öğrenince bu hali,
Hatasını anlayıp, pişman oldu bir hayli.
Derhal Ebu Said’in gelerek huzuruna,
Af dileyip, halis bir talebe oldu ona.
.
Seninle işimiz var
Hasen Müeddeb adlı var idi ki bir kişi,
Ticaret yapmak idi yegane onun işi.
Bu zat, Ebu Said’in gelip memleketine,
Onu çok merak edip, gitti ziyaretine.
Aslında evliyaya inanmazdı hiç bu zat.
Nasıl bir kimse? diye, merakı vardı fakat.
Bu tüccarı görünce, Ebu Said Ebül Hayr,
Buyurdu ki: (Gel otur, seninle işimiz var.)
Konuşurken, içeri girdi fakir bir kimse.
Dedi: (Verir misiniz bana bir tek elbise?)
Tüccar, niyet etti ki, versin ona bir gömlek.
Vaz geçti sonra lakin, onu fazla görerek.
Zira düşünmüştü ki: Bu, bana hediyedir.
Hem de kıymetli olup, on altın değerdedir.
O ara bu veliye sual sordu bir adam.
Dedi ki: (Nasıl gelir, Rabbinden kula ilham?)
Buyurdu ki: (Kardeşim, az önce, Hak teâlâ,
Bir gömlek hususunda, ilham etti bir kula.
O, vaz geçip dedi ki: Hediyedir, veremem.
On altın değerinde, bir kıymeti vardır hem.)
O an tüccarın kalbi, değişti birden bire.
Gömleğini çıkarıp, hibe etti fakire.
Bir gün de, gencin biri, kervan ile bir yola,
Çıkmıştı ki, bir yerde kervanı verdi mola.
Yorgun ve uykusuzdu, uyudu az bir zaman.
Uyanınca baktı ki, kervan gitmiş oradan.
Sağa sola bakınıp, kimseyi görmeyince,
Onu, bu ıssız çölde, korku sardı iyice.
Bastırdı sonra onu, bir susuzluk ve açlık.
Hayattan ümidini kesmişti o genç artık.
O anda, uzaklarda gördü yeşil bir mahal.
Gücünü toparlayıp, oraya vardı derhal.
Çeşmede abdest aldı ve kıldı iki rekat.
Biraz sonra oraya, uzaktan geldi bir zat.
Uzun boylu, heybetli, gür sakallı ve beyaz.
Sevimli bir zat idi, o dahi kıldı namaz.
Bitirince, genç hemen yaklaşarak yanına,
Dedi ki: (Ey efendim, yardım et lütfen bana!
Zira ben, kervanımı kaybettim az ilerde.
Açlık ve susuzluktan, öleceğim bu yerde.)
O sırada bir arslan geçiyordu öteden.
Bir el işaretiyle çağırdı onu hemen.
Gelince, bir şey dedi eğilip kulağına.
Sonra gence dedi ki: (Haydi korkma, bin buna!)
Bir kaç adım gidince, arslandan indi yine.
Gördü ki, vasıl olmuş kendi memleketine.
Ve sonra işitti ki, Ebu Said Ebül Hayr,
Adında bir veli zat, o yere uğradılar.
Ziyaretine gidip, gördü ki genç bu sefer,
Kendisini arslana bindiren zatmış meğer.
.
Ne büyük veli imiş
Hace Ebu Said’in var idi ki bir oğlu,
O, mektebe gitmekten, çekinip korkuyordu.
Mektebe gitmemekti arzusu onun bir tek.
Söyledi babasına, o bunu üzülerek.
O zaman Ebu Said, bu oğluna dedi ki:
(Madem istemiyorsun, mektebe gitme peki.)
Adı Ebu Tahir’di, sardı onu bir sevinç.
Dedi: (Yani mektebe, gitmeyecek miyim hiç?)
O, gözünü kapayıp daldı bir tefekküre.
Sonra, şöyle buyurdu oğlu Ebu Tahir’e:
(Ey oğlum Ebu Tahir, mektebe gitme, peki.
Ama Feth suresini ezberle elbette ki.)
(Peki baba!) diyerek, sevindi gayet buna.
Ve Fetih suresini, hıfz etti baştan sona.
Aradan yetmiş sene geçmişti ki, bir vakit,
Ayrıldı bu dünyadan babası Ebu Said.
Sonra, kendisinin de yaşı ilerleyince,
Maddi yönden fakir ve muhtac oldu bir nice.
Ve İsfehan hakimi Hace Nizamülmülk’ün,
Huzuruna gitmeye, karar verdi o bir gün.
Ve gidip görüşerek, takdim etti kendini.
Söyledi maddi yönden sıkıntı çektiğini.
O hakim, kendisine yaparak izzet, ikram,
Bütün ihtiyacını yerine getirdi tam.
Lakin adamlarından biri vardı, fitneci,
Ona olan ihsandan, sıkıldı hemen içi.
Gelip dedi: (Efendim, siz ne yapıyorsunuz?
Kime ihsan yaptınız, hiç tanıyor musunuz?
O, gayet cahil olup, ilgisi yok ilimle.
Ve Kur'an-ı kerimi okumak bilmez bile.)
Üzüldü Nizamülmülk ve o şahsa dedi ki:
(Madem böyle diyorsun, isbat et bunu peki.
Benim hüsn-ü zannım var Kur'an okuduğuna.
İstersen çağıralım, sen bir şey okut ona.)
İlim ehli zatlardan, meclis hazırladılar.
Sonra, Ebu Tahir’i oraya çağırdılar.
Hakim, o fitneciye dedi ki gayet rahat:
(Her hangi bir sureyi, söyle, etsin kıraat.)
Fitneci düşündü ki, zorca olsun bilhassa.
Dedi: (Feth suresini okusun biliyorsa.)
Ebu Tahir, bir güzel okuyup o sureyi,
Mahcub etti böylece, o fitneci kimseyi.
Ve lakin hem okuyor, hem de çok ağlıyordu.
Gözlerinden, sel gibi yaşlar boşanıyordu.
Sorunca Nizamülmülk ağlama hikmetini,
Anlattı babasının, işbu kerametini.
Nizamülmülk dedi ki: (Ne büyük veli imiş.
Yetmiş sene sonraki hadiseyi bildirmiş.)
.
17 - AHMET BİN HARP (Rahmetullahi Aleyh
.
Nasıl rahat uyunur?
Ahmet bin Harp vardı ki, Allah adamlarından.
Şiddetle kaçınırdı, her günah ve haramdan.
Rabbine, gece gündüz yapardı çok ibadet.
Günah işlememeye, ederdi sa’yü gayret.
Ömründe, hiçbir gece uyumadı tamamen,
Bunu soranlara da, şöyle derdi cevaben:
(Bir kul ki var önünde, ya Cehennem, ya Cennet,
Ya ebedi azaplar, ya da sonsuz saadet.
Ölünce, hangisine gidecek, yok bilgisi.
Bu insanın, yatmakla olur mu bir ilgisi?
Ateş mi, saadet mi, henüz belli değildir.
Bu kişi nasıl yatar, nasıl uyuyabilir?)
Derdi ki: Ey insanlar, bu toprak, yani bu yer,
İki kısım kimseye, hayretle nazar eder.
Biri şu kimsedir ki, gafil olur ölümden.
Rahatça yatar uyur, ölümü düşünmeden.
Halbuki toprak, ona, lisan-ı hali ile,
Seslenir ki: (Ey insan, kulak ver, beni dinle.
Şu rahat yatağına girip uyursun, lakin,
Bilmezsin ki, süratle yaklaşıyor ecelin.
Yakında, sen de ölüp gireceksin içime.
Nazik tenin çürüyüp, olacak lime lime.
Böyleyken, sen nasıl da rahatça uyuyorsun?
Bu korkunç hakikati niçin düşünmüyorsun?)
Öbürü, uğraşır hep hırsla dünya işiyle,
Bir arazi yüzünden, hasımdır kardeşiyle.
Lisan-ı hali ile toprak der ona dahi:
(Ey kişi, sen de bir gün öleceksin Vallahi.
Zira bu kavgasını yaptığın arazinin,
Önceki sahipleri nerdedir, bilir misin?
Hepsi ölüp çürüdü, almıyorsun hiç ibret.
Senin de akıbetin, olacak öyle elbet.)
Derdi ki: (Çözemedim şu garip bilmeceyi.
Birine gündüz dense, o, hatırlar geceyi.
Ne kadar şaşılır ki, Cennet denilse ona,
Cehennemin varlığı, hiç gelmez hatırına.
Halbuki Vallahi var, Billahi var Cehennem.
Hem de, insanlar için yanacak ebediyen.)
Buyurdu: (Bir insan ki, erişmiş kırk yaşına.
Gitmiş gücü kuvveti ve ak düşmüş saçına.
Hatta hacca da gidip, Kâbe’yi etmiş tavaf.
Buna rağmen gafletten uyanmazsa, ne tuhaf.
O, hala oyun ile geçirirse ömrünü,
Ve hiç düşünmez ise sonunu, ölümünü,
Ne kadar acınacak bir haldedir o insan.
Eceli yaklaşmış da, o, hala eder isyan.
.
Dehri iman ediyor
Bizanslılar devrinde, bir doktor yaşıyordu.
Allaha inanmıyor, hâşâ (yoktur) diyordu.
O, semavi dinlerden, inanmazdı birine.
Derdi ki: (Var olmuştur, âlem kendi kendine.
Yoktur bu kainatı bir yaratan, var eden.
Bana, isbat eylesin, aksini varsa diyen.
Kim ikna eder ise, beni kendi fikrine,
Ben dahi gireceğim, o kimsenin dinine.)
Halk ifsad oluyordu, zehirli sözlerinden.
Hıristiyan âlemi, aciz kaldı elinden.
Bunu, krallarına, gidip haber verdiler.
(Bu dinsizi, biz ikna edemedik) dediler.
Kralın da o ara, geldi ki hatırına:
Göndereyim bunu ben, müslüman diyarına.
Onların âlimleri, daha çok bilgilidir.
Bu dehrinin haddini, ancak onlar bildirir.
Bir de mektup yazarak islam hükümdarına,
Dedi: (Dinsiz bir doktor gönderiyorum sana.
Kendisi dehri olup, tanımıyor Rabbini.
Bildirsin ulemanız, bu dehriye haddini.)
Haber saldı hükümdar, Ahmed bin Harb’e hemen.
O dahi hükümdara, buyurdu ki cevaben:
(Hazırlayın sarayda, münazara yerini.
Ben biraz gecikirim, az beklesin o beni.)
Ahmed-i harb, meclise geç gelince bilerek,
Sordu dehri: (Ne için, geç kaldınız?) diyerek.
Buyurdu ki: (Ben abdest almak için, Dicle'ye,
Gidince, şahit oldum gayet tuhaf bir şeye.)
(Ne gördünüz?) deyince, buyurdu: (Biraz evvel,
O suyun kenarında, ağaç vardı çok güzel.
Baktım, yere yıkıldı, sonra o ağaç yine,
Biçilip tahta oldu, hemen kendi kendine.
Sonra da bu tahtalar, insan eli değmeden,
birbiriyle birleşip, bir sandal oldu hemen.
Kayıkçısız, küreksiz, başladı yürümeye,
Bu sebeple geciktim, yanınıza gelmeye.)
Dehri bunu dinleyip, dedi ki: (Bu, delidir.
Bu saçma sözleri de, bunun bir delilidir.)
Buyurdu ki: (Ey ahmak, vazgeç bu gururundan.
Senin saçmalarının, bir farkı var mı bundan?
Sen dersin ki: Bu âlem, olmuş kendi kendine.
Bu sözün, uyuyor mu hiç bir akla ve dine?
Bir sandal ki, ustasız yapılamazsa madem,
Nasıl kendi kendine oldu bu koca âlem?
Bir âlem ki, içinde, ne ince sanatlar var.
Ay, güneş sistemleri, milyonlarca yıldızlar.
Akılları şaşırtan, bu incelikleriyle,
Bu âlem, hiç sahipsiz olur mu, peki söyle?)
Dedi ki: (Çok haklısın, lazım elbet bir yapan.)
Şehadeti getirip, imana geldi o an.
.
18 - İMAM-I ALİ RIZA (Rahmetullahi Aleyh
.
Rüyada söyledik ya
Seyyid , yani Resulün evladından bir zattır.
Çok büyük veli olup, kerametleri vardır.
O, yediyüz yetmiş’te teşrif etti dünyaya.
Tus’da , elli yaşında, göçtü dar-ı bekaya.
Maruf-i Kerhi ile, Bayezid-i Bistami,
Bu zattan feyz alarak, oldular din âlimi.
Bir gün hazret-i İmam, bakarak bir kimseye,
Buyurdu: (Hazır mısın ahirete gitmeye?
Zira ölüm bekliyor, yakında seni elbet,
Hazırlığını yap ve yaz hemen bir vasıyet.)
Bu sözü üzerine, üç gün geçti aradan.
O kimse vefat edip, ayrıldı bu dünyadan.
Bir kimse anlatır ki: (Hacca niyet eyledim.
Evimde, sert kumaştan ihramım vardı benim.
Lakin böyle kumaştan ihram olur mu? diye,
Mektup yazıp, sormayı düşündüm bu veliye.
Yazıp irsal eyledim hemence bu nameyi.
Ve lakin unutmuşum bunu sual etmeyi.
Sonra hatırlayınca, gayet üzdü beni bu.
Zira sırf bunun için yazmıştım o mektubu.
Çok geçmeden, bir cevap yazdı ki bana İmam:
(Sen sormayı unuttun, caizdin öyle ihram.)
Biri de anlatır ki: İmam’ın huzuruna,
Girip, Hind lisaniyle bir selam verdim ona.
O dahi cevap verdi, bana Hind lisaniyle.
Sonra çok sual sordum, cevap verdi bu dille.
Dedim ki: (Arabiyi iyi bilmiyorum pek.
Lakin çok istiyorum, bu lisanı öğrenmek.)
Mübarek eli ile, mesh eyledi ağzımı.
Konuşmaya başladım o anda bu lisanı.
Biri dahi gelerek, dedi ki bu veliye:
(Efendim dua edin, bir oğlum olsun diye.)
İmam-ı Ali Rıza, bu ricasına onun,
Buyurdu ki: (Bir değil, olur iki çocuğun.)
O, şöyle düşündü ki, sevinip buna gayet:
Birine Ali derim, ötekine Muhammed.
Bu fikrimi anlayıp, şöylece buyurdular:
(Birisine Ali de, diğerine Ümmü Amr.)
Ümmü Amr, kız ismiydi, merak etti bunu pek.
Hakikaten doğumda, bir kız oldu, bir erkek.
Biri dahi vardı ki, tutuktu dili biraz.
İstedi, bu derdini İmam’a eyleye arz.
O gece rüyasında, İmam’ı gördü bu zat.
Kendisine, bir ilaç tarif etti o bizzat.
Buyurdu: (Bir bardağa, kimyon, tuz ve su doldur.
Karıştırıp, ağzında çalkala, şifa olur.)
Uyanıp, rüyasını hatırladı nihayet.
Ve lakin rüya deyip, vermedi ehemmiyet.
Huzuruna gidince bu evliya kişinin,
İlaç talep eyledi bu tutuk dili için.
Buyurdu ki: (Bu gece, sordun ya bunu bize.
Ne için uymuyorsun, bizim tavsiyemize?)
Adam, şaşkın bir halde tatbik etti ilacı.
İyileşip, tabibe kalmadı ihtiyacı.
.
Kuşun yalvarması
İmam-ı Ali Rıza, evlad-ı Resuldendir.
Âlim ve velilerin en büyüklerindendir.
Bir kimse anlatır ki: Rüyamda, ben bir gece,
Resulullahı gördüm ve sevindim bir nice.
Hacıların konduğu mescitte otururdu.
Selam verdim, aldı ve çok iltifat buyurdu.
Hurma vardı önünde, bir avuç bana verdi.
Alıp saydım onları, onyedi tane idi.
Ertesi gün duydum ki, İmam-ı Ali Rıza,
Gelip konaklamışlar, o mescitte bir lahza.
Görmek için, o yere koştum hemen o saat.
Baktım ki, oturuyor içerde o büyük zat.
Resulün oturduğu yerde oturuyordu.
Önünde de bir tabak hurma bulunuyordu.
O da, hemen bir avuç uzattı bana ondan.
Saydım, onyedi idi, hayret ettim o zaman.
Dedim ki: (Biraz daha verseniz bana hurma)
Dedi: (Resulullah da, bu kadar verdi ama.)
Biri dahi vardı ki, sıkıntısı vardı az.
İstedi ki, mektupla İmam’a eyleye arz.
Kağıt kalem getirip, yazdı bu mektubunu.
Tuttu sonra İmam'ın hanesinin yolunu.
Gördü ki, kapısının önünde o kişinin,
Çok kimseler bekliyor, bir şeyler sormak için.
O, bu kalabalığı görünce, üzüldü pek.
Düşündü ki: Ne mümkün, mektubu ona vermek.
Bari bu görüşmemiz, kalsın başka bir güne.
O sırada hizmetçi, çıktı kapı önüne.
İsmiyle çağırarak hemen bu gelen zatı,
Uzattı kendisine, yazılı bir kağıdı.
Dedi: (Hazret-i İmam gönderdi bunu size.
İçinde cevap varmış sizin bir derdinize.)
Merak ile açarak, gördü ki, hakikaten,
Yazmış tam cevabını, henüz sual etmeden.
Salih bir zat anlatır: İmam ile bir sefer,
Bir duvarın dibinde, otururduk beraber.
Biraz sonra oraya, bir kuş geldi aniden.
Ve hazret-i İmam’ın önüne kondu hemen.
Daha sonra, ötmeye başladı avaz avaz.
Belli ki derdi vardı, İmam’a ederdi arz.
İmam-ı Ali Rıza anladı onu yalnız.
Dedi: (Bilir misiniz, ne diyor bu kuşcağız?)
Dedim ki: (Ey efendim, anlamayız biz elbet,
Onu, herkesten iyi, bilir, anlar ehl-i beyt.)
Buyurdu: (Bu kuşcağız, yalvarıyor ki bana,
Bir şeyler söyleyiniz şuradaki yılana.
Zira yavrularımı yemek ister o yılan.
Gelip onu kovun da, uzaklaşsın buradan.)
Ben, hayretler içinde kalmıştım o arada.
Baktım, koca bir yılan dolaşıyor orada.
İmam’ın emri ile, bir sopayı alarak,
Öldürdüm o yılanı, bir hamlede vurarak.
Kuşcağız, sevinç ile uçup gitti havaya.
Teşekkür ediyordu sanki bu evliyaya.
.
19 - EBU HAFS-I HADDAD (Rahmetullahi Aleyh
.
Kusuru kendinde gör
Ebu Hafs-ı Haddad ki, büyük bir veli idi.
Dünyayı terk eylemiş, gönül ehli biriydi.
Allahü teâlâyı düşündüğü zamanda,
Titrer, rengi değişir, bayılırdı o anda.
Bir gün, giderler iken talebeleri ile,
Birden karşılaştılar yolda bir yahudiyle.
Ebu Hafs, yahudiyi görür görmez aniden,
Tefekküre dalarak, bayılıp düştü birden.
Az sonra ayılınca, dediler: (Efendim, siz,
Niçin onu görünce, kendinizden geçtiniz?)
Buyurdu: (Allah bize, eyledi lutf-ü ihsan.
Allah’ın ihsaniyle, biz ettik Ona iman.
Lutfüyle muamele etmeseydi O eğer,
Belki iman etmemiz, olmaz idi müyesser.
Ona da, adaletle eyledi muamele.
O, kendi rızasıyle düştü lakin bu hale.
O, küfürde kaldıysa, kendi arzu etmiştir.
Yoksa Allah, o kula, asla zulmetmemiştir.
Bize yaptı ise de ihsanını kat be kat,
Kimse ihsan etmeye, mecbur değildir fakat.
Yahudiyi görünce, hatırıma geldi ki:
Biz, Allah’ın lutfüyle iman ettik belli ki.
Eğer ona lutfedip, bize ise adalet,
Etseydi, elimize geçmez idi bu devlet.
Bize, adaletiyle davransaydı Rabbimiz,
Yarın mahşer gününde, ne olurdu halimiz?
Ben bunu düşününce, aklım gitti başımdan.
Ve bayılıp düşmüşüm, korku ve telaşımdan.)
Dediler ki: (Efendim, ne demektir fütüvvet?)
Buyurdu ki: (Edeple ilgilidir bu nimet.
İyi bir iş yapınca, bilmeyin kendinizden.
Onu ben yaptım diye, geçmesin kalbinizden.
Zira Hak teâlâdır asıl yapan her şeyi.
Ve Odur kudretiyle yaratan her bir işi.
O, size vermeseydi, eğer fırsat ve kuvvet,
Elde edemezdiniz asla muvaffakiyet.)
Buyurdu ki: (Çok sevin siz birbirlerinizi.
Eğer bir kardeşiniz üzerse bir gün sizi,
Kusuru, kendinizde arayın önce hemen.
Hiç onda aramaya kalkışmayın katiyen.
Deyin ki: Ben, Rabbime yapmışım ki bir kusur,
O da, böyle yaparak, etti beni bi-huzur.
O özür dilemeden gelip de önce sizden,
Siz gidip af dileyin, o din kardeşinizden.
Kırgınlık gitmediyse, tekrar özür dileyin.
Kırk defa olsa bile, bu işe devam edin.
Eğer affetmiyorsa her özür dileyişte,
Yine siz, kendinizi suçlu bilin bu işte.
Zira Peygamberimiz buyurdu ki bir zaman,
(Birbirine küserse eğer iki müslüman,
Hangisi daha önce özür dilerse eğer,
O kimseye, Cennette verilir büyük köşkler.
Hem dahi o köşklerin kefili benim bizzat.
O gün, anahtarını istesin benden o zat.)
.
Az bir iyilik
Ebu Hafs-ı Haddad ki, islam âlimlerinden,
Dünyayı, bütünüyle çıkarmıştı kalbinden.
Aşk-ı ilahi ile, çoğu zaman ağlardı.
Onu gören, o anda, Allah'ı hatırlardı.
Bu zatın, tövbe edip, Hak yola girmesine,
Sebep olan hadise, şöyle oldu bir sene:
Bir kıza aşık olup, bu aşkla yanıyordu.
Ona kavuşmak için, bir çare arıyordu.
Dostları, kendisine dediler ki o vakit:
(Şu yerde bir yahudi büyücü var, ona git.
Senin işbu derdine, ancak o çare bulur.
Yani sevdiğin ile, o seni buluşturur.)
Doğru yolda değildi o zaman bu büyük zat.
Onun bu teklifine, (Peki) dedi o saat.
Hiç vakit geçirmeden, gitti o yahudiye.
Rica etti: (Derdimin çaresini bul diye)
O büyücü dedi ki: (Kolayı var bu işin.
Kırk gün, iyi bir amel yapma hiç bunun için.
Tesir etmesi için, sihrimin zira sana,
Asla çıkmamalısın bu sözümün dışına.)
Ebu Hafs, büyücünün, tuttu bu dediğini.
Kırkıncı gün, büyücü, yaptı ona sihrini.
Lakin kavuşamadı Ebu Hafs muradına.
O yahudi büyücü, çok hayret etti buna.
Dedi ki: (İyi bir iş yapmışsın sen muhakkak.
Tutardı yoksa benim sihrim mutlak olarak.)
Ebu Hafs da dedi ki: (Hiç hatırlamıyorum.
Kırk gündür, iyi bir iş yapmadım sanıyorum.
Sadece yol üstünde, taş görmüştüm bir ara.
Kimse düşmesin diye, atmıştım bir kenara.
Dediğin o iyilik, acaba bu iş midir?
Bu, öyle fevkalade iyi bir iş değildir.)
O yahudi dedi ki: (Sen, kırk gün müddet ile,
Yalnız bir tek iyi iş yaptığın halde bile,
Senin o yüce Rabbin, terk etmeyince seni,
Korkma, O ihsan eder, muradının hepsini
Senin, halis niyetle işlediğin bir amel,
Benim, kırk yıl yaptığım sihrime oldu engel.)
Bu sözden, Ebu Hafs’ın ateş düştü kalbine.
O günden itibaren, tövbe etti Rabbine.
Yahudi de, bu hale şaşırıp etti hayret.
Duygulanıp, imanla şereflendi nihayet.
Bir gün, sevdikleriyle sohbet ederken bu zat,
Buyurdu ki: (Halis kul, korkudadır her saat.
Düşünür, mahşer günü verecek hesabını.
Titrer hatırladıkça, Cehennem azabını.
İşlemiş bulunduğu günahlar sebebiyle,
Ayıplar kendisini, uğraşır nefsi ile.
O, öyle biridir ki, elinden ve dilinden,
Yanında bulunanlar, zarar görmez katiyen.)
.
20 - EBU OSMAN-I HAYRİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Biz ateşe layıktık
Ebu Osman-ı Hayri, devrinin bir tanesi.
İnsanları ateşten kurtarmaktı gayesi.
Hocası Ebu Hafs’a gittiğinde ilk defa,
Buyurdu ki: (Evladım, çok gençsin henüz daha.
Talebelik yapmayı çok istiyorsun, fakat,
Küçük olduğun için, edemem muvafakat.)
Bu cevabı alınca, üzüldü için için.
Çekildi arka arka huzurdan çıkmak için.
Zira çok istiyordu ilim tahsil etmeyi.
Ve hiç istemiyordu, dönüp geri gitmeyi.
Düşündü ki: Şurada, kapının eşiğine,
Bir çukur kazayım da, gizleneyim içine.
Ta ki beni yanına çağırıncaya kadar,
O çukurun içinde, bekleyeyim bir miktar.
Anladı Ebu Hafs da bu halis niyetini.
O gün, talebeliğe kabul etti kendini.
Yumuşak, güler yüzlü idi umumiyetle.
Herkese davranırdı, şefkat ve merhametle.
Gördü bir gün bir genci, hem de sarhoş olarak.
Elindeki sazıyla, giderdi sallanarak.
Genç, bu zatı görünce, mahcup oldu pek fazla.
Zira yakalanmıştı elindeki o sazla.
Üzüldü, çok utandı o andaki haline.
Gizlemeye çalıştı o sazı eteğine.
Ve aniden görünce Hakk’ın bu velisini,
Azarlayacak sandı bu yüzden kendisini.
Lakin o, merhametle nazar etti o gence.
Hatta ona, içinden dua etti hemence.
Ve buyurdu: (Evladım, çekinme sakın benden.
Zira benim günahım, fazladır seninkinden.
Ve lakin Rabbimizin merhameti sonsuzdur.
Halis tövbe edince, günahlar affolunur.)
Bu olgun davranışı görür görmez bu zattan,
Derhal sazı kırarak, el çekti her günahtan.
Bir genç talebesi de, uyup arkadaşlara,
Hocasının dersine, gitmez oldu bir ara.
Lakin o, bu halinden üzgün ve mahcuptu pek.
Bu yüzden, üstadına istemezdi görünmek.
Bir gün, karşılaştılar bir yolda hocasıyla.
Azarlayacak diye, üzüldü fazlasıyla.
Lakin o buyurdu ki: (Nerelerdesin acep?
Kaç günlerdir gözlerim, seni aramakta hep.
Beraberce gezdiğin o kötü arkadaşlar,
Sana, arslandan fazla zararlıdır aşikâr.
Bizlerden ayrılma ki, olursun yoksa harap.
Sana, bizden gayrısı, olmasın dost ve ahbap.)
O da, bu merhametli sözleri duydu ondan.
Derhal tövbe ederek, kurtuldu kötü yoldan.
Bir gün de, talebeyle giderlerken bir yere,
Yukardan (kül) döküldü başına birden bire.
Meğer ki pencereden, aşağı bakmaksızın,
Bir kadın, mangalını döküvermiş ansızın.
Talebeler kızdılar, hocaları adına.
Söylenmek istediler külü döken kadına.
Buyurdu ki: (Lüzum yok asla sinirlenmeye.
Biz zaten layık idik böyle muameleye.
Hatta kızgın ateşe layık iken halimiz,
Acıyıp, soğuk küle tebdil etti Rabbimiz.)
.
Niçin tesir etmiyor?
Nişabur’da yetişmiş olan Hamdun-u Kassar,
Veli olup, kendinden feyz alırdı insanlar.
Dediler: (Eskilerin sözleri, acep neden,
Daha çok tesirliydi, bizimkine nisbeten?)
Buyurdu: (O veliler, söylerdi Allah için.
Asla konuşmazlardı, hiç niyet etmeksizin.
Onlar, her sözlerinde, gözettiler bunu hep.
Nefsani söylemekten, ettiler haya, edep.
Biz ise, konuşurken, karışıyor nefsimiz.
Onlar gibi ihlaslı olmuyor sözlerimiz.
İnsanlar tarafından görmek için iltifat,
Veya koparmak için dünyalık bir menfaat,
Bu bozuk niyetlerle söylerse eğer biri,
Elbette dinleyene, olmaz iyi tesiri.)
Bir kimse de, nasihat isteyince kendinden,
Buyurdu: (Sinirlenme dünya için katiyen.
Kimde iyi bir haslet görürsen, yaklaş ona.
Ki, onun bu huyundan, bulaşsın biraz sana.
Şu iki nasihati bırakma asla elden.
Âlimlerle sohbet et, uzaklaş cahillerden.
Kendi kusurlarını, gayet iyi gör, ama,
Görme gayrininkini, yum gözünü, ol a’ma.
Dünya muhabbetini kalbine sokma sakın.
Zira dünya sevgisi, başıdır her günahın.
Girer ise bir kalbe eğer dünya sevgisi,
Çıkıp gider o kalpten, ahiret düşüncesi.
Zira bu iki sevgi, zıddır birbirlerine.
Birisi kalbe girse, yer kalmaz diğerine.
Bu, aynen şuna benzer, düşünün ki bir bardak,
İçinde su yok ise, hava vardır muhakkak.
Eğer su doldurursan bu bardağa tamamen,
İçindeki o hava, dışarı çıkar hemen.
Yani biri girince, çıkıp gider öteki.
Bir anda, ikisine yer olmaz elbette ki.
Hak teâlâ, kalpleri yarattı kendi için.
Başka şeyler girerse, olur kötü ve çirkin.)
Buyurdu ki: (Bir kimse, haya etse Allah’tan.
Allah da, haya eder ona azap yapmaktan.
Eğer Hak teâlâya ederse çok itaat,
Onun dahi sözünü, dinler cümle mahlukat.
Eğer o korkar ise Allahü teâlâdan,
Cümle mahlukat dahi, çekinir, korkar ondan.
O aziz tutar ise Rabbinin her emrini,
Allah da, aziz tutar mahşerde kendisini.
Eğer hizmet ederse yaşlılara genç iken,
Yaşlanınca, ona da bulunur hizmet eden.)
Yine bir genç, nasihat istedi bir gün ondan.
Buyurdu ki: (Çok sakın, zararlı arkadaştan.
Zira vardır insanın üç azılı düşmanı.
Bunlar, nefis ve şeytan, bir de kötü yaranı.
Bu üçünden, en fazla sana zararlı olan,
Kötü arkadaştır ki, iyi sakın onlardan.
Sapıkların yazdığı bir kitap, bir neşriyat,
Kötü arkadaştır ki, evladım aman dikkat!
Boş vakit geçirmene sebep olan ne ki var,
Onlar da, senin için bir düşmandır aşikâr.
Bunlar, arslandan dahi vahşi ve zararlıdır.
O, canını alsa da, bunlar dinini alır.)
.
22 - MUHAMMED BİN ESLEM (Rahmetullahi Aleyh
.
Yongalar altın oldu
Muhammed bin Eslem ki, devrinin bir tanesi.
Şöyle idi bu zatın adet-i şerifesi:
Geceleri şehiri, sokak sokak gezerek,
Fakir ve muhtaçları öğrenirdi tek be tek.
Sonra da, zenginlerden alarak ödünç para,
Başka birileriyle gönderirdi onlara.
Bir defa da, borç para aldı bir yahudiden.
O ise, parasını istedi çok geçmeden.
Lakin yoktu parası, istedi biraz mühlet.
Dedi: (Ödiyeceğim, birkaç gün müsade et.)
Fakat kabul etmedi bu teklifi yahudi.
Dedi: (Mühlet veremem, borcunu öde haydi!)
O ise, kalemini yontuyordu o ara.
Şöyle bir nazar etti dökülen yongalara.
Buyurdu: (Madem mühlet vermiyorsun, o vakit,
Alacağın ne ise, şunlardan topla da git.)
O yahudi, yerlerden toplayınca onları,
(Altın) oldu elinde, o kalem yongaları.
O bunu görür görmez, aklı gitti hayretten.
Utandı, mahcub oldu yaptığı hareketten.
Düşündü ki: Bu kişi, mübarek olsa gerek,
Benim gibi sıradan bir kimse değil bu pek.
Zira şu yongalara değince bir nazarı,
Altın’a tebdil etti Hak teâlâ onları.
Madem ona, bu hali vermiştir cenab-ı Hak,
Öyleyse onun dini, benimkinden daha hak.
Kelime-i şehadet getirip hemen o an,
O zatın huzurunda, oldu halis müslüman.
Birkaç gün kalmıştı ki vefat eylemesine,
Talebesinden biri, geldi ziyaretine.
Dedi ki: (Ey efendim, dışarda çok insanlar,
Gelmişler, zatınızı çok görmek istiyorlar.)
Buyurdu ki: (Evladım, yakın oldu vefatım.
Rabbim ile olmaktır şimdi yalnız muradım.
Şu an, istemiyorum kimse ile görüşmek.
Rabbime kavuşmayı istiyorum şimdi tek.
Nasıl yalnız olarak geldimse bu dünyaya,
Yine yalnız giderim Allahü teâlâya.
Kabre yalnız girerim, arkadaşsız, yaransız.
Meleklere cevabı, veririm yine yalnız.
Dirilip kalkınca da mezarımdan nihayet,
Yine yalnız olurum, kimseden gelmez medet.
Rabbimin huzuruna çıkarım tek ve tenha.
Yine yalnız veririm hesabımı Allah’a.
Daha sonra Mizan’da, tartılırken amelim,
Yine de kimsecikler yanımda olmaz benim.
Sırat üzerinde de yalnız ilerlerim ben.
Kayacak olsam bile, kimse tutmaz elimden.
Bunca tehlikelerde muhtaçken arkadaşa,
Hep yalnız olacağım kendim ile baş başa.
Ölüm, kabir ve mahşer, hesap, mizan ve sırat.
Bu yerlerde, kimseden erişmez bana imdat.
Beni, yalnız bırakır madem ki bu insanlar,
Şu anda, onları ile olmuşum neye yarar?)
Sonunda, şehadeti getirip etti vefat.
İnsanlar yetim kaldı ölünce sanki bu zat.
.
Azap çok çetin
Muhammed bin Eslem ki, evliya-yı kiramdan.
Pek ziyade kaçardı şüpheli ve haramdan.
Riyadan da çok fazla sakınırdı kendini.
Hep gizli yapıyordu gece ibadetini.
Allah için ağlayıp, yaş dökerdi gözünden.
Rabbinden çok korktuğu, okunurdu yüzünden.
Yemezdi başka bir şey, arpa ekmeği hariç.
Devamlı hüzünlüydü, kahkaha etmezdi hiç.
Nişabur’a gelmişti, bir işini görmeye.
Koşuştu herkes ondan bir şeyler dinlemeye.
Sohbetini dinleyen insanlardan, nihayet,
Tam ellibin kişiye, nasib oldu hidayet.
Abdullah bin Tahir ki, Horasan valisiydi.
Çok güzel, yakışıklı, nur yüzlü birisiydi.
Bir ara, Horasan’dan gitmişti Nişabur’a.
Halk, onu görmek için, dökülmüştü yollara.
Kendisini görmeye gelince hep ahali,
Sonunda, bir hususu merak etti bu vali.
Dedi: (Beni görmeye, bu gelenlerden hariç,
Tanınmış kimselerden, gelmeyen kaldı mı hiç?)
Dediler ki: (Gelmeyen, iki zat kaldı ki hem,
Bunlar, Ahmed ibni Harb ve Muhammed bin Eslem.)
(Ne için gelmediler?) diye sordu o vali.
Dediler: (Bu ikisi, âlimdir hem de veli.
Allah adamıdırlar, ibadet ederler hep.
Rablerinden gayriyi, etmezler asla talep.
Halk ile ilgileri olmuyor pek o kadar.
Dünya adamlarıyla olmazlar alakadar.)
Vali dedi: (Öyleyse biz gidelim onlara.)
Gittiler beraberce, İbni Harb’e evvela.
O, valiyi görünce, buyurdu ki: (Evet siz,
İşittiğimizden de daha güzelmişsiniz.
Duymuştum simanızın çok güzel olduğunu.
Şimdi de hakk-ul yakin gördüm ve bildim bunu.
Şimdi, size yakışan şudur ki, güzelsiniz.
Bunu, günah kiriyle sakın kirletmeyiniz.
Nice güzel yüzlüler vardır ki böyle işte,
Günahı sebebiyle, yanacaktır ateşte.)
Abdullah bin Tahir’e, İbni Harb’ın sözleri,
Öyle tesir etti ki, yaşla doldu gözleri.
Oradan da, Muhammed bin Eslem’in evine,
Gittiyse de, o kapı açılmadı kendine.
Dedi ki: (Ya ilahi, ben günahkâr bir kulum.
O ise, çok sevdiğin bir zattır, biliyorum.
Biz, dünyaya bulaştık, o, dünyadan kaçtı hep.
Onun yükselmesine, bu oldu zaten sebep.
Ben onu, senin için seviyorum pek fazla.
Hizmetçisi olmaya, layık değilim asla.
Onun hürmeti için, ya Rabbi affet beni.
Nasib et, işiteyim tek bir nasihatini.)
Cuma namazı için çıkar çıkmaz evinden,
Kapıda bekliyordu, öptü iki elinden.
Buyurdu ki: (Ey vali, öleceksin sen dahi.
Hiç günah işleme ki, azap çetin Vallahi.
Her ne ki işlediysen dünyada sevap, günah,
Hepsinin hesabını, soracak senden Allah.
Bakmazlar ahirette, senin valiliğine.
Hesabı veremezsen, yazık olur kendine.)
.
23 - ŞAH ŞÜCA-İ KİRMANİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Sevgi, aşka dönünce
Şah Şüca-i Kirmani, evliyadan, büyük zat.
Allah’ın kullarına, ederdi çok nasihat.
Buyurdu ki: Allah’ı sevmekten daha ali,
Derece bilmiyorum, yoktur daha kemali.
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki bir zaman:
(Allah ve Resulünü çok sevmeli müslüman.
O, onları herşeyden daha çok sever hale,
Gelmedikçe, imanı, asla gelmez kemale.)
Biri, Resulullahın huzuruna gelerek,
Dedi: (Ya Resulallah, seviyorum sizi pek.)
Buyurdu ki: (Öyleyse, sabretmeye hazırlan.
Zira her meşakkate, katlanır aşık olan.)
Dedi: (Var muhabbetim, Allahü teâlâya.)
Buyurdu ki: (Hazır ol, her mihnet ve belaya.)
Bir köylü de gelerek Peygamberin yanına,
Sordu ki: (Ne kadar var, kıyamet kopmasına?)
Cevaben buyurdu ki sualine o zatın:
(Kıyamet günü için, var mı bir hazırlığın?)
Dedi: (Ya Resulallah, namaz oruç, hac zekat.
Yaparım farz miktarı, fazlası yoktur fakat.
Kılarım muntazaman, her beş vakit namazı.
Nafileye gelince, kılarım bazı bazı.
Gerçi fazla yoksa da Rabbime ibadetim.
Ve lakin Resulüne, pek çoktur muhabbetim.)
O zaman Resulullah buyurdu: (Ahirette,
Sevdiğinle birlikte bulunursun elbette.)
Şah Şüca buyurdu ki: (Bir kul, eğer Rabbini,
Tam tanıyabilirse, tam yapar taatini
Bir kimse de, dünyayı tanırsa tam olarak,
İğrenir, nefret eder, ondan soğur muhakkak.)
Buyurdu ki: (Allah’ı severse biri şayet,
Veli kullarına da, besler sevgi, muhabbet.
O veliye sevgisi, dönerse eğer aşka,
O kimsenin halleri, olur daha bir başka.
Öyle ki, o velinin köy ve mahallesine,
Bile o, aşık olur evine, hanesine.
O veliyle, her kimin var ise bir ilgisi,
Onlara karşı dahi, hasıl olur sevgisi.
Hatta onun köyünün köpeklerine bile,
Daha çok sevgi besler, saire nisbet ile.
O, gayr-i ihtiyari, onları sever gayet.
Zira onun elinde değildir bu muhabbet.
Düşmanlarına dahi, düşman olur gayetle.
Zira bu da elinde olmaz umumiyetle.
Hasılı Allah’ını seviyorsa bir insan,
Sevdiği kulları da, sever elde olmadan.
O istemese dahi, onları sever fazla.
Çünkü bu muhabbeti, elde değildir asla.
Düşmanlarını bile, düşman bilir kendine.
Zira hiç istemez ki, toz konsun sevdiğine.
Kendini zorlasa da, onları hiç sevemez.
Zira bu düşmanlık da, olur ister istemez.
Muhabbet ve düşmanlık, olursa Allah için,
O iman, kemaldedir, doğrusu budur işin.)
.
Evliya sevgisi
Şah Şüca-i Kirmani, devrinin bir tanesi.
Kirman padişahının oğlu idi kendisi.
Gençliğinde saz çalıp, şarkı söylüyordu hep.
Başına toplanırdı, insanlar bundan sebep.
Yine saz çalıyorken bir gün bir mahallede,
Evliyadan birisi, gördü onu bu halde.
Yaratılışındaki temizliği görerek,
Gafletten uyandırdı, ona bir söz diyerek.
Dedi: (Ey genç, şimdi sen çalıyorsun böyle saz.
İstersen tövbe edip, gel, Rabbine dön biraz.)
O, bu sözü ihlasla söylemişti ki gayet,
Şah Şüca’nın kalbine, o an geldi hidayet.
Kırdı hemen sazını onun gözü önünde.
Rabbani tesir vardır zira veli sözünde.
Gusül abdesti alıp, tövbe etti halinden.
Ve kırk gün, dışarıya hiç çıkmadı evinden.
Uykusu kaçsın diye, tuz sürerdi gözüne.
Ağlayıp, göz yaşları akıyordu yüzüne.
Kırk gün, hep ağlamakla geçti günü, gecesi.
Mağfiret olunmaktı, zira tek düşüncesi.
Öyle mahcup idi ki eski günahlarına,
Devamlı yalvarırdı af için Allah’ına.
O, kırk gün, gece gündüz ağlayıp sızlayarak,
Çıktı en son evinden, bir evliya olarak.
Babası da, mübarek, salih bir zattı yine.
Nefsini ıslah için, çalışmıştı kırk sene.
Derdi ki: (Kırk senedir özlediğim bir hali,
Bu çocuk, kırk gecede elde etti Vallahi.)
Bir kimse, kendisinden nasihat isteyince,
Buyurdu: (Evliyayı, sev gücün yettiğince.
Allahü teâlânın dostudur zira onlar.
Bu sevgiyle Allah’a vasıl olur insanlar.
Bir kimse, seviyorsa bir evliyayı şayet,
Allah’ı sevmeye de, yol açar bu muhabbet.
Allah’ın sevgisi de, kimde çok varsa eğer,
Allahü teâlâ da, onu çok fazla sever.
Ve eğer bir veliyi kim ki çok sever ise,
İbadet yapmış gibi, sevap alır o kimse.
Hatta bütün nafile ibadetler içinden,
Yoktur daha üstünü, evliya sevgisinden.
Ya onu kalbine koy, ya gir onun kalbine.
Ancak böyle erilir rıza-i ilahiye.
Lakin kolay değildir onları kalbe sokmak.
Öyleyse, sen onların kalbine girmeye bak.
Onlar, çalışanları sever umumiyetle.
Geçir sen de vaktini islama hizmet ile.)
Buyurdu: (Haramlardan, koruyun gözünüzü.
Yoksa, kabul etmezler mahşerde özrünüzü.
Bile bile harama bakan bir müslümanın,
Gözüne, kızgın kurşun dökülür sonra yarın.
Yalan ve gıybet dahi, haram ve çirkindir pek.
Bu iki günahtan da, şiddetle kaçmak gerek.
Rabbimiz, iki kapak yaratmış ki gözlerde,
Acele kapayalım, haram olan yerlerde.
İki dudak ile de, yapmış ki ağza kapak,
Haram işlemeyelim, yerinde kapatarak.)
.
Damat aramak
Şah Şüca-i Kirmani, devrinin evliyası.
Allahü teâlâdan, pek çok idi hayası.
Çok saliha bir kızı vardı ki bu velinin,
En güzel kızı idi, hem de Kirman ilinin.
Bu kıza, çok kimseler talip oldular, fakat,
Babası, hiç birine etmedi muvafakat.
Üç gün mühlet isteyip, dolaştı camileri.
Aradı kızı için, ahiret ehli biri.
Düşündü: Öyle biri olmalı ki bu damat,
Dünyalığı olmasın, takvası olsun fakat.
Rastladı bir camide, namaz kılan bir gence.
Cezbetti onun hali kendisini hemence.
Tadil-i erkan ile kılıyordu o namaz.
Uzaktan, gıpta ile seyretti onu biraz.
Namazı bitirince, yaklaştı ona derhal.
(Evladım, evli misin?) diyerek etti sual.
O, (Bekârım) deyince, buyurdu ki: (Baksana!
Eğer kabul edersen, bir teklifim var sana.
Takva ehli, çok güzel, hem de sahib-i edep,
Bir kız olsa, onunla evlenir miydin acep?)
Dedi ki: (Evlenirdim, lakin bir şey diyeyim.
Bana kim kız verir ki, yok dünyalık bir şeyim.
Şu anda, üç dirhemim var sadece yanımda.
Evlensem, sabreder mi bu hale o hanım da?
Çekmeli benim gibi, o da her meşakkati.
Olmamalı gönlünde, hiç dünya muhabbeti.
Var mıdır böyle bir kız, benimle evlenecek?
Olsa da, öyle kızı, kimdir bana verecek?)
Buyurdu ki: (Tam öyle bir kızım var ki benim,
Onu, sana vermektir benim asıl niyetim.
O dahi, senin gibi, takva ehli biridir.
Bilhassa bu dünyaya, sevgisi yok gibidir.)
O genç kabul etti ve yapıldı düğün dernek.
Genç, önceden almıştı eve kuru bir ekmek.
O kız bunu görünce, hayret etti bir nice.
(Bu ekmek ne olacak?) diye sordu o gence.
Dedi ki: (Bu ekmeği, yarın yememiz için,
Bu günden ayırdım ki, müsterih olsun için.)
Kız dedi ki: (Buna hiç lüzum yoktu Vallahi.
Bu günkü rızkı veren, verirdi yarın dahi.
Hem ekmek ayırırsak akşamdan sabaha biz,
Allah’a tevekkülden, bahsedebilir miyiz?
Halbuki babam bana demişti ki: Evladım!
Seni ben, zühd sahibi birine nikahladım.
Senin halin, uymuyor babamın dediğiyle.
Meğer ben evlenmişim, dünya ehli biriyle.
Ya bu ekmek çıkmalı bu evden, yahut da ben.
Zira hiç böyle olmaz Hakk’a tevekkül eden.)
Genç, o kuru ekmeği vererek fukaraya,
Sevinip, şükreyledi Allahü teâlâya.
İşte birbirlerinden üstündü böyle onlar.
Evlenip, ikisi de oldu mesut, bahtiyar.
Kul, dünyadan kaçtıkça, bulur rahat ve huzur.
Tecrübe edilmiştir, değişmez ölçü budur.
.
24 - ABDULLAH BİN MENAZİL (Rahmetullahi Aleyh)
.
Son nefes belli olmaz
Abdullah bin Menazil, ulemadan, büyük zat,
Nişabur’da yetişip, orada etti vefat.
O, bir gün vâz ederken, buyurdu ki: Ey insan!
Hazırlan son nefese, deme daha var zaman.
O son nefes dediğin, gelir bugün, ya yarın.
Şimdi ne hazırlarsan, işte o, senin kârın.
Her nefesi alırken, agah ol, etme gaflet.
Her birinin, (son nefes) olduğunu kabul et.
Her namazı kılarken, de ki: (Hiç belli olmaz.
Bu, benim kılacağım belki de en son namaz.)
Her yemek yediğinde, de ki: (Bu, son yemeğim.
Öbür öğüne kadar, belki gelir ecelim.)
Her gece abdest alıp, girerken yatağına,
De ki: (Belki ölürüm ve çıkamam yarına.)
Nasihat istemişti kendisinden bir mümin.
Buyurdu: (Öfkelenme, dünyalık bir şey için.
İnsan öfkelenince, örtülür aklı o an.
Şeytan, onun boynuna, bir yular takar heman.
O, kendi aklı ile edemez hiç hareket.
Zira onun aklını, örtmüştür öfke, hiddet.
Şeytanın oyuncağı olur artık o kişi.
Onun emrine göre, yapar o, her bir işi.
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki bu bapta:
(Hemence oturunuz, kızdıysanız ayakta.
Eğer oturmakla da sakin olmaz iseniz,
Bir miktar yatınız ki, zail olsun öfkeniz.)
Bu zattan, bir nasihat istemişti bir insan.
Buyurdu: (Hiç kimseye, asla etme su-i zan.
Kendini beğenmekten hasıl olur hep bu hal.
Bu düşünce gelince, istiğfar eyle derhal.
Kim, kendini gayriden üstün görürse şayet,
Tanıyamaz Rabbini, etse de çok ibadet.
Affetse de Rabbimiz her türlü günahları,
Katiyen affetmiyor, kibirli olanları.)
Buyurdu: (Ey insanlar, haya edin Allah’tan.
Onun korkusu ile, sakının her günahtan.
Zira hazret-i Ömer, İran’ı fethetmeye,
Bir ordu tanzim edip, gönderdi harb etmeye.
Ordu kumandanına, eyledi ki nasihat:
(Düşmandan korkmayın hiç, Allah’tan korkun fakat.
Askerinden hiç kimse, işlemesin bir günah.
Zira günahkârları, muzaffer etmez Allah.
Ordudan bir askerin günah işlerse eğer,
O günah sebebiyle, fetih olmaz müyesser.
Sen ordunla Allah’a, tam edersen itaat,
Gelir Allah’tan dahi sana yardım ve imdat.
Askerin arasında, varsa günah işleyen,
Tutma onu, ihrac et derhal ordu içinden.
Zira o bir kişinin günahı sebebiyle,
Erişmez asla sana, nusret-i ilahiyye.)
Tuttu bu nasihati, o ordu kumandanı.
Allah’ın yardımıyla, fetheyledi İran’ı.
.
25 - EBU İSHAK-I ŞAMİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Kötü ahlak nelerdir?
Ebu İshak-ı Şami, büyük âlim ve veli.
Dinin emirlerine muvafıktı her hali.
Ölü kalpler, onunla dirildi, oldu ihya.
Konuşurken, ağzından çıkardı nur ve ziya.
Dediler ki: (Efendim, nedir bu kötü ahlak?
Anlatın da, onlardan duralım biz de uzak.)
Buyurdu ki: (Felaha ermek için ebeden,
Uzak durmak gerekir, ahlak-ı zemimeden.
Buna sebep ikidir: Cahillik, kötü yaran.
Bunlardan uzak durmak gerekir kula her an.
Kötü huylu bir kişi, benzer kırık testiye.
Ne yama kabul eder, ne de döner eskiye.
Kötü ahlak sahibi, yapsa da iyi amel,
Görmez faidesini ahirette muhtemel.
Men eder dinimiz de kötü huylu olmayı.
O, hiç razı edemez Allahü teâlâyı.
Çatık kaşlı olarak durur umumiyetle.
Bakmaz müslümanlara hiç de iyi niyetle.
Hasistir, biri ondan istese bir şey eğer,
Hem vermez, hem ayrıca iyi yaptım zanneder.
Çekiştirir herkese halis müslümanları.
Çünkü o, kendisinden kötü bilir herkesi.
Menfaati uğruna, işler günah, şekavet.
Onu gören kimseyi, basar gam ve kasavet.
Tefekkür eylemez hiç Cehennemi, ateşi.
Müminlerin kalbini kırmaktır her gün işi.
Asla gördüklerinden, almaz bir ders ve ibret.
Gelmez hiç hatırına, ne ölüm, ne ahiret.
Her ne zaman, nerede konuşsa bir kişiyle,
Muhakkak ki meşguldür kalbi dünya işiyle.
Müminleri incitip, dilemez hem de özür.
İyilik görse dahi, asla etmez teşekkür.
Konuşmaz faydalı söz, rağbet eder boş lafa.
Arkadaşları ile, düşer hep ihtilafa.
Dostlarının kalbini, kırar hiç çekinmeden.
Hatta geçmez bir günü, birini incitmeden.
Gelirse kendisine bir musibet, bir afet,
Herkese anlatarak, eder bundan şikayet.
Düşünmez ki Allah’tan geldi ona bu bela.
Rabbini, kullarına şikayet eder hala.
Söyler kötülüğünü, her gün başka birinin.
Bilmez ki, aynasıdır bir mümin, diğerinin.
Beğenip takdir etmez kendisinden gayriyi.
Zira onun gözünde, herkes kötü, o iyi.
Bunun için herkese, hor bakar, ta yüksekten.
Kendini, kendisinden başka olmaz bir seven.
Affetmez arkadaşın hata ve kusurunu.
Onu incitmek için, bir fırsat bilir bunu.
Kendi menfaatini hesab eder her saat.
İhtiyacı olana, hiç yardım etmez fakat.
Kurtulamaz günahtan, hep asidir Allah’a.
Birinden tövbe etse, düşer başka günaha.
Kendini bu huylardan kurtaramazsa eğer,
Cehenneme girmesi, olur ona mukadder.)
.
26 - REBİ BİN HEYSEM (Kuddise Sirruh
.
Dünya gölge gibidir
Allah adamlarından, büyük âlim, evliya.
Nice gencin kalbini, ilmiyle etti ihya.
O, bir gün buyurdu ki: (Bizi yoktan var eden,
Bize, maddi manevi, sonsuz nimetler veren,
Sahibimiz Allah var, O, nasıl unutulur?
Fakat bu kâfir nefis, insana unutturur.
Hatta hem unutturur, hem de günah işletir.
Lakin günah işlemek, aczimizi gösterir.
Hak teâlâ, Kur'anda buyurdu ki: (Eğer siz,
Hiç bir günah ve haram işlemese idiniz,
Başka, günah işleyen bir kavim halk ederdim.
Ve istiğfar ettirip, sonra da affederdim.)
Çünkü biz, melek değil, insanız ve gafiliz.
Nefsimize aldanıp, günah yapabiliriz.
İstiğfar etmeliyiz peşinden ama hemen.
Zira kul, kurtulamaz istiğfar ve tövbeden.)
Bir gün de buyurdu ki: (Günah, ateş gibidir.
Yahut dışı şekerle kaplanmış bir zehirdir.
Yarın kurtulmak için ahiret azabından,
Yapmamak lazım gelir Ona günah ve isyan.
Bütün bu hakikatler, yarın anlaşılacak.
Lakin o gün, iş işten çoktan geçmiş olacak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çok alçaktır bu nefis.
Mahlukların içinde, yoktur ondan daha pis.
Nefsin arzularını terk edenler, pâk olur.
Dünya ve ahirette, bulur rahat ve huzur.
Haram olan bir şeyi, terk ederse bir insan,
Ondan daha iyisi edilir ona ihsan.
Kim anlayabilirse dünyanın iç yüzünü,
Dert etmez kendisine, onun üzüntüsünü.
Bu dünyayı anlayan, ondan iyi sakınır.
Dünyadan sakınan da, nefsini iyi tanır.
Nefsini tam anlayan, kolay tanır Rabbini.
Böyle kul, iyi bilir hududunu, haddini.
Dünyanın aslı harap, seraptır şerbetleri.
Nimetleri zehirli ve sahtedir zevkleri.
Bedenleri yıpratır, emelleri arttırır.
Ona aldananları, yollarından saptırır.
Onu kovalayandan, kaçar o daha fazla.
Öyle ki, onu kimse yakalayamaz asla.
Halbuki, her kim ondan yüz çevirir ve kaçar,
Bu sefer o onları, ardlarından kovalar.
Dünya düşkünlerine, inanılmaz çok defa.
Çünkü o kimselerde bulunmaz asla vefa.
Fani olanı verip, alırsan ebediyi,
Bu, olur senin için faideli ve iyi.
Kendini bilen kişi, düşkün olmaz dünyaya.
Zira iyi bilir ki, bir hayaldir o güya.
Şakiler, bu dünyaya sarılsa da ruz-ü şeb,
Lakin baki olana sarılır iyiler hep.)
.
27 - ABDULLAH İSFEHANİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Ölünün diriye telkini
İsfehanda yetişen büyük bir evliyadır.
Hal ehli kimse olup, kerametleri vardır.
Hocası, kendisini okuttuğu bir sıra,
Buyurdu ki: (Evladım, sen şimdi git Mısır’a.
Orada bir zat var ki, zamanın kutb’u odur.
Git, onunla görüş ki, bulasın sonsuz huzur.)
(Peki efendim) deyip, tuttu Mısır yolunu.
Lakin casus diyerek, tuttular yolda onu.
Ellerini bağlayıp, hapsettiler sonra da.
Suçu yokken, bir müddet hapis kaldı orada.
Lakin geçmemişti ki aradan fazla zaman,
Yanına, nur yüzlü bir kimse geldi havadan.
Ellerini çözerek, buyurdu ki: (Ey evlat!
Yoluna devam et ki, benim aradığın zat.)
Ona böyle söyleyip, gaib oldu o sıra.
O dahi yola düşüp, vasıl oldu Mısır’a.
Lakin o zat kim idi? Eyledi hayli merak.
Hem nasıl bulacaktı, tanır mıydı onu halk?
O böyle düşünürken, biri geldi o sıra.
Dedi: (Bir evliya zat, teşrif etti Mısır’a.
Ebül Abbas-ı Mürsi diyorlar kendisine.
İstersen gel gidelim, onun ziyaretine.)
(Peki) deyip, o zata gittiler o gün hemen.
Baktı, evet o idi görünüp yardım eden.
Bir kimse anlatır ki: (Bir sene gittim hacca.
Lakin babam o vakit, hasta idi fazlaca.
Haccı ifa ederken, aklım onda idi hep.
Ki, şimdi pederimin nasıldır hali acep?
Ben böyle düşünürken, bu büyük evliya zat,
İlerden beni görüp, yanıma geldi bizzat.
Buyurdu ki: (Üzülme, iyidir şimdi baban.
Sedirin üzerinde, oturuyor hem şu an.
Şöyle şöyle birisi, elinde misvakı var.
Dayanmış arkasına, etrafında kitaplar.)
Not ettim defterime o günün tarihini.
Dönünce, sual ettim pederimin halini.
Öğrendim ki, gerçekten o gün ve o saatte,
Sedirde otururmuş, aynı o vaziyette.)
Bir gün de, velilerden birisi etti vefat.
Onun cenazesinde bulundu bu büyük zat.
Definden sonra biri, telkinini verirken,
Abdullah İsfehani, tebessüm etti birden.
Talebesinden biri, merak edip sorunca,
Buyurdu ki: (Telkine başlayınca bu hoca,
O zat, bana kabrinden dedi ki: Allah Allah!
Hayret etmiyor musun buna sen ey Abdullah?
Kalbi ölü bir kişi, kalbi diri olana,
Telkin verir ki işte, bu hayret verir bana.)
.
28 - AHMET BİN ÖMER ZEYLAİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Keramet sahibiydi
İbni Ömer Zeylai, âlim ve veli bir zat.
Binüçyüzdört yılında, Yemen’de etti vefat.
İslamın ilm-i zahir ve ilm-i batınında,
En çok bilgi sahibi, o idi zamanında.
Civardaki bir köye gitmişti bir zamanlar.
O köyde, susuzluktan muzdaripti insanlar.
İbni Ömer, acıdı insanların haline.
Ellerini kaldırıp, dua etti Rabbine:
(Ya Rabbi, susuzluktan, kulların cümle mağdur.
Lütfedip, bu beldeye ihsan et biraz yağmur.)
O an gökte bulutlar, geldiler bir araya.
Ve bir yağmur yağdı ki, mahlukat doydu suya.
Yine bir yer vardı ki, (Halep vadisi) diye,
Halkı, hürmet duyardı bu mübarek veliye.
Ziyaret ederlerdi, ara ara bu zatı.
Zira çok tesirliydi öğüt ve nasihatı.
Bir gün de bu evliya, onların beldesine,
Teşrif edip, neşe ve sürur verdi hepsine.
Onlar çok sevinerek, dediler: (Efenim, biz,
Kuraklık illetinden begayet muzdaribiz.
Aylardır, bir damla su düşmedi beldemize.
Bu yüzden çok meşakkat, ızdırap geldi bize.
Bir akarsuyumuz var, akmıyor o da fakat.
Bu susuzluğa karşı, kalmadı bizde takat.)
İbni Ömer dinleyip, üzüldü gayet buna.
Onlardan birisini, çağırdı huzuruna.
Buyurdu: (Şu ırmağın başına git de hele,
Akmasını rica et, Allah’ın izni ile.)
(Peki) deyip, gitti ve seslendi ki: (Ey ırmak!
Allahü teâlânın izni ile haydi ak!)
O kişi, bu sözleri söyleyince ırmağa,
Baktı ki, biden bire su başladı akmağa.
Bir oğlu olduğunda, yine bu mübarek zat,
İlk evvela ağlayıp, sonradan güldü fakat.
Yakınları sordu ki: (Efendim, az önce siz,
Niçin öyle ağlayıp, sonra gülümsediniz?)
Buyurdu: (Bana malum oldu ki, bu evladım,
Boğulup ölecektir, çok üzülüp ağladım.
Sonra bildirildi ki, bu evladımdan fakat,
Gelir ki bu dünyaya şanı büyük bir evlat,
Onun, tasavvuftaki atacağı ilk adım,
Olacak şu andaki benim en son makamım.
Rabbim, bana böyle bir torun vereceğinden,
Ağlamayı bırakıp, sevinçten güldüm hemen.)
Yıllar sonra, bu sözü aynen oldu hakikat.
Oğlu (İsa), bir suda boğulup etti vefat.
Ve (Muhammed) adında, oldu ki bir torunu,
Yaydı bütün cihana, ilim ve feyz nurunu.
.
29 - ALİ BİN ŞİHAB (Rahmetullahi Aleyh)
.
Durmadan çalışırdı
İlmiyle amil olan, büyük bir evliyadır.
Seyyid olup, Resulün kerim evladındandır.
Haram ve şüpheliden, sakınırdı pek fazla.
Kati helal değilse, yemezdi onu asla.
Değirmene gitseydi, evvelce öğütülen,
Buğdayın unlarını, süpürürdü tamamen.
Onlar, kendi ununa karışır belki diye,
Korkar ve bir kısmını dağıtırdı hediye.
Yüz kadar talebesi var idi ki bu zatın,
Bizzat kendi yapardı, hizmetini dergahın.
Geceleri, bir miktar uyuyup kalkıyordu.
Abdest alıp, bir miktar nafile kılıyordu.
Daha sonra dergahta, ne gibi hizmet varsa,
Onları, gece kendi yapıyordu bilhassa.
Mesela abdest için lazım olan suları,
Taşıyıp doldururdu, her gece havuzları.
Sonra, yolcular için var idi ki sebiller,
Su ile doldururdu, onları birer birer.
Sonra da, hayvanların su içme yerlerini,
Dolaşıp, doldururdu bitmiş gördüklerini.
Temizlenecek olan yerleri temizleyip,
Sonra dama çıkardı, her bir işi bitirip.
Sabah vakti girince, okurdu ezanını.
Sonra camiye inip, kılardı namazını.
Namazı müteakip, Kur'an okur bir miktar,
Sonra ders okuturdu, ta ki akşama kadar.
Yatsıdan sonra biraz, ederek istirahat,
Gece, aynı işleri yapardı yine bizzat.
Hanımı, bazan ona ederdi ki şöyle arz:
(Dinlenmeyecek misin, bir gece olsun biraz?)
Şöyle buyururdu ki hanımına cevaben:
(Hayır, dinlenmek için gelmedim dünyaya ben.)
İbrahim-i Matlubi adında bir veli zat,
Talebeleri ile, ediyordu seyahat.
İnciri bol bir yere gelince talebeler,
(Dinlenip, biraz incir yiyelim mi?) dediler.
O yörenin halkı da, ettiler ki istirham:
(Durun da, biraz incir edelim size ikram.)
Ve lakin üstadları, şöylece verdi cevap:
(İkram eder inciri, bize Ali bin Şihab.)
Şöyle düşündüler ki, talebeler anında:
İncir yetişmiyor ki, o zatın diyarında.
Sonra yola koyulup, vardılar o beldeye.
İbni Şihab, onları götürdü hemen eve.
Getirdi önlerine bir sepet taze incir.
Buyurdu ki: (Yiyiniz, henüz yeni gelmiştir.)
Çok mahcup hale geldi talebeler o zaman.
Ve özür dilediler, hemen üstadlarından.
.
İnsanın şerefi
Ali ibni Şihab ki, evlad-ı Resuldendir.
Hem o devrin, en büyük din âlimlerindendir.
Geçirirdi vaktini, hizmet ve ibadetle.
Vakar sahibi olup, heybetliydi gayetle.
Boş duran insanları görse idi o eğer,
Derdi ki: (Ey insanlar, çok kısadır ömürler.
Boşa geçirmeyin ki vaktinizi siz şu an,
Yoksa, mahşer gününde olursunuz çok pişman.)
Sülale-i Resulden olduğu halde bile,
Derdi: (Doğru değildir, öğünmek nesebiyle.
İnsana şeref veren, ilim ve edebidir.
Bir de ameli olup, neseb ve mal değildir.
Bilal-i Habeşiyle hem Selman-ı Farisi,
İman etmeden önce, köle idi ikisi.
Lakin Resulullahın, bir an durup yanında,
Manevi sultanlığa yükseldiler anında.)
Derdi ki: (Mühim olan, değildir çok ibadet.
Günahlardan sakınmak, mühimdir daha elbet.
Hak teâlâ indinde, kıymetli olmak için,
Haramlardan kaçması lazımdır her kişinin.)
Ömrünün sonlarında, hacca gitti bir kere.
Dönüp, hiç dinlenmeden başladı hizmetlere.
Dediler ki: (Efendim, uzak yoldan geldiniz.
Hiç olmazsa birkaç gün evde dinlenseydiniz.)
Buyurdu: (Dinlenmeye gelmedik bu dünyaya.
Bizlere, çalışmayı emretti Hak teâlâ.
Vakit, keskin bir kılıç gibidir ey insanlar!
İyi kullanılırsa, insana fayda sağlar.)
Hac'dan sonra, çoğaldı, ağlaması ve hüznü.
Gözünden akan yaşlar, ıslatırdı yüzünü.
Hayatından bahsedip önceki velilerin,
Sonra, bir nefes aldı çok hüzünlü ve derin.
Dedi: (Onlar gittiler, atlı kafilelerle.
Biz onları izleriz, topal bir merkeb ile.
Biz takib ediyoruz o büyüklerimizi.
Onların yollarından, ayırma ya Rab bizi.)
Oğlu naklediyor ki: Babam Ali bin Şihab,
Derdi ki: (Hep helalden yememiz eder icab.
Helalle beslenirse bir beden tam olarak,
Ölürse, o bedeni çürütemez bu toprak.)
Buna, bazı kimseler itiraz ederlerdi.
(Peygamber ve Sıddıklar, hiç çürümez) derlerdi.
Babamın vefatından, geçince yirmi sene,
Halk içinde, bu mevzu gündeme geldi yine.
Bunun doğruluğunu görmek için aşikâr,
Babamın mezarını, bir gün gidip açtılar.
Hiç çürümemiş görüp, düştüler bir hayrete,
O zaman inandılar bu açık hakikate.
.
30 - ABDÜLVEHHAB-I ŞA'RANİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Keramet sahibiydi
Seyyid olup, Resulün kerim evladındandır.
Kerametler sahibi, büyük bir evliyadır.
Büluğa ermediği çocukluk zamanında,
Hatmederdi Kur'anı, bir gece namazında.
Anlayışı, zekası, öyle fazla idi ki,
Çok geçmeden, ilimde eyledi çok terakki.
Ne kitap okutsaydı hocaları kendine,
Onu, kısa zamanda alırdı ezberine.
Böylece genç yaşında, ilm-i fıkıh ve hadis,
Üzerinde, büyük bir âlim oldu emsalsiz.
Tasavvuf yolunda da çok çalışıp o yine,
Bir çok evliyaların, kavuştu himmetine.
Aliyyül Havvas’tır ki, bunlardan bir tanesi,
Ondan feyiz alarak, yükseldi derecesi.
Talebeler, her yandan, demeyip uzak yakın,
Bu zatın derslerine geldiler akın akın.
Onlara hem zahiri, hem batıni bilgiler,
Verip, yetiştirirdi hepsini birer birer.
Biri ona, su-i zan etseydi eğer biraz,
Rüyasına girerek, ederdi onu ikaz.
O bozuk düşünceden, kurtarıp onu bizzat,
Cehennemde yanmaktan, ederdi böyle azad.
Abdülvehhab Şa’rani, kutub’tu zamanında.
Hürmetine, belalar kalkıyordu anında.
Kimin bir sıkıntısı olsaydı ins ve cinden,
Yetişip kurtarırdı, onu o dert içinden.
Bir gün, cinniler gelip mübarek huzuruna,
Bazı şeyler sordular, dini mevzuda ona.
İtikad üzerine, yetmişbeş sualdi tam.
Birisi izin alıp, dedi: (Ey Şeyhül islam!
Bunları bilemiyor bizim âlimlerimiz.
Bir cevap buyurun da, öğrenelim hepimiz.)
Abdülvehhab Şa’rani, herbirine bir cevap,
Yazarak, telif etti onlar için bir kitap.
Hak teâlâ, bu zata etmişti çok şey ihsan.
Korkmazdı yılan, akrep, veyahut bir timsahtan.
Şöyle anlatılır ki: Bir gün niyet eyledi.
Merkebine binerek Pordsaid’e giderdi.
Bir nehrin kıyısında giderken merkebiyle,
Nehirde, yedi timsah gelirdi o veliyle.
Öküz büyüklüğünde idi ki her bir hayvan,
Takib ediyorlardı bu veliyi ardından.
Onu, merkeb üstünde görür görmez o gün halk,
Onu yutarlar diye, bağırdılar korkarak.
O ise, hiç korkmadan inerek merkebinden,
O koca timsahların yanına gitti hemen.
Hayvanlar onu görüp, kaçtılar bir tarafa.
İnsanlar şahit olup, sevindiler bu defa.
.
Balıkların tesbihi
Abdülvehhab Şa’rani, hal ehli bir kişiydi.
Canlı cansız, her şeyin zikrini işitirdi.
Kendisi anlatır ki: (Bir gün, akşam vaktinde,
Namaz kılıyor idim, üstadımın evinde.
O anda, oldu bana fevkalade bir haller.
Gözümden, birden bire kaldırıldı perdeler.
Canlı cansız ne varsa, bu Mısır diyarında,
Hepsinin tesbihini, duyar oldum anında.
Daha sonra bu halim, daha da fazlalaştı.
Mısır haricindeki ülkelere ulaştı.
Yani bütün dünyada, ne varsa canlı, cansız,
Hepsinin tesbihini işitirdim hilafsız.
Okyanuslarda olan, nice mahlukatın da,
Yaptığı tesbihatı, duyuyordum anında.
Bu hal, bir müddet daha devam etti ise de,
Bunlarla aramıza, yeniden girdi perde.
Çünkü çok korkmuş idim, dua ettim Allah’a.
Her mahlukun sesini, işitmedim bir daha.
Fakat istediğim an, istediğim ülkeyi,
Görür veya bir anda geziyordum heryeri.)
Abdülvehhab Şa’rani, ihsanı ilahiyle,
An be an, seyrederdi dünyayı kalp gözüyle.
Bir çölde, bir sahrada, bir ihtiyaç sahibi,
Görseydi, yetişirdi yardıma Hızır gibi.
Dünyanın bir ucunda olsa bile o insan,
Anında yetişerek, yapardı ona ihsan.
Yine buyuruyor ki kendisi bizatihi:
(Rabbimiz, bu fakire verdi ki şunu dahi,
Vefat etmiş bulunan büyük evliyaların,
Nerede olduğunu, bilirim ruhlarının.
Yani o büyüklerin, o mübarek ruhları,
Nerdeyse, Rabbim bana bildirir hep onları.)
Zira o yüksek ruhlar, kabirde serbesttirler.
İstedikleri yere, gidip gelebilirler.
Bunun gibi, üstadı Aliyyül Havvas dahi,
Bilip haber verirdi, bunları bizatihi.
Bir mümin, ziyarete gitseydi bir veliye,
Ona derdi: (O veli, kabrinde yoktur) diye.
Yahut buyururdu ki: (Çabuk git ey müslüman!
Filan yere gitmeye hazırlanır o şu an.)
Kendisi, bu hususta anlatıyor ki yine:
Bir gün, İbni Farıd’ın gittim ziyaretine.
Ve lakin bulamadım, kabrinde yoktu o an.
Birazdan teşrif etti yerine çok uzaktan.
Dedi: (Kusura bakma, çok muhtaç bir kişinin,
Feryadını işitip, gitmiştim yardım için.)
Bu kuvvet, verilmiştir bazı yüksek ruhlara.
Gidip yardım ederler, ihtiyaçlı kullara.
.
Çok ilim sahibiydi
Abdülvehhab Şa’rani, çok büyük bir veliydi.
Şanının yüksekliği, her halinden belliydi.
Çok uzak diyardaki bir talebeyi, şayet,
Kalbi ile yanına etseydi eğer davet,
O talebe, anında muttali olup buna,
Kalkıp, kısa zamanda gelirdi huzuruna.
Abdülvehhab Şa’rani, çok ilim sahibiydi.
Hak sözü tanımada, mihenk taşı gibiydi.
Her hangi konuşmada, veyahut bir yazıda,
Olan yanlış sözleri, ayırırdı anında.
Doğrular arasında, yanlışlar, ona sanki,
Ruhsuz ve ölü gibi görünürdü filvaki.
Onun ikram ettiği yemekler de, bu minval,
İhsanı ilahiyle çoğalıyordu derhal.
Bir gün, ondört misafir gelmişti hanesine.
Sadece bir tek ekmek ikram etti hepsine.
Bereket ihsan etti, ekmeğe cenab-ı Hak.
Ondört kişi yedi ve doydular tam olarak.
Abdülvehhab Şa’rani, bir veli türbesine,
Ziyaret maksadiyle, gidip girdi içine.
Virane, terk edilmiş halde idi bu mezar.
Dolaşırdı orada, korkunç, büyük yılanlar.
Vakit de gece idi o yere vardığında.
Yatıp uyuyuverdi, o mezarın yanında.
Yılanlar, etrafında dolaştılar, durdular.
Lakin kılına bile, asla dokunmadılar.
O koca yılanları, o dahi görüyordu.
Kalbine, zerre kadar bir korku gelmiyordu.
Sabahleyin, bu hali öğrenince cümle halk,
Şaşkına döndü hepsi, çok hayrette kalarak.
Dediler: (Bu zehirli yılanlardan, biz gayet,
Korkup da, bu türbeyi edemezdik ziyaret.
Siz, nasıl bu virane yere gidip yattınız?
Zehirli yılanlardan, nasıl da korkmadınız?)
Buyurdu: (Hak teâlâ, irade etmedikçe,
Onlar, bana bir zarar yapamazlar zerrece.
Sonra, bir kul, Rabbine ederse tam itaat,
Ona da tâbi olur, dünyada her mahlukat.
Ve ibadet ederse, kul, Rabbine ihlasla,
Hiçbir zarar yapamaz bir mahluk ona asla.
Her ne ki emrettiyse kullara cenab-ı Hak,
Onlara, titizlikle uymalıdır muhakkak.
Birinci vazifesi, budur ki her müminin,
Her şeyden daha önce, etmeli bunu temin.
Eğer kulun bu işte, olur ise ihmali,
Yarın mahşer gününde, zor olur onun hali.
Çünkü emre yapışıp, haramlardan ictinab,
Farzdır ki, her müminin uyması eder icab.)
.
Sineği kurtarınca
Abdülvehhab Şa’rani, keramet ehli bir zat.
Hürmetine, bir nice hastalar buldu sıhhat.
Bu mübarek velinin, vardı ki bir zevcesi,
Hareketsiz kalmıştı, bir gün felç neticesi.
Abdülvehhab Şa’rani, buyurur ki: Bu hale,
Ben de, elde olmadan üzüldüm fevkalade.
Ve ne yapacağımı bilmeden bekler iken,
Gaibden, kulağıma şu nida geldi birden:
(Ey Abdülvehhab kalk da, şu anda dışarı çık.
Yandaki boş odada, bir delik var ufacık.
Yuva yapıp, ağ kurmuş deliğe bir örümcek.
Ve onun tuzağına, düşmüş küçük bir sinek.
Çok çaba gösteriyor kurtulmak maksadıyle.
Sanki imdat istiyor, lisanı hali ile.
Onu halas edersen örümceğin elinden,
Zevcen dahi çabucak kurtulur bu derdinden.)
Gidip buldum odada, delik ve örümceği.
Ve gördüm ağlarına takılan o sineği.
Fena kaptırmış idi kendisini o ağa.
Çırpınıp duruyordu, tuzaktan kurtulmağa.
Sineği, bir çöp ile kurtarıp o halinden,
Dönüp, sonra zevcemin yanına geldim hemen.
Baktım ki, duruyordu sapa sağlam ayakta.
Halbuki biraz önce, yatıyordu yatakta.
Bir kimse anlatır ki: Şeytan aldatmasıyle,
Yanlış bir itikada saplanmıştım vaktiyle.
Derdim ki: (Hiçbir kimse, bir ihtiyacı için,
Yardımına ihtiyaç duymaz başka kişinin.
Dileğini, Allah’tan istemeli kul esas.
Araya başkasını koyarsa, uygun olmaz.
Şu zatın hürmetine diye dua eylemek,
O inancıma göre, münasip değildi pek.)
Lakin Resulullahı rüyada gördüm bir gün.
Abdülvehhab Şa’rani, yanındaydı Resulün.
Mübarek ellerini öpmek istedim, fakat,
Resulullah , bana hiç etmiyordu iltifat.
Çaresiz Abdülvehhab Şa’rani’ye yalvardım.
Dedim: (Lütfen acıyıp, ediniz bana yardım.
Siz vesile olup da, götürün ona beni.
Sizin hürmetinize, öpeyim ellerini.)
O da merhamet edip, gözlerimin yaşına,
Gidip rica eyledi Peygamber-i zişana.
O vesile olunca, çağırdı Resulullah.
Gittim ve ellerini öptüm elhamdülillah.
Uyanınca, hatamı anlayıp tövbe ettim.
Ve hemen o velinin medresesine gittim.
Mübarek ellerini öperek o büyüğün,
Talebesi olmakla şereflendim aynı gün.
.
Helal lokma yemeli
Abdülvehhab Şa’rani buyurur: (Bir yaz günü,
Ziyarete gitmiştim, bir islam büyüğünü.
Girince selam verdim, o aldı selamımı.
Sonra yüzüme bakıp, sual etti adımı.
(Abdülvehhab) deyince, dedi ki: (Senelerdir,
Seni görmek isterdim, geç otur, işte sedir.)
Sonra tutup elimi, sıktı ki öyle benim,
Sanki bir mengeneye sıkıştı o an elim.
Dedim ki: (Çok büyük bir kuvvete sahipsiniz.
Halbuki bana göre, yaşlısınız hayli siz.)
Dedi ki: (Bak evladım, elimdeki bu kuvvet,
Ta gençliğimden beri aynıdır, itimad et.
Zira hep helal lokma kazanıp, onu yedim.
O helal lokmalardan, hasıl oldu kuvvetim.
Yüzkırküç yaşındayım hem dahi şu anda ben.
Hiçbir gün ayrılmadım, helal lokma yemekten.
Lakin bu gün, malesef kötü olmuş insanlar.
Helal-haram demeden, yiyorlar ne bulsalar.
İnsanlar arasından, kalkmış sevgi, muhabbet.
Çirkin olan haramlar, olmuş moda ve adet.
Belalar karşısında, yok tevekkül ve sabır.
Dine karşı insanlar, olmuşlar kör ve sağır.
Allah’ın takdirine, yok tevekkül ve rıza.
Dünyalık sebeplerle, ederler kavga, niza.
Ey oğlum, kötülerin hali böyle velhasıl.
Şimdi, iyi insanı anlatayım ben asıl.
O, okuyup öğrenir, önce ilmihalini.
Sonra da, buna göre düzeltir her halini.
Eğer günah işlerse, üzülür, kalbi yanar.
O, çıkmaz hatırından, ta ölünceye kadar.
İyi iş yapsa dahi, kusurlu, noksan bulur.
Hatta onu unutup, hiç hatırlamaz olur.
Gece gündüz, kendini, hep çeker ki hesaba,
Düşmesin ahirette Cehenneme, azaba.
Dünya düşüncesini, söküp atar içinden.
Kurtulmaya çalışır, Cehennem ateşinden.
Gönlünden, tam olarak atar uzun emeli.
Zira iyi bilir ki, çok yakındır eceli.
Kötü bilmez kimseyi, asla yapmaz su-i zan.
Bunun çirkinliğini, bilmiyor çoğu insan.
Halbuki bir müslüman, çok nafile ibadet,
Yaparak, ömür boyu eylese buna gayret,
Bunlardan kazandığı o sevapları, yine,
Mesela terazinin koysalar bir gözüne,
Öbürüne de, bir tek (su-i zan) seyyiesi,
Konulsa, ağır gelir bu günahın kefesi.
Çünkü kul hakkı olup, vebali çok büyüktür.
Ahirete kalırsa, tahammülü zor yüktür.
.
Su-i zan etti, ama...
Abdülvehhab Şa’rani, cihana ilim yaydı.
Ve lakin kendisini çekemeyenler vardı.
Bunlardan bir tanesi, edip çok kin ve haset,
Zamanın müftüsüne, etti onu şikayet.
Şa’rani, bu haberi alınca, gitti hemen.
Müftüden, bir kaç kitap istedi emaneten.
(Müdevvene) adında, fıkıh kitaplarıydı.
Kalın, birkaç cilt olup, hacimli ve ağırdı.
Müftü, talebelerden emretti ki birine:
(Sen taşı bu ciltleri bu kimsenin evine.)
Kitapları bırakıp, biraz dinlenmeksizin,
Hemen izin istedi talebe gitmek için.
Buyurdu ki: (Evladım, istersen kal bu gece.
Biraz sohbet ederiz senin ile böylece.)
Çocuk (Olur) deyince, içeriye geçtiler.
Ta gece yarısına kadar sohbet ettiler.
(Şimdi de biraz uyu) buyurup talebeye,
Çıktı o kitapların bulunduğu bölmeye.
Lakin geçmemişti ki yirmi dakika kadar,
Talebenin yattığı odaya geldi tekrar.
Onu uyandırarak, buyurdu ki: (Kardeşim,
Götür bu kitapları, halloldu zira işim.)
Talebe, kitaplarla gidiyorken öylece,
Düşündü ki: Bunlara, hiç bakmadı bu gece.
Madem bakmayacaktı, ne için aldı peki?
Lakin bilemediğim bir hikmeti var belki.
Müftü de, kitapların geldiğini görünce,
(O, benimle alay mı ediyor?) dedi önce.
Kızıp, kendi kendine şöylece söylendi ki:
(Okumayacaktı da, ne için aldı peki?)
O ara biri gelip, dini bir sual sordu.
Lakin araştırmadan, cevap vermek pek zordu.
İmam-ı Şa’rani’den gelen o kitaplara,
Bakarak, cevabını başladı aramaya.
Ve lakin çevirdikçe kitap sayfalarını,
Gördü hep Şa’rani’nin açıklamalarını.
Onu koyup, merakla aldı öbür ciltleri.
Gördü ki, notla dolu bütün sahifeleri.
Talebeyi çağırıp, dedi ki: (Bu kitaplar,
Hepsi, tek tek okunup, yazılmış hem de notlar.)
O dedi: (Beraberdik onunla bütün gece.
Benden, yirmi dakika ayrı kaldı sadece.)
Dedi ki: (Bunca kitap, değil yirmi dakika,
Yirmi ayda bile zor okunur filhakika.)
Hakkında beslediği, kötü düşüncelerden,
Vazgeçip, o velinin evine gitti hemen.
Huzuruna çıkarak, tövbe etti gönülden.
Talebesi içine dahil oldu o günden.
.
Sırtını okşayınca
Bir kimse anlatır ki : Arkadaşlarımızla,
Bir yıl hacca giderdik, kendi hayvanımızla.
Lakin benim hayvanım, zayıf idi bir nice.
Yorulup yatıverdi, bir müddet yol gidince.
Onlar devam ettiler ve lakin benim hayvan,
Bir türlü kalkmıyordu, çok halsiz olduğundan.
Çaresizlik içinde, geçmişti ki bir saat,
Aniden peyda oldu, yanımda nurlu bir zat.
Hayvanımın sırtını, eliyle okşayarak,
Buyurdu ki: (Ey hayvan, yolda kalma, haydi kalk!)
Sonra da bana dönüp, bir tebessüm buyurdu.
Ve hemen birden bire, gözümden gaib oldu.
Lakin çok sevinmiştim hayvanın kalkmasına.
Binerek, düştüm hemen onların arkasına.
Bu sefer öyle hızlı giderdi ki hayvanım,
Az sonra, kafileye yetişip ferahladım.
Ve hatta ben onları bıraktım gerilerde.
Beni geçen yok idi, artık o kafilede.
Bu hal, Kâbe’ye kadar devam etti on saat.
Baktım, tavaf yaparken yanımda yine o zat.
Bir teşekkür etmeyi düşündüm ki, tam o an,
O yine birden bire, gaib oldu ortadan.
Sonradan öğrendim ki, İmam-ı Şa’rani’ymiş.
Ve yine öğrendim ki, o yıl hacca gitmemiş.
Bir de, (Emir Muhammed) adında bir müslüman,
Der ki: Arkadaşlarla, konuşurduk çok zaman.
Âlim ve velilerden ve kerametlerinden,
Bahsedip, anlatırdık onların hallerinden.
Bir gün de, Abdülvehhab Şa’rani hazretleri,
Hakkında konuşuldu, biraz ileri geri.
Ben de onlara uyup, o islam büyüğünün,
Şanına yakışmayan kelamlar ettik o gün.
Ben dahi bu gıybete karışmıştım böylece.
Ve lakin rahmani bir rüya gördüm şöylece:
Mısır’da, karışıklık olup, düzen bozulmuş.
Bunu düzeltmek için, bir ordu geliyormuş.
Hakikaten az sonra, geldi büyük bir ordu.
Lakin şehre girmeyip, sınırda bekliyordu.
Ordunun kumandanı, dedi ki: (Biz bu şehre,
Sahibinden izinsiz, giremeyiz bir kere.)
Dediler ki: (O sahip, kimdir ki ey kumandan!
Şehre giremezsiniz onun izni olmadan.)
Dedi: (Abdülvehhab-ı Şa’rani’dir ki o zat,
Bu ülkenin manevi sahibi odur bizzat.)
Rüyadan uyanınca, bu hatamı anladım.
Ve hemen o velinin huzurlarına vardım.
Buyurdu ki: (Buraya gelmen için birader,
İlle de bir rüya mı görmeniz icab eder?)
.
Gaibden bir el
Şerefüddin bin Emir adında bir müslüman,
kendisi anlatır ki: Hasta oldum bir zaman.
Ağrıların şiddeti, gün be gün artıyordu.
Artık öyle oldu ki, dayanılamıyordu.
Ve şöyle düşündüm ki: Galiba bitti ömrüm.
Ve bu hastalık ile, vaki olur ölümüm.
Zira hiç kalmamıştı takatim bu ağrıya.
Nihayet o günlerde, gördüm şöyle bir rüya:
Çok büyük bir nehirde görüyorum kendimi.
Lakin sürüklüyordu o sular bedenimi.
Hem de, az ileride vardı ki bir çağlayan,
Param parça olurdu, kim düşseydi oradan.
Şelaleye iyice yaklaşınca nihayet,
Başladım titremeye, görünmüştü felaket.
Çağlayanın başına, tam gelince, aniden,
Bir el, beni tutarak kenara çekti birden.
(Bu el, kimin elidir?) diye bir baktığımda,
İmam-ı Şa’rani’yi görüverdim yanımda.
Tebessüm ediyordu, ben uyandım birazdan.
Baktım ki, hiçbir eser kalmamış o marazdan.
O büyük evliyanın manevi yardımıyle,
Hastalıktan, bir anda kurtuldum tamamiyle.
Sa’düddin Sanadidi adında meşhur biri,
Vardı ki, sevmez idi İmam-ı Şa’rani’yi.
Hakkında uydurulan asılsız beyanata,
Aldanıp, su-i zanda bulunurdu bu zata.
O zamanlar Tanta’da, Seyyid Ahmed Bedevi,
Kabrinde, senede bir, mevlid düzenlenirdi.
Bir çok memleketlerden, sevenler, akın akın,
Mevlid cemiyetine gelirlerdi bu zatın.
İmam-ı Şa’rani de, herkes gibi, bu sene,
Gelmiş idi, bu büyük mevlid cemiyetine.
Onu, kötü olarak bilen o salih kişi,
İyi karşılamadı malesef bu gelişi.
Dedi ki: (Şöyle şöyle halleri var ki onun,
Bu kutsal cemiyete gelmesi olmaz uygun.)
O velinin şanına yakışmayan bir nice,
Sözler sarfettiyse de, rüya gördü o gece.
Baktı ki, Resulullah, gösterip çok muhabbet,
İmam-ı Şa’rani’yi övüyordu begayet.
Hatta onu, sevgiyle bağrına basmış idi.
O, bu hali görünce, şaşırıp aklı gitti.
Varmak istediyse de Resulün huzuruna,
Ve lakin hiç iltifat etmedi Resul ona.
Uykudan uyanınca, anladı hatasını.
Düzeltti ona olan fena itikadını.
Ve hemen huzuruna giderek o büyüğün,
Talebesi olmakla, şereflendi aynı gün.
.
31 - ABDÜLAZİZ DİRİNİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Orta yolda olunuz
Pek mütevazı idi Abdülaziz Dirini.
Daima insanlardan gizliyordu kendini.
Allahü teâlâya, o kadar yakın iken,
Keramet göstermeye, utanırdı Rabbinden.
Hatırından geçti ki talebenin bir kere:
Bir keramet gösterse üstadımız bizlere.
Onların, kalplerinden böyle düşündüğünü,
Keşf yoluyla anlayıp, buyurdu ki o günü:
(Yavrularım, aslında bizler, yerin dibine,
Geçmeye müstehakken, rahatız bakın yine.
Üstümüze taş yağsa, layık ve müstehakız.
Allah, bizi bundan da hıfz ediyor bakınız.
Bu, Allah’ın en büyük nimeti bize bu gün.
Bundan büyük keramet olur mu, bir düşünün.)
Bir gün de, talebeye etti şöyle nasihat:
(İşlerin en iyisi, olandır orta, vasat.
Ne aşırı, ne geri, bulunun orta yolda.
Zaten bundan razıdır Allahü teâlâ da.
Dünyanın lezzetleri, aldatmasın sizi hiç.
Ahirette olacak sonsuz huzur ve sevinç.
Bu dünya lezzetleri, fanidir, kısa sürer.
Hem de arkalarında, bırakır acı, keder.
Yani insan, ne kadar neşelense de bir gün,
Arkasından, muhakkak gelir bir keder, hüzün.
Öyleyse, aldanmayın bu dünyanın tadına.
Hazırlanın siz asıl, ahiret hayatına.
Zaman akıp gidiyor, ömürler tükeniyor.
Cennet ve Cehennemden biri bizi bekliyor.
Hep (sonra yapacağım) demekle geçti ömür.
Lakin geçmez orada, bahaneler ve özür.
Çok yakınken insana, ahiret yolculuğu,
Buna hazırlanmayı, düşünmüyor pek çoğu.)
Bir gün, yine vâzında buyurdu: (Ey cemaat!
Nefis ile cihadda, gösterin sabır, sebat.
İbadet yapmakta da, yapmayın ki gevşeklik,
Zira esen yel gibi, geçip gider bu gençlik.
Hiç vakit geçirmeden, çalışıp gündüz gece,
Allah’ın rızasını tahsil edin böylece.
Bilin ki, ahirette, herkese vardır hesap.
Tövbesiz ölenlere, yapılır acı azap.
Hep islama muvafık işleyin ki her işi,
Yoksa, pek şiddetlidir Cehennemin ateşi.
Sizden önce gidenler, şimdi (Âh) ediyorlar.
(Keşke bu günahları yapmasaydık) diyorlar.
Onların kaçırdığı bu fırsat, şimdi sizde.
Öyleyse dine uyun, her bir amelinizde.
Her kim günah işlerse, bu dünyada gülerek,
Orada, Cehenneme atılır (Âh) ederek.)
.
Nasihatları
Abdülaziz Dirini, büyük bir evliyadır.
Yazdığı bir eserde, şöyle buyurmaktadır:
(Ya Rabbi, sen tanıttın bize kendi zatını.
Ve saçtın üstümüze lütuf ve ihsanını.
Nimetinin deryası, büyüktür pek ziyade.
Onlardan, her an için ederiz istifade.
Halk eyledin sen bizi, mümin anne babadan.
Bir nimet var mıdır ki, büyük olsun o bundan?
Tam sıhhatli olarak getirdin bu âleme.
Senin bu ihsanların, gelmez yazı, kaleme.
En büyük nimetin de, şudur ki ya ilahi!
Razı olduğun yolu gösterdin bize dahi.
Sevdiğin kullarını, tanıttın bize yine.
Ve bizi davet ettin, ebedi Cennetine.
Bize emrettinse de, bazı ibadetleri,
Bizedir hep onların, bütün faideleri.
Yine bazı şeyleri, ettinse bize yasak,
Zararlı olduğundan, haram kıldın muhakkak.
Onların yapılması, kolaydır hem de bize.
Lakin biz nefse uyup, zulm ettik kendimize.
Ya Rabbi, çok ise de isyan ve günahımız,
Lakin günahımıza, çoktur pişmanlığımız.
Ya Rabbi affet bizi, iman ettik biz sana.
Lakin asi nefsimiz, aldattı bizi fena.
Bize, güzel gösterdi günah ve haramları.
Biz, nefse aldanarak işledik hep onları.
Sen de, ceza vermekte acele etmeyince,
Biz, bundan da yüz bulduk ve şımardık iyice.
Affına güvenerek, sana isyan eyledik.
Nefsimiz de bizleri, günaha etti teşvik.
Halbuki bilirdik ki, çoksa da mağfiretin,
Fakat azabın dahi, çetindir gayet senin.
Bunları bile bile, aldandık nefsimize.
Sonsuz merhametinle, yine sen acı bize.
Gerçi biz, sana karşı çok isyan ettik, fakat,
Af için, biz yine de, isteriz senden imdat.
Ya Rabbi, mahşer günü, hesap için Mizana,
Varmaya, bu günahla yüzümüz yoktur sana.
Eğer af etmez isen bizi ey Allah’ımız!
Cehennem ateşine, hiç yoktur takatımız.
Ya Rabbi, sen bizleri eyle af ve mağfiret.
Zira senin affının, sınırı yoktur elbet.
Sen bize, akl-ı selim ve yakin eyle ihsan.
Sana ibadet edip, yapmayalım hiç isyan.
Çıkarıp kalbimizden bu dünya sevgisini,
Doldur onun yerine, kendi muhabbetini.
Ahiret derdi ile, dertlendir bizi esas.
Zira bu dert yanında, başka şey dert sayılmaz.)
.
Edep nedir?
Abdülaziz Dirini, (Adab) risalesinde,
Şunları yazmaktadır (İlim-edep) bahsinde:
(İslam âlimlerimiz, şöyle buyurdu ki hep:
Her insana, evvela, lazımdır ilim, edep.
Sahabe-i kiram da, huzurunda Resulün,
Edep ve huşu ile otururdu büsbütün.
Başları önlerinde, gayet sakin ve sessiz,
Edeple dururlardı, hem de hiç hareketsiz.
Öyle ki, ağaç sanıp, kuşlar o kimseleri,
Gelip, üzerlerine konarlardı ekseri.
Talebe, hocasını, hem de can kulağıyle,
Dinleyip, her emrini yapmalıdır ayniyle.
Hocasına, her zaman dua edip talebe,
Hak teâlâ indinde, bulur yüksek mertebe.
Tasavvufun esası, edepten ibarettir.
Edep, insanlar için bir manevi ziynettir.
Ne kadar çok olsa da insanda hal ve makam,
Hiç birisi, edebin yerini tutamaz tam.
Edebin bir tarifi, itiraz etmemektir.
Büyüklerin emrine, hemen (Peki) demektir.
Allah’ın emrine de, her kim tam tâbi ise,
Dinde edep sahibi olmuş olur o kimse.)
Yine o buyurdu ki: (İslama hizmet için,
Çalışırken, kalbini kırmayın hiç kimsenin.
Kâfirin de kalbini kırmak yoktur bu dinde.
Bu, çok fena bir iştir Hak teâlâ indinde.
Ve hatta gönül yıkmak, Kâbe’yi, yetmiş defa,
Yıkmanın günahından, fazladır kat kat daha.
Nazik, kibar olmaya gayret edin her zaman.
Kaçının titizlikle, kavga, münakaşadan.
Zira bunun sebebi, kibir ile öfkedir.
Bunlar ise, insanın asıl felaketidir.)
Yine o buyururdu ki: (Emr-i maruf sevabı,
Öyle çok fazladır ki, yoktur haddi hesabı.
Dağ kadar çok altını, sadaka verse insan,
Yine azdır, bir altın zekatın sevabından.
Dağ kadar altın zekat vermenin sevabı da,
Hiç kalır, emr-i maruf sevabının yanında.)
Yine o buyurdu ki: (Mühim olan, kalp ve iç.
Zira Allah, kulunun zahirine bakmaz hiç.
İnsanlar süslüyorlar, dışını, zahirini.
Halbuki görür Allah, onun bozuk halini.
Hatta bozuk niyetle yapsa da çok ibadet,
Hak teâlâ indinde, bulamaz yine rağbet.
Zira Allah, sadece amele bakmaz asla.
Bakar ki, o ameli yapmış mıdır ihlasla?
.
Nefsin gıdası, haramlar
Abdülaziz Dirini, âlim ve evliya zat.
Öğüt isteyenlere, şöyle etti nasihat:
(Haramları öğrenip, sakınınız pek fazla.
Farzları da öğrenip, yapınız tam ihlasla.
Dinimiz üç kısımdır, ilim, amel ve ihlas.
Biri noksan olursa, müslümanlık tam olmaz.
Bu dünya bir hayaldir, bitecek bir gün elbet.
Onun için dünyaya, vermeyin ehemmiyet.
Dünya, Hak teâlânın men ettiği şeylerdir.
Ona, ahmak olanlar değer ve kıymet verir.
Aklı olan kul ise, çalışıp ahirete,
Kavuşur bu suretle ebedi saadete.)
Nasihat istemişti bir genç de kendisinden.
Buyurdu ki: (Korusun, Allah seni nefsinden.
O, senin düşmanındır, nefsine verme fırsat.
Zira senin birinci vazifen budur bizzat.
İnsanlar sana nasıl davransın istiyorsan,
Sen de, başkalarına öyle davran her zaman.
Ey insan, gafil olma, ölürsün bugün yarın.
O gün olmaz faydası, sana yakınlarının.
Çok iyi hazırlan ki, ölüm ve sonrasına,
O gün, başkalarının faydası olmaz sana.
Ve senin, kabir diye mekanın var ki bir de,
Bu ömürden daha çok kalırsın o kabirde.)
Bir gün de buyurdu ki: (Allahü teâlânın,
Sevgisine kavuşmak isteyen bir insanın,
Önce, itikadını düzeltmesi lazımdır.
Sonra fıkıh öğrenip, bunları yapmalıdır.
Sonra yapılacak iş, kavuşmaktır ihlasa.
Kalbi temizlemektir masivadan bilhassa.
Bir kalp ki, tutulmuşsa Sahibinden gayriye,
O kalp hasta demektir, muhtaçtır tedaviye.
Hatta kurtulmadıkça kalp bu hastalığından,
Hiç hakiki imana kavuşamaz o insan.
Yani islamiyet’e uymak hayli güçleşir.
Farzı yapmak zahmetli, haramlar tatlı gelir.
Kalbin, bu hastalığa yakalanmasına, hep,
Nefsin arzularına uymaktır asıl sebep.
Çünkü nefis, Allah’a düşmandır, hem de fazla.
Ona ibadet etmek, arzu etmez o asla.
Nefis, haddizatında kendine de düşmandır.
İnsana, haramları işletmekten zevk alır.
Eğer islamiyet’e uyarsa bir kimse tam,
Kalbi, bu hastalıktan kurtulup, olur sağlam.
Hatta islamiyet’i iyi tatbik ettikçe,
Nefis gıdasız kalıp, zayıflaşır gittikçe.
Haram ve günahlardır zira nefsin gıdası.
Haram işlememekle olur iyi olması.)
.
Çok mütevazı idi
Evliyanın büyüğü, Abdülaziz Dirini,
Yayıp kuvvetlendirdi Allah’ın bu dinini.
Binikiyüzonaltı yılında doğan bu zat,
Yetmişdokuz yaşında, Mısır’da etti vefat.
Güleryüz, tatlı dille mümtaz idi bilhassa.
Hiç kimsenin kalbini incitmezdi o asla.
O, halini herkese etmezdi fazla izhar.
Bir gün onu, dışarda gördü bazı insanlar.
Gayr-i müslim bir kimse zannedip kendisini,
İstediler onun da imana gelmesini.
Dediler ki: (Ey kişi, kelime-i şehadet,
Söyle ki, senin olsun ebediyen saadet.)
O dahi (Peki) deyip, şehadet söyleyince,
Büründü ordakiler bir sürur ve sevince.
Müslüman yaptık diye gayr-i müslim birini,
Kadı’ya götürdüler bu islam âlimini.
Dediler: (Şehadeti oku ki orada da,
Müslüman olduğunu öğrensin o kadı da.)
Kadı ise, bu zatı tanırdı gayet iyi.
Ayakta karşıladı gelince bu veliyi.
Büyük hürmet gösterip, dedi: (Safa geldiniz!
Hemen ifa edelim, var ise bir emriniz.)
Sonra, o insanları sorup bu evliyaya,
Dedi di: (Bu insanlar, niçin geldi buraya?)
Buyurdu: (Bilmiyorum, bunlar beni görünce,
Kelime-i şehadet okuttular ilk önce.
Sonra da beni alıp, buraya getirdiler.
Bilmem ki, onlar beni acep ne zannettiler?)
Onlar da hakikati anlayınca nihayet,
Onun tevazuuna eylediler çok hayret.
Bu velinin sevdiği bir kimse vardı yine.
Sık sık, onu görmeye gidiyordu evine.
O dahi yedirmeden göndermezdi onu hiç.
Bir gün de gittiğinde ikram etti bir piliç.
Abdülaziz Dirini, onun bu ikramına,
Gayetle memnun olup, çok dua etti ona.
Bir daha geldiğinde ona bu zat-ı kiram,
Yine bir piliç kesip, eyledi ona ikram.
Ve lakin zevcesinin burkuldu biraz içi.
Ona, fazla bulmuştu kesilen o pilici.
Onun büyüklüğünü iyi bilmediğinden,
O gün, ister istemez, şöyle geçti kalbinden.
Dedi ki: Bu nasıl iş, anlamadım bunu hiç.
O kim ki, her gelişte kesiliyor bir piliç?
Halbuki bana kalsa, kâfi gelir bir çorba.
Niçin ona, çok rağbet gösteriyor acaba?
Ve lakin o esnada Abdülaziz Dirini,
Bildi onun kalbinden böyle geçirdiğini.
O pilici yemeyip, dua etti kalbinden.
O an piliç canlanıp, odadan çıktı hemen.
Buyurdu ki: (Hanımın, dert etmesin bunu hiç.
Bize çorba kâfidir, onun olsun bu piliç.)
Hanım dahi görünce pilicin geldiğini,
Anladı o velinin büyük kerametini.
Öyle düşündüğüne pişman oldu pek fazla.
Bu Allah adamına tâbi oldu ihlasla.
Anladı ki Allah’ın dostudur bu veliler.
Kalpten geçenleri de, gayet iyi bilirler.
.
32 - İMAM-I ŞAFİİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Kemiklere yazardı
İmam-ı Şafii ki, devrinin bir tanesi.
Resulün soyu ile birleşir sülalesi.
Üçüncü dedeleri, Peygamber-i zişanın,
Dokuzuncu dedesi olmaktadır İmam’ın.
Henüz beşikte iken, ezberledi Kur'anı.
Hep ilim öğrenmekle geçiriyordu zamanı.
Lakin o, yaşıyordu maddi sıkıntı ile.
Almaya gücü yoktu, bir yaprak kağıt bile.
Kağıt bulamasa da, yitirmezdi azmini.
Kemik parçalarına yazardı derslerini.
Öyle kuvvetliydi ki hafızası, zekası,
Ona, hayret ederdi başta kendi hocası.
Meşhur hadis kitabı var idi ki (Muvatta),
Bunu, dokuz gecede ezberlemişti hatta.
Hadis, fıkıh ve lügat, hem dahi edebiyat,
İlminde, parmak ile gösterildi o bizzat.
İmam-ı Malik’e de, gelip yirmi yaşında,
Büyük bir âlim oldu, gençliğinin başında.
O, ilim ve marifet, ayrıca soy ve neseb,
Yönünden, üstün idi sair ulemadan hep.
Henüz onüç yaşında, öğrenerek herşeyi,
Derdi ki: (Sorun bana, her türlü meseleyi.)
Onbeşinde başladı, dini fetva vermeye.
Ahmed bin Hanbel bile gelirdi dinlemeye.
Derlerdi ki: (Ey İmam, sen âlimken, ne için,
Gelip katılıyorsun dersine bu âlimin?)
Derdi ki: (Ezberledik bizler ilmin lafzını.
Lakin bu zat, biliyor, onların manasını.)
Süfyan-ı Sevri der ki: (İmam-ı Şafii’nin,
Aklının çokluğunu, anlamak gayr-i mümkin.
Cem olsa da bir yere, herkesin aklı şayet,
Yine de onun aklı, daha çok gelir elbet.)
O, az yer, midesini doldurmazdı pek fazla.
Derdi ki: (Doyasıya hiç yemedim ben asla.)
Sebebi sorulunca, buyurdu ki: (Çok yemek,
Bedene ağırlıktır ve uyku getirir pek.)
Gayet sevimli olup, çok güzeldi siması.
Akranından üstündü, zeka ve hafızası.
Resulün sünnetine, ederdi çok riayet.
Var idi üzerinde, büyük vakar ve heybet.
O, Kur'an okuyorken, ağlardı dinleyenler.
Hatta kendilerinden geçerdi çok kimseler.
Abdullah-ı Ensari, buyurur ki hem dahi:
(Pek fazla seviyorum İmam-ı Şafii’yi.
Zira evliyalıkta, baksam hangi makama,
Her velinin önünde, rastlarım hep İmam’a.)
.
Hadlerini bildirdi
Şafii mezhebinin imamı, reisidir.
Esas ism-i şerifi, (Muhammed bin İdris)dir.
Gayet güzel konuşur, az yer ve az uyurdu.
(Çok yemek, anlayışı azaltır) buyururdu.
Her yıl vergi olarak, Harun Reşid, Bizans’tan,
Bol miktarda para, mal alırdı muntazaman.
Bir sene, imparator, bu vergiyi vermeyip,
Şu haberi yolladı, dörtyüz ruhban gönderip:
(Sizin âlimleriniz, bizim ruhbanlar ile,
Münazara etsinler, karşılıklı ilimle.
Sizinkiler yenerse eğer bizimkileri,
Yine, eskisi gibi veririz vergileri.
Yok eğer yenilirse sizin âlimleriniz,
O zaman vergimizi, biz size ödemeyiz.)
Geldi bu maksat ile, tam dörtyüz hıristiyan.
Halife, âlimlere emir verdi o zaman.
Toplantı, Dicle nehri yanında yapılmıştı.
Bunu seyretmek için, cümle halk toplanmıştı.
Halife Harun Reşid, İmam-ı Şafii’ye,
Söyledi: (Ruhbanlara haddini bildir!) diye.
İmam, seccadesini omuzlarına alıp,
Geldi nehir yanına, suya hiç aldırmayıp.
Sonra, seccadesini attı Dicle nehrine.
Su üstünden yürüyüp, oturdu üzerine.
Buyurdu: (Benim ile konuşmak isterse kim,
Gelsin şu seccademin üzerine o âlim.)
Bunu gören ruhbanlar, donup kaldı o zaman.
Şehadeti getirip, hepsi oldu müslüman.
Bizans imparatoru, duyunca bu haberi,
Gayet mahcub oldu ve gönderdi vergileri.
Dedi: (Eğer gelseydi buralara o insan,
Burdaki ruhbanlar da, hep olurdu müslüman.)
.
İnsanları razı etmek
İmam-ı Şafii’ye gelerek bir gün bir zat,
Dedi: (Eder misiniz bana biraz nasihat.)
Buyurdu ki: (Dünyaya hiç bağlama kalbini.
Zira bu, birgün biter, düşün ahiretini.
Çok yıl ömür sürsen de sen bu dünya evinde,
Sonsuz yaşıyacaksın, ahiret âleminde.
Ve ne kadar uğraşsan, zorlasan da nefsini,
Tam razı edemezsin insanların hepsini.
Öyleyse, sen Rabbini, tam razı etmeye bak.
Zira böyle olmanı istiyor cenab-ı Hak.
Senden razı olsa da, eğer bütün insanlar,
Rabbimizin rızası yok ise, neye yarar?
Sadece Hak teâlâ severse seni şu an,
Gam değil, bütün dünya olsa da sana düşman.)
Rica etti o kişi: (Söyleyin biraz daha.)
Buyurdu: (Rabbine dön, halis kul ol Allah’a.
Senden zengin olanı, kıskanma, etme haset.
Dinde, senden ilerde olanlara gıbta et.
Zira sana mahşerde, budur lazım olacak.
Malın, paran çok ise, varislere kalacak.
Aklı olan, aldanmaz dünya mal-ü mülküne.
Hazırlanır durmadan, hep ahiret gününe.
Bilir ki, dünya fani ve sonsuzdur ahiret.
Ebediyi, faniye tercih eder o elbet.)
Nasihat istemişti yine bir gün başkası.
Buyurdu ki: (Temin et ilim, amel, ihlası.
Zira bunlar giderir, kalbindeki hüzünü.
Ve bunlardır mahşerde, güldürecek yüzünü.
Ortak ol, dostlarının sevincine, derdine.
Hatasını görürsen, söyle yalnız kendine.
Zira sadık arkadaş, gıybet etmez dostunu.
Başkası gıybet etse, susturur hemen onu.
Dünya ile ahiret, zıddır birbirlerine.
Birinden uzaklaşan, yaklaşır diğerine.
Dünya muhabbetiyle, Rabbimizin sevgisi,
Bir kalpte, bir arada bulunmaz her ikisi.
Dünya, hiç sevmediği nesnelerdir Allah’ın.
Hem de dünya sevgisi, başıdır her günahın.
Gurur ve kibir dahi, addedilir dünyadan.
Yalnız ahmak olanlar, lezzet alır bunlardan.)
Bir gün de, bir mümine ediyorken nasihat,
Buyurdu: (Ahirettir esas gaye ve maksat.
Kim gaye edinirse, her işinde ihlası,
Aziz olur her zaman, budur işin esası.
Rabbini sevdiğini söylüyorsun ey insan!
Bu, nasıl sevgidir ki, edersin Ona isyan?
Seven, hiç sevdiğini getirir mi gazaba?
Bil ki günah işleyen, duçar olur azaba.)
.
Seyyide hürmet
İmam-ı Şafii ki, üstaddı din ilminde.
Bir gün ders veriyordu, Bağdat’ın camiinde.
Lakin ders arasında, müteaddit defalar,
Ayağa kalkıp kalkıp, oturuyordu tekrar.
Bu, o gün, tam on defa böyle tekrar edince,
Bu hal, meraklandırdı talebeyi iyice.
Dediler ki: (Efendim, hikmeti ne ki acep,
Kalkıp oturursunuz ara ara böyle hep?)
Buyurdu: (Seyyidlerden bir çocuk var dışarda.
O, kapının önünde oynuyor şu arada.
Lakin oyun icabı, bazan kapı önünden,
Geçerken, kalkıyorum ona hürmet yönünden.
Bir evlad-ı Resul ki, ayaktadır o evlat,
Reva mıdır başkası otursun böyle rahat?)
Talebeden biri de, bir hadise nakleder:
Bir gün çıktık camiden, İmam ile beraber.
O, cevap veriyordu benim sorduklarıma.
O ara bir hizmetçi, koşup geldi İmam’a.
Dikkat ettim, elinde tutuyordu bir kese.
Dedi ki: (Efendimin çok selamı var size.
O, hediye gönderdi, bu bir kese altını.
Dedi ki: Bunlar ile, görsün ihtiyacını.
Lütfen kabul buyursun, göndermesin geriye.
Kendi için harcasın, vermesin bir gayriye.)
Buyurdu ki: (Şuraya bırak onu pekala.
Daha muhtaç olanı gönderir Hak teâlâ.)
Hizmetçi, bir kenara bıraktı o keseyi.
Merak etti, gelecek daha muhtaç kimseyi.
İmam sürmemişti ki elini o paraya,
Çok geçmeden, bir kimse geliverdi oraya.
Arz etti ki: (Efendim, ben fakir ve muhtacım.
Bilhassa bu günlerde nakte var ihtiyacım.
Zira çocuğum oldu, hiç param yok Vallahi.
Bebeği sarmak için, yok evde bir bez dahi.
Allah için, şu ara çok muhtacım paraya.
Biraz lütfederseniz, derman olur yaraya.)
İmam, üzüntü ile dinledi o kimseyi.
Ve işaret ederek, gösterdi o keseyi.
Buyurdu ki: (Al götür, altın varmış içinde.
Kullanırsın her türlü ihtiyacın için de.)
Hiç elini keseye dokundurmadan, yine,
Verdi onu, o gelen ihtiyaç sahibine.
Halbuki kendi dahi muhtaç idi buna pek.
Lakin onu, kendine tercih etti severek.
Yine bir gün İmam-ı Şafii hazretleri,
Mekke’ye gelmiş idi, o ve talebeleri.
Bir çadır kurdurarak, Mekke’den dışarıda,
Gelen ziyaretçiyi, kabul etti orada.
Akın akın gelerek, sordular çok sualler.
Hepsinin müşkilini halletti birer birer.
Yanında onbin dirhem parası vardı ki hem,
Fakir olanlarına, dağıttı dirhem dirhem.
Hepsini bitirince, memnun oldu begayet.
Dedi ki: (Oh çok şükür, rahat ettim nihayet.)
.
33 - EBÜL HAYR-İ EL AKTA (Rahmetullahi Aleyh
.
Rüyada verilen ekmek
Evliyanın büyüğü, Ebül Hayr-i el Akta.
Bilerek işlemedi asla günah ve hata.
Yiyecek bulamadı Medine’de birkaç gün.
Gelip sürdü yüzünü Ravdasına Resulün.
Dedi: (Ya Resulallah, beş gün bir şey yemedim.
Ve bunu, senden gayri kimseye söylemedim.)
Halini arz ederek, çekildi bir kenara.
Bir müddet namaz kılıp, uyukladı bir ara.
Rüyasında gördü ki Aliyyül Mürteza’yı,
Gelerek uyandırdı Ebül Hayr-i Aktayı.
Buyurdu: (Ya Ebel Hayr, çok uyudun, haydi kalk!
Allah’ın sevgilisi geliyor, dön de bir bak.)
Az sonra, Resulullah teşrif edip oraya,
Büyükçe bir ekmeği verdiler Ebül Hayr’a.
O başladı yemeye, hayli aç olduğundan.
Yarısına gelince, uyandı uykusundan.
Lakin çok şaşırmıştı kendine geldiğinde.
Zira kalan o ekmek, duruyordu elinde.
Bir kimse, kendisinden nasihat isteyince,
Buyurdu ki: (Evladım, edep lazım ilk önce.
Bir kalbin iman dolu olmasına alamet,
Bütün müslümanlara, gösterir çok merhamet.
Çok üzülür, müminler sıkıntıya girince.
Koşar yardımlarına, elinden geldiğince.
Bir kalbin de, nifakla dolmasına alamet,
Bunlar da, her insana beslerler kin ve haset.
Bir kul, ibadetini gösterirse gayrıya,
İhlastan ayrılmıştır, bu hali olur riya.
Gösterişten kurtulup, kazanırsa ihlası,
O zaman temizlenir o kalbin kiri, pası.
Bir beden de, islama gece gün etse hizmet,
Hak teâlâ indinde, kazanır kadir, kıymet.
Şerefli bir müslüman olmak için, evvela,
Dikkat etmek lazımdır, helal ve haramlara.
Onun mahluklarına merhametli de olmak,
İyi insan olmanın, bir şartıdır muhakkak.
Sonra, devam lazımdır sohbet-i salihine.
İyi kul olmak için, lazımdır bu da yine.)
.
34 - EBÜL HÜSEYİN KURAFİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Padişah olacaksın
Ebül Hüseyn Kurafi, evliyadan, büyük zat.
Yüzon yaşında iken, eyledi Hakka vuslat.
Tasavvufta, çok yüksek makama oldu vasıl.
Her gün, çok kerametler olurdu ondan hasıl.
Allahü teâlâya ederdi çok ibadet.
Asla dünya malına vermezdi ehemmiyet.
Herkesi doğru yola erdirmekti gayesi.
Bu yolda çalışmakla geçti günü, gecesi.
Kendisini görmeye, bir derviş geldi bir gün.
Kaftanı eski olup, yırtılmıştı büsbütün.
Fakirlikten, günlerce hiç yemek yememişti.
Ve lakin bu halini, ona diyememişti.
O, bu fakir dervişin yüzüne etti nazar.
Buyurdu ki: (Alnında, bir mana var aşikâr.
Yüzünden, şu müjdeyi okurum ki ben şu an,
İlerde bir beldeye, olursun büyük sultan.)
Ebu Süleyman idi lakabı o dervişin.
O anda anlamadı esrarını bu işin.
Lakin o günden sonra, yıllar geçti aradan.
Fas’taki bir bölgeye, oldu hakim ve sultan.
Hem de adaletiyle tanınıp, oldu meşhur.
Güzel idaresiyle, insanlar buldu huzur.
Başka gün, kendisini ziyaret etti biri.
O dahi fakir olup, bekârdı çoktan beri.
Evlenmeye, kaç defa ettiyse de teşebbüs,
Ve lakin evliliği, etmemişti teessüs.
Zira bulunmamıştı bir kız ona münasip.
Bu yüzden, olmamıştı evlenmek ona nasip.
Kurafi hazretleri, bunun dahi yüzüne,
Bakarak, şu müjdeyi vermişti kendisine:
Şimdi senin hakkında, şöyle ki benim zannım,
Bir gün olur senin de, iki çocuk, bir hanım.
Üç kişinin içinde görürüm seni zira.
Haydi git de, kendine, münasip zevce ara.
Hakikaten aynıyle vuku buldu hadisat.
Evlenip, iki çocuk sahibi oldu o zat.
Bir gün de, bir gemide seyahat ediyordu.
Yolculardan bazısı, gülüp eğleniyordu.
Nasihat ettiyse de biraz kendilerine,
Velakin dinlemeyip, devam ettiler yine.
Ve hatta tanımayıp onun kim olduğunu,
Ellerini bağlayıp, suya attılar onu.
Birazdan, namaz kılma zamanı geldiğinde,
Baktılar, aynı kişi namaz kılar yerinde.
Onu böyle görünce, afalladılar birden.
Hem de ıslanmamıştı elbisesi katiyen.
Üzgün, pişman olarak, çok özür dilediler.
Biz sizi tanımadık, bağışlayın dediler.
Bir gün de, tasavvuftan sordular kendisine.
Buyurdu ki: (Hiç fırsat vermemektir nefsine.
Bir Allah adamının, giderek tam izinden,
Dünya muhabbetini çıkarmaktır içinden.
Kendisinden daha çok, gayriyi düşünmektir.
Allah’a kulluk edip, dine hizmet etmektir.
Kimseye vermemektir sıkıntı, zarar, ziyan.
İşte budur tasavvuf, budur kâmil müslüman.)
.
35 - EBÜL HÜSEYİN EL VERRAK (Rahmetullahi Aleyh)
.
Kötülüğe iyilik
Ebül Hüseyn el Verrak, âlim ve evliyadan.
Ahirete yönelip, el çekmişti dünyadan.
Yakın ve dostlarına, ederdi çok nasihat.
İsterdi ki her kişi, olsun mesut ve rahat.
Sıkıntıda görseydi eğer bir müslümanı,
Yardımına koşardı her ne ise imkanı.
Bir kişi, kendisine kötülük yapsa bile,
O, yine iyilikle ederdi mukabele.
Sırf kendi nefsi için, kimseye kızmazdı hiç.
Allah için olurdu, onda öfke ve sevinç.
Kötülük yapsa idi, bir kişi kendisine,
O gidip, o kimseden özür dilerdi yine.
Bir mümine soğukluk duysa idi o şayet,
Onun gitmesi için, ederdi sa’y-ü gayret.
Derdi ki: (Her müslüman, mahbubudur Allah’ın.
Sonu tehlikelidir, ona soğuk duranın.)
Özür dileyenleri, affederdi muhakkak.
Derdi ki: (Affetmeyi, seviyor cenab-ı Hak.
Öyle affetmeli ki insan din kardeşini,
Unutmalı tamamen onun fena işini.)
Derdi ki: (Ey insanlar, olmayın ki gaflette,
Yarın her işinizden, hesap var ahirette.
En kıymetli anları şudur ki ömrümüzün,
Rızasına muvafık geçmiştir Rabbimizin.
Kardeşlerim, insanlar mahşerde (Âh vâh) ile,
Mutlak pişman olacak, Cennette olsa bile.
Derler: (Keşke bir anı, boşa geçirmeseydim.
Keşke bir kere daha fazla Allah deseydim.)
Dediler: (Bir insanın, iyi veya kötüsü,
Ne ile belli olur, nedir bunun ölçüsü?)
Buyurdu: (Hak indinde üstünlüğü bir kulun,
Takvasıyle bellidir, ölçüsü budur bunun.
Zira takva sahibi, korkar Hak teâlâdan.
Sarılır ibadete, kaçınır her günahtan.
Onun, Allah korkusu sinmiştir yüreğine.
Hangi halde olsa da, günaha girmez yine.
Allah’tan korku hali, şuna benzer ki onun,
Annesinden korkması gibidir bir çocuğun.
Annesi azarlasa, dövse de onu, yine,
Daha fazla sarılır o çocuk annesine.)
Bir gün de buyurdu ki: (Uyanın ey insanlar!
Bilin ki, ömrünüzün sonunda bir ölüm var.
Bizden önce gelenler, hani, nerde şu anda?
Öldüler her birisi, ummadık bir zamanda.
Kötü insanlar ile kurmayın münasebet.
Zira geçer onlardan size dahi bir zulmet.
İyilerle olmaya çalışın ki çok zaman,
Size de geçsin biraz onların ihlasından.
Kim haram karşısında, kapatırsa gözünü,
İman ile doldurur Allah onun gönlünü.
Küçük günah işleyen, alışır büyüğüne.
Ona devam eden de, düşer küfrün içine.
İnsan, nefse aldanıp, günah işlerse şayet,
Pişman olup, Rabbinden istemeli mağfiret.
Zira tövbe ederse bir kul halis olarak,
O kulun günahını, affeder cenab-ı Hak.)
.
36 - EBU OSMAN MAĞRİBİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Köpekten alınan ders
Evliya-yı kiramdan Ebu Osman Mağribi,
Yoktu Mağrip ilinde başka zat, onun gibi.
Zahiri ve batıni ilimleri, bittamam,
Öğrenip, tasavvufta kazandı hayli makam.
Büyüklerin yoluna girmeden daha önce,
Zengindi, avlanmaya meraklıydı bir nice.
Kendisine alışmış, hem de çok sadık olan,
Köpeğiyle giderdi avına çoğu zaman.
Ve her akşam süt içmek, adetiydi bu zatın.
Yine içecekti ki, sıcaktı sütü lakin.
Koyuldu beklemeye, süt soğusun diyerek.
Lakin uyuyuverdi, zira yorgun idi pek.
O esnada bir yılan girdi o kap içine.
Zehirini , o süte akıtıp çıktı yine.
O sadık köpeği de kapıda duruyordu.
Yılanın yaptığına, o dahi vakıf oldu.
Ebu Osman uyanıp, istedi sütü içmek.
Ve lakin birden bire, saldırdı ona köpek.
Bir şey anlamamıştı, uzandı kaba yine.
Fakat köpek, bir daha saldırdı üzerine.
Bir mana veremedi bu işe Ebu Osman.
Zira sütü içmeye, bırakmıyordu hayvan.
Uzandı üçüncü kez o sütü almak için.
Fakat o, içmesine vermedi yine izin.
O, ne zaman elini uzatsaydı sütüne,
Köpeği de şiddetle saldırırdı üstüne.
Lakin o bilmiyordu işin hakikatini.
Dördüncü kez o süte uzatınca elini,
Köpeği, son olarak saldırdı ona tekrar.
Ve eğilip diliyle içti sütten bir miktar.
O, şaşkınlık içinde bakarken o hayvana,
Köpek, acı çekerek başladı kıvranmaya.
Zehirin tesiriyle, nihayet öldü hemen.
Araştırıp, öğrendi durumu çok geçmeden.
Üzüldü, çok ağladı bu işin akabinde.
Bazı değişiklikler oluverdi kalbinde.
Olan bu hadiseden, aldı çok ders ve ibret.
Yaramaz işlerine, o gün verdi nihayet.
Düşündü ki: Şu köpek, bana sadakatinden,
Bırakmadı içeyim zehirlenmiş o sütten.
Hayvan olduğu halde, dikkat etti o buna.
Feda etti kendini efendisi uğruna.
Halbuki benim de bir efendim, Sahibim var.
Ve lakin sadakatim, yoktur şu köpek kadar.
Allahü teâlânın kuluyum ben de bizzat.
Lakin gösteremedim hayvan kadar sadakat.
Heyhat! bunca yıllarım gafletle geçmiş demek.
Beni, bu gafletimden uyandırdı şu köpek.
Halisen tövbe edip, girdi Allah yoluna.
Dağıttı mallarını, rıza-i Hak uğruna.
Yirmi sene çalışıp, bir âlim oldu artık.
Ve Harem-i şerifte, kırk yıl yaptı imamlık.
Öyle fazla idi ki edebe riayeti,
Fazlasına, kimsenin yetişmezdi takati.
.
37 - ALİ BEKKA (Rahmetullahi Aleyh)
.
Tövbe nasıl olur?
Allah adamlarından, bir büyük evliyadır.
Kalpleri aydınlatan nasihatları vardır.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu ki bir zaman:
(Yalnız halis amelle kurtulur yarın insan.
Cennet de, bir insanın, ederek halis niyet,
Yaptığı amellerin mükafatıdır elbet.
Dışın, içe uyması lazımdır ki muhakkak,
Eğer böyle olmazsa, olur o, dinde nifak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Merak edersen eğer,
Ki dünya, senden sonra nasıl bir hale girer?
İlk ölenlerden sonra, nasıl olduğuna bak.
Zira senden sonra da, öyle olur muhakkak.
Tövbenin, şartlarına uygun olması için,
Halis pişman olması lazım gelir kişinin.
Ve sadece dil ile, kabul olmaz istiğfar.
Bırakmış olmalıdır günahı da a’zalar.
Kişi, küçük yaşında başlarsa din ilmine,
Yazı yazmak gibidir bu, mermer üzerine.
İlmi, ihtiyarlıkta öğrenenin de hali,
Olur, su üzerine yazı yazmak misali.
Mümin, boş işler ile iştigal etmez asla.
Baktığı ibret olur, her işi de ihlasla.
Âlimler olmasaydı, dünyada olmazdı tad.
Onların varlığıyla gönüller olur abad.)
Yine bir sohbetinde buyurdu ki: (Bir kimse,
Günah işlediğinde, pişmanlık duyar ise,
Bu hali, onun için bulunmaz bir nimettir.
Zira bu pişmanlığı, tövbe etmek demektir.
Eğer Allah korusun, olmazsa hiç üzülmek,
Hatta tatlı gelirse ona günah işlemek,
Günahta ısrardır ki, gayet fena bir iştir.
Bu hal, o kimse için tehlikeli gidiştir.
Küçük günaha devam, olur günah-ı ekber.
Büyük günaha devam, onu küfre sürükler.
Kul ibadet yapınca, nefsi kabarıyorsa,
Mesela (Ben ne iyi müslümanım) diyorsa,
Bu, korkunç bir hastalık, öldürücü zehirdir.
Yaptığı ibadeti, bu, sıfıra indirir.
Ateş, nasıl odunu yakar ve bitirirse,
Yine güneş, nasıl ki buzları eritirse,
Ucb , yani beğenmek de yaptığı işlerini,
Yok eder kazandığı ibadetin ecrini.
Bu korkunç hastalıktan kurtulabilmek için,
İyi amellerini görmeli fena, çirkin.
Bir kul, ibadetinde bulursa noksan, kusur,
O ibadet, indallah kabule layık olur.)
.
Son nefes
Hazret-i Ali Bekka büyük ve mübarektir.
Bekka ismi, lügatta, çok ağlayan demektir.
Bir hadise üstüne, pek çok ağladığından,
Ona, (Bekka) lakabı verilmişti o zaman.
Şöyle ki, salihlerden, bir arkadaşı vardı.
Keramet ehli olup, çok ibadet yapardı.
Onun ile Bağdat'tan, yolculuğa çıktılar.
Bir yıllık mesafeyi, bir saatte aldılar.
Sonra o arkadaşı, dedi ki: (Biraderim,
Ben, şu gün ve şu yerde ölürüm zannederim.
İstediğim odur ki, tam vefatım anında,
Sen de hazır olasın, o gün benim yanımda.)
Hazret-i Ali Bekka üzüldüyse de kalben,
Onun bu ricasına, (Peki) dedi mecburen.
Bildirdiği saatte, gitti onun yanına.
Hakikaten gördü ki, az kalmış vefatına.
Lakin dikkat etti ki, küfre sebep olacak,
Sözler sarfediyordu son nefeste o ancak.
Çok uğraştı ise de, imanla ölsün diye,
Muvaffak olamadı, öldü küfür üzere.
İşte bu hadiseye şahit olduğu için,
Ömrü, hep ağlamakla geçmişti bu kişinin.
Alıp cenazesini, vardı bir kiliseye.
Bir topluluk gördü ve sordu (Bu ne?) diye.
Dediler ki: (Bu gece, bizim bir ruhbanımız,
Öldü, lakin bir şeye çok sıkıldı canımız.
Tam öleceği anda, dinini bırakarak,
İslam dini üzere can verdi son olarak.)
Dedi: (Bu cenaze de, yaşarken mümin iken,
Mazallah küfre kaydı, tam ruhunu verirken.
Alın bu cenazeyi, onu da verin bana.
Kefenleyip gömeyim islam mezarlığına.)
Aldı o cenazeyi, yıkadı, kefenledi.
İslam mezarlığına götürüp defn eyledi.
Bu hal, Ali Bekka’ya çok dokundu velhasıl.
Ve bunun tesiriyle, ağladı bir nice yıl.
Biri, ömrü boyunca yaşadı dalalette.
Sonunda iman edip, kavuştu hidayete.
Biri de uzun yıllar, müslüman idi, fakat,
En sonunda mazallah, imansız etti vefat.
Gerçi bu istisnadır, asıl olan, her insan,
Nasıl yaşıyor ise, öyle ölür çok zaman.
Bu zat buyuruyor ki: (İhlastır dinde esas.
İhlassız amellerden, hiç sevap alınamaz.
Bir bardak su içine, bir damla düşse idrar,
Artık pis olmuştur ki, içilmez o su zinhar.
İşte halis niyete, çok az da bir dünyalık,
Menfaat karışırsa, on para etmez artık.
Maddede ve manada, temizlik pek iyidir.
Her şeyin saf ve temiz olanı kıymetlidir.)
.
38 - EBÜL ABBAS EL BASİR (Rahmetullahi Aleyh
.
Ceylanın oğlu
Endülüs’te yetişen evliyadan biridir.
O yörenin halkını, yıllarca etti tenvir.
İsmi Ahmed ise de, lakin halk arasında,
(İbn-ül gazale) diye tanınır daha fazla.
Endülüs’te dünyaya gelen bu mübarek zat,
Mısır’da yaşadı ve orada etti vefat.
Onun İbn-ül gazale, yani ceylanın oğlu,
Diye tanınması da, esasen şöyle oldu:
O, dünyaya gelince, çok güzel idi, ama,
Validesi baktı ki, iki gözü de a’ma.
Babası sultan olup, seferdeydi o zaman.
Annesi çok üzülüp, şöyle düşündü o an:
Madem iki gözü de a’ma doğdu bebeğim.
Böyle sakat çocuğu, istemez belki beyim.
O, böyle düşünerek, beyi henüz dönmeden,
O bebeği alarak, ayrılıp gitti evden.
Şehir dışına çıkıp, vardı tenha bir yere.
Oğlunu bir kenara bırakıp, döndü eve.
Dedi: Beğim gelince, derim, doğdu yavrucak.
Ve lakin yaşamayıp, vefat etti çabucak.)
O, terk etti ise de tenhaya çocuğunu,
Ve lakin Hak teâlâ, zayi etmedi onu.
Gönderdi bir ceylanı onun bu yavrusuna.
O gelip, muntazaman, süt verdi her gün ona.
Bundan birkaç gün sonra, sultan döndü seferden.
Evine girer girmez, çocuğu sordu hemen.
Hanım dedi: (Efendi, oldu bir erkek evlat.
Ve lakin yaşamayıp, aynı gün etti vefat.)
Sultan üzüldüyse de onun bu haberine,
Yine de razı oldu Allah’ın takdirine.
Dedi ki: (O çocuğu aldıysa cenab-ı Hak,
Daha hayırlısını ihsan eder muhakkak.)
Aradan günler geçti, bir gün yine bu sultan,
Adamlarını alıp, ava gitti bir zaman.
Bir bölgeyi çevirip, kontrole aldılar.
Sonra da, o halkayı gittikçe daralttılar.
Az daha yaklaşınca, gördüler ki bir çoğu,
Bir ceylan, emziriyor çok güzel bir çocuğu.
Çok garibine gitti o sultanın, işbu hal.
Merakla yanlarına koşarak geldi derhal.
Görünce çok sevimli bir erkek çocuğunu,
Şefkatle kucaklayıp, bağrına bastı onu.
(O ölenin yerine, oğlum bu olsun) diye,
O çocuğu alarak, dönüp geldi geriye.
Hanımına gösterip, dedi: (Hanım, işte bak.
Bu çocuğu gönderdi bizlere cenab-ı Hak.
O ölenin yerine, bunu ihsan buyurdu.
Av yerinde bir ceylan, bunu emziriyordu.)
O bebeğin yüzüne bakar bakmaz ilk daha,
Hatasına anlayıp, başladı ağlamaya.
Zira tanımış idi, o kendi bebeğini.
Hem de yalan söyleyip, aldatmıştı beyini.
Anlattı hakikati hem ağlaya ağlaya,
Sevinip şükrettiler, Allahü teâlâya.
.
Sade hayat yaşardı
Annesi, kucağına alarak bu oğlunu,
Emzirip, ihtimamla büyüttü sonra onu.
Vakta ki bu çocuğu, geldi yedi yaşına,
Kur'an tilavetini öğretti önce ona.
O, daha büyüyünce, ilme verdi kendini.
Öğrendi ince ince islam bilgilerini.
İnsanlardan uzak ve ayrı bir hali vardı.
Dünyaya rağbet etmez, sade hayat yaşardı.
Babası, o beldede sultan olduğu halde,
Dünya nimetlerinden etmezdi istifade.
İnsanlar derlerdi ki: (Padişahtır babanız.
Siz ise, fakirane bir hayat yaşarsınız.)
O buyurur idi ki: (Doğrudur, öyle evet.
Lakin biz, ahirete veririz ehemmiyet.
Bu dünya nimetleri, sahtedir, vefasızdır.
Bu gün senin ise de, yarın başkasınındır.
Halbuki ahirette ele geçen nimetler,
Hakiki nimet olup, ebedi devam eder.)
Ebül Abbas, sonradan teşrif edip Mısır’a,
Çok faideli oldu orada insanlara.
Nil nehri kıyısına, kurarak dergahını,
Yıllarca tenvir etti o yörenin halkını.
Öteki yakasında, vardı başka evliya.
Mektuplaşırlar idi ikisi ekseriya.
Ebül Abbas, ne zaman yazsaydı mektubunu,
Nil nehri üzerine koyardı gidip onu.
(Ebüssü’ud) idi ki karşıdaki veli zat,
Gidip, su üzerinden alırdı onu bizzat.
Ebül Abbas, burada henüz dergah kurmadan,
Biri, Ebüssü’udun hizmetindeydi her an.
Bu zata, yirmi sene hizmet edip nihayet,
Sonunda, kendisinden talep etti icazet.
Hocası buyurdu ki: (Bana çok hizmet ettin.
Ve lakin benden olmaz, senin mezuniyetin.
Mağrib memleketinden gelir ki bir evliya,
O, kurar dergahını, şu karşıki kıyıya.
İsmi Ebül Abbas’tır, yakında gelecektir.
Senin icazetini, o veli verecektir.)
Birkaç gün geçmişti ki, çağırdı onu yine.
Buyurdu ki: (O veli, teşrif etti yerine.
Sen şimdi durma artık, o zatın yanına git.
Ve çok hizmet eyle ki, olasın çok müstefit.)
(Peki efendim) deyip, geçti karşı kıyıya.
Gördü ki, teşrif etmiş o dediği evliya.
Yaklaşıp, edep ile öptü onun elini.
Ve lakin söylemedi ne için geldiğini,.
Fakat o buyurdu ki: (Hoş geldin ey evladım!
Seni yetiştirmektir benim de tek muradım.
Allah, Ebüssü’ud’a versin ki çok hayırlar,
Himaye etti seni, biz gelinceye kadar.)
O günden itibaren, ona çok etti hizmet.
Yetişip, bu veliden aldı mutlak icazet.
.
Peksimet, tuz, limon
Ebül Abbas, kutb’u ve gavs’ı idi zamanın.
Hem de üstadı idi, bir kısım evliyanın.
Mekke’ye yaya gidip, ederken haccı eda,
Başka bir veli ile karşılaştı orada.
O gün, Ebül Abbas’a sordu ki öbür veli:
Ziyaret ettiniz mi daha önce Kâbe’yi?
Buyurdu: (Öyle kullar yaratmıştır ki Allah,
Onların etrafını, tavaf eder Beytullah.)
O böyle buyurunca, baktı ki o veli zat,
Kâbe, etraflarında dönüyor tam o saat.
Ehemmiyet vermezdi dünyaya bu evliya.
Peksimet, tuz ve limon yer idi ekseriya.
Talebesine dahi, böyle emir verirdi.
Onlara da, sadece bunlardan yedirirdi.
Başka bir evliya da vardı ki o yakında,
Bu babtaki adeti, başkaydı o zatın da.
O, tatlı ve lezzetli yiyecekler yiyordu.
Talebesine dahi, böyle yediriyordu.
Ebül Abbas Basir’in dergahında bulunan,
Talebeden bazısı, haberdar oldu bundan.
Dediler: (Yediğimiz, peksimet, limon ve tuz.
Bu üçünden başkaca, yemek yiyemiyoruz.
Halbuki o dergahta okuyan talebeler,
Yiyorlar her gün onlar, tatlı, yağlı yemekler.
Biz buradan ayrılıp, o dergaha gidelim.
Biz dahi, onlar gibi güzel yemek yiyelim.)
Bunlar on kişi olup, böyle karar aldılar.
Ve kalkıp, bu niyetle o dergaha vardılar.
Ve lakin o dergahta bulunan evliya zat,
Niyetlerini bilip, etmedi hiç iltifat.
Talebeden birine, verdi ki şöyle emir:
(Git, biraz peksimetle, hem limon ve tuz getir!)
Talebe (Peki) deyip, ifa etti emri tam.
Peksimet, tuz ve limon getirip etti ikram.
Hayret içerisinde kalıp o talebeler,
Hata ettiklerini anladılar bu sefer.
Kendi aralarında toplanarak bir daha,
Dediler: (Biz dönelim, yine bizim dergaha.)
Mahcup halde geriye dönünce onlar yine,
Ebül Abbas, bir tuğla alıp verdi birine.
Buyurdu ki: (Al bunu, kuyumcuya götür sat.)
O, tuğlayı alınca altın oldu o saat.
Götürüp, bin dinara satarak o tuğlayı,
Dönüp, üstadlarına teslim etti parayı.
Hocaları onlara, yüzer dinar vererek,
Buyurdu: (Bunu alıp, eyleyin bu yeri terk.
Zira biz, dünya ile fazla ilgilenmeyiz.
Yemek düşkünleriyle, hiç sohbet eylemeyiz.)
Onlar çok üzülerek ve pek çok yalvararak,
Dediler ki: (Efendim, hata ettik muhakkak.
Biz, o yaptığımıza, çok üzgün ve pişmanız.
Sizin sohbetinizi istiyoruz biz yalnız.)
Ebül Abbas, onlara merhamet etti yine.
Affedip, kabul etti tekrar sohbetlerine.
.
39 - EBÜL ABBAS-I MÜRSİ (Rahmetullahi Aleyh
.Hoş geldin yanımıza
Endülüs’te yetişen büyük bir evliyadır.
İlim sahibi olup, kerametleri vardır.
Altıyüzonaltı’da dünyaya gelen bu zat,
Seksen sene yaşayıp, eyledi Hakk’a vuslat.
Ebül Hasan Şazili, hocasıydı bu zatın.
Ondan çok istifade etmiş idi bihakkın.
Hocası, sağlığında, bütün talebesini,
Toplayıp, bu veliye ısmarladı hepsini.
Buyurdu ki: (Allah’a yemin ederim ki ben,
Konuşmaktan aciz ve hiçbir şey bilemeyen,
Cahil bir köylü gelse mübarek huzuruna,
İletir bir sohbette, evliyalık yoluna.)
Ebül Abbas-ı Mürsi, mübarek hocasını,
Kendi, şöyle anlattı görüp tanımasını:
Bir zaman Mürsiyye’den, Tunus’a gitmiş idim.
Üstadımın adını, orada işitmiştim.
Görüşmek arzu ettim kendisiyle hemence.
Şöyle bir rüya gördüm gitmeden bir gün önce.
Bir dağın tepesine tırmanıp çıkıyorum.
Orada, çok nurani bir kimse görüyorum.
Bana nazar ederek, buyurdu ki: (Evladım,
Hoş geldin yanımıza, ben de seni arardım.)
O sabah, huzuruna sevinçle gittim bizzat.
Baktım, gece rüyada o gördüğüm aynı zat.
Yine aynı şekilde, heybetle otururdu.
Ve bana, rüyadaki aynı şeyi buyurdu.
Yani bana bakarak, dedi ki: (Ey evladım!
Hoş geldin yanımıza, ben de seni arardım.)
İsmimi sual etti, arz ettim kendisine.
Buyurdu ki: (Evladım, oluyor ki on sene,
Arz edildin sen bana, ben seni tanıyordum.
Yanıma gelmen için, yolunu bekliyordum.)
Ebül Abbas-ı Mürsi, bu zatın huzurunda,
Yetişip, çok yükseldi evliyalık yolunda.
İnsanlar, dört bir yandan, demeyip uzak yakın,
Bu zatın sohbetine koştular akın akın.
Öyle çok evliyalar çıktı ki o dergahta,
Onların sayıları, bilinmez oldu hatta.
Küçük yaşta başladı onun kerametleri.
Harika gösterirdi çocukluğundan beri.
Kendisi anlatır ki: Henüz küçük çocuktum.
Tahsil için mektebe, henüz ilk gidiyordum.
Bir levha üzerine, bazı şeyler yazarken,
Bir amca beni görüp, yanıma geldi hemen.
Dedi ki: (Ey evladım, bu, temiz bir levhadır.
Niçin karalıyorsun, bunun vebali vardır.)
Dedim ki: (Amcacığım, ben karalamıyorum.
İlim için, lüzumlu bir şeyler yazıyorum.
Asıl amel defteri karalanmamalıdır.
O karalanır ise, asıl vebal ondadır.)
Ben böyle söyleyince, alnımdan öptü benim.
Dedi: (Bu, bir hikmettir, bunu senden öğrendim.)
. Devrinin kutb’u idi
Bu velinin üstadı, Ebül Hasan Şazili,
Onun yetişmesine, gayret etti bir hayli.
Sonra icazet verip, gönderdi Endülüs’e.
Hidayete kavuştu sohbetiyle çok kimse.
Bir kişi anlatır ki, hem de Yahya adında:
Bir müddet hizmet ettim Şazili’nin yanında.
Sonradan, Endülüs’e giderken bir iş için,
Hazret-i Şazili’den isteyip aldım izin.
Bana buyurdular ki: (Git ama Endülüs’e,
Orada, Ebül Abbas diye vardır bir kimse.
Onun ile görüşüp, hizmetine giresin.
O, yüksek makamlara kavuşmuştur, bilesin.
Lakin mütevazıdır, çok setr eder kendini.
Bunun için halk onun, bilmezler kıymetini.)
Nihayet yola çıkıp, dağlar tepeler aştım.
Uzun bir yolculukla, Endülüs’e ulaştım.
Ebül Abbas Mürsi’yi, insanlardan sorarak,
Görüştüm kendisiyle, huzuruna vararak.
Ben bir şey söylemeden, buyurdu ki: (Ey Yahya!
Sonsuz şükür eyle ki Allahü teâlâya,
Zamanın kutb’u ile görüşmüş oldun şu an.
Ve beni, senden önce olmadı hiç tanıyan.
Hocam Ebül Hasen’in, sana dediklerini,
Gizle ki, halk içinde olmayayım aleni.)
Ebül Abbas Mürsi’nin, keramet ehli bir zat,
Olduğunda, sultanın şüphesi vardı bizzat.
Bunu anlamak için, yeltendi imtihana.
Çağırdı bunun için hizmetçiyi yanına.
Dedi: (İki tavuk al ve önce kes birini.
Ve boğmak suretiyle, öldür o diğerini.
Pişir o tavukları, aynı kazan içinde.
Onları, bir tabağa koy getir piştiğinde.)
Hizmetçi, talimatı yerine getirdi tam.
Sonra Ebül Abbas’a götürüp etti ikram.
Lakin o, hizmetçinin, bakarak suratına,
Buyurdu ki: (Bunları, al götür sultanına.
Zira şu, boğularak necis hale gelmiştir.
Bu da, onun suyunda pişerek pislenmiştir.)
Hizmetçi anlatınca sultana hadiseyi,
Onun büyüklüğünü, anladı gayet iyi.
Bir gün de başka biri, zahiren bakıp ona,
Bu Allah adamını, yeltendi imtihana.
Bu maksatla evinde, tertib etti ziyafet.
Ve onu, yemek için, evine etti davet.
Lakin helal olduğu şüpheli bazı taam,
Hazırlayıp, sofrada, bu zata etti ikram.
Lakin o, bu yemeğin şüpheli olduğunu,
Anlayıp, kendisine bildirdi hemen bunu.
Buyurdu ki: (Bir yemek, şüpheli olunca az,
Damarlarım kasılıp, ederler beni ikaz.
Sizin bu taam dahi, değildi temiz, helal.
Yine damarlarımda hasıl oldu aynı hal.)
. Bir keramet
Ebül Abbas-ı Mürsi, hal ehli bir veliydi.
Büyük insan olduğu, her halinden belliydi.
Bir gün, talebesinden beş kişiyi alarak,
Yolculuğa çıktılar hepsi yaya olarak.
O ara, kendisine sordu ki bazı zevat:
(Efendim, bu seferden acaba nedir murat?)
Gösterip yanındaki o beş talebesini,
Buyurdu ki: (Bunların, defnetmektir hepsini.)
Soranlar, bu cevaptan bir şey anlamadılar.
Onlar da ayrılarak, yola revan oldular.
Yolculuk esnasında, o beş kişi, gerçekten,
Hastalanıp, beşi de öldüler çok geçmeden.
Ebül Abbas, onları defn edip, sonra yine,
Seferden, tek başına döndü memleketine.
İnsanlar öğrenince olan bu hadiseyi,
Onun büyüklüğünü, bildiler daha iyi.
İskenderiye halkı, düşmanın hücumundan,
Korkup, silahlanmaya başladılar bir zaman.
Sonra, Ebül Abbas’a durumu ettiler arz.
Cevaben buyurdu ki: (Korkmayın, bir şey olmaz.
Ben sizin aranızda bulunduğum müddetce,
Düşmanlar, size zarar yapamazlar zerrece.)
Hakikaten hayatta oldukça bu veli zat,
Yapamadı düşmanlar, onlara bir mazarrat.
Vakta ki vefat etti Allah dostu bu veli,
O zaman girdi şehre, o düşman kuvvetleri.
Bir gün de, biri geldi bu zatın huzuruna.
Bildiği ilimlerden, bahsetti biraz ona.
Onsekiz din ilminde, var idi ihtisası.
Lakin yoktu üstünde, bir tevazu libası.
Bilakis, edindiği ilimle öğünerek,
Konuştu, kendisini ondan üstün görerek.
Ebül Abbas-ı Mürsi, tevazu, haya, edep,
Gösterip, o kimseyi sessizce dinledi hep.
O, sözünü bitirip, dedi ki: (İşte böyle.
Şimdi biraz sen konuş, bir şeyler bul da söyle.)
O zaman Ebül Abbas, o kimsenin kibrinden,
Müteessir olarak, buyurdular ki hemen:
(Ey bunun gururuna sebep olan bilgiler!
Onun hafızasından silinin birer birer.)
O böyle buyurunca, onun hafızasında,
Ne kadar bilgi varsa, silindiler anında.
Kendi adını bile, hatta o unutarak,
Şehrin sokaklarında, dolaştı aylak aylak.
O, onun bu haline acıyıp pek ziyade,
Namaz surelerini etti ona iade.
O, ölünceye kadar, bu haliyle kaldı hep.
Bu hale düşmesine gururu oldu sebep.
Hele veliye karşı olursa kibir, gurur,
Dünya ve ahirette, bulunmaz rahat, huzur.
Çünkü onlar, Allah’ın sevdiği dostudurlar.
Onların hürmetine nefes alır bu kullar.
. Aynı anda beş yerde
Ebül Abbas Mürsi’yi sevenlerden bir kişi,
Bir gün, huzurlarına gelerek arz etti ki:
(Bu gün Cumadan sonra, düğün yemeğimiz var.
Siz de bulunursanız, oluruz çok bahtiyar.)
Onun bu davetine, buyurdu: (Peki evlat.
Bir manim olmaz ise, bulunurum o saat.)
O gitti, biraz sonra başkası geldi yine.
O da aynı saatte, davet etti evine.
Ona da buyurdu ki: (Olur isem müsait,
İnşallah davetinde bulunurum o vakit.)
O da gitti, üçüncü kimse geldi nihayet.
O da, aynı saatte yemeğe etti davet.
Onu da kabul edip, buyurdu ki: (Kardeşim,
İnşallah bulunurum, olmazsa mühim işim.)
Birazdan iki kişi gelerek ona yine,
Onlar da, o vakitte çağırdı evlerine.
Yine kabul ederek, buyurdu: (Olur, evet.
İnşaallah gelirim çıkmazsa bir mazeret.)
Lakin Cumadan sonra, talebeleri ile,
Oturup sohbet etti, gitmedi hiçbir yere.
O gün akşama doğru, o beş kişi, tek be tek,
Hep teşekkür ettiler, huzuruna gelerek.
Dediler ki: (Efendim, bize teşrif ettiniz.
Bizleri, bu sebeple pek çok sevindirdiniz.)
Halbuki Ebül Abbas bir yere gitmemişti.
Birkaç talebesiyle, evde sohbet etmişti.
Sohbette bulunanlar, ettiler buna hayret.
Hemen anladılar ki, bu, apaçık keramet.
Ebül Abbas-ı Mürsi, bir derste buyurdu ki:
(Vaktiyle çok varlıklı, zengin biri vardı ki,
Doluydu kalbi onun, tam dünya sevgisiyle.
Durmadan mal yığmaya çalışırdı hırs ile.
Ayrıca, nefsi ondan etseydi neyi talep,
Günah haram demeyip, yapardı onları hep.
Malıyla mağrur olan bu kişi, bir gün yine,
Rastladı, Allah dostu büyüklerden birine.
Şehrin bir kenarında yaşıyan bu veli zat,
Sürüyordu orada, fakirane bir hayat.
Zengin onu görünce, dedi ki: (Sen fakirsin.
Ne ihtiyacın varsa, bana diyebilirsin.)
Buyurdu: (Fakat benim, iki tane kölem var.
Benim hakimiyetim altında bulunurlar.
Bunlar da dünya hırsı ve nefs-i emmaredir.
Bunların ikisi de, benim birer kölemdir.
Halbuki sen onların, hakimiyetindesin,
Onlar sana değil de, sen onlara kölesin.
Yani kölelerime, kölesin sen esasen.
Nasıl teklif edersin böyle bir şey bana sen?
Sen, benden daha aciz durumdayken, ey insan!
Nasıl yapabilirsin bana yardım ve ihsan?
Ben de, ihtiyacımı, kölemin kölesine,
Arz edersem, bu bana yakışır mı hiç yine?)
. Üstada karşı edep
Ebül Abbas, ne zaman sohbet etseydi eğer,
Hep kendi üstadından yapıyordu nakiller.
(Üstadım buyurdu ki...) diye söze başlardı.
Ondan nakil yaparak, sohbetini yapardı.
Dediler ki: (Efendim, acaba ne ki sebep,
Her şeyi, hocanızdan naklediyorsunuz hep?
O buyurdu ki... diye söze başlıyorsunuz.
Ne için kendinizden hiç konuşmuyorsunuz?)
Buyurdu: (Kardeşlerim, bilin ki, Rabbim şu an,
Öyle geniş bir ilim etti ki bana ihsan,
İstesem, kendimden de, her nefes adedince,
Bilgiler sunar idim sizlere ince ince.
Lakin bu dereceye yükselmeme tek sebep,
Hocam Ebül Hasen-i Şazili olmuştur hep.
Onun vasıtasiyle bu nimete erdik biz.
Eğer o olmasaydı, ne ben vardım, ne de siz.
Yani şu buluşmamız, şu sohbet, şu cemiyet,
Hepsi, üstadımızın bereketidir elbet.
Şu anda, hepimizin kavuştuğu şu huzur,
Hep yüksek hocamızın sayesinde olmuştur.
Onun için hocamdan nakiller yaparım hep.
Zira üstada karşı, lazımdır böyle edep.)
Bir gün de Ebül Abbas, sıcak yaz mevsiminde,
(Aside) nam bir yemek pişirttirdi evinde.
Halbuki kış günleri yapılırdı bu yemek.
Bu işin hikmetini, anlamadı kimse pek.
Dediler ki: (Efendim, bildiğimize göre,
Bu yemek, kış günleri pişirilir çok kere.
Siz, yazın pişirttirip bize ikram ettiniz.
Sebeb -i hikmetini anlamadık bunun biz.)
Dedi: (Bu, bu gün doğan oğlumuz Yakut için,
Doğum asidesidir dünyaya gelişinin.
O, Habeş ülkesinde ve falanca beldede,
Dünyaya gelmiştir ki, kış var şimdi o yerde.)
Hiçbir şey anlamadı bundan oradakiler.
O günün tarihini, bir yere kaydettiler.
Dediler: (Her işinde, vardır onun bir hikmet.
Bunun dahi hikmeti, ilerde çıkar elbet.)
Gerçekten onbeş sene geçmişti ki aradan,
Dergaha bir genç geldi, bir gün Habeşistan’dan.
Onbeş yaşında olup, (Yakut) idi adı da.
Gelip, bu evliyanın hizmet etti yanında.
Meğer çok kimselere satılıp köle diye,
Sonunda, vasıl olmuş bu mübarek veliye.
Bu Allah adamına kavuşunca nihayet,
Onu öyle sevdi ve besledi ki muhabbet,
Yanından ayrılmayıp, girdi tam hizmetine.
Kavuştu böylelikle onun çok himmetine.
Ebül Abbas Mürsi de, onu çok seviyordu.
Yanından ayırmayıp, (Benim oğlum) diyordu.
Bu Allah adamının, tam onbeş sene önce,
Buyurduğu o söz de, anlaşıldı böylece.
Hemen hesab ettiler tevellüt tarihini.
Gördüler, kaydedilen güne rast geldiğini.
. Çok hastalığı vardı
Ebül Abbas Mürsi’nin yaşlılık döneminde,
Tam oniki hastalık var idi bedeninde.
Mesela basur ile, böbreğinde taş vardı.
İkisi de, çok zaman acı, ağrı yapardı.
Buna rağmen o yine, meclisini kurarak,
Yapardı sohbetini bunlara katlanarak.
Şiddetli olsa bile, sabredip inlemezdi.
Kimse onda hastalık olduğunu bilmezdi.
Elem ve ızdırabı çok şiddetlendiğinde,
Yüzü kızarıyordu olmayarak elinde.
Yine belli etmeyip kimseye bu derdini,
Yapardı aksatmadan, her günkü sohbetini.
Derdi: (Kendi arzumla bu dersi yapmıyorum.
Bilakis, bu hususta emir olunuyorum.
Bana ilham oldu ki: Eğer bu bilgileri,
Herkese anlatmazsan, alırız senden geri.
Bu manevi emirle, ben sohbet ediyorum.
Bu yüzden sohbetime devam edin diyorum.
Ve lakin bulursanız daha tatlı bir kaynak,
O menbaa koşunuz, burayı bırakarak.)
Her kim, ziyaretine gelseydi ahbabından,
Memnun bir vaziyette ayrılırdı yanından.
Sıkıntılı bir kimse, görse idi yüzünü,
Bir anda unuturdu cümle üzüntüsünü.
Çünkü islam ahlakı, tevazu, haya, edep,
Ve bütün güzel huylar, bulunurdu onda hep.
Yanına biri gelse, pek çok ilgilenirdi,
Gidince de, ardından, ona dua ederdi.
Derdi: (Dua edince birinin gıyabında,
O dua kabul olur Hak teâlâ katında.)
Bakmazdı insanların zahiri hallerine.
Yalnız nazar ederdi niyet ve kalplerine.
Nasıl net görünürse, cam şişede, mürekkep,
O da, öyle görürdü herkesin kalbini hep.
Zahirlerine göre yapmayıp muamele,
Kalplerine bakarak, ederdi mukabele.
Zahid görünüşünde kimseler gelse, fakat,
Çoğu zaman onlara, etmezdi hiç iltifat.
Bazan da görünüşte günahkârlar gelirdi.
O, iltifat eder ve yakınlık gösterirdi.
Çünkü birincilerin, bakarak kalplerine,
Mağrur olmuş görürdü onları, hallerine.
Lakin ikincilere, edince kalben nazar,
Görüyordu onlarda, bir kırıklık, inkisar.
Bunların, günahlardan ötürü nadimliği,
Onların gururundan, gelirdi daha iyi.
Talebeden biri de, sohbete gelmez oldu.
Onu yolda görünce, çağırıp bunu sordu.
O ise cevabında dedi ki: (Ey efendim!
Yetiştiğimi görüp, bir daha da gelmedim.)
Buyurdu ki: (Bu yolda yetiştiğini sanmak,
Hiç yetişmediğinin işaretidir ancak.
Olgunlaşmadığını zannetse biri ise,
Demek ki, olgunlaşma yolundadır o kimse.)
.
40 - EBÜL HASEN-EL KUSİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Ne için ağlıyorsun?
Mısır’ın Kus şehrinde, dünyaya gelen bu zat,
Yine Mısır’a bağlı Kina’da etti vefat.
Hocası, Abdürrahim Kinai’dir ki önce,
Onun kabri yanına, defnedildi ölünce.
Onun talebesi ve damadı idi zaten.
Zahir ve batın ilmi, ondan aldı tamamen.
Her hal ve tavrı ile, örnek olan bu kimse,
Sohbetiyle, feyizler saçıyordu herkese.
Hocasının dersinden, alıyordu büyük zevk.
Her anını, onunla istiyordu geçirmek.
Boyacılık yapardı, kendi babası ise.
Sanatı, boyamaktı kumaş, yahut elbise.
Oğluna diyordu ki: (Sohbete gidiyorsun.
Şu benim işlerime, hiç yardım etmiyorsun.)
O böyle söyleyince, gitti bir gün dükkana.
Attı bir elbiseyi, rast gele bir kazana.
Babası hiddetlenip, dedi ki: (Sen ne yaptın!
Başka boya içine, yanlış kazana attın.
Şimdi, başka bir renge boyandı o elbise.
Ne cevap vereceğim yarın ben o kimseye?)
Ebül Hasen, çıkardı elbiseyi kazandan.
Babası onu görüp, hiddeti gitti o an.
Zira bakıp gördü ki, hiç de yanlış olmamış.
Tam onun istediği, aynı renge boyanmış.
Gerçi yanlış kazana atmıştı oğlu onu.
Lakin gördü, dosdoğru boyanmış olduğunu.
Dönüp ona dedi ki: (Ey oğlum, sen bilirsin.
İstediğin sohbete, artık gidebilirsin.)
O, büyük âlimlerin, devam edip dersine,
İslam ilimlerinin, vakıf oldu hepsine.
O zamanın en büyük âlimi oldu o da.
O yerin insanına, feyiz saçtı orada.
Bir hanegahı vardı her zaman ders verdiği,
Kontrole çıkardı her gece talebeyi.
Ramazan-ı şerifin, yine son gecesinde,
Gelmiş, dolaşıyordu hanegahın içinde.
Talebeden birini gördü ki, ağlıyordu.
Niçin ağladığını, yaklaşıp ona sordu.
O dedi: (Ey efendim, rüya gördüm az önce.
Bana söylediler ki, Kadir’dir işbu gece.
Herkes secdede idi, istedim ben de yapmak.
Çok gayret ettimse de, olamadım muvaffak.
Sanki benim karnımda, bir demir vardı yani.
Benim secde etmeme, oluyordu o mani.)
O, bunları dinleyip, buyurdu ki: (Ey oğlum!
Senin, demir dediğin maniayı ben buldum.
Çünkü şeytani idi gördüğün rüya senin.
İçine girecekti bu yolla şeytan temin.
O, vesvese vermişti bu gece kadir diye.
İçine girecekti gitse idin secdeye.)
Görünce talebenin tereddüt ettiğini,
Tuttu iki eliyle o şeytan-ı laini.
Çok feryad ediyordu (Bırak beni!) diyerek.
Talebenin şüphesi gitti bunu görerek.
. Ey timsah, onu bırak!
Bir talebesi vardı (Ebu Abdullah) diye.
Aşırı muhabbeti var idi bu veliye.
Kendisi anlatır ki: Bu mübarek büyüğün,
Şerefli hizmetinde bulunuyordum her gün.
Zevkle hizmet ederdim gerçi bu evliyaya.
Ve lakin memleketim, çok uzaktı buraya.
Dokuz ay olmuştu ki, ayrı idim evimden.
Bir hayli özlemiştim herkesi ailemden.
Diyordum ki: (Hocama eylesem de bunu arz,
Müsadesini alıp, sılaya gitsem biraz.)
Ben, böyle düşünceler içinde idim ki tam,
O ara, huzuruna çağırdı beni hocam.
Yanlarına gidince, buyurdular ki bana:
(İştiyakın çok mudur gitmek için yurduna?)
(Evet efendim) diye edince hâlimi arz,
O zaman buyurdu ki: (Gözlerini yum biraz.)
Kapadım, biraz sonra (Aç!) dedi, ben de açtım.
Kendimi, evimizin önünde görüp, şaştım.
Halbuki iki şehir arasında, o zaman,
Onbeş günlük mesafe var idi en azından.
Çoluk çocuğum ile görüşüp, kaldım gece.
Aileme hasretim, zail oldu böylece.
Maddi ihtiyaçları karşılamak için hem,
Verdim para olarak anneme yirmi dirhem.
O gün akşamdan sonra, veda edip evime,
Yatsı vakti olmadan, vasıl oldum yerime.
Hocam beni görünce, eyledi çok iltifat.
Buyurdu ki: (Hasretin gitti mi şimdi evlat?)
(Evet efendim) dedim, buyurdu ki o zaman:
(Ben hayatta oldukça, kimseye etme beyan.)
Şöyle anlatıyor ki talebeden biri de:
Hocamla otururduk, bir deniz sahilinde.
Sonra, başkaları da geldiler bir aralık.
O gün, deniz sahili oldu çok kalabalık.
Hocam ile birlikte otururken biz fakat,
Bir kargaşalık olup, işittik bazı feryat.
Merak edip sorunca, dediler ki halk bize:
(Bir timsah, bir adamı tutup çekti denize.)
Biz de bakıp, gördük ki bu olan hadiseyi,
Timsah, götürüyordu gerçekten bir kimseyi.
Çaresizlik içinde bağırırken cümle halk,
Üstadım seslendi ki: (Ey timsah, onu bırak!)
Ben, bütün dikkatimle bakıyordum timsaha.
Bıraktı o kimseyi duyarken sesi daha.
Daha sonra, denizin üzerinden, üstadım,
Onların yanlarına yürüdü adım adım.
Gayet sert bir şekilde buyurdu ki timsaha:
(Uzaklaş buralardan ve görünme bir daha!)
Hayvan, emri dinleyip, gaib oldu ortadan.
İnsanlar, bir sevince gark oldular o zaman.
Üstadım, o kimseye buyurdu ki o vakit:
(Haydi, su üzerinden yürü de, sahile git.)
O tereddüt edince, bir koluna girerek,
Ulaştılar sahile, denizden yürüyerek.
. Ateş ve ot yığını
Ebül Hasen-el Kusi, hal ehli bir kişiydi.
Keramet sahibi ve o devrin mürşidiydi.
Sohbeti, tesirli ve feyizli olduğundan,
Dinleyenlerin hali, düzeliyordu o an.
Yanında, talebeler yetişti pek ziyade.
Ondan, pek çok kimseler etmişti istifade.
Kim gelseydi yanına talebe olmak için,
Hemen kabul etmezdi tefekkür etmeksizin.
Başını öne eğip, duruyordu bir müddet.
Sonra da, kabul veya ediyordu onu red.
Zira kalp gözü ile bakıp Levh-i mahfuz’a,
O kimsenin halini, ne türlü görüyorsa,
Hakkında, ona göre veriyordu bir karar.
İyiyse, kabul edip olurdu alakadar.
Kime kabul olunmak olursa eğer nasip,
Ona, bir iş verirdi, tam haline münasip.
O dergahta vardı ki çeşitli türlü hizmet,
Kime ne iş verilse, bilirdi büyük nimet.
Yine bir gün, bir kimse gelerek huzuruna,
Dedi: (Dergahınızda, bir hizmet verin bana.)
Buyurdu ki: (Burada, sana göre tek iş var.
Sen her gün, falan ot’tan bir bağ getir, o kadar.)
O kimse (Peki) deyip, huzurdan ayrılarak,
Sevinçle eve varıp, aldı derhal bir orak.
Emredilen otlardan, birer bağ yapıp hemen,
Gösterilen o yere, yığdı mütemadiyen.
Lakin bir müddet sonra, bunu basit görerek,
Bu işi bıraktı ve dergahı eyledi terk.
O günden itibaren, zaman geçti bir nice.
Bu kişi ,o günlerde rüya gördü bir gece.
Kıyamet kopmuş görüp, müşkildi hali de hem.
Zira tam yakacaktı kendisini Cehennem.
Tam düşecek idi ki Cehennemin narına,
Birkaç bağ ot yığını, girdi aralarına.
Baktı ki, o dergaha taşıdığı o otlar.
Set olup, kendisini yanmaktan kurtardılar.
Sabah uyandığında, anladı hatasını.
Huzuruna çıkarak, talep etti affını.
O buyurdu: (Biz sana, faideli olacak,
Vazifeyi vermiştik, beğenmedin sen ancak.
Bizim verdiğimizi, gördün hafif ve basit.
Halbuki böyle yapan, olamaz hiç müstefit.
Talebe, hocasına, tam teslim olmalıdır.
Her ne iş verdi ise, noksansız yapmalıdır.)
Ve yine buyurdu ki: (Ey evladım, bir kişi,
Üstada peki derse, rahat olur her işi.
Ona itaat edip, beslerse hem muhabbet,
Akar ona sel gibi ondan feyiz ve himmet.
Lüzum kalmaz ayrıca yardım istemesine.
Zira gelir devamlı o himmet kendisine.
Ne kadar fazla ise sevgi ve itaati,
Çok olur o nisbette üstadının himmeti.
Bir azalma olursa bu ikisinde şayet,
Azalır o nisbette gelen yardım ve himmet.)
.
41 - EBU MUHAMMED BALTACİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Evliyayı üzmek
Evliyanın büyüğü olan Ebu Muhammed,
Zühd ve takva sahibi bir kimse idi gayet.
İslama hizmet ile geçirdi hayatını.
İrşad etti durmadan o yörenin halkını.
Yolculuğa çıkmıştı bir zaman bu veli zat.
Bir köye geldiğinde, mola verdi bir saat.
O köyün camiinde namazı etti eda.
Ve lakin çok yorgundu, uyudu o arada.
Sonraki namaz vakti, imam geldi camiye.
Görüp, canı sıkıldı, (Bu adam da kim?) diye.
Başladı hakarete sorup araştırmadan.
Sonra da imamete geçiverdi ardından.
Lakin okuyamadı Kur'andan bir harf bile.
Zira gitmişti her şey zihninden tamamiyle.
İftitah tekbirini getirdiyse de, fakat,
Okuyamadığından, namazı oldu ifsat.
Hatasını anlayıp, derhal çıktı camiden.
O hakaret ettiği kimseyi buldu hemen.
Ellerine sarılıp, dedi: (Özür dilerim.
Size ben, haksız yere hakaretler eyledim.
Siz, Allah’ın sevgili kulusunuz muhakkak.
Zira bildiklerimi, unuttum tam olarak.
Bana siz, hakkınızı helal idiniz kalpten.
Ve dua buyurun ki, kurtulayım bu halden.)
O, merhamet ederek, hakkını etti helal.
İmamın bilgileri, zihnine geldi derhal.
Yine başka bir gün de, Hak dostu bu veli zat,
Dergahın tamiriyle uğraşıyordu bizzat.
Bir haber ulaştı ki o ara kendisine:
(Dergahın arsasını, vali katmış evine.
Yakında, o dergahı yıktırarak temelden,
Bir ev yaptıracakmış kendine mükemmelen.)
Bu haber, hayli üzdü Hakk’ın bu velisini.
Celallenip, bir heybet kapladı kendisini.
Ve çamurlu elini uzatıp ileriye,
Seslendi: (Ey hükümdar, valiyi azl et!) diye.
O sırada hükümdar, hiçbir şeyden habersiz,
Tahtında otururdu gayet sakin ve sessiz.
O anda, duvarının, yarılıp orta yeri,
Sonra çamurlu bir el giriverdi içeri.
O seslenişini de duymuştu ki hükümdar,
Büyük bir endişeye kapıldı bi ihtiyar.
Lakin toparlanarak, kavradı meseleyi.
Zira iyi tanırdı bu evliya kimseyi.
Bir talimat verdi ki: (Söyleyin o valiye!
Azl ettim, affı için yalvarsın o veliye.)
Adamlar, o valiyi derhal yakaladılar.
Sonra, bu evliyanın huzuruna vardılar.
Vali özür diledi Hakk’ın bu velisinden.
Affetti o da onu, yine merhametinden.
Ve haber gönderdi ki sultana: (Ey hükümdar!
O, şimdi pişman oldu, vali yap onu tekrar.
.
42 - EBÜSSUUD BAZİNİ (Rahmetullahi Aleyh
.Yahudinin imanı
Ebüssü’ud Bazini, devrinin âlimiydi.
Bir büyük veli olup, keramet sahibiydi
Hace Mevdud Çeşti’nin talebesiydi o hem.
Onun sohbetleriyle, nurlandı cümle âlem.
Eski elbise giyip, yaşardı sade hayat.
Çok mütevazı olup, ederdi hep kanaat.
Dünyaya düşkün biri, duysaydı sohbetini,
Çıkarırdı gönlünden, dünya muhabbetini.
Fakir ve gariplerle olurdu alakadar.
Dünya düşkünlerine, hiç etmezdi itibar.
Bu veliyi tanıyan, vardı ki zengin bir zat,
Para vermek istedi kendisine o bizzat.
Lakin kabul etmedi parayı bu evliya.
Dedi: (Düşkün değiliz biz asla bu dünyaya.)
O zat ısrar edince bir hayli yalvararak,
Buyurdu ki: (Ey kişi, dön de şu sahraya bak!)
Bakıp, hayret içinde kalmıştı o arada.
Zira altın ve gümüş akıyordu sahrada.
Derhal ayaklarına kapanıp bu büyüğün,
Talebesi olmakla, şereflendi aynı gün.
Bir gün de fakir biri, arz etti ki: (Efendim!
Çok maddi sıkıntıdan, çaresiz size geldim.
Nüfusum kalabalık, yedi tane kızım var.
Hepsi gelinlik çağda ve lakin elim çok dar.
Beni, bu sıkıntıdan kurtarırsanız şayet,
Benim için, büyük bir lütuf olur bu gayet.)
Buyurdu ki: (Keremi sonsuzdur Rabbimizin.
Yarın olsun, inşallah halledilir bu işin.)
O fakir, sevinerek dönüyorken evine,
Rastladı tanıdığı yahudinin birine.
Ona da anlatarak maddi ihtiyacını,
Söyledi bu velinin yardım yapacağını.
O yahudi dedi ki: (O, fakir kişidir pek.
Bu haliyle o sana, nasıl yardım edecek?
Ona de, yedi sene bana hizmet eylesin.
Ben, yedi bin akçeyi, vereyim ona peşin.)
Yahudinin sözünü, bildirdi o veliye.
O da kabul buyurup, geldiler yahudiye.
Anlaşıp, o parayı aldı o yahudiden.
O fakire vererek, hizmete girdi hemen.
Bu hale vakıf oldu müslüman zengin bir zat.
İstedi, bu veliyi borcundan etsin azad.
Yedi bin altın alıp, getirdi bu veliye.
Dedi: (Öde borcunu bununla yahudiye.)
O, yedibin altını alıp o müslümandan,
Dağıttı fakirlere, kendine ayırmadan.
Yahudi bunu görüp, duygulandı o saat.
Dedi ki: (Ben de seni eyledim şimdi azad.)
Sevinip, şükreyledi bu lütf-u ilahiye.
Şöyle dua eyledi o zaman yahudiye:
(Madem ki azad ettin beni sen hizmetinden,
Azad etsin seni de Allah Cehenneminden.)
İlham geldi o anda yahudinin kalbine.
Şehadeti getirip girdi islam dinine.
.
43 - KA'B-ÜL AHBAR (Rahmetullahi Aleyh
.Bela ve nimet
Tabiin-i izamdan, çok büyük bir âlimdir.
Nasihatleri ile, herkesi etti tenvir.
Derdi ki: (Bir kulunu, severse Hak teâlâ,
O kuluna, dünyada gönderir dert ve bela.
Geldikçe o kimseye, dert ile musibetler,
O, Rabbine daha çok yalvarır, dua eder.
Allah da, ister onun, hep dertli olmasını.
Zira onun, çok sever böyle yalvarmasını.
Üzse de onu böyle, dünya mihnetleriyle,
Cennetteki yerini, yükseltir böylelikle.
Kâfir kuluna dahi, verir türlü nimetler.
Lakin o, daha fazla şımarır, isyan eder.
Verir O, münkirlere her türlü isteğini.
Zira duymak istemez, bu kulların sesini.
Derdi ki: (Peygamberler, düşseydi bir belaya,
Hemen şükrederlerdi Allahü teâlâya.
Sıkıntı olmayınca, üzülürlerdi ki hep,
Hak teâlâya karşı, ne kusur ettik acep?)
Lokman Hakim, oğluna, ederdi ki nasihat:
(Namazı vaktinde kıl, aksatma sakın evlat.
Nasıl ki her binayı tutan bir direk vardır,
Namazın da dindeki yeri, bunun aynıdır.
Siz, hanelerinizi, nurlandırın namazla.
Zira namazdan üstün, bir taat yoktur asla.)
Buyurdu ki: (Bir mümin, ederse eğer vefat,
Sarar hep etrafını, namaz, oruç, hac, zekat.
Azap yapmak istese, melekler ona eğer,
Namaz karşı çıkarak, onu müdafa eder.
Der ki: (Bu, namaz kıldı beş vakit muntazaman.
Ben de azap yaptırmam bu kula hiç bir zaman.)
Melekler, baş ucundan gelse azab etmeye,
Bu sefer de, orucu karşı çıkar meleğe.
Der ki: (Çok oruç tuttu bu kimse, Allah için.
Ona azap yapmaya, veremem size izin.)
Azap melaikesi gelse sağ cihetinden,
Bu sefer hac ve cihad, karşı çıkarlar hemen.
Soldan gelirse eğer, sadaka der: (Çekilin!
Çok sadaka vermiştir zira bu, Allah için.)
Azap melaikesi, ona azab etmeye,
Bir yol bulamayınca, mecbur olur gitmeye.
Ve der ki: (Müjde sana, yapmışsın hayli taat.
Öyleyse mezarında, ol müsterih ve rahat.)
Rahmet melaikesi, sonra gelir yanına.
Cennetten yaygı alıp, sererler mezarına.
Sonra genişletirler o kimsenin kabrini.
O, seyreder mezardan Cennetteki yerini.
Cennetten bir de ışık getirirler kabrine.
Kurtulur karanlıktan, ta kıyamet gününe.)
.
44 - SAFVAN BİN SÜLEYM (Rahmetullahi Aleyh
.Şişerdi ayakları
Safvan ibni Süleym ki, tabiinden bir zattır.
Her hali, insanlara öğüt ve nasihattır.
Rabbine öyle kulluk ederdi ki severek,
Geçerdi her gecesi, hep ibadet ederek.
Yarın öleceğini bilseydi de, o yine,
İlave yapamazdı, günlük ibadetine.
Zira öyle çoktu ki, ibadet ve taati,
Az daha fazlasına, yetişmezdi takati.
Çok namaz kıldığından dolayıdır ki hatta,
Şişerdi ayakları, çok durmaktan ayakta.
Namazlarda ağlayıp, gözyaşı dökerdi hep.
Seccadesi, devamlı ıslaktı bundan sebep.
Hatta kurumasına, hiç fırsat kalmıyordu.
Zira ertesi gece, yine ıslanıyordu.
Derdi ki: Resulullah buyurdu ki bir defa:
(Her göz, eğlayacaktır kıyamette mutlaka.
Yalnız şu gözlerdir ki, o gün hiç ağlamazlar.
Allah korkusu ile, hiç harama bakmazlar.
Ve bir de, Allah için uyumayan gözlerdir.
Ve Allah korkusuyla, göz yaşı dökenlerdir.)
Zamanın halifesi, vali ile gezerken,
Bir mescitte, bu zata ilişti gözü birden.
Ve onu göstererek, sual etti valiye:
(Şu direğin yanında, oturan kimdir?) diye.
Vali arz eyledi ki: (Ya emir-el müminin!
Safvan ibni Süleym'dir, o bana gösterdiğin.)
Halife, hizmetçiye emretti ki bu sefer:
(Şu bir kese altını, şu zata götürüp ver.)
Hizmetçi, kese ile ona doğru giderken,
İbni Süleym anlayıp, namaza durdu hemen.
Hizmetçi, başucunda bekleyip kendisini,
Bitirince, arz etti o altın kesesini.
Ve dedi ki: (Halife gönderdi bunu size.
İhtiyacınız vardır, sarfedin evinize.)
Buyurdu ki: (Bu işte yanlışlık var kardeşim.
Zira benim, altın ve gümüşle yoktur işim.)
Dedi: (Safvan değil mi sizin ism-i aliniz?
Bunu size gönderdi, lütfen kabul ediniz.)
Buyurdu: (İsim doğru, lakin sen dinle beni.
Tekrar git, iyi öğren, kime gönderdiğini.)
Hizmetçi, ayrılarak gidince öğrenmeye,
O da, pabuçlarını giydi ve gitti eve.
Bir gün de buyurdu ki: Şeytan, bir müslümana,
Görünerek demiş ki: (Bir şey diyeyim sana.
Bu sana diyeceğim, doğrudur, bana inan.
Her ne olursa olsun, gadaba gelme, aman!
Eğer öfkelenirsen, bil ki elimizdesin.
Zira en zayıf anın, o andır işte senin.
Eğer hakim olmazsan o vakit sen kendine,
Ben hükümran olurum, girip de bedenine.)
.
45 - VEHİB BİN VERD (Rahmetullahi Aleyh)
.Elimde berat yoktur
Evliyanın büyüğü olan bu mübarek zat,
Rabbine ibadetle geçirirdi çok saat.
Allah korkusu ile ağlardı çoğu zaman.
Günah şüphesi ile, kaçardı çok mubahtan.
Hanımı demiştir ki: (Vehib'in her bir günü,
Ağlamakla geçerdi, görmedik güldüğünü.)
Sordular ki: (Pek fazla ibadet yaparsınız.
Buna rağmen ne için, böyle çok ağlarsınız?)
Buyurdu ki: (Elbette, ağlıyorum her saat.
Zira yoktur elimde, Cehennemden bir berat.
Ben ve siz, bütün kullar, o kıyamet gününde,
Geliriz hesap için, başlarımız önünde.
Allah’ın huzurunda, hesaba çekiliriz.
Bundan kurtulmadıkça, nasıl gülebiliriz?)
Günah işlememeye, ediyordu çok gayret.
Devam üzre nefsine, ederdi muhalefet.
Gece herkes uyurken, o ibadet ederdi.
Ahiret derdi ile, ağlayıp yaş dökerdi.
Dediler ki: (Ne için, rağbetin yok yatmaya?)
Buyurdu ki: (Cehennem, insan bekler yakmaya.
Bir kul ki, bu ateşten henüz emin değildir,
O, nasıl rahat yatar, nasıl uyuyabilir?)
Bir gece de, ibadet ediyordu evinde.
Ağladı uzun süre secdeye gittiğinde.
Gözlerinin yaşıyla, ıslandı seccadesi.
Onun, umumiyetle böyleydi her gecesi.
Derdi ki: (Ne kadar çok, muhtaç isen Rabbine,
Sen dahi, o kadar çok kulluk yap Sahibine.
Kudreti de, ne kadar çok ise seninkinden,
Sen dahi, o kadar çok kork, titre kendisinden.)
Tevekkülü o kadar çok idi ki Rabbine,
Bakıp hayret ederdi, herkes onun haline.
Derdi ki: (Yerler kalay, bakır olsa gök dahi,
Kapılmam endişeye rızk için Vallahi.
Zira Rabbim kefildir rızıkları vermeye.
O halde ne lüzum var, bunu dert edinmeye.)
Annesi süt getirdi, içsin diye bir bardak.
İçmeden, annesine sordu ki ilk olarak:
(Bu sütü sağdığınız o koyun, bu arada,
Acep otlamış mıdır, bir yabancı mer'ada?)
Annesi söyleyince otladığı yerleri,
İçmekten vaz geçerek, bardağı verdi geri.
Zira öyle bir yerde otlamıştı ki koyun,
O yerde hakkı vardı, insanların çoğunun.
Validesi dedi ki: (Evladım, al iç bunu.
Affeder Hak teâlâ, hata eden kulunu.)
Buyurdu: (İşleyip de bir günahı, bilerek,
Sonra, uygun olur mu, affolmayı beklemek?
Günah, ateş gibidir diye bilen bir insan,
Rabbine, bile bile eder mi günah, isyan?)
.
46 - EBU SÜLEYMAN-I DARANİ (Rahmetullahi Aleyh
.Yakin ve teslimiyet
Âlim Ebu Süleyman Darani hazretleri,
Begayet tesirliydi, sözü ve sohbetleri.
Nasihat ediyorken bir gün sevdiklerine,
Gelip bir talebesi, arz etti ki kendine:
(Efendim, yemek için, kızmıştır fırınımız.
Neyi emrederseniz, pişirmeye hazırız.)
Bir cevap buyurmadı onun bu sözlerine.
Yine devam eyledi, kalan sohbetlerine.
Bu halis talebenin, ismi Ahmed idi ki,
Pek çoktu hocasına olan teslimiyeti.
O, her ne emrederse, hiç itiraz etmeyip,
Emrettiği o işi, yapardı (Peki) deyip.
Her gün ocağı yakar ve gelip arz ederdi.
Ne yemek emrederse, onu hazır ederdi.
Ahmed, ikinci defa arz etti ki: (Efendim,
Fırın kızdı iyice, ne yemek pişireyim?)
Cevaben buyurdu ki hocası kendisine:
(Aç kapağı, kendin gir o fırının içine.)
Hiç tereddüt etmeden, hemen (Peki) diyerek,
Koştu fırına doğru, şöylece düşünerek:
Doğrudur üstadımın her söz ve hareketi.
Madem böyle buyurdu, elbet var bir hikmeti
Kapağını açarak, girdi fırın içine.
Lakin ordakilerin, ateş düştü içine.
Az sonra, buyurdu ki talebeye hitaben:
(Ahmed'imi, fırından çıkarın gidip hemen.)
Dediler ki: (Efendim, emri dinlemiş midir?
Hakikaten fırının içine girmiş midir?)
Buyurdu ki: (Elbette, Ahmed'im beni dinler.)
Hemen, fırına doğru koştu o talebeler.
Kapağını açınca, hayret etti her biri.
Zira Ahmed, fırında otururdu dipdiri.
İtimat ediyorsa bir kişi üstadına,
İşte bu Ahmed gibi, teslim olmalı ona.
En kıymetli iki şey, yakin ve teslimiyet.
Ya Rabbi bu nimeti, bizlere de nasib et.
Bir günkü sohbetinde, buyurdu: (Ey insanlar!
Gaflete gelmeyin ki, ahiret var, azap var.
Asla işlemeyin ki, günah olan bir işi,
İnsanları bekliyor, Cehennemin ateşi.
Bu dünya bir hayaldir, etmeyin hiç iltifat.
Yoksa mahşer gününde, bulunmaz huzur, rahat.
Ebedi saadete kavuşabilmek için,
Günahtan kaçmalıdır, esası budur işin.
Önce, islamiyet’i öğrenmeli iyice.
Sonra da, yaşamalı, bu ahkam mucibince.
Dinin emirlerine, riayet eyleyenler,
Ahirette, ebedi nimetlere ererler.)
.
47 - MUHAMMED BİN HASEN (Rahmetullahi Aleyh
.Gençlik çağı
Muhammed bin Hasen ki, devrinin bir tanesi.
Evliyalık yolunda, yüksekti derecesi.
Bir genç gelip dedi ki: (Onbeştir henüz yaşım.
Dini nasihatlere, pek çoktur ihtiyacım.)
Buyurdu ki: (Evladım, düşme ki hiç gaflete,
Yoksa, duçar olursun ebedi felakete.
Göz yumup açmış gibi, geçer bu gençlik çağı.
Nefsine uyma sakın, düşman bil o alçağı.
Her kimin gençlik çağı, geçmezse ibadetle,
Yarın yaşlandığında, zelil olur gayetle.
Akıllı ve uyanık, şu kimsedir ki evlat,
Gençlik senelerini, bilir büyük bir fırsat.
Muteber kitaplardan, önce ilmihalini,
Öğrenip, buna göre düzeltir her halini.
Bilir ki, bugün yarın, aniden gelir ecel.
Hazır olur ölüme, kurmaz hiç uzun emel.)
Genç dedi: (Sohbetiniz, kalbime oldu deva.
Mümkünse, bu dünyadan bahsedin biraz daha.)
Buyurdu ki: Evladım, bu dünyanın zevkleri,
Bedene tatlı gelip, azdırır nefisleri.
Halbuki oyun için dünyaya gelmedik biz.
İbadet yapmak için, yaratıldık hepimiz.
Bu dünya nimetleri, bir serabı andırır.
Yani bugün seninse, yarın başkasınındır.
Eskiden, zengin biri varmış ki, etmiş vefat.
İki oğlu, mirasta, anlaşamamış fakat.
Bir köşkün taksiminde, ederken mücadele,
Duvardan bir ses gelmiş, demiş ki: (Durun hele!
Sizler, benim için mi edersiniz ihtilaf?
Kavganız bundan ise, ne manasız ve tuhaf.
Zira kendi halimi, anlatayım da size,
Son verin siz de artık, bu mücadelenize.
Ben, bir padişah idim, yaşadım uzun yıllar.
Nihayet vefat ettim, beni kabre koydular.
Yüzotuz sene kaldım, içinde o mezarın.
Çürüyüp, tamamiyle toprak oldum bir yığın.
Sonra, beni aldılar oradan kürek kürek.
Götürüp, çanak çömlek yaptılar, pişirerek.
Böylece kırk sene de, evlerde kullanıldım.
Sonra bir gün kırılıp, bir sokağa atıldım.
Yüz sene daha geçti, olmuşken ben böyle hiç.
Sonra bazı insanlar, yaptılar beni kerpiç.
Getirip, bu duvarın şurasına koydular.
İşte ben, bu duvarda dururum nice yıllar.
Sakın birbirinize, etmeyin ki hakaret,
Siz dahi, benim gibi olursunuz nihayet.
Lüzum yok, bir ev için, hiç kavga ve cidale.
Çünkü siz de sonunda, düşersiniz bu hale.)
İşte evlat, bu dünya aldatıcı, bi-vefa.
Süsüne aldananlar, çekerler sonsuz cefa.
.
48 - EBU BEKR-İ KETTANİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Evliya verir, almaz
Ebu Bekr-i Kettani, vera ve zühd sahibi.
Bir ömrü müddetince, olmadı nefse tâbi.
Para pul, kendisini etmezdi alakadar.
Hiç itibar etmezdi dünyaya zerre kadar.
Sevdiklerinden biri, anlatır ki: (Bir ara,
Elime, helal yoldan, bir hayli geçti para.
Düşündüm ki: Kettani, uğraşmaz dünya ile.
Belki de, yok parası şu anda dirhem bile.
Geçmiş iken elime, böyle dinar ve dirhem,
Götürüp arz edeyim, dua eder bana hem.
Vardım hemen alarak bir kese dolu para,
Koydum, seccadesinin üstünde bir kenara.
Dedim ki: (Ey Efendim, lütfen kabul ediniz.
Bazı ihtiyaçlara, bundan sarf edersiniz )
Şöyle bir nazar etti, dönerek bana karşı.
Hiç unutamıyorum, o manalı bakışı.
Buyurdu ki: (Evladım, Allah’a yakın kullar,
Dirhem ve dinar ile, olmazlar alakadar.
Onlar, elindekini verirler hep gayriye.
Öyle vasıl olurlar, rıza-i ilahiye.
Velilerin şiarı, vermektir, almak değil.
Çünkü veren, hep aziz, alansa olur zelil.
Onlar hiç istemezler, ne altın, ne mal asla.
Lakin Hak teâlâya, yakındırlar pek fazla.
Onlar, ihtiyacını, Allah’tan isterler hep.
Yüksek olmalarına, işte budur tek sebep.
Rabbini bırakıp da, kula bel bağlayanlar,
Aksine aziz değil, gayet zelil olurlar.)
Bir gün de, namazdayken Kettani hazretleri,
Bir hırsız, hanesinden giriverdi içeri.
Bakındı sağa sola bir şeyler almak için,
Hiç bir şey göremedi, baktı, bir kuru zemin.
Kettani hazretleri, kıyamdaydı o zaman.
Gördü ki, omuzunda, var çok güzel bir kaftan.
Yavaşça onu alıp, çıktı hemen o evden.
Lakin eli kurudu, fazla vakit geçmeden.
Dediler ki: (Sen onu, götür ver sahibine.
Rica et, dua etsin, sıhhat gelsin eline.)
Geri gelip gördü ki, o hala namaz kılar.
Kaftanı omuzuna, geri koydu o tekrar.
Namazı biter bitmez, nakletti hadiseyi.
Dedi: (Dua edin de, şu elim olsun iyi.)
Buyurdu: (Yok haberim, senin bu dediğinden.
Lakin dua edeyim, halas ol bu derdinden.)
Ellerini kaldırıp, dedi ki: (Ya ilahi!
Bu, benden aldığını, getirip verdi geri.
Sen dahi, bu kimseden aldığını geri ver.
Zira o pişman oldu, çekmesin elem, keder.)
Duanın neticesi, anında oldu belli.
İyileşti hemence, hırsızın hasta eli.
.
49 - EBU BEKR-İ SUSİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Mümine soğuk durmak
Ebu Bekr-i Kettani, âlim ve evliya zat.
Mücadele ederdi nefsi ile her saat.
Beytullah'ta , taatle geçerdi çok zamanı.
Kâbe’de, binden fazla, hatmeyledi Kur'anı.
Buyurdu ki: (Rüyada bir genç gördüm, çok güzel.
Ki, ondan güzelini görmedim daha evvel.
Sordum ona: (Sen kimsin, ne de çok parlak nurun.
Seni pek fazla sevdim, neredir yerin yurdun?)
Dedi ki: (Ben takva’yım, bilir beni çok insan.
Allah’tan korkanların, kalbidir bana mekan.)
Sevgi’den bahsederdi sohbetinde ekseri.
Derhal ikaz ederdi, dargın ve küskünleri.
Derdi ki: (Müminlere, eylemeyin su-i zan.
Zira Hak teâlânın, mahbubudur müslüman.
Öyleyse, şu gerçeği bilin ki aşikâre,
Müminleri sevmekten, yoktur başka bir çare.)
Kendisi anlatıyor: (Vardı ki bir müslüman,
O, benim sohbetime gelirdi çoğu zaman.
Ve lakin her nedense, o mümine karşı hep,
Bir soğukluk duyardım, bilmezdim nedir sebep?
Halbuki bilirdim ki, mümine soğuk durmak,
Felakete düşmeye sebep olur muhakkak.
Hediye, muhabbeti arttırır gereğince,
Kıymetli hediyeler götürdüm, ona önce.
Yine de, o soğukluk gitmeyince, nihayet,
Gidip o müslümanı, evime ettim davet.
Bizzat ikram eyledim, çeşitli leziz taam.
Ve lakin kalbimdeki soğukluk gitmedi tam.
Çok üzülüp dedim ki: (Ey nefsim, etme inat.
O mümin, elbet senden kıymetlidir kat be kat.
Ne kötü hali var ki, ona soğuk durursun?
Eğer böyle gidersen, bil ki sen mahvolursun.
Bilesin ki bir insan, ederse kibir, gurur,
O zaman, müminlere hor bakar, soğuk durur.
Kendini, ondan üstün görüyorsun muhakkak.
Lakin razı değildir bu halden cenab-ı Hak.
Ey nefsim, bu halinle, felaha eremezsin.
Zira senden, o mümin kıymetlidir bilesin.)
Vardım bu düşünceyle o müminin evine.
Akşam yemeği için, çağırdım eve yine.
Çeşitli leziz taam eyledim yine ikram.
Baktım ki, o soğukluk ediyor hala devam.
Elimden geldiğince, ettimse de çok gayret,
Sevgiye dönüşmedi kalbimdeki adavet.
Halbuki dinimizde yoktu buna bir cevaz.
Gözümden yaş akıtıp, Rabbime ettim niyaz.
Dedim ki: (Ya ilahi, sendendir yardım, medet.
Kalbimde, ona karşı hasıl eyle muhabbet.)
Çok şükür, muradıma vasıl oldum böylece.
Ona karşı bir sevgi, hasıl oldu hemence.
. Evliya himmeti
Ebu Bekr-i Susi ki, hem âlim, hem de veli.
Evliya olduğuna, şahit idi her hali.
Onun güzel ahlakı ve merhameti ile,
Hidayete kavuştu çok insan, çok aile.
Bir gün, onun vâzını dinlerken talebesi,
Girdi bir genç içeri, kirliydi elbisesi.
Hem dahi sarhoş olup, kendinde değildi hiç.
Tiksindi herkes ondan, sadece bu zat hariç.
Genç, kendinden habersiz, yığıldı bir kenara.
O veli onu görüp, vâzına verdi ara.
Buyurdu: (Evlatlarım, onu böyle görünce,
Hakkında, kötü karar vermeyiniz hemence
O dahi, sizin gibi bir kuludur Allah'ın.
Tövbe edip, Rabbine olabilir pek yakın.
Şimdi görürsünüz ki, hali iyi değildir.
Ama, belki bu yola, sizden daha ehildir.
Kimseye kötü gözle etmeyin asla nazar.
İyi insan, herkese, hep iyi gözle bakar.
Bana öyle gelir ki, bu genç, günün birinde,
Vâz eder insanlara, hem de benim yerimde.
Götürün şimdi onu, yatırın bir yatağa.
O, hiç istemeyerek düşmüştür bu batağa.)
Talebeler, hemen bir yatak bulup, yaydılar.
O genci, tazim ile oraya yatırdılar.
Beklediler başında, ta ki gelsin kendine.
O, birazdan ayılıp, şaşırdı o haline.
Dedi: (Ben neredeyim, buraya nasıl geldim?
Kim yıkadı yüzümü, rüya mı bu gördüğüm?)
Dediler: (Hocamızın emriyle oldu bunlar.
Bizzat o, senin ile alakadar oldular.
Hakkında, şöyle şöyle buyurdu hem de ey genç!
Onun buyurdukları, oluyor er veya geç.)
O, bunları duyunca, değişti hali birden.
Çok yüksek düşünceler, kalbine geldi hemen.
Eski günahlarına, etti tövbe, istiğfar.
Artık adi işlere, eylemedi itibar.
Öyle dönüş yaptı ki, kötü yoldan iyiye,
Erdi kısa zamanda, rıza-i ilahiye.
Ebu Bekr-i Susi’nin şefkat ve merhameti,
Sayesinde, bu genç de, buldu tam hidayeti.
Talebesi içine, o dahi oldu dahil.
Hatta diğerlerini, geçti ve oldu kâmil.
Bir müddet sonra dahi, hocası etti vefat.
Bu genç geçti yerine, halkı o etti irşad.
Rabbani tesir vardır, zira veli sözünde.
Kime himmet etseler, mani kalmaz önünde.
Allah, seçtiklerine lütfeder bu kemali.
Kime himmet etseler, yükselir, olur ali.
.
50 - MUHAMMED BİN MÜNKEDİR (Rahmetullahi Aleyh
.Kul hakkı
Muhammed bin Münkedir, hadis âlimlerinden.
Ve hem de tabiinin, büyük velilerinden.
Gece ibadet eder, Rabbine yalvarırdı.
Ona boyun bükmekten, büyük lezzet alırdı.
Gece ibadetini, zevk edindi kendine.
Tövbe ve istiğfarı, hayat bildi kalbine
Gece, sabaha kadar, Hakk’a yalvarıyordu.
Yatsının abdestiyle, sabahı kılıyordu.
Bir gece namazında, başladı ağlamaya.
Ve başladı gözünden, kanlı yaşlar akmaya.
Evdekiler uyanıp, hep yanına geldiler.
Niçin ağladığını, ona sual ettiler.
O, hiç cevap vermeyip, durmadan ağlıyordu.
Ve hatta ağlaması, gittikçe artıyordu.
Bir arkadaşı vardı, Ebu Hazım adında.
Ona gidip, durumu söylediler anında.
O da gelip gördü ki, mahvolmuş ağlamaktan.
Sordu ki: (Ey kardeşim, nedir seni ağlatan?
Baksana, çoluk çocuk üzgünler bunun için.
Bir yerin mi ağrıyor, değilse, söyle niçin?)
Dedi: Kur'an-ı kerim, okurken bu gece ben,
Bir âyete geldim ki, şöyle idi mealen:
(O gün, o günahkârlar, hiç de ummadıkları,
Bir anda görecekler, şiddetli azapları.)
Ben Kur'an-ı kerimde, gelince bu âyete,
Mananın tesirinden, düştüm büyük hayrete.
Düşündüm ki: Olmazsa, bir inayet Allah'tan,
Kim kurtarır bizleri, bu şiddetli azaptan?
Kendimi tutamayıp, ağlamaya başladım.
İşte beni ağlatan, bu derttir arkadaşım.)
Çok takva ehli olup, her günahtan korkardı.
Kendi mağazasında, kumaş alıp satardı.
Bir gün de dükkanını, bırakmıştı çırağa.
O da, ucuz kumaşı, satmıştı pahalıya.
O bunu öğrenince, arattı o kimseyi,
Bulup izah eyledi, ona bu hadiseyi.
Buyurdu ki: (Kardeşim, ya vaz geç bu satıştan,
Yahut da gel vereyim, pahalı bir kumaştan.
Veya para üstünü vereyim sana geri.
Girmesin haram lokma, boğazımdan içeri.)
O dedi ki: (Efendim, az fiyat farkı için,
Bu kadar hassasiyet gösterirsiniz, niçin?)
Buyurdu ki: (Kardeşim, dikkat gerek elbette.
Zira kul hakkı için, hesap var ahirette.
Bu dünyada kurtulmak, kolaydır kul hakkından.
Ahirete kalırsa, zor kalkılır altından.
Çünkü altın ve gümüş, geçmez mahşer gününde.
Zor duruma düşülür, o gün Mizan önünde.)
.
51 - EBU İSHAK İBRAHİM (Rahmetullahi Aleyh
.Tesirli vaaz
Ebu İshak İbrahim, Allah adamlarından.
Kalbi, Allah aşkıyla yanıyordu durmadan.
Tatlı dil, güler yüzlü, hem dahi çok cömertti.
Dillere destan oldu herkese merhameti.
Onun en sevdiği iş, sıkıntıda olana,
İyilik yapmak idi, böyle darda kalana.
Bir haram ve günahı, işlemezdi o zinhar.
Allah korkusu ile, ağlardı çok zamanlar.
Vâz için açtığında hikmet dolu ağzını,
Onbinlerce müslüman, dinler idi vâzını.
O yerden, fersah fersah uzak yerlerde bile,
İnsanlar, dinliyordu vâzını tamamiyle.
Yine o, Kahire'de bir gün vâzediyordu.
Mahşeri bir cemaat vâzını dinliyordu.
Öyle tesirliydi ki nasihat ve sözleri,
Çok zaman ağlatırdı, dinleyen kimseleri.
O anda, Kahire'nin çok uzak bir köyünde,
Bir kadın da dinlerdi, vâzı evin önünde.
Hem hamur yoğuruyor, hem vâzı dinliyordu.
Hem de, iki gözünden, göz yaşı iniyordu.
Kendinden geçti kadın, daha sonra giderek.
Önündeki hamuru, gelip yedi bir köpek.
O anda Ebu İshak, vakıf oldu bu hale.
Vâzında bu durumu, getirdi şöyle dile:
(Falan köyde bir hanım, evde vâzı dinliyor.
Halbuki haberi yok, köpek hamuru yiyor.)
Cemaat, bu sözlerden bir şey anlamadılar.
Dediler ki: (Muhakkak bunun bir hikmeti var)
Kadın bunu duydu ve kendine geldi hemen.
Gördü ki, hamurunu, köpek yer hakikaten.
O yine buyurdu ki vâz içinde bir kere:
(Kalenin kapısından, birisi düştü yere.)
Cemaati, hiç bir şey anlamadı bundan da.
Dediler: (Elbette ki, bir hikmet var bunda da.)
Nihayet araştırıp, bildiler ki sonradan,
O yerde, kendisini hiç sevmeyen bir adam,
O gün, kale üstünde gezerken başı dönmüş.
Sonra da, baş aşağı yuvarlanmış ve ölmüş.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Haya, edep,
Hayatın her anında, lazımdır insana hep.
Herhangi bir mümini, görürseniz siz eğer,
Mütevazı davranıp, verin kıymet ve değer.
Zira hiç belli olmaz, o gördüğün, kim bilir,
Allah'ın çok sevdiği, bir veli olabilir.
İhtiyatlı davranmak lazımdır bunun için.
Duasını almaya bakmalı her kişinin.
Zira büyüklerimiz, şöyle bildirmişlerdir:
Her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bil.)
.
52 - EBU YA'Zİ MAĞRİBİ (Rahmetullahi Aleyh
.Hayvanların itaatı
Ebu Ya'zi Mağribi, Fas'ta yetişmiş bir zat.
Fas'lılar, (Dede) diye vermişti ona lakap.
Hayvanlarla konuşur, onlara emrederdi.
Onlar da, Mağribi’ye, itaat ederlerdi.
Talebesinden biri, gelerek huzuruna,
Ormanda, arslanlardan şikayet etti ona.
Dedi: (Kesemiyoruz, hiç odun ormanlardan.
Arslanlar saldırıyor, korkuyoruz onlardan.)
Ebu Ya'zi Mağribi, işitince bunları,
Buyurdu ki: (Kovunuz, gidip o hayvanları.)
Sonra, bir talebeye buyurdu: (Ormana var!
Seslen de, terk etsinler ormanı o hayvanlar.)
O dahi (Peki) deyip üstadının emrine,
Huzurdan ayrılarak, vardı orman yerine.
Orada seslendi ki: (Mağribi hazretleri,
Diyor ki, toparlanıp, terk ediniz bu yeri!)
O böyle söyleyince, ormandaki arslanlar,
Yavrularını alıp, hemen uzaklaştılar.
Yine kıtlık olmuştu o yerde bir aralık.
Her mahluk, çekiyordu, çok sıkıntı ve açlık.
Ve hatta ormandaki arslan ve kaplan bile,
Pekçok sıkıntıdaydı, kıtlık ve açlık ile.
İşte bu veli zatın talebesinden biri,
Şöyle anlatıyor ki: (Mağribi hazretleri,
Oturmuştu ormanın tenha bir tarafına.
Hayvanlar, çepeçevre toplanmıştı yanına.
Hepsi, sessiz olarak, edeple otururdu.
Hiçbiri diğerine bir zarar yapmıyordu.
Yanlarına yaklaşıp, gördüm ki, o hayvanlar,
O veliye, açlıktan şikayet ediyorlar.
O dahi herbirine, bir cevap veriyordu.
Cevabını alanlar, ayrılıp gidiyordu.
Bir kuşa buyurdu ki: (Senin rızkın şu yanda.)
O kuş, o yöne doğru uçup gitti o anda.
Diğer hayvanlara da tarif edince bir yer,
Onlar da, rızık için o tarafa gittiler.
Biri de, kuraklıktan şikayet etti ona.
Kalkıp teşrif eyledi, o zatın tarlasına.
Ne zaman ki tarlaya teşrif eyledi o zat,
Bardaktan akar gibi, yağmur yağdı o saat.
Bu zat buyuruyor ki: (Kardeşlerim bu kibir,
Bilin ki, insanların büyük felaketidir.
İki ziynet vardır ki, süsler insanları hep.
Onun biri tevazu, diğeri haya, edep.
Zira kibirlenecek neyin var ki ey insan?
Gece gündüz Rabbine, edersin günah, isyan.
Aslın bir damla sudur, ölürsün bugün yarın.
Sayılmayacak kadar, çoktur hem de günahın.
İnsafa gel, adam ol, olsan dahi paşa, bey.
Teneşir tahtasında, bitecek yarın her şey.)
.
53 - İSA EL KÜRDİ (Rahmetullahi Aleyh
. . Esirin kurtulması
İsa el Kürdi diye, Allah adamlarından,
Âlim ve veli bir zat, var idi ki bir zaman,
Dinin emirlerine, tam idi riayeti.
Ve çoktu insanlara, şefkat ve merhameti.
Bir gün geldi bir kadın bu zatın hanesine.
Derdini, ağlayarak arz etti kendisine.
Dedi ki: (Evladımı, bazı zalim kişiler,
Esir alıp, çok uzak yerlere götürmüşler.
Sizden ricam şudur ki, kurtarın evladımı.
Zira Hak teâlânın, çoktur size yardımı.)
Buyurdu ki: (Ey hatun, bana gel yarın sabah.
O zaman evladına kavuşursun inşallah.)
Kadın, sabah erkenden, yine geldi oraya.
Velakin çok şaşırdı, gördüğü manzaraya.
Zira eli ayağı bağlı bir vaziyette,
Oğlunu, otururken görüp kaldı hayrette.
Hatta başkaları da var idi ki o zaman,
Bağlıydı onlar dahi, el ve ayaklarından.
Kadın, çözdü oğlunun ayağını, elini.
Sordu sonra, buraya nasıl geldiklerini.
Dedi ki: (Anneciğim, bu esirler ile biz,
Hapsolup , kurtulmaya yoktu hiç ümidimiz.
Lakin kapı açıldı bu gece birdenbire.
Zannettik ki, geldiler bizleri öldürmeye.
Ne yapacağız? diye düşünüp üzülürken,
Nur yüzlü biri girdi odamıza aniden.
O girince, bir sevinç kapladı içimizi.
O bize buyurdu ki: (Yumun gözlerinizi!)
Biz yumduk gözümüzü, (Açın!) dedi ve açtık.
Bir anda, hücremizden bu haneye ulaştık.
Onun himmeti ile, kavuştum anne size.
Bu lutfundan dolayı, hamdolsun Rabbimize.)
Kadıncağız bunları dinleyince oğlundan,
Şefkat ile sarılıp, ayrılmadı bir zaman.
Çok teşekkür eyledi bu mübarek veliye.
Evladını alarak, dönüverdi geriye.
Bu zat buyuruyor ki: (Her iyiliğe engel,
İnsanın kendisidir, herşeyden daha evvel.
Düşmanı, dışarıda aramayın siz sakın.
Düşman, içinizdedir, ondan iyi sakının.
Ondan kurtulmak için, okuyun doğru kitap.
Zira din bilgisiyle kuvvet bulur ruh ve kalp.
Biz şimdi otururken, görüyor Allah bizi.
Bizden iyi biliyor, niyet ve kalbimizi.
Şimdi ehli Cehennem, kabirde yanıyorlar.
Gözümüz görmese de, bu azaplar şimdi var.
Ahirette gidecek iki yer vardır ki hem,
Biri ebedi Cennet, biri sonsuz Cehennem.
Gözden perde kalkınca, görünür bu hakikat.
Çok pişman olunsa da, çaresi olmaz fakat.)
.
54 - NUMAN-I TİLEMSANİ (Rahmetullahi Aley
.Resulullahın yardımı
Numan -ı Tilemsani adında veli bir zat,
Yazdığı bir kitapta, anlatıyor ki bizzat:
Altıyüz elliyedi senesinde, Mısır'dan,
Seçkin bir cemaatle, yola çıktık bir zaman.
O gün akşama kadar, yol yürüdük bir müddet.
İçmek için suyumuz tükenmişti nihayet.
Çölde, su aramaya dağıldık biz bu defa.
Ben de bu maksat ile, yürüdüm bir tarafa.
Yorgunluktan, bir uyku bastırdı beni birden.
Kendimi tutamayıp, uykuya daldım hemen.
Nasıl olsa giderken beni uyandırırlar.
Diye düşünerekten, uyukladım bir miktar.
Uyanınca gördüm ki, yapayalnız kalmışım.
Ne kafilemiz vardı, ne de bir arkadaşım.
Başladım titremeye karanlıkta korkudan.
Ve ne yapacağımı, bilemiyordum o an.
Kafilemden bir eser bulurum ümidiyle,
Seğirttim sağa sola, telaş ve üzüntüyle.
Ve lakin ne bir eser, ne de iz bulamadım.
Sonunda yorgunluktan, atamadım bir adım.
Uykusuzluk, susuzluk, korku ve yorgunluktan,
Adeta ümidimi kesmiştim hayatımdan.
Çaresizlik içinde, bağırdım: (Ya Muhammed!
Bu korkunç, ıssız çölde, sen yetiş eyle medet.)
Tam o anda, bir ışık peyda oldu aniden.
Ve beyaz elbiseli bir kimse çıktı birden.
El ele tutuşarak, yürüdük onun ile.
Bendeki o korkudan, kalmadı eser bile.
Onu öyle sevdim ki, ancak olur o kadar.
Hayatımın en güzel anı idi o anlar.
Az bir yol yürüyünce, yetiştik kafileye.
Lakin sevinemedim, onları buldum diye.
Zira öyle biriyle, beraber idim ki ben,
Unutmuştum derdimi onun güzelliğinden.
Sonra o buyurdu ki: (Ümmetimden bir kişi,
Benden medet isterse, hallolur derhal işi.)
O zaman anladım ki, hayran olduğum bu zat,
Bizim Peygamberimiz, Resulullahmış bizzat.
Daha sonra, yanımdan ayrılıp döndü geri.
Nur şeklinde yükselip, girdi gökten içeri.
Bu zat buyuruyor ki: (İyi dost ve arkadaş,
İnsanı, doğru yola getirir yavaş yavaş.
Ben iyi miyim? diye, edersen eğer merak,
Kiminle arkadaşlık ediyorsun, ona bak.
İyilerle olursan, sen de iyi olursun.
Bozukların yanında, sen dahi bozulursun.
Çünkü kalp, karşısında kim varsa, ona kayar.
Yahut da onun kalbi, meyl edip sana akar.
Velhasıl kurtulmanın, bir tek çaresi vardır.
O da, Kurtulanlarla beraber bulunmaktır.)
.
55 - MUHAMMED BEDAHŞİ (Rahmetullahi Aley
.Dinledi edep ile
Yavuz Sultan Selim Han, Muhammed Bedahşi’yi,
Vaktiyle, iki defa ziyaret eylemişti.
Ve ilk ziyaretinde, hiç konuşma olmadan,
Edep ile oturup, ayrıldı huzurundan.
Bedahşi hazretleri, bir şey söylemeyince,
O da önüne bakıp, sükut etti öylece.
Zira onun, bir veli olduğunu bilirdi.
Huzurunda konuşmak, edebe mugayirdi.
Sultan, ikinci defa ziyarete gidince,
Bedahşi hazretleri buyurdu ki şöylece:
(Sultanım, ikimiz de, şu anda Rabbimizin,
Seçilmiş kullarından sayılırız, velakin,
Hepimizin boynunda, bir kulluk bağı var ki,
Allah'ın huzurunda, sorumluyuz Vallahi.
Buyurulduğu gibi Kur'anda bir âyette,
Emaneti, yer ve gök alamadığı halde,
Onu yüklenmiş olduk, bizler insan olarak.
Zordur, bu ağır yükü hakkı ile taşımak.
Saltanat işini de, siz alıp üstünüze,
Bir yük daha kattınız, bu ağır yükünüze.
Hatta bunun üstüne hilafet de aldınız.
Bu çok ağır sıkleti, daha da arttırdınız.
Bu yükü, ne yer, ne gök ve ne de dağlar çeker.
Velakin Hak teâlâ, size çok yardım eder.
Zira siz, manevi bir kuvvete sahipsiniz.
Ondan, yeteri kadar faidelenirsiniz.
Hazret-i Peygamberin mübarek hadisleri,
Rehberiniz olarak, aydınlatır sizleri.
Meşakkatli, külfetli bir yolda gidersiniz.
Size, her işinizde, yardım etsin Rabbimiz.)
Yavuz Sultan Selim Han, dinledi edep ile.
Karşılık söylemedi, bir tek kelime bile.
Sonra izin isteyip, ayrıldı huzurundan.
Onun bu edebine, hayret etti vüzeran.
Dediler ki: (Sultanım, siz yalnız dinlediniz.
Hikmeti ne idi ki, bir şey söylemediniz?)
Dedi ki: (Biz dünyanın sultanıyız, velakin,
Himmetine muhtacız, bu din büyüklerinin.
Büyükler konuşurken, söze karışılır mı?
Küçüğün konuşması, edebe yakışır mı?
Büyüklerin yanında, edepli olmak gerek.
Bize de yakışırdı, elbette sükut etmek.)
Bu zat buyuruyor ki: (Biz, aciz insanlarız.
Her an, her şeyimizde, Rabbimize muhtacız.
Velakin hepimizde, bir nefis var ki el’an,
İlahlık dava eder, içimizde o her an.
Bir yanda kainatın sahibi yüce Allah,
Bir yanda aciz kul ki, muhtaçtır Ona her gah.
Bu zayıf hali ile, nasıl olur, bir insan,
Kendisini yaratan ilaha eder isyan?)
.
56 - SENUSİ HAZRETLERİ (Rahmetullahi Aleyh
.Cehennem korkusu
Cezayir'de yetişen, âlim ve evliyadan.
Senusi hazretleri, var idi ki bir zaman,
Allahü teâlâyı, hiç bir an unutmazdı.
Ve Allah korkusundan, geceleri yatmazdı.
Hüzünlü görünürdü ekseri bu büyük zat.
Fakat asla değildi, çatık kaş, asık surat.
Ahiret düşüncesi ve Allah korkusundan,
Göğsünün hırıltısı, duyulurdu çok zaman.
Güler yüz gösterse de herkese bu büyük zat,
Allah korkusu ile, ağlardı çoğu saat.
Talebesinden biri, onun bu durumuna,
Vakıf olup, bu hali sormuştu bir gün ona.
Dedi ki: (Ey efendim, acep zat-ı aliniz,
Niçin hep kederli ve hüzünlüdür haliniz?
Cehennem azabından, söylersiniz bize hep.
Daim sarı ve solgun yüzünüz, neden acep?)
Senusi hazretleri hemen ona cevaben,
Buyurdu ki: (Evladım, söyleyeyim sana ben.
Cehennemi, rüyada gösterdi Rabbim bana.
Vakıf oldum şiddetli, o korkunç azabına.
İşte o günden beri, çok değişti yüz rengim.
O korku sebebiyle, sarardı, soldu benzim.
Cehennemi görenin, söyle, hali ne olur?
Onu gördükten sonra, o nasıl rahat uyur?
Onu gören bir kimse, artık gülebilir mi?
Ve doyuncaya kadar, yemek yiyebilir mi?
Cehennemin şiddeti, hiç gitmiyor gözümden.
Hak teâlâ korusun, bizi o korkunç günden.)
O talebe, bunları işitince hayretle,
Hocasına, daha çok bağlandı muhabbetle.
Senusi hazretleri, yatmazdı geceleri.
İbadetle geçerdi zamanları ekseri.
Eğer uyku bastırıp, uyusaydı bir miktar,
Hemen kendi kendini, ederdi şöyle ihtar:
(Ey günahkâr Senusi, nicedir senin halin?
Kalk, istiğfar eyle ki, affetsin seni Rabbin.
Cehennem azabından korkuyorum diyorsun.
Bu nasıl korkudur ki, rahatça uyuyorsun.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim, bu zaman,
Küfre düşmek, mazallah, gayet kolay ve asan.
İmanı muhafaza etmek için, en evvel,
Dinini, tam olarak öğrenmeli mükemmel.
Velakin islamiyet, âlimden öğrenilir.
İlmiyle amil olan kimseye âlim denir.
.
57 - ZEYNELABİDİN ALİ (Rahmetullahi Aleyh)
.Ahiret mühimdir
Ali bin Hüseyin’dir asıl adı bu zatın.
Kızının torunudur Resul-i kibriya’nın.
Allah’tan çok korkardı ömrünün her anında.
Sararır ve titrerdi abdeste kalktığında.
Derlerdi ki: (Efendim, abdeste kalkınca siz,
Ne için sararır ve korkudan titrersiniz?)
Namazı kastederek buyurdu ki o zaman:
(Ben, kimin huzuruna çıkacağım birazdan?)
Teheccüd namazını kılıyordu bir gece.
Bir yılan suretinde şeytan geldi gizlice.
Meşgul etmek istedi onu ibadetinden.
Aldırış etmeyince, ısırdı onu birden.
Namazı bitirince, vurdu ona o vakit.
Buyurdu ki: (Ey lain, buradan defol da git!)
O esnada, gaibden işitti ki bir avaz,
(Sen Zeynelabidinsin, sana bir şey yapamaz.)
Birisi, gıybetini yapmıştı bu kişinin.
O kimseye giderek, dedi ki bu iş için:
(Hakkımda, bazı şeyler söylediğini duydum.
Dediklerin doğruysa, ben tövbe ediyorum.
Yok eğer iftira ve yalan ise, bu defa,
Senin bu günahını, affetsin Hak teâlâ.)
Bir devesi vardı ki, kamçısız gidiyordu.
Üzerine bineni, asla incitmiyordu.
Vakta ki vefat etti Zeynelabidin Ali,
Devenin üzerine, çöktü bir hüzün hali.
Kabrinin üzerine, gelip koydu göğsünü.
İnleyip, belli etti fazla üzüntüsünü.
Onu, mezar başından istediler ayırmak.
Ve lakin kalkmayınca, hayret etti cümle halk.
Oğlu Muhammed Bakır, toplanan ahaliye,
Hitab etti: (Daha çok uğraşmayınız) diye.
(Madem ki babam öldü, yaşayamaz o artık.
Bu mezarın başında, ölür o bir aralık.)
O günden itibaren, üç gün geçti aradan.
Baktılar, aynı yerden kalkmadan ölmüş hayvan.
Bir gün, bu büyük zatı, Medine'den Bağdat'a,
Götürüyorlar idi, suçlu gibi adeta.
El ve ayaklarında, kelepçe, kayış vardı.
Onu, Hazret-i Zühri görünce çok ağladı.
Dedi ki: (Yerinizde, keşke ben olsa idim.
Benim bağlı olsaydı, keşke ayak ve elim.)
Buyurdu ki: (Ey Zühri, zor gelmez bu hiç bize.
Sen bunu düşünüp de, üzülme halimize.
İstediğimiz zaman, açarız biz bu şeyi.)
Dedi ve bir hamlede açtı o kelepçeyi.
Sonra tekrar takarak, buyurdu ki: (Bu ceza,
Kulların cezasıdır, vermez bize bir eza.
Zor olanı, Allah'ın vereceği cezadır.
O, dünya cezasından kat kat daha fazladır.)
. Ceylanın konuşması
Zeynelabidin Ali, bir büyük evliyadır.
Evlad -ı Resul olup, kerametleri vardır.
Bir zat der ki: (Yapınca, ben hac farizesini,
Gördüm Zeynelabidin Ali bin Hüseyin’i.
Zulmüyle meşhur olan var idi ki bir melik,
O beni görür görmez, o zalimi sordu ilk.
Dedim: (Kufe'de iken, hayattaydı o yine.
Hala devam ederdi halka zulümlerine.)
Ben böyle söyleyince, çok üzülüp o ara,
Bir beddua eyledi o zalim hükümdara.
Ellerini kaldırıp, dedi ki: (Ya ilahi!
Demir ve ateş ile azap yap ona dahi.)
Ayrılıp, devam ettim daha sonra yoluma.
Kufe'de , o zalimi sordum ben bir dostuma.
Dedi ki: (Bıçak ile kestiler ellerini.
Daha sonra, ateşte yaktılar bedenini.)
Dedim ki: (Sübhanallah, o evlad-ı Resulün,
Duası kabul oldu, geçmeden fazla bir gün.)
Bir gün de, ev halkı ve hizmetçileri ile,
Sahraya çıkmışlardı, gezinmek gayesiyle.
Sabah kahvaltısını tam yapacakları an,
Uzaktan, yanlarına gelip durdu bir ceylan.
Daha sonra, yavaşça yaklaştı o sofraya.
Birlikte yemek yiyip, ayrıldı daha sonra.
Yine dostları ile, sahrada otururdu.
Güzel yüzlü bir ceylan, yanına gelip durdu.
Yaptı ayaklarıyle bir takım işaretler.
Bir şeyler söyler gibi, çıkarttı bazı sesler.
Dostları bunu görüp, meraklandılar o an.
Dediler ki: (Efendim, ne istiyor bu hayvan?)
Buyurdu: (Bir derdi var, onu haber veriyor.
Ve onun halli için, benden yardım istiyor.
Diyor ki: Alıp gitti yavrumu köyden biri.
Hiç süt emziremedim, ona ben dünden beri.)
Birisini gönderip, çağırttı hemen onu.
Buyurdu ki: (Tutmuşsun, sen bunun yavrusunu.
Der ki: Süt veremedim, dünden beri yavruma.
O yavruyu getir de, süt versin biraz ona.)
Köylü, hayret içinde, getirdi gidip onu.
Ana ceylan, emzirip, doyurdu yavrusunu.
Sonra da buyurdu ki köylü kimseye yine:
(Bağışla bu yavruyu istersen annesine.)
Köylü (Peki) dedi ve yavruyu verdi hemen.
Ceylan, yavrusu ile uzaklaştı o yerden.
Hoplayıp sıçrayarak, sevinçle gidiyordu.
Arkasına bakarak, sanki bir şey diyordu.
Sordu yanındakiler Ali bin Hüseyin'e.
Dediler ki: (Bu ceylan, bir şeyler söyler yine.)
Buyurdu ki: (O bize çok teşekkür ediyor,
Hak teâlâ, size çok iyilik versin diyor.)
. Şaşarım kibirliye
Hasta oldu bir zaman Zeynelabidin Ali.
Geldi ziyaretine onu seven ahali.
Onları karşılayıp, buyurdu ki: (Şimdi siz,
Buraya, ne maksat ve niyet ile geldiniz?)
Dediler ki: (Biz sizi seviyoruz da, ondan.
Ziyarete gelmiştik, hasta olduğunuzdan.)
Buyurdu ki: (Kim beni, Allah ve Resulullah,
Hakkı için severse, bulur o, sonsuz felah.
Arş-ı a’la altında, gölgelenir mahşerde.
O gölgeden başka da, gölge olmaz o yerde.
Hak teâlâ, bu halis sevgi için, kat be kat,
Cennetinde, onlara, verecektir mükafat.
Dünyalık için dahi, severse her kim yine,
Kavuşurlar hesapsız dünya nimetlerine.)
Ziyarete geldiler bir zaman kendisini.
Emretti kölesine, yemek getirmesini.
Köle, sofra elinde çıkarken merdivenden,
Yemek dolu o sofra, kayıverdi elinden.
Altta, küçük oğlunun üstüne düştü hem de.
Çok sevdiği çocuğu, vefat etti o demde.
Titremeye başladı köle ona bakarak.
Düşündü ki büyük bir ceza verir muhakkak.
Lakin Zeynelabidin hazretlerini ise,
Hiç sinirlendirmedi bu müessif hadise.
Buyurdu ki: (Hiç korkma, affeyledim Vallahi.
Ve seni, Allah için azad ettim hem dahi.)
Techiz ve tekfinini yapıp kendi eliyle,
Defn etti cenazeyi, o üzgün hali ile.
Buyurdu ki: (Şaşarım şu kibredenlere hep.
Zira kibirlenecek, neleri vardır acep?
Bir damlacık su idi, leş olur sonra yarın.
Yani gururlanacak, nesi vardır onların?
Yine şu kullara da, şaşarım pek ziyade.
Ki, Hakkın kudretini ederler müşahede.
Mesela gözleriyle görürler ki, bir insan,
Meydana gelmektedir, bir damla kan ve sudan.
Ayrıca gözleriyle görür ki onlar yine,
Bir çekirdek koyarlar, şu toprağın içine.
Az zamanda büyüyüp, koca bir ağaç olur.
Bu nasıl oldu? diye, etmezler hiç tasavvur.
Onlar, bu hakikati görürler de pek iyi,
Yine inkâr ederler, mahşerde dirilmeyi.
Şu geçici dünyaya sarılırlar da nice,
O ebedi hayatı unuturlar iyice.
Zarurettir diyerek, dünyaya çalışırlar.
Bütün ömürlerini, geçim için harcarlar.
Ve lakin bilmezler ki, asıl zaruret olan,
Farzları eda edip, kaçınmaktır günahtan.
Çünkü kula, ölünce, bunlar sorulacaktır.
Cevap veremez ise, ateşte yanacaktır.)
. Oğluna nasihatı
Peygamberin torunu Zeynelabidin Ali,
Büyük zat olduğuna, şahit idi her hali.
Oğlu Muhammed Bakır hazretlerine, bizzat,
Hal-i hayatlarında, şöyle etti nasihat:
(Şu dört kısım insanla, yapma hiç arkadaşlık.
Bunların birincisi, günahkâr, yani fasık.
İkinci cimridir ki, bu, pek fena bir sıfat.
Cimriden, hiç kimseye erişmez bir menfaat.
Üçüncüsü yalancı, ona da olma yakın.
Muhakkak bir zarara uğratır seni yarın.
Dördüncüsü, sıla-i rahmi terk eyleyenler.
Kur'anda , lanetlendi zira böyle kimseler.)
Bir gün de buyurdu ki: (Mahşerde, münadiler,
Şu üç kısım kulları, Cennete davet eder.
Seslenir mahşer günü bir melek, ahaliye:
(Fazilet sahipleri ayağa kalksın!) diye.
Bir gurup kalktığında, seslenir bir münadi,
Der ki: (Sizler, Cennete gidiniz şimdi haydi!)
Yolda, karşılarına çıkar bazı melekler.
Onlara, (Siz kimsiniz?) diye sual ederler.
Onlar cevap verir ki: (Biz, fazilet ehliyiz.)
Sorarlar ki: (Ne idi sizin faziletiniz?)
Derler ki: (Hakarete ve zulme sabrederdik.
Kötülük yapanı da, biz yine affederdik.)
O melekler derler ki: (Ne güzeldir haliniz.
Cennete götürüyor sizi bu ameliniz.)
Sonra, ehl-i mahşere nida eder bir melek:
(Sabır ehli nerdedir, hepsi kalksın!) diyerek.
Bir gurup kalktığında, seslenir ki münadi:
(Siz de ey ehl-i sabır, Cennete gidin haydi!)
Onları da karşılar, yolda bazı melekler.
Ve yine, (Siz kimsiniz?) diye sual ederler.
(Sabır ehliyiz) diye, arz edince onlar da,
Derler: (Sizin sabrınız, ne idi ki dünyada?)
Derler ki: (İbadette, güçlüğe katlanırdık.
Ve nefse uymamakta, kararlı davranırdık.)
Melekler memnun olup, derler ki: (Haydi gidin.
Bu sabr'ın mükafatı Cennettir, ona girin.)
Sonra ehl-i mahşere, şöyle nida edilir:
(Allahü teâlânın komşuları nerdedir?)
Kalkar az bir cemaat, seslenir bir münadi.
Der ki: (Siz de, Cennete gidiniz şimdi haydi!)
Yolda, bazı melekler karşılar onları da.
Derler: (Sizin işiniz, ne idi ki dünyada?)
Derler: (Biz, Allah için ziyarete giderdik.
Ve birbirlerimizi, Allah için severdik.
Bizim dostluğumuza, karışmazdı menfaat.
Sadece Allah için yapardık biz icraat.)
Derler: (Bu ameliniz, ne güzeldir elbette.
Haydi, sonsuz olarak girip kalın Cennette.)
.
58 - ATA BİN EBİ REBAH (Rahmetullahi Aleyh
.Şeref, ilim iledir
Tabiin-i kiramdan bir hadis âlimidir.
İlmiyle, insanları yıllarca etti tenvir.
Bir gün, sevdiklerinden sual etti birisi.
Dedi ki: (Ey efendim, nedir zikir meclisi?)
Buyurdu ki: (Allah'ın emirleri nelerdir?
Bu gibi hususların konuşulduğu yerdir.
Namaz nasıl kılınır, oruç nasıl tutulur?
Bunlar konuşulursa, işte bu, zikir olur.)
Hükümdar Abdülmelik, hacca gitti bir sene.
Rastladı Beytullah'ta bu islam âlimine.
O veliyi görünce, ayağa kalktı bizzat.
Dedi: (Eder misiniz bana biraz nasihat?)
O dahi cevabında buyurdu ki: (Ey melik!
Allah'tan çok korkmandır, nasihatim sana ilk.
Çünkü herşeyin başı, bu Allah korkusudur.
İnsan, iki âlemde, bununla huzur bulur.
Maiyetin altında bulunan şu millete,
Hep iyilik eyle ki, düşmesinler zillete.
Büyükleri baba bil, küçükleri evladın.
Zira bunların hali, sorulur senden yarın.
Halkına kibirlenme, hallerine bak, acı.
Yoksa senden olurlar mahşer günü davacı.)
Vakta ki sona erdi onun nasihatleri,
Abdülmelik dedi ki: (Ey Ata hazretleri!
Siz hep, başkalarına yardımdan söz ettiniz.
Peki, sizin yok mudur bizden bir isteğiniz?)
Buyurdu ki: (Ey melik, biz, her dileğimizi,
Rabbimizden isteriz, O, mahrum etmez bizi.)
Abdülmelik dedi ki: (Bu hal, ne de iyidir.
Zaten seni yücelten, bu halin değil midir?)
Sultanın oğulları, Velid ile Süleyman,
Bu islam âliminden ders alırdı her zaman.
Süleyman, geçtiğinde babasının yerine,
Yine devam ederdi bu zatın derslerine.
Huzuruna gelir ve edeple diz çökerdi.
Edebe, titizlikle, tam riayet ederdi.
Kendi oğullarına, her gün dersten dönünce,
Derdi: (İlme çalışın, bu lazım size önce.
Sultanı olsam da ben, şu anda şark ve garbın,
Gidip diz çöküyorum huzurunda o zatın.)
Ondan sonra, kardeşi Velid de oldu sultan.
Bu âlimi, yanına davet etti bir zaman.
Saraydan içeriye girince bu büyük zat,
Velid dedi: (Ediniz, bana biraz nasihat.)
O da (Peki) diyerek, buyurdu: (Ey hükümdar!
Cehennemin içinde, çok derin bir vadi var.
Ona, Hembeb denir ki, azabı pek acıdır.
Sırf zalim hükümdarlar orada yanacaktır.)
Bayılıp yere düştü Velid onun önünde.
Rabbani tesir vardır evliyanın sözünde.
.
59 - BİLAL BİN SA'D (Rahmetullahi Aleyh
.Ölmeyi ister misiniz?
Tabiin-i kiramdan büyük bir evliyadır.
Babası İbni Temim, Eshab-ı kiramdandır.
Çok namaz kılıyordu, her gecede bin rekat.
Yediyüz otuzyedi yılında etti vefat.
Hiç yağmur yağmıyordu o beldede bir sene,
Dua etmesi için, geldiler kendisine.
Kabul edip, birlikte çıktılar dua için.
Zira sıkıntıları pek çoktu her kişinin.
O, bütün ahaliye seslendi: (Ey insanlar!
Günahı sebebiyle, kula gelir belalar.
Bizim günahımızdan, bu dahi geldi bize.
Gelin, tövbe edelim birlikte Rabbimize.)
Halk itiraf etti ki: (Günahkârız biz elbet.
Pişmanız, tövbe ettik, diliyoruz mağfiret.)
O zaman bu büyük zat, dua etti: (İlahi!
Kur'an -ı keriminde bize sen, bizatihi,
Şöyle buyurursun ki: Doğru söylerse bir kul,
Onun dualarını, ederim elbet kabul.
Biz de, günahımızı itiraf ediyoruz.
Pişmanız, tövbe ettik, mağfiret diliyoruz.
Dileğimiz odur ki, olalım cümle mağfur.
Ve sonsuz hazinenden, ihsan et bize yağmur.)
Onun bu duasıyla, öyle yağmur yağdı ki,
Böyle yağmur yağması, olmamıştı hiç vaki.
(Ölmeyi ister misin?) diye sordu birine.
Dedi: (Hayır efendim, daldım günah kirine.
Biraz daha yaşayıp, faideli ve iyi,
İş yapıp, ondan sonra istiyorum ölmeyi.)
Buyurdu ki: (Evladım, ne gibi iyi amel,
Yapacaksan çabuk yap, ani gelir hep ecel.
Sen, iyi iş yapmaya ettinse de tam niyet,
O kadar yaşamaya, elinde var mı senet?
Büyükler buyurur ki: Her gece, yattığında,
Bil ki, ölüm bekliyor, yastığının altında.
Ve yine, sabahleyin uyandığında, bil ki,
Ölüm tam karşındadır, ölürsün o gün belki.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu insanlar, acaba,
İnanmıyorlar mı ki Cehenneme, azaba?
Eğer diyorlar ise: Azap var elbette ki,
O halde, nasıl günah işlerler onlar peki?)
Bir gün de buyurdu ki: (Günahını unutur,
Sevabını hatırda tutarsan, bu, gururdur.
Küçük günahları da, büyük bil ki ey insan!
Düşün, sen, kime karşı işledin günah, isyan?
Kişi, arkadaşına demeli ki: (Kardeşim,
İkaz et beni lütfen, varsa bir fena işim.)
Biri, sana emrini hatırlatsa Allah'ın,
Biri dahi, bir kese hediye etse altın.
Senin için o ikaz, iyidir daha elbet.
Onunla kazanılır zira sonsuz saadet.)
.
60 - CAFER-İ SADIK (Rahmetullahi Aleyh
.Feyiz kaynağı idi
İslam âlimlerinin gözbebeklerindendir.
Hem dahi seyyid olup, evlad-ı Resuldendir.
Tabiin-i kiramdan büyük âlim, evliya.
Ondan yayılıyordu kalplere nur ve ziya.
Dedesinin dedesi Server-i kainattır.
Bilcümle evliyaya, feyiz veren bir zattır.
Annesi Ümmü Ferve, hem baba, hem anneden,
Hazret-i Ebu Bekr'e dayanır ayriyeten.
Temiz, yüksek bir soya sahip olduğu gibi,
Güler yüz, tatlı dilli, çok büyük bir veliydi.
Kırmızı beyaz idi yüz rengi de bilhassa.
Hem orta boylu olup, değildi uzun, kısa.
O, din ilimlerinde mahir olduğu gibi,
Fen bilgilerinde de olmuştu söz sahibi.
İlim ve marifette, zühd, vera ve takvada,
Meşhurdu üstünlüğü, güzel huy ve ahlakta.
O, Resul-i ekremin dininin sultanıydı.
Nübüvvet kemalinin delili, burhanıydı.
O, tam varisi idi Server-i kainatın.
Ve gönül meyvasıydı evliyayı kiramın.
O, Hak aşıklarının serveri, önderiydi.
Ve aşk sahiplerinin delili, rehberiydi.
Tefsir ilminde dahi, eşsizdi zamanında.
Düşüp bayılıyordu bazı namazlarında.
Bir gün Davud-i Tai, sabah çıktı evinden.
Ve Cafer-i Sadık'ın yanına geldi hemen.
Dedi ki: (Sen, Resulün mübarek torunusun.
Bana nasihat et ki, şu kalbim huzur bulsun.)
Buyurdu ki: (Ey Davud, zahidsin sen de ama.
İhtiyacın var mı ki benim nasihatıma?)
Dedi: (Evet, çünkü sen evlad-ı Resuldensin.
O kandan, bir zerre var kanında hem de senin.
Var elbet üstünlüğün, cümle Mekke halkına.
Muhtaçtır herkes bu gün, senin nasihatına.)
Buyurdu ki: (Ey Davud, bu, soy işi değildir.
yalnız halis ameller, orada fayda verir.
Ceddim Resul-i ekrem, mahşerde, bana yarın,
Sorarsa: Niçin bana tam hakkıyla uymadın?
Sen bana bu kadar mı uyacaktın ey oğlum?
Diye buyurmasından, pek fazla korkuyorum.)
Davud bunu duyunca, başladı ağlamaya.
Dedi: (Ya Rab, bu işi, gücüm yok anlamaya.
O Cafer-i Sadık ki, torunudur Resulün.
İlim ve marifette, cihanda tektir bu gün.
Sözleri, yaşayışı, senet ve vesikadır.
Dedesi Resulullah, ninesi Fatıma’dır.
Buna rağmen, o böyle çok korkarsa bu günde,
Davud'un hali n'olur, yarın mahşer gününde?
Onun, böyle bir korku sarar ise içini,
Davud kim oluyor ki, beğensin bir işini.)
. Beni yalnız bırak!
İmam-ı Cafer Sadık, fıkıh, hadis ve tefsir,
Gibi ilimlerde de, devrin bir tanesidir.
İmam-ı a’zam dahi buyurdu ki bu babta:
(Ondan derin bir âlim, görmedim ben hayatta.)
Her marifette mahir, üstaddı her ilimde.
Doğru ve sadıklığı, meşhurdu halk indinde.
Yumuşak huylu olup, kimseyi incitmezdi.
Alçak gönüllü, yani, çok mütevazı idi.
Her mümini, kendinden bilirdi daha üstün.
Hatta kölelerini çağırarak o bir gün,
Buyurdu ki: (Allah'ın müsade ve izniyle,
Geliniz, bir sözleşme yapalım sizin ile.
Hangimiz Cehennemden olursak eğer azad,
O kişi, hepimize, o gün etsin şefaat.)
Dediler: (Ey Allah'ın Resulünün evladı!
Ne için yaparsınız bu sözleşme ve ahdı?
Varken sizin şerefli, o yüce ecdadınız,
Gayrinin mededine, var mı ihtiyacınız?)
Buyurdu: (Bu amel ve işim ile, yarın ben,
Yüzüne bakmak için, utanırım dedemden.
Ona layık bir evlat olamam belki diye,
Müracat ediyorum bu hususta gayriye.)
O, bir müddet evinde, inziva eyleyerek,
İnsanlar arasına karışmamış idi pek.
Süfyan-ı Sevri ise, varıp bunun farkına,
Gidip, şöyle söyledi bu Allah adamına:
(Uzlete çekildiniz ey Cafer, acep neden?
İnsanlar mahrum kaldı, sizden istifadeden.)
Buyurdu: (Şimdi böyle gerekiyor ey Süfyan!
Zira zaman bozuldu, değişti çoğu insan.
Günler geçtiği gibi, geçip gitti vefa da.
Dünyaya meyyal oldu insanlar bu defa da.)
Yine Süfyan-ı Sevri, ona geldi bir vakit.
Lakin o buyurdu ki: (Ey Süfyan, buradan git!
Zira sen, sultan ile sık sık görüşüyorsun.
O seni arıyor ve sen ona gidiyorsun.
Bense, mümkün mertebe, dururum ondan ırak.
Böylesi daha iyi, sen beni yalnız bırak!)
O dedi: (Öyle ise, bir hadis eyle beyan.
Yoksa, bir adım bile geri gitmem buradan.)
Buyurdu: Kim isterse nimeti artsın daha,
Arttırsın öyle ise, o, şükrünü Allah'a.
Zira buyuruyor ki rabbimiz bir âyette:
(Eğer şükrederseniz, arttırırım elbette.
Ve eğer kıymetini bilmezseniz, o vakit,
Elinizden alır ve azab ederim şedit.)
Rızkı daralan dahi, etsin tövbe, istiğfar.
Zira istiğfar ile, kulların rızkı artar.
. Hükümdar pişman oldu
Zamanın hükümdarı, vezire verdi emir:
(Git, İmam-ı Cafer’i yakala, bana getir!
Zira onu, acele öldürmek istiyorum.
Haydi, ne duruyorsun, git getir, bekliyorum.)
Muhabbeti var idi o vezirin İmam'a.
Dedi ki: (Ey sultanım, emredersiniz, ama,
O, evinde oturmuş, ibadet etmektedir.
O zatı öldürmekten, acaba gayen nedir?
Siyaset işlerine karışmaz ki o kişi.
Gel, vazgeç öldürmekten, yapma ona bu işi.)
Lakin tesir etmedi hükümdara bu sözler.
Çaresiz (Peki) deyip, gitti o da bu sefer.
İmam'ı çağırmaya gider gitmez o vezir,
Hükümdar, cellatları çağırıp verdi emir.
Dedi: (İmam-ı Cafer girince içeriye,
Başını, kılıç ile vurup bölün ikiye.)
Cellatlar, kılıç elde, gizlenip beklediler.
Biraz sonra, vezirle, İmam teşrif ettiler.
Ve lakin ne zaman ki İmam girdi odaya,
Hükümdar onu görüp, hemen kalktı ayağa.
Dedi ki: (Ey efendim, nedir bize emriniz?
Hemen ifa edelim, varsa bir dileğiniz.)
Buyurdu: (Benim senden, yok asla bir dileğim.
Beni rahat bırak da, ibadet eyleyeyim.
Niçin durup dururken beni çağırıyorsun?
Sakın beni bir daha çağırma, bu son olsun!)
Sonra kalktı ayağa, kapıya ilerledi.
Sultan, onu izzet ve ikramla yolcu etti.
Titremeye başladı sonra da birden bire.
Sarardı, fenalaştı, bayılıp düştü yere.
Ayılınca, veziri dedi ki: (Ey hükümdar!
Hani öldürecektin, ne oldu, neyiniz var?)
Dedi ki: (Bilmiyorum, bu işe ben de şaştım.
Ömrümde böyle şeyle, ilk defa karşılaştım.
Ne zaman ki odaya girdi İmam-ı Cafer,
Yanısıra koca bir arslan girdi beraber.
Görmedim hayatımda öyle korkunç bir hayvan.
Tam saldıracak gibi, bana baktı durmadan.
Lisan-ı hali ile derdi ki sanki bana:
Parça parça ederim dokunursan İmam’a.
O arslanı görünce, çok fena oldu halim.
Ve onu öldürmeye, kalmadı hiç mecalim.)
Vezir dedi: (Ey sultan, söylemiştim ben size.
Allah adamlarından, zarar gelmez kimseye.
Bilakis her insana, faideleri vardır.
Onların yardımcısı, Allahü teâlâdır.
İki tarafı keskin kılıca benzer onlar.
Kendisi helak olur, ona gelip çarpanlar.)
O hükümdar dinleyip, hak verdi vezirine.
Gitmedi artık daha İmam'ın üzerine.
. Abdestin fazileti
Peygamber Efendimiz, buyurdu hadisinde:
(Ümmetimin, aldığı abdestler sayesinde,
Mahşer karanlığında, ayak, yüz ve elleri,
Öyle nurlu olur ki, aydınlatır her yeri.
Başkaları, onları böyle görünce, hemen,
Derler ki: Keşke biz de, olsaydık bu ümmetten.)
Eski Peygamberlerin kitaplarında ise,
Yazıyor ki: (Bir şeyden, korkar ise bir kimse,
Hemen abdest alsın ki hiç vakit geçirmeden,
Korunsun böylelikle, o kötülük ve şerden.)
Cafer-i Sadık dahi, bir yere gidiyordu.
Bir rahibin evini gördü ve hemen durdu.
Düşündü: Şu rahibi edeyim dine davet.
Belki de iman eder, nasibi varsa şayet.
Yaklaştı bu maksatla o rahibin evine.
Kapısını çalarak, seslendi kendisine.
Kapı açıldı, fakat, rahip yoktu ortada.
İmam-ı Cafer Sadık, bekledi az orada.
Bir kaç dakika sonra, rahip hemen gelerek,
Aldı onu içeri, özürler dileyerek.
Ona sual etti ki hemen Cafer-i Sadık:
(Acaba sebep ne ki, geç geldiniz birazcık?)
Dedi ki: (Pencereden gördüğümde sizi ben,
Korku geldi kalbime, sizin heybetinizden.
Doğru, abdest almaya gidiverdim hemence.
Zira okumuştum ki Tevrat’ta daha önce:
Ne zaman ki bir şeyden korkuya kapılırsan,
Zarara uğramazsın, hemen abdest alırsan.
Bu yüzden, yanınıza gelmekte geciktim az.
Özür dilerim, zira, beklettim sizi biraz.)
Onu, Cafer-i Sadık imana etti davet.
O rahip, bu davete hemen etti icabet.
Şehadeti getirip, müslüman oldu hemen.
Bir abdest sebebiyle, kurtuldu Cehennemden.
Oğlu Musa Kazım’a, nasihat etti şöyle:
(Hep doğrudan yana ol, her zaman doğru söyle.
İyi ahlak sahibi kimselere ol yakın.
Kötü huylu olanla, arkadaş olma sakın.
Çünkü böylelerine, olmaz ki hiç ihtiyaç.
Onlar, susuz bir çöldür, yeşermeyen bir ağaç.
Oğlum, islamiyet’i öğrenip ince ince,
İhlasla amel eyle, emirler mucibince.
Sana gelmeyene git, aramayanı ara.
Şefkat ve merhametle davran hep insanlara.
Hem sonra, çok sakın ki insanları gıybetten,
Bu iş, daha fenadır yetmiş zina etmekten.
Hep örtmeye çalış ki kulların günahını,
Allah da, mahşer günü, örtsün senin aybını.
İnsanların kalbine koyarsan neşe, sevinç,
Kabir ve kıyamette, üzüntü görmezsin hiç.)
. Oğluna nasihatları
Halk İmam-ı Cafer’e şunu sual ettiler:
(Allah, neden faizi haram kıldı?) dediler.
Dedi: (Helal olsaydı, o vakit çoğu insan,
Yapmazdı başkasına bir iyilik ve ihsan.
Yahut da, bir iyilik yapılsaydı da, fakat,
Muhakkak beklenirdi bir karşılık, menfaat.)
Buyurdu ki: (Ey oğlum, bir müslümana ait,
Hoş olmayan, herhangi bir şey duyduğun vakit,
Bir'den, yetmiş'e kadar özür kapısı ara.
Yine de hiç su-i zan etme müslümanlara.
Hiç bir özür kapısı bulamazsan eğer ki,
De ki: Bilemediğim bir şey var elbette ki.
Bir söz işittiğinde bir mümin kardeşinden,
Manasını bilmezsen, iyiye yor içinden.
Hatta öyle iyiye yor ki onu ey oğlum,
Artık kabil olmasın, ondan iyi bir yorum.
Bir günah yaptığında, hemen eyle istiğfar.
Helake sebep olur, günahta inat, ısrar.
Hatta geçim darlığın var ise, bunun için,
Çok istiğfar eyle ki, rahatlasın geçimin.
Evlatların çoğalsın istiyorsan sen şayet,
Daha çok, yeşil sebze yemeğe eyle gayret.
Namaz, ruhun gıdası, kalplerin şifasıdır.
Doğru olan bir hac da, güçsüzün cihadıdır.
Hiç ibadet yapmadan karşılık bekleyenler,
Hiç yayı olmaksızın, ok atana benzerler.
Çok sadaka verenin, rızkı dahi çok olur.
Zekat vermek ile de, mal zarardan korunur.
Düzenli hayat sürmek, yarısıdır geçimin.
İyi ahlak, aklını gösterir bir kişinin.
Musibet zamanında, dizini döven insan,
Mahrum kalır, o derdin ecir ve sevabından.
Takvadan daha üstün azık yoktur, olamaz.
İnsana, cahillikten zararlı düşman olmaz.
Tövbeyi geciktirmek, bir nevi kibretmektir.
Yani Allah'a karşı, mağrur olmak demektir.
Bir kul, günahlarından, eğer utanmıyorsa,
İnsanları incitip, hiç pişman olmuyorsa,
Tenhada korkmuyorsa Rabbinden bir kul şayet,
Ondan daha hayırsız bir kimse olmaz elbet.)
Yine bir gün, oğluna buyurdu ki: (Evladım!
Dinimizin dışına, sakın çıkma bir adım.
Rızkına razı olan, kimseye muhtaç olmaz.
Başkasının malında gözü olan, hiç doymaz.
Kendi kusurlarını göremeyen kimseler,
Her an huzursuz olup, rahata eremezler.
Kim bir kuyu kazarsa, bir mümin kardeşine,
Çok zaman, ondan evvel, kendi düşer içine.
İnsanlara kızmaktan, çok sakın, eyle hazer.
Aksi halde, sana da kızar başka kimseler.)
. Resulün torunuydu
Orta boylu, kuvvetli, kumraldı biraz saçı.
Yüzü çok güzel olup, yumuşaktı mizacı.
Eşkali çok benzerdi Aliyyül mürteza’ya.
Sanki o, etrafına saçardı nur ve ziya.
İlim ve fazilette, eşi yoktu devrinde.
Hatta söz sahibiydi, bilcümle fen ilminde.
Fizik ve kimyada da, ilmi vardı pek yoğun.
Kimyager Cabir dahi, talebesiydi onun.
İmam-ı a’zamdır ki en büyük talebesi,
Onun himmeti ile, yükseldi mertebesi.
Kıymetli sohbetini dinleyip iki sene,
O ilim kaynağının, kavuştu çok feyzine.
Zira İmam-ı a’zam buyurdu ki bir zaman:
(İki yıl olmasaydı, helak olmuştu Numan.)
Gayet mütevazıydı bu hasletlere rağmen.
Onun büyüklüğünün delili buydu zaten.
Makbuldü her duası Hak teâlâ indinde.
Hemen hasıl olurdu, her dua ettiğinde.
Bir gün yalnız başına, yürüyordu bir yoldan.
Sevenlerden biri de, gidiyordu ardından.
Buyurdu ki: (Ya Rabbi, yok elbisem giymeye.
Bu kuluna lutfedip, elbise ihsan eyle.)
Bu niyaz ve duası, henüz sona ermeden,
Bir paketle, önüne elbise geldi hemen.
Biri gelip dedi ki: (Çok hacca gitmem için,
Bana dua edin de, olayım fazla zengin.)
Ellerini kaldırıp, eyledi şöyle dua:
(Ya Rabbi buna mal ver, hac yapsın elli defa.)
Hakikaten öyle çok zengin oldu ki o zat,
Elli defa hac yapıp, sonunda etti vefat.
Zeyd-i Kelbi adında vardı ki gafil biri,
Bilerek üzdü bir gün, o İmam-ı Cafer’i.
Lakin keskin kılıca benzer ki bu veliler,
Onlara gelip çarpan, kendini helak eder.
Ve nitekim bir arslan, saldırıp tuttu onu.
Öldürüp, parça parça eyledi vücudunu.
Buyurdu ki: (Bir günah işlese de müslüman,
Derhal tövbe eylesin, geçirmesin hiç zaman.
Eğer geçim darlığı çekiyorsa bir kimse,
Hep tövbe istiğfara devam etsin öyleyse.
Hak teâlâ, dünyaya emretti ki: (Ey dünya!
Senden yüz çevirene, yardım et ekseriya.
Ve her kim koşuyorsa peşinden senin şayet,
Zorluk çıkar ona hep, ver sıkıntı ve zahmet.)
Onun kalbine akan ilim, nur ve feyzleri,
Anlamak, imkansızdır, çünkü yoktu benzeri.
Zira Resulullah'ın kalbinden çıkan nurlar,
Kasım bin Muhammed’den, ona vasıl oldular.
Cafer-i Sadık dahi, o nurları, ayniyle,
Bayezid Bistami’ye yansıttı tamamiyle.
.
61 - EVZAİ HAZRETLERİ (Rahmetullahi Aleyh
.Cehennem
Tebe -i tabiinden Evzai hazretleri,
Devrinin teki olup, üstün idi halleri.
Bir gün halife Cafer, geldi ziyaretine.
Nasihat etmesini rica etti kendine.
Buyurdu ki: Ey Cafer, Cibril aleyhisselam,
Resulün huzuruna geldiğinde bir zaman,
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki Cibril'e:
(Ey Cibril, bana biraz Cehennemden bahseyle.)
Dedi: (Ya Resulallah, emretti cenab-ı Hak.
Cehennem, tam bin sene yandı korkunç olarak.
Öyle bir hal aldı ki ey Allah'ın Habibi!
İçi oldu tamamen kıpkırmızı, nar gibi.
Bir daha emreyledi ateşe Hak teâlâ.
Bin sene daha yandı, hem de bila fasıla.
Bundan sonra, daha da şiddetlendi ateşi.
Bu sefer kırmızıdan, sarıya döndü içi.
Ve yine Cehenneme emretti cenab-ı Hak:
Bin sene daha yandı, fasılasız olarak.
Böylece üçbin sene yandı ya Resulallah!
Çok korkunç bir hal aldı, içi oldu simsiyah.
Cehennemin içinden, alınsa bir elbise,
Dünyada olanlara, uzaktan gösterilse,
Onun çirkinliğinden ve fena kokusundan,
Anında ölürlerdi, dünyadaki her insan.
Ya Resulallah, şayet Cehennemdekilere,
İçirilen o iğrenç kaynar sudan, bir zerre,
Dünyadaki sulara damlatılsaydı eğer,
Ondan içen kimseler, ölürdü birer birer.
Ve eğer Cehennemde, bu dünyadan bir kimse,
Biraz yanıp, tekrardan dünyaya getirilse,
Onun iğrenç halinden ve fena kokusundan,
Ölürdü bu dünyada onu gören her insan.)
Evzai hazretleri devam etti: (Ey Cafer!
Bunları işitince ağlamıştır Peygamber.
Bu şiddetli Cehennem, şimdi vardır ve lakin,
Bir tedarikin var mı, bundan kurtulmak için?
Kim ibadet ederse, bulur izzet ve şeref.
Ve kim günah işlerse, zelil olur malesef.
Ey Cafer, kul dünyada, her amelinden bizzat,
Hesaba çekilecek, gün gün ve saat saat.
O, amel defterini görünce satır satır,
Yaptığı günahlardan, mahcub olur, utanır.
Öyle çok üzülür ki, pişman olur bin kere.
Lakin yoktur faydası, olan olmuş bir kere.
Ey Cafer, ölümü de unutma hiç bir zaman.
Zira isyan edemez, ölümü hatırlayan.
Bir insan bilirse ki, söylediği her sözün,
Mahşerde, hesabını Rabbine verir bir gün,
Az konuşur o kişi, susmayı tercih eder.
Zira (Susan kurtuldu) buyurmuştur Peygamber.
Az söyler, çok iş yapar kâmil olan müslüman.
Münafık, çok konuşur, az iş yapar her zaman.)
.
62 - FUDAYL BİN İYAD (Rahmetullahi Aleyh
.Oğlunun nasihatı
Evliyanın büyüğü, bir mübarek velidir.
Nasihatleri ile, kalpleri etti tenvir.
Yediyüz yirmialtı yılında doğan bu zat,
Seksen yaşında iken, Mekke'de etti vefat.
Önce, islamiyet’e uygunsuz hali vardı.
Gençlik senelerinde, eşkıyalık yapardı.
Sonra tövbe ederek, yöneldi tasavvufa.
Yükselip, mübarek bir veli oldu bu defa.
Haram ve şüpheliden, şiddetle kaçınmakta,
Zamanının, en önde geleniydi o hatta.
Abbasi halifesi olan Harun Reşid’e,
Öğüt, nasihatları meşhurdur halk içinde.
Tövbe edicilerin başında, bu zat vardır.
Cömertlik ve ihsanda, eşine az rastlanır.
Allah'ı tanımakta, pek az idi emsali.
İyilik ve yardıma, uygundu onun hali.
Yaratılış olarak, güzel huylu ve cömert,
Asil bir insan idi, sahib-i hüsn-ü niyet.
İnsanların malını alsa da ellerinden,
Yine de, merhameti bırakmazdı elinden.
Eşkıyalık yaptığı kafilede mesela,
Kadın varsa, onlara hiç dokunmazdı asla.
Sermayesi az olan, yahut da borçlu olan,
Kimselerin malını, almazdı hiç bir zaman.
O, bir gün çocuğunu, almıştı kucağına.
Severken, o çocuğu bir sual sordu ona.
Dedi ki: (Babacığım, beni seviyor musun?)
Dedi ki: (Evet oğlum, şüphe mi ediyorsun?)
Sordu yine: (Allah'ı seviyor musun peki?)
Dedi: (Evet evladım, severim elbette ki.)
Bu sefer babasına sordu ki oğlu tekrar:
(Peki ey babacığım, kaç tane kalbiniz var?)
(Bir tanedir) deyince, sordu yine: (Ey baba!
(Bir kalbe, iki sevgi nasıl sığdı acaba?)
Oğlunun bu sözünden, etkilendi begayet.
Bu söz ile, kalbine geldi nur ve hidayet.
Düşündü ki: (Bu bana, bir ikaz-ı ilahi.
Bunu ona, Allah'ım söyletti bizatihi.
Yoksa o, bu sözleri edemezdi bana arz.
Rabbim, bu çocuk ile eyledi beni ikaz.)
Oğlunu, kucağından bıraktı hemen yere.
Yalvarmaya başladı Rabbine o bu kere.
Dedi ki: (Ya ilahi, sana söz veriyorum.
Bu hatalı gidişi, hemen terk ediyorum.
Şu an son veriyorum, haramilik işine.
Al beni affettiğin kullarının içine.)
Sonra oğluna dönüp, dedi ki: (Ey evladım!
Seni, bir nasihatçi kıldı bana Allah'ım.
Sen ne güzel vaizsin, irşad ettin beni sen.
Senin nasihatinle, değişti kalbim hemen.)
Eşkıya reisiydi
Eşkiyalık yapardı gençlik senelerinde.
Lakin ibadetini, terk etmezdi yine de.
Kendisi reis olup, vardı çok adamları.
O, çadırda oturur, sevk ederdi onları.
Bir gün, büyük bir kervan geliyordu ilerden.
Farketti adamları, kafileyi o yerden.
Hazırlığa geçtiler yolunu kesmek için.
Lakin çok malı vardı kervanda bir kişinin.
Getirirdi yanında çok altın, hayli eşya.
O dahi fark etti ki, pusu kurmuş eşkıya.
Düşündü ki: Elimden gitse de bu eşyalar,
Bari altınlarımı almasın eşkıyalar.
Altınlarını alıp, erken indi deveden.
Onları saklayacak, bir yer aradı hemen.
Az ilerde, bir çadır görüp, girdi içeri.
Baktı, namaz kılıyor içerde gençten biri.
Bitirinceye kadar, yanında bekledi az.
Sonra selam vererek, derdini eyledi arz.
Dedi: (Benim yanımda, çok miktar altınım var.
Lakin kafilemizi soyacak eşkıyalar.
Bari şu altınlarım elde kalsın diyorum.
Şöyle, emin bir yere saklamak istiyorum.)
O adam, altınlara dönüp bakmadı bile.
Dedi: (Bırak onları, şuraya elin ile.)
O da koydu onları, çadırın kenarına.
Çıkarak geldi tekrar, kafilenin yanına.
Gördü ki, kafilede ne kadar mal ve eşya,
Var ise, tamamını gasb ediyor eşkıya.
Soyguncular, kervanı tamamiyle soyarak,
Ayrıldılar oradan, pek sevinçli olarak.
O kimse düşündü ki: Bari o altınları,
Alıp da, terk edeyim acele buraları.
Gelip bu fikir ile, çadıra girdi o zat.
Müthiş bir manzarayla karşılaştı o fakat.
Zira baktı, içerde, toplanmış eşkıyalar.
O adamın önünde, yığılmış cümle mallar.
Daha önce gördüğü namaz kılan genç ise,
Cümle haramilerin reisiymiş meğerse.
Fudayl, zengin adama şöyle baktı o zaman.
Dedi: (Altınlarını, gel aynen, al oradan!)
Bu cevabı alınca, şaşırdı zengin kişi.
Onları aldı ama, anlamadı bu işi.
Adamları dedi ki: (Sen ne yaptın ey Fudayl?
Biz topladık, sen ise dağıtırsın, ne bu hal?)
Dedi: (Madem o kişi, bana etmiş hüsn-ü zan,
Ben onun bu zannını, doğru çıkardım şu an.
Ben de, cenab-ı Hakk’a hüsn-ü zan ediyorum.
Ola ki, O da beni utandırmaz diyorum.
Benim bu zannımı da, doğrular Hak teâlâ.
Bu işlerden kurtarıp, çıkarır doğru yola.)
Geldi geldi, geçti bile
Bir gün de, adamları, bir kervanı soydular.
Sonra da yemek için, bir yere oturdular.
Lakin Fudayl yok idi o an aralarında.
O, namaz kılıyordu bir ağacın altında.
O sırada kervandan, çıkageldi birisi.
Eşkıyaya sordu ki: (Kim sizlerin reisi?)
Dediler: (Reisimiz, yok kendisi burada.
Bakın, namaz kılıyor şu ağacın altında.)
Adam yine sordu ki: (Siz, yalnız mı yersiniz?
Niçin gelip sizinle yemiyor reisiniz?)
Dediler: (Oruçludur o daim gündüzleri.
Bu yüzden yemek vakti, o, terk eder bizleri.)
Adam, hayret içinde gitti hemen Fudayl’e.
Dedi: (Kusura bakma, hayret ettim bu hale.
Bir yanda namaz oruç, bir yanda haramilik.
Ömrümde böyle bir şey, bu gün görüyorum ilk.)
Dedi: (Doğru kardeşim, gerçekten tuhaf bir hal.
İnşallah bu işlerden kurtulur bir gün Fudayl.)
Bir gün, yine bir kervan, mola verdi orada.
Bir yolcu, şu âyeti okurdu o arada:
(Vakit gelmedi mi ki, düzelsin bu halleri?
Allah'ın zikri ile yumuşasın kalpleri.)
Fudayl, bulunuyordu o an yol kenarında.
Adamın okuduğu âyeti duydu o da.
Bu Allah kelamından, duygulandı begayet.
Ve hatta tövbesine sebep oldu bu âyet.
Ona cevap olarak, dedi ki kalbi ile:
(Geldi, geldi o vakit ve hatta geçti bile.)
Kendinden geçmiş halde, oradan ayrılarak,
Girdi bir harabeye, Rabbinden utanarak.
Bir müddet sonra yine, yola çıktı o kervan.
Lakin korkuyorlardı Fudayl’e soyulmaktan.
Derlerdi ki: (Fudayl'in yolu üzerindeyiz.
Acaba soyulmadan geçebilecek miyiz?)
Fudayl, olduğu yerden işitti bu sözleri.
Seslendi: (Ey yolcular, müjdelerim sizleri.
Gayet rahat olarak geçiniz bu yollardan.
Zira Fudayl vazgeçti, kervanları soymaktan.
O, şimdi pişman oldu bütün yaptıklarına.
Halisen tövbe edip, yöneldi Allah'ına.
Nasıl kaçardınızsa siz önce, o kimseden,
Bu günden sonra artık, o kaçacak sizlerden.)
Sonra, o memleketin her yerini gezerek,
Bildirdi tövbesini, herkese söyleyerek.
Aldığı o malları, ödeyip fazlasıyle,
O hak sahiplerinin, helallaştı hepsiyle.
Yalnız Ebyurd şehrinde vardı ki bir yahudi,
O, helal etmiyordu, hakkını alsa dahi.
Ona, fazlası ile verdiyse de para, mal,
Yine de etmiyordu hakkını ona helal
. Taşlar altın oldu
O yahudi, hakkını helal eylemeyince,
Buna, hazret-i Fudayl kederlendi bir nice.
Zira çok korkuyordu kul borcuyla ölmekten.
Hem de zevk alıyordu, borcunu ödemekten.
O helal etmeyince, düştü büyük bir derde.
Zira nasıl giderdi o borçla ahirete?
Yahudi, zor duruma sokmak için Fudayl’i,
Olmayacak, zor işler teklif etti bir hayli.
Dedi ki: (İstiyorsan benimle helallaşmak,
Şu kayalık tepeyi, dümdüz eyle kazarak.)
Fudayl razı oldu ve bir yerden buldu kazma.
Ve başladı o dağı ihlas ile kazmaya.
Bu ihlas ve azimle işe başladığından,
Hak teâlâ, Fudayl'e yardım etti fadlından.
Seher vakti bir rüzgar, Allah'ın izni ile,
Esince, o tepeden kalmadı bir iz bile.
Yahudi bunu görüp, dona kaldı hayretten.
İşte bu hal, kalbine nur saldı hidayetten.
İnsaf edip dedi ki: (Sen şimdi beni dinle.
Benden bir avuç altın almıştın ya vaktiyle,
Ben yemin etmiştim ki: Onları, bana Fudayl,
Vermedikçe, hakkımı etmeyeceğim helal.
Şu yastığın altına, altın koydum az önce.
Onları oradan al, bana getir öylece.
O bir avuç altını getir ki bana derhal,
O takdirde hakkımı, edeyim sana helal.)
Çakıl taşı koymuştu yastığının altına.
Merak ediyordu ki, dönecek mi altın’a?
Fudayl, yastık altına uzanınca eliyle,
O taşlar, altın oldu kudret-i ilahiyle.
Yahudi, avcundaki altın olan taşları,
Görünce, gözlerinden aktı sevinç yaşları.
Kalbinde, iman nuru başladı parlamaya.
O artık hazır idi, halis mümin olmaya.
Kalkıp ona sarıldı ve dedi ki: (Ey Fudayl!
Sende ne hakkım varsa, hepsini ettim helal.
Müslüman olmam için, anlat bana dinini.
Ben de sana diyeyim, işin hakikatini.)
Bu sefer Fudayl şaştı yahudinin haline.
Dedi ki: (Söyle peki, işin hakikati ne?)
Dedi: (Okumuştum ki Tevrat’ta önceleri,
Günahına, halisen tövbe ederse biri,
Alameti şudur ki, taşı tutsa eliyle,
Taş altın’a çevrilir, kudret-i ilahiyle.
Çakıl taşı koymuştum, ben de yastık altına.
Taşlar, senin elinde, dönüverdi altın’a.
Seni imtihan için yapmıştım bu işi ben.
Pâk oldu kalbim şimdi, şu küfür pisliğinden.
Anladım ki, hak imiş senin dinin Vallahi.
Ayrıca samimi ve halismiş tövben dahi.)
. Ne için ağlıyorsun?
Fudayl, gençlik çağında, bütün yaptıklarına,
Tövbe edip, gönlünü çevirdi Allah'ına.
Eski günahlarına oldu ki öyle pişman,
Birisine dedi ki: (Beni tut, bağla şu an.
Ve acele götür ki sultanın huzuruna,
Suçumun cezasını, ne ise versin bana.
Hakkımda, dinin hükmü ne ise, yapılsın tam.
Cezamı çekeyim de, bitsin bu gam ve tasam.)
Onun bu isteğini, bildirdiler sultana.
Çok izzet ve ikramda bulundu sultan ona.
Sonra da, emretti ki hükümdar kendi bizzat:
(Evine götürün de, eylesin istirahat.)
Evine geldiğinde, o hala ağlıyordu.
Hanımı ona dönüp, dedi: (Sana ne oldu?
Niçin böyle ağlayıp inliyorsun ey Fudayl?
Yoksa, seni insanlar dövdüler mi, ne bu hal?)
Dedi: (Sultan, cezamı vermedi de ey hanım!
Budur asıl sebebi şu anki ağlamamın.
İşlediğim suçların, cezası çok büyüktür.
Cezamı çekmeyince, üzerimde bir yüktür.
Bunun ızdırabıyla, yanıyor hep içerim.
Nedamet ateşiyle, kavruluyor ciğerim.)
Daha sonra dedi ki: (Ey hanım, beni dinle.
Kâbe’ye gidiyorum, gelir misin benimle?
İstersen, aramızda olan nikah bağını,
Çözelim de, serbest ol, söyle son meramını.)
Dedi: (Allah korusun, ne için ayrılayım?
Sen nereye gidersen, ben dahi yanındayım.
Sana hizmetçi olmak, en büyük şeref bana.
Gidelim beraberce, Beytullah'ın yoluna.)
Daha sonra ikisi, hac yoluna çıktılar.
Bazı âlimler ile görüşüp tanıştılar.
İmam-ı a’zamın da katılıp derslerine,
Çok şeyler öğrenerek, feyiz kattı feyzine.
Az zamanda yetişip, oldu âlim ve veli.
Sohbeti, dinleyene oldu çok faideli.
Arafat meydanında, o, bir gün duruyordu.
Vakfe için toplanan halkı seyrediyordu.
Baktı ki, müslümanlar yalvarıp inliyorlar.
Hepsi, Hak teâlâdan mağfiret diliyorlar.
Dedi ki: (Ya Rabbi, sen, kerimler kerimisin.
Bu kulların hepsini, sen affedebilirsin.
Senin, bu insanların tamamını affetmen,
Kolaydır, bir zenginin bir lira vermesinden.
Senin af hazinenin, yoktur ki nihayeti.
Eksilmez affetsen de, bilcümle bu ümmeti.)
O, böyle düşünürken, bir ses duydu gaibden.
Diyordu ki: (Ey Fudayl, öyleyse üzülme sen.
Senin bu hüsn-ü zannın hürmetine, ben dahi,
Bu hüccacın hepsini, affettim bizatihi.)
. Budur aradığım zat
Halife Harun Reşid, bir gece, vezirine,
Dedi ki: (Götür beni gönül ehli birine.
Zira sıkıldı kalbim, bu şaşalı hayattan.
Gidip, gönül huzuru edinelim o zattan.)
Vezir (Peki) diyerek Harun'un bu emrine,
Götürdü Süfyan ibni Uyeyne’nin evine.
Vezir kapıyı çalıp, seslendi ki: (Ey Süfyan!
Senin ziyaretine gelmiştir şimdi sultan.)
Dedi: (Niçin önceden bildirmediniz bana?
Bilseydim, ben gelirdim sultanın huzuruna.)
Süfyan'ın bu sözünü işitti Harun dahi.
Dedi ki: (Aradığım, bu zat değil Vallahi.)
Süfyan , buna karşılık dedi: (Ey sultanımız,
Fudayl ibni İyad’dır sizin aradığınız.)
Ayrılarak, Fudayl’in kapısına gittiler.
O, bir âyet okurdu, dışardan işittiler:
(Günahkârlar, kendini, ehl-i takva ile hep,
Bir tutacağımı mı zannediyorlar acep?)
Harun bunu işitip, şöyle dedi o saat:
(Bu, bize kâfi gelir, istiyorsak nasihat.)
Fudayl’in kapısını çalarak daha sonra,
İzin çıkması için, beklediler bir ara.
Sordu (Kimsiniz?) diye, o, kapı arkasından.
Dedi: (Ziyaret için gelmiştir sana sultan.)
Buyurdu ki: (Sultanın, ne işi var benimle?
Benim dahi, ne işim vardır ki sultan ile?
Dünya adamlarıyla, ne diye görüşeyim?
Lütfen meşgul etmeyin, işim var zira benim.)
Onun bu sözlerini işitti Harun bizzat.
Dedi ki: (İşte budur, benim aradığım zat.)
Vezir dedi: (Ey Fudayl, bak, emir-el müminin,
Gelmiş senin kapına, nasihat almak için.)
O, içerden dedi ki: (Yoktur bizim iznimiz.
Zorla girecekseniz, onu siz bilirsiniz.)
Sonra açtı kapıyı, hiç de istemeyerek.
Sultan girdi içeri, çok hürmet göstererek.
Fudayl, onlar girince, söndürdü kandilini.
Dedi: (Gözüm görmesin dünya ehli birini.)
Gerçi o, sultan idi çok islam diyarına.
Lakin zor girebildi bu velinin yanına.
O, dünya sultanıydı, bu, gönüller sultanı.
O, bunda arıyordu gönlünün dermanını.
Harun rica etti ki bu Allah adamına:
(Nasihat almak için, geldim senin kapına.)
Karanlıkta, elini tutarak hükümdarın,
Dedi: (Ne yumuşak el, yanmasa Nar’da yarın.)
Ağladı Harun Reşid, dedi ki: (Söyle yine.)
Buyurdu ki: (Sultansın sen şimdi milletine.
Lakin bilir misin ki, asıl sultanlık nedir?
Bu, hep kendi nefsine, sultan olabilmendir.
. Ne cevap vereceksin?
O gün Fudayl bin İyad, Harun Reşid gelince,
Tesirli sözleriyle, öğütler verdi nice.
Abbasi halifesi idi ki Harun Reşid,
O nasihat ettikçe, olurdu çok müstefid.
O Allah adamına arz etti ki: (Ey Fudayl!
Gayet ferahlıyorum, söyle yine bu minval.)
Buyurdu: Büyük baban hazret-i Abbas dahi,
Amcası oluyordu Resulün bizatihi.
O, Resul-i ekreme gelerek bir gün yine,
Dedi: (Beni emir yap, bir kavim üzerine.)
Ona, cevap olarak buyurdu ki: (Ey amcam!
Nefsinin üzerine yaptım ben seni başkan.)
Yani kendi nefsini itaate getirmen,
İyidir, bin senelik halkın ibadetinden.
Hem dahi Resulullah buyurdu: (Ahirette,
Bir kavme başkan olmak, pişmanlıktır elbette.)
Harun Reşid dedi ki: (Yine söyle ey Fudayl!)
Buyurdu ki: Ey Harun, sultanlık büyük vebal.
Ömer bin Abdülaziz, sultan oldu ilk daha.
Başvurdu ulemadan Salim bin Abdullah’a.
Dedi: (Girdim altına, gayet ağır bir yükün.
Altından kalkmam için, çaresi nedir bu gün?)
Buyurdu ki: (Kurtulmak istersen azabından,
Teb'andan yaşlıları, kabul et kendi baban.
Gençleri kardeşin bil, çocukları evladın.
Kadınları anan bil, kızları kendi bacın.
Sen, bu yakınlarına nasıl davranıyorsan,
Kendi teb'ana dahi, yap iyilik ve ihsan.)
Harun onu dinliyor, bir yandan ağlıyordu.
(Ey Fudayl, biraz daha nasihat et) diyordu.
Buyurdu ki: (Ey Harun, bil ki, şu güzel yüzün,
Cehennemde yanar da, çok çirkin olur bir gün.
Zira nice güzel yüz vardır ki halk içinde,
Yanarak çirkinleşir, Cehennem ateşinde.
Ve yine niceleri vardır ki başkan, emir,
Yarın mahşer yerinde, olurlar mahbus, esir.)
Harun'un ağlaması şiddetlendi iyice.
Dedi: (Ferahlıyorum bunları dinleyince.)
Buyurdu ki: (Ey Harun, kork ve titre Allah'tan.
Millete zulmetme ki, kurtuluş yok azaptan.
Her bir icraatından, soracak Hak teâlâ.
Ne cevap vereceksin, onu düşün evvela.
Bu dünya baki değil, ölürsün bu gün yarın.
Kabir suallerine, hazır mı cevapların?
Sığamazken sen bugün koskoca saraylara,
Ölünce, sığacaksın o daracık mezara.
Sen bu gün hükümdarsın, görürsün çok iltifat.
Hükümdar olduğuna bakmazlar orda fakat.)
Öyle çok ağladı ki Harun Reşid bu sefer,
Vezir dedi: (Ey Fudayl, söyleme, artık yeter.)
. Hiç faydası olmamış
Fudayl ibni İyad’ın, var idi ki bir oğlu,
O da, Hak teâlâdan pek fazla korkuyordu.
O, Kur'an-ı kerimi dinleseydi ne zaman,
Çok defa bayılırdı ahiret korkusundan.
Babasının yanına, bir gün bir hafız geldi.
Babası, o hafızı bu oğluna gönderdi.
Buyurdu ki: (Kur'andan, git de oku oğluma.
Zilzal ve Karia’yı, okuma ona ama.
O, Kur'an okumaktan hoşlanırsa da, fakat,
Bunları dinlemeye, getiremez hiç takat.)
Hafız, (Peki) dedi ve gitti hemen oğluna.
Ve Kur'an-ı kerimden, okudu biraz ona.
Babasının tenbihi, bir an çıkıp zihninden,
Okudu o çocuğa Karia suresinden.
Dördüncü âyetine gelince hafız, fakat,
Çocuk (Allaah!) diyerek, düştü ve etti vefat.
Babası öğrenince, tebessüm etti o an.
Halbuki otuz yıldır gülmemişti bir zaman.
İnsanlar onu görüp, taaccüp eylediler.
(Bu zaman, gülünecek vakit midir?) dediler.
Buyurdu ki: (Üzüldüm oğlumun öldüğüne.
Lakin ittiba ettim, Allah’ın Resulüne.
Zira vefat etmişti onun dahi evladı.
Evlat acısı nedir? Ben de tattım bu tadı.
Madem ki Rabbimizin rızası var bu işte,
Tebessüm etmemizin, hikmeti de bu işte.)
Bir gün de, bulunurdu bu zat Mira dağında.
Bazı sevdikleri de, bulunurdu yanında.
Bir ara buyurdu ki: (Eğer ki bir ehl-i hal,
Bu dağa sallan! dese, sallanır bu dağ derhal.)
Fudayl’in bu cümlesi bitmemişti ki daha,
O esnada koca dağ, başladı sallanmaya.
Bir gün de Harun Reşid, gelerek bu veliye,
Rica etti: (Bana az nasihat eyle) diye.
O nasihat ettikçe, sultan hep ağlıyordu.
Öyle ki, ağlamaktan bayılır gibi oldu.
Biraz zaman geçip de, geldiğinde kendine,
Sual etti: (Ey Fudayl, borcun var mı birine?)
Buyurdu: (Var Rabbime, kulluk borcu, ibadet.
Bu borç ile ölürsem, olur bana felaket.)
Harun dedi: (Ey Fudayl, onu kastetmemiştim.
İnsanlardan birine borcun var mı demiştim.)
Buyurdu: (Hak teâlâ, verdi bana çok nimet.
Çok şükür, kullarına etmiyorum hiç minnet.)
Harun yine bin altın koydu onun avcuna.
Dedi: (Helal malımdır, kullan ihtiyacına.)
Lakin kabul etmedi Fudayl o altınları.
Buyurdu ki: (Ey Harun, al önümden bunları.
Ne garip, dinledin de bunca öğüt, nasihat,
Hiç faydası olmamış bunların sana fakat.)
. Son nasihatları
Fudayl ibni İyad’ın yaklaştığında mevti,
Hanımını çağırıp, yaptı şu vasiyeti.
Buyurdu: (Ben ölünce, şu iki kızımı al.
Ebu Kubeys dağına, üçünüz çıkın derhal.
Ellerini açarak, ihlas ile, o dağda,
Bulun Hak teâlâya şu niyaz ve duada:
(Ya Rabbi, Fudayl bana vasiyet eyledi ki:
Rabbimden emanettir bu kızlar elbette ki.
Yaşarken, iyi baktım elimden geldiğince.
Ona iade ettim, şimdi vefat edince.)
Bu vasiyeti yapıp, eyledi Hakk’a vuslat.
Hanım, bunu yerine getirdi hemen bizzat.
O gün, iki kızıyla, çıktı Kubeys dağına.
Ağlayarak bunları, arz etti Allah'ına.
O esnada oradan, Yemen'in hükümdarı,
Geçerdi ki, yanında iki de oğlu vardı.
Onun ağladığını görünce durdu derhal.
Ve yanına yaklaşıp, halini etti sual.
Dedi: (Niçin ağlarsın sen bu tenha yerlerde?
Sana yardım edelim, düştün ise bir derde.)
Hanım, bu vaziyeti eyleyince ona arz,
Hükümdar, dinledi ve tefekkür etti biraz.
Dedi ki: (Bu işte bir, hikmet var sanıyorum.
Senin iki kızın var, benimse iki oğlum.
Biner altın mehirle, senin bu kızlarını,
Ver de, yarın kıyalım hemen nikahlarını.)
O, (Razıyım) deyince, gittiler hemen o gün.
Yemen'de, nikahları kıyılıp oldu düğün.
Fudayl ibni İyad’ın çoktu nasihatleri.
Nurlandırdı bir nice kara, katı kalpleri.
Buyurdu ki: (Allah'a asi olsa bir insan,
Onun mahlukları da, o kula eder isyan.
Ben, Rabbime isyan mı, taat mı yapıyorum?
Bunu, hayvanlarımın tavrından anlıyorum.
Bir insanın, yanında bulunan kimselerle,
Güzelce geçinmesi, tatlı dil, güler yüzle,
İyidir, geceleri daim namaz kılmaktan.
Ve daha kıymetlidir, her gün oruç tutmaktan.
Allah'tan korkanlardan, herkes korkar esasen.
Allah'tan korkmayan da, korkar olur herkesten.)
Fudayl ibni İyad’a, birini methettiler.
Onun için, (Ağzına tatlı almaz) dediler.
Dedi: (Tatlı yememek, sanki marifet midir?
Siz, onun ahlakına bakın ki, iyi midir?
Güzel davranıyor mu yakın ve dostlarına?
İyilik ediyor mu hısım akrabasına?
Birine kızdığında, yener mi öfkesini?
Aşağı görüyor mu, herkesten kendisini?
Din kardeşine karşı, huy ve ahlakı nedir?
İnsanın iyiliği, bu şeylerden bellidir.)
.
63 - İBRAHİM BİN EDHEM (Rahmetullahi Aleyh)
.Yolcu hanı değil ki
Bir gün İbrahim Edhem, tahtında uyur iken,
büyük bir gürültüyle uyanmıştı aniden.
Damdan ses geliyordu, düştü bir endişeye.
Seslendi heyecanla: (Damdaki kimdir?) diye.
Dedi ki: (Ben tanıdık biriyim buralarda.
Kaybettiğim devemi arıyorum burada.)
Dedi: (Ey şaşkın adam, bu, ne garip iş ama?
Kaybolan deve için, çıkılır mı hiç dama?)
Dedi ki: (Be hey gafil, garip iş dersin, lakin,
Benimkinden daha çok gariptir senin halin.
Sen, altın taht içinde ararsın da Rabbini,
Bu haline bakmayıp, kınarsın bir de beni.
Damda deve aramak, elbette çok gariptir.
Ve lakin senin halin, daha da acayiptir.)
Bunları işitince, korku geldi kalbine.
Sonra, bir çeki düzen verdi eski haline.
Bir gün de, sarayında vermişti bir ziyafet.
Devlet erkanından da, vardı büyük bir heyet.
İbrahim Edhem dahi, kendine mahsus olan,
Yerine, henüz yeni oturmuştu ki, o an,
Girdi heybetli biri saraydan içeriye.
Soramadı hiç kimse ona (Sen kimsin?) diye.
Zira öyle heybetli idi ki bu gelen zat,
Sormaya çekindiler vazifeli her zevat.
Doğruca İbrahim’in yanına geldi o da.
Sordu ona: (Sen kimsin, ne ararsın burada?)
Dedi ki: (Ben yolcuyum, yolum vardır bir nice.
Konaklamak istedim, bu handa iki gece.)
İbrahim Edhem ise, sinirlenip dedi ki:
(Fakat bu, bir saraydır, yolcu hanı değil ki.)
O kişi, İbrahim’den bunları işitince,
Sordu ki: (Peki bu yer, kimindi senden önce?)
(Falanındı) deyince, dedi ki heybetli zat:
(Peki de, ondan önce kimindi bu saltanat?)
Cevaben (Filanındı) deyince, bu sefer de,
Sordu ki: (Ondan önce, kim sultandı bu yerde?)
(Falan oğlu filandı) deyince de, o zaman,
Sordu ki: (Ondan evvel, bu yerde kimdi sultan?)
Geçmiş padişahları saydırarak böyle hep,
Sordu ki: (Bu saydığın sultanlar n'oldu acep?)
Dedi: (Hepsi öldüler, tükendi zamanları.)
O dedi: (Böyle olur zaten yolcu hanları.
Bu nasıl saraydır ki, insanlar gider, gelir.
Böyle olan yerlere, saray değil, han denir.
Ey İbrahim, kendini aldatma bunlar ile.
Gün gelecek, buradan göçeceksin sen bile.)
Peşinden, terk eyledi sarayı heybetli zat.
O, ardından yetişip, sorunca ona bizzat,
Dedi ki: (Ben Hızır'ım, ikaz ettim ki seni,
Çıkarasın kalbinden, bu dünya sevgisini.)
. Sensin kötü adam
Bir gün İbrahim Edhem, emretti teb'asına:
(Atımı hazırlayıp, getirin derhal bana!)
Av köpeğini alıp, ava çıktı acilen.
Karşısına az sonra, bir av çıktı aniden.
Yakalamak üzere, çoğalttı süratını.
Ve lakin bir ses ile, yavaşlattı atını.
Gaibten denildi ki: (Ey İbrahim, dikkat et.
Zira sen, bunun için yaratılmadın elbet.)
Durup meraklanarak, baktı sağ ve soluna.
Kimseyi görmeyince, devam etti yoluna.
Tekrar sürdü atını avlanmak gayesiyle.
Lakin yine irkildi, daha gür bir ses ile.
(Ey İbrahim, bu işler değil hiç senin işin.
Zira yaratılmadın sen böyle işler için.)
Hem bu sefer daha da yakından geliyordu.
(Bunda hikmet var) deyip, gidemedi ve durdu.
Oradan geri dönüp, rastladı bir çobana.
Kendi elbisesini çıkarıp verdi ona.
Ve alarak çobanın aba ve başlığını,
Terk etti ilerdeki padişahlık tacını.
Oradan, Merv şehrine doğru ilerliyorken,
Yolda,a’ma bir adam geçiyordu köprüden.
Gözü görmediğinden, kayıp düştü o a’ma.
Uzaktan onu görüp, acıdı o adama.
(Allah'ım, onu koru!) diye etti bir niyaz.
Nehire düşmesine, kalmıştı henüz biraz.
Adam kaldı havada ve düşmedi o suya.
İnsanlar ip salarak, çektiler yukarıya.
Sonra da, ziyareti arzu etti Kâbe’yi.
Yürüyerek katetti bu uzun mesafeyi.
Mekke’li âlimler de, duymuşlardı methini.
Ve ziyaret kastiyle Mekke'ye geldiğini,
Tuttular hep yolları, âlimler ve cümle halk.
Zira böyle zatları, adetti karşılamak.
O ise, tanınmayı asla istemiyordu.
Bir kafile önünde, yalnızca gidiyordu.
İnsanlar, ilk evvela onu gördüklerinden,
Yanına yaklaşarak, sordular ona hemen:
Dediler: (Yaklaştı mı İbrahim Edhem acep?
Zira karşılamaya, âlimler çıktılar hep.)
Dedi: (Bırakın onu, ondan ne istersiniz?
O, kötü bir kimsedir, lakin siz bilmezsiniz.)
O böyle söyleyince, vurup ona bir tokat,
Dediler: (Kötü sensin, o ise büyük bir zat.)
Ayrılınca, nefsine diyordu ki: (Ey ahmak!
Sen, herhalde isterdin, şaşalı karşılanmak.
Lakin sen, ona değil, layıksın bu tokata.
Haddini iyi bil de, yapma böyle bir hata.)
Sonra, ona vuranlar, tanıyınca kendini,
Özürler dileyerek, hep öptüler elini.
. Neden uyuyamazmış?
Evliyanın büyüğü olan İbrahim Edhem,
Terk etti Allah için taht ile tacını hem.
Gece, sabaha kadar ibadet ediyordu.
O, taati uykudan daha çok seviyordu.
(Niçin uyumuyorsun?) diye sordu bir kişi.
Dedi: (Beni uyutmaz Cehennemin ateşi.)
Bir defa, hac yoluna çıktı azık almadan.
Tevekkül eyleyerek, o yola oldu revan.
Üç gün, bir şey yemeden, devam etti yoluna.
Nihayet şeytan gelip, vesvese verdi ona:
(Terk ettin tahtı tacı, sultanlığı atarak.
Şimdi hacca gidersin, aç ve susuz olarak.
Şayet bırakmasaydın sen o büyük nimeti,
Bu gün, çekmeyecektin bu kadar çok mihneti.)
Dedi: (Bunu söyleyen, bir şeytandır muhakkak.
Beni, onun şerrinden kurtarır cenab-ı Hak.)
Gaibden denildi ki: (Onu iyi tanıdın.
Cebindekini at ki, rezil olsun düşmanın.)
Fırlattı cebindeki dört gümüş parayı da.
İblis kaçtı yanından, sözü kaldı yarıda.
Bir gün de, bir sarhoşun yanından geçiyordu.
Ağzı kirli olarak yerlerde yatıyordu.
Düşündü: Az da olsa, (Allah) diyen bir ağız,
Kirlenmişse, biz onu bu halde bırakmayız.
Ve hemen su getirip, yıkadı gayet iyi.
O sarhoş ayılınca, öğrendi hadiseyi.
Halinden utanarak, etti sıkı bir tövbe.
Ve İbrahim Edhem’e oldu halis talebe.
Bir gün, bir taş gördü ve celbetti merakını.
Üstünde yazardı ki: (Çevir, oku altını.)
Acaba ne yazıyor? diye merak ederek,
Okudu o yazıyı, o taşı çevirerek:
(Madem öğrendiğinle, hiç amel etmiyorsun,
Niye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?)
Allahü teâlâdan, ederdi haya, edep.
Kalbi, Hak teâlâyı anmakla meşguldü hep.
Ehemmiyet vermezdi, asla dünya malına.
Hiç itibar etmezdi mala mağrur olana.
Bir gün, zengin birisi, getirip bin altunu,
Verip, rica etti ki: (Kabul et lütfen bunu.)
Kabul buyurmayarak, dedi ki o adama:
(Ben, asla fakirlerden, hiç bir şey almam ama.)
Hayrete düştü zengin, onun bu sözlerinden.
Dedi: (Fakat efendim, fakir değilim ki ben.)
Buyurdu: (Biliyorum servetinin hepsini.
İster misin, onlardan daha ziyadesini?)
O, (İsterim) deyince, buyurdu ki: (İşte bak.
Senden daha fakiri, hiç bulunmaz muhakkak.
Senin halin, fakirlik değildir de, ya nedir?
Fakir, aza doymayıp, çoğunu isteyendir.)
. İyi insan nasıldır?
Bir gün İbrahim Edhem, camilerden birine,
Girerek, uzun müddet taat etti Rabbine.
Gece dahi, orada kalmayı etti meram.
Bir direk arkasında, taate etti devam.
Lakin gece, caminin kapısı açılarak,
Bir zat girdi içeri, etrafa nur saçarak.
Arkasından kırk kişi daha girdi içeri.
Nur gibi parlıyordu, onların da yüzleri.
Bu zatlara dönerek, o nur yüzlü ihtiyar,
Dedi ki: (Aramızda, bir yabancı kişi var.
O, kırk gündür namazdan alamıyor hiç lezzet.
Diyor ki: Niçin geldi acaba bana bu dert?)
Onun bu sözlerini işitince İbrahim,
Düşündü ki: Kırk gündür böyledir benim halim.
Direğin arkasından çıkarak aşikâre,
Dedi: (Benim o kişi, nedir buna bir çare?)
Buyurdu ki: (Basra'da, hurma aldın bir zaman.
Yere düştü bir teki o şahsın hurmasından.
Sen, kendinin zannedip, alıp attın sepete.
O hurmayı yer yemez, düştün bu musibete.)
O bunu öğrenince, düştü bir üzüntüye.
Ben, o zatın hakkını nasıl öderim? diye.
Basra'ya varmak için, dağlar tepeler aştı.
Hurmacıyı bularak, onunla helallaştı.
Helal lokma yemeye, çok dikkat ediyordu.
(Helal yemek, bu dinin esasıdır) diyordu.
Dediler: (Bir genç var ki, hep ediyor ibadet.
Bir garip hali var ki, görenler eder hayret.)
Vardı onun evine, üç gün kaldı misafir.
Gördü ki, hakikaten hali çok acayiptir.
Uyumadan ibadet, büyük bir aşk ve gayret.
Bir de baktı, kendinde, bunlardan yok işaret.
Düşündü ki: Bu haller, halis mi bunda acep?
Yoksa, bunlar şeytanın aldatması mıdır hep?
Yediği lokmalara, dikkat etti bu sefer.
Gördü ki, yedikleri, helal değilmiş meğer.
Anladı o hallerin şeytani olduğunu.
Sonra, kendi evine çağırdı hemen onu.
Helal lokmalarından yedirince o gence,
O acayip hallerin, hepsi gitti hemence.
Bitti o eski aşkı, kalmadı o gayreti.
O genç sual etti ki: (Nedir bunun hikmeti?)
Buyurdu ki: (Değildi lokmaların helalden.
Helal lokma yiyince, kurtuldun o hallerden.)
Buyurdu: (Kâmil insan, gönül verir Rabbine.
Kıymet vermez dünyanın malına, mevkiine.
Ona göre, dünyanın bir kıymeti yoktur hiç.
Hepsi onun olsa da, asla duymaz bir sevinç.
Ve o, bütün dünyayı kaybetse yine eğer,
Kalbine, zerre kadar gelmez hüzün ve keder.)
. Tatlılarından getir!
Bir gün İbrahim Edhem, bir sahraya çıkmıştı.
Kovasını, su için kuyuya sarkıtmıştı.
Geriye çektiğinde, kaldı hayret içinde.
Zira baktı, su değil, (gümüş) vardı içinde.
Hemen geri boşalttı ve sarkıttı bir daha.
Çektiğinde gördü ki, (altın) dolu bu defa.
Üzülüp, onları da boşalttı geri yine.
Kovasını, bir daha saldı kuyu dibine.
Kuyudan, abdest için su beklerken, bu sefer,
Gördü ki çıktı kova, içi dolu (mücevher).
Buyurdu ki: (Ya Rabbi, değil bunlar isteğim.
Sadece abdest için, bir miktar su isterim.)
Dördüncüde, kovayı sarkıtınca kuyuya,
Çektiğinde gördü ki, (su) dolmuş o kovaya.
Helal lokma yemeye, çok dikkat ediyordu.
O zaman, bir zenginin bağını bekliyordu.
Bağ sahibi gelerek, dedi ki bir gün ona:
(Ey İbrahim, şu bağdan tatlı nar getir bana!)
Topladı bir tabak nar, götürdü kendisine.
Lakin topladıkları, ekşi çıktı aksine.
Dedi ki: (Kaç senedir bu bağı bekliyorsun?
Tatlıyı, ekşisinden ayıramıyor musun?)
Dedi ki: (Ben bekçiyim, beklerim buraları.
Nasıl ayırt edeyim tatmadığım narları?)
Adam dedi: (Ben senin, bakınca ihlasına,
Sen İbrahim Edhem'sin diyesim gelir sana.)
Bu sözü işitince, tanımasınlar diye,
O bağı terk ederek, gitti başka bir köye.
Bir gün de, huzuruna gelerek bir müslüman,
Nasihat isteyince, buyurdu ki o zaman:
(Günah işleyeceksen, iyice düşün, taşın.
Allah'ın gönderdiği bu rızkı yeme sakın.
Ona isyan etmeyi düşünüyorsan şayet,
Onun mülkünden çık da, başka yerde isyan et.
Hem mülkünde oturup, hem rızkını yiyerek,
Hem de gördüğü yerde, olur mu isyan etmek?
Hem Azrail gelince, almak için ruhunu,
Müsade etme sakın ve yanından kov onu.)
Soran kimse dedi ki: (Efendim, nasıl olur?
İmkan var mı hiç buna, melek nasıl kovulur?)
Buyurdu ki: (Öyleyse, tövbe eyle durmadan.
Zira ölüm meleği, ani gelir her zaman.
Mezarda, Münker-Nekir ismindeki melekler,
Gelince, kov onları, suale çekmesinler.)
Dedi ki: (Ey efendim, kovamam ben onları.)
Buyurdu ki: (Öyleyse, hazırla cevapları.)
O derdi ki: (Birine, verseler dünya malı.
Kalbinde, zerre kadar bir sevinç duymamalı.
Sonra da, o malları alsalar ondan yine,
Zerre kadar üzüntü gelmemeli kalbine.
.
64 - RABİA-İ ADVİYYE (Rahmetullahi Aleyh)
.Yetim ve öksüzdü
Tabiin-i kiramdan, mübarek bir hanım zat.
Seksen yaşında iken, Kudüs’te etti vefat.
Babası İsmail ki, fakir idi bir nice.
Kendisinin üç kızı var idi bundan önce.
Bu dahi kız olunca, oldu dört kız evladı.
Dördüncü manasına, (Rabia) kondu adı.
Rabia -i Adviyye, dünyaya geldiğinde,
Saracak bir bez bile yok idi evlerinde.
Annesi mahzun olup, rica etti beğinden:
(Git biraz kandil yağı al komşunun birinden.)
Lakin o, yıllar yılı şunu bilirdi ki hep:
Allah'tan gayrisinden, edilmez bir şey talep.
Hanımı üzmenin de, islamda yoktu yeri.
Komşunun kapısına el sürüp döndü geri.
Dedi: (Kapı kapalı, geri geldim almadan.)
Hanım bunu duyunca, çok ağladı o zaman.
O da çok üzülmüştü, uyudu o arada.
Hazret-i Peygamberi görüverdi rüyada.
Peygamber Efendimiz buyurdu: (Ey İsmail!
Üzülme, zira bunlar üzülecek şey değil.
Bu kızın, çok yüksek bir makama erecektir.
Ve yetmiş bin kişiye, şefaat edecektir.
Bu sabah uyanınca, gidiver valinize.
De ki: Resulullah'ın selamları var size.
Dedi ki: O, her gece, okurdu yüz salevat.
Halbuki geçen gece, unuttu bunu fakat.
Keffareti olarak, sana gelen kimseye,
Kendi helal malından, yüz altın ver hediye.)
O sabah uyanınca, valiye koştu hemen.
Buyurduğu sözleri, nakletti ona aynen.
Resulün selamını işitince o vali,
Sevinç ve sürurundan, bambaşka oldu hali.
Zira Peygamberimiz selam gönderiyordu.
)Ya Rabbi bu ne nimet, ne saadet) diyordu.
Bir daha duymak için Resulün selamını,
Dedi ki: (Duyamadım, tekrar et kelamını.)
Resulün selamını tekrar etti valiye.
Lakin o, doymuyordu bu sözü dinlemeye.
Dedi ki: (Ey kardeşim, az duyuyor kulağım.
O sözünü, bir daha de ki, iyi duyayım.)
Söyletti yedi defa Resulün selamını.
Her bir selamı için, ayırdı (yüz altın)ı.
(Yediyüz altın) oldu, verdi onun eline.
Tazim ve hürmet ile uğurladı evine.
Biraz büyümüştü ki Rabia hazretleri,
Vefat etti peşpeşe annesiyle pederi.
Artık o kimsesizdi, ortada yalnız kalıp,
Hizmetçi yaptı onu, bir zalim yakalayıp.
Gaibden denildi ki: (Kendini üzme sakın.
Çok yüksek olacaktır Cennetteki makamın.
. Artık köle değilsin
Gündüz, ev sahibine yapardı türlü hizmet.
Gece ise, Rabbine yapardı hep ibadet.
Ev sahibi, bir gece duydu onun sesini.
Baktığında, secdede gördü hep kendisini.
Diyordu ki: (Ya Rabbi, azdır bu ibadetim.
Daha fazla yapmaktır, benim asıl niyetim.
Lakin beni oyalar bu evin hizmetleri.
Vaktim olsa, gündüz de taatten durmam geri.)
Ev sahibi, bunları, dışardan duyuyordu.
Gördü ki, başı üzre bir nur parıldıyordu.
Sabah ona dedi ki: (Artık köle değilsin.
Serbestsin, istediğin yere gidebilirsin.)
Başka eve yerleşip, devamlı etti taat.
Bir gün ve gecesinde, kılıyordu bin rekat.
O, asla ayırmazdı yanından kefenini.
Üstünde yapıyordu, günlük ibadetini.
Bir gün, zengin bir hanım geldi ziyaretine.
Altın dolu bir kese arz etti kendisine.
Almayınca, o kadın başladı ağlamaya.
Dedi: (Niçin almazsın, ne mani var almaya?)
Buyurdu ki: (Rabia, hakiki Sahibinden,
Bunları istemeye bile haya ederken,
Geçici sahibinden alır mı zannedersin?
Lütfen sen, bu keseyi kaldır, gözüm görmesin!
O, öyle bir Rabdır ki, kendini inkâr eden,
Kâfir kulunun dahi rızkını verir iken,
Kendi muhabbetiyle yaktığı bir kulunun,
Rızkını vermez mi hiç, imkanı var mı bunun?)
Başka bir gün, bir hanım geldi ziyaretine.
İçeriye girince, gitti çok garibine.
Zira bir testi ile, hasır vardı bastığı.
Bir de yanıbaşında, kerpiçten bir yastığı.
Görünce yandı içi, dedi ki: (Ey Rabia!
Bir şeyler getireyim zenginlerden buraya.)
Buyurdu: (Ey kardeşim, şunu bil ki muhakkak,
Onları da, beni de, biliyor cenab-ı Hak.
Her mahlukun rızkını, kendisi vermektedir.
Her kulunun halini, çok iyi bilmektedir.)
Bir hafta, ard ardına oruçluyken mübarek,
Bu günlerde, az bile bulamadı bir yemek.
Sekizinci gününde, şiddetlendi açlığı.
O gün, yemek kabıyla, biri çaldı kapıyı.
Açıp aldı yemeği, gitti mum getirmeye.
Geldiğinde gördü ki, kedi gelmiş yemeye.
Onu, uzaklaştırmak isterken o yemekten,
Kedi kaba takılıp, yemeği döktü hepten.
Bardak için giderken, mum söndü birden bire.
Suyu içeyim derken, bardağı düştü yere.
Dedi ki: (Ya ilahi, ediyorsun imtihan.
Yalnız senin rızanı isterim yine her an.)
. Hırsızın hali
Rabia -i Adviyye, her gece, çoğu zaman,
İbadet ediyordu Rabbine uyumadan.
Yine böyle bir gece, namaz kıldı evinde.
Sonra, uyuyakaldı hasırın üzerinde.
O sırada içeri, bir hırsız girdi, ancak,
Arayıp, hiç bir nesne bulamadı çalacak.
Ve lakin Rabia'nın, vardı ki bir örtüsü,
Tam çıkacağı zaman, takıldı ona gözü.
Bari boş çıkmayayım diyerek aldı onu.
Ve lakin bulamadı evin çıkış yolunu.
Geri dönüp bıraktı, o örtüyü yerine.
Bu sefer kolaylıkla, kapıyı buldu yine.
Bulmuşken, geri dönüp, örtüyü yine aldı.
Ve lakin çıkamayıp, yine içerde kaldı.
Koydu onu yerine, kapıyı buldu yine.
Bu hal, tam yedi kere vaki oldu kendine.
Son defa o örtüyü eline aldığında,
Gaibden, kendisine geldi şöyle bir nida:
(Ey kişi, hiç yorulma, çek örtüden elini.
Zira o, Allah'ına ısmarladı kendini.
Ona, az yaklaşmaya gücü yokken şeytanın,
Senin gücün yeter mi, uğraşma daha sakın!
Alamazsın sen onu, kendini yorma fazla.
O uyuyor ise de, uyumaz Rabbi asla.)
Bunu duyup, korktu ve çıktı evin içinden.
Tövbe edip, vaz geçti bu hırsızlık işinden.
Rabia -i Adviyye, çok korkardı Allah'tan.
Gözyaşları, yüzünde, iz yaptı ağlamaktan.
Bir gün de ağlıyorken, sordular ona yine:
(Ne için ağlıyorsun, çok yakınken Rabbine?)
Buyurdu: (Kardeşlerim, ayrılıktan korkarım.
Ebedi beraberlik olmazsa, ne yaparım.?
Rabbimin huzuruna çıkınca hesap için,
Acep kurtulur muyum? İç yüzü budur işin.
Sen bana yaramazsın! der ise Hak teâlâ,
Ne olur benim halim, buna ağlar Rabia.)
Bir kimseyi gördü ki, hep dua ediyordu:
(Ya Rabbi, bu kulundan sen razı ol) diyordu.
Buyurdu ki: (Sen Ondan, hiç razı olmuyorsun.
Kaza ve kaderine rıza göstermiyorsun.
Üzerine, bir miktar dert, bela gelse şayet,
Sabretmeyip, herkese ediyorsun şikayet.
Sen razı olmaz iken Onun her bir işinden,
Onun razılığını nasıl istiyorsun sen?)
Dediler ki: (Haklısın, kulluk da zaten budur.
Kulun razı olması, ne ile belli olur?)
Buyurdu: (Nimetlerden nasıl zevk alıyorsa,
Beladan da zevk alır, gayet acı da olsa.
Ve hatta belalardan, daha çok alır lezzet.
Çünkü Hak teâlâdan gelmiştir ona o dert.)
. Üç mühim dert
Bir gün, çok ağlıyorken Rabia-i Adviyye,
Sordular, (Ağlamanın sebebi nedir?) diye.
Buyurdu ki: (Üç büyük derdim var şimdi benim.
Bunları düşündükçe, ağlayıp yaş dökerim.
Bunlardan kurtulmaya, var ise bir kolaylık,
Bir garanti verin de, ağlamayayım artık.)
Dediler: (Söyle bize, ne imiş o dertlerin?
Herhalde hallederiz, kolayı var herşeyin.)
Buyurdu: (Öyle zor ki kastettiğim o dertler,
Zannettiğiniz gibi, kolay halledilmezler.
Biri, son nefesimde, verirken ben canımı,
Kurtarabilir miyim acaba imanımı?
İkincisi, mahşerde, acep amel defterim,
Sağımdan mı verilir, soldan mı, yok haberim?
Üçüncüsü, herkesin hesabı görülünce,
Ve layık oldukları yere götürülünce,
Cennetlikler ile mi giderim ben acaba?
Yoksa atılır mıyım, kötülerle azaba?
Bu korkunç tehlikeler var iken önümde hep,
Ben ağlamayayım da, kimler ağlasın acep?)
Uzaktan bir misafir gelmişti hanesine.
Bir parça eti vardı, koydu tenceresine.
Düşündü, pişirip de, ona ikram etmeyi.
Ve lakin konuşurken, unuttu pişirmeyi.
Nihayet akşam olup, namazları kıldılar.
Hem kendi, hem misafir, o gün oruçluydular.
Dedi ki: (Et pişmedi unutmam sebebiyle.
Bari iftar edelim, kuru ekmek, su ile.)
Getirmeye giderken, su ve kuru ekmeği,
Leziz et kokuları, bir anda sardı evi.
Baktı ki, tencerede duran et, o haliyle,
Ateşsiz pişmiş idi, kudreti ilahiyle.
Misafir, o yemekten yiyince, ilk tadımda,
Dedi: (Böyle hoş yemek, yemedim hayatımda.
Hem de sen demiştin ki: Unuttum, pişmedi et.
Halbuki bu et pişmiş, acaba nedir hikmet?)
Dedi: (Kul unutmazsa, eğer ibadetini,
Onu da unutmazlar, pişirirler etini.)
Yine bir gün, misafir var iken hanesinde,
Yemeğe koymak için, soğan yoktu evinde.
Dediler: (Ey Rabia, şu komşudan istesek.
Zira soğan olmazsa, iyi olmaz o yemek.)
Buyurdu: (Kırk senedir, söz verdim ki ben şuna:
Asla el açmayayım Rabbimden başkasına.)
Rabia'nın bu sözü, bitmemişti ki, o an,
Bir kuş, ayaklarıyla bıraktı iki soğan.
Bir gece de, dostları geldiler ona, ancak,
Kandil yoktu evinde, gece aydınlatacak.
Rabia hazretleri, üfledi bir avcuna.
Nur geldi birden bire parmakları ucuna.
.
65 - BEKİR BİN ABDULLAH MÜZENİ (Rahmetullahi Aleyh
.Evliyayı çok sevin
Tabiin-i kiramdan olan bu mübarek zat,
Tesirli sözleriyle ederdi çok nasihat.
Haram ve şüpheliden sakınırdı pek fazla.
Emr-i maruf yapardı insanlara ihlasla.
Derdi ki: (Ey insanlar, yapsanız da çok günah,
Hemen tövbe edin ki, affeder çünkü Allah.
Hak teâlâ, Kur'anda buyurur ki: (Ey insan!
Semayı doldursa da yaptığın günah, isyan,
Tövbe edip, imanla gelirsen bana şayet,
Yaparım ben de sana, yer dolusu mağfiret.)
Yine buyuruyor ki Müzeni hazretleri:
(Sevmeye gayret edin Hak dostu velileri.
İyi amellerimin arasında, ben bu gün,
O zatlara sevgimi, görüyorum en üstün.)
Yine o buyurdu ki: (Mütevazı olunuz.
Halk içinde, daha çok kıymetli olursunuz.)
Arafat'da , vakfe'ye durmuştu bu zat yine.
Şöyle düşünüyordu o an kendi kendine:
Şu hüccacın içinde olmasaydım eğer ben,
Hak teâlâ, onları bağışlardı tamamen.
Buyurdu: (Bir kimseyi görürseniz ki eğer,
İnsanların aybını, herkese verir haber.
Yani gıybet ediyor, yapıyorsa nemmamlık,
Cehennem ateşine hazırlansın o artık.)
Zamanın hükümdarı, çok severdi bu zatı.
Bir gün teklif etti ki, ülkeye olsun kadı.
Lakin o, kadılığı kabul eylemeyince,
Hükümdar, olsun diye ısrar etti bir nice.
O zaman, hükümdara arz etti ki o artık:
(Yemin ediyorum ki, ben yapamam kadılık.
Bu sözüm doğru ise, durumu eyledim arz.
Yalansa, yalancıdan, zaten kadı olamaz.)
Buyurdu: (Ey insanlar, din, öğüt nasihattır.
Hem emr-i maruf yapmak, çok kıymetli taattır.)
Bir Cuma namazında, çok fazlaydı cemaat.
O dahi ediyordu, halka vâz-ü nasihat.
Buyurdu: Şimdi bana sorsalar ki: (Ey Bekir!
Şu insanlar içinde, iyileri kimlerdir?)
Derim: (Emr-i maruf ve nehy-i anil münkeri,
En iyi yapanlardır, en çok kıymetlileri.)
Yani islamiyet’i öğrenip kendi önce,
Başkalarına dahi öğretendir güzelce.
Çünkü bütün yapılan nafile ibadetler,
Bunların sevapları toplansa hepsi eğer,
Allah için gazanın sevabının yanında,
Bir damla kadar bile değildir esasında.
Yine, Allah yolunda gazada çarpışmanın,
Allah için harp edip, hatta şehid olmanın,
Ecri de, emr-i maruf sevabına nisbetle,
Bir deryanın yanında, değildir damla bile.)
. Ümit kesilmez
Bekir bin Abdullah-ı Müzeni hazretleri,
Tabiinin en meşhur âlimlerinden biri.
Derdi ki: (Çok geniştir Hakk’ın rahmet denizi.
Kesmeyin hiç bir zaman Ondan ümidinizi.
Ve lakin mekrinden de olmayın ki hiç emin,
Zira azabı dahi şedittir Rabbimizin.
Her kişi, Cehennemi yakın bilsin kendine.
Ve lakin ümidini kesmesin Ondan yine.
Zira azaplarından, geniştir affı daha.
Çok günahkâr olsan da, tövbe et, dön Allah'a.
Yarın mahşer gününde, hesaplar görülünce,
Herkes layık olduğu yere götürülünce,
O zaman, meleklere emreder ki Rabbimiz:
(Ateşten, iki kişi çıkarıp getiriniz!)
Melekler, iki kişi çıkarıp getirirler.
(Yeriniz nasıl?) diye, Rabbimiz sual eder.
Derler ki: (Ya ilahi, çok müşkildir halimiz.
Yerimizden daha zor bir yer yok zannederiz.)
Hak teâlâ buyurur: (Zulmetmedim ben size.
Kendi kazancınızdır, dönünüz yerinize!)
Onlardan bir tanesi, alır almaz bu emri,
Koşarak gider hemen, bakmadan dönüp geri.
Öbürüyse, isteksiz gider pek üzülerek.
Ve sık sık dönüp bakar, bir şey ümid ederek.
Çağırır Hak teâlâ onları tekrar yine.
Ne için koştuğunu, sorar birincisine.
O der ki: (Ben dünyada, dinlemedim emrini.
Bu yüzden çekiyorum Cehennem elemini.
Tekrar aynı hataya düşmeyeyim diyordum.
Onun için yerime, koşarak gidiyordum.)
Hak teâlâ bu sefer, sorar öbür kişiye.
(Sen, niçin ikide bir bakıyordun geriye?)
O der ki: (Sen her şeyi bilirsin ya ilahi!
Bu husustaki zannım, şöyleydi benim dahi.
Bilirdim ki, ateşten çıkarınca kulunu,
Cehennem ateşine sokmazsın artık onu.)
Buyurur: (Cehenneme girme artık öyleyse.
Zannettikleri gibi bulur beni her kimse.
Madem benim hakkımda, böyledir zannın senin.
Haydi, arkadaşınla gidin Cennete girin.)
Derdi ki: Yükselmenin sebebi tevazudur.
Kul tevazu ettikçe, daha çok rağbet bulur.
Bir yaşlı kimse ile karşılaşırsan şayet,
De ki: (O, hayırlı ve iyidir benden elbet.
Zira o, daha fazla ömür sürdü ki benden,
İbadetleri dahi, fazladır benimkinden.)
Eğer karşılaşırsan senden küçük biriyle,
De ki: (O, hayırlıdır benden ziyadesiyle.
Zira o, bana göre az yaşadı dünyada.
Bu yüzden, benimkinden pek azdır günahı da.
. Hasetçinin akıbeti
Bir hükümdar vardı ki bu velinin devrinde,
İyi ahlak sahibi veziri vardı bir de.
Saf kalpli olduğundan, onu çok seviyordu.
O da, bu hükümdara sık sık şöyle diyordu:
(İyilik edenlere, iyi davran sen yine.
Kötünün kötü işi, kâfi gelir kendine.)
Bir de kıskanç vardı ki, onu çekemiyordu.
Bu veziri, kıymetten düşürmek istiyordu.
O, bir gün hükümdara dedi ki: (Filan vezir,
Sizin aleyhinizde sözler söylemektedir.
Diyor ki: Hükümdarın ağzı fena kokuyor.
Yanına yaklaşınca, bana çok dokunuyor.
Eğer inanmazsanız, çağırın akşam onu.
Dikkat edin, eliyle tutacaktır burnunu.)
Hükümdarın yanından çıkar çıkmaz bu kişi,
O vezirin yanına gitmek oldu ilk işi.
Dedi ki: (Ey vezirim, bu öğlen yemeğine,
Teşrif eder misiniz bu fakirin evine?)
Lakin o, yemeklere koydurdu bol sarmısak.
O da, yedi onlardan, gaflette bulunarak.
Lakin akşam gidince, sultanın huzuruna,
Mecburen bir elini tutuverdi ağzına.
Zira ağzı, çok fena sarmısak kokuyordu.
Hükümdarı rahatsız etmek istemiyordu.
Lakin aldanmış idi, sultan o hasetçiye.
Düşündü: Onun sözü doğruymuş meğer diye.
Çok kızıp, bir valiye yazdı bir mektubunu.
Ona verip, dedi ki: (Valiye götür bunu.)
Lakin ne yazdığını, vezir hiç bilmiyordu.
Halbuki sultan ona, şöyle emrediyordu:
(Geleni boğazlayıp, derisini yüzesin.
İçine ot doldurup ve bana gönderesin!)
Vezir o mektup ile giderken o valiye,
Rastladı birden bire o hasetçi kişiye.
Hasetçi zannetti ki: Taltif mektubudur bu.
Dedi: (Ben götüreyim, istersen o mektubu.)
O adamı kırmayıp, gönlü hoş olsun diye,
(Peki) deyip, mektubu verdi o hasetçiye.
Vali, alıp okudu sultanın mektubunu.
Derhal adamlarına emretti: (Tutun şunu!)
Öldürüp, derisini yüzdürdü bir an önce.
Ot doldurdu içini bu emir gereğince.
Ertesi gün, veziri sağ görünce hükümdar,
Şaşırıp, huzuruna çağırdı onu tekrar.
Dedi: (Benim hakkımda, duydum dedi-kodunu.
Herkese söylermişsin ağzımın koktuğunu.)
Vezir (Hayır) deyince, sordu ki: (Madem öyle,
O gün, niçin burnunu tutmuş idin elinle?)
Dedi ki: (Sarmısaklı yemiştim öğleyin hep.
Ağzımı, elim ile tutmuştum bundan sebep.)
Sultan dedi: (Ey vezir, haklıymışsın sen yine.
Kötünün kötü işi, kâfi gelir kendine.)
.
66 - AHMET BİN YAHYA EL CELA (Rahmetullahi Aleyh
.Bu mevta ölmemiş
Aslen Bağdat’lı olup, Remle’de sürdü hayat.
Dokuzyüz onsekiz'de, orada etti vefat.
Henüz çocuk yaşında, çok düşkündü dinine.
Şöyle rica eyledi bir gün ebeveynine:
(Beni hibe edin ki Rabbimize siz bu gün,
Her an, Onun emrine çalışayım büsbütün.)
Onlar da memnun olup, (Peki verdik) dediler.
O, ilim öğrenmeye eyledi o gün sefer.
Bir gece eve gelip, kapıyı çaldı birden.
(Kimsin?) dediklerinde, dedi: (Oğlunuzum ben.)
Babası, (Ben oğlumu hibe ettim) dedi ve,
Kapıyı kilitleyip, almadı onu eve.
Doğruca Medine'ye eyledi o da avdet.
Ravda -i mübareki etti önce ziyaret.
Dedi: (Ya Resulallah, edersen eğer kabul,
Gece, sana misafir olmayı ister bu kul.)
Ravda’dan , (Kabul ettim!) buyuruldu kendine.
Gece misafir oldu, Hüda'nın Habibine.
Rüyada, şereflendi Peygamberi görerek.
Resulullah , rüyada verdi ona bir ekmek.
Uyandı, o ekmeğin yarısını yiyince.
Yarısı elindeydi kendisine gelince.
Nihayet vefatında bu mübarek kişinin,
Bir hoca getirdiler, gaslini yapmak için.
Lakin o, korku ile, geriye çekilerek,
Dedi: (Bu, itti beni, ölmemiş olsa gerek.)
Ev halkı hayret edip onun bu sözlerine,
Gasl için, söylediler gidip başka birine.
O dahi cenazeyi isteyince yıkamak,
Çekildi o da geri, fena halde korkarak.
Dedi ki: (Bu cenaze ölmemiş, henüz diri.
Zira beni, kolumdan tuttu ve itti geri.)
Ev halkı, bu hususu müşavere ettiler.
Gayet salih bir zatı getirdiler bu sefer.
O zaman öyle bir şey yapmadı ona bu zat.
O dahi gasl işini, ifa etti pek rahat.
Bu zata, hayatında, (Zahid kimdir?) dediler.
Dedi ki: (Övülmeyi sevmezler o kişiler.
Allah’tan korkanların, şudur ki alameti,
Halkın korktuklarından, duymazlar bir ürperti.
Zühd , dünyayı tamamen gönülden çıkarmaktır.
Allah korkusu ile, hiç günah yapmamaktır.)
Derdi: (Arifin işi, ancak Rabbi iledir.
Gayriyle ilgilenmek, ona çok ağır gelir.)
Dediler: (Kul ne zaman, tam fakir olur sizce?)
Buyurdu: (Ondan gayri, bir şey düşünmeyince.
Sol omuzumuzdaki hafaza meleğimiz,
Yazacak hiç bir günah bulmuyorsa, fakiriz.
Mahlukatı bırakıp, sırf Allah derse bir kul,
Hak teâlâ indinde, odur iyi ve makbul.)
.
67 - KASIM BİN MUHAMMED (Rahmetullahi Aleyh
.Kalbi nur saçıyordu
Medine şehrindeki yedi büyük âlimin,
Biri ve büyüğüdür hem dahi tabiinin.
Ebu Bekr-i Sıddık’ın torunudur ki bu zat,
Ondan yayılıyordu her ilim ve füyuzat.
Ne zaman ki babası vefat etti şehiden,
Yetim kaldı o vakit, hem yaşı küçük iken.
Ve yanında büyüdü hazret-i Aişe’nin.
Halası oluyordu zira o, bu kimsenin.
Sahabe-i kiramdan yetişip bir çoğuna,
İslam ilimlerine, oldu vakıf, aşina.
Tasavvuf ilminde de mütehassıs idi tam.
Resulün saçtığı nur, onunla etti devam.
Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık’tır ki dedesi,
Onda toplanmış idi marifetlerin hepsi.
Yani Resulullahın mübarek kalplerinden,
Çıkan nurlar, hep ona akmış idi kâmilen.
Hem de, Resulullahın, Peygamberliğe ait,
Görevlerinden biri, şu idi ki o vakit,
Kur'an -ı kerimdeki manevi ilimleri,
Hak teâlâya ait çok yüksek bilgileri,
Sahabe-i kiramın istidadına göre,
Akıtmaktı, o nurlu, seçilmiş gönüllere.
İşte, Resulullahın mübarek kalbindeki,
Yüksek marifetlerden var idiyse her ne ki,
Hepsini akıtmıştır Ebu Bekr’in kalbine.
O da verdi Selman-ı Farisi’nin kalbine.
Selman -ı Farisi de, bu nurları alarak,
Kasım bin Muhammed’e aktardı tam olarak.
O da, Resulullahın kalbinden çıkıp akan,
Kalpten kalbe geçerek, kendisinde toplanan,
Bu nur ve feyizleri, olduğu gibi yine,
Akıtmıştır Cafer-i Sadık’ın kalplerine.
Bu nur ve bu feyizler, ta kıyamete kadar,
Seçilmiş olanların kalbinden böyle akar.
Böyle yüksek bir âlim idi ki, buna rağmen,
Yine de tevazuyu bırakmazdı elinden.
Dinin her ahkamını, gayet iyi bilse de,
Konuşmaya korkardı bir dini meselede.
Ona, dini mesele sorulsa idi eğer,
(Pek iyi bilmiyorum) der idi çoğu sefer.
Bu zat buyuruyor ki: (Sahabe-i kiramdan,
Bir kimsenin gözleri, a’ma oldu bir zaman.
Ziyarete gittiler onu teselli için.
O zat, şöyle diyordu hiç de üzülmeksizin:
(Ben, Peygamberimizi görmek için sadece,
Gözümün görmesini isterdim daha önce.
Lakin bulunmayınca bu dünyada O artık,
Ne kıymeti vardır ki, gözlerim olmuş açık.
Göremedikten sonra Sevgili Peygamberi,
Arzu etmem, gözlerim, görsün başka şeyleri.
Ve hatta Tübale’nin ceylanlarında olan,
Güzel gözleri bile, istemem Vallah şu an.
Yani a’ma gözlerim, açılsa şu an dahi,
Bu sebep iledir ki sevinemem Vallahi.)
.
68 - MUHAMMED BAKIR (Rahmetullahi Aleyh
.Rabbine münacatı
Sevdiklerinden biri, bir günah işlemişti.
Hemen sonra, bu zatın huzuruna gelmişti.
Ona bir nazar edip, buyurdu ki: (Sakın ha!
Sen o kötü fiili yapmayasın bir daha!
Şu gördüğün duvarlar, olunca size perde,
Zannediyor musun ki, olurlar bizlere de?)
Biri de anlatır ki: İmam’ı görmek için,
Gidip, hizmetçisinden istedim bir gün izin.
Dedi ki: (İçeride, tam oniki kişi var.
Biraz bekleyiniz ki, çıkarlar şimdi onlar.)
Biraz sonra, içerden çıktı oniki kimse.
Baktım ki, herbirisi giymişler dar elbise.
İlk defa görüyordum ben böyle kimseleri.
Onlar çıkıp gidince, ben girerek içeri,
Dedim ki: (Bu kimseler kimlerdir ki efendim,
Onları, buralarda daha önce görmedim.)
Buyurdu: (O kimseler, cinni müslümanlardır.
Onların da, bizlere ihtiyaçları vardır.
Siz nasıl sorarsanız helal veya haramdan,
Onlar da bize gelip, sorarlar zaman zaman.)
Gece, geç vakte kadar ibadet ediyordu.
Sonra, Hak teâlâya şöyle yalvarıyordu:
(Ya Rabbi gece oldu, gökte çıktı yıldızlar.
Kullardan ses çıkmıyor, zira hep uykudalar.
Ya Rabbi sen dirisin, her şeyi biliyorsun.
Her kim ne yapar ise, sen elbet görüyorsun.
Uyuman, uyuklaman olmaz senin katiyen.
İman etmiş olamaz, seni böyle bilmeyen.
Sen, öyle çok kuvvet ve kudret sahibisin ki,
Seninkine nisbetle, hiç kalır gayrininki.
Rahmet kapılarını, açmışsın her insana.
Hemen kabul edersin, kim dua etse sana.
Senin nimetlerine, şükrederse kim eğer,
Sen ona, daha fazla gönderirsin nimetler.
İnanıp güvenerek, kim etse sana niyaz,
Elbet kabul edersin, o, asla reddolunmaz.
Kapına, güvenerek bir kimse gelse senin,
Geriye döndürmeye, gücü yetmez kimsenin.
Önümde, ölüm kabir, sonra mizan ve sırat,
Bulunduğu müddetçe, uyunur mu hiç rahat?
Sağdan mı, arkadan mı gelir amel defterim?
Ben bunu bilmedikçe, nasıl rahat ederim?
Yok iken ecel için belli vakit ve saat,
Dünya lezzetlerinden, alınır mı hiçbir tad?
Ya Rabbi, rahmetinden şöyledir ki muradım,
Ecelim geldiğinde, kolay olsun vefatım.
Mahşerdeki hesabım, olsun kolay ve asan.
Bana, azap olmayan bir hayat eyle ihsan.)
. Oğluna vasiyeti
Bu büyük evliyanın, sıhhatli bir anında,
Oğlu Cafer-i Sadık bulunurdu yanında.
Vasiyet eyledi ki bu oğluna acilen:
(Ey oğlum, cenazemi sen yıka ölünce ben.
Namazlarda giydiğim bir gömlek var ya benim,
O gömleğe sar beni, odur benim kefenim.
Ve defnet cenazemi, pederimin yanına.
Senden gayri bir kimse, girmesin mezarıma.)
Oğlu Cafer-i Sadık, dinledi bu sözleri.
Dedi ki: (Babacığım, korkutmayın bizleri.
Sıhhatiniz iyidir, gecinden versin Allah.
Daha nice seneler yaşarsınız inşallah.)
Buyurdu ki: (Ey oğlum, babam Zeynel Abidin,
Bana işaret verdi, hazırlık yapmam için.
Buyurdu ki: Ey oğlum, yap ki vasiyetini,
Şu bir saat içinde, bekliyoruz biz seni.)
Hakikaten aradan geçince tam bir saat,
Muhammed Bakır dahi, eyledi Hakka vuslat.
Derdi ki: (Sen birine, ne miktarda muhabbet,
Beslersen, o da seni o kadar sever elbet.
Kim, Allah korkusundan ağlarsa gözyaşıyle,
O göz, yanmayacaktır Cehennem ateşiyle.
Gözlerden, bir damla yaş düşerse Allah için,
Allah, çok günahını affeder o kişinin.
Bir kimsenin kalbinde, ne kadar varsa kibir,
Aklında, o nisbette noksanlık var demektir.
Kul, Rabbine ne kadar dua ederse eğer,
Rabbi, onu o kadar beladan halas eder.
Kim, görmeyip kendinin hata ve kusurunu,
Gidip, başkalarında ararsa hem de bunu,
Yahut kendi yaptığı bir aybı, başkasından,
Menetmeye kalkarsa, ne fenadır o insan.
Ömürler, rüya gibi, gayet kısa andırlar.
İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.)
Oğluna nasihatta, buyurdu: (Oğlum, sakın,
Fasık kimseler ile, olma hiç yar ve yakın.
Cimri kimselerin de, uzak dur ki yanından,
Zira muhtaç olursan, çekinirler yardımdan.
Yalancı olanla da, dost olma ki ayrıca,
Dost görünür ve lakin değişir ayrılınca.
Ahmakla da arkadaş olma ki, bu gibiler,
İyilik yapacakken, kemlik yapabilirler.
Hısım akrabasını ziyareti terk eden,
Kimselerle, yaranlık eyleme ki yine sen,
Kur'anın üç yerinde, böyle olan kişinin,
Lanetli olduğunu gördüm de, bunun için.)
. Feyiz kaynağı idi
Resul-i müctebanın torununun torunu.
Feyiz kaynağı bildi cümle veliler onu.
Altıyüz yetmişaltı yılında doğan bu zat,
Ellialtı yaşında eyledi Hakka vuslat.
Vakıf olduğu için ilimlerin hepsine,
(Bakır), yani çok üstün denildi kendisine.
Hazret-i Ömer ile hazret-i Ebu Bekr’i,
Çok sevip, methederdi sık sık bu büyükleri.
Bir gün hadis okuyup, dedi ki sonra hemen:
(Ebu Bek-i Sıddık’tır bunu bize nakleden.)
Dinleyenlerden biri, itiraz eyleyerek,
Dedi: (Onun ravisi, başkası olsa gerek.)
(Söylediğim gibidir) dedi ise de İmam,
O kimse, itiraza eyledi yine devam.
Bu kere toparlanıp, oturdu kürsüsüne,
Ellerini, edeple koydu dizi üstüne.
Dedi ki: (Ya hazret-i Ebu Bekr efendimiz!
Bu hadisin ravisi, sizler değil misiniz?)
O an, bir ses geldi ki: (Öyledir ya Muhammed!
Söylediğin hadisin ravisi benim elbet.)
Orada olanların, hepsi duydu bu sesi.
İtiraz edenin de, kalmadı bir şüphesi.
Bir gün de, Medine’de, bir gurupla o yine,
Otururken, bir ara başını eğdi öne.
Bir müddet öyle durdu tefekküre dalarak.
Sonra, şöyle buyurdu başını kaldırarak:
(Bundan bir sene sonra, Medine’ye, bir kimse,
Dörtbin askerle gelip, zulmederek herkese,
Üç günde, ahalinin öldürecek çoğunu.
O zaman ömrü olan, görecek elbet bunu.)
Tam bir sene sonunda, geldi Nafi bin Ezrak,
Öldürdü çok kimseyi, hem de zulüm yaparak.
O, inananlar ile, hep Medine şehrinden,
Çıkarak, kurtuldular o zalimin şerrinden.
İmam-ı a’zama da, birgün Muhammed Bakır,
Bakarak, kendisine şöyle buyurmuşlardır:
(Dinimizi bozanlar çoğaldığı bir zaman,
Sen canlandıracaksın bu dini o zaaftan.
Yolu şaşıranlara, sen olursun sığınak.
Ve o gün, korkanları sen kurtarırsın ancak.)
Sahabe-i kiramdan, Cabir bin Abdullah’a,
Gittiğinde, gözleri görmezdi onun daha.
Selamını alarak, sual etti: (Sen kimsin?)
O dedi ki: (Muhammed bin Ali bin Hüseyin.)
(Ey Resulün torunu, yanıma gel!) diyerek,
Onunla, muhabbetle müsafeha ederek,
Dedi ki: (Resulullah, bana buyurdular ki,
Benim oğullarımdan biri ile vakta ki,
Görüşünceye kadar, sen olursun hayatta.
Muhammed bin Ali bin Hüseyin’dir o zat da.
Verecek Hak teâlâ ona nur ve hidayet.
Sen onu gördüğünde, benden ona selam et.)
Ona ulaştırarak selamını Resulün,
Fazla zaman geçmeden, vefat etti aynı gün.
. Keramet sahibiydi
Talebesinden biri anlatır ki şöylece:
(Mekke’den, Medine’ye gitmiş idim bir gece.
Üstadımı görmeyi çok istiyordum, fakat,
Sabah olmamış idi, erkendi henüz saat.
O gece yarısında, geldim kapı önüne.
Kapıyı vurmak için, tereddüt ettim yine.
Dedim: (Gece yarısı, rahatsız etmeyeyim.
Gidip, sabaha kadar bir yerde bekleyeyim.)
Ben böyle düşünürken, duydum onun sesini.
Baktım, çağırıyordu kendi hizmetçisini.
Diyordu ki: (Kalk hele, dışarıda biri var.
Hemen içeri al ki, yağıyor yağmur ve kar.)
Sonra kapı açıldı, içeri girdim hemen.
Hürmetle öpüverdim mübarek ellerinden.
Biri dahi Kufe’de, bu mübarek veliyi,
Düşmanlara aldanıp, tanımazdı pek iyi.
O kimse, geldi birgün İmam’ın huzuruna.
Talebesi içinde, şöyle söyledi ona:
(Ben şöyle işittim ki, Kufe’de falancadan:
Bir melek duruyormuş yanında senin her an.
Dostun mu, düşmanın mı, müslüman mı, kâfir mi?
Sana haber verirmiş, bu, hiç olabilir mi?)
Bunları söyleyince o hazret-i İmam’a,
(Sen ne iş yapıyorsun?) diye sordu adama.
(Buğday satıcısıyım) dediyse de o adam,
(Sen yalan söylüyorsun) buyurdu ona İmam.
O dedi: (Ara sıra arpa da satıyorum.)
Buyurdu: (Bu da yalan, sen hurma satıyorsun.
Ne için doğru sözden ediyorsun inhiraf?)
Deyince, o, doğruyu hemen etti itiraf.
Ve şaşkın vaziyette sual etti bu sefer:
Dedi: (Sana bunları, kim veriyor ki haber?)
Buyurdu ki: (Yanımda, bir melek var ya benim.
Onun söylemesiyle oluyor hep haberim.
Sen de, şu hastalıktan edersin birgün vefat.)
O kimse, o marazdan vefat etti hakikat.
Biri de anlatır ki: Muhammed Bakır ile,
Bir vakit, gitmiş idik Halifenin evine.
O zaman buyurdu ki: (Bu hane yıkılacak.
Toprakları taşınıp, sırf taşları kalacak.)
Ben, içimden dedim ki: (Bu, olacak iş midir?
Kim halife Hişam’ın evini yıkabilir?)
Aradan fazla zaman geçmemişti ki fakat,
Hişam bin Abdülmelik, aniden etti vefat.
Yerine, oğlu Velid halife oldu hem de.
Evin yıkılmasını emir verdi o demde.
Hakikaten Hişam’ın evi o gün yıkıldı.
Toprakları taşınıp, yalnız taşları kaldı.
Zeyd bin Zeynel Abidin, gelmişti birgün ona.
Gidince, arkasından şöyle buyurdu bana:
(Bu genci şehid edip, başını gezdirirler.
Sonra da, bir kamışın üzerine dikerler.)
Ben bunu işitince, çok hayret ettim, fakat,
Fazla zaman geçmeden, bu da oldu hakikat.
. Bunlar hırsız
Bir gün Muhammed Bakır hazretleri, at ile,
Medine’ye giderdi büyük cemaat ile.
O ara iki kişi, karşıdan geliyordu.
İmam, o kimseleri görünce hemen durdu.
Yanında olanlara buyurdu: (Bunlar hırsız!
Yakalayıp, ip ile bunları bağlayınız.)
Onlar (Peki) diyerek, yakaladılar, ama,
Birisi merak edip, şöyle sordu İmam’a:
(Bu kimseler, hırsıza hiç de benzemiyorlar.
Yanlarında olurdu, bir şey çalmış olsalar.)
Buyurdu ki: (Şu dağda vardır ki bir mağara,
Çaldıkları şeyleri, koymuşlardır oraya.
Sen git o mağaraya, ne görürsen onu al.
İki bavul olacak, buraya getir derhal.)
O kimse (Peki) deyip, gitti o mağaraya.
Gördü ki, iki bavul bırakılmış oraya.
O bavulları alıp, geriye geldi hemen.
Sonra da, Medine’ye vardılar çok geçmeden.
Gidip öğrendiler ki, insanlardan hemence:
Hırsızlık hadisesi vuku bulmuş o gece.
Malı çalınan kişi, kadıya müracaat,
Etmiş ki, o hırsızlar bulunsunlar tez saat.
Vermiş isimlerini, iki zanlı kişinin.
Hakim, azarlıyordu onları bu iş için.
İşte tam o sırada, geldi Muhammed Bakır.
Buyurdu ki: (Hırsızlar onlar değil, bunlardır.
Çalınan eşyalar da, işte şu bavullarda.
Biz bu iki hırsızı, yakaladık yollarda.)
Malı çalınan adam görünce bavulları,
Dedi: (Geceden beri arıyorum bunları.)
Sonra, o hırsızların suçları oldu sabit.
Verildi cezaları hemen o gün, o vakit.
Hırsızlardan birisi, etti tövbe istiğfar.
Halis bir mümin oldu, ta ölünceye kadar.
Dedi: (Resulullahın mübarek torununun,
Eliyle, hidayete vasıl oldum, hamd olsun.)
Eli de kesilmişti bu hırsızlık suçuyla.
İmam, kesik eline bakarak göz ucuyla,
Buyurdu ki: (O senin elin varya kesilen,
Cennete gitmiş oldu, yirmi yıl önce senden.)
Bir şey anlamadılar bu sözden kimse ogün.
Dediler: (Bir hikmeti vardır elbet bu sözün.)
O günden, yirmi sene geçmiş idi ki fakat,
O kişi, bu dünyadan ayrılıp etti vefat.
İmam, iki bavulun sahibi olana da,
Buyurdu ki: (İkibin altının var bunlarda.
Bin altın sana ait, başkasınındır bin’i.
İstersen söyleyeyim sahibinin ismini.)
O, hıristiyan idi, arz etti ki İmam’a:
(Nasıl bilirsiniz ki o kimseyi siz ama?)
O zaman buyurdu ki ona Muhammed Bakır:
(Onun ismi, Muhammed ibni Abdurrahman’dır.)
O hıristiyan kişi, bu ismi duydu ondan.
Şehadeti getirip, oldu halis müslüman.
. Bir kurdun ricası
Ehl-i beyti kiramdan, keramet ehli bir zat.
Ondan yayılıyordu kalplere nur, füyuzat.
Yolculuğa çıkmıştı , o birgün biri ile.
Kendi katırda idi, o ise merkebiyle.
Bir dağın eteğinden giderken konuşarak,
Üst taraftan, süratle bir kurt geldi koşarak.
Ve İmam’ın önüne atıverdi kendini.
Durdu İmam, görünce o kurdun geldiğini.
Hayvan, kendi halince sesler çıkartıyordu,
Sanki bir derdi vardı, onu arz ediyordu.
İmam onu dinleyip, buyurdu ki o vakit:
(Peki olur, üzülme, sen şimdi yerine git.
Arzu ettiğin gibi ederim ona dua.
Allah’ın izni ile, bulur şifa ve deva.)
O kurt, sevinç içinde dönüp gitti yerine.
Sordu hazret-i İmam sonra yanındakine.
Buyurdu ki: (Bu kurdun, sen de gördün halini.
Ve lakin anladın mı bana ne dediğini?)
Dedi ki: (Bizde öyle haslet yok anlayacak.
Peygamberin torunu bunlardan anlar ancak.)
Buyurdu: (Kurt dedi ki, hastadır şimdi eşim.
Size, bir duanızı almak için gelmişim.
O, karın ağrısıyle kıvranır şimdi hepten.
Dua buyurunuz da, halas olsun bu dertten.
Dua edeceğimi söz verince kendine,
Sevinip, neşe ile dönüp gitti yerine.)
Gözü a’ma biri de, sordu ki ona bir gün:
(Siz, torunu musunuz Allah’ın Resulünün?)
O (Evet) buyurunca, sordu yine: (Peki siz,
Sevgili Peygamberin, bir varisi misiniz?)
İmam (Evet) deyince, sordu yine o adam:
(Peki, sizde şu haslet bulunur mu ya İmam!
Ölüleri diriltmek, körleri iyi etmek.
Baras hastalığını tamamiyle gidermek?)
Şöyle buyurdular ki ona Muhammed Bakır:
(Allah’ın izni ile, bu kuvvet bizde vardır.)
O, sevinip şöylece arz etti ki İmam’a:
(Benim, uzun zamandır iki gözüm de a’ma.
Madem ki sizde vardır böyle kuvvet efendim,
Bir himmet buyurun da, açılsın şu gözlerim.)
O, mübarek elini sürdü onun yüzüne.
Nur geldi o esnada onun iki gözüne.
Görmeye başlamıştı iki gözü de hemen.
Lakin İmam, adama şöyle dedi peşinden:
(Kardeşim, a’ma iken kolaydı senin işin.
Hesaba çekilmezdin ahirette göz için.
Lakin şimdi, gözlerin açılınca bu günde,
Hesaba çekilirsin yarın mahşer gününde.
Ben, sana hakikati söyledim ki, bilesin.
Şimdi yap tercihini, hangisini dilersin?)
Dedi ki: (Tek hesabım olmasın da mahşerde,
Varsın iki gözüm de, görmesin hiç bu yerde.)
O böyle söyleyince, elini sürdü tekrar.
Adamın iki gözü, yine görmez oldular.
.
.
69 - VEHEB BİN MÜNEBBİH (Rahmetullahi Aleyh
Âlimin kıyketi
Veheb bin Münebbih ki, tabiin-i kiramdan.
Şiddetle kaçıyordu her günah ve haramdan.
Buyurdu ki: (Aklı ve ilmi varsa bir zatın,
Onu aldatmak için, gücü yetmez şeytanın.
O, binlerce cahili, parmağında oynatır.
Âlimin karşısına gelince, aciz kalır.
Dağları parçalamak, kolay gelir şeytana.
Ve lakin yaklaşamaz böyle olgun insana.
Bir fırsatını bulup, kaçar onun yanından.
Cahillere yanaşıp, saptırır yollarından.
Davud aleyhisselam buyurdu ki: (Ey Rabbim!
Seni aradığımda, nerde bulabilirim?)
Buyurdu: (Şu kulların yanındayım ki her an,
Ürperir kalpleri hep, benden korkularından.
Ey Davud, şu kimsedir en çok sevdiğim kişi:
Bir günah karşısında, ürperir, titrer içi.)
Dediler ki: (Ey Veheb, çok ibadet eyleyen,
İki kuldan, hangisi üstündün diğerinden?)
Buyurdu: (Kimin çoksa insanlara hizmeti,
Hak teâlâ katında, onun çoktur kıymeti.
Hele uğraşıyorsa, ahiretleri için,
Daha da kıymetlidir indinde Rabbimizin.)
Buyurdu: (Belalara uğrarsa insan eğer,
Bilsin ki, sıkıntıyla yaşadı her Peygamber.
Aksine, rahatlığa kavuşursa o şayet,
Bilsin ki, o büyükler etmedi buna rağbet.)
Buyurdu: (Çok uyuyan, çok yiyen, çok konuşan,
Kimseleri, çok kolay aldatır lain şeytan.
Bir kimse ki, dinini bilir ve korur onu,
Şeytan onu görünce, değiştirir yolunu.)
İsa aleyhisselam, bir köye geldi bir gün.
Gördü ki, insanların hepsi ölmüş topyekün.
Dönüp, havarilere buyurdu: (Bakın, bu halk,
Allah’ın gazabına uğramışlar muhakkak.
Dağınık ölmemişler, gösterir ki bu dahi,
Birden gelmiş onlara bu azab-ı ilahi.)
İsa aleyhisselam, nida etti o zaman.
Bir tanesi dirilip, ayağa kalktı o an.
Buyurdu ki: (Suçunuz ne idi ki acaba,
Böyle, toplu olarak uğradınız azaba?)
Dedi ki: (Biz dünyayı fazla benimsemiştik.
Çocuğun annesini sever gibi sevmiştik.
Girince kalbimize dünyanın muhabbeti,
Gafil olduk Allah’tan, unuttuk ahireti.
İkaz da etmediler bizi âlimlerimiz.
Ve bir sabah, aniden, böyle oldu halimiz.)
Buyurdu: (Sual ettim, tam yediyüz âlime.
Kime denir akıllı, zeki ve zengin diye.
Öğrendim ki akıllı, soğumuştur dünyadan.
Ahiret hazırlığı içindedir durmadan.
Zeki de, rağbet etmez dünya mal-ü mülküne.
Aldanmaz bu geçici ve yalan zevklerine.
Zengin ise, rızkına kanaat eyleyendir.
Başkasının malına, asla göz dikmeyendir.)
.
70 - EBU SÜLEYMAN-I DARANİ (Rahmetullahi Aley
.
Gözyaşının faydası
O Ebu Süleyman-ı Darani hazretleri,
Marifette çok yüksek, pek üstündü halleri.
Haramdan sakınmakta, rastlanmazdı eşine.
Aldanmadı nefsinin tek bir yanlış işine.
Buyurdu ki: (Her şeyin, vardır bir alameti.
Onunla anlaşılır, onun mevcudiyeti.
Allah’ın rahmetinden uzak olan kişinin,
Alameti şudur ki, ağlamaz Allah için.)
Buyurdu ki: Rüyada, huri gördüm bir gece.
Yüzü, gayet parlak ve nurlu idi bir nice.
Dedim ki: (Senin yüzün çok parlak, acep niçin?)
Dedi ki: (Sen bir gece, ağladın Allah için.
Gözünden, damla damla yaşlar aktı gece hep.
O yaşları, yüzüme sürdüler, budur sebep.
Bu göz yaşları ile, parlıyor yüzlerimiz.
Akan yaş nisbetinde, artar güzelliğimiz.)
Her gece, uyumadan kılıyordu çok namaz.
Lakin uyku bastırdı bir gece onu biraz.
Uyudu seccadede, hem de istemeyerek.
Rüyada kendisine, şöyle dedi bir melek:
(Cehennem, yakmak için beklerken her gün insan,
Sen, yatmış uyuyorsun, uyunur mu bu zaman?)
Buyurdu ki: (Bana çok hakaret eyleseler,
En aşağı şeylere, beni teşbih etseler,
Ne kadar kötüleyip alçaltsalar da, ancak,
Yine de, bu hususta olamazlar muvaffak.
Zira tahkir olarak, ne söyleseler bana,
Ben, kendimi onlardan bilirim daha fena.)
Buyurdu ki: (Bir kimse, hizmet etse bu dine.
Lakin bu hizmetinden, pay çıkarsa kendine.
Bulamaz o hizmetin hiçbir faidesini.
Çünkü o, Allah için yapmadı hizmetini.
Mutlak ihlas gerektir islama hizmette de.
Zira din, facirle de kuvvet bulur elbette.
Bir iş yapılmaz ise Allah rızası için,
Onu yapan, göremez faydasını o işin.
Hem çok hizmet etmeli, hem boyun bükmelidir.
Elimden çıkar diye, tir tir titremelidir.
Demeli ki: Ya Rabbi, layık değilim, fakat,
Bana, bu hizmet için ihsan eyle liyakat.)
Buyurdu ki: (Birini küçük görse bir kişi,
O kimseye, bir fayda sağlamaz hiçbir işi.
O, kendini herkesten daha fena ve alçak,
Bilmeli ki, bu yolda ilk adım budur ancak.
Bilmedikçe kendini hiç ve hiçten aşağı,
Bu yolda yürüyemez, olur nefsin uşağı.
Hak yolunda ilk adım, kendini hiç bilmektir.
Kendinde bir iyilik, bir varlık görmemektir.
Boynu bükük olanlar, kazanırlar muhakkak.
Zira böyle olanı, seviyor cenab-ı Hak.)
.
71 - EBU İSHAK İBRAHİM (Rahmetullahi Aleyh
.
Üstadda kusur aranmaz
Ebu İshak İbrahim, evliyadan bir kişi.
İnsanlara nasihat vermek idi hep işi.
Edep timsali olup, siması güzeldi pek.
Herkese, her hususta olmuştu iyi örnek.
Büyüklerin yoluna girmeden henüz bu zat,
Şöyle bir hadiseyi yaşadı kendi bizzat:
Evliya-yı kiramdan Müslim-i Mağribi’nin,
Geldi ziyaretine, feyizyab olmak için.
Mescide vardığında, oldu tam akşam vakti.
Çok uzun yürümekten, kalmamıştı takati.
Müezzin, namaz için başlayınca kamete,
Müslim-i Mağribi de yürüdü imamete.
O dahi safa girip, imama uydu, fakat,
Kalbine, vesveseler hücum etti o saat.
Şöyle ki, fatiha’yı dinleyip ilk rekatta,
Bazı tecvid hatası bulmuştu kıraatta.
Düşündü ki: Ben böyle bilmezdim evliyayı.
Henüz okuyamıyor tecvitle fatiha’yı.
Buraya gelmek için, aştım dağlar, tepeler.
Lakin bu zahmetlerim, boşuna gitmiş meğer.
Yürüdüm bunca zaman uzun mesafeleri.
Bari gece kalıp da, döneyim yarın geri.
Beğenmedi bu zatı, yapacakken başa tac,
Görüşmeye bile hiç duymadı bir ihtiyaç.
Ve bir kez oturmadan mübarek sohbetine,
Sabahleyin erkenden, yola çıktı o yine.
Ve lakin çıkar çıkmaz, gördü koca bir arslan.
Korkup geri çekildi, yürüdü başka yoldan.
Baktı ki o yolda da, daha irileri var.
Korkudan (İmdat!) diye bağırdı bi-ihtiyar.
Müslim-i Mağribi de işitince bu sesi,
Anlayıp, dışarıya teşrif etti kendisi.
Bu mübarek veliyi görür görmez hayvanlar,
Suçlu gibi utanıp, hemen toparlandılar.
Gelip o arslanların, tutup kulaklarından,
Azarladı onları işbu yaptıklarından.
Buyurdu ki: (Ben size dememiş miydim, zinhar,
Hiçbir misafirime vermeyin asla zarar!)
O anda, arslanların çok mahcup oldu hali.
Baş eğip, terk ettiler hemence o mahalli.
O, bu gördüklerine eyledi çok taaccüp.
Hatasını anlayıp, utandı, oldu mahcup.
Derhal özür dileyip, o halden oldu uzak.
Sonra, kendi kendine dedi: (Ey Ebu İshak!
Sen, kim oluyorsun ki, bir evliya kimseye,
İtibar etmiyorsun tecvidi bilmez diye.
Yalnız zahire göre hüküm verilir mi hiç?
Mühim olan kalptir ki, her şey onda mündemiç.
Hiç isnad edilir mi üstada hata, kusur?
Onlarda hata gören, bulur mu rahat, huzur?
Hem sonra, büyüklerde bir kabahat aramak,
Cümle kabahatların, büyüğüdür muhakkak.
Kim üstadına karşı, davranırsa bi-edep,
Hiç muvaffak olamaz, çalışsa da ruz-ü şeb.
Kim görse üstadında, kusurdan zerre bir iz,
Yükselemez bu yolda, kesilir hemen feyiz.
Onlarda kusur gibi görürsen eğer bir hal,
Muhakkak bir hikmeti var diye düşün derhal.
İlerlemek istersen, dikkat et sözlerine.
Onun ayak tozunu, sürme yap gözlerine.
Tek bir teveccühünü, bil bulunmaz ganimet.
Çünkü yükselmek için, bu yolda şarttır himmet.)
O, bunları düşünüp, oldu ona tam teslim.
Çalışıp, himmetiyle oldu büyük bir âlim.
.
72 - ALİ BİN FUDAYL (Rahmetullahi Aleyh
.
Ne için ağlıyorsun?
Hadis âlimlerinden, Ali bin Fudayl vardı.
Allah korkusu ile, zaman zaman ağlardı.
Bir gün, yine ağlarken, babası sordu ona.
(Ne için ağlıyorsun, ey yavrum, söyle bana?)
Dedi ki; (Babacığım, kıyamet gününde biz,
Bir arada olmazsak, nice olur halimiz?
Şimdi olduğu gibi, olmazsak bir arada,
Diye düşünerekten, ağlıyorum burada.)
Babası, cevabında dedi ki evladına:
(Abdullah bin Mübarek, şöyle demişti bana.
Dünyadan kesilirse bir kişi, Allah için,
Hali, ne de güzeldir böyle olan kişinin.)
Fudayl bin İyad der ki: (Evladım Ali'yi, ben,
Gördüm, kendi kendine şu sözleri söylerken:
Ey nefsim, Cehennemden kurtuluş ne zamandır?
Şayet kurtulamazsan, halin ne de yamandır.)
Yine o anlatır ki: (Bir keçimiz var idi.
Bu, bir gün, başkasının arpasından yemişti.
O günden itibaren, o keçinin sütünden,
Kimse süt içmemişti, ailemiz içinden.)
Bir gün, Ali bin Fudayl bir yerde otururdu.
Birinin, şu âyeti okuduğunu duydu:
(Âlemlerin Rabbine, hesap vermek üzere,
İnsanlar, o gün kalkıp, toplanırlar bir yere.)
Bayılıp düştü derhal, âyetin tesirinden.
Gelemedi kendine, fazla teessüründen.
Bir gün de ağlıyordu, sordular bunu ona.
Buyurdu: (Haksız yere, zulmetti biri bana.
Yarın sual etse ki o kimseye Rabbimiz:
Sen, ne için zulmettin bu kuluma sebepsiz?
Cevap veremez diye Rabbinin sualine,
Düşünüp ağlıyorum, o kişinin haline.)
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Gafletle yaşamayın, Cehennem var, ateş var.
Ateş deyip geçmeyin, ona hiç dayanılmaz.
Bir kibrit alevine, elinizi tutun az.
Şimdi çoğu insanlar, bir dünyalık menfaat,
Uğruna, Cehenneme sürükleniyor, heyhat!
Kalpten dünya sevgisi çıkmadıkça velhasıl,
Hakiki saadete, olamaz kimse vasıl.
Çok oruç tutmak ile ve kılmakla çok namaz,
Kalpten dünya sevgisi, yine çıkarılamaz.
Bunu elde etmenin, bir yolu var ki şu an,
Bu da, bu saadete, bu nimete kavuşan,
Bir Allah adamını, sevip ona uymaktır.
Yani nefsine değil, ona tâbi olmaktır.
Çünkü o büyüklerin, doğrudur her bir işi.
O zatlara uymakla, kurtulur ancak kişi.
Edebin tarifi de, itiraz etmemektir.
Büyüklerin emrine, derhal peki demektir.)
.
73 - MERZUK BİN HASEN (Rahmetullahi Aley
.
Sultan özür diledi
Merzuk ibni Hasen ki, evliya-yı kiramdan.
Şiddetle kaçınırdı, her günah ve haramdan.
Hangi bir âlim ile, herhangi bir ilimde,
Konuşsa, ihtisası görülürdü hepsinde.
İstifade ederdi, insanlar kendisinden.
Çok âlimler çıkmıştır, halka-i tedrisinden.
Hükümdar, bu velinin, büyük zat olduğunu,
Bilmeyip, imtihana yeltendi bir gün onu.
Tereddüt ediyordu onun veliliğinde,
Yemeğe davet etti, bir gün onu evinde.
Bir sığırla bir atı, kestirip ayrı ayrı,
Yine, ayrı olarak pişirttirdi onları.
Ve yine o etleri, hep ayrı tabaklara,
Koydurup, o şekilde koydurdu o sofraya.
Yani bazı tabakta, var iken sığır eti,
Bazı tabaklarda da, vardı yalnız at eti.
Merzuk bin Hasen ile, yanında talebeler,
Yemek vakti olunca, o haneye geldiler.
Sultan, karşılayarak, buyur etti onları.
Devlet erkanından da gelmişti bazıları.
Firaset yolu ile bildi ki hemen bu zat,
Sofradaki etlerin, kimi sığır, kimi at.
İçinde sığır eti bulunan tabakları,
Kendi talebesine, dağıttı ayrı ayrı.
At eti konmuş olan tabakları da, yine,
O devlet erkanının, dağıttı önlerine.
Sultan ise, geriden takib ederdi ki hep,
Bu durum karşısında, ne yapacak o acep?
Yani şunda idi ki onun bütün dikkati:
Acaba aldanıp da, yiyecek mi at eti?
Baktı ki, tabakları şaşırmadan, dikkatle,
Evvela birbirinden ayırdı maharetle.
Ve sığır etlerini alarak kendileri,
Saray adamlarına, verdi ötekileri.
Bunu görüp, içinden düşündü ki o zaman:
Bu, keramet sahibi bir kimse evliyadan.
Yine de sual etti: (Efendim, hepsi temiz.
Ne için tabakları böyle ayırt ettiniz?)
Buyurdu: (Tabaklarda, iki tür et var fakat.
Bazılarında sığır, bazısında ise at.
Sığır eti, layıktır biz gibi fakirlere.
Diğer tabaktakiler, layıktır şu beylere.)
Bu cevabı da alıp, şüphesi kalmadı hiç.
Kapandı ellerine, hürmet ile, pür sevinç.
Dedi: (Şükür olsun ki, Allahü teâlâya,
Bulunuyor ülkemde böyle büyük evliya.
İnandım ki, çok büyük velisiniz hakikat.
Kusurumu affedip, edin bana nasihat.)
.
Onu rahat bırakın!
Devrinin evliyası olan Merzuk bin Hasen,
Harikulade haller göründü kendisinden.
O zamanın kadısı, bir cami inşasına,
Karar verip ve hemen başladı icrasına.
Daha sonra, mihraba sıra geldi velhasıl.
Lakin kıble yönünde ihtilaf oldu hasıl.
Fikirleri alınıp ihtiyar cemaatin,
Kıble istikameti, olundu böyle tayin.
Lakin Merzuk bin Hasen, ikaz etti hey'eti.
Dedi: (Biraz sağdadır, kıble istikameti.)
Bu veli, ettiyse de onları böyle ikaz,
Lakin kadı efendi, etti ona itiraz.
Zira tanımıyordu, o, bu zatı pek iyi.
Dedi ki: (Bu sözüne, delilin var mı peki?)
Buyurdu ki: (Ey kadı, bu, böyledir muhakkak.
Bana inanmıyorsan, gel yanıma, sen de bak.)
Kadı dahi bakınca karşı istikamete,
Beytullahı gördü ve düştü büyük hayrete.
Ona dönüp dedi ki: (Ey Merzuk ibni Hasen!
Allahü teâlânın bir veli kulusun sen.
Seni tanımamışız, affet sen yine bizi.
Yerinde ikazınla düzelttin kıblemizi.)
Vakta ki bu büyük zat, göç eyledi dünyadan,
Sonra, uzun seneler geçmişti ki aradan,
Bir fasık vefat edip, onu kefenlediler.
Götürüp, bu velinin yanına defnettiler.
Ve lakin o devirde, var idi ki bir adet,
O gece, kabristanda beklerdi biri nöbet.
Kabre yakın bir çadır kurdular bu iş için.
Yakınlarından biri, beklerken bu kişinin,
Uyuyup, rüyasında gördü ki, birdenbire,
Azap yapan melekler, geldiler o kabire.
Meleklerin yanında, sandık vardı ateşten.
O, bunları görünce, titredi dehşetinden.
Baktı ki, o mevtayı tutarak o melekler,
O ateşten sandığa kapatmak istediler.
O ölen fasık dahi, ediyordu çok feryat.
Tam koyacaklardı ki sandığa onu, fakat,
Birden Merzuk bin Hasen, teşrif etti o yere.
(Onu serbest bırakın!) dedi o meleklere.
Melekler onu görüp, çok hürmet gösterdiler.
(Biz, böyle yapmak ile emrolunduk) dediler.
Buyurdu: (Ey melekler, bırakın ki onu siz,
Şefaatçi eyledi beni ona Rabbimiz.
Hatta bu kabristanda yatan bütün müminler,
Benim şefaatimle, hepsi affedildiler.)
Bunları işitince o azap melekleri,
(Peki efendim) deyip, gittiler hepsi geri.
.
74 - ABDULLAH BİN ALEVİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Bir duası kâfiydi
İlmiyle amil olan âlimlerden biridir.
Tasavvufta dahi hem, yükselmiş bir velidir.
Bir gün, Mekke şehrinde rastladı ki birine,
İçki içiyor idi, gitti çok garibine.
O kimseye yaklaşıp, buyurdu ki: (Be adam!
Böyle mübarek yerde işlenir mi hiç haram?)
Dedi ki: (Biliyorum, haramdır bu mel'anet.
Ben de, bundan üzüntü duyuyorum begayet.
Çok istiyor isem de hatta bunu bırakmak,
Lakin olamıyorum bu hususta muvaffak.)
Buyurdu ki: (Bırakmak nasib olursa eğer,
Bir daha içmemeye, bir söz ver bana yeter.)
Adam, çok sevmiş idi bu evliya kişiyi.
Dedi: (Söz veriyorum, içmem bu pis içkiyi.)
O zaman, şöyle dua etti ki bu veli zat:
(Ya Rabbi, bu beladan sen bunu eyle azad.)
O anda, o kimsenin değişti kalbi birden.
Tam bıraktı içkiyi, o andan itibaren.
Halisane olarak, etti tövbe, istiğfar.
Bozmadı tövbesini, ta ölünceye kadar.
O gece, rüya gördü Abdullah-ı Alevi.
Bir münadi, göklerden verirdi bir haberi.
Diyordu ki, söyleyip ismini bu kişinin:
(Filan yerde, bir kabir kazınız onun için.
Kim hazır bulunursa, onun cenazesinde,
Mağfiret olacaktır, bu mevta sayesinde.)
Uyanıp, o kimseyi evinden sordu bizzat.
Dediler ki: (Bu gece, çok güzel etti vefat.)
O bildirilen yerde, kazdılar mezarını.
Abdullah bin Alevi, kıldırdı namazını.
Buyurdu: (Ey insanlar, bilin ki şunu mutlak,
Sizi, ahiret için yarattı cenab-ı Hak.
Böyle iken, bir mümin, bırakıp ahireti,
Günahlara dalarsa, ne olur akıbeti?
Halbuki dünya fani, ebedidir ahiret.
Orada, her amelden hesap var hem de elbet.
Bak, ömrün azalıyor, ölüme gidiyorsun.
Hazırlığın bile yok, niçin üzülmüyorsun?)
Bir gün oturuyordu oğlu ile bir yerde.
Eğlenen bir cemaat gördü biraz ilerde.
Buyurdu ki: (Evladım, şunların haline bak.
Birkaç yıl sonra hepsi, kabirlerde olacak.
Halbuki her günaha, hesap vardır, bu kati.
Onlar da biliyorlar bu müthiş hakikati.
Aklı olan, dünyada, henüz ecel gelmeden,
Ölüm ve ahirete hazırlanır önceden.
Bilir ki, dünya fani, ebedidir ahiret.
Ahirete, daha çok gösterir sa'y-ü gayret.)
.
Bana değil, ona sorun
Bir gün geldi birisi, bu zatın huzuruna.
Yazdığı şiirlerden, okudu biraz ona.
Şiirin mevzuu da, ölüm ve ahiretti.
Ve dirilip, mahşerde hesaba çekilmekti.
Bir hayli duygulanıp, buyurdu ki bu defa:
(Okuduğun sözlerden, okur musun az daha?)
O, bilirdi bu zatın bir veli olduğunu.
Kendi kurtuluşuna, bir fırsat bildi bunu.
Dedi ki: (Bir şart ile okurum ondan size.
Kefil olur musunuz Cennete girmemize?)
Buyurdu: (Benim gücüm etmez buna kifayet.
Lakin verebilirim, sana çok mal ve servet.)
Dedi ki: (Ne yapayım geçici bir serveti?
Temin edin siz bana, ebedi saadeti.)
Abdullah-ı Alevi, dua etti o zaman:
(Ya Rabbi, hıfz et bunu Cehennem azabından.)
Bu Allah adamından alınca böyle dua,
Okuduğu şiirden, okudu biraz daha.
Henüz geçmemişti ki aradan fazla zaman,
Bu kişi vefat edip, göç etti bu dünyadan.
Vefat eylediğini duyunca bu veli zat,
Techiz ve tekfinini kendisi yaptı bizzat.
Cenaze namazını kıldırıp kendi yine,
Kendi elleri ile, defn eyledi kabrine.
Sonra telkinini de, kendisi okuyarak,
Mevtanın, kabrindeki halini etti merak.
Hak teâlâ, gözünden kaldırdı perdesini.
Gördü Münker-Nekir’in o kabre gelmesini.
Önce, büyük korkuya kapıldıysa da, fakat,
Sonra yüzü güldü ve oldu sakin ve rahat.
Mübarek cemalinin, bu değişikliğini,
Görüp, sordu cemaat bu işin hikmetini.
Buyurdu: Bu mevtanın halini ettim merak,
Gösterdi Rabbim bana, perdeyi kaldırarak.
Baktım ki, bu kabire gelerek Münker-Nekir,
Suale başladılar: (Rabbin kim, dinin nedir?)
Ben, merak ederdim ki, nasıl cevap verecek?
Baktım, benim ismimi onlara söyleyerek,
Dedi ki: (Benim hocam Abdullah Alevi’dir.
Bunları ona sorun, o size cevap verir.)
O böyle söyleyince, kapıldım endişeye.
Ki, nasıl muamele ederler bu kişiye?
Melekler dediler ki: (Madem ki hocan bu zat,
Sana azap yapmayız, ol müsterih ve rahat.
Sana ve üstadına selam olsun!) dediler.
Başka bir şey sormadan, o yeri terk ettiler.
Bunu dahi görünce, zail oldu endişem.
Bunun için güldüm ve yerine geldi neşem.
.
Yanmayan paralar
Sevdiklerinden biri, diyor ki: Bir keseye,
Bir miktar para koyup, vermiştim bir kimseye,
Demiştim ki: (Bu para, dursun sende emanet.
Tekrar gelip alırım, lüzum olursa şayet.)
Fazla geçmemişti ki o günden itibaren,
O evde yangın çıktı, her şey yandı tamamen.
Ben bunu işitince, üzülüp ettim esef.
Dedim: Paralarım da, hep yanmıştır malesef.
Zor biriktirmiş idim onları kıt kanaat.
Onlar da gitti elden, zor oldu bana hayat.
Abdullah Alevi’nin büyük zat olduğunu,
Bildiğimden, hemence arz ettim ona bunu.
Dedim ki: (Filan evde, param vardı emanet.
Onlar da yandı bugün, üzgünüm buna gayet.)
O, bir şey söylemeyip, çağırdı bir kimseyi.
Buyurdu ki: (O evden, git getir o keseyi.)
Ben dedim ki: (Efendim, yanıp gitti o hane.
İçindeki eşyadan, yok yanmayan bir tane.)
O yine, o kimseye buyurdu ki: (Haydi git!
O para kesesini, al da getir tez vakit.)
O kimse (Peki) deyip, ayrıldı yanımızdan.
Elinde kese ile, geliverdi birazdan.
Baktım ki, benim kesem ve içinde paralar.
Onlara, o yangından gelmemiş hiçbir zarar.
Bir gün de, hanesine gelmişti birkaç fakir.
Onları, güler yüzle etti güzel misafir.
Hizmetçiyi çağırıp, buyurdu: (Gir kilere.
Biraz hurma getir de, ikram et gelenlere.)
Ve lakin o hizmetçi, arz etti ki: (Efendim,
Kilerde hurma yoktur, başka ne getireyim?)
O böyle söyleyince, buyurdu ki o tekrar:
(Haydi hurma getir de, yesinler bu insanlar.)
Arz etti ki: (Efendim, ambarı, dün elimle,
Henüz yeni süpürdüm, hurma yok bir tek bile.)
Buyurdu ki: (Evladım, sen yine ambara git.
Öyle zannederim ki, hurma vardır şu vakit.)
O zaman (Peki) deyip, ambara gitti hemen.
Gördü ki, çok hurma var orada hakikaten.
.
Nezrini unutmuştu
Sevdiklerinden biri vardı ki bu kişinin,
Bir gün gitti pazara, atını satmak için.
Giderken düşündü ki: (Sattığımda bu atı,
Eğer alabilirsem istediğim fiyatı,
Onun şu kadarını, Abdullah Alevi’ye,
Götürüp, bizatihi edeceğim hediye.)
Bu düşünce içinde, pazara geldi bu zat.
İstediği fiyata, az sonra satıldı at.
Lakin atı satıp da, ücretini alınca,
Unuttu bu nezrini, hanesine varınca.
Abdullah-ı Alevi, o gün görüp bu zatı,
Çağırıp buyurdu ki: (Sattın mı bugün atı?)
(Evet, sattım efendim) dedi ise de o zat,
Yine de, o nezrini hatırlamadı fakat.
(İstediğin fiyatı verdiler mi?) deyince,
O zaman, bu nezrini hatırladı hemence.
Dedi ki: (İstediğim fiyatı ondan aldım.
Fakat bir nezrim vardı, şu anda hatırladım.)
Buyurdu: (Benim dahi, maksadım buydu zaten.
Yani seni günahtan kurtarmaktı esasen.)
O kişi çok sevinip, eda etti nezrini.
Daha çok bilmiş oldu, bu zatın kıymetini.
Bir gün de, uzak yerden bu velinin evine,
Bir gurup geliyordu, onun ziyaretine.
Ve lakin bu beldeye yaklaştığında onlar,
Gece yarısı olup, uykudaydı insanlar.
Yorgun ve aç idiler, geç idi lakin vakit.
Yiyecek bulmak için, değildi hiç müsait.
Çaresizlik içinde düşünürken böylece,
Biri, yemek getirdi önlerine o gece.
Sonra öğrendiler ki, Abdullah-ı Alevi,
Onlara, kendi bizzat getirmiş o yemeği.
Abdullah-ı Alevi, uzak diyarda olan,
Birisiyle görüşmek isteseydi ne zaman,
Talebeden birine, (Onu çağır!) diyordu.
O da, yüksek ses ile onu çağırıyordu.
O çağrılan kişi de, bu sesi işiterek,
Geliyordu anında (Buyur, Lebbeyk!) diyerek.
Talebesinden biri, anlatır ki şöylece:
Bir defa, üstadımla yola çıktık bir gece.
Bir mahale gelince, bana buyurdular ki:
(Şeyh Ömer’i çağır da, olsun bize mülaki.)
(Peki efendim) deyip, çıkarak bir tepeye,
Seslendi: (Ya şeyh Ömer, gel filanca beldeye!)
Daha ilk seslenişte, verdi ki şöyle cevap:
(Lebbeyk, peki efendim, geliyorum derakap!)
Çok uzak bir diyarda olduğu halde bile,
Derhal gelip görüştü, Abdullah Alevi’yle.
.
75 - ABDURRAHMAN BİN MUHAMMED (Rahmetullahi Aleyh
.
Kerametleri vardı
Hal ehli kimse olup, kerametleri vardı.
Halk, onu büyük bilir, çok sevip sayarlardı.
Hac mevsimi gelince, otururdu evinde,
Lakin onu, insanlar görürdü hac yerinde.
Gelip haber verince, hacda gördüklerini,
(Yanlışınız var) deyip, setr ederdi kendini.
Çoğu kabul olurdu, duaları indallah.
Zira yüksek mertebe vermişti ona Allah.
Bazı fasık kimseler, gelerek huzuruna,
Dua buyurmasını rica ettiler ona.
O da kabul buyurup, kaldırdı ellerini.
Dedi: (Ya Rab, ıslah et bunların hallerini.)
Duası kabul olup, hepsi tövbe ettiler.
Salih amel işleyip, günahı terk ettiler.
Yine biri vardı ki Kur'anı ezber bilen,
Üzmüştü bir kimseyi, onun sevdiklerinden.
Vakta ki vakıf oldu, buna o mübarek zat,
O kimsenin hıfzından, her şey gitti o saat.
Hatasını anlayıp, gelip özür diledi.
O anda, bildikleri hıfzına geri geldi.
Bir gün de, bir iş için, bulunduğu diyardan,
Uzun bir yolculuğa çıkacaktı bir zaman.
Çarşıdan geldi o gün, elinde bir bez ile.
Zevcesini çağırıp, dedi ki: (Beni dinle.
Öyle zannederim ki, seferdeyken bu fakir,
Bir erkek evladımız dünyaya gelebilir.
Aynı günde ölürse eğer o evladımız,
Ona, kefen olarak bu bezi kullanınız.)
Böyle tembih ederek, çıktı o yolculuğa.
Bir erkek çocukları dünyaya geldi sonra.
Baktılar, hakikaten oğlan idi o, fakat,
Onun dediği gibi, aynı gün etti vefat.
Bıraktığı o bezi, ona kefen yaptılar.
Bir kerameti daha, böylece oldu izhar.
Bir gün de, bu büyük zat, bağının meyvesini,
Pazarda satmak için, vekil etti birini.
O kimse, meyveleri pazarda sattı, lakin,
Paranın bir kısmını, gizleyip oldu hain.
O, derhal anlayarak böyle gizlediğini,
Okudu Peygamberin ona şu hadisini:
(Firaset-i müminden sakının ey müminler!
Allah’ın nuru ile zira o nazar eder.)
O kimse bunu duyup, fark etti ki o ara,
Yılan şekline girmiş, sakladığı o para.
Vücuduna girmeye çalışırdı ki, o an,
Hatasını anlayıp, gönülden oldu pişman.
Hemen özür dileyip, tövbe etti Allah’a.
Dedi: (Girmeyeceğim artık hiçbir günaha.)
.
76 - VEYSEL KARANİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Aşıktı Peygambere
Tabiin-i kiramdan büyük bir evliyadır.
Kalplere deva olan nasihatları vardır.
Yemen’in Karn köyünde dünyaya gelen bu zat,
Hicri otuzyedi’de şehiden etti vefat.
Üveys bin Amir Karni ise de ismi esas,
(Veysel Karani) diye meşhur oldu beynennas.
Resulün sağlığında, müslüman oldu, fakat,
Sahabe olamadı, görmedi çünkü bizzat.
Yemen'de deve güder, sağlardı geçimini.
Hizmet maksadı ile, yapardı bu işini.
Belli ücret istemez, alırdı ne verilse.
Yarısını verirdi, sadaka gayesiyle.
Bir annesi vardı ki, gözü görmez, ihtiyar.
Onun hizmeti ile olurdu alakadar.
Ona, gece ve gündüz yaparak böyle hizmet,
Çok hayır duasını almıştır uzun müddet.
Hep yanıp tutuşmuştur, Resulün aşkı ile.
Ve hiç unutmamıştır Rabbini bir an bile.
Her hal ve tavrı ile, her sözü ile bu zat,
Olmuştu insanlara, bir ibret ve nasihat.
Kimseyi incitmedi, incinmedi kimseden.
Onun, insanlar ile bir işi yoktu zaten.
İbadet ediyordu Sahibine gece gün.
Ve kalbi yanıyordu, aşkı ile Resulün.
Onu gidip görmeyi çok istiyordu, fakat,
Vermedi validesi buna izin ve ruhsat.
Mübarek yüzlerini, o Peygamberi zişan,
Yemen taraflarına döndürüp zaman zaman,
Şöyle buyururdu ki: (Şu yönden ey Eshabım!
Rahmet rüzgarlarının estiğini duyarım.)
Peygamber Efendimiz, yine buyurdular ki:
(Ümmetim arasında Üveys nam biri var ki,
O, Rebia ve Mudar adlı kabilelerin,
Sahip bulundukları koyun sürülerinin,
Kılları adedince, yani -pekçok- demektir,
Kimseye, mahşer günü şefaat edecektir.)
Bu iki kabilede olan koyunlar kadar,
Hiç kimsenin koyunu yok idi o zamanlar.
Eshap , (Ya Resulallah, bu kimdir?) diye sordu.
(Allah’ın kullarından birisidir) buyurdu.
Dediler: (Hepimiz de kullarız, ismi nedir?
(Üveys) tir buyurunca, dediler: (Nerelidir?)
Resulullah , (Karn’lıdır) buyurunca, bu sefer,
(O, sizi görmüş müdür?) diye sual ettiler.
(Baş gözüyle görmedi) buyurunca nihayet,
Sahabe, çok şaşırıp dediler ki: (Çok hayret.
Bu derece sevgisi olsun da onun size,
Fakat koşup gelmesin yüksek hizmetinize.)
.
Hırkamı Üveys’e verin!
Eshap , Üveys hakkında sordu ki o Server’e:
(O sizi çok sever de, niçin gelmez görmeye?)
Buyurdu: (Buna mani, iki sebep mevcuttur.
Birincisi odur ki, hallerine mağlubtur.
İkincisi, dinine fazla bağlılığından.
Zira bir validesi vardır ki, ehl-i iman,
Yaşlı ve hasta olup, iki gözü de görmez.
Hatta eli ayağı hiç hareket edemez.
O, çobanlık yaparak köylünün devesine,
Aldığı ücret ile, bakar bu annesine.)
Eshap , Resulullahtan bunları dinlediler.
(Biz onu görür müyüz?) diye sual ettiler.
Hazret-i Ebu Bekr’e buyurdu ki cevaben:
(Hilafet zamanında göremezsin onu sen.)
Hazret-i Ali ile hazret-i Ömere de,
Buyurdu ki: (Siz onu görürsünüz ilerde.
Bedeni kıllı olup, avuç ve sol böğründe,
Birer beyazlık vardır, gümüş büyüklüğünde.)
Vakta ki, o Resulün ölüm hastalığında,
Sahabeden bazısı, bulunurdu yanında.
Sordular: (Hırkanızı kime verelim?) diye.
Buyurdu: (Verin onu, siz Üveys-i Karni’ye.)
Ali bin Ebi Talip, bir de hazret-i Ömer,
O hırkayı alarak, Kufe’ye yöneldiler.
Ve sordular Üveys’i ordaki kimselerden.
Lakin tanımadılar Üveys’i onlar hemen.
Dediler: (Üveys diye, biri var bu beldede.
Lakin aradığınız, o değildir herhalde.
Zira o divanedir, tuhaftır çok halleri.
Arne denen vadide, deve güder ekseri.)
Onlar böyle deyince, dediler ki o zaman:
(Biz onu arıyoruz, nerededir o şu an?)
Dediler: (İyi ama, o, acayip bir kişi.
Onun, insanlar ile yok bir alış verişi.
Çok ucuz ücret ile, çobanlık yapar bize.
Akılsız ve divane bilir onu her kimse.
Onun saçı sakalı karışıktır çoğu kez.
Tek başına yaşayıp, aramıza hiç gelmez.
Kimse ile oturup, sohbet etmez o asla.
Bilmez neşe üzüntü, gezer eski libasla.
Halk ağlasa o güler, herkes gülse o ağlar.
Böyle garip biriyle, sizin ne işiniz var?)
Dediler: (İşte odur aradığımız kimse.
Bizi ona götürün, şu anda nerde ise.)
Sonra kalkıp, o yere teşrif etti ikisi.
Yaklaşınca, namazda buldu onlar Üveys’i.
Onun develerini gütmesi için, bir tek,
Vazifelendirmişti Hak teâlâ bir melek.
.
O kimse, ben değilim
Vakta ki Üveys Karni, namazı bitirince,
Hazret-i Ömer kalkıp, selam verdi hemence.
Sonra, (Adınız nedir?) diyerek sordu hemen.
O, sadece (Abdullah) dedi ona cevaben.
Buyurdu: (Biz hepimiz kullarıyız Allah’ın.
Benim sorduğum ise, hakiki, asıl adın.)
O, (Üveys’tir) deyince, dedi ki sonra ona:
(Sağ avcunun içini gösterir misin bana?)
Üveys , (Peki) diyerek, açınca sağ avcunu,
Bildi, aradıkları kimse o olduğunu.
Dedi: (Resulullahın size selamları var.
Mübarek hırkasını, size etti yadigar.
Vasiyet eyledi ki: Bu hırkayı o giysin.
Ve benim ümmetime, çok dualar eylesin.)
Üveys layık görmedi kendisine bu işi.
Dedi: (Ben değilimdir, dediğiniz o kişi.
Zira ben, çok aciz ve günahkârım begayet.
Bir başkasına ait olmasın bu emanet?)
Lakin hazret-i Ömer, buyurdu ki Üveys’e:
(Senin vasıflarını bildirdi Resul bize.
Sende var o Resulün dediği her alamet.
Sensin aradığımız, senindir bu da elbet.)
O zaman, hürmet ile aldı onu eline.
Ve öpüp koklayarak, sürdü yüz ve gözüne.
Siz burada bekleyin deyip, müteakiben,
Az ilerde, yüzünü toprağa koydu hemen.
Dedi ki: (Ya ilahi, bu hırka hürmetine,
Merhamet et günahkâr Muhammed ümmetine.
Hepsinin günahını af eyle ya ilahi!
Affının haricinde kalmasın bir kul dahi.)
İki şanlı sahabi, bu Üveys-i Karni’ye,
Bakıp, bekliyorlardı, secdeden kalksın diye.
Lakin hemen kalkmadı, uzun sürdü bir hayli.
Onlar, başı ucunda merak etti bu hali.
Daha çok uzayınca endişe eylediler.
(Acaba emr-i Hak mı vaki oldu?) dediler.
Artınca merakları bu uzun beklemekten,
Seslendi Ömer Faruk, (Ya Üveys!) diyerekten.
O, başını kaldırıp, buyurdu ki: (Ya Ömer!
Az daha bekleyip de çağırsaydınız eğer,
Rabbim, affediyordu bu ümmeti tamamen.
Lakin şimdi bir kısmı, kaldı af edilmeden.)
Bu hırka, elden ele dolaşıp, en son yine,
Geldi, Van civarında İrisan beğlerine.
Osmanlı padişahı Abdülmecid Han dahi,
Hırka için, bir cami yaptırdı bizatihi.
Adı, (Hırka-i şerif camii)dir ki keza,
O hırka, bu camide edilir muhafaza.
.
Ölümü hiç unutma
Her gün Veysel Karani, yapardı çok ibadet.
Evliyalıkta dahi, yükselmiştir begayet.
O, Resulü görmeden, feyzine kavuşmuştur.
Ve hatta tabiinin, en yükseği olmuştur.
Halk, Üveys-i Karni’ye, divane derdi önce.
Sonra, büyüklüğünü anladılar iyice.
Çok hürmet göstermeye başlayınca ona halk,
Terk etti o diyarı, bu yüzden ayrılarak.
O yaşlı annesi de vefat eylediğinde,
Karn’dan çıkıp, yerleşti Kufe vilayetine.
Lakin onu Kufe’de, olmadı pek tanıyan.
Zira o, kendisini gizlerdi insanlardan.
Harem bin Hayyan’dır ki, görenlerden birisi,
Fıratın kenarında, gidip buldu Üveys’i.
Bu zat anlatıyor ki: Onu çok merak ettim.
Bu dünya gözü ile, onu görmek istedim.
Kufe’ye kadar gidip, buldum onu nihayet.
Baktım, su kenarında alıyor o an abdest.
Yaklaşıp selam verdim, o dahi baktı bana.
Dedim: (Merhamet etsin ya Üveys Allah sana.)
O kadar çok sevdim ve acıdım ki o kadar,
Ağlayıp, gözlerimden aşağı aktı yaşlar.
Çünkü çok zayıf idi, ağladı o da o an.
Sordu bana: (Nasılsın ey Harem ibni Hayyan?)
Dedim: (İyiyim ama, tanımazken hiç beni,
Nasıl bildin hem benim, hem babamın ismini?)
Dedi: (Her şeyi bilen, bildirdi bunu bana.
Ruhum aşina idi zaten senin ruhuna.)
Dedim: (Resulullahtan, bana bir hadis söyle.)
Dedi ki: (Göremedim, ben Onu baş gözüyle.
Ben onun haberini, duydum başkalarından.
İşitmedim bir hadis, bizzat kendi ağzından.)
Dedim ki: (Öyle ise, okuyun da bir âyet,
Sizden duymuş olayım, isterim bunu gayet.)
Bir Euzü Besmele söyleyip o da hemen,
Sonra, şu âyetleri okudu ki mealen:
(İnsanları, cinleri, beni tanımaları,
Ve sırf ibadet için yarattım ben onları.
Yeri, göğü ve bunlar arasında ne ki var,
Oyun olsun diyerek, yaratılmadı bunlar.)
Sonra bir sayha vurdu, feryad etti orada.
Aklının gittiğini sandım ben o arada.
Sordu bana: (Buraya niçin geldin ey Harem?)
Dedim ki: (Geldim sizi, görüp tanışıyım hem.)
Buyurdu: (Bir müslüman, tanıyınca Rabbini,
Lüzum yok tanımaya Ondan gayri birini.)
(Yine söyle) deyince, dedi ki: (Yattığında,
Bil ki, ölüm bekliyor yastığının altında.)
.
Günahı küçük görme
Bir gün Harem bin Hayyan, geldi Veysel Karni’ye.
Rica etti: (Bana bir nasihat eyle) diye.
Buyurdu: (Bir günaha, deme sakın, bu ufak.
Sen, onunla, Rabbine asi oldun, ona bak.
Günahın küçüğü de, büyüktür, eyle haya.
Çünkü isyan etmektir o da Hak teâlâya.)
Harem ona sordu ki: (Nerede yerleşeyim?)
(Şam) deyince, dedi ki: (Nasıldır orda geçim?)
Buyurdu ki: (Rızkında, şüphe ederse bir zat,
Yazık ki, o kimseye fayda etmez nasihat.)
Dedi: (Bir tavsiyede bulunun bana şu an.)
Buyurdu ki: (Ey Harem, düşün ki öldü baban.
Bir nice Peygamberler aleyhimüssalevat,
Muhammed Resulullah, o dahi etti vefat.
Hazret-i Ebu Bekir, bir çok eshap öldüler.
Kardeşim Ömer dahi vefat etti, vah Ömer!)
Onun son cümlesine, şaşırdı Harem hatta.
Dedi ki: (Ömer henüz ölmedi, o hayatta.)
Üveys tekrar etti ki: (Elbette öldü Ömer.
Bana, onun mevtini, Rabbimiz verdi haber.
Kendini de ölü say şimdi ey ibni Hayyan!
Ölümü, hatırından çıkarma hatta bir an.
Kavmine, akrabana varınca sen de bizzat,
Ölümü hatırlatıp, et böylece nasihat.
Bir adım ayrılma ki, sakın ehl-i sünnetten,
Yoksa, kurtulamazsın Cehenneme düşmekten.)
Sonra dua etti ve dedi ki: (Tamam vakit.
Ey Harem ibni Hayyan, ben gideyim, sen de git.
Bir daha, ne ben seni göreyim, ne sen beni.
Beni, dualarınla hatırla, ben de seni,
Sen bu yönden yürü git, ben gideyim şu yandan.)
Gitti, ben takib etmek istedim arkasından.
Lakin izin vermedi, uzaklaştı yalnızca.
Ağladığını gördüm arkasından bakınca.
Ben dahi ardı sıra, ona bakıp ağladım.
Bir daha da, hiç ondan bir haber alamadım.
Onunla, çok az kimse görüşmüştür hayatta.
Bu hususta kendi de, şöyle demiştir hatta:
(Benim ile en fazla konuşan, iki zattır.
Bunlar, hazret-i Ali ve Ömer bin Hattab’tır.)
O, Mekke’de hac yapıp, gelince Medine’ye,
Gösterdiler, (Resulün türbesi budur) diye.
O bunu öğrenince, bayılıp düştü birden.
Sonra dedi: (Götürün beni hemen bu yerden.
Bir yer ki, kabri vardır orda Resulullahın,
Benim için o yerde, tadı olmaz hayatın.
Resulullahın medfun olduğu bir beldede,
Benim hayatta olmam, yakışır mı edebe?)
.
Geceleri uyumazdı
Rebi ’ der ki: Üveys’i, gittim bir gün görmeye.
Sabahı kılıyordu, başladım beklemeye.
Tesbihini bitirip, dua etti çok uzun.
Ben, yine beklerdim ki, duası bitsin onun.
En nihayet bitirip, başladı zikre tekrar.
Yerinden hiç kalkmadı, kuşluk vaktine kadar.
Kuşluk vakti olunca, namaza kalktı hemen.
Sonra kalktı öğleye, hiç de ara vermeden.
Bir namazı bitirip, başlardı diğerine.
Görüşmek ümidiyle, bekliyordum ben yine.
Böyle, üç gün üç gece, uyumadı, yemedi.
Dördüncü gecesinde, şöyle dua eyledi:
(Sana sığınıyorum ya Rabbi şu şeylerden:
Çok yiyen karın ile, çok uyuyan gözlerden.)
Ben bunu işitince, dedim: (Yeter bu bana.
Lüzum yok artık onun, başka nasihatına.)
(Bu, kıyam gecesidir) diyerek, bazı gece,
Uyumadan, kıyamda dururdu hep öylece.
(Bu, rüku gecesidir) deyip hem başka zaman,
Rükuda geçirirdi geceyi uyumadan.
Bazı gece, (Bu, secde gecesidir) diyerek,
Secdede geçirirdi geceyi, sabaha dek.
Üveys’e sordular ki: (Namazda huşu nedir?)
Dedi ki: (İyne batsa, bir şey hissetmemektir.)
Ona, (Nasılsın?) diye, sual etti bir mümin.
Buyurdu: (Bir insan ki, kalkınca sabahleyin,
Akşama sağ çıkar mı, çıkmaz mı, yok haberi.
Böyle aciz bir kulun, nasıl olur ahvali?)
Bir gün, ziyaretine gitmişti onun bir zat.
Dedi: (Eder misiniz bana biraz nasihat?)
(Peki) deyip, o zata yaptı nasihatini.
Sordu ona: (Ey kişi, bilir misin Rabbini?)
O (Bilirim) deyince, buyurdu: (Öyle ise,
Ondan gayrilerini, lüzum yok bilmenize.
Bir kul ki, Sahibini biliyorsa o şayet,
Ondan başkalarını, bilmesine yok hacet.)
O kişi, böyle bir söz duymamıştı kimseden.
Duygulandı begayet onun bu cümlesinden.
Dedi ki: (Bir tek daha nasihat edin şu an.)
Sordu ki: (Rabbin seni bilir mi ey müslüman?)
(Elbet bilir) deyince, buyurdu ki: (Ey kimse!
Seni, Ondan gayrisi bilmesin öyle ise.
Bir kul ki, onun Rabbi bilirse onu şayet,
Ondan gayri birinin bilmesine yok hacet.)
Buyurdu ki: (Yükselmek istiyorsa bir insan,
Tevazu etmelidir herkese muntazaman.
Kim ki şeref ararsa, sarılsın ibadete.
Kim zenginlik ararsa, tutunsun kanaate.)
.
77 - YUSUF BİN ESBAT (Rahmetullahi Aleyh
.
Ölüme hazırlanın!
Yusüf bin Esbat var ki, Allah adamlarından,
Çok fazla korkuyordu ahiret azabından.
Haramlardan kaçmaya, ederdi fazla gayret.
Gece gündüz Rabbine, ederdi çok ibadet.
Nefsi arzularını, getirmezdi yerine.
Hiç iltifat etmezdi dünya lezzetlerine.
Yalnız iki gömlekle geçirmişti ömrünü.
Birini yıkasaydı, giyerdi öbürünü.
Derdi ki: (Ahiretin sonsuz olan nimeti,
Yanında, bu dünyanın hiç olur mu kıymeti?
Dünya çöplük gibidir, değmez talep etmeye.
İsteyen, derdini de hazırlansın çekmeye.)
Birine nasihatte buyurdu: (Kork Allah’tan.
Her günahı ateş bil, hiç ayrılma takvadan.
Herkesin tadacağı, çare bulamadığı,
Ölüm için, şimdiden iyi yap hazırlığı.
Aksi halde üzülür, çok eyvah dersin, fakat,
O gün, sana kimseden erişmez bir menfaat.)
Bir gün de, nasihatte buyurdu ki: Ey gençler!
Fırsatı nimet bilin, bu ömür çabuk geçer.
Bir hastalık gelmeden, nimet bilin sıhhati.
Çok yapın bu gençlikte ibadet ve taati.
İstifade edin ki bu gün gençliğinizden,
Zira yarın, o dahi gidecek elinizden.)
Derdi ki: (İyi insan güler yüzlü olur hep.
Süslemiştir o kulu tevazu, haya, edep.
O, arkadaşlarına asla etmez itiraz.
Ve katiyen kimsenin aybını araştırmaz.
Bir kusur görse bile, derhal kapar gözünü.
Özür dileyenlerin, kabul eder özrünü.
Kendi kusurlarını, düşünür ince ince.
Bunların affı için, tövbe eder gün gece.
Öyle kaplamıştır ki bu günah derdi onu,
Düşünemez gayrinin ayıp ve kusurunu.
O, devamlı bakarak hata ve kusuruna,
Der ki: Nasıl çıkarım ben Hakkın huzuruna?
Allah korkusu ile ağlar, inler ve titrer.
Ahiret hesabını, o, kendine dert eder.
Konuşmaktan ziyade, susar o daha fazla.
Sonu pişmanlık olan işleri yapmaz asla.
O, her bir a’zasını, korur günah yapmaktan.
Zira çok korkmaktadır, Cehennemde yanmaktan.
Rabbinin rızasına uygun yapar her işi.
Çekinir fiyakadan, terk eder gösterişi.
Aldanmaz bu dünyanın geçici zevklerine.
Zira müştak olmuştur Cennet nimetlerine.
Ölümü, hatırından çıkarmaz hiç bir zaman.
Ebedi yolculuğa hazırlanır durmadan.
O, dünyada yolcu ve garip kimse gibidir.
Bilir ki dünya fani, ahiret ebedidir.)
.
78 - EBU YAKUB NEHRECURİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Halis kul nasıldır
Ebu Yakub Nehcuri, bir evliya, âlim zat.
İşi hep, insanlara etmek idi nasihat.
Cömertlik ve şefkati, meşhurdu halk içinde.
Sünnet-i seniyyeye uyardı her işinde.
Günahtan pek sakınır, yapardı çok ibadet.
Cehenneme girmekten, korkardı yine gayet.
Biri dedi: (Efendim, ben namaz kılıyorum.
Lakin ibadetimden, lezzet alamıyorum.)
Buyurdu ki: (Rabbini, yalnız namazda değil,
Her zaman hatırla ve Ondan hiç olma gafil.
Günah işlemekten de, kurtarırsan kendini,
Ancak alabilirsin namazın lezzetini.)
Buyurdu ki: (Bu dünya, sanki büyük bir deniz.
Ve takva gemisinde, yolcuyuz her birimiz.
Bu yolculuk, sahilde erecek nihayete.
O sahil de, nisbettir ölüm ve ahirete.)
Buyurdu: (Sırf yemekle, doyarsa biri eğer,
Karnı tam doysa bile, gözü doymaz bu sefer.
Zenginliği mal ile olursa bir kişinin,
O da, hiç zengin olmaz, fakirdir bunun için.
Kişi, ihtiyacını Rabbine etmezse arz,
İşinin hallolması, kolayca mümkün olmaz.
Kullara arz ederse bir insan her bir işi,
Hor ve zelil olmaya, mahkum olur o kişi.)
Buyurdu ki: (Halis kul, bir farz eda edince,
Ferahlanıp, kavuşur bir sürur ve sevince.
Ve eğer terk ederse bir haram ve günahı,
Duyar yine gönlünde, bir huzur ve ferahı.
Rabbinden gayrisini, düşünmek istemez hiç.
Ondan konuşulursa, ancak bulur bir sevinç.
Dünyayı sevenlerden, tiksinir, eder nefret.
Allah adamlarına, besler sevgi, muhabbet.
Her hayırlı işini, yapar hep Allah için.
Beklemez insanlardan bir karşılık, aferin.
Allah’a ibadette, saf yapar niyetini.
İstemez, insanlar da bilsin ibadetini.
Tevekkül sahibidir, Rabbine güvenir hep.
Kendi gibi kullardan, hiçbir şey etmez talep.
Gelirse bir üzüntü, bir musibet ve bela,
Der ki: Bana bunları, gönderdi Hak teâlâ.
Üzülmeyip, bilakis sevinir buna gayet.
Bilir ki, dostlarına gönderir bela ve dert.
Kimseden şikayetçi olmaz hiç bundan sebep.
Zira bilir ki bunlar, Allah’tan geliyor hep.)
Dediler ki: (Efendim, ne ki acep sebebi,
Büyükler, zevk alırlar beladan, nimet gibi?)
Buyurdu ki: Öyledir, zira ki Hak teâlâ,
Ancak sevdiklerine gönderir dert ve bela.
Bunlar da, Rabbimizin kemendidir bir nevi.
Tutup çeker kendine, sevdiği kimseleri.
Onlar dahi sabredip, etmezler hiç şikayet.
Böylece günahları, olur af ve mağfiret.)
.
79 - HAZRET-İ BERK (Rahmetullahi Aleyh
.
İşi geciktirmeyin
Şam şehrinde yetişen büyük bir evliyadır.
Şaşılacak yüzlerce kerametleri vardır.
Güzel ahlak sahibi, üstün bir veli idi.
Herkesce sevilir ve çok hürmet edilirdi.
Bir gün Şam’ın kadısı, binerek hayvanına,
Bir yerden geçer iken, rastladı birden ona.
Gördüğü manzarayla, şaşkına döndü o an.
Hayvanını durdurup, ona baktı bir zaman.
Zira hazret-i Berk’in hali çok manidardı.
Bir elinde kalın ve büyük bir sopa vardı.
Bir hırka duruyordu önünde hem o zaman.
O hırkaya, şiddetle vuruyordu durmadan.
Her vuruşta, hırkadan kanlar fışkırıyordu.
Vurdukça çıkan kanlar, etrafa sıçrıyordu.
Sanki harb ediyordu düşmanla hazret-i Berk.
Kendinden geçiyordu, (Allah! Allah!) diyerek.
Hayretten donakaldı o an kadı efendi.
O hal sona erince, yaklaşıp sual etti.
Dedi ki: (Ey efendim, ne idi o haliniz?
Hikmetini, bana da lütfen söyler misiniz?)
Buyurdu: (Kâfirlerle, müminlerden bir ordu,
Falan yerde tutuşmuş, çetin harb ediyordu.
Müminler zayıf idi, yardım ettim onlara.
Çok şükür müslümanlar, galip geldi küffara.
Eğer yetişmeseydim yardımına onların,
Hezimeti olurdu bu harp müslümanların.
Kâfirlerin halleri çok fenadır şu anda.
Ve küffar kanlarıydı, o fışkıran kanlar da.)
Şam kadısı duyunca, hazret-i Berk’ten bunu,
Anladı, bu kimsenin hal ehli olduğunu.
O günün tarihini, not etti bir kenara.
Müslümanlar dönünce, sordu bunu onlara.
Onlar da, hadiseyi şöylece anlattılar:
Dediler: (Kuvvetliydi kat be kat bizden onlar.
Mağlub oluyorduk ki neredeyse küffara,
Havada, çok heybetli bir zat gördük o ara.
Elindeki sopayla, düşmana vurdu, vurdu.
Vurdukça, küffar kanı etrafa sıçrıyordu.
Onun yardımı ile, küffara galip geldik.
Lakin o zat kim idi, onu hiç bilemedik.)
Şam kadısı dedi ki: (O, hazret-i Berk idi.
Size, ta Şam şehrinden yardıma gelmiş idi.)
Derdi ki: (Ey insanlar, sakın gaflet etmeyin.
Tövbe ve istiğfarı, bir an geciktirmeyin.
Sonra tövbe ederim derseniz bu gün eğer,
Nasib olmayabilir, ani gelir eceller.
İşi, biraz sonraya bırakmayın ki asla,
Böyle geciktirenler, pişman olur pek fazla.
Zira buyurmuştur ki bir gün Nebiyyi zişan:
(Sonraya bırakanlar elbette eder ziyan.)
Aklı olan, dünyada, gelmeden henüz ecel,
Ölüm ve ahirete hazırlanır mükemmel.
Bilir ki dünya fani, ebedidir ahiret.
Esas ahiret için gösterir sa’y-ü gayret.)
.
80 - EBU MİDYEN MAĞRİBİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Keramet sahibiydi
Asıl adı Şuayb bin Hasen ise de, ancak,
(Ebu Midyen Mağribi) denir lakab olarak.
Endülüs’te doğdu ve hep Fas’ta sürdü hayat.
Binyüzdoksanyedi’de , orada etti vefat.
İlmi, (Ebu Ya’zi)den aldı daha ziyade.
Sonra Gavs-ül a’zamdan etti çok istifade.
Maliki mezhebinde, bir fıkıh âlimiydi.
Muhyiddin -i Arabi, onun talebesiydi.
Diğer ilimlerde de mahir idi çok yine.
İnsanlar, akın akın gelirdi sohbetine.
İnce, kibar ve zarif, mütevazı idi hem.
Kerametler sahibi bir zat idi mükerrem.
Âlimler, edep ile otururdu önüne.
İlim, hikmet saçardı hep onların gönlüne.
Bereketlenmek için, o devirde insanlar,
Bu zata el sürmeyi bilirlerdi büyük kâr.
Biri sordu: (Efendim, insanlar böyle size,
Yapınca, kibir ucub gelmez mi nefsinize?)
Buyurdu: (Asırlardır peygamberler, veliler,
Hacer-ül esved’e de, böyle hep el sürerler.
Nasıl gelmiyor ise ona ucub ve kibir,
Bizim durumumuz da, aynen bunun gibidir.)
Bir deniz sahilinde dururken bu büyük zat,
Bir düşman gemisi de, yanaştı tam o saat.
Müslüman esirlerle dolu idi gemi de.
İnip, esir aldılar bu büyük veliyi de.
Sonra da dediler ki: (Yola devam edelim.)
Ve lakin gemileri, yürümedi bir milim.
Çok uğraştılarsa da gemiyi yürütmeye,
Fakat gemi, mıh gibi çakılmıştı o yere.
Zalimler, anladılar hemen hatalarını.
Ve serbest bıraktılar bu Allah adamını.
Lakin o buyurdu ki: (Esirleri kâmilen,
Serbest bırakmazsanız, ben de çıkmam gemiden.)
Zalimler baktılar ki, yok başka çareleri.
Bıraktılar bilcümle müslüman esirleri.
En son Ebu Midyen de çıkar çıkmaz gemiden,
Başladı harekete gemileri yeniden.
O, bir gün buyurdu ki: (İşin başı, muhabbet.
Allah adamlarını sevmeye edin gayret.
Onların hürmetine, yağıyor yağmur ve kar.
Onların kalplerinden, kalplere feyiz akar.
Muhabbet bağı ile akıp gelir feyiz, nur.
Feyzin miktarı ise, bu sevgi kadar olur.
Onlara, ne kadar çok beslenirse muhabbet,
Kalbe, o kadar fazla akar feyiz, bereket.
Muhabbet az olsa da, o feyiz yine akar.
Yeter ki, o zatlara olmasın kalpte inkâr.
Eğer inkâr var ise, o feyiz gelmez olur.
Zira buyuruldu ki: İnkâr eden, mahrumdur.
Tanımamış olsa da o veliyi birisi,
Az da olsa, feyzinden olur istifadesi.
Lakin onu severse, daha çok faydalanır.
Çünkü feyzin miktarı, muhabbete bağlıdır.)
.
Niçin geldin?
İnsanları irşada başlamamışken henüz,
İnziva yapıyordu evinde gece gündüz.
Lakin uzun sürünce bu ayrılık ve firak,
Kapısının önüne, toplandı bilcümle halk.
Dediler ki: (Efendim, muhtacız gayet size.
Artık evden çıkın da, nur saçın kalbimize.)
Onların ısrarıyle çıkınca hanesinden,
Ağaçtaki serçeler, uçtular hepsi birden.
O, bu hali görünce, hüzün çöktü kalbine.
Ve dönüp, inzivaya çekildi tekrar yine.
Buyurdu ki: (Faydalı olsaydım size eğer,
Beni görüp, ağaçtan kaçmazdı o serçeler.)
Bir yıl daha geçince, toplandı yine o halk.
Dediler ki: (Efendim, yeter artık bu firak.
Sizin ayrılığınız, yakıyor içimizi.
Çıkıp nurlandırınız sohbetle artık bizi.)
Yine dayanamayıp, son verdi inzivaya.
Bu sefer o serçeler, uçmadılar havaya.
Bilakis ona doğru uçup kanat çırptılar.
Sevinç gösterisiyle, onu karşıladılar.
O zaman rahat edip, başladı sohbetine.
İlim ve hikmet saçtı insanların kalbine.
Lakin ona, bir kişi, kalben etti itiraz.
Onun bir kelamını hatalı buldu biraz.
Bir Kur'an-ı kerimi saklayarak koynuna,
Gitti ki, hatasını söylesin güya ona.
Kapısını çalıp da, girince içeriye,
Sordu o evliya zat: (Ne için geldin?) diye.
İstifade etmeye geldim dedi o adam.
Zira onun heybeti, kaplamıştı onu tam.
Buyurdu: (Koynundaki kitabın bir yerini,
Oku da öğrenelim, hakiki niyetini.)
Hayret ve şaşkınlıkla Kur'anı çıkararak,
Başladı okumaya, bir yerini açarak.
Lakin okur okumaz, daha çok etti hayret.
Zira (Şuayb) Nebiden bahsederdi o âyet.
Ve buyurur idi ki mealen o âyette:
(Onu yalanlayanlar, ziyan etti elbette.)
Ebu Midyen’in dahi, (Şuayb)dı asıl adı.
O bunu okuyunca, anladı hakikatı.
Buyurdu: (Öyle doğru olmalı ki bir kişi,
Olmamalı ömründe, asla eğri bir işi.
Öyle çok korkmalı ki, günah ile haramdan,
Asla yanaşmamalı günaha hiçbir zaman.
Öyle çok din gayreti olmalı ki kişinin,
Kendini unutmalı, islama hizmet için.
Öyle çok anmalı ki bir kul Yaradanını,
Onu hatırlamadan, geçmemeli bir anı.
Ölümü, öyle yakın bilmeli ki kendine,
Asla tutulmamalı, bir dünya emeline.
Ey insan şunu bil ki, öleceksin sen dahi.
Hiç günah işleme ki, azap çetin Vallahi.
Her ne ki işledinse dünyada hata, günah,
Hepsinin hesabını, soracak senden Allah.
Bakılmaz ahirette, hem mal-ü emvaline.
Hesabı veremezsen, yazık olur kendine.)
.
Ne oldu, anlamadık
Bir gün, müslümanlarla frenkler, bir mahalde,
Savaşa tutuşmuştu, bir aylık uzak yerde.
Frenklerin kuvveti, üstündü müminlerden.
Galip geliyorlardı savaşta bu sebepten.
Lakin savaşırlarken o yerde iki ordu,
O anda Ebu Midyen, Fas’ta bulunuyordu.
Birden çıktı dışarı kılıcını çekerek.
Başladı savurmaya, ediyordu sanki cenk.
Sanki düşman askeri var idi de karşıda,
Kelleler düşüyordu, her kılıç sallayışta.
Bir müddet, öyle kılıç sallayıp, sonra durdu.
Dedi: (Elhamdülillah, frenkler mağlub oldu.)
Dediler ki: (Efendim, ne oldu, anlamadık.
Niçin savaşır gibi yaptınız bir aralık?)
Buyurdu: (Filan yerde, bir savaş vardı şu an.
Çok şükür galip geldik, küffar oldu perişan.)
Aradan bir ay geçti, döndüler mücahitler.
Hemen Ebu Midyen’in huzuruna geldiler.
Dediler ki: (Efendim, tam mağlub oluyorduk.
O anda, en ön safta bakınca, sizi bulduk.
Sizin gayretinizle, biz de coştuk o ara.
Allah’ın yardımıyle galip geldik onlara.)
Halbuki bu iki yer arasında, o zaman,
Bir aylık bir mesafe var idi en azından.
Bir gün de, ahbabıyla evde oturuyordu.
Başını öne eğmiş, tefekkür ediyordu.
Bir ara, seslendi ki başını kaldırarak:
(Ben dahi onlardanım, öyledir, doğru elhak!)
Ordakiler , hiçbir şey anlamadılar bundan.
Dediler ki: (Efendim, nedir o doğru olan?)
Buyurdu: Abdülkadir Geylani, şu saatta,
Şöyle buyurdular ki, bir kürsüde Bağdat’ta:
( Benim iki ayağım, bu devirde bulunan,
Evliyanın boynunun üzerindedir el’an.)
Onun bu kelamını duydum da biraz önce,
Doğru söylediğini, tasdik ettim hemence.
O günün tarihini, bir tarafa yazdılar.
Sonra, bunu Bağdat’tan sorup araştırdılar.
Ve tesbit ettiler ki, gerçekten Gavs-ül a’zam,
Aynı gün ve saatte buyurmuş böyle kelam.
Buyurdu: (Kul odur ki, büküktür boynu daim.
Der ki: Bu günahlarla n’olacak benim halim?
Bu düşünce içinde, haya eder Allah’tan.
Allah korkusu ile, kaçınır her günahtan.
Ömür sermayesini, boş geçirmez o asla.
Sarılır ibadete, hizmet eder ihlasla.
İyi amellerini unutur, hatırlamaz.
Lakin günahlarını, bir an bile unutmaz.
Unutur, kendisine yapılan eziyeti.
Ve lakin hiç unutmaz, ölüm ve ahireti.)
Buyurdu: (İnsanlara hizmet de ibadettir.
Yalnızlıkta şöhret var, bu da büyük afettir.
Hak aşığı olan kul, çekilmez bir kenara.
Bütün gayreti ile, hizmet eder kullara.
İnsanlar, güruh güruh ateşe giderken hep,
Onları kurtarmaktan, mühim iş var mı acep?
.
Sakın onu boşama!
Bir kimse var idi ki, onun talebesinden,
Bir gün, çok sinirlendi zevcesine bir şeyden.
Ve onu boşamaya, karar verdi pek kesin.
Sabah da, medreseye çıkıp gitti ders için.
O içeri girince, üstadı Ebu Midyen,
Buyurdu ki: (Zevceni boşama sakın hemen.)
Talebe çok şaşırıp, arz etti ki: (Efendim,
Ben bu meselemizi, kimseye söylemedim.)
Buyurdu: (Sen kimseye söylemedin ise de,
Bu, açıkça yazılı giydiğin elbisede.
Oradan okuyarak, vakıf oldum buna ben.
Lakin öyle kızıp da, boşama onu hemen.)
Bir gün de bu büyük zat, bir yoldan gidiyordu.
Bir arslanı gördü ki, bir merkebi yiyordu.
Sahibi de, uzaktan seyrediyordu bizzat.
Mani olamıyordu zavallı buna fakat.
Ebu Midyen Magribi, gördü bu hadiseyi.
Çok üzülüp, yanına çağırdı o kimseyi.
Buyurdu: (Şu arslanın, git tut da kulağından,
Götür, merkep yerine, artık hep onu kullan.)
(Ben korkarım) deyince, buyurdu: (Korkma asla.
Götür bak, hizmet eder o sana daha fazla.)
Adam (Peki) diyerek, yanına yaklaştı ve,
Üzerine binerek, ayrılıp gitti eve.
Muhyiddin -i Arabi anlatır ki: Bir kere,
Bir arkadaşım ile, gittik dağlık bir yere.
O dağda, karşımıza çıktı koca bir yılan.
Konuşacakmış gibi, bize baktı bir zaman.
Biz ona selam verdik, o cevap verdi bize.
Sonra da sual etti: (Neredensiniz?) diye.
Biz Endülüs deyince, sordu Ebu Midyen’i.
Dedi: (Halk biliyor mu bu zatın kıymetini?)
Dedik: (Çok var ise de kıymetini bilenler,
Çıkıyor ara sıra, şöyle böyle diyenler.)
Dedi ki: (Şaşıyorum ben şu Ademoğluna.
Halbuki evliyalık bahşetti Allah ona.
Cümle hayvanlar bile, eğerken ona boyun,
O, nasıl insandır ki, kadrini bilmez onun?)
Nasihat istemişti bir kişi kendisinden.
Buyurdu: (Emin olma, küfür tehlikesinden.
Nasıl bir kelimeyle girilirse imana.
Yine, bir kelimeyle çıkabilir, aman ha!
Bundan korunmak için, bir müslüman, en evvel,
Küfrü mucip şeyleri, öğrenmeli mükemmel.
Rabbimiz, bu imanı bizlere etti ihsan.
Cennete, bu imanla gidecek cin ve insan.
İman nimeti için, şükrederiz Allah’a.
Zira bundan kıymetli bir nimet olmaz daha.)
Biri dahi nasihat istedi kendisinden.
Buyurdu ki: (Evladım, emin olma nefsinden.
Zira o, düşmanındır, aldanma ona sakın.
Hatta o, özellikle düşmanıdır Allah’ın.
Dünyada, ondan ahmak bir varlık yoktur daha.
Ona aldanan kimse, erişemez felaha.)
.
Bilse bilse, o bilir
Hadiste buyuruldu: (Bir mümin vefat etse,
Cennetin bir yarısı verilir o kimseye.)
Bu hadisi, bir yerde, ilim talebeleri,
Okudular ise de, anlamadı hiç biri.
Dediler: (Bu hadiste anlatılmak istenen,
Nedir acep, biz bunu anlamadık yakinen.
Mesela iki mümin, şu an ölmüş olsalar.
Cennetin tamamını, onlar mı paylaşırlar?
Bundan böyle anlamak, pek de uygun değildir.
Öyleyse bu hadisin manası peki nedir?
Sadece Ebu Midyen tam cevap verir buna.)
Diyerek, hepsi kalkıp gittiler huzuruna.
Lakin onlar sormadan, buyurdu: (Hoş geldiniz.
O hadis-i şerifi çok mu merak ettiniz?
Orada kastedilen mana-yı asli şudur:
Kul, kendi Cennetinin yarısına kavuşur.
Yani mümin ölüp de, girer girmez kabire,
Bir pencere açılır Cennetinden o yere.
Kabrinden, Cennetini seyre dalar, sevinir.
Oradan sergi gelip, mezarına serilir.
Sonra, güzel kokular yayılır mezarına.
Bu, kavuşmak demektir Cennetin yarısına.
Diğer yarısı dahi, mahşer, hesap ve mizan,
Ve Sırat’ı geçince, edilir ona ihsan.)
Onlar bunu duyunca, hayrette kaldı hepsi.
Artık geri dönmeyip, oldular talebesi.
Evliyadan biri de, şeytanı gördü bir an.
Sordu: (Ebu Midyen’le, nasıldır senin aran?)
Dedi: (Ondan korkarım, herkesten daha fazla.
Zira hiç işletemem bir günah ona asla.
Verecek olsam bile bir vesvese ona ben,
Deryaya bevl etmeye benziyor o da aynen.
Nasıl kirlenmez ise okyanus bir bevl ile,
Onun nurlu kalbi de, kirlenmez işte böyle.
Vesvesem, hiç kalıyor onun kalbi yanında.
Deryada damla gibi, kayboluyor anında.)
Ebu Midyen buyurdu: (İlim, bir ganimettir.
Hiç günah işlememek, hakiki afiyettir.
Sükut eden kurtulur, konuşan ziyan eder.
Zira konuşmak değil, susmaktır asıl hüner.
İnsanlardan bekleyen, bulamaz asla huzur.
Zira o da nihayet, kendi gibi bir kuldur.
Kuldan değil, Allah’tan istemeli ki insan,
O, sonsuz rahmetinden, herkese eder ihsan.
Kim almayı, vermekten görürse daha tatlı,
Bu yolda bulunmaya, olamaz liyakatlı.
Fakirliğin, bir nuru vardır ki kendine has,
Gizlendikçe durur hep, açıklayınca kalmaz.
Veli tanınan biri, terk etse bir edebi,
Ondan kaçmalıdır ki, zarar verir sohbeti.
Az da olsa, nefsine uyarsa biri şayet,
O, nefsine esirdir, değildir hür ve serbest.
Dinin emrine uymak, tam huzuru bulmaktır.
Dinden yüz çevirmekse, ateşle oynamaktır.)
.
81 - SELAHADDİN EYYUBİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Âlim ve sultandı
Fıkıh âlimi olup, ayrıca bir sultandır.
Eyyubi devletinin temelini atandır.
Binyüzotuzyedi’de Tekrit’de doğan bu zat,
Binyüzdoksanüç’te de eyledi Şam’da vefat.
Henüz çocuk çağında, başladı tahsiline.
Sonra fıkıh ilminin, vakıf oldu hepsine.
Önce fıkıh âlimi, sonra sultan olmuştur.
Ani ve isabetli kararları meşhurdur.
Kuvvetli bir zekaya sahip olan bu kişi,
İstişare ederdi ehli ile her işi.
Müşavere sonunda, varınca bir karara,
Bu varılan karardan, dönmezdi artık asla.
Öyle çok severdi ki, âlimlerle sohbeti,
Yok idi ona göre, başka şeyin kıymeti.
Kitaplarla uğraşmak, ilim mütala etmek,
En çok lezzet aldığı, sevdiği şeylerdi pek.
Âlimlerden, kitaptan ayrılsaydı eğer ki,
İdama gitmek gibi gelirdi ona sanki.
(Mesut o kimsedir ki, henüz hayatta iken,
Dünya muhabbetini, çıkarmıştır kalbinden.)
Bu hadis-i şerife çalışırdı uymaya.
O, dünyadan kaçtıkça, akardı ona dünya.
(Bir kimsenin arzusu, ahiret ise, elhak,
Hizmetçi yapar ona, dünyayı cenab-Hak.)
Bu hadis-i şerifin manası ve hikmeti,
Bu mübarek sultanda tecelli etti sanki.
Zira kısa zamanda, Mısır’ın, Suriye’nin,
Sultanı olmuş idi daha bir çok yerlerin.
İslama hizmet ile geçti bütün hayatı.
Yaydı hep o yerlere, iman ve itikadı.
Kudüs-ü şerifi de, ederek hayli gayret,
Zabtetti kâfirlerin ellerinden nihayet.
Bunu hazmedemeyen Avrupalı haçlılar,
Altıyüzbinden fazla bir ordu çıkardılar.
Selahaddin Eyyubi, sahipken az kuvvete,
Bu büyük orduyu da, uğrattı hezimete.
Sarayda oturup da, eylemedi hiç rahat.
İslama hizmet için, etti hep harp ve cihad.
Ölüm döşeğinde de, çağırıp evladını,
Şöylece yaptı ona, en son nasihatını:
(Ey oğlum, nasihatım şudur ki sana şu an:
Allah korkusu ile yaşıyasın her zaman.
Çünkü her iyiliğin ve her hayrın kaynağı,
Allah korkusu ile yaşamaktır devamlı.
Onun emrine uyup, sakın ki yasağından,
Sana, muvaffakıyet nasib etsin Yaradan.
Sakın halka zulmetme, iyilik etmeye bak.
Zira rahmet edene, rahm eder cenab-ı Hak.
Onlara sert davranma, şefkat eyle ve acı.
Yoksa senden olurlar, mahşer günü davacı.
Onlar, Hak teâlânın sana emanetidir.
Mütevazı davran hep, yapma hiç gurur, kibir.
Bil ki, kazandığımız şan, şeref ve itibar,
İyi işlerimizden olmuştur pek aşikâr.
Herkesin hukukuna eyle ki tam riayet,
Kul hakkından kurtulmak, çetindin o gün gayet.
Allah, affetse bile sair çok günahları,
Helallık almadıkça, affolmaz kul hakları.)
.
Çok mütevazı idi
Selahaddin Eyyubi, bir ömrü müddetince,
İslama hizmet için gayret etti bir nice.
Ölüm hastalığına nihayet yakalandı.
Vefat edeceğini, firasetle anladı.
Sandıktan, kefenini getirterek en evvel,
Mızrağının ucuna bağlattı onu güzel.
Sonra da, bir tellala vererek onu hemen,
Dedi: Bu kefenimi götür de ben ölmeden,
Sokak sokak gezdirip, bağır ki: (Ey ahali!
Sultan Selahaddin’in işte budur son hali.
Kazanmışken bu kadar itibar, şan ve şöhret,
Dünyadan, bu kefenle gidiyor en nihayet.)
Sultanın bu emrine, (Peki) deyip o tellal,
O kefeni gezdirip, nida etti bu minval.
Onun son yaptırdığı bu manalı hareket,
Dünya mağrurlarına, oldu bir ders ve ibret.
Son nefesinde dahi, âlimler sohbetini,
Dinledi, hem okunan Kur'an tilavetini.
Binyüzdoksanüç yılı, Safer yirmiyedi’de,
Bu geçici âlemden göçtü ebediyete.
Onun, vezirleriyle, öyle idi ki hali,
Samimi konuşurdu bir arkadaş misali.
Herkese de, rıfk ile hareket ettiğinden,
Herkes, her arzusunu söylerdi çekinmeden.
Her hangi bir vatandaş, gelse idi yanına,
Sultanla olduğunun, varamazdı farkına.
Öyle çok mütevazı idi ki çünkü sultan,
En ufak bir korkuya, kapılmazdı o insan.
Bir arkadaşı ile oturursa o nasıl,
Öyle rahat, korkusuz otururdu velhasıl.
Çünkü o, görmezlikten gelirdi kusurları.
Kızmayıp, hoş tutar ve kırmazdı insanları.
Asık suratlı durmaz, tebessüm ederdi hep.
Asla boş çevirmezdi, her kim ne etse talep.
Çok nazik davranırdı insanların hepsine.
Bir şey söz verse idi, getirirdi yerine.
Müslüman ve küffardan, yoktu onu sevmeyen.
Bu yüzden o ölünce, kalmadı üzülmeyen.
O, asla ayırmazdı teb’asından kendini.
Elbisesini bile, giyerdi onlar gibi.
Çok mühim işler ile meşgul olurken bile,
Derhal ilgilenirdi talep sahipleriyle.
Hatta bir gün, küffarla savaştıkları bir an,
Bir kadın, bir derdini edince ona beyan,
Dedi ki: (Bak şu anda, biz savaş halindeyiz.
Yarın gel, bu işini o zaman hallederiz.)
Dedi: (Yarın gelemem, işim şimdi hallolsun.
Yapamayacakdıysan , ne için sultan oldun?)
(Peki öyleyse) deyip, işini halletti tam.
Ve helallık dileyip, savaşa etti devam.
Bir gün hizmetçisine, (Ilık su getir) dedi.
O ise önce kaynar, sonra soğuk getirdi.
Yine de hiç kızmayıp, dedi ki: (Sübhanallah!
İstediğimiz suyu içemiyoruz her gah.)
Bir çok hazinelere sahip olduğu halde,
Yaşadı asker gibi, mütevazı ve sade.
Öldüğünde, bir altın, bir de gümüş parası,
Çıktı ki, bundan gayri yoktu malı, eşyası.
.
82 - SÜLEYMAN HAKİM ATA (Rahmetullahi Aleyh
.
Bir talebem varmış
Türkistan’da yetişen evliyadan biridir.
Ahmed-i Yesevi’nin halis talebesidir.
Küçükten hevesliydi ilme ve okumaya.
İlk Kur'anı öğrendi çocukken henüz daha.
O, mektebe giderken, diğer çocuklar gibi,
Boynuna asmıyordu Kur'an-ı kerimini.
Onu altından tutup, gösterirdi çok edep.
Ve göğsü hizasının üstünde tutardı hep.
Gittiği mektebe de, çok saygı duyuyordu.
Bu yüzden, o tarafa sırtını dönmüyordu.
Sırt çevirmemek için sevgili mektebine,
Çıkınca, arka arka gidiyordu evine.
Bir gün, Ahmed Yesevi görünce böyle onu,
Anladı, o çocukta bir cevher olduğunu.
Anne ve babasının rızalarıyle hemen,
Yanına aldı onu, o günden itibaren.
Onbeş yaşına kadar, bu islam büyüğünün,
Huzur ve sohbetiyle olgunlaştı gün be gün.
Bir gün, Hazret-i Hızır, Ahmed-i Yesevi’yle,
Sohbet ediyorlardı muhabbet ve sevgiyle.
Mevsim kış olduğundan, yakmak için sobada,
Odun getirdiyse de, kalmamıştı odada.
Getirmeleri için, hemen Ahmed Yesevi,
Gönderdi Süleyman’la, bir iki talebeyi.
Onlar odun toplayıp, dönerlerken, bir ara,
Aniden tutuldular, şiddetli bir yağmura.
Odunlar, o yağmurdan ıslandı tamamiyle.
Lakin Süleyman’ınki ıslanmadı az bile.
Çünkü o, paltosunu çıkarıp üzerinden,
Odunları, onunla güzelce sardı hemen.
Kendi ıslandıysa da yağmurdan hayli fazla,
Yine odunlarını ıslatmadı o asla.
Gördü hazret-i Hızır, bu kuru odunları.
Dedi: (Nasıl getirdin ıslatmadan bunları?)
Dedi ki: (Elbisemi örttüm üzerlerine.
Zira girmez yaş odun, üstadımın evine.)
Alınca ondan böyle, hakimane bir cevap,
Beğenip, kendisine ihsan etti bir lakab.
Dedi ki: (Ey Süleyman, kalbin nur ile dolsun.
Badema senin adın, Süleyman Hakim olsun.)
Şöyle dua eyledi sonra da el açarak:
(İstifade etsinler feyzinden binlerce halk.)
O andan itibaren, Süleyman Hakim, artık,
Hikmetler söylemeye başladı açık açık.
Ahmed-i Yesevi’den duyduklarını, tek tek,
Aktardı insanlara şiirler söyleyerek.
Bir gün de Yesevi’nin mübarek dergahında,
Bir kısım talebesi toplanmıştı yanında.
Vakta ki öğlen oldu, kalktılar hep o saat.
Yesevi imam oldu, talebeler cemaat.
O ara, çok şiddetli bir gürültü ve bir ses,
Olunca, namazları bozdular hemen herkes.
Yalnız Süleyman Hakim bozmamıştı namazı.
O dahi işitmişti halbuki bu avazı.
Üstadı selam verip, çıktığında namazdan,
Baktı, yalnız o kalmış namazını bozmayan.
Dedi: (Bu hadiseyle anladım ki şunu hem,
Çok değil, bir taneymiş meğer benim talebem.)
.
Deve nerede durursa
Ahmed-i Yesevi’den feyiz ve nur alarak,
Süleyman Hakim Ata, yetişti tam olarak.
Ve şöyle buyurdu ki üstadı en son ona:
(Yarın seher vaktinde, bir deve gelir sana.
O deve geldiğinde, üzerine binesin.
O nerede durursa, sen de orda inesin.)
(Peki) deyip, o sabah bindi gelen deveye.
Deve, bir yöne doğru başladı yürümeye.
Serbest bırakmış idi Hakim Ata yuları.
O, bildiğine göre alıyordu yolları.
Harezm’e geldiğinde, deve çöktü bir yere.
Yeşil ve ağacı bol bir yerdi o bölge de.
İneceği o yerin, burası olduğunu,
Anlayıp, indi hemen, tamam etti yolunu.
Orası, Buğra Han’ın, at ve hayvanlarının,
Otladığı bir yerdi Türkistan diyarının.
Atların sahipleri, görüp onu ilerden,
Dediler ki: (Ey kişi, uzaklaş sen bu yerden.)
Buyurdu: (Ey insanlar, ben bir garip dervişim.
Hem de ben, bu diyara, bir emirle gelmişim.)
Onlar, zor kullanmaya başlayınca, o ara,
Seslendi Hakim Ata ordaki ağaçlara.
Dedi ki: (Ey ağaçlar, tutun şu insanları!)
Ağaçlar, dallarıyle sardı hemen onları.
Yalnız iki tanesi, güçlükle kurtuldular.
Koşarak, Buğra Han’a gidip haber sundular.
Evliya kişilere, saygısı çoktu onun.
Aldığı bu habere, sevinip oldu memnun.
Dedi ki: (Teşrif etmiş bir veli ülkemize.
İhsan-ı ilahidir Rabbimizden bu bize.)
Derhal adamlarından göndererek birini,
Dedi ki: (Git de öğren, bunun hakikatini.)
O kişi ata binip, vardığında o yere,
Gördüğü manzarayla, şaşırdı birden bire.
Zira bakıp gördü ki, ağaçların dalları,
Kıskıvrak bağlamışlar bir kısım adamları.
Ağaçlar seslendi ki: (Allah’ın bir dostuna,
Saldıranların hali, böyle olur sonunda.)
Sonra, Hakim Ata’nın duasıyle, o dallar,
Gevşeyince, o halden kurtuldu o adamlar.
O zat, Hakim Ata’nın, geldi sonra yanına.
Onu alıp, birlikte geldiler Buğra Han’a.
Han’ın, (Anber) isminde güzel bir kızı vardı.
Onu, Hakim Ata’ya verdi ve nikahladı.
Ve çeyiz olarak da, çok deve, koyun ve at,
Verip, bu evliyayı kendine yaptı damat.
Sonra, cümle ahali ve bahusus kendisi,
Bu Allah adamının, oldular talebesi.
O, burada yerleşip, mekan tuttu nihayet.
İnsanların kalbine, saçtı nur ve hidayet.
Bildirmek suretiyle islamın ahkamını,
Yıllarca irşad etti o yörenin halkını.
Vefat ettikten sonra, taşarak Ceyhun nehri,
Kırk yıl, sular altında kalmıştı kabir yeri.
Bir gece, bir velinin girerek rüyasına,
Kabrinin bu halini, söyledi bizzat ona.
Kabrini tarif edip, buyurdu ki nihayet:
(Beni bulup, üstüme güzel türbe bina et.)
Bu manevi ikazı alan o veli kişi,
Gelip buldu o kabri ve halletti bu işi.
(Herkes yahşi biz yaman, herkes buğday biz saman.)
Bu sözü, Hakim Ata demiştir ta o zaman.
(Her gördüğünü Hızır, her geceyi kadir bil.)
Bu da, Hakim Ata’dan olmuştur bize nakil.
.
83 - ABDULLAH EL YUNEYNİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Şaraplar sirke oldu
Şam şehrinde yetişen büyük bir evliyadır.
Künyesi, Ebül Osman, adıysa Abdullah’tır.
Binyüzotuzaltı’da dünyaya gelen bu zat,
Seksen yaşına yakın, eyledi Hakk’a vuslat.
Bir gün dereye indi, abdest almak üzere.
Bir nasrani, katırla geliverdi o yere.
Katır, şarap yüklüydü, köprüyü geçiyorken,
Hayvan ürküp, yükleri üstünden attı birden.
Abdullah el Yuneyni, görüp bu hadiseyi,
Yardım etmesi için, çağırdı bir kimseyi.
İkisi beraberce, koştular ona hemen.
Yükleri, o katıra yüklediler tamamen.
Nasrani duygulanıp, sevindi gayet buna.
Teşekkür eyleyerek, devam etti yoluna.
O yardım eden ise, düşündü ki o saat:
Ne için yardım etti kâfire bu veli zat?
Takib etti ardından nasraniyi gizlice.
Ki, Acep şarapları ne yapacak gidince?
Nasrani, katırıyla gitti bir yere kadar.
Bir şarap dükkanının önünde kıldı karar.
Meğer satmak üzere getirmiş o onları.
İndirdi şarap yüklü bildiği bidonları.
Ve lakin o şarapçı, bağırdı ki pür telaş:
(Ben şarap istemiştim, sirke değil arkadaş!)
Nasrani de şaşırıp, hayret etti o anda.
Baktı ki, hakikaten sirke var her bidonda.
Dedi: (Bunlar şaraptı, sirke olmuş, çok hayret.)
O anda kendisine, geldi birden hidayet.
Katırını bağlayıp, döndü hemen geriye.
Geldi hem ağlayarak, bu mübarek veliye.
Ellerini öperek o islam büyüğünün,
Müslüman olmak ile, şereflendi aynı gün.
Yine bu mübarek zat, bir Cuma sabahında,
Cuma namazı için, gusl etti dergahında.
Cumayı kıldırarak, çağırdı müezzini.
Dedi: (Sen bilir misin cenaze hizmetini?)
O, (Bilirim) deyince, buyurdu: (Öyle ise,
Yarın vefat edersem, sen hizmet eyle bize.)
Bir şeyler sezer oldu müezzin bu sözlerden.
Dedi: (Hizmetindeyiz efendim biz cümleten.)
Camiden ayrılarak sonra bu büyük veli,
Bir ağacın altında, topladı talebeyi.
Uzun sohbet eyleyip buyurdu ki bu kere:
(Beni, vefat edersem defnediniz şu yere.)
Ertesi gün mescitte, o sabah namazını,
Kıldırıp, uzun yaptı dua ve niyazını.
Sonra kıbleye dönüp, başını eğdi öne.
Cemaat beklerdi ki, birazdan kalkar yine.
Ve lakin kalkmayınca yerinden o bir saat,
Baktılar, vefat etmiş yerinde o büyük zat.
Müezzin, hatırlayıp dünkü vasıyetini,
Yaptı hep ağlayarak cenaze hizmetini.
Ve yine defnettiler vasıyeti üzere,
Gösterdiği ağacın altındaki o yere.
.
84 - ABDULLAH EL ACEMİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Ağaçlar secde etti
Binikiyüzkırkiki yılında doğan bu zat,
(Bire) yakınlarında, bir köyde sürdü hayat.
O beldenin sultanı, iyiydi fevkalade.
Âlim ve evliyayı severdi pek ziyade.
Bu zatın bulunduğu köye geldi bir vakit.
Baktı ki, bir bahçede çalışıyor bir yiğit.
Bahçıvanlık yapardı, genç idi hem o zaman.
Bir tane nar istedi görünce onu sultan.
O da, bir nar koparıp, sultana verdi, fakat,
Nar ekşi çıktığından, çok utandı o saat.
Zira hiç bakmamıştı o narların tadına.
Derhal namaza durup, yalvardı Allah’ına.
O secde ettiğinde, cümle ağaç ve otlar,
Onun ile birlikte, hep secdeye yattılar.
Hak teâlâ, sultanın gözlerinden, perdeyi,
Kaldırınca, o dahi gördü bu hadiseyi.
Baktı ki, evliyadan bir kişidir işbu zat.
Hemen attan inerek, eyledi çok iltifat.
Dedi: (Bir istirhamım vardır ki benim senden,
Begayet sevinirim eğer kabul edersen.
Şöyle ki, bir kızım var, güzel ve ehl-i namus.
Onu, sana vermeyi istiyorum bahusus.)
Dedi ki: (Olur ama, yok bir şeyim dünyalık.
O ise sultan kızı, değil ki bana layık.)
Dedi: (Hiç mühim değil bu işte mal ve servet.
Şereftir bizim için, yeter ki sen kabul et.)
Sonra evine gidip, söyledi hanımına.
O dahi kabul edip, sevindi hem de buna.
Kızının çeyizini, yükletti yüz deveye.
Gönderdi bu velinin bulunduğu beldeye.
Ona haber verdiler kervanın geldiğini.
Çıktı karşılamaya o da yeni gelini.
Lakin taht-ı revanda oturan hanımına,
Dedi: (Ey sultan kızı, hoş geldin, gel bu yana.
İn o taht-ı revandan, bura yokluk evidir.
Saray yoktur burada, evin, şu kulübedir.
Hem o üzerindeki süslü elbiseleri,
Çıkarıp da yerine, giyin şu eskileri)
O, hiç yadırgamadan (Peki) dedi hepsine.
Onunla evlenmeyi nimet bildi nefsine.
Bir gün, bu evliyayı, diğer bazı veliler,
İşitip, kendisini ziyarete geldiler.
Baktılar, temizliyor otlarını bahçenin.
Dediler ki: (Ne kadar zor imiş işin senin.)
Birisi, bir işaret eyledi o otlara.
Bir yere toplandılar bütün otlar o ara.
(Niçin böyle yaptınız?) deyince o veli zat,
Dedi: (Arzu ettim ki, görülsün işin rahat.)
Buyurdu ki: (Fakat biz, böyle istemiyoruz.
Biz, alın terimizle kazanmak istiyoruz.)
Bir işaret eyledi otlara kendi yine.
Dağıldı bütün otlar bu defa yerlerine.
Onlar bunu görünce, hepsi af dilediler.
Ona talebe olup, hizmetine girdiler.
.
85 - ALİ BİN HÜSEYİN EL HARİRİ (Rahmetullahi Aleyh
.
Keramet sahibiydi
Harran’ın Büsr köyünde dünyaya gelen bu zat,
Binikiyüzkırkyedi yılında etti vefat.
O zamanlar, zalim ve çok gaddar bir hükümdar,
Vardı ki, insanlara yapardı zulüm, zarar.
O, bu zatın olduğu köye yakın gelince,
İnsanlar bunu duyup, korkuya düştü nice.
Bu zata dediler ki: (Efendim, dua edin.
Allah, onun şerrinden eylesin bizi emin.)
Buyurdu ki: (Korkmayın, korkak olur zalimler.
Ben ona emrederim, burada durmaz, gider.)
Sonra, bir talebeyi yanına alaraktan,
O zalimin yanına teşrif etti korkmadan.
Heybet ve şiddet ile geçerek karşısına,
Buyurdu ki: (Bu zulüm, payidar olmaz sana!)
Sonra da, asasını sertçe yere vurarak,
Buyurdu ki: (Bu köyü, terk et acil olarak!)
Hiçbir şey diyemedi o zalim bu veli’ye.
Başını öne eğip, dönüp gitti geriye.
Talebeden biri de, niyet etti hac için.
Gelip bu üstadından, gitmeye aldı izin.
Sonra bu büyük veli, verdi ona bir cüzdan.
Buyurdu: (Yol boyunca, bundan harca ve kullan.)
(Peki) deyip gitti ve yolda açtı cüzdanı.
Tek (bir dirhem) görünce, sıkıldı biraz canı.
Düşündü ki: (Neyime yeter benim bir dirhem?
Bu, yalnız iki günlük masrafa kâfidir hem.)
Harcadı sonra onu, bir ihtiyaç yerine.
Cüzdanı açtığında, (bir dirhem) gördü yine.
Buna çok hayret edip, düşündü ki bu sefer:
(Bir değil, iki dirhem var imiş bunda meğer.)
Lakin az daha sonra bakınca cüzdanına,
(Bir dirhem) daha görüp, aklı geldi başına.
Dedi: (Bu, üstadımın açık kerametiymiş.
Elbette yol boyunca, bana kâfi gelirmiş.)
Bir gün de talebeyle, bir yere gider iken,
Başka bir veli ile, karşılaştılar birden.
O sırada o yerden, bir sürü geçiyordu.
Talebeden birine bakıp şöyle buyurdu:
(Bak, şu iri boynuzlu, beyaz bir koyun var ya,
Git onu yakalayıp, tut ve getir buraya.)
(Peki) dedi ise de, almadı aklı bunu.
Dedi: (Hiç alınır mı başkasının koyunu?
Beni, imtihan için gönderiyor mutlaka.
Lakin onu yiyip de, giremem ben bu hakka.)
O, böyle düşünerek, getirdi o koyunu.
O velinin emriyle, yediler kesip onu.
Az sonra, biri geldi koşarak bu veli’ye.
Sordu: (Hiç buralardan geçti mi sürü?) diye.
O, (Geçti) buyurunca, dedi ki: (Ey efendim!
Size vermek üzere, bir nezrim vardı benim.
O sürünün içinde, boynuzlu, iri, beyaz,
Bir koyun var idi ki, edecektim size arz.)
Buyurdu: (Yedik bile biz onu, etme merak.)
Adam dedi: (Çok şükür, yerini bulmuş adak.)
.
Herkese merhamet et!
İslam âlimlerinden, çok büyük bir velidir.
Nasihat ve sözleri, kalpleri etti tenvir.
O, bir gün sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
İlim, edep ve haya üzere ol her zaman.
İslam âlimlerinin üstün eserlerini,
Oku, sindir gönlüne onların sözlerini.
Çalış, tahsil eyle ki fıkıh, tefsir ve hadis,
Zira insan, ilimle olur üstün ve aziz.
Sana yakışacak şey, edep, haya, tevazu.
Zira yüksek dağlardan aşağıya akar su.
Dünya düşkünleriyle olma ki hiç arkadaş,
O seni, felakete sürükler yavaş yavaş.
Yemeği helalden ye, kahkaha atma asla.
Zira gönlü öldürür, gülersen eğer fazla.
Herkese merhamet et, kimseyi görme hakir.
Helak eder insanı zira gurur ve kibir.
Hiç etme kimse ile münakaşa ve cidal.
Zira bu, yolumuzda sayılmaz iyi bir hal.
Dost ile münakaşa, azaltır muhabbeti.
Düşman ile olursa, çoğaltır adaveti.)
Yine bir sohbetinde, bu büyük evliya zat,
Tasavvuftan bahisle şöyle etti nasihat:
(Tasavvuf, masivayı kalbinden çıkarmaktır.
Yalnız Hak teâlâya gönlünü bağlamaktır.
Tasavvuf’un gayesi, işte bu masivanın,
Sevgisini, kalbinden atmasıdır insanın.
Hatta öyle olur ki, büsbütün unutulur.
Ve lakin bu unutmak, sadece kalpte olur.
Aile efradını, ahbap ve yaranını,
Yine tanır ve bilir bütün yakınlarını.
Rabbine karşı olan ibadet ve taatta,
Daha gayretli olup, işlemez günah, hata.
İnsanlara karşı da, daha dikkatli olur.
Öder kul borçlarını, bunda da yapmaz kusur.
Vardır tasavvufta da çeşitli ayrı yollar.
Lakin aynı kaynaktan hepsi feyiz alırlar.
Kaynak, Resulullahın mübarek kalpleridir.
Herkese, bu kaynaktan feyiz ve himmet gelir.
Eshap , bu feyizleri, kaynağından aldılar.
Tabiin-i kiramın kalplerine saldılar.
Onlar da bu nurları, tebe-i tabiine,
Böylece kalpten kalbe, ulaştı ta bugüne.
İşte, bu feyizlere kavuşabilmek için,
Bulunması lazımdır bir evliya kişinin.
Böyle bir evliyayı kim bulur ve severse,
Kavuşur o velinin kalbindeki feyize.
Sevgisi nisbetinde, ondan faidelenir.
Zira sevgi yoluyla, feyizler akıp gelir.
.
86 - EBÜL HASEN-İ ŞAZİLİ (Rahmetullahi Aleyh
.
İbadette ihlas lazım
Evliyanın büyüğü ve hadis âlimidir.
Ehl-i beyt-i Resulden olup, şeriflerdendir.
Binyüzdoksanaltı’da Tunus’da doğan bu zat,
Altmışiki yaşında, eyledi Hakk’a vuslat.
O, Tunus’un Şazile adlı kasabasında,
Doğduğundan, (Şazili) denir halk arasında.
Uzunca boylu olup, buğday benizli idi.
Sözleri gayet fasih, tatlı ve pek vecizdi.
O, bir çok âlimlerin, devam edip dersine,
İslami ilimlerin, vakıf oldu hepsine.
Tefsir, hadis ve fıkıh, sarf, nahiv, sonra lügat,
Ve fen bilgilerinde, oldu büyük bir üstad.
Ceddi Resulullahı, pek fazla seviyordu.
(Nur yüzü, hep gözümün önündedir) diyordu.
Derdi: (Resulullahı, her istediğim zaman,
Görmezsem, ben kendimi Onun ümmeti saymam.)
Kendisi anlatır ki: Bir arkadaşım ile,
Yanıp kavruluyorduk Allah’ın aşkı ile.
Bir mağara içinde, ibadet ediyorduk.
(Kalbimiz açılsa da, veli olsak) diyorduk.
Derdik ki: (Belki yarın, açılır bu kalbimiz.
Bize de, evliyalık nasib eder Rabbimiz.)
Lakin yarın olunca, diyorduk ki biz yine:
(Belki yarın ereriz, velilik nimetine.)
Hep (yarın, yarın) diye, bekliyorduk biz bunu.
Lakin bu yarınların, gelmiyordu hiç sonu.
Biz bu büyük nimeti, bekliyorken her saat,
Bir gün, o mağaraya girdi bir heybetli zat.
Ona, kim olduğunu sual ettik biz hemen.
(Allah’ın bir kuluyum) dedi bize cevaben.
Sonra, bize dedi ki: (Evliya olmak için,
İbadet eylemesi, yakışmaz bir kişinin.
Kalbim, yarın olmazsa, öbür yarın açılır,
Diye taat yapana, doğrusu çok şaşılır.
Ona, sırf Allah için etmedikçe ibadet,
Kurtuluş olamaz ve ele geçmez bu devlet.)
O bunu söyledi ve gaib oldu ortadan.
Biz, anlamış bulunduk hakikati o zaman.
Hemen tövbe istiğfar eyledik Rabbimize.
O an muhabbetullah girdi tam kalbimize.
Yine o anlatır ki: (Bir yere gidiyordum.
Geceleyin, bir dağın üzerinde uyudum.
Dolaştı etrafımda çok yırtıcı hayvanlar.
Yine de, ben onlardan korkmadım zerre kadar.
O sabah, hatırımdan geçti ki şu düşünce:
(Demek ki, ben Allah’a yakınmışım bir nice.)
Dereye indiğimde, baktım var hayli keklik.
Hepsi birden uçunca, geldi bana ürkeklik.
O ara bir ses duydum, dedi: (Ya Ebel Hasen!
Dün, vahşi hayvanlardan korkmamıştın hani sen.
Şimdiyse şu uçuşan kuşlardan korkar oldun.
Çünkü dün bizimleydin, bu gün nefsinle oldun.)
.
Açıldı kalp gözleri
Ebül Hasen Şazili, bir üstad bulmak için,
Memleketi Tunus’tan, Irak’a gitti ilkin.
Orada Ebül Feth-i Vasıti adında bir,
Veliden, istifade etti çok dine dair.
O ise, zamanının en büyük âlimini,
Aramakta idi ki, tenvir etsin kalbini.
Aradığım o âlim, belki budur diyerek,
Onun sohbetlerinden, alıyordu büyük zevk.
Bir gün Feth-i Vasıti, ona bakıp bir ara,
Buyurdu ki: (Sen onu, arama buralarda.
Aradığın o âlim, kendi diyarındadır.
Memleketine dön ki, o kişi oradadır.)
Bu ikaz üzerine, Tunus’a döndü yine.
Ve orada kavuştu o hakiki pirine.
Şerif Ebu Muhammed Abdüsselam adında,
Bir büyük veli olup, yaşardı mağarada.
Ebül Hasen, o dağın altındaki çeşmeden,
Gusl edip, bin şevk ile tırmandı dağa hemen.
O da, Ebül Hasen’in gelmekte olduğunu,
Anlayıp, dışarıda istikbal etti onu.
İsmiyle hitab edip ve bir bir nesebini,
Resulullaha kadar, saydı bütün hepsini.
Ve ona buyurdu ki: (Ya Ali Ebül Hasen!
İlim ve amelinden soyunup şu anda sen,
Tam bir ihtiyaç ile, boşalıp geldin bize.
Ve kazandın hepsini, bizde ne vardı ise.)
O veli, kendisine deyince bu sözleri,
O an Ebül Hasen’in, açıldı kalp gözleri.
O andan itibaren, ona çok etti hizmet.
O dahi kendisine, şöyle etti vasiyet:
(Ey oğlum, birincisi şudur ki nasihatın,
Rabbini unutup da, gaflete dalma sakın.
Bütün uzuvlarınla, tam uy islamiyet’e.
Her günahtan kaçarak, sarıl farz ve sünnete.
İslamın tek emrine edersen muhalefet,
İstidrac olur sende, görülse de keramet.
Harikanın büyüğü, dine mutabaattır.
Yani her bir işini, islama uydurmaktır.
Velilerden olmayı edersen eğer talep,
Her işinde, islama tâbi ol, dine uy hep.
Eğer başkalarına yaparsan bir nasihat,
Dine uymalarını tembih et sen de bizzat.
Çünkü budur hakiki üstünlük ve itibar.
Dine muhalif olan bir amel neye yarar?)
Ebül Hasen Şazili, bu zatın hizmetinde,
Bir kâmil-i mükemmil oldu neticesinde.
İnsanlar, dört bir yandan, demeyip uzak yakın,
Bu zatın huzuruna koştular akın akın.
.
Zahid nasıl olur?
Ebül Hasen Şazili, bir gün sohbet ederken,
Bahsetti bu dünyaya rağbet eylememekten.
Lakin vardı üstünde kıymetli bir elbise.
Vardı cemaatte de gayet fakir bir kimse.
O, kalben düşündü ki: (Hem zühd’den bahsediyor,
Hem kendi, çok kıymetli elbiseler giyiyor.
Birbirini tutmuyor, sözüyle giyinişi.
Aslında benim şu an, hakiki zahid kişi.)
Böyle düşündüğünü anlayıp Ebül Hasen,
Buyurdu ki: (Yanıma gelir misin biraz sen.)
Gidince, o kimsenin eğilip kulağına,
Buyurdu ki: (Bu bapta itiraz etme bana.
Senin üzerindeki elbiseyi görenler,
Zühd sahibi sanarak, sana hürmet ederler.
Sana, bundan dolayı bir gurur gelebilir.
Felakete sürükler lakin seni bu kibir.
Halbuki şu bendeki elbiseyi gören halk,
Beni zahid bilmezler, bu halime bakarak.
Ben de gurur kibirden, olurum böyle halas.
Zaten eski giymekle, insan zahid olamaz.
Ve her kim, çok kıymetli giyse dahi libası,
Elbisenin, zühd ile yoktur bir alakası.)
O fakir, mahcub oldu bunları duyduğunda.
Tövbe istiğfar etti o zatın huzurunda.
O zamanın sultanı, tertib edip ziyafet,
Bu büyük veliyi de saraya etti davet.
Ebül Hasen Şazili, kabul edip daveti,
Sultanın sarayına, yemeğe teşrif etti.
Sultan, karşılayarak gösterdi çok iltifat.
Sonra da, uğurladı kendisi onu bizzat.
Lakin o ayrılınca, bir kısım münafıklar,
Sultana, bu veliyi pek fena tanıttılar.
İftiralar attılar hakkında bu büyüğün.
Sultan dahi inanıp, dedi: (Onu öldürün!)
Emri alan muhafız, üzüldü buna fakat.
Lakin sultan vermişti ona böyle talimat.
Hiç de istemeyerek (Peki) dedi bu emre.
Gitti Ebül Hasen’nin bulunduğu o yere.
Huzuruna çıkarak, dedi ki: (Ey efendim!
Zat-ı alilerine hürmetim çoktur benim.
Allah’ın en sevgili kulusunuz siz şu an.
Lakin böyle bir emir vermiştir bana sultan.
Öyle bir şey yapın ki, siz şimdi bana önce,
Vazgeçsin kararından, sultan onu görünce.)
O, bir taşı gösterip, buyurdular ki ona:
(Şu büyük taşı alıp, götür ver o sultana.)
Muhafız bakar bakmaz, (altın) oldu taş o an.
Hayretten aklı gitti muhafızın başından.
Buyurdu ki: (Al götür, teslim et kendisine.
Bu muazzam serveti, koysun hazinesine.)
Sultan onu görünce, vazgeçti o fikrinden.
Gidip özür diledi Hakk’ın bu velisinden.
.
Şükr edebilmek için
Ebül Hasen Şazili, buyurdu ki bir zaman:
Evde, kendi kendime düşündüm şöyle bir an:
Dedim ki: (Ya ilahi, ne yapsam ki ben acep,
Senin nimetlerine, şükretmiş olayım hep?)
Gaibden ses geldi ki: (Ey Ebül Hasen, dinle.
Şükredici kul olmak istersen amelinle,
Kabul etmelisin ki, dünyada yoktur şu an.
Senin sahip olduğun nimete sahip olan.)
O, bunları duyunca, dedi ki: (Ey Allah’ım!
Bundaki inceliğe, ermedi benim aklım.
Zira biliyorum ki, bu kulundan, kat be kat,
Fazla nimet verdiğin kulların da var fakat.
Mesela Peygamberler, ulema ve sultanlar,
Benden büyük nimete sahiptir elbet onlar.
Onlara, benden fazla bahşetmişken nimeti,
Ya Rabbi, bildir bana buradaki hikmeti.)
Ona ilham oldu ki: (O dediğin kimseler,
O büyük nimetlere kavuşmasaydı eğer,
Sen dahi bu nimete eremezdin muhakkak.
Onların nimeti de senindir, eyle idrak.
Sahip olmasalardı Nebiler bu nimete,
Sen erebilir miydin aklınla hidayete?
Ve yine olmasaydı ulema-i salihin,
Sen, bu doğru imana kavuşabilir miydin?
Âlimler sayesinde, öğrendin imanı sen.
Onların nimeti de, senindir yine zaten.
Ve yine olmasaydı, padişahlık, saltanat,
Oturabilir miydin evinde böyle rahat?
Bunların hepsine de, ortaksın elbette sen.
Şükr için, bu şekilde düşün ey Ebül Hasen!)
Bir kimse de vardı ki, Ebu Abdullah diye,
Çok muhabbeti vardı Hazret-i Şazili’ye.
Her neyin olmasını etseydi eğer talep,
Bu zatın hürmetine dua ediyordu hep.
Onu vesile edip, isteseydi ne zaman,
Allah, o muradını ederdi ona ihsan.
Bir gün, Resulullahı rüyada gördü bu zat.
Ve hemen sual etti Resule şunu bizzat:
Dedi: (Ya Resulallah, Ebül Hasen Şazili,
Diye bir kimse var ki, nasıldır onun hali?
Benim ne ihtiyacım ve derdim olsa biraz,
Onu vesile edip, ederim dua, niyaz.
Duam kabul edilir, hep onun hürmetine.
Sıkıntıdan kurtulup, arzum gelir yerine.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki cevaben:
(Benim evladımdandır Şazili Ebül Hasen.
Her babanın, bir cüz’ü bulunur her evlatta.
Benim vücudumdan da, zerre vardır o zatta.
Kim, benim bir cüz’ümü vesile eder ise,
Bizzat beni vesile etmiş olur o kimse.
Oğlum Ebül Hasen’i vesile edince sen,
Beni vesile etmiş oluyorsun esasen.
Kim benim hürmetime, ne dua etse şayet,
Hak teâlâ elbette, eder ona icabet.)
.
Vefat ve vasiyeti
Ebül Hasen Şazili, her senede bir defa,
Beytullaha giderek, ederdi haccı ifa.
Son defa gittiğinde ve lakin bu büyük zat,
Yanına, kazma, ibrik ve kâfur aldı bizzat.
Sordu talebeleri (Ne için?) olduğunu.
Dedi ki: (Falan yerde anlarsınız siz bunu.)
Ve nihayet hac için, çıktılar sonra yola.
Hamisre nam mevkide, verdiler biraz mola.
Ebül Hasen Şazili, dinlenip orda biraz,
Sonra da cemaatle, kıldılar hepsi namaz.
Talebeler kalkıp da, beklerken sonra onu,
O, seccade üstünde, teslim etti ruhunu.
Talebeler o zaman anlamış oldu ki ilk:
O, ne için yanına almış kazma ve ibrik.
Hemen o kazma ile, kazdılar mezarını.
İbrikle su taşıyıp, yıkadılar naşını.
Ve getirmiş olduğu o kâfurdan da yine,
Koyup, cenazesini defnettiler kabrine.
Tuzlu olduğu için o yerin suyu fakat,
Orada, bu sebepten yetişmezdi pek nebat.
Ve lakin bu velinin o bölgeye defniyle,
Tuzlu su, tatlı oldu onun bereketiyle.
Ekin yetiştirmeye değilken hiç müsait,
O günden itibaren, o yer çok oldu mümbit.
Buyurdu ki: Rüyada Hazret-i Ebu Bekr’i,
Bir gece gördüğümde, bana buyurdular ki:
(Bu dünya muhabbeti, kalbi terk etmiş midir?
En kolay işareti, bilir misin ki nedir?)
Ben, bilemediğimi arz edince cevaben,
Buyurdu: (Öyle ise, dinle ey Ebül Hasen!
Bu alamet şudur ki, bulunca verir, fakat,
Bulmadığı zaman da, yine olur çok rahat.)
Vefatı sırasında, buyurdu: (Kardeşlerim!
Size, mühim olarak şunu demek isterim.
Dünyada en güzel şey, dine hizmet etmektir.
Lakin bu hizmetini, kendinden bilmemektir.
Mutlak ihlas gerektir islama hizmette de.
Zira din, facirle de kuvvet bulur elbette.
Yolumuzda ilk adım, kendini hiç bilmektir.
Kendinde bir iyilik, bir varlık görmemektir.
Boynu bükük olanlar, kazanırlar muhakkak.
Zira böyle olanı, seviyor cenab-ı Hak.)
.
Edep, peki demektir
İslam âlimlerinin, en büyüklerindendir.
Nasihatleri ile, kalpleri etti tenvir.
Buyurdu: (Boş şeylerle uğraşırsa bir kişi,
Rabbin sevmediğine, alamettir bu işi.
Tasavvuf, insanlardan ümidini kesmektir.
Yalnız Hak teâlâdan her şeyi beklemektir.
Üstünlük sevdasından kurtulmadıkça insan,
Saadete ermesi, olmaz kolay ve asan.
Hayır murad ederse Hak teâlâ birine,
O, lüzumsuz konuşmaz, kilit vurur diline.
Konuşmaktan ziyade, susmayı tercih eder.
Yapar hep insanlara faydalı, iyi işler.
Emirleri yapmadan Cennete talip olmak,
Ahmaklık eseridir, beğenmez cenab-ı Hak.
Bu dünyanın esası, mal, söz, uyku, yemektir.
Saadet, bu dördüne gönlünü vermemektir.
Kalbini bu dünyaya kaptırırsa bir insan,
Bu hal, Hak teâlâya ettirir onu isyan.
Eğer malayaniye alışırsa lisanı,
O da, Hak teâlâdan oyalar o insanı.
Uykuya düşkün olmak, Allah’ı unutturur.
Aşırı yemekle de, kalp ve ruh gafil olur.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bir insan kibirliyse,
Allah ve halk indinde, zelil olur o kimse.
Kim tevekkül ederse Allahü teâlâya,
O da, iki âlemde uğramaz bir belaya.)
(Kalpten dünya sevgisi nasıl çıkar?) dediler.
Buyurdu: (Bunun için bir himmet icab eder.
Bir Allah adamının tasarruf ve himmeti,
İle çıkar kalplerden, bu dünya muhabbeti.
Öyle büyük bir zatın himmetine kavuşmak,
Ona karşı edepli olmakla olur ancak.
Edep, tevil etmeden, mutlak söz dinlemektir.
Hiç itiraz etmeden, hemen (Peki) demektir.
İslam âlimlerinden birisi de, bir zaman,
Buyurdu ki: (Bir günah işleyince bir insan,
Hemen tövbe etmezse eğer ki bu günaha,
Bu hali, o günahtan fenadır kat kat daha.)
Takva sahibi olup, günahtan kaçmalıdır.
Bu yol ile, Allah’a daha yaklaşmalıdır.
Zira bir mümin için, kaçınmak her günahtan,
Daha faidelidir emirleri yapmaktan.)
İslam âlimlerimiz buyurdu: (Büyük, küçük,
Günahtan kaçmak gibi, olamaz bir üstünlük.
Zira ibadetleri, yapabilir her insan.
Fakat yalnız iyiler yapmazlar günah, isyan.
Dinimizin temeli, vera ile takvadır.
Günahtan kaçanlara, çok büyük sevap vardır.)
.
87 - İBN-İ ALVAN YEMANİ (Rahmetullahi Aleyh)
.
Bu el, kimin elidir?
Miladi binikiyüz altmışyedi yılında,
Dünyaya teşrif etti o Yemen diyarında.
Babasından görmüştü ilk dini tahsilini.
Bir hayli yetiştirdi ilimde kendisini.
Bir gün yolda giderken, göründü bir kuş ona.
Yeşildi, gelip kondu bu zatın omuzuna.
Sonra, gagasındaki bir şeyi, uzanarak,
Onun ağzına döküp, havalandı uçarak.
O günden itibaren, kapandı hanesine.
Kırk gün hep gece gündüz, baktı ibadetine.
Kırkıncı gün, evinden dışarı çıktı nagah.
Bir taşın üzerinde, zikretti: (Allah! Allah!)
Taş, birden parçalanıp, bir el gördü o zaman.
(Bu el, kimin elidir?) diye düşündü bir an.
Denildi: (Bu el ile eyle ki müsafeha,
Ebu Bekr-i Sıddık’ın elidir, durma daha.)
O mübarek kişinin, tutar tutmaz elini,
Bir anda, nurlar ile dolu buldu kalbini.
Kavuştu zahiri ve batıni kemalata.
Susuzken, sanki birden erdi ab-ı hayata.
O elin sahibinden, duydu sonra şu sesi:
(Sen, vekilim olarak, irşad eyle herkesi.)
O andan itibaren, oldu ehl-i keramet.
Durmadan insanları hak yola etti davet.
Yefrus nam bir beldede, kurarak dergahını,
Yıllarca tenvir etti o yörenin halkını.
O, herkese orada, yemek yediriyordu.
Hem maddi, hem manevi gıdalar veriyordu.
Kimseden bir hediye kabul etmezdi asla.
O, hizmet ediyordu Allah için, ihlasla.
Hediye getirenler olsa da ona bazan,
Alır ve fakirlere dağıtırdı çok zaman.
Bir gün, fakir kimseler geldi ziyaretine.
Onlar da, hediyeler getirmişlerdi yine.
Ve lakin İbni Alvan, hiç kabul etmeyerek,
Üzüntü duyduğunu söyledi onlara pek.
Buyurdu ki: (Siz zaten fakir kimselersiniz.
Böyle iken, ne diye hediye getirdiniz?
Zengin dahi olsanız, siz bu hediyeleri,
Nasıl getirdiyseniz, götürün tekrar geri.)
Dediler ki: (Efendim, fakiriz hepimiz de.
Lakin geri götürmek, yoktur adetimizde.)
O zaman buyurdu ki: (Peki, siz bilirsiniz.
Dağıtın fakirlere, her ne getirdiyseniz.)
Onlar, hediyelerin hepsini dağıttılar.
Fakir ve fukaradan, hayli dua aldılar.
Birkaç gün katılarak onun sohbetlerine,
Sonunda veda edip, döndüler evlerine.
Lakin hanelerine edince onlar avdet,
Hapsi de, ayrı ayrı şaşırıp etti hayret.
Zira dağıttıkları cümle hediyeleri,
Gördüler ki, tamamen hepsi de gelmiş geri.
Bu kerameti görüp, oldular ona hayran.
Dediler: (Hakiki bir veli’ymiş İbni Alvan.)
.
88 - İBN-İ KAVVAM (Rahmetullahi Aleyh
.
Bak, biz uyumuyoruz
Bir fıkıh âlimiydi şafii mezhebinde.
Kerametler sahibi bir veli’yde devrinde.
İsmi Ebu Bekr olup, Kavvam, baba adıdır.
O, (İbni Kavvam) diye daha fazla tanınır.
Vera ve zühd sahibi bir mübarek zat idi.
Tevazu, haya, edep, güzel huy sahibiydi.
Binyüzseksensekiz’de , Sıffin’de doğan bu zat,
Binikiyüzaltmış’da , Halep’te etti vefat.
Balis adlı şehirde, daha çok yaşamıştır.
O yörenin halkına, ilim ve nur saçmıştır.
Bir tüccar anlatır ki: Balis vilayetinden,
Hama’ya gitmek için, sefere çıkar iken,
Bizi, bazı insanlar ettiler şöyle ikaz,
Dediler: (Hama yolu tehlikelidir biraz.)
Biz bunu öğrenince İbni Kavvam’a gidip,
Dua talep eyledik tehlikeyi arz edip.
O bizi dinledi ve buyurdu ki: (Gidin siz.
İnşallah sağ ve salim Hama’ya gidersiniz.)
Biz duayı alınca, huzur-u kalple hemen,
Başladık yolculuğa sabahleyin erkenden.
Yalnız iki kişiydik, vardı hem yüklerimiz.
Birer hayvan üstünde, giderdik herbirimiz.
Nihayet tam Hama’ya yaklaştığımız anda,
Beni uyku bastırdı, uyumuşum hayvanda.
Lakin kendimden geçip, tam uyuduğum saat,
Eliyle, omuzumdan tuttu bir mübarek zat.
Buyurdu ki: (Uyuma, bak biz uyumuyoruz.
Ve her bir tehlikeden, sizi biz kolluyoruz.)
Gözlerimi açıp da gördüm ki baktığımda,
Ebu Bekir bin Kavvam duruyor sağ yanımda.
Birlikte yolumuza devam ettik bir zaman.
Hama’ya ulaşınca, ayrıldı yanımızdan.
Yine nakledilir ki birinden o devirde:
Haleb’e gitmiş idim, amcam ile birlikte.
Henüz yaşım az idi, yani gençtim o zaman.
Kötü arkadaşlara uyardım hem de bazan.
Rastladım orada da bunlardan birisine.
Götürdü o de beni, bir içki meclisine.
Kadehimi doldurup, dedi ki: (Al, sen de iç!)
Lakin ben içmemiştim haram şey ömrümde hiç.
O arkadaşım ise, çok ısrar ediyordu.
Kadehi göstererek, (Haydi, al iç!) diyordu.
Onun ısrarlarına, artık dayanamayıp,
Karar verdim içmeye, onu elime alıp.
Lakin ben, o içkiden içecek idim ki tam,
Baktım ki, yanımızda belirdi İbni Kavvam.
Ve göğsüme vurarak tam içeceğim vakit,
Buyurdu: (Bırak onu ve buradan kalk da git!)
Yüz üstü yere düştüm, kan aktı her yerimden.
Kalktım ve o halimle amcama gittim hemen.
(Ne oldu sana böyle?) diyerek etti sual.
Ben başımdan geçeni, anlattım ona derhal.
Dedi: (Şükürler olsun Allahü teâlâya.
Seni, o haram işten kurtarmış bir evliya.)
.
Ruh hakkında bilgi
Ebu Bekr ibni Kavvam, hal ehli biri idi.
Kalpten geçen şeyleri, firaseten bilirdi.
Talebesinden biri rivayet eder yine:
Bir gün, İbni Kavvam’ın gittim ziyaretine.
Lakin yolda giderken, düşündüm ki içimden:
(Hocam İbni Kavvam’ın yanına girince ben,
Ruh’un ne olduğunu, ondan sual edeyim.
Böylece ruh hakkında malumat edineyim.)
Bu düşünce içinde, vardım huzurlarına.
O, sohbet ediyordu, oturdum yanlarına.
Lakin heybetli idi üstadım o gün gayet.
Sormak için, kendimde bulamadım cesaret.
Sonra da, unutmuşum bunu sual etmeyi,
Huzurundan ayrılıp, dönüyordum ki geri,
Cemaatten birisi, koşturarak arkamdan,
Dedi: (Seni istiyor hocamız İbni Kavvam.)
Geri dönüp varınca, mübarek huzuruna,
(Sen Kur'an okur musun?) diyerek sordu bana.
Dedim: (Evet, ezberden okuyabiliyorum.)
O zaman bana bakıp, buyurdu ki: (Ey yavrum!
Peki, İsra suresi seksenbeşinci âyet,
Acep ne buyuruyor eyle bana kıraet.)
(Peki efendim) deyip, o âyeti okudum.
O zaman buyurdu ki: (İyi dinle ey oğlum!
Rabbimiz, Resulüne buyurur ki mealen:
(Sorarlar bir de sana, ruhun hakikatinden.
De ki, ruh, Rabbimizin bileceği bir iştir.
Ancak size ilimden, az bir şey verilmiştir.)
Sonra bana dönerek, buyurdu ki: (Bak evlat!
Ruh’tan, Kur'anda bile yoktur açık malumat.
Hakkında, Resul bile konuşmamışken hatta,
Ben, ne cesaret ile konuşurum bu bapta?)
(Peki efendim) deyip, hemen özür diledim.
Daha da kuvvetlendi ona teslimiyetim.
Yine talebesinden biri şöyle nakleder:
Bir gün, İbni Kavvam’la otururken beraber,
Bir ara, manevi bir hale girip üstadım,
Sordu ki: (Nerededir Merrakeş ey evladım?)
Cevaben arz ettim ki: (Sorduğunuz o şehir,
Garb cihetinde, yani batıda bir yerdedir.)
(Peki) deyip, sordu ki yine bu mübarek zat:
(Peki, söyle bakayım nerdedir şehr-i Bağdat?)
Dedim: (Siz, daha iyi bilirsiniz elbette.
Şarkta, yani doğuda olur bu memleket de.)
Sonra sükut eyledim ben edebe uyarak.
Lakin niçin sormuştu, etmiştim hayli merak.
Benim gibi herkes de, merak ediyordu hep,
Ki: Hocamız bunları, ne için sordu acep?
Birazdan buyurdu ki hocamız İbni Kavvam:
Şu anda, Rabbim bana verdi ki öyle makam,
Merrakeş’e desem ki: (Bağdat’ın yerine git!)
Gider, bana uyarak geçirmeyip hiç vakit.
Bağdat’a da desem ki: (Git Merrakeş yerine!)
O da itaat edip, anında gider yine.
.
İmdat ya İbni Kavvam!
Ebu Bekr ibni Kavvam, devrinin bir tekiydi.
Kerametler sahibi, bir büyük veli idi.
Talebesinden biri anlatır ki şöylece:
Hacca niyetlenmiştik bir sene ailece.
Annem, babam, bir de ben, yol için hazırlandık.
Ve bir sabah erkenden, sefere çıktık artık.
Annem ile babamda, var idi birer binek.
Ben de, arkalarından giderdim yürüyerek.
Yaşlı olduklarından pederimle validem,
Her bir hizmetlerini, ben görüyor idim hem.
Hicaz topraklarına ulaşınca nihayet,
Mekke’ye varmak için, eyledik daha gayret.
Bunun için gece de, durmadan gidiyorduk.
Bir an önce Kâbe’ye varabilsek diyorduk.
Lakin bende vardı ki bir kulunç hastalığı,
Bir gece, çok şiddetli oldu acı ve ağrı.
Bir kenara çekilip, ettim az istirahat.
Zira hiç yürümeye, yok idi bende takat.
Biraz dinleneyim de, yetişirim onlara.
Diye düşünerekten, oturdum bir kenara.
Ve lakin oturunca, çok yorgun olduğumdan,
Çabucak uyumuşum, daha oturduğum an.
Uyanınca gördüm ki, vakit çok ilerlemiş.
Ve hatta sabah olup, güneş hayli yükselmiş.
Yok idi ortalarda pederimle validem.
O zaman sardı beni, bir üzüntü ve elem.
Başladım ağlamaya, kalmıştım çünkü bi-kes.
O sırada gaibden, işittim şöyle bir ses:
Diyordu: (Üstadını çağır ki imdadına,
Ulaştırsın o seni, annen ile babana.)
Aklım başıma geldi işitince bunu ben.
Hocam İbni Kavvam’ı vesile ettim hemen.
Dedim: (Ya İbni Kavvam, sıkıntıdayım gayet.
Allah’ın izni ile, yetiş, bana imdat et!)
Sona ermemişti ki henüz benim bu duam,
Baktım, yanıbaşımda duruyor İbni Kavvam.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, ne için ağlıyorsun?
Sana yardıma geldim, üzülme, olma mahzun.)
Hadiseyi anlatıp, dedim ki üstadıma:
(Beni ulaştırınız, annem ile babama.)
O, elimden tutarak dedi: (Yürü evladım!)
Onun ile birlikte, yürüdük birkaç adım.
Bir de baktım, ilerde, pederimle validem,
Oturmuşlar bir yere, ağlıyorlar idi hem.
Geldiğimi görünce, yerlerinden kalkarak,
Boynuma sarıldılar, sevince gark olarak.
Dediler: (Biz kesmiştik sendin ümidimizi.
Çok şükür kavuşturdu Rabbimiz tekrar bizi.)
Hadiseyi anlatıp, dedim: (Ey annem, babam!
Bize imdat eyledi, hocamız İbni Kavvam.
Onu vesile edip, dua ettim Allah’a.
Yetişti imdadıma bitmeden henüz dua.)
Sevinip, yolumuza devam ettik o günü.
Daha iyi anladık onun büyüklüğünü.
.
Biz âlim değilmişiz
İbni Kavvam, ilimde derin idi begayet.
Hem de hal ehli olup, gösterdi çok keramet.
Şemseddin -i Haburi adlı bir talebesi,
Vardı ki, çoktu ona muhabbeti, sevgisi.
Halep medresesinde, tahsilini yaparken,
Üstadından bahsedip, överdi onu bazen.
Ve derdi ki: (Balis’te, bir hocam var ki benim,
Dünyada, onun gibi yoktur büyük bir âlim.)
O, böyle üstadını methedince begayet,
Âlimlerin bazısı, ettiler ona haset.
Lakin belli etmeyip, onlar bu hislerini,
İstihzaya aldılar, onun talebesini.
Dediler ki: (Sen yarın, götür ki bizi ona,
Edep ve hürmet ile, girelim huzuruna.
Madem büyük âlimmiş o kişi pek ziyade,
Biz de gidip, ilminden edelim istifade.)
Sonra, aralarında toplanıp o kimseler,
Çıkardılar çok müşkil, zor dini meseleler.
Ve lakin gayeleri şu idi ki onların:
O müşkil sualleri sorsunlar ona yarın.
O dahi aciz kalsın onların cevabından.
Mahcub olsun, onlar da sevinsin işte bundan.
Velhasıl o talebe, dedi: (Siz hazırlanın.
İnşallah götüreyim hocama sizi yarın.)
Sabahleyin gitmeye hazırlık yaparken tam,
Oraya teşrif etti üstadı İbni Kavvam.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, sen gelmeden Balis’e,
Ben geldim, söyle bana ne muradın var ise.)
Dedi: (Var ki burada bazı din âlimleri,
Şiddetle istiyorlar, sizinle görüşmeyi.
Size, müşkillerini sorarak zira onlar,
İstifade etmeyi, çok arzu ediyorlar.)
Buyurdu ki: (Git çağır peki o âlimleri.
Bakalım ki ne imiş o çetin sualleri?)
Az sonra, içeriye girince o âlimler,
İbni Kavvam, onlara baktı hep birer birer.
O gün, onda vardı ki bir heybet ve celadet,
Hiç biri, konuşmaya edemedi cesaret.
O, onlara bakarak buyurdu ki: (Hani siz,
Dün, gayet zor ve çetin sualler seçmiştiniz.
Ve hani gelmiştiniz onları sormak için.
Niçin sormuyorsunuz, diliniz yok mu sizin?)
Onlara, bu şekilde dediyse de o, fakat,
Yok idi konuşmaya onlarda güç ve takat.
Peşinden İbni Kavvam, her birinin tek be tek,
Zihninde bulunduğu suali söyleyerek,
Cevaplarını dahi, anlattı birer birer.
Âlimler bunu görüp, mahcup hale girdiler.
Dediler: (Ey efendim, biz âlim değilmişiz.
Malesef size karşı, edepsizlik etmişiz.
Bizim kusurumuzu affediniz siz lütfen.
Zira biz, hatamıza pişman olduk gönülden.)
O da merhamet edip, affetti onları hep.
Takındılar onlar da, artık haya ve edep.
.
Bugün 295 ziyaretçi (384 klik) kişi burdaydı!