ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
01 - KÖTÜ HUY'UN ZARARLAR
.Kötü huy’un zararları
Sıbgatullah Arvasi, , Allah adamlarından.
Bir gün ona sordular, (Kötü huy )lu olmaktan.
Buyurdu: (Kötü insan, kötü bilir herkesi.
Bulunmaz kendisinde, merhametin zerresi.
Nankördür, eşe dosta hiç değildir vefakâr.
Bir iyilik yapsa da, sonradan başa kakar.
Tanımaz helal haram, sakınmaz günahlardan.
Kimseyle geçinemez, incinir herkes ondan.
Hatta o, çok yapsa da nafile ibadeti,
Alamaz sevap ecir, boşa gider zahmeti.
Hadiste buyuruldu: (Kötü huylu kimseler,
Huyları sebebiyle, Cehenneme girerler.)
Kötü huylu bir kişi, benzer kırık testiye.
Ne yama kabul eder, ne de döner eskiye.
Öyle fenalıktır ki kötü huy bir insanda,
Görmez iyiliğinin faydasını mizanda.
İster ki, başkasına zarar versin durmadan.
Zira böyle kişiler, zevk alır hep bunlardan.
Halbuki kuyu kazsa, birine, biri eğer,
Kazdığı o kuyuya, evvela kendi düşer.
Vaktiyle garip biri, bir köyden geçer iken,
Bir fırına uğrayıp, ekmek ister içerden.
Velakin parasını vermek istediğinde,
Bakar ki, hiç parası kalmamış üzerinde.
Bir dilenci zanneder, fırıncı onu o an.
Kalbinden geçirir ki: Bıktım artık bunlardan.
Bir ekmeğin içine, bolca zehir koyarak,
Verir o zavallıya, Allah'tan korkmayarak.
Hiç bir şeyden haberi olmayan o müslüman,
O zehirli ekmeği, alıp gider oradan.
Bir köye girdiğinde, rast gelir genç birine.
Askerden terhis olmuş, dönüyormuş evine.
Acıkmış olduğunu söyleyince genç kişi,
Ona merhametinden, acır ve yanar içi.
Fırıncıdan aldığı ekmeği verir ona.
Gönül rahatlığıyla, devam eder yoluna.
Genç, orada oturup, o ekmeği yiyerek,
Yürür gider evine, hiç bir şey bilmeyerek.
Lakin başlar içinde o zehirin tesiri.
Ve başlar titremeye vücudunun her yeri.
Artık son nefesini alırken o genç adam,
Der ki: (Ben, köyümüze yeni girmiştim ki tam,
Yolcunun birisinden, bir ekmek alıp yedim.
Ondan sonra başladı titremeye her yerim.)
Bunu duyan fırıncı, başlar bir dövünmeye.
Der: (Eyvah, o zehiri ben koydum o ekmeğe.
Keşke yapmaz olaydım, yaptığım iş doğru mu?
Ben, kendi elim ile zehirledim oğlumu.)
Ne kadar pişman olup, üzüldüyse de içten,
Lakin oğlu olmuştu, geçmiş idi iş işten.
. Müflis kimdir?
Sıbgatullah Arvasi , âlim ve veli bir zat.
Bir gün sevdiklerine, şöyle etti nasihat:
(Kardeşlerim, kaçının her günah ve haramdan.
Bilhassa titizlikle, sakının kul hakkından.
Nitekim Resulullah, hitab edip Eshaba,
(Müflis kimdir?) diyerek, sual etti bir defa.
Dediler ki: (Müflis’in, şu ki bizce manası,
Kalmamıştır elinde, hiç malı ve parası.)
Buyurdu: (Asıl müflis, şu kuldur ki ey Eshab!
O, dünya hayatında kazanmıştır çok sevap.
Namaz oruç, hac zekat, yapmıştır çok hasenat.
O, bu sevaplarıyla mahşere gelir, fakat,
Onun bunun hakkına, tecavüz eylemiştir.
Kiminin arkasından, gıybetini etmiştir.
Kimisini dövmüş ve sövmüştür diğerini.
Veyahut incitmiştir bazısının kalbini.
Türlü kul haklarıyla, gelir mahşer yerine.
Verilir sevapları, bu hak sahiplerine.
Lakin öyle çoktur ki alacaklı olanlar,
Hepsini ödemeden, tükenir o sevaplar.
Verecek sermayesi kalmayınca onlara,
O hak sahiplerinin günahları, bu defa,
Onlardan alınarak, bu kula yükletilir.
Hor ve zelil olarak, Cehenneme itilir.)
Eshab , bunu duyunca Allah'ın Resulünden,
Ağladılar herbiri, bunun üzüntüsünden.
Bir gün de, Eshabına, Allah'ın sevgilisi,
Buyurdu: (Çok seviniz siz birbirlerinizi.
Vazifeli bir melek, nida eder mahşerde:
Allah rızası için sevişenler nerede?)
Arş-ı a’la altında, toplanarak o zevat,
Nurdan kürsilerinde, beklerler gayet rahat.)
Bir gün de buyurdu ki: (Birinizin, faraza,
Kapısının önünde, akan bir nehir olsa,
O kişi, o nehirde, beş defa günde eğer,
Yıkansa, üzerinde kalır mı kirden eser?)
Arz ettiler ki: (Hayır, o böyle yapsa şayet,
Kir kalmaz üzerinde, temiz olur o gayet.)
Buyurdu ki: (Beş vakit namaz dahi böyledir.
Onu güzel kılanlar, günahtan temizlenir.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ey Eshabım, şimdi siz,
Bir koyun sürüsünün çobanı gibisiniz.
Nasıl ki mesul ise her çoban, sürüsünden,
Siz dahi mesulsünüz, kendi iyalinizden.
Evlatları yüzünden, çok anne ve babalar,
O gün, Veyl ismindeki Cehennemde yanarlar.
Zira öğretmediler dinini çocuklara.
Sırf para kazanmayı, öğrettiler onlara.
Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzak.
Merhamet etmeyecek onlara cenab-ı Hak.)
. Münakaşa zararlıdır
Sıbgatullah Arvasi , büyük âlimlerdendi.
Bir gün sevdiklerine, sohbette şöyle dedi:
Kötü huylardan biri, (Münakaşa etmek )tir.
Yani her meselede, ben haklıyım demektir.
Halbuki münakaşa, neticeye götürmez.
Hatta fayda yerine, zarar verir çoğu kez.
Dost ile münakaşa, azaltır muhabbeti.
Düşman ile olursa, çoğaltır adaveti.
Münakaşa sonunda, dostun kalbi incinir.
Halbuki gönül yıkmak, Kâbe yıkmak gibidir.
Halis mümin, kaçınır münakaşa etmekten.
Titrer, bir müslümanın kalbini incitmekten.
Vaktiyle bir müslüman, gider bir medreseye.
Bir âlimin yanında, ilim tahsil etmeye.
Çalışır gece gündüz, aylar geçer aradan.
Lakin hiç istifade edemez üstadından.
Çalışır, gayret eder her gün daha ziyade.
Yine hiç hocasından edemez istifade.
En nihayet üstadı, çağırır o kimseyi.
Der ki: (Çalışıyorsun dersine gayet iyi.
Lakin hiç istifade etmedin, biliyorsun.
Ve bunun sebebini, çok merak ediyorsun.
Buna sebep şudur ki, gelirken sen bu il'e,
Münakaşa etmiştin yolda bir mümin ile.
O müminin kalbini kırmış idin bu yüzden.
Halbuki kalp kıranlar, mahrum kalır feyizden.
Helallık almadıkça, gidip ondan ihlasla,
Bizden, bir istifaden olamaz senin asla.)
O da gidip, onunla konuştu, helallaştı.
Yüksek mertebelere, bir kaç günde ulaştı.
Bir gün de Resul ile, hazret-i Ebu Bekir,
Dururken, yanlarına hayasız biri gelir.
Hakarette bulunur Allah'ın Resulüne.
Sabreder Resulullah onun bu sözlerine.
Sıddık dahi sabreder buna mütemadiyen.
Sonra dayanamayıp, cevap verir aniden.
Ve der ki: (Ey hayasız, hiç utanmıyor musun?
Allah'ın Resulüne hakaret ediyorsun.)
Hazret-i Ebu Bekir böyle cevap verince,
Resulullah , oradan ayrılırlar hemence.
Sıddık bunu görünce, koşup hemen peşinden,
Niçin ayrıldığını sorunca kendisinden,
Buyurur: (Ey kardeşim, o hakaret ettikçe,
Melekler bizimleydi, biz cevap vermedikçe.
Hatta o, bize öyle hakaretler ederken,
Melekler, (Sen öylesin!) derlerdi ona hemen.
Ne zaman ki sen ona cevap verdin kızarak,
Şeytanlar geldi hemen, melekler ayrılarak.)
Hazret-i Ebu Bekir üzülür yaptığına.
O günden itibaren, taş koyardı ağzına
. Öfke, aklı örter
Sıbgatullah Arvasi , Allah dostu bir veli.
Sohbeti, dinleyene olurdu faideli.
Bir gün, sevdikleriyle sohbet ederken bu zat,
(Kibir )den bahsederek, şöyle etti nasihat:
Bilin ki, öfke gadap, kibir’den hasıl olur.
Öfkelenen insanda, örtülür akıl, şuur.
İnsan kızdığı zaman, şeytan da fırsat bilip,
Gidip onun boynuna, geçirir derhal bir ip.
İstediği tarafa sürükler o kimseyi.
Çünkü o, ayıramaz iyi kötü bir şeyi.
O, şeytanın elinde, olmuştur bir oyuncak.
İnsan, kızmamak ile kurtulur bundan ancak.
Pehlivan denirse de, yenenlere hasmını,
Lakin asıl pehlivan, yenendir gazabını.
Biri, Resulullahtan nasihat isteyince,
(Kızma ve sinirlenme!) buyurdular hemence.
O zat, bunu Resulden, üç defa etti talep.
Yine aynı cevabı buyurdular ona hep.
İsa Peygamber dahi, havarileri ile,
Giderken, karşılaştı yolda kötü biriyle.
Resule hakaretler eyledi o bi-edep.
O ise, iyilikle cevap verdi ona hep.
Dediler: (O hakaret etti mütemadiyen.
Siz, yumuşak cevaplar verdiniz, acep neden?)
İsa Nebi, o zaman buyurdu: (Ey insanlar!
Bir kapta ne var ise, dışarıya o sızar.)
Bir gün de buyurdu ki İsa aleyhisselam:
(Gadap ve öfkelenmek, ateşe misaldir tam.
Nasıl söndürürlerse ateşi, su atarak,
Söndürün hırsınızı, siz de abdest alarak.)
Sahabeden biri de, Allah'ın Resulünden,
Nasihat isteyince, buyurdu: (Kızma hemen!)
Şu üç haslet var ise, bir müslümanda şayet,
Hak teâlâ o kula, acır, eder merhamet.
Biri nimete şükür, diğeri affetmek tir.
Üçüncüsü, kızınca, öfkesini yenmektir.
Bir kimse kızdığında, davranırsa yumuşak,
Kalbini, iman ile doldurur cenab-ı Hak.
Biri kızdığı zaman, gizlerse gadabını,
Allah da, gizler onun kusur, kabahatını.
Bir gün hazret-i Ömer, Resulün huzuruna,
Varıp, arz eyledi ki: (Bir amel söyle bana.
Hem bana kolay olsun o ameli işlemek,
Hem de iki cihanda, faideli olsun pek.)
Buyurdu ki: (Ya Ömer, suçluları bağışla.
Kimsenin ayıbını, kimseye deme asla.
Koru müslümanların şeref, itibarını.
Örtücü ol herkesin kusurunu, aybını.
Eğer böyle yaparsan, kıyamette muhakkak,
Senin kusurunu da, affeder cenab-ı Hak.
. Muvaffak olmanın sırrı
Sıbgatullah Arvasi , şanı büyük bir veli.
İmanı anlatırdı, cemaate ekseri.
Buyurdu: (Bir kula ki, Rabbimiz verdi iman,
Öyle ise, nedir ki etmedi ona ihsan?
Ve Allah, bir kula ki, imanı vermemiştir,
Böyle olduktan sonra, ne ki ona vermiştir?
Ayrıca, amentüyü bilip ezberlemekle,
İmanın hakikati, kolayca geçmez ele.
Asıl iman şudur ki, kul, korkarak Allah'tan,
Çok küçük olsa bile, kaçınır her günahtan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Olmak için muvaffak,
Tam riayet ediniz iki şeye muhakkak.
Birincisi şudur ki, işlemeyin hiç günah.
Zira günahkârları, muvaffak etmez Allah.
İkincisi duadır, bakın dua almaya.
Gariplerin duası, mühimdir elbet daha.
Kim, bir kulun gönlünü ferahlatırsa eğer,
Yüz senelik teheccüd sevabı elde eder.
Allah dostu olmayı istiyorsa bir insan,
Cömert olup, kullara eylesin daim ihsan.)
Bir kişi anlatır ki: Ben bir ateşperesttim.
Kızımı, oğlum ile evlendirecek idim.
Kesildi düğün günü, çok koyun ve inekler.
Yapıldı çeşit türlü, gayet nefis yemekler.
Bitişik bir komşumuz, müslüman kadın vardı.
Yetim çocuklarına, sıkıntıyla bakardı.
Bu kadın, düğün günü gelerek evimize,
Dedi ki: (Biraz ateş verir misiniz bize?)
Lakin o, esasında ateş için gelmemiş.
Belki yemek veririz, diyerek ümitlenmiş.
Benimse, müminlere düşmanlığım vardı pek.
Gönderdim onu geri, hiçbir şey vermeyerek.
Bir kaç kere gelince kadın ateş almaya,
Çalıştım o kadının halini anlamaya.
Dehlizdeki deliğe yaklaşıp kulak verdim.
Yetimciğin sesini, kulağımla dinledim:
(Anneciğim ne olur, son bir defa gidiver.
Belki bu gidişinde, biraz yemek verirler.)
Annesi diyordu ki: (Ey benim güzel yavrum!
Üç sefer gidip geldim, artık utanıyorum.)
Gördüğüm bu acıklı manzara üzerine,
Bir sofra hazırlayıp, gönderdim evlerine.
Girdim yine dehlize, gözledim hallerini.
Yetimlerin küçüğü, kaldırdı ellerini:
(Ya Rab, nasıl o bize ettiyse ikram, izzet,
Sen de o komşumuzu, islam ile aziz et.)
Yemin ediyorum ki, bu duası bitmeden,
Hidayet geldi bana, değişti kalbim hemen.
Şehadeti getirip, girdim islam dinine.
Kurtuldum yetimlerin duası hürmetine.
.
02 - EY GAFİL İNSAN
.Ey gafil insan!
Veliyyullah Dehlevi , âlim ve veli bir zat.
Vaaz ve derslerinde, ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: Bu Hak dostu veliler,
İnsanları, küfürden çekip alıverirler.
Onların huzurunda, edepsizlik eylemek,
Felakete götürür, dikkatli olmak gerek.
Allah'ın kullarıyle, iyi geçinmek için,
İşlerinde, kolaylık gösterin her kişinin.
Zira buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
(Sakın zorlaştırmayıp, kolaylık gösteriniz.)
Her kim ki, günahına halisen olsa pişman,
Affeder o günahı Allahü azimüşşan.
Kim, yalnız dünya için hep gayret gösterirse,
Sonunda, muhakkak ki pişman olur o kimse.
Ey bu harab olacak evi tamir eyleyen!
Fazla emek verme ki, bir gün çıkar elinden.
Bu dünya bir köprüdür, sen geçip gitmeye bak.
Kimseye kalmamış ki, sana kalsın bu konak.
Harab olacak şeye, bu itina, bu meyil,
Akıllı olanların yapacağı iş değil.
Ey aklını, fikrini, dünyaya veren kişi!
Vaz geç ki, Hak teâlâ beğenmiyor bu işi.
Zira yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Yalnız Hak teâlâya, ibadet eylesinler.
Ey gönlünü dünyaya kaptıran gafil insan!
Yaldızlı süslerine aldanma sakın aman!
Dışı güzel görünür, lakin aldatıcıdır.
Üzeri şeker kaplı, içi gayet acıdır.
O öyle bataktır ki, yutar çok insanları.
Ona aldananların, hüsran olur sonları.
İnsanların kalbini, bakın ki kazanmaya,
Zira bu sebep olur, Hak rızası almaya.
Her insana edin ki çok iyilik ve ihsan,
Zira lutf-ü ihsanın, kulcağızıdır insan.
Sana zarar, sıkıntı gelirse birisinden,
Ona gücün yetse de, affedici ol hemen.
Ey insanoğlu, sakın, unutma hiç Rabbini.
Çıkarma hatırından, Onun emirlerini.
Rabbin bahşetmiş sana, ne mükemmel azalar.
Onun emrine göre kullan ki, yanmayalar.
Allah'tan başkasından, etme ki bir şey talep,
Onlar da, senin gibi, aciz birer kuldur hep.
Allah'ın kullarına, ver ki neşe ve sevinç,
Ahirette sıkıntı görmeyesin sen de hiç.
Gizle, ifşa etme ki herkesin günahını,
Gizlesin Allah dahi, yarın senin aybını.
Sen, darda kalanlara yardım et ki bu günde,
Allah da, yardım etsin sana mahşer gününde.
Ey genç, gençliğin ile gururlanma ki zinhar,
Genç iken ölüp gitti, nice taze fidanlar.
02 - EY GAFİL İNSAN
.Ey gafil insan!
Veliyyullah Dehlevi , âlim ve veli bir zat.
Vaaz ve derslerinde, ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: Bu Hak dostu veliler,
İnsanları, küfürden çekip alıverirler.
Onların huzurunda, edepsizlik eylemek,
Felakete götürür, dikkatli olmak gerek.
Allah'ın kullarıyle, iyi geçinmek için,
İşlerinde, kolaylık gösterin her kişinin.
Zira buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
(Sakın zorlaştırmayıp, kolaylık gösteriniz.)
Her kim ki, günahına halisen olsa pişman,
Affeder o günahı Allahü azimüşşan.
Kim, yalnız dünya için hep gayret gösterirse,
Sonunda, muhakkak ki pişman olur o kimse.
Ey bu harab olacak evi tamir eyleyen!
Fazla emek verme ki, bir gün çıkar elinden.
Bu dünya bir köprüdür, sen geçip gitmeye bak.
Kimseye kalmamış ki, sana kalsın bu konak.
Harab olacak şeye, bu itina, bu meyil,
Akıllı olanların yapacağı iş değil.
Ey aklını, fikrini, dünyaya veren kişi!
Vaz geç ki, Hak teâlâ beğenmiyor bu işi.
Zira yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Yalnız Hak teâlâya, ibadet eylesinler.
Ey gönlünü dünyaya kaptıran gafil insan!
Yaldızlı süslerine aldanma sakın aman!
Dışı güzel görünür, lakin aldatıcıdır.
Üzeri şeker kaplı, içi gayet acıdır.
O öyle bataktır ki, yutar çok insanları.
Ona aldananların, hüsran olur sonları.
İnsanların kalbini, bakın ki kazanmaya,
Zira bu sebep olur, Hak rızası almaya.
Her insana edin ki çok iyilik ve ihsan,
Zira lutf-ü ihsanın, kulcağızıdır insan.
Sana zarar, sıkıntı gelirse birisinden,
Ona gücün yetse de, affedici ol hemen.
Ey insanoğlu, sakın, unutma hiç Rabbini.
Çıkarma hatırından, Onun emirlerini.
Rabbin bahşetmiş sana, ne mükemmel azalar.
Onun emrine göre kullan ki, yanmayalar.
Allah'tan başkasından, etme ki bir şey talep,
Onlar da, senin gibi, aciz birer kuldur hep.
Allah'ın kullarına, ver ki neşe ve sevinç,
Ahirette sıkıntı görmeyesin sen de hiç.
Gizle, ifşa etme ki herkesin günahını,
Gizlesin Allah dahi, yarın senin aybını.
Sen, darda kalanlara yardım et ki bu günde,
Allah da, yardım etsin sana mahşer gününde.
Ey genç, gençliğin ile gururlanma ki zinhar,
Genç iken ölüp gitti, nice taze fidanlar.
Kibirli hükümdar
Veliyyullah Dehlevi , âlim ve veli bir zat.
Bir gün sevdiklerine, anlattı şunu bizzat:
Vaktiyle çok gururlu ve kibirli bir sultan,
Ülkesini gezmeyi, arzu eder bir zaman.
Ata binip, yanına, alır avanesini.
Çıkar bir gezintiye, dolaşır ülkesini.
Giderken bir haşmetle, hem de gururlanarak,
Karşısına, bir kimse çıkar ani olarak.
Yamalı elbiseli, ihtiyar bir kimsedir.
Yanına yaklaşarak, evvela selam verir.
Sultan, almaz selamı kibir ve gururundan.
O der ki: (Senin ile bir işim var ey sultan!)
Sultan ona kızarak, der ki: (Ne istiyorsun?
Sen, hangi cesaretle bana söz söylüyorsun?)
Atının dizginini tutarak o ihtiyar,
Der ki: (Ey mağrur sultan, seninle bir işim var!)
Çaresiz kalan sultan, ondan kurtulmak için,
Der ki: (Söyle bakalım, benimle neymiş işin?)
Der ki: (Bu, aşikâre söylenecek şey değil.
Gizlidir, onun için bana doğru az eğil.)
Sultan, ister istemez eğilince o yana,
(Ben Azrail'im!) diye, bildirir o sultana.
O bunu öğrenince, soğur eli ayağı.
Üzülür, rengi kaçar, çözülür dizi bağı.
Kekeleyerek der ki hazret-i Azrail'e:
(İzin ver, görüşeyim gidip ailem ile.)
Lakin o, bir an bile sultana vermez izin.
Alır hemen ruhunu, bir an beklemeksizin.
Sonra o kıyafetle, oradan ayrılarak,
Bu sefer bir mümine, gelir ani olarak.
Ona yaptığı gibi, selam verir ilk önce.
O, tebessüm ederek, cevap verir hemence.
Azrail, ona dahi hitab edip o zaman,
Der ki: (Biraz işim var seninle ey müslüman!)
O der: (Hay hay efendim, emrin baş üzerine.
Ne gibi hizmet varsa, getireyim yerine.)
O zaman Melek der ki: (Ey müslüman kardeşim!
Ben ölüm meleğiyim, seninle budur işim.)
O der ki: (Hoş geldiniz, safalar getirdiniz.
Ben de sizi beklerdim, beni sevindirdiniz.
Lakin ricam şudur ki, çabuk olun az daha.
Ruhumu, bir an önce kavuşturun Allah'a.)
Melek der ki: (Ey mümin, benden bir arzun var mı?
Ruhunu, ne şekilde istiyorsun almamı?)
O der ki: (Madem öyle, izin ver bana biraz.
Abdest alıp kılayım, iki rekat bir namaz.
Ben, ikinci rekatin secdesini yaparken,
Sen de tam o sırada, ruhumu kabzet hemen.)
Kabul eder Azrail onun bu ricasını.
Secdede, incitmeden alıverir canını.
. Dinde kocanın hakkı
Veliyyullah Dehlevi, âlim ve veli bir zat.
(Koca hakkı) babında, şöyle verdi izahat:
Bir hanım var idi ki, zaman-ı saadette,
Beyine, gayet iyi bulunurdu hizmette.
Akşam eve gelince, alırdı paltosunu.
Neşe ve güleryüzle karşılardı hep onu.
Beyi de neşeliyse, Rabbine şükrederdi.
Şayet üzüntülüyse, o zaman şöyle derdi:
(Üzüntünün sebebi ahiretse, ne a’la.
Senin bu üzüntünü çoğaltsın Hak teâlâ.
Yok, dünya için ise, gidersin cenab-ı Hak.
Ve lakin dünya için, üzülüp etme merak.
Dert, ahiret derdidir, üzülme başka şeye.
Hele bu dünya için, hiç değmez üzülmeye.)
Bir hanımın, beyine davranışı babında,
Âlimler buyurdu ki, bir çok kitaplarında:
Hanımın üzerinde, beyin çok hakkı vardır.
Bu babta, Resulullah şöyle buyurmaktadır:
(Beyinin hukukunu gözetmezse bir kadın,
Gözetmemiş sayılır hakkını da Allah'ın.)
Beyine asık yüzlü, somurtkan dursa şayet,
Allah'ın gazabına duçar olur nihayet.
Bir kadın, çok hizmetler etse dahi beyine,
Yaptığı bu hizmeti, az görmeli o yine.
Beyinin rızasını alırsa hanım şayet,
Cennete girmesi de, kolaydır onun gayet.
Zira bir hadisinde buyurdu ki o Server:
(İnsana secde etmek caiz olsaydı eğer,
Emrederdim, beyine secde etsin hanımlar!
Zira kadın üstünde, beylerin çok hakkı var.)
Kadın, almak isterse Allah'ın rızasını,
Almalıdır beyinin rıza ve duasını.
Fatıma validemiz, bir gün Resulullaha,
Ziyarete geldi ve başladı ağlamaya.
Peygamber Efendimiz, üzüntü duydu bundan.
Buyurdu ki: (Ey kızım, nedir seni ağlatan?)
Dedi ki: (Babacığım, efendim Ali'yle biz,
Bir husus üzerinde konuşurken ikimiz,
Kırıldı bu gün bana, bir kelimem yüzünden.
Lakin özür diledim hemence kendisinden.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, bir hanımın kocası,
Eğer ondan razıysa, Allah da olur razı.
Bilir misin, kadına, en üstün amel nedir?
Kocasının emrine itaat eylemektir.
Müjde o hanıma ki, razıdır beyi ondan.
Ve üstündür bu hali, bin yıllık taatından.
Bir kadın, gözetirse kocasının hakkını,
Ölmez o, görmedikçe Cennette makamını.
Kadının, beyi ile oturması bir zaman,
İyidir o kadının, Kâbe’yi tavafından.)
. Hanıma nasıl davranmalı?
İslam âlimlerinden, Veliyyullah dehlevi ,
(Aile saadeti ) babında şöyle derdi:
Güzel huylu olmalı bir erkek hanımına.
Şefkat ve muhabbetle davranmalı hep ona.
Ev içinde, daima güler yüzlü olmalı.
Ona karşı yumuşak ve nazik davranmalı.
Önce selam vermeli, girince eve erkek.
Hatırını sormalı, hem (Nasılsın?) diyerek.
Neşesiz, üzüntülü görürse onu eğer,
Teselli eylemeli söyleyip güzel şeyler.
Onu çok sevdiğini bildirmeli kendine.
İştirak etmelidir sevincine, derdine.
Ağır ve zor işleri, mesela çarşı pazar,
İşlerini, hanıma yaptırmamalı zinhar.
Kolaylık göstermeli ona ev işlerinde.
Ve yardım etmelidir, çocuk terbiyesinde.
Yemede, giyinmede, imkanı varsa şayet,
İyisini almaya etmeli sa'y-ü gayret.
Onu, hiç bir surette asla dövmemelidir.
Dövmek değil, sert bile, hiç söylememelidir.
Resulullah buyurdu: (Eşini dövse bir zat,
Bilsin ki, davacısı mahşerde benim bizzat.)
Onun huysuzluğuna sabırlı olmalıdır.
Bir günden daha fazla dargın durmamalıdır.
Ahlakında, huyunda değişiklik görünce,
Kabahati, kendinde aramalı ilk önce.
Görmezlikten gelmeli, bazı kusurlarını.
Gizlemeli herkesten, ayıp ve sırlarını.
Ona, yanında iken ve yanında olmadan,
Hayır dua etmeli, kaçmalı bedduadan.
Çünkü o, gece gündüz beyi için çalışır.
Ve onun en vefalı hayat arkadaşıdır.
Onun, kati surette kırmamalı kalbini.
Zira o, beyi için adamıştır kendini.
Bazı erkek vardır ki, naziktir ona buna.
Lakin arslan kesilir evinde hanımına.
Önemsiz bir şeyleri bahane eyleyerek,
İncitir hanımını, hakaretler ederek.
Şunu bilmelidir ki, kalp kırmanın günahı,
Sanki yıkmak gibidir, kazmayla Beytullah'ı.
Hatta en büyük günah, küfürden sonra gelen,
Mümini incitmektir, şu veya bu sebepten.
İmandan sonra ise, en kıymetli ibadet,
Bir müminin kalbini sevindirmektir elbet.
Yine bilmelidir ki, hanım esir değildir.
Rabbin bir emaneti, bir (Cennet nimeti )dir.
Bu yüzden, hanımını üzmemeli bir erkek.
Ve ona güvenmeli, çok muhabbet ederek.
Öyle olmalıdır ki hanımıyla gerçekten,
Bilsin ki, beyim beni, çok seviyor herkesten.
. Ana babaya hizmet
Veliyyullah Dehlevi , hal ehli bir büyük zat.
(Ana-baba) hakkında, şöyle etti nasihat:
Ana-baba hakkında, lüzumlu bilgileri,
Şöyle beyan etmiştir, Allah'ın Peygamberi:
(Bir kul ki, anasının ayağını öperse,
Cennetin eşiğini öpmüş olur o kimse.
Razıysa anne baba, kızı yahut oğlundan,
Allahü teâlâ da, razı olur o kuldan.
Ve eğer anne baba, kızarsa evladına,
Allah da, gadab eder elbette o kuluna.
Onlara her yapılan iyilik, yardım, ihsan,
Üstündür çok nafile namaz, oruç ve hacdan.
Eğer anne babaya, hizmet etse bir evlat,
Yarın mahşer gününde, ateşe girmez o zat.
Ve eğer şefkat ile bakarsa yüzlerine,
Hac ve ömre sevabı yazılır o mümine.)
Biri sordu Resule: (İhtiyar oldu annem.
Yaşlılıktan ötürü, aklı da azaldı hem.
Bütün hizmetlerini, bizzat ben yapıyorum.
Elimle yediriyor, sırtımda taşıyorum.
Ona yapmış olduğum bu hizmet sebebiyle,
Ödemiş olur muyum hakkını tamamiyle?)
Buyurdu ki: (Olmazsın, şu ki bunun hikmeti,
O, senin yaşamanı isteyip hizmet etti.
Sen ise, validene hizmet edersin, fakat,
Beklersin ki, acaba ne zaman eder vefat?)
Bir kimsenin babası, felç olmuştu aniden.
Oğlu hizmet ederdi, o günden itibaren.
Ve lakin usanınca babasına bakmaktan,
Bir gece vakti onu, sırtına alaraktan,
Evden çıkıp, dedi ki hem de kendi kendine:
Götürüp bırakayım, ıssız bir dağ dibine
Geldi bu niyet ile, kervan geçmez bir dağa.
Başladı oralarda, uygun yer aramaya.
Lakin bildi babası, onun bu niyetini.
Dedi ki: (Ey evladım, fazla üzme kendini.
Beni şuraya bırak, hiç yorulma boş yere.
Zira ben de babamı, bırakmıştım bu yere.)
Bu sözler karşısında, üzüldü buna gayet.
Sordu ki: (Nasıl oldu, bana dahi izah et.)
Dedi: (Benim babam da, felç olmuştu bir gece.
Ben de böyle bakmıştım babama senelerce.
Ve lakin senin gibi, ben de çok usanmıştım.
Bir gece, tam bu yere getirip bırakmıştım.
Zira büyüklerimiz, demiş ki zamanında:
Her kişi ne ekerse, onu biçer sonunda.)
Bu sözler, bir ok gibi saplandı sinesine.
Onu tekrar sırtlayıp, götürdü hanesine.
Giderken hem ağlıyor, hem dua ediyordu.
(Ya Rabbi, yanlış yaptım, beni affet) diyordu
.
03 - ANNE DUASI
.Anne duası
Pir Ali aksarayi , bir sohbeti anında,
Şöyle dedi, (Anneye hizmet) etme babında:
Musa aleyhisselam, bir gün kendi kendine,
Düşünüp, şu şekilde dua etti Rabbine:
(Cennette, benim komşum her kimse ya ilahi!
Bildir de, onu bulup tanıyayım ben dahi.)
Buyurdu ki: (Ya Musa, falanca beldeye var.
Çarşının girişinde, bir kasap dükkanı var.
O dükkanın sahibi, gayet iyi bir zattır.
Cennette senin komşun, o kasap olacaktır.)
Musa aleyhisselam, onu görmek üzere,
Çıktı memleketinden, vasıl oldu o yere.
Hanesine giderek, buyurdu: (Ey kişi, ben,
Misafir geldim sana, eğer kabul edersen.)
Kasap, Musa Nebi'yi tanımıyordu, fakat,
(Hoş geldiniz!) diyerek, eyledi çok iltifat.
Baş köşeye oturtup, eyledi izzet, ikram.
Sonra izin isteyip, işine etti devam.
Önce mutfağa girip, et pişirdi ocakta.
Ve onu, lokma lokma ayırdı oracıkta.
Ve asılı bir zembil var idi ayriyeten.
Yavaş ve dikkatlice, indirdi onu hemen.
Musa Nebi baktı ki, içinde bir kadın var.
Çok yaşlı, pir-i fani, takatsiz bir ihtiyar.
Kirlettiği bezleri, çıkartarak ilk önce,
Yeni, temiz bezlerle değiştirdi güzelce.
Yedirdi o etleri sonra o ihtiyara.
O, sevinip birşeyler mırıldandı o ara.
Hizmetini bitirip, astı tekrar yerine.
Ve Musa Peygamberin yanına geldi yine.
Musa aleyhisselam, sordu ki: (Bu zembilin,
Merak ettim sırrını, bana da söyler misin.)
Dedi: (Benim annemdir zembilde gördüğünüz.
Yaşlıdır, ona böyle bakarım gece gündüz.
Zira başka evladı yoktur hizmet edecek.
Her türlü hizmetini, ben yaparım severek.)
Buyurdu ki: (Sen onun temizlik hizmetini,
Yapıp da, lokma lokma yedirince etini,
Annenin dudakları oynadı, bir şey dedi.
Sen ise âmin dedin, söylediği ne idi?)
Dedi ki: (Ben annemin hizmetini görünce,
Pek fazla memnun olup, dua eder gönlünce.
Onu, Musa Nebi'ye komşu et ya ilahi!
Diyerek dua eder, âmin derim ben dahi.)
Musa Nebi o zaman buyurdu: (Musa benim.
Bu halinden ötürü, seni tebrik ederim.
Annene böyle hizmet ettiğinden ihlasla,
Beni, seni görmeye gönderdi Hak teâlâ.
Annenin duasını kabul etti Rabbimiz.
Cennette, senin ile komşu olduk ikimiz.)
. Namaz nurdur
Pir Ali Aksarayi , büyük âlim ve veli.
Bir gün, (Namaz) hakkında buyurdu şu sözleri:
Namaz, dinin direği, müminin miracıdır.
Namaz, hasta ruhların, tesirli ilacıdır.
Namaz kılan, kurtarır yıkılmaktan dinini.
Kılmayan, kurtaramaz Cehennemden kendini.
Namaz, korur insanı çirkin, kötü her işten.
Namaz kılan, kurtulur Cehennem ateşinden.
Namaz, nurdur, ışıktır insanların kalbine.
Namaz, Münker-Nekir'in, cevaptır sualine.
Namaz kılan kimsenin, kalbi temiz, pak olur.
Namaz kılan, her zaman, huzur ve rahat bulur.
Namazla geçer insan, şimşek gibi Sırat'ı.
Namazla insan bulur, huzur ile rahatı.
Namazdır insanları, doğru yola getiren.
Namazdır insanlara, günahı terk ettiren.
Namaz, ruhlara gıda, namaz ruhlara şifa.
Namazdır üzüntülü kalplere nur ve safa.
Namaz, kalbi parlatır, Sırat'ı aydınlatır.
Namazını kılmayan, çok pişman olacaktır.
Namazdır müminleri birbirine bağlayan.
Namazdır küskünleri barıştırıp dost yapan.
Namaz kılmayanların, kabul olmaz duası.
Çünkü o, terk etmiştir mühim olan bu farzı.
Namaz kılan, öyle çok yaklaşır ki Allah'a,
Başka ibadetlerle, fazlası olmaz daha.
Namaz kılan, yapar hep faydalı, iyi amel.
Namaz, kötülüklere olur mani ve engel.
Camide, cemaatle kılarsa bunu herkes,
Sevgi ile bağlanıp, tutmazlar kin ve garez.
Büyükler, küçüklere eder şefkat, merhamet.
Onlar da, büyüklere gösterir saygı, hürmet.
Zenginler, fakirlerin vakıf olur haline.
Yardımda bulunurlar, derhal kendilerine.
Camide, hastaları görmeyince sağlamlar,
Merak edip, onları, evlerinde ararlar.
Şartlarına uyarak, kılarsa onu bir kul,
Hak teâlâ indinde, olur iyi ve makbul.
Hepsi namaz kılmıştır, bilcümle Peygamberler.
Namaz kılan kimseyi, sever gökte melekler.
Beş vakit namazını, tam kılarsa bir insan,
Melek-ül-mevt, ruhunu, alır kolay ve asan.
Nur olur ona namaz, girdiğinde kabrine.
Kolay olur cevabı, sual meleklerine.
Kıyamette, ilk önce sorulacak namazdan.
Hesabını verenler, kurtulacak azaptan.
Kim beş vakit namazı, getirirse yerine,
Kavuşur ahirette, Cennet nimetlerine.
Kimler de kılmayıp da, etmezlerse hiç esef,
Azap göreceklerdir Cehennemde malesef.
. Kalp kırmak haramdır
Pir Ali Aksarayi , çok mübarek bir kişi.
İnsanları gafletten uyarmaktı sırf işi.
O bir gün buyurdu ki: (Yaşamayın gafletle.
Zira ani geliyor ecel umumiyetle.
Bilhassa (Kul hakkı )na edin ki çok riayet,
Mahşerde, hak altından kurtuluş zordur gayet.
Mesela haram olsa, elbisenin düğmesi,
O namazın, insana olmaz bir faidesi.
Üstümüzde kul hakkı, olsa da yarım akçe,
Cennete giremeyiz, onu ödemedikçe.
Kul hakkını, dünyada, kolaydır eda etmek.
Ve lakin ahirette, çok çetindir ödemek.
Zira o gün, geçmiyor dünyadaki paralar.
Sevap ve günah ile ödenecek bu haklar.
Yani sevabı varsa, gider alacaklıya.
Yoksa, onun günahı yükletilir borçluya.
Bunun için dünyada, her kişi helallaşsın.
Asla mahşer gününe, borç alacak kalmasın.
Haklı olsanız bile, siz yine dileyin af.
Belli olmaz, belki de haklıdır karşı taraf.
Zira mahşer yerinde, nice alacaklılar,
Hesapları ters dönüp, sonunda borçlu çıkar.)
Dediler ki: (Efendim, izah buyurduğunuz,
Kul hakları, nelerden ibarettir bahusus?)
Cevaben buyurdu ki: (Kul hakkı denilince,
Hatıra, maddi haklar gelirse de ilk önce,
Bunlardan daha mühim haklar da var muhakkak.
Mesela kul hakkıdır, kalp kırmak, gönül yıkmak.
Hatta insan, Kâbe’yi yıksa da yetmiş defa,
Kalp kırmanın yanında hafif kalır bu daha.
İnsanın, kimler ile varsa çok alakası,
Onlarla icab eder, sık sık helallaşması.
Mesela sıra ile, zevcemiz, çocuğumuz,
Hısım akraba ile, arkadaş ve komşumuz.
Hepsinin, ayrı ayrı üstümüzde hakkı var.
Bunların içinde de, en mühimi, hanımlar.
Eğer ki hanımını incitirse bir kişi,
Helallık almadıkça, mahşerde zordur işi.
Her gün evden çıkarken, helallaşmak gerekir.
Zira ölebiliriz, eceller ani gelir.)
Dediler ki: (Efendim, Allah katında bir kul,
Hangi vasıflarıyla olur iyi ve makbul?)
Buyurdu: (Mahir olsa bir kişi mesleğinde,
Sırf bununla, bir kıymet kazanmaz Hak indinde.
Zeki ve kurnaz olmak, makam, mevki, müdürlük,
İndallah , o insana sağlamaz bir üstünlük.
Kim fazla korkuyorsa Allahü teâlâdan,
Odur Allah indinde kıymeti fazla olan.
Kim kazanmak isterse, Hak indinde itibar,
Takvaya sarılsın ki, Rabbimiz buna bakar.)
. Ana babanın vazifesi
Pir Ali Aksarayi , âlim ve veli bir zat.
Her gün, sevdiklerine ederdi çok nasihat.
Bir gün, anne-babanın vazifesi babında,
Sorulan bir suale, şöyle dedi vazında:
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: (Hepiniz,
Bir koyun sürüsünün, çobanı gibisiniz.
Nasıl ki sürüsünden, mesul olup bir çoban,
Korur ise onları, her zarar ve ziyandan,
Sizler dahi, emriniz altında kimler varsa,
Koruyun her birini Cehennemden bilhassa.
Çoluk çocuğunuza, her şeyden daha evvel,
İslami bilgileri öğretin tam mükemmel.
Eğer öğretmezseniz dinini onlara siz,
Yarın mahşer gününde, pişmanlık çekersiniz.)
Yine bir hadisinde buyurdu ki o Server:
(Çok müslüman evladı vardır ki, o kimseler,
Anne-babalarının sebebi ile hem de,
Acı azap görürler, Veyl adlı Cehennemde.
Onlar, ateş içinde çekerken acı, keder,
Ana-babaları da yanacaktır beraber.
Çünkü o insanların anne ve babaları,
Terbiye etmediler, dini yönden onları.
Sırf para kazanmanın yolunu gösterdiler.
Dinin emirlerini, asla öğretmediler.
Onların, Cehennemde yanmalarına sebep,
Dinini öğretmeyen o anne-babadır hep.)
Yine buyurdular ki: (Bir baba, evladına,
Acıyıp gönderirse, bir Kur'an üstadına,
Öğretilen Kur'anın harfleri adedince,
O kula, hac sevabı verilecek bir nice.
Ve kıyamet gününde, o kulun başına bir,
Devlet tacı konur ki, herkes görüp imrenir.)
Bu zat buyuruyor ki: (İşte bu hadislerin,
Bildirdiği azaptan kurtulabilmek için,
Evladına, ilk önce öğret ilmihalini.
Azad et Cehennemden, evladınla kendini.
Evlat, ana-babanın elinde bir emanet.
Çocukların kalpleri, temiz ve saftır gayet.
Yumuşak mum misali, her türlü şekle girer,
Ve temiz toprak gibi, ne ekersen o biter.
Bir baba, çocuğunu seviyorsa eğer ki,
Ona öğretmelidir, dinini elbette ki.
Eğer öğretilirse, ererler saadete.
Anne-babaları da, ortak olur nimete.
Şayet öğretilmezse, olurlar kötü insan.
Dünya ve ahirette, sonları olur hüsran.)
. Kardeşlik ve şefkat
Pir Ali Aksarayi , ilme aşık bir kişi.
Okuyup okutmaktı, en sevdiği tek işi.
Bir gün, sevdikleriyle başlayarak sohbete,
Şöyle bir hadiseyi nakletti cemaate:
(Halil ) ile (İbrahim ) adında, çok önceden,
İki kardeş yaşarmış, birbirini çok seven.
Büyük olanı Halil, küçüğü İbrahim’miş.
Halil evli, çocuklu, İbrahim bekar imiş.
Ortak bir tarlaları varmış ki hem onların,
Geçinip giderlermiş geliriyle tarlanın.
Ve her sene sonunda, ne kadar çıksa buğday,
Hemen eşit olarak, ederlermiş iki pay
Bir yıl, ekinlerini biçip harman yapmışlar.
Buğdayları savurup, ikiye ayırmışlar.
Büyük olan demiş ki: (Ey kardeşim İbrahim!
Ben gidip çuvalları, ambardan getireyim.
Ben gelinceye kadar, sen bekle az bir zaman.
Gelmesin buğdaylara herhangi zarar, ziyan.)
Halil eve gidince, düşünmüş ki İbrahim:
(Ben bekar bir kişiyim, evlidir fakat abim.
Daha çok buğday lazım elbet onun evine.
Benimkinden bir miktar, atayım onunkine.)
O, abisi hakkında bunları düşünerek,
Payından, onunkine aktarmış üç beş kürek.
Halil, çuval elinde çıkagelmiş o ara.
Demiş: (Haydi doldur da, götürüver anbara.)
İbrahim (Peki) deyip, kendine ait olan,
Buğdaydan yüklenerek, anbara olmuş revan.
İbrahim ayrılıp da, gider gitmez anbara,
Şu şekilde düşünmüş, abisi de o ara:
(Çok şükür ben evliyim, kurulu düzenim var.
Lakin küçük kardeşim İbrahim henüz bekar.
O, daha çalışıp da, para biriktirecek.
Ve maddi sıkıntıyla, ev kurup evlenecek.
Benim böyle derdim yok, hazır evim ve eşim.
Buğdaya, benden fazla, muhtaçtır bu kardeşim.)
Kardeşinin hakkında, o böyle düşünerek,
Payından, onunkine aktarmış bir kaç kürek.
Buğdayı yüklenip de, ayrıldığında biri,
Ona, kendi payından, aktarırmış diğeri.
Onların bu halleri, o gün akşama kadar,
Birbirinden habersiz, sürüp gitmiş bu karar.
Nihayet bakmışlar ki karanlık bastığında,
Hiç azalma olmamış buğday yığınlarında.
Onlar, birbirlerine, böyle güzel hareket,
Edince, vermiş Allah onlara bir bereket.
Günlerce taşımışlar, bitmemiş buğdayları.
Dolup taşmış buğdayla, evleri, ambarları.
İşte, (Halil İbrahim bereketi ) denilen,
Hadise, bu şekilde vaki olmuş eskiden.
. Dua, belayı giderir
Pir Ali Aksarayi , büyük âlimlerdendi.
Bir gün, şu hadiseyi dersinde nakleyledi:
Resulullah , Eshapla otururken bir ara,
Şu ibretli vakayı naklettiler onlara:
Vaktiyle bir kavimde, yaşıyordu üç adam.
Bir yere giderlerken, bir dağda oldu akşam.
Hemen yer aradılar, gecelemek üzere.
Bir mağara görerek, sığındılar o yere.
Lakin koca bir kaya, dağdan yuvarlanarak,
Mağara kapısını kapadı tam olarak.
Dediler ki: (Bu yerden, bizleri kim kurtarır?
Bize yardım edecek, ancak Hak teâlâdır.
İyi işlerimizle, edelim Ona niyaz.
Ola ki, O da bizi bu yerden eder halas.)
İçlerinden birisi, dedi ki: (Ya ilahi!
Benim annem ve babam vardı ki pir-i fani,
Onların yemeğini bizzat yedirmeyince,
Ben, hanım ve çocuklar, yemezdik daha önce.
Rızan için yaptımsa onlara bu hizmeti,
Kaldır üzerimizden bu büyük musibeti.)
O böyle dediğinde, aralandı az kaya.
Lakin çıkamadılar yine de dışarıya.
Bu sefer ikincisi, dedi ki: (Ya ilahi!
Komşumuzun, çok güzel bir kızı var idi ki,
Onunla buluşmayı isterdim hararetle.
Lakin o, teklifimi reddederdi şiddetle.
Sonra bir kıtlık oldu, günlerce kaldılar aç.
Nihayet erzak için, oldular bize muhtaç.
Ben bunu fırsat bilip, o kıza erzak verdim.
Sonra da, (Teklifime, evet de haydi!) dedim.
Dedi ki: (Sen Allah'tan korkmaz mısın ey kişi!
Nasıl teklif edersin, bana günah bir işi?)
Ben bunu işitince, kendime geldim hemen.
Vazgeçtim o günahı irtikab eylemekten.
Bu işten, rızan için ictinab ettim ise,
Buradan çıkmak için, yardım et ya Rab bize.)
O kaya, biraz daha aralandı o vakit.
Lakin henüz çıkmaya, olmadı tam müsait.
Bu sefer üçüncüsü, dedi ki: (Ya ilahi!
Amele tutmuş idim ücret ile ben dahi.
Lakin gitti birisi, ücretini almadan.
Ben, onun ücretini çalıştırdım çok zaman.
Birikti hesabına, bir hayli mal ve davar.
Bir gün gelip istedi ücretini o tekrar.
Dedim ki: Şu gördüğün öküz, koyun ve deve,
Senindir her birisi, sür götür senin eve.
Ya Rabbi, rızan için yaptımsa bu işi ben,
Kaldır bu musibeti, bizim üzerimizden.)
O da Hak teâlâya, edince böyle niyaz,
Taş kaydı biraz daha, oldular bundan halas.
.
04 - MUHTAÇLARA YARDIM
.Muhtaçlara yardım
Abdülaziz Dehlevi , âlim ve veli zattı.
Bir gün, sevdiklerine, şu vakayı anlattı:
Abdullah bin Mübarek adında bir evliya,
Hac'da iken bir gece, gördü şöyle bir rüya:
Semadan yeryüzüne, iki melek indiler.
Sonra, birbirleriyle hasbihal eylediler.
Meleklerden birisi, sordu ki diğerine:
(Bu sene, kaç müslüman geldi bu Hac yerine?)
O dahi cevabında, şöyle dedi o zaman:
(Bu yıl Hacca gelenler, altıyüzbin müslüman.)
Birincisi sordu ki yine ikincisine:
(Peki, kaçının haccı kabul oldu bu sene?)
Dedi ki: (Bu kadar çok kimse Hacca gelmiştir.
Lakin hiç birininki, kabul edilmemiştir.
Fakat Şam'da, Ali bin Muvaffak diye bir zat,
Var ki, Hac sevabını kazanmıştır o bizzat.)
Abdullah bin Mübarek, bu rüya üzerine,
O zatı bulmak için, yöneldi Şam şehrine.
Ali bin Muvaffak’ı sorarak ahaliden,
Hanesini öğrenip, yanına gitti hemen.
Önce selam vererek, anlattı rüyasını.
Dedi ki: (Söyle bana, sen şu işin aslını.
Sana, Hac sevabını kazandıran iş nedir?
Ne amel işledin ki, kazandın böyle ecir?)
Ali bin Muvaffak da, buna çok etti hayret.
Dedi ki: (Bilmiyorum, yapmadım bir ibadet.
Ayakkabı tamiri yapmaktır asıl işim.
Otuz seneden beri, Hacca gitmek isterim.
Üçyüz dirhem parayı, biriktirip nihayet,
Bu yıl, Hacca gitmeye etmiştim halis niyet.
Lakin kısmet olmadı bu sene de bana Hac.
Zira bir komşum vardı, gayet fakir ve muhtaç.
Bir gün gidip gördüm ki bu komşumun evine,
Et kokusu yayılmış evinin her yerine.
Şaka ile dedim ki: (Et pişiyor ocakta.
İkram et de, beraber yiyelim şuracıkta.)
Ben böyle söyleyince, ağladı hüngür hüngür.
Dedi ki: (Çocuklarım, aç bekliyor üç gündür.
Bütün şehri dolaşıp, iş aradım bir hafta.
Lakin hiç bulamadım uygun iş, bir tarafta.
Bir yolun kenarında, ölü bir hayvan gördüm.
Zaruret miktarınca, kesip eve götürdüm.
Yemek pişiriyorum çocuklara o etten.
İkram edemiyorum size de bu sebepten.)
Ben bunu öğrenince, çok sızladı yüreğim.
Ve hemen düşündüm ki: Buna yardım edeyim.
Muhtaç olan kimseye, yardım eli uzatmak,
Nafile ibadetten, kıymetlidir kat be kat.
Abdullah bin Mübarek, öğrenince bu hali,
Buyurdu: (Çok isabet eylemişsin ya Ali!)
. Öfkenin zararları
Abdülaziz Dehlevi , bir gün (Öfke ) babında,
Camide, cemaate şöyle dedi vazında:
Bir gün hükümdar Memun, odasına gelerek,
Sofraya oturdu ki, bir miktar yesin yemek.
Ve lakin hizmetçisi, çorbayı getirirken,
Elinde olmaksızın, ayağı kaydı birden.
Döküldü sıcak çorba, Sultanın üzerine.
Hiddetlendi hükümdar, derhal hizmetçisine.
Hatta dövecekti ki kalkıp onu bir yaman,
Akıllı hizmetçisi, vermedi buna meydan.
Dedi ki: Ey efendim, acele etmeyiniz.
Dinin emri üzere, lütfen amel ediniz.
Bakın, buyuruyor ki Kur'anda Hak teâlâ:
(Takva sahibi kullar, öfkelenmezler asla)
Teskin oldu hükümdar, onun bu sözlerinden.
Dedi: (Ben de vazgeçtim, sana sinirlenmekten.)
Hizmetçisi dedi ki: Âyetin devamı var:
(Kusuru olanları, affeder hemen onlar.)
Onun bu sözü dahi, çok memnun etti onu.
Dedi: (Ben de affettim, senin bu kusurunu.)
Hizmetçi, hükümdara dedi ki en sonunda:
Sultanım, iş bitmedi, devamı var onun da.
Bakın buyuruyor ki bu âyette Rabbimiz:
(İhsan sahibi olan kulları çok severiz.)
Bu söz de huzur verdi hükümdarın içine.
Bir kese altın alıp, verdi hizmetçisine.
Yine Behaeddin-i Buhari hazretleri,
Çok titiz davranarak, yer idi yemekleri.
Bir yemek pişmiş ise gadap ve öfke ile,
Anlayıp, yemez idi ondan bir lokma bile.
Bir gün, davet ettiler yemeğe kendisini.
Lakin hiç o yemeğe uzatmadı elini.
Dediler ki: (Efendim, helaldi yemeğimiz.
Merak ettik, acaba ne için yemediniz?)
Buyurdu ki: (Yemekler helaldi hepsi, fakat,
Kızgın ve öfkeliydi, yemeği pişiren zat.)
Talebeden biri de, sual etti: (Efendim!
Hallerim iyi değil, neye dikkat edeyim?)
Buyurdu ki: (Lokmana dikkat eyle her zaman.
Haramdan, tek bir lokma geçmesin boğazından.
Hem ayrıca bir yemek, pişer ise gafletle,
Veya hazırlanırsa, gadap ve kerahetle,
O yemekten, insana olmaz fayda, bereket.
Zira şeytan ve nefis, karışır ona elbet.
Böyle pişen yemekten, yer ise biri eğer,
Ondan hep zuhur eder çirkin, kötü fiiller.
Ve eğer huzur ile, Besmele söyleyerek,
Neşe ve sevgi ile yapılırsa bir yemek,
Ondan her kim yer ise, kurtulur çok marazdan.
Lezzet alır yaptığı ibadet ve namazdan.)
. Şeytanın hiyleleri -1
Abdülaziz Dehlevi buyurdu: (Ey insanlar!
Biliniz ki, insanın, üç büyük düşmanı var.
Birisi (Şeytan )dır ki, damarlarda dolaşır.
Günaha sokmak için, gece gündüz uğraşır.
Lakin bunun zararı, azdır diğerlerinden.
Bilgisiyle kurtulur, insan bunun şerrinden.
Zira bir günah için, bir kez gelir herkese.
Eğer aldatamazsa, verir başka vesvese.
Evvela her kişinin, zafını tesbit eder.
Mesela çok ibadet yapıyorsa, şöyle der:
(Ne için bu kadar çok ibadet yapıyorsun?
Allah, ibadetlere muhtaç mı sanıyorsun?
Ne kadar çok ibadet yapsan da ihlas ile,
Bir gözünün şükrünü ifaya yetmez bile.
O ihsan etmedikçe, Cennete giremezsin.
Öyle ise, bu kadar niçin zahmet çekersin?)
Şeytan böyle der ise, şöyle cevap veririz:
(Evet, muhtaç değildir ibadete Rabbimiz.
Ve lakin ibadete, benim var ihtiyacım.
Çünkü ben, kul olarak, her an Ona muhtacım.
Ne kadar çok ibadet etsem de kendisine,
Kulluğumu tam yapmış olamam Ona yine.)
Bu sefer şeytan der ki: (Ama sen, henüz gençsin.
İbadette, ne kadar çok acele edersin.
Önce dünya işini düzene koy, rahat et.
Yaparsın daha sonra çok amel ve ibadet.)
Buna karşı deriz ki: (Evet ben, henüz gencim.
Lakin bilmiyorum ki, ne gün gelir ecelim?
Ben, bu günün işini bırakırsam yarına,
Ne bahane bulurum mahşerde Yaradan'a.)
Şeytan der ki: (Haklısın, ecel belli değildir.
Her taati, acele yapmak daha iyidir.
Bunun için namazı, çabuk çabuk eda et.
Böylece az zamanda, yaparsın çok ibadet.)
Bu sefer de, şeytana şöyle cevap verilir:
(Aceleden maksadım, elbette bu değildir.
Her taatin şeklini, bildirmiştir dinimiz.
Doğru yapılanları, kabul eder Rabbimiz.
Hiç hatasız olarak yapılan az ibadet,
Hatalı çok taatten üstündür daha elbet.)
Bu sefer şeytan der ki: (Sen, çok iyi bir kulsun.
Her bir ibadetini, kusursuz yapıyorsun.
Bunun için, herkese göster ki amelini,
Herkes, sana bakarak düzeltsin her halini)
Onun bu hiylesine, şöyle cevap verilir:
(İnsanların görmesi, hiç de mühim değildir.
Ben ibadet yaparım, Rabbimin emri diye.
Ne için göstereyim, bunu Ondan gayriye?
Benim ibadetimi görse de çok insanlar,
Hatta beğenseler de, bana ne fayda sağlar?)
. Şeytanın hiyleleri -2
Onun bu hiylesi de tutmayınca, bu sefer,
Başka bir taktik ile yaklaşıp, şöyle söyler:
(Hakikaten sen halis, iyi bir müslümansın.
Ve her ibadetini, Allah için yaparsın.
Bu manevi nimeti, sen nasıl elde ettin?
Demek, senin bu yolda çoktur kabiliyetin.)
Şeytana, bu sefer de şöyle diyebiliriz:
(Her nimetin hakiki sahibi, Rabbimizdir.
O dediğin nimetler, mevcutsa bende eğer,
Rabbimin ihsanıdır, herkese O lutfeder.
Ben, Allah'ın pek aciz, zavallı bir kuluyum.
Bendeki her nimeti, yine Ona borçluyum.)
Şeytan bakar olmadı, tutmadı yalanları,
Bizi aldatmak için, dener başka yolları.
Der ki: (Sen, çok bilgili ve akıllı birisin.
Dinin icablarını gayet iyi bilirsin.
Ve lakin sen yine de gizli yap ibadeti.
Riyadan kaçanların, hep böyledir adeti.
Her halin, muvafıktır rıza-i ilahiye.
Her ameli gizli yap, gösterme bir gayriye.)
Bu sefer demeli ki: (Yine yalan diyorsun.
Şimdi de, beni kibre sevk etmek istiyorsun.
Bazı iş gizli olur, bazıları aşikâr.
Hepsini gizli yapmak, bana ne fayda sağlar?)
En son olarak der ki: (Sen, iyi bir insansın.
İmanı, itikadı düzgün bir müslümansın.
Sen de biliyorsun ki, dünyada hayır ve şer,
Her biri Allah’tandır, karışmaz asla beşer.
Şayet Cehennemliksen, niye zahmet çekersin?
Çok ibadet etsen de, Cehenneme gidersin.
Yok eğer Cennetliksen, yine yapma ibadet.
Zira sen Cennetliksin, boş yere çekme zahmet.
Ne için ibadetle uğraşıp duruyorsun?
Galiba sen kendini boş yere yoruyorsun.)
Onun bir hiylesi de, işte bu vesvesedir.
Onu susturmak için, şöyle cevap verilir:
(Ben kulum, kula düşen, ibadettir Rabbine.
Cennetine koyarsa, lütfudur Onun yine.
O bilir, Cennetlik ve Cehennemlik kulları.
Ben ibadet yaparım, hiç düşünmem bunları.
Kulun alın yazısı, işinden anlaşılır.
Herkes, iradesiyle sevap, günah kazanır.
Vadetti Hak teâlâ, müminlere Cenneti.
Salih amel işleyen, kazanır bu nimeti.
Yani Cennetlik olan, hep salih amel işler.
Lakin fenalık yapar, Cehennemlik kişiler.
Rabbimin beğendiği iyi işler var iken,
Beğenmediklerini ne için yapayım ben?)
Böyle cevap verirse şeytana bir müslüman,
Onun vesvesesinden, halas olur her zaman.
. Ateş deyip geçmeyin
Abdülaziz Dehlevi , âlim ve veli zattı.
İşi, dine hizmet ve gençlere nasihattı.
Bir gün, talebesiyle sohbet ederken bu zat,
(Dünya )dan bahsederek, şöyle etti nasihat:
(Kardeşlerim, dünyanın bilcümle servetiyle,
Hiç bir değeri yoktur indallah zerre bile.
Sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi,
Onlardan, kâfirlere, bir yudum su vermezdi.
Gerçi bazı kâfirler, zengindir, malları çok.
Ama hiç o malların, indallah kıymeti yok.
Allah, dünya malına kıymet vermediğinden,
Hiç sevmediklerine veriyor bu nimetten.
Ama onlar, Cennetten tam mahrum olacaklar.
Cennetin, kokusunu bile duyamayacaklar.
Kâfirlere verilen o mallar, ahirette,
Onların azabını arttıracak elbette.
Müslüman olanlar da, malının zekatını,
Vermezse, ahirette yüklenir azabını.
Zekatı verilmeyen o mallar, o paralar,
Mahşerde ateş olup, sahiplerini yakar.
(Ateş ) deyip geçmeyin, ona hiç dayanılmaz.
Bir kibrit alevine elinizi tutun az.
Su biraz çok ısınsa, abdest alamıyorum.
(Ya Rabbi, bu insanlar nasıl yanar?) diyorum.
Şimdi bazı insanlar, bir parçacık menfaat,
Uğruna, Cehenneme sürükleniyor, heyhat!
Kalpten dünya sevgisi çıkmadıkça velhasıl,
Hakiki saadete, olamaz kimse vasıl.
Bu, hele bu zamanda çok çetin ve müşkildir.
Bu, çok ibadet ile olacak şey değildir.
Çok oruç tutmak ile ve kılmakla çok namaz,
Kalpten, dünya sevgisi, yine çıkarılamaz.
Bunu elde etmenin, bir yolu var ki şu an,
O da, bu saadete, bu nimete kavuşan,
Bir Allah adamını sevip, ona uymaktır.
Kendi aklını atıp, ona tâbi olmaktır.
Çünkü o büyüklerin, doğrudur her işleri.
Onlara tâbi olmak, kurtarır kişileri.
Zira bir vasıtaya bindiğinde bir kimse,
Ona tâbi olmalı, sürücüsü kim ise.
Mesela bir gemiye binerse biri şayet,
Geminin kaptanına tâbi olur o elbet.
Tâbi olmayacaksa, binmesin gelip buna.
Bindiyse, uymalıdır geminin kaptanına.
Eğer müdahaleye kalkarsa, o, ahmaktır.
Dinimizin esası, çünkü tâbi olmaktır.
Hazret-i Ebu Bekir, kâfirlere dedi ki:
(Madem ki O söyledi, doğrudur elbette ki.)
(Edeb )in bir tarifi, itiraz etmemektir.
Büyüklerin emrine, hemen peki demektir.
. Adalet ve ihsan
Abdülaziz Dehlevi , hal ehli bir veli'ydi.
Nasihati, herkese pek çok faideliydi.
Derdi: Kulun, aynıysa dışı gibi içi de,
Rabbimiz buyurur ki: (Gerçek kul budur işte.)
İnsanlara hizmeti, vazife biliyordu.
(Dünyada en kârlı iş, işte budur) diyordu.
Kimseyi gıybet etmez, dinlemezdi de hatta.
Derdi ki: (Bu, korkunç bir hastalıktır adeta.)
Son derece sabırlı, tevekkül ehliydi pek.
Her dert ve musibete, katlanırdı severek.
Derdi ki: İki türlü, kula gelir hidayet.
Kimine (İhsan ) olur, kimine de (Adalet ).
Bir kimse, dua edip dese ki: (Ya ilahi!
İman ve hidayete kavuştur beni dahi.)
Onun, hüsn-ü niyetle yaptığı bu duayla,
O kulu, hidayete erdirir Hak teâlâ.
İnsan, bütün ömrünce istese bunu bir an,
Ölmeden, o kimseye nasib olur bu iman.
İşte, dua edip de, hidayete kavuşmak,
Adalet-i ilahi sayesindedir ancak.
Bazı kimseler dahi vardır ki bu dünyada,
İmana gelmek için, bulunmaz bir duada.
Haberi bile yoktur imandan, hidayetten.
Lakin seçip kurtarır, Allah onu o dert'ten.
Yani ona tanıtır sevdiği bir kulunu.
Onun vasıtasıyla, kendine çeker onu.
Bu da, Hak teâlânın ihsanıdır ki elbet,
Dünyada, olmaz artık bundan büyük bir nimet.
Bir (Allah adamı )nı tanımadan bir kimse,
Yüz sene, hiç durmadan ibadet, hizmet etse,
Yine de kayabilir ayağı o kişinin.
Çünkü tasarrufunda değildir bir mürşid'in.
Mürşidi olmayanın imanı, bu devirde,
Yüzen tahta parçası gibidir bir nehirde.
Dalgalar tesiriyle bir batar, sonra çıkar.
Her an bir tehlikeye olabilir o duçar.
Rehberi olanların imanına gelince,
Kaya gibi muhkem ve sağlam olur bir nice.
Yani hakiki rehber olmadan bir şey olmaz.
İnsanlar, ahirette azaptan kurtulamaz.
Peygamber olmayınca, nasıl ki din olmazsa,
Onun varisleri de öyledirler hülasa.
Lakin mürşid geçinen, sahte şeyhler dahi var.
Bu gibiler, din değil, dünya adamıdırlar.
Onların olmaması, olmasından iyidir.
Çünkü onlar, yol kesen eşkıyalar gibidir.
Eşkıya, insanların, alır yalnız malını.
Bunlar ise çalarlar dinini, imanını.)
. Kendinizi sevmeyin
Abdülaziz Dehlevi , âlim ve evliyadır.
Gençlere, çok kıymetli nasihatleri vardır.
O, bir gün buyurdu ki: (Yolumuzun esası,
Asla terk etmemektir büyüklerle teması.
Bir rehbere kavuşmak, en büyük bir nimettir.
Sonra yapılacak iş, ona teslimiyettir.
Yani kendine değil, o zata tam uyarak,
Huzura kavuşmaktır, hem de sonsuz olarak.
Velhasıl rahat huzur, ortada durmaktadır.
Kavuşmanın yolu da, bir rehbere uymaktır.
Kim aklını terk edip, tam uyarsa rehbere,
Kavuşur o sayede, sonsuz saadetlere.
Kim de hocası varken, nefsine uysa eğer,
Eksik olmaz başından üzüntü, gam ve keder.
Bir hakiki rehbere olan teslimiyeti,
Nisbetinde , her insan, kazanır saadeti.
Eshap , teslim oldular Allah'ın Habibine.
Yükseldiler Cennetin en yüksek mevkiine.
Kureyş kâfirleriyse, Ona inanmadılar.
Yalnız baş gözü ile bakarak aldandılar.
Mesela dediler ki: (Bu, nasıl peygamberdir?
Görüştüğü kimseler, fakir ve kölelerdir.
Sırtında bir hırka var, dolaşır yalın ayak.
Hiç yoktur onu bizden ayıran mühim bir fark.)
Eshab -ı kiram ise, Ona, Peygamber diye,
Bakarak, ulaştılar rıza-i ilahiye.
Öyle yükseldiler ki bu sevgiyle o zevat,
Onlar namaz kılsalar, mesela iki rekat,
Gayrinin, ömür boyu yaptığı ibadetten,
Daha kıymetli olur indallah bu sebepten.
Dünya ile ahiret, zıttır birbirlerine.
Birini kalbe koysan, yer kalmaz diğerine.
İki zıt şey, bir anda, bir yerde bulunamaz.
Birisi varsa eğer, öteki gider, durmaz.
Kim doğuya yaklaşsa, batıdan uzaklaşır.
Dünya'dan uzaklaşan, ahiret'e yaklaşır.
Dünyaya yaklaşırsan, kendini çok seversin.
Kendini sevince de, gayriyi sevemezsin.
Aksine, sen kendini sevmez isen hiç eğer,
Herkesi seversin ve herkes de seni sever.
İki zıt şey, bir yerde, bulunamazlar elbet.
Ya Allah'ın sevgisi, ya da nefse muhabbet.
Allah sevgisi varsa, bulunmaz ötekiler.
Ötekiler var ise, Allah sevgisi gider.
Kalplerin, saf ve temiz olması lazım gelir.
Bu da, Hak dostlarına olan sevgi iledir.
Hak teâlâ Kur'anda, buyurur ki mealen:
(Dostlar ile beraber olun mütemadiyen.)
O Allah adamları öyle kişilerdir ki,
Yanlarında olanlar, olmazlar fasık, şaki.
.
05 - PEKİ DİYEN KAZANIR
.Peki diyen kazanır
Seyyid Fehim Arvasi , hal ehli bir kişiydi.
İslama hizmet etmek, en mühim tek işiydi.
O, bir gün buyurdu ki: (Olmayın itirazcı.
Daima (Peki ) deyin, olsa da biraz acı.
Zira peki demekle Eshap Resulullaha,
Çok yakın ve sevgili olmuşlardı Allah'a.
Hazret-i Ebu Bekir, miracı işitince,
Hiç itiraz etmeyip, tasdik etti hemence.
Tamam dediği için o gün Resulullaha,
(Sıddık ) lakabı ile, yükseldi bir kat daha.
İmam-ı Rabbani de, hac için, Hindistan'dan,
Bazı talebesiyle, yola çıktı bir zaman.
Henüz Baki Billah’ı tanımıyordu, fakat,
Yok idi o devirde, onun gibi âlim zat.
Zahiri ilimlerin, vakıf olup hepsine,
Ders verirdi yüzlerce ilim talebesine.
İşte o yolculukta, birisi talebenin,
Huzuruna gelerek İmam-ı Rabbani'nin,
Arz etti ki: (Efendim, benim bir hocam vardır.
Filan yerde oturur, adı Baki Billah'tır.
Beraber gidelim mi, onun ziyaretine?)
İmam, (Peki ) buyurdu onun bu teklifine.
Tevazu buyurarak, kırmadı o gün onu.
Onun hatırı için, değiştirdi yolunu.
İmam-ı Rabbani’yi görünce Baki Billah,
Dedi ki: (Aradığım, budur elhamdülillah.)
Zira hep bekliyordu Serhend'den bir yiğidi.
Beklediği o yiğit, İmam-ı Rabbani’ydi.
Baki Billah, İmam'a etti ki şöyle niyaz:
(Bizim misafirimiz olmaz mısınız biraz?)
İmam, bu teklife de itiraz etmeyerek,
Hemen kabul eyledi yine (Peki ) diyerek.
İki gün sohbet edip, buyurdu ki bu defa:
(İsterseniz gidiniz siz artık Beytullah’a.)
Lakin hazret-i İmam, olmuştu ona aşık.
Çünkü aradığını, bulmuştu onda artık.
Dedi ki: (Biz Kâbe’ye gidecektik velakin,
Burada, sahibini buluverdik Kâbe’nin.)
O huzurda iki ay kalarak, en nihayet,
O mürşid-i kâmil’den, aldı mutlak icazet.
Yine o buyurdu ki: Bu günden tezi yoktur,
İslama bel bağlayıp, bulmalı rahat, huzur.
Bu günden yapmalı ki çok ibadet ve taat,
Zira hiç beli olmaz, bitebilir bu hayat.
Pişman olmamak için ahirete gidince,
Öğrenmek lazım gelir dinini ince ince.
İlim de, öğrenilir sırf amel etmek için.
Bir de ihlas gerektir, esası budur işin.
Yani islamiyet’te üç temel esas vardır.
Bunlar, (İlim ) ve (Amel ), üçüncüsü (İhlas )tır.
. Cömert olun
Seyyid Fehim Arvasi , büyük bir evliyadır.
Kalplere tesir eden nasihatleri vardır.
Onu gören kimseyi, kaplardı neşe, sevinç.
Yüzünden tebessümü, noksan olmaz idi hiç.
O, bir gün buyurdu ki: (Dünya, küçük ve dardır.
Bunun için burada, sıkıntı, darlık vardır.
Her kim sıkılıyorsa, dünya işleri için,
Demek kalbi, dünyaya dönüktür o kişinin.
Ahirete dönerse, bulur rahat ve huzur.
Zira ona giden yol, geniş, hatta sonsuzdur.
Kavgalar, dar yerlerde gelirler hep meydana.
Zira herkes, kendini çıkarır ön plana.
Herkes, menfaatini kayırır, haset eder.
Herkes, (Dünya malına, ben sahip olayım) der.
Az malı, çok kimseler edince böyle talep,
Dünya sıkıntısının menşei de budur hep.
Almayı düşünenin, sıkıntısı çok olur.
Veren ise, daima bulur rahat ve huzur.
Hem vermek üzerine kurulmuştur dinimiz.
Veren el, alan elden, hep üstündür ve aziz.)
Bir gün ona sordular: (Efendim, neden acep,
Hakiki müslümanlar, güleryüzlü olur hep?)
Buyurdu: (Güler yüzlü olur mümin esasen.
Zira mümin olmanın, şiarı budur zaten.
Zira halis müslüman, ölümü unutmaz hiç.
Ölümü çok anmak da, verir neşe ve sevinç.
Çünkü ölüm, başıdır sonsuz bir yolculuğun.
Hazırlanmak lazımdır, bu sefere çok yoğun.
İnsan, dünyada bile, çıksa bir kısa yola,
Bir kaç gün evvelinden, koyulur hazırlığa.
Ölüm seferininse, değildir günü belli.
Zira hep ani gelir insanların eceli.
İşte bu yolculuğu, çok düşünen bir insan,
Yapar hazırlığını, gelmeden henüz o an.
Bu dünya hayal olup, gayet kısa zamandır.
Sonsuza nisbet ile, ömür, sanki bir andır.
Bunun da çoğu gitti, azı kaldı geriye.
Kavuşmaya bakmalı, rıza-i ilahiye.
Ölüm uyandırmadan, uyanalım ki şu an,
Yoksa, mahşer gününde, oluruz gayet pişman.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim, faraza,
Cemiyet bir bedendir, fertler de birer aza.
Birinin ayağına, batsa ufak bir diken,
Onun acısı ile, sızlanır bütün beden.
Vücudun neresinde olsa bir dert ve maraz,
Onun sıkıntısıyla, insan rahat olamaz.
İşte bir memleketin fertleri de böyledir.
Birisi hasta olsa, hepsi üzüntüdedir.
Bunun için herkese, davranın güzel, iyi.
Herkesle hoş geçinip, üzmeyin hiç kimseyi.)
. Dua almaya bakın
Seyyid Fehim Arvasi , hal ehli bir veli'ydi.
Büyük insan olduğu, her halinden belliydi.
O, bir gün buyurdu ki: (Bakın dua almaya.
İnsan, dua alarak yakın olur Allah'a.
Evliya-yı kiramdan, Ubeydullah-ı Ahrar,
Çok dua istemeyi, etmişti adet, şiar.
Buğday satın almıştı, bir gün de bir kimseden.
Ayrılıp gitti sonra, hiç dua istemeden.
Üç günlük bir mesafe gitmişti ki o fakat,
Dua almadığını hatırladı o saat.
Dedi: (Eyvah, ben ondan dua talep etmedim.
Onun duasındaydı belki de saadetim.)
Üç günlük mesafeden, geriye döndü yine.
Geldi buğday aldığı o köylünün evine.
Köylü onu görünce, sual etti pür-telaş:
(Yoksa bozuk mu çıktı buğdaylar ey arkadaş?)
Dedi ki: (Hayır hayır, iyi çıktı buğdaylar.
Ve lakin istemeyi unuttuğum bir şey var.)
(Nedir?) diye sorunca, dedi ki: (Biraderim!
Ben, gördüğüm herkesten, dua talep ederim.
Lakin senin duanı, unuttum istemeyi.
Yolda hatırladım da, bu yüzden döndüm geri.)
Köylü, hayret içinde dedi: (Yani şimdi sen,
Yalnız bunun için mi geldin hiç üşenmeden?)
(Evet, sırf bunun için geldim) dedi o Hazret.
Köylünün şaşkınlığı, fazlalaştı begayet.
Ellerini kaldırıp, dedi ki: (Ya ilahi!
Aç bunun kalp gözünü, veli olsun bu dahi.)
Anında kabul oldu, onun bu halis sözü.
Hace Ubeydullah’ın açıldı gönül gözü.
Yine bir defasında buyurdu: (Haya, edep,
Hayatın her anında, lazımdır insana hep.
Herhangi bir mümini görürseniz siz eğer,
Mütevazı davranıp, verin kıymet ve değer.
Zira hiç belli olmaz, o gördüğün, kim bilir,
Allah'ın çok sevdiği bir veli olabilir.
Vaktiyle bir talebe, yürürken yolda bir gün,
Öteden geldiğini farketti bir büyüğün.
Durdu ve edebinden, yol verdi ihtiyara.
O öne geçsin diye, çekildi az kenara.
Lakin o yaşlı zat da durdu ve dedi: (Ey genç!
Ne için yürümezsin, yol senin, önce sen geç.)
Çocuk çok edepliydi, dedi ki: (Ey efendim!
Ben sizin önünüze nasıl geçebilirim?
Siz yaşlı amcasınız, ben ise bir talebe.
Önünüzden yürümek yakışır mı edebe?)
Evliyadan bir zatmış meğerse o ihtiyar.
Dönüp, o talebeye eyledi tek bir nazar.
O nazarla, çocuğa bir hal oldu o anda.
Kalp gözü açılarak, evliya oldu o da.)
. İş kalptedir
Seyyid Fehim Arvasi , âlim ve veli bir zat.
Kullara hizmet için, ederdi çok nasihat.
İlim, hikmet saçardı konuştukça lisanı.
Küfür’den hidayete çıkardı çok insanı.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu: (İş kalptedir.
Onu temizlemek de, ancak sohbet iledir.
Sohbet, bir an da olsa, Hak dostu bir veli'yle,
Beraber bulunmaktır, konuşulmasa bile.
Evliya-yı kiramdan, Behaeddin Buhari,
Vardı ki, ziyarete gelmişti ona biri.
Baktı ki konuşmuyor, bekledi yarım saat.
Lakin konuşmuyordu yine o mübarek zat.
En son dayanamayıp, dedi ki: (Ey efendim!
Bir şeyler söyleyin de, istifade edelim.)
O zaman büyük veli, başını kaldırarak,
Ona şöyle buyurdu hemen cevap olarak:
(Bizim sükutumuzdan bir şey anlamadıysan,
Kelamımızdan dahi anlamazsın ey insan!)
Yüzüne bakmak bile, ibadettir müminin.
Çünkü onun kalbinde, iman var, bunun için.
Peygamber-i zişan'ın kalbinden çıkan nurlar,
Kalpten kalbe akarak, geldi bu güne kadar.
Su, nasıl ki boruyla gelir ise barajdan,
Bu nur da, kalpten kalbe, akıp gelir her zaman.
Eğer nasib olmazsa bu nurlar bir kişiye,
Kavuşmamış sayılır zaten o hiçbir şeye.
Velhasıl şu iki şart, her kimde varsa eğer,
Resulullahtan gelen bu nura, o da erer.
Şartlardan birincisi şudur ki: Bu nurların,
Kalbinde olduğuna, inanmaktır bir zatın.
İkincisi, sevmektir o veliyi ihlasla.
Hiç şüphe etmemektir, bu ikisinde asla.
Her kimde bu iki şart mevcut ise eğer ki,
Onun dahi kalbine, nur akar elbette ki.)
Bir gün de buyurdu ki: (Olun hep mütevazi.
Siz tevazu ettikçe, yükseltir Allah sizi.
Kibirli olanları, ne kul sever, ne Allah.
Kendisini sadece, kendi sever mazallah.
Kendini bir kâfirden, hatta uyuz köpekten,
Üstün gören, Allah'a kavuşamaz katiyen.
Hadiste buyuruldu: (İnsanların fenası,
Zor olandır yanına biraz yaklaşılması.)
Eğer korkuluyorsa, varmak için yanına,
Bir felaket olarak, kâfi gelir bu ona.
Siz öyle davranın ki, kaçmasın kimse sizden.
Emin olsun insanlar, hem el ve dilinizden.
Desinler: (Gidelim de, filanın yanına biz,
İçimiz açılsın ve ferahlasın kalbimiz.
. Büyükleri tanımak
Seyyid Fehim Arvasi , evliya bir zat idi.
Her hali, insanlara, birer nasihat idi.
Var idi kendisinde iyi huy, güzel ahlak.
Şefkatli davranırdı o herkese muhakkak.
Her ne zaman bir sohbet etse idi o halka,
Ölüm ve ahiretten, bahsederdi mutlaka.
Bir gün de buyurdu ki: (Gidilirken bir yere,
İhtiyaç duyulursa nasıl ki bir rehbere,
Allah'a kavuşturan, bu din yolunda da hem,
Yolu bilen bir rehber lazımdır, hem de elzem.
Bu din, sorup öğrenmek ve iş yapmak dinidir.
İnsan yalnız kalırsa, bu, çok tehlikelidir.
İnsana dost lazımdır, olsa da bir tek kişi.
Yoksa, kitap okumak olmalı onun işi.
Kendi aklına göre giderse eğer insan,
Arkadaşı şeytandır ve sonu olur hüsran.)
Bir gün de buyurdu ki: (Hak teâlâ, insanda,
İki korkuyu birden, cem etmez bir arada.
Yani kim, bu dünyada korkar ise Allah'tan,
Korkmaz o ahirette Cehennemden, azaptan.
Dünyada korkmayan da, çok korkar ahirette.
Zira o kimse için, azap vardır elbette.
Korkmanın menşeinde, vardır gizli muhabbet.
İnsan, çok sevdiğinden çekinir, korkar elbet.
Allah korkusunun da temelinde bu vardır.
Bu sevgi çoğaldıkça, korku dahi çoğalır.
Kulda, böyle korkunun hasıl olması için,
Mütevazı olması lazım gelir kişinin.
Kibirli insanları, Rabbimiz sevmez elbet.
Sevmediğine ise, vermez muvaffakıyet.
Gayriyi beğenmeyen, çok adi birisidir.
Şeytan huylu ve hatta şeytanın kendisidir.
Şeytan, Adem Nebi'ye karşı kibrettiğinden,
Kovuldu, tard olundu huzur-u ilahi'den.)
Yine o buyurdu ki evinde bir sohbette:
(Eğer niyet hayırsa, hayırdır akıbet de.
Hak teâlâ bir kula, eder ise muhabbet,
Sevdiği bir kulunu, tanıtır ona elbet.
Gösterir demiyorum, tanıtır, çok sevdirir.
Görmek ile tanımak, zira ayrı şeylerdir.
Her kime tanıtırsa Allah böyle birini,
Ona vermiş demektir her türlü nimetini.
Nasıl Resulullahı çok sevdi sahabiler,
Verdi Allah onlara, çok ulvi dereceler.
Çok yüksek olsa bile, başı bir evliyanın,
Ayağı altındadır Sahabe-i kiramın.
Onları tanımakla, tanımayıp sevmemek,
Arasında, çok büyük fark vardır, bilmek gerek.
Gözü açık olanla, a’ma olan gibidir.
Onları tanıyan ve seven, çok talihlidir.)
. En büyük rütbe
Seyyid Fehim Arvasi , büyük âlim ve veli.
Sohbeti, herkes için olurdu faideli.
O bir gün buyurdu ki: (Biz çok seviniyoruz.
İslam âlimlerini zira çok seviyoruz.
Eğer bu büyükleri tanımasa idik biz,
Dünya ve ahirette, harab idi halimiz.
Büyükleri tanımak, en büyük bir rütbedir.
Bu rütbe, her makam ve mevkiin üstündedir.
Bu rütbenin önüne, eğer mesleğinizi,
Alacak olursanız, bu, zelil eder sizi.
Eğer sen tabip isen, tek tabip sen değilsin.
Onbinlerce tabipten, ancak bir tanesisin.
Ama sen, bundan evvel, ehl-i sünnet üzere,
Doğru iman sahibi müslümansın bir kere.
Sonra da bir Veli’yi, bir Allah dostunu, sen,
Tanıyıp seviyorsun, şeref budur esasen.
Bu şerefin yanında, diğer makam ve mevki,
Gibi şeyler, kıymetten mahrumdur elbetteki.
Vardı Sahabeden de, meslek ehli kişiler.
Lakin bahis konusu olmazdı öyle işler.
Onlarda, tek ve ortak bir hususiyet vardı.
O da, Resulullahın Sahabesi olmaktı.
Zira hazret-i Ömer, buyurur ki bu babta:
(Bizler bulduk şerefi, asıl Eshap olmakta.
Eğer Eshap olmanın üstünde, başka şeref,
Ararsanız, çok zelil olursunuz malesef.)
Çünkü Eshaptan olmak, zirvede bir noktadır.
Daha çıkmak isteyen, aşağı yuvarlanır.
Bizler, Resulullahı görmedikse de, fakat,
Onun varislerini tanıdık, bu hakikat.
O gün, Resulullahın kalbinden çıkan nurlar,
Her an, bu büyüklerin kalbinden yayılırlar.
Hem de hiç azalmadan, bir değişme olmadan,
Dünyanın her yerine yayılıyor durmadan.
Böyle büyük veliler, her devirde bulunmaz.
Uzun seneler sonra bulunurlar gayet az.
Böyle büyük zatları, sevmek ve tâbi olmak,
Kolay ele geçmeyen bir nimettir muhakkak.
Yapılacak bir tek iş, ona teslim olmaktır.
Yani kendine değil, o büyüğe uymaktır.
Bir Allah adamını seviyorsa bir insan,
Ona bahşedilmiştir, büyük nimet ve ihsan.
Dünyada, bundan büyük bir nimet yoktur daha.
Bu nimete kavuşan, şükreylesin Allah'a.
Şükür, yalnız dil ile getirilmez yerine.
Uymakla ifa olur Allah'ın her emrine.
Yani islamiyet’e sarılırsa bir insan,
Nimetlerin şükrünü, yapmış olur o zaman.
Her iyilik ve hayır, islamın içindedir.
Ona uyan, şükrünü eda etmiş demektir.
. Ne için oynuyorsun?
Seyyid Fehim Arvasi , hal ehli bir veliydi.
Sohbeti, insanlara pek çok faideliydi.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu ki: (Aman ha!
Sakın gaflet edip de, girmeyin bir günaha.
Her işi, dine uygun yapın ki siz muhakkak,
Zira hesap soracak her işten cenab-ı Hak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Âlimleri, eğer biz,
Tanımamış olsaydık, ne olurdu halimiz?
Onların kitabını okumak suretiyle,
İslamın ahkamını öğrendik bilvesile.
Ayırdık bu sayede, hakkı bâtıl olandan.
Dünyada, büyük nimet var mıdır daha bundan?
Küfürden kurtardılar bizleri o kitaplar.
Yoksa, sonsuz azaba olacaktık giriftar.
Şunu iyi bilin ki, eğer mümin kimseler,
Cennette verilecek nimetleri bilseler,
Yani amellerine karşılık, Rabbimizin,
Vereceği nimeti, etseler biraz tahmin,
O an, kendilerini unuturlar neşeden.
Sokakta oynarlardı, hiç bir şey düşünmeden.
Nitekim Sahabeden, Bilal-i Habeşi de,
Oynamaya başladı, bir gün mescit içinde.
Hazret-i Ömer görüp, buyurdu ki: (Ya Bilal!
Hiç mescidin içinde oynanır mı, ne bu hal?)
O ise oynamaya yine devam ederek,
Ve Resul-i zişan'ı işaret eyleyerek,
Buyurdu ki: (Mescidin sahibi oradadır.
Bana mani olmaya, sırf Onun hakkı vardır.)
Hazret-i Ömer Faruk, şaşırdı buna daha.
Hemen gidip arz etti, bunu Resulullaha.
Çağırdı Resulullah huzuruna Bilal’i.
Gelince, ona bizzat sual etti bu hali.
O dahi (Oynuyorum) diye cevap verince,
(Ne için oynuyorsun?) buyurdular hemence.
Dedi: (Ya Resulallah, sevinçten oynuyorum.
Rabbime, bir şey için teşekkür ediyorum.
Sana, her meziyeti bahşetti cenab-ı Hak.
Bir şey var ki, o şeyi vermedi sana ancak.)
(O nedir?) buyurunca, dedi ki: (Hidayet'tir.
İnsanların kalbine, iman nuru vermektir.
Bu, elinde olsaydı, ederdi herkes iman.
Hep müslüman olurdu, bilcümle Arabistan.
Hem önce, akrabanı getirirdin imana.
Onlardan, sıra bile gelmezdi belki bana.
Senin akrabaların, seni inkâr ederken,
Ben, sana iman ettim bir habeşi köleyken.
Rabbimin ihsaniyle, gönülden seni sevdim.
Bu Habeşli Bilal'e bahşetti bunu Rabbim.
Bu, Onun ihsanıdır, şükür elhamdülillah.
Bu yüzden oynuyorum işte ya Resulallah.)
. Kalpteki hastalık
Seyyid Fehim Arvasi , büyük evliya idi.
Sözleri, hasta olan ruhlara deva idi.
O, bir gün buyurdu ki: (Kalp, Allah'a mahsustur.
Onun muhabbetiyle, bulur rahat ve huzur.
Eğer ki meylederse, Allah'tan gayrisine,
O kalp hasta demektir, bakmalı çaresine.
Mesela hubb-u dünya bir kalbe girse eğer,
Hastalığı kapmıştır, tedavi icab eder.
Kalbinden bu sevgiyi, kim etmişse tam ihraç,
O zatın sohbetidir bu derde asıl ilaç.
Allah adamlarının sözü ve nasihati,
Söküp atar gönülden, dünyaya muhabbeti.
Hubb -u dünya, her kimin kalbinde varsa eğer,
Onlardan uzak durup, görmemek icab eder.
Zira bu kişilerle beraberlik ve ülfet,
İnsanı, bu belaya sürükler en nihayet.
Zira bir kap üzümden, çürük olsa bir teki,
Diğer sağlamları da çürütür elbetteki.
Çünkü çabuk yayılır her kötülük ve zulmet.
Lakin çok zor yayılır iyilik, güzel haslet.
Hadiste buyuruldu: (İki mümin, müslüman,
Bir yerde, bir araya gelirlerse bir zaman,
Allah ve Peygamberden bahsetmezlerse eğer,
Hak teâlâ onlara, elbette lanet eder.)
Halbuki büyüklerden bahsedilen bir yere,
İner mutlak surette, rahmet-i ilahiyye.
Kitabı okunursa onların yine şayet,
Yağar yine oraya, bir bereket ve rahmet.
Zira o büyüklerin bir sözü, bir nazarı,
Söküp atar kalplerden, karartı ve pasları.
Hakkı bâtıl olandan ayırmak, tefrik etmek,
Herkesin yapacağı kolay iş değildir pek.
Dünyada en müşkil iş, hak nedir, bâtıl nedir?
Bunu, doğru olarak ayırt edebilmektir.
Tasavvufta yükselmiş, çok yüksek evliyalar,
Hakkı bâtıl olandan, kolayca ayırırlar.
Böyle bir evliyaya kavuşursa bir kişi,
Dünya ve ahirette kolay olur her işi.
Kitaplarını dahi, seve seve okuyan,
Ayırır bu sayede, o da hakkı bâtıl'dan.
Rastgele bir kitabı okursa birisi de,
Şeytanın maskarası olur neticesinde.
Vaktiyle bir müslüman, Kâbe'ye gidecekmiş.
Rastgele birisine gidip yol sual etmiş.
Onun tarif ettiği bir yola girmiş, ama,
Nice sonra Kâbe’yi, sormuş başka adama.
O demiş: (Ne Kâbe’si, burası Horasan'dır.
Aksi istikamette gelmişsin ne zamandır.)
Halbuki bu arada, geçmiş hac mevsimi de.
Yanlış yere sormanın, zararı budur işte.
.
06 - EYVAH ! DENECEK, AMA
.Eyvah! denecek, ama
Seyyid Muhammed Salih , büyük âlim, evliya.
Çok faideli oldu, ilmiyle insanlara.
Güzel ahlak sahibi, merhametli idi pek.
Geçirmişti ömrünü, dine hizmet ederek.
Her ne zaman nasihat etse idi o halka,
Ölüm ve sonrasından bahsederdi mutlaka.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu ki: Bu hayat,
Hayal’den ibarettir, değil gerçek, hakikat.
Şimdiden kendinizi, ölüm ve sonrasına,
Hazırlayın ki zira, bu, çabuk erer sona.
Ahiret hayatının ebedi olduğunu,
Kıyamette, işlerden hesap sorulduğunu,
İnsan iyi anlasa, mesele kalmaz, fakat,
Anlamadan ölürse, pişman olur o heyhat!
Ölüp kabre girince, der: (Eyvah, ben ne yaptım?
Niçin bu hakikati, dünyada anlamadım?)
Bilmeden bu iş olmaz, bu din, bilmek dinidir.
Dini öğrenmek ise, amel etmek içindir.
Amel de, Allah için yapılır ihlas ile.
Kullar beğensin diye yapılırsa, nafile.
Evlenmek, bir iş kurmak, yiyip içmek ve namaz,
Allah için olmazsa, hiç bir işe yaramaz.
Biri sual etti ki: (Efendim, yiyip içmek,
Allah için olmalı dediniz, bu ne demek?)
Cevaben buyurdu ki: (İnsan, yemek yiyince,
Vücuduna enerji, kuvvet gelir hemence.
İki yerde kullanır bu kuvveti insan da.
Ya taatte kullanır, veyahut da isyanda.
İbadette harcarsa işbu enerjisini,
Ahirette, azaptan kurtarır kendisini.
Yok eğer kuvvetini, hep nefsinin peşinde,
Harcarsa, azap çeker Cehennem ateşinde.
Mesela oruç tutmak, çok büyük bir ibadet.
Allah için olursa, kazanır değer, kıymet.
Ve lakin zayıflamak ve rejim yapmak için,
Olursa, hiç sevap ve ecri olmaz o işin.
Ve yine bunun gibi, Hacca giden bir kişi,
Sadece Allah için yapmalıdır bu işi.
(Filan kes, yirmi defa Hacca gitti) desinler,
Niyetiyle giderse, verilmez hiç bir değer.
Bir nafile hac için, bir namaz kaçar ise,
O Hac'dan, sevap değil, günah alır o kimse.
Zira nafile için, faz namazı terk etmek,
Aklı olan kimseye, yakışır iş değil pek.
Mahşer günü, Mizan'da, tartılınca ameller,
Halis ibadetlerden, ayrılır ötekiler.
Allah, kendine ait olanı ayıracak.
Bize ait olanı, kendimize kalacak.
Diyecek ki: (Ey kulum, sen şu şu işlerini,
Kim için yaptın ise, ondan iste ecrini.)
. İki nasihat
Seyyid Muhammed Salih, büyük bir veli idi.
Sohbeti, insanlara pek çok faideliydi.
Hiç noksan olmaz idi tebessümü yüzünden.
Onu gören, bir anda kurtulurdu hüznünden.
Çok sevdiği bir gence, buyurdu ki: (Evladım!
Sana, kabul edersen, var iki nasihatım.
Birincisi şudur ki, öyle hayat sür ki sen,
Cehenneme girmesin kimse senin yüzünden.
Yani sana bakıp da, herhangi biri, sakın,
Ehl-i sünnetten çıkıp, islamdan soğumasın.
İkincisi, yanına kim gelse üzülerek,
Çıksın o ayrılırken, neşe ile, gülerek.)
Bir gün de buyurdu ki: (Sevin müslümanları.
Ayrılığı bırakıp, sıklaştırın safları.
Sahabe-i kiramın, giydiği elbiseden,
Önce, omuz başları eskirmiş bu sebepten.
Fitneci insanlarla görüşüp konuşmayın.
Gıybet eden olursa, mani olmaya bakın.
Eğer dinlemiyorsa, terk edin o kimseyi.
Yoksa cürüm ortağı olursunuz siz dahi.)
Bir gün de bu veliye, sordu ki bir talebe:
(Ne olacak halimiz, gidince ahirete?)
Buyurdu ki: (Evladım, üzülüp etme merak.
Sen, bindiğin geminin sağlam olmasına bak.
Eğer gemi, sahile çıkarsa selametle,
Sadece kaptanını ulaştırmaz herhalde.
İçinde kim var ise, götürür her birini.
Sen, bindiğin geminin iyi bil kıymetini.
Bu, İmam-ı a’zamın gemisidir ki evlat,
Ehl-i sünnet gemisi demiştir buna zevat.)
Bir gün de buyurdu ki: (En büyük düşmanınız,
Sizin içinizdedir, onunla uğraşınız.
O düşman nefis’tir ki, içinizdedir her an.
Eğer kızacaksanız, ona kızın durmadan.
Çünkü o uğraşır ki, soksun sizi günaha.
Dünyada, ondan ahmak bir mahluk yoktur daha.
Çünkü her bir arzusu, kendi aleyhinedir.
Onun peşinde giden, helake sürüklenir.
(Harama yaklaşmayın!) buyuruyor Rabbimiz.
Halbuki haramlardan zevk alıyor bu nefis.
Dünyada iki şey var, kökü Cehennemdedir.
Bunlardan biri öfke, ötekisi şehvet’tir.
Her kim yakalanırsa, bunlardan birisine,
O, çeker o insanı Cehennemin içine.
İhtiyaçsız olmak da, azgınlığa yol açar.
Azgın da, ahirette azaba olur duçar.
Nefsin esaretinden çıkmadıkça bir insan,
Kurtulması zor olur ahiret azabından.)
Bu veli hürmetine, ya ilahel âlemin!
Ahiret azabından, bizleri eyle emin.
. Hedefsiz insan olmaz
Seyyid Muhammed Salih , âlim ve veli bir zat.
Ediyordu herkese çok öğüt ve nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (İnsanda gaye, hedef,
Ne ise, ona göre bulur kıymet ve şeref.
Yalnız (ahiret ) ise eğer gaye ve maksat,
Kazanılır elbette, sonsuz huzur ve rahat.
Gücünüz yettiğince, iyi iş yapın ki siz,
Daha ziyadesini istemiyor Rabbimiz.
Ateşte yakmak için, Nemrut Halilullah’ı,
Dağ kadar odun yığıp, ateşledi onları.
Bir karınca, ağzına su doldurup o zaman,
Ateşin yakıldığı mahale oldu revan.
Dediler ki: (Nereye gidersin ey karınca?)
Dedi: (Söndüreceğim o ateşi, varınca.)
Dediler: (O ateşe, dayanmaz dağlar bile.
Hiç o ateş söner mi ağzındaki su ile?)
Dedi ki: (Bu kadardır benim gücüm, kuvvetim.
Elimden bu geliyor ve halistir niyetim.)
O ara baktılar ki, öte yanda bir yılan,
Yanaşmış, o ateşe üflüyor hiç durmadan.
Türlü cibilliyette yaratıldı insan da.
Kimisi hayırdadır, kimi ise isyanda.)
Sık sık buyururdu ki: (Zaman, ahir zamandır.
İmanını, fesattan korumak zamanıdır.)
İşte bu veli zatın, en son ölüm anında,
İki sevdiği kimse bulunurdu yanında.
Görmeye gitmişlerdi bu büyük veli zatı.
Nihayet biraz sonra, yakınlaştı vefatı.
Bir tanesi, o zata sordu ki: (Sizinle biz,
Cennetin neresinde buluşabileceğiz?)
Buyurdu ki: (Evladım, bu gün imanla ölmek,
Herkese nasib olan bir nimet değildir pek.
Bu gün, çok az kişiye nasib olur bu ancak.
İman ile gidince, kolay olur buluşmak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim, bu zaman,
Mazallah küfre düşmek, gayet kolay ve asan.
İmanı muhafaza etmek için, en evvel,
Dinini tam olarak öğrenmeli mükemmel.
Ve lakin islamiyet, âlimden öğrenilir.
İlmiyle amil olan kimseye âlim denir.
Kendi islamiyet’e uymayan bir kişinin,
Yazdığı din kitabı, zehirdir bunun için.
Yani kim, din kitabı okur ise rastgele,
İmanı bozulur da, haberi olmaz bile.
İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani’nin,
Ve yine onlar gibi, hakiki bir âlimin,
Allah rızası için, halisane olarak,
Yazdıkları kitaplar okunur bu gün ancak.
Çünkü yazdıklarından ihlasla, Allah için,
Tesir eder kalbine, okuyan her kişinin.)
. İhlaslı olmak için
Seyyid Muhammed Salih , çok büyük bir veliydi.
Sohbeti, dinleyene pek çok faideliydi.
En bariz vasfı idi, güler yüz ve tatlı dil.
Çok merhametli olup, cömertti, cimri değil.
O, bir gün buyurdu ki: (Bu din, ilim dinidir.
İlim de, ehl-i sünnet âlimden öğrenilir.
Âlim ona denir ki, amildir ilmi ile.
Değilse, âlim denmez, çok şeyler bilse bile.
İlmiyle amil olan bir âlim yoksa eğer,
Onların kitabını okumak icab eder.
O halis kitaplardan, hergün sekiz sahife,
Okunsa, ifa olur bu çok mühim vazife.
Lakin yalnız ilimle kurtulamaz bir kişi.
Amel eylemeyince, mahşerde zordur işi.
İlim, amel’den sonra, lazımdır bir de ihlas.
Bunsuz da azaplardan kurtuluş mümkün olmaz.
Şeytan da âlim idi, çok şeyi biliyordu.
İhlası olmayınca, huzurdan tard olundu.
Bel'am -ı Baura da, âlimdi daha önce.
İmansız gitti lakin ihlası kaybedince.
İhlas şu demektir ki, her amelin, her işin,
Yapılması demektir sadece Allah için.
Kullar beğensin diye yapılırsa bir amel,
Kabul olunmasına, bu niyet olur engel.)
Bir gün de buyurdu ki: (İhlası elde etmek,
İhlaslı kişilerin yanında kolaydır pek.
Yeter ki, o kişinin ihlaslı olduğuna,
İnanıp, onu sevsin, bu, kâfi gelir ona.
Böyle kâmil bir zata muhabbet ve hüsn-ü zan,
Edenin de, ihlasa ermesi olur asan.
Zira bu büyüklere, varsa sevgi, muhabbet,
Kendiliğinden gelir, ona yardım ve himmet.
Onlar himmet ederse, güç işler kolay gelir.
Zira veli himmeti, dağı bile devirir.)
Yine o buyurdu ki: (Mütevazı olunuz.
Muvaffak olmak için, çok mühimdir bu husus.
Tevazu göstereni, yükseltir Hak teâlâ.
O tevazu ettikçe, yükselir daha a’la.
Aksine, kibredeni alçaltır cenab-ı Hak.
O da büyüklendikçe, küçük görür onu halk.
Hele mahşer gününde, gurur ve kibirliler,
Ayak altında kalıp, çok hakaret görürler.
Kolay gidiliyorsa bir kimsenin yanına,
Mütevazı kimsedir, müjdeler olsun ona.
Eğer kaçılıyorsa yanından bir kişinin,
Büyük bir felakettir bu hali onun için.
Müslüman, güler yüzlü, tatlı dilli olur hep.
Ona süs ve ziynettir tevazu, haya, edep.)
. Beş büyük nimet
Seyyid Muhammed Salih , çok korkardı Allah'tan.
Şiddetle kaçınırdı her günah ve haramdan.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu: (Kardeşlerim!
Size, (İlim ) hakkında bilgi vermek isterim.
Bir kadın, kocasından müsade almadıysa,
Uzun yola gidemez, bu sefer hac da olsa.
Ve lakin gidebilir, ilim öğrenmek için.
Zira vazifesidir bu, her mümin kişinin.
Hem sonra, dünyadaki canlı, cansız varlıklar,
İlim öğrenenlere, duada bulunurlar.
Melekler, kanadını serip onun önüne,
Derler ki: (Bassın o kul, kanadım üzerine.)
İlmin ehemmiyeti hakkında bu büyük zat,
Bunları söyleyerek, şöyle etti nasihat:
(İlim öğrenmek için giden bir müslümanın,
İtibarı, bu kadar yüksektir işte bakın.
Ya ilim öğretmeye giderse biri eğer,
Birinciden, daha çok kazanır kıymet, değer.
Yani her ne suretle, islama hizmet için,
Halisen bir kaç adım yürüyen bir kişinin,
Kazanacağı ecir, olur ki öyle fazla,
Onu, Allah'tan gayri bilemez kimse asla.
Bu yolda çekeceği sıkıntılar dahi hep,
Eski günahlarının, affına olur sebep.)
Yine cemaatine buyurdu ki bir zaman:
(Beş şeyin kıymetini, bilmeli her müslüman.
Bunlardan birincisi şudur ki, o insanın,
Doğru iman sahibi olmasıdır bihakkın.
Çünkü iman olmadan, girilemez Cennete.
İnsanı, bu götürür ebedi saadete.
İkincisi odur ki, bu iman ve itikat,
Ehl-i sünnet üzere olmalıdır, bu da şart.
Yetmişüç fırka var ki, bunlardan biri hak'tır.
Diğer yetmişikisi, azaba müstehaktır.
Üçüncü büyük nimet, bir Allah adamını,
Tanıyıp, dinlemektir onun nasihatını.
Böyle bir evliyayı tanıyıp, onu sevmek,
İnsanı, kötü yoldan hidayete eder sevk.
Onların bir nazarı, bulunmaz hazinedir.
Bir sohbeti, ciltlerle kitaplara bedeldir.
Kıymeti bilinecek dördüncü büyük nimet,
Müyesser olmasıdır insana, dine hizmet.
Kime nasib olursa, sevinip şükreylesin.
Bunu, kurtuluşuna vasıta, sebep bilsin.
Beşinci büyük nimet, saliha bir zevcedir.
Zira uygun bir hanım, dünyanın Cennetidir.
Gerçek Cennet nimeti, bir tektir bu dünyada.
Güzel huylu, saliha hanımdır işte o da.)
Bu evliya kişinin hürmetine ilahi!
Bu büyük nimetleri, ihsan et bize dahi.
. Aynaya bakın
Seyyid Muhammed Salih , âlim ve evliya zat.
Bir gün, talebesine şöyle etti nasihat:
(Biliniz ki müslüman, ekmek ve su gibidir.
Yani o, herkes için, her an faidelidir.
Kâmil bir müslümandan, kötülük sadır olmaz.
Zira onun içinde, hiç fenalık bulunmaz.
Öyle olmalıdır ki hakiki bir müslüman,
Hiç kimse görmemeli ondan zarar ve ziyan.
Öyle uzuvlardır ki, yani bu (el ) ve (dil )ler,
Hem hayr'a, hem de şerre alet olabilirler.
Dil ile, kimi eder faideli nasihat.
Kimi de, aynı dille kulları eder ifsat.
Kimi el, yazı yazıp, islama kuvvet verir.
Kimi el de, yazıyla, küfrü kuvvetlendirir.
Çok mühim uzuvdur ki, hele dil, yani lisan,
Ona, diğer uzuvlar yalvarırlar her zaman.
Derler ki: Ne olursun, bulunma günah işte.
Biz de, senin yüzünden yanmayalım ateşte.)
Bir gün de buyurdu ki: (Yapmayın asla şunu.
Sorup araştırmayın, kimsenin kusurunu.
Gayriyi bırakın da, dönün siz kendinize.
Bir aynaya bakın da, iğrençlik gelsin size.
Ayna’dan kastettiğim, bu aynalar değildir.
Bize, iç halimizi gösteren (âlimler )dir.
Zira onlar, islama uydurur ef’alini.
Görür, onlara bakan, kendi bozuk halini.
Onların işlerinde, olmaz hem hata, kusur.
Ona bakan, kendini çirkin ve iğrenç bulur.
Böyle kâmil bir kişi, bulunmuyorsa eğer,
Onların kitabı da, ayna’dır hepsi birer.
Bir islam âliminin, okuyan eserini,
Görür açık olarak, kötü fiillerini.
Bakar ki çoğu işi, uzak islam dininden.
O hallerini görüp, nefret eder kendinden.
Yani bu din, kendini beğenmemek dinidir.
Gerçek mümin, kendini günahkâr, kötü bilir.
Diğer müslümanları, üstün bilir kendinden.
Kurtulmaya uğraşır, o kötü hallerinden.
Zira iyi bilir ki, bir nefis var içinde.
Onu yakmak istiyor, Cehennem ateşinde.
O, en büyük düşmandır, ilahlık dava eder.
Yoktur bu yeryüzünde bir mahluk ondan beter.
İzzet-i nefis sözü, çok yanlıştır malesef.
Böyle alçak nefiste, ne arar izzet, şeref.
Bu babta buyurdu ki Allahü azimüşşan:
(Nefsine düşmanlık et, çünkü o, bana düşman.)
Hepimizin içinde mevcut iken bu nefis,
Biz, nasıl kendimizi üstün görebiliriz?
Onun, iman etmesi lazımdır ki evvela,
İnsan, ancak o zaman olur üstün ve a’la.)
. Her anımız imtihan
Seyyid Muhammed Salih , büyük islam âlimi.
Halka öğüt, nasihat ediyordu daimi.
O, bir gün sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Günah işlemeyin ki, Cehennem var, azap var.
İki niyetle olur, işleri her kişinin.
Ya (Allah ) için olur, yahut da (Nefsi ) için.
Nefsi için yaparsa, hüsrandır neticesi.
Zira büyük düşmandır, insana kendi nefsi.
Dünyada en ahmak şey, bu nefs-i emmaredir.
Zira her bir arzusu, kendi aleyhinedir.
O, yalnız bize değil, düşmandır Allah'a da.
Ona yüz verilirse, azgınlaşır daha da.
O, insanın koynunda, sanki yılan ve akrep.
Sokup öldürmek için, fırsatını kollar hep.
Nefsi ile dost olan, kavuşmaz merhamete.
Ve hatta adım adım, yaklaşır felakete.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu dünya imtihandır.
Hatta her anımızda, birer imtihan vardır.
An be an, ya kazanır, yahut da kaybederiz.
Acı olan şudur ki, yok bundan haberimiz.
Günlük hayatımızda, ne yapıyorsak eğer,
Bir doğru şekli vardır, yanlıştır ötekiler.
Mesela su içmenin, çok şekli vardır, ama,
İçlerinden birisi, muvafıktır islama.
Bir kimse, Besmeleyle, oturup, sağ eliyle,
Üç yudumda içerse, doğrudur bu haliyle.
Başka türlü içmeyi, isterse onun canı,
İçebilir ve lakin, kaybeder imtihanı.
Bunun gibi, sokakta, görse bir güzel kadın,
Bulur yine kendini içinde imtihanın.
Zira nefs-i emmare ve şeytan der ki ona:
(Kaçırma bu fırsatı, dön de bak şu kadına.)
Lakin kalbi ve ruhu, derler ki: (Bu iş günah.
Sakın ona bakma ki, nehyetti onu Allah.)
O, kalbinin sesine kulak verip, o anda,
Bakmazsa, o an için kazanır imtihanda.
Nefsini tercih edip, verirse kararını,
O günahı işler ve kaybeder imtihanı.
Bunun gibi, bir günde, binlerce imtihan var.
İnsan, hür iradeyle bunlara verir karar.
Bir yanda (nefis, şeytan ), bir yanda (Allahımız ).
Artık bize kalmıştır, tercih ve kararımız.
Her işte, Hak emrini tercih etmek için de,
Onun emirlerini bilmeli ince ince.
İnsan, ayıramazsa doğru ile yanlışı,
Elbet hatalı olur, onun her davranışı.
Öyleyse bir müslüman, önce ilmihalini,
Öğrenip, ona göre düzeltmeli halini.
Bir de, yaptıklarını yaparsa Allah için,
Kurtulması, kuvvetle umulur o kişinin.
.
07 - ÇOK SEVEN, ÇOK KORKAR
.Çok seven, çok korkar
Abdurrahman-ı Tagi , çok korkardı Allah'tan.
Şiddetle kaçınırdı, her haram ve günahtan.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu ki: (Bu dünya,
Hayal’den ibarettir, yahut sanki bir rüya.
Dünya’ya muhabbeti artarsa bir kimsenin,
Azalır ona olan muhabbeti herkesin.
Aksine, azalırsa dünyaya muhabbeti,
Çoğalır o nisbette, halk indinde kıymeti.
Dünya, kulu Allah'tan gafil eden şeylerdir.
Yani Hak teâlânın men ettiği işlerdir.
Bir iş ki, Allah için yapılırsa eğer ki,
O, ahiret işinden sayılır elbetteki.)
Bir gün de buyurdu ki: (Hak teâlâ, kullarda,
İki korkuyu birden, cem etmez bir arada.
Bu dünyada, günahtan kim kaçarsa korkarak,
Korkutmaz ahirette o kulu cenab-ı Hak.
Her kim de, hiç korkmadan işlerse günah, isyan,
Mahşere gittiğinde, korkutulur o insan.
Bu korku, muhabbetle birlikte olmalıdır.
Yani onun kökünde, muhabbet, sevgi vardır.
Mesela ben babamdan korkuyorum pek fazla.
Çünkü çok seviyorum kendisini ihlasla.
Yani onu üzmekten korkuyorum ben asıl.
İşte böyle bir korku, sevgi den olur hasıl.)
Buyurdu ki: (Eziyet etmeyin hiç kimseye.
Çünkü mezun değiliz kimseyi incitmeye.
Nitekim şöyledir ki, tarifi de müminin:
Onun el ve dilinden insanlar olur emin.
Zira bir müslümandan, kötülük sadır olmaz.
O, kötülük görse de, karşılıkta bulunmaz.
Sabredip, tatlı dille eder ona nasihat.
Çünkü gönül yıkmaya yoktur izin ve ruhsat.
İmansız olanın da kalbini kırmak yoktur.
Zira o da, Allah'ın yarattığı bir kuldur.
Düşünün ki bir adam, Kâbe’yi yıkar ise,
Ne muazzam bir günah işlemiştir o kimse.
Kâbe, kul yapısıdır halbuki ey insanlar!
Gönül ise, Allah'ın kudretiyle oldu var.
Rabbimiz buyurur ki: (Sığmam göğe ve yere.
Sığarım iman dolu ve kırık gönüllere.)
Kalp kırmak, kul hakkına girer ki hem de heyhat!
Mahşerde, ödemeye bulunmaz güç ve takat.
Bu haktan kurtulmanın, bir tek çaresi vardır.
O da, şehid olarak, dünyadan ayrılmaktır.
Zira şehid olanın, kul borcu varsa eğer,
Alacaklı olanı, Mevlamız razı eder.
Şehiden ölmek için, dua etmelidir ki,
Yoksa nifak üzere ölünebilir belki.
Kim islama hizmeti düşünse her anında,
Şehiddir o müslüman, ölse de yatağında.)
. Bedava kavuştuk
Abdurrahman-ı Tagi , büyük islam âlimi.
Nasihat ediyordu insanlara daimi.
Zira çoktu bu zatta, insanlara merhamet.
İslama hizmet için, etti çok sa'y-ü gayret.
Derdi ki: (İnsanlara, hiç kızmamak lazımdır.
Kızmak zamanı değil, acımak zamanıdır.
Gayemiz, bir insanı kurtarmaktır ateşten.
Acaba daha mühim bir iş var mı bu işten?
İnsanlar, güruh güruh giderlerken ateşe,
İnsan bakabilir mi, bundan gayri bir işe?
Bir babanın oğluna, yapılsa bir iyilik,
Bundan, onun babası müteşekkir olur ilk.
Başka bir tabir ile, evlada olan hizmet,
Babasına yapılmış sayılır sanki elbet.
(İyalim) buyuruyor kullara cenab-ı Hak.
Buyurur ki: (Onları, ben yoktan eyledim halk.)
Bunun için, kullara yapılan bu hizmetler,
Allah'ın rızasını almaya sebeptirler.)
Bir gün de buyurdu ki: (İslama hizmet etmek,
Hak teâlâ indinde, kıymeti büyüktür pek.
Kime nasib ederse Hak teâlâ bu işi,
Bulunmaz bir nimettir, çok sevinsin o kişi.
Lakin hizmet ederken, düşünülmez para pul.
Yoksa, Allah indinde, o hizmet görmez kabul.
Yaptığımız hizmeti, yapalım ki ihlasla,
Versin karşılığını, Rabbimiz fazla fazla.
Eğer hizmet ederken, dünyalık düşüncesi,
Olursa, ahirette olmaz hiç faidesi.
Allah için, ihlasla olmaz ise bir taat,
Yarın mahşer gününde, alınmaz hiç mükafat.
Zira nice şehidler, yarın mahşer gününde,
Kanları akaraktan, durur mizan önünde.
Rabbimiz, o kimseye buyurur ki: (Ey kulum!
Sen, hangi niyet ile vuruşup şehid oldun?)
O der ki: (Ya ilahi, senin rızan uğruna,
Dövüşüp şehid oldum ve geldim huzuruna.)
Hak teâlâ buyurur: (Ey kulum yalan dedin.
Sen, benim rızam için dövüşüp harbetmedin.
Ne cengaver bir kişi desinler diye sana,
Dövüşüp öldürüldün ve erdin maksadına.
Aldın karşılığını bu bozuk niyetinin.
Bu gün, benden alacak bir şeyin yoktur senin.)
Pişman olmamak için ahirette bir kişi,
Allah için, ihlasla yapmalıdır her işi.
İnsan, bozuk niyetle yapsa da çok ibadet,
İslamı yaymak için, gösterse de çok gayret,
Allah rızası için yapmadı ise eğer,
Çektiği sıkıntı ve gayretler boşa gider.
Denir ki: (Sen bu işi, kim için yaptın ise,
Mükafatını dahi, git bugün ondan iste.)
. Birinci vazifemiz
Abdurrahman-ı Tagi , âlim ve veli bir zat.
Derslerinde, herkese ederdi çok nasihat.
O, yine bir sohbette, buyurdu: (Ey insanlar!
Ahirete dönün ki, neticede ölüm var.
İnsanın, bu dünyaya gelmesine tek sebep,
Rabbine, tevazuyla ibadet etmektir hep.
İbadetten maksat da, Ona boyun bükmektir.
Onun emrine göre işini yürütmektir.
Dinimiz, bu hayatı etmiştir tam ihata.
Yaptığımız her bir iş, ya sevaptır, ya hata.
Hasılı her fiilin, dinde bir hükmü vardır.
Yani her yapılan iş, ya sevap, ya günahtır.
Bir insan, öğrenir de önce ilmihalini,
Buna göre yaparsa, her günkü ef'alini,
Her an, Hak teâlâya yapmış olur ibadet.
En büyük keramettir bu dinde istikamet.
Maksat, islamiyet’e uydurmaktır halini.
Ve hiç unutmamaktır her işinde Rabbini.
Yani düşünmeli ki her amelde muhakkak:
Razı mıdır, değil mi bu işten cenab-ı Hak?
Rabbimiz neden razı, neden razı değildir?
Bunlar da, dinimizde gayet açık bellidir.
İslam âlimlerimiz, çalışıp gündüz gece,
Meydana çıkarmıştır bunları ince ince.
Birinci vazifemiz, bunları öğrenmektir.
Sonra, buna muvafık, salih amel etmektir.
İki kanat gibidir, yani (İlim ) ve (Amel ).
Ve islam binasında, bunlardır iki temel.
Bu ikisi olmazsa, müslümanlık olamaz.
Ve insan, ahirette azaptan kurtulamaz.)
Bir gün de buyurdu ki: (Fırsatlar ganimettir.
Şu boş geçen zamanlar, çok büyük bir nimettir.
Bir islam âliminin kitabını okuyan,
Sohbet etmiş sayılır onun ile bir zaman.
Hatta büyüklerimiz, şöyle buyurmuşlardır:
(Din kitabı okumak, sohbetin yarısıdır.)
Mesela Mektubat’ı okuyan edep ile,
sohbet etmiş sayılır, (İmam-ı Rabbani )yle.
(İmam-ı Gazali )yle kim isterse konuşmak,
Onun eserlerini okumalıdır ancak.
Çünkü bu velilerin adları, her nerede,
Anılsa, bulunurlar anında o yerlerde.
Adlarının geçtiği mahallere, hem dahi,
Yağar gökten bereket ve rahmet-i ilahi.
Kim, Kur'an-ı kerim’i eder ise tilavet,
O dahi Rabbimizle konuşmuş olur elbet.
Bu gün, islamiyet’i öğrenmek çok kolaydır.
Dinimizi öğreten doğru kitaplar vardır.
Lakin bozukları da var ki, hem de pek fazla,
O bozuk kitapları, sokmayın eve asla.)
. Sevmek ve inanmak
Abdurrahman-ı Tagi , çok büyük evliya zat.
Talebeye ders verir, ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: Yaptığımız işleri,
Yazıyor birer birer, hafaza melekleri.
Ve lakin günahına kim yaparsa istiğfar,
O günahı silinip, boş kalır o sayfalar.
Mahşer günü, eline geldiğinde defteri,
Görür ve merak eder o boş sahifeleri.
Ve bunu, meleklere sual eder hemence.
Der ki: (Bu boş yerlerde, ne vardı daha önce?)
Derler ki: (Günahların yazılıydı ve lakin,
Sen istiğfar edince, onları sildi Rabbin.
Sen, din kardeşlerinin, örterdin her aybını.
Allah da örttü senden, senin günahlarını.)
Buyurdu: (İman ) ile, insanlar insan olur.
İmanı olmayanın, hayvandan farkı yoktur.
Mümin de, (takva ) ile bulur değer ve kıymet.
Çünkü Allah, takva'ya veriyor ehemmiyet.
İmanı muhafaza edebilmek için de,
Kişi, islamiyet’e uymalı her işinde.
Zira tek gaye için yaratıldı ins ve cin.
O da, yalnız Allah'a ibadet etmek için.
İbadetsiz bir iman, fenersiz mum gibidir.
Zamanla zayıflar ve nihayet sönüverir.
Bir gün de buyurdu ki: Felaha ermek için,
Sevip inanmalıdır, esası budur işin.
Bir genci düşünün ki, bir kıza olmuş aşık.
Ona her gittiğinde, giyinir düzgün ve şık.
Ve düzeltir aynada, kılık kıyafetini.
Ki, o kız, o haliyle beğensin kendisini.
Yani bütün gayesi şudur ki o kimsenin,
O kadın, kendisini bırakıp terketmesin.
Bu kadar çok korkar da, kızı incitmesinden,
Niçin korkmaz, Rabbinin ona gücenmesinden?
Böyle gaflet içinde geçer ise bu ömür,
Bulunur mu mahşerde bir bahane ve özür?
Allah'a inanır ve severse bir müslüman,
Rızasını almaya, gayret eder her zaman.
Her hangi bir ameli yapacak olsa eğer,
İlk aklına gelen şey: (Acaba Rabbim ne der?)
Ve Rabbinin rızası yoksa eğer o işte,
Vaz geçer, yapmaz onu, (tam iman ) budur işte.
Çünkü çok sevdiğinden Rabbini o müslüman,
Onu gücendirmeyi, düşünmez hiç bir zaman.
Kardeşlerim öyleyse, bu günden tezi yoktur.
İslama bel bağlayıp, bulmalı rahat, huzur.
Pişman olmamak için ahirete gidince,
Öğrenmek lazım gelir dinini ince ince.
(İlim ) de, öğrenilir sırf (amel ) etmek için.
Bir de (ihlas ) gerektir, esası budur işin.
. Kimseyi üzmeyin!
Abdurrahman-ı Tagi , âlim ve evliya zat.
Bir gün, talebesine, şöyle etti nasihat:
Buyurdu ki: (Siz şöyle edin ki mülahaza:
Cemiyet bir beden’dir, fertler de birer a’za.
Birinin ayağına, batsa ufak bir diken,
Onun acısı ile, sızlanır bütün beden.
İşte, bir cemaatin fertleri de böyledir.
Birisi hasta olsa, hepsi üzüntüdedir.
Bunun için herkese, davranın güzel, iyi.
Herkesle hoş geçinip, üzmeyin hiç kimseyi.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu din, ilim dinidir.
Felaha ermek için, bir rehber gereklidir.
İslam âlimleridir bu yolda asıl rehber.
Rehber'le yola çıkan, yolda çok rahat eder.
Bir gemiye benzer ki, bu islam âlimleri,
Maksada erdirirler gemiye binenleri.
Âlimlere uymamak, akıl kârı değildir.
Gemi varken, yüzmeyi tercih etmek gibidir.
Biz, İmam-ı a'zamın binmişiz gemisine.
Ehl-i sünnet denilir, bu geminin ismine.
Her hangi vasıtaya binerse biri eğer,
Onu süren kimseye, uyması icab eder.)
Başka bir sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
İki şeyi unutup, hatırlama hiç bir an.
Allah için yaptığın iyi amellerini.
Gayrinin sana olan, kırıcı hallerini.
Zira sen, bir iyilik yapmışsan, o bitmiştir.
Yani onun sevabı, defterine geçmiştir.
Lakin başkalarına, onu her söyledikçe,
Kazandığın o sevap, hep azalır gittikçe.
Ne kadar çok söylersen, o nisbette azalır.
Sonunda koca sevap, bir nokta gibi kalır.
Bunun gibi, birinden görürsen bir fenalık,
Sabredip, sevabını alırsan, biter artık.
Lakin başkalarına söylersen bunu dahi,
Aldığın bu sevap da, azalır gayet tabii.
Onu her söyleyişte, daha fazla azalır.
Dağ kadar bile olsa, bir avuç kadar kalır.
İki şey de vardır ki, uygun olmaz unutmak.
Bunlardan biri (ölüm ), biri de (cenab-ı Hak ).
Nasıl unutulur ki, bu ölüm, yani bu mevt,
Hepimizin başına gelecektir akıbet.
Mümin, sever ölümü ve onu hiç unutmaz.
Zira ölüm olmadan, Rabbine kavuşamaz.
Kim ölümü, yirmi kez düşünürse bir günde,
Yatakta ölse dahi, şehiddir öldüğünde.
Nasıl unuturuz ki hem dahi Rabbimizi,
Yaratan ve hayatta durduran Odur bizi.
Biz, Onun kudretiyle ayakta duruyoruz.
O çekse kudretini, bir anda yok oluruz.)
. Üç mühim hak
Abdurrahman-ı Tagi , büyük bir veli idi.
Sohbeti, dinleyene pek çok faideliydi.
Bir gün de buyurdu ki: (Sakın şu üç kimsenin,
Hakkına riayette, gevşeklik göstermeyin.
Birisi, (anne-baba ) hakkıdır ki evvela,
Üf bile söylemeye izin yoktur onlara.
Şöyle ki, genç bir kişi vardı ki Sahabeden,
Annesinin kalbini kırmıştı bir sebepten.
O günlerde bu kişi, geldi ölüm haline.
Gitti tanıdıkları hemen ziyaretine.
Ve lakin gördüler ki, tutulmuş dili hepten.
Hiç (Allah) diyemiyor lisanı bu sebepten.
Eshaba, çok üzüntü geldi bundan husule.
Gelip bu vaziyeti, arz ettiler Resule.
Buyurdu: (Annesini çağırın bana onun!)
Söylediler, acele huzura geldi kadın.
Buyurdu ki: (Ey hatun, halin nasıl oğlunla?)
Dedi: (Ya Resulallah, hiç aram yok onunla.
Hanımını kollayıp, üzmektedir beni hep.
Ben, hiç razı değilim oğlumdan bundan sebep.)
Buyurdu ki: (Oğluna bağışla ki rızanı,
Tutuk dili açılıp, Allah desin lisanı.)
Dedi: (Ya Resulallah, çok kırgınım ona ben.
Şimdi peki desem de, yapamam bunu kalben.)
O Server buyurdu ki Eshaba bu sefer de:
(Çokça odun toplayıp, ateş yakın şu yerde.)
O zaman kadıncağız, merak etti bu işi.
Dedi ki: (Ne sebepten emrettiniz ateşi?)
Buyurdu ki: (Oğlunu atacağız içine.
Nasılsa layık oldu Cehennem ateşine.)
Bunu duyup, Resule yalvardı ki o kadın:
(Ben razıyım oğlumdan, yakmayın onu sakın!)
Üç hak’tan ikincisi, (hoca, üstad ) hakkıdır.
Bunların, ebeveyn'den daha çok hakkı vardır.
Anne-baba, çocuğun dünyaya gelmesine,
Sebeptirler, beslenip hem de büyümesine.
Lakin hoca ve üstad, öğreterek dinini,
Kazandırır insana, sonsuz saadetini.
Ve eğer anne-baba, yaparsa hem hocalık,
Onlarda, bu iki hak birleşmiş olur artık.
Böyle anne-babanın, hakkı olur iki kat.
Çünkü hem ebeveyndir, hem de hoca ve üstad.
Bir kimse daha var ki, bizlere hakkı geçen,
O dahi, rızkımıza sebep olan (işveren ).
Her insanın rızkını, Rabbimiz verse de hep,
Lakin işverenleri, kılmıştır buna sebep.
Onun da hukukuna riayet etmelidir.
Zira kul hakkı olup, ödemesi çetindir.
Büyükler buyurdu ki: (İnsana şükretmeyen,
Allahü teâlâ'ya şükredemez katiyen.)
.
08 - TEK ÇARE, HELALLAŞMAK
.Tek çare, helallaşmak
Abdülhakim Arvasi , evliyadan bir kişi.
Sünnet-i seniyyeye muvafıktı her işi.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu ki: (Dinleyin!
Hiç bir amelinize, az bile güvenmeyin.
İbadet etseniz de, edin yine istiğfar.
Ancak böyle kabule layık olur dualar.
Büyüklerden birisi şöyle söylemektedir:
(Bizim tövbemiz bile, tövbeyi gerektirir.)
Onlar böyle söylerse, ne demek düşer bize?
Zira hep isyandayız an be an Rabbimize.
Boynu bükük, günahkâr bilirsek kendimizi,
O zaman Hak teâlâ, affeder belki bizi.
Bilhassa (kul hakkı )ndan lazımdır çok sakınmak.
O helal etmedikçe, affetmez cenab-ı Hak.
Mümine sert bakmak da, girer ki kul hakkına,
Aklı olan, hiç girmez böyle bir hak altına.
Ve hele gıybet etmek, kalp kırmak ve su-i zan,
Gibi kul haklarına düşebilir her insan.
Bundan kurtulmanın da, çaresi, yolu tektir.
O da, hak sahibinden helallık dilemektir.
Sen haklı olsan dahi, yine sen git, helallaş.
Ve de ki: (Sen haklısın, affet beni arkadaş.)
Zira Peygamberimiz buyurdu: (İki kimse,
Herhangi meseleden ihtilafa düşerse,
Kim önce davranıp da, özür dilerse eğer,
Cennette, yüksek bir köşk olur ona müyesser.)
Bilhassa hanımların hukukuna riayet,
Eyleyip, bu hususa etmeli fazla gayret.
En fazla münasebet, çünkü onlar iledir.
Her gün helallaşmayı, adet edinmelidir.
Yoksa hiç belli olmaz, gelir de ecelimiz,
Mazallah kul hakkıyla, o gün ölebiliriz.
Kul hakkını, dünyada halledin ki siz önce,
Yoksa, çok müşkil olur ahirete gidince.
Kendini alacaklı sanan nice kimseler,
Hesapları ters dönüp, borçlu hale düşerler.
Öyleyse bu dünyada, ne yapıp yapmalıdır.
Mutlak özür dileyip, helallık almalıdır.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim aman ha!
Hiç gaflete gelip de, girmeyin bir günaha.
Çok şeyleri bilmek de, kâfi değil velhasıl.
Öğrendiği şeyleri, yapmaktır dinde asıl.
Şeytan da âlim idi, çok şeyi biliyordu.
Ve lakin bildiğini yapmayınca, kovuldu.
Eğer ki bir ilimle edilmezse hareket,
O ilim, azap için olur burhan ve senet.
Özür bahaneye de, yol bulamaz o kişi.
Zira hiç diyemez ki: Bilmiyordum bu işi.
Dinini bilmemek de, gerçi özür değildir.
Herkes, ilmihalini güzel öğrenmelidir.)
. Kader, kulun işidir
Abdülhakim Arvasi , büyük bir veli idi.
Büyük insan olduğu, her halinden belliydi.
Bir gün, sevdiklerine şöyle etti nasihat:
(Allah'ın kullarına, hizmet edin her saat.
Hak teâlâ bir kula, hayır murad ederse,
Hep hayırlı işlerle meşgul olur o kimse.
Allah'ın, bir kulunu sevmediğine nişan,
Hep faydasız işlerle meşgul olur o insan.
Yani o, ne dünyaya, ne ahirete ait,
Bir işle uğraşmayıp, öldürür her gün vakit.
Kulun alın yazısı, işlerinden bellidir.
Yani kader, insanın işiyle ilgilidir.
Hadiste buyurdu ki Peygamber Efendimiz:
(Bakmaz suretinizle, işinize Rabbimiz.
Lakin şuna bakar ki, niçin yaptın o işi?
Beğenmez, kabul etmez riya ve gösterişi.)
Yani Allah, kulunun bakar sırf niyetine.
Ki, o kulun, o işte acaba niyeti ne?
Niçin namaz kılıyor, niçin yiyor yemeği?
Niyet Allah içinse, o zaman gayet iyi.
İnsan, bu suallere buluyorsa bir cevap,
Kurtulur ahirette, yapılmaz ona azap.
Cevap veremiyorsa eğer bu suallere,
Hazırlansın o zaman, azap ve elemlere.
Zira ihlas olmazsa, ameller olmaz kabul.
Duçar olur azaba, ihlası olmayan kul.)
Bir gün de buyurdu ki: (Öfke ile şehvet’ten,
Sakının, zira bunlar ateştir Cehennemden.
Biri, Resulullahtan nasihat isteyince,
O zata, (Öfkelenme!) buyurdular hemence.
Yerini değiştirip, birazdan yine bu zat,
Resul-i kibriya'dan istedi bir nasihat.
Lakin Peygamberimiz, o istek sahibine,
Cevaben, (Öfkelenme!) buyurdu ona yine.
Arka tarafa geçip, istediğinde aynen,
(Öfkelenme!) buyurdu yine ona cevaben.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim, bu dünya,
Fani ve geçicidir, aldanmayın sakın ha!
Aklı olan bir kişi, dünyaya vermez gönül.
Ve hatta zerre kadar, etmez ona temayül.
Zira akıllılığın şudur ki alameti,
Girmez onun kalbine, bu dünya muhabbeti.
Her an ahiretini düşünür aklı olan.
Çünkü iyi bilir ki, bu dünya bir imtihan.
Ahmak ise, kaptırır bu dünyaya gönlünü.
Yaşar gaflet içinde, düşünmez ölümünü.
Zira ahmaklığa da şudur ki bir alamet,
Kalbinde, bu fani'ye besler sevgi, muhabbet.
Tek çaresi şudur ki, bundan kurtulmanın da,
Daima bulunmaktır, kurtulanlar yanında.)
. Herkes pişman olacak
Abdülhakim Arvasi , ilim ehli, büyük zat.
Bir gün, sevdiklerine şöyle etti nasihat:
(Muvaffak olmak için, hem bu dünya işinde,
Hem de yanmamak için Cehennem ateşinde,
Dinin emirlerini öğrenmeli en evvel.
Sonra da, ihlas ile yapmalı iyi amel.
Her işi, dine uygun yapmalı ki muhakkak,
Yarın hesap soracak her işten cenab-ı Hak.
Orada, herkes için olacak bir pişmanlık.
Lakin olan olmuştur, çaresi yoktur artık.
Hatta pişman olurlar, Cennette olanlar da.
Zira sonsuz olarak derece var orada.
Derler: Niçin daha çok ibadet eylemedim?,
Ve niçin Allah için daha çok mal vermedim?
Lakin bu pişmanlığın, olmaz bir faidesi.
Herkes ne yaptı ise, önüne gelir hepsi.)
Bir gün de buyurdu ki: Allah dostu veliler,
Nasibi olanlara, feyiz ve nur verirler.
Resulullah buyurdu: (Ne ki varsa kalbimde,
Ebu Bekr’in kalbine akıttım tamamiyle.)
O da, almış olduğu bu feyzleri, tamamen,
Selman-ı Farisi’nin kalbine verdi aynen.
Bu nurlar, kalpten kalbe akıp geldi bu karar.
Kıyamete kadar da, devamlı böyle akar.
Her kim arzu ederse, bu nurlara kavuşmak,
Bu zatlara inanıp, sevmelidir muhakkak.
(Muhabbet ) kanalıyla zira gelir bu nurlar.
Onları sevmeyenler, bu nurdan mahrumdurlar.
Su, nasıl boru ile gelirse hanelere,
Bu da, (sevgi ) yoluyla akıp gelir kalplere.
Eğer ki bir devirde, yok ise böyle zatlar,
O büyük insanların yazdığı kitaplar var.
Ne zaman ki, edeple o kitaplar okunur,
Okuyanın kalbine, muhakkak akar o nur.
Lakin iki şartı var: (Muhabbet ) ve (inanmak ).
Bu şartlar mevcut ise, feyiz akar muhakkak.
Bir gün de buyurdu ki: (Vallahi Cehennem var.
Ve o müthiş ateşte, yanacak çok insanlar.
Gayemiz, insanları kurtarmaktır ateşten.
Dünyada, daha mühim bir iş yoktur bu işten.
Faydalı olmak için önce bu insanlara,
İslam âlimlerini sevdirmeli onlara.
Onların kitabını dağıtalım, verelim.
Ve asla kendimizden bir şey bahsetmeyelim.
Zira bahsedilecek bir halimiz mi vardır?
Hem biz ölçü değiliz, ölçü, o kitaplardır.
Nasihati, evvela yapalım kendimize.
Zira mahşer gününde, hesap var hepimize.
Bu uğurda çalışmak, en büyük ibadettir.
Bu yolda sıkıntılar çekmek de, bir nimettir.)
. Dünya nedir?
Abdülhakim Arvasi , büyük âlim ve veli.
Nasihati, herkese olurdu faideli.
Buyurdu ki: (Ahiret yolunda yürümekle,
Dünyaya düşkün olmak, bulunamaz birlikte.
Bir kimsenin kalbinde, dünyaya karşı, çok az,
Bir düşkünlük var ise, bu yolda bulunamaz.
Mümine, dünya değil, ahirettir asıl dert.
Bilir ki dünya fani, ebedidir ahiret.
Yani bu iki âlem, zıddır birbirlerine.
Birinden uzaklaşan, yaklaşır diğerine.
Ne ki uzaklaştırır, kulu Hak teâlâdan,
İşte o (dünya )dır ki, sakınmalıdır ondan.
Para pul, mevki makam, dünya hırsı ve şöhret,
Nefis için olursa, (dünya )dır hepsi elbet.
Ve lakin bütün bunlar, olsa dahi çok fazla,
Niyet ahiret ise, dünyalık olmaz asla.
Hak teâlâ, dünyaya, sinek kanadı kadar,
Bir kıymet vermemiştir, öyleyse neye yarar?
Sadece dünya için harcanırsa bu ömür,
Bulunur mu mahşerde, bir bahane ve özür?
Akıllı, şu kuldur ki, dünyayı etmez talep.
Ölüme hazırlıkla vaktini geçirir hep.)
Bir gün de buyurdu ki: (Yaparsan bir ibadet,
Onu hiç beğenme ki, olabilir belki red.
Amelini beğenmek, Hakk’a karşı kibir'dir.
Ona layık taati, hangi kul yapabilir?
Meşgul etmeden önce, günahla sizi nefis,
Siz, hayırlı işlerle, onu meşgul ediniz.
Kulun sözü, işinden çok ise, fena haldir.
Eğer işi sözünden çok ise, bu, kemaldir.
Hak teâlâ, bir kulu sevmiyorsa hiç eğer,
Faidesiz şeylerle o kulu meşgul eder.
İslam âlimlerini gayet çok sevmelidir.
Hatta bu, aşıkların ellerinde değildir.)
Bir gün de buyurdu ki: (Her inci’de bir sedef,
Olur ki, o, onunla kazanır kıymet, şeref.
İnsanoğlunda dahi, bir (ilim ) var ki şu an,
İnsan da, onun ile kazanır şeref ve şan.
Zira buyuruyor ki, Hüdanın Sevgilisi:
(İlimdir rütbelerin en şan ve şereflisi.)
Yine O buyurur ki hadis-i şerifinde:
(Gidin ve alın ilmi, olsa da hatta Çin'de)
. İşbu kelime var ya
Abdülhakim Arvasi , devrinin evliyası.
Sohbeti, temizlerdi kalplerden kiri, pası.
Bir gün sevdikleriyle, sohbet ediyor iken,
Kelime-i tevhidi okudu önce hemen.
Sonra da buyurdu ki: (İşbu kelime var ya,
Biz, bunun sayesinde geldik hep bir araya.
Bilcümle Peygamberler, Sahabe ve tabiin,
Uğraşıp çile çekti, hep bu kelime için.
Sonra gelen binlerce âlimler ve veliler,
Bu kelime uğruna, canlarını verdiler.
Cennete girmek bile nihayet ahirette,
Yine bu kelimeyle mümkün olur elbette.
Öyle çok üstünlüğü var ki bu kelimenin,
Hatta bir kefesine konsa bu terazinin,
Diğer kefe, bilcümle günahlarla dolsa tam,
Buna rağmen yine de, ağır gelir bu kelam.
Hakiki bir müslüman, bu dine hizmet için,
Çalışırken, kalbini kırmaz hiç bir kişinin.
Kâfirin de kalbini kırmak yoktur bu dinde.
Bu, çok fena bir iştir Hak teâlâ indinde.
Ve hatta gönül yıkmak, Kâbe’yi, yetmiş defa,
Yıkmanın günahından fazladır kat kat daha.
Nazik, kibar olmaya gayret edin her zaman.
Kaçının titizlikle, kavga, münakaşadan.
Zira bunun sebebi, kibir ile öfkedir.
Bunlar ise, insanın asıl felaketidir.)
Bir gün de buyurdu ki: (Emr-i maruf ) sevabı,
Öyle çok fazladır ki, yoktur haddi hesabı.
Dağ kadar çok altını, sadaka verse insan,
Yine azdır, bir altın zekatın sevabından.
Dağ kadar altın zekat vermenin sevabı da,
Hiç kalır (emr-i maruf ) sevabının yanında.
Nafile hac ve ömre yapmak için, bir kimse,
Yolda, tek bir namazın vaktini geçirirse,
O hac ile ömre’den, hiç sevap kazanamaz.
Zira nafile için, kazaya kaldı namaz.)
Yine bu evliya zat sık sık buyururdu ki:
(Zahir mamur, mükemmel, batın harab halbuki.)
İnsanlar, zahirini, dışını süslüyorlar.
Halbuki Hak teâlâ batına, içe bakar.
Ne kadar süslese de bir insan zahirini,
Hak teâlâ görüyor, onun fena halini.
Hatta bozuk niyetle, yapsa da çok ibadet,
Hak teâlâ indinde, bulamaz yine kıymet.
Zira Allah, sadece amele bakmaz asla.
Bakar ki, o ameli yapmış mıdır ihlasla?)
. Büyüklere danışın!
Abdülhakim Arvasi , Hak aşığı bir veli.
Sohbeti, insanlara olurdu faideli.
Şefkat ve merhameti, pek çoktu yaranına.
Her kimin derdi olsa, koşardı hemen ona.
Yanına giren herkes, kederli olsa da pek,
Çıkıyordu yanından, neşeli ve gülerek.
O derdi ki: (Herkesin rızkını, cenab-ı Hak,
Kullarının eliyle, verir adet olarak.
Her kim çok çok verirse, muhtaçlara malını,
Çoğaltır Rabbimiz de ona ihsanlarını.
O kısarsa, Allah da ona kısar şüphesiz.
Yani ihsan edene, ihsan eder Rabbimiz.)
Bir gün de buyurdu ki: (Allah adamlarının,
Yalnız zahirlerine bakmayın aman, sakın.
Aldanır, büyüklerin dış haline bakanlar.
İstifade yerine, görürler büyük zarar.
Zira cenab-ı Allah, insanlık sıfatları,
Altında gizlemiştir dünyada bu zatları.
Kureyş kâfirleri de, Allah'ın Resulünün,
Zahirine bakarak, aldanmışlardı o gün.
Derlerdi ki: (Bu nasıl peygamberdir, şaşılır.
Bizim gibi yer içer, sokaklarda dolaşır.)
Lakin iman edenler, Ona, Peygamber diye,
Bakarak, kavuştular rıza-i ilahi'ye.)
Buyurdu ki: (İmanın, suret ve aslı vardır.
Aslına kavuşanlar, güzide insanlardır.
Senelerdir imanı, anlattım camilerde.
Anlayan, üçü beşi geçmemiştir yine de.)
Bu sözün hikmetini, ondan sual ettiler.
(İmanı tam anlamak, niçin zordur?) dediler.
Buyurdu: (Amentü’yü yalnız ezberlemekle,
İmanın hakikati, kolayca geçmez ele.
Asıl iman şudur ki, Allah'tan korkusundan,
Asla işlememektir bir küçük günah, isyan.
Mesela kul hakkını düşündüğünde o zat,
Ayağını uzatıp, yatamaz rahat rahat.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ey gençler, aman sakın!
Büyüklere sormadan bir işe kalkışmayın.
Yanılır ekseriya, çünkü sizin aklınız.
Sonu pişmanlık olur, sormadan yaparsanız.
Halbuki akl-ı selim sahibidir büyükler.
Her kararda, doğruyu isabet ettirirler.
Kendi aklını atıp, kim uysa büyüklere,
Dünya ve ahirette, uğramaz bir kedere.
Her kim de beğenirse, yalnız kendi aklını,
Kabullenmiş demektir, o, kendi zararını.
Halbuki bir müslüman, bir iş yapmadan önce,
Bir Allah adamına danışırsa güzelce,
Hayırsız olsa bile, neticesi o işin,
Hayra tebdil olunur, ona sorduğu için.)
. Dua isteyin
Abdülhakim Arvasi , büyük bir veli idi.
Sohbeti, insanlara pek çok faideliydi.
Derdi ki: (Gayret edin, almak için bir dua.
Zira dualar ile önlenir kaza, bela.
Ubeydullah-ı Ahrar vardı ki büyüklerden,
Mutlak dua isterdi, görüştüğü herkesten.
Bir gün de alış veriş yapıp bir köylü ile,
Ayrıldı aceleyle, bir buğday yükü ile.
Dua talep etmeyi, unuttu lakin ondan.
Bir hayli yol gitmişken, geri döndü yolundan.
Onun da duasından mahrum kalmamak için,
Gelip buldu köylüyü, vakit geçirmeksizin.
Köylü onu görünce, dedi: (Niçin döndünüz?
Yoksa benim malımda, bozukluk mu gördünüz?)
Buyurdu ki: (Yok, hayır, beğendim buğdayını.
Geldim ki, istiyeyim senin hayır duanı.)
Köylü, hayret içinde dedi ki: (İyi ama,
Yalnız bunun için mi geldin benim yanıma?
Yüz yıkamayı bile bilmeyen biriyim ben.
Nasıl dua edeyim bu halimle size ben?)
Buyurdu ki: (Kardeşim, bu iş hiç belli olmaz.
Sen yine bir dua et, inşallah reddolunmaz.)
Köylü (Peki) diyerek, kaldırdı ellerini.
Dedi: (Ya Rab, ne ise, ver bunun dileğini.)
Ubeydullah-ı Ahrar, der ki: (Yemin ederim.
Onun duası ile, açıldı kalp gözlerim.)
Buyurdu ki: (Bir insan, eğer hayırlı ise,
Hep hayırlı işlere sebep olur o kimse.
Allah'ın, bir kimseyi sevdiğine alamet,
Hep faydalı işlere, eder o sa'y-ü gayret.
Bir kulu da, Allah'ın sevmediğine nişan,
Ömrünü boş şeylerle geçirip eder ziyan.)
Derdi ki: Kırılırsa, size arkadaşınız,
Siz özür dileyin ve hemen helallaşınız.
Haklı bile olsanız, helallaşın elbette.
Demeyin: (Ben hakkımı alırım ahirette).
Çünkü hiç belli olmaz, belki de haklı odur.
Kimin haklı olduğu, mahşerde belli olur.
Kendini alacaklı sanan nice kişiler,
Hesaplar görülünce, borçlu çıkabilirler.
Ödemek için dahi, geçmez o gün para pul.
Çok büyük sıkıntıya duçar olur böyle kul.
Zira sevaplarıyla, kul borçları ödenir.
Yetmezse, o kimsenin günahını yüklenir.
Halbuki bu dünyada, hak altından kurtulmak,
Mümkündür, ama biraz lazımdır nefsi kırmak.
(Kabahat bende) deyip, bir özür dilemekle,
Bir nice kul hakları, hallolur böylelikle.
.
09 - İSLAMİYET NEDİR
.İslamiyet nedir?
Abdülhakim arvasi buyurdu: (İslamiyet,
Bütün dinler içinde, en üstünüdür elbet.
Hak teâlâ bu dini, Cibril-i emin ile,
Gönderdi âyet âyet, Resul-i eminine.
Dünya ve ahirette, mesut olmaya dair,
Usul ve hükümleri ihtiva etmektedir.
İslamın içindedir faideli her şeyler.
Hep onun dışındadır, her kötülük ve şerler.
Önce gelen dinlerin, bilcümle hayırları,
İslam dini içinde bulunur ayrı ayrı.
Her iyilik ve hayır, bu dinin içindedir.
Onda kemlik olması, imkan haricindedir.
İslamın haricinde bir menfaat düşünmek,
Serap'tan şerap ummak olur ki, muhaldir pek.
Dinimiz emreder ki: Herkese yardım edin.
Sakın birbirinizi üzmeyin bir şey için.
Allah'ın her emrine, gösterin saygı, edep.
Onun mahluklarına, şefkatli davranın hep.
Kanuna karşı gelmek, suçtur islamiyet’te.
Suç işlememelidir müslümanlar elbette.
Ayırır islam dini, iyi kötü ahlakı.
İyi huylu olmaya sevkeder cümle halkı.
Gayr-i müslimleri de, men eder incitmekten.
İffet ile hayayı, emreder her cihetten.
Tam sıhhatli olmayı, tavsiye ve emreder.
Boş vakit geçirmeyi, çok şiddetle men eder.
İlme, fenne, tekniğe, her türlü endüstriye,
Verir çok ehemmiyet, layık olduğu üzre.
Hak teâlâ bu dini, ta kıyamete kadar,
Gelecek nesillerle ilgili, alakadar,
Ne kadar değişiklik, terakki etse zuhur,
Hepsini sağlayacak esaslarda kurmuştur.
İslamın hükümleri, bir reçeteye benzer.
Onu kim tatbik etse, hep yükselir, ilerler.
Bu gün, bir memlekette, huzurluysa eğer halk,
İslamın ahkamına uymaktandır muhakkak.
Ve eğer bir toplumda, yok ise rahat, huzur,
İslama sırt çevirmiş olmaktandır, bu budur.
Hak teâlâ, insana, hem ruhi, hem bedeni,
Refah sağlamak için, göndermiştir bu dini.
Sadece Allah ile kul arasında değil,
Fertlerin birbiriyle, ayırmadan renk ve dil,
Hak ve görevlerini tesbit ve tanzim eder.
Ve hep ilerlemeyi, yükselmeyi emreder.
Bu din, (sosyal adalet ) üstüne kurulmuştur.
Dünya, ona uymakla bulur rahat ve huzur.
Yalnız müslümanların rahatlığına değil,
Herkesin huzuruna, olur rehber ve delil.
Cihanşümul bir dindir velhasıl islamiyet.
Bütün insanlık için, odur şeref ve nimet.)
. Ölüm acısı zordur
Abdülhakim Arvasi, bir günkü vaazında,
Konuşurken, ölümden açılmıştı mevzu da.
Biri ona sordu ki: (Efendim, bu insanlar,
Acaba can verirken, ne kadar acı duyar?)
Cevaben buyurdu ki: (Ölüm'ün en hafifi,
Öyle şiddetlidir ki, mümkün olmaz tarifi.
Ne zaman ki bir kişi, gelse (Ölüm ) haline,
Sanki konur iki dağ omuzu üzerine.
İynenin deliğinden çıkacak ruhu sanır.
Yerle gök birleşir de, o arasında kalır.
Sanki onun içinde, bir dikenli çalı var.
Onu tutup, ağzından, kuvvetle çekiyorlar.
Bütün hücrelerine takılmış dikenleri.
Çektikçe parçalıyor, takıldığı yerleri.
Can vermenin acısı, fazladır hatta şundan,
İnsana yetmiş defa kılıç vuruluşundan.
Fakat mümin, görerek huri ve melekleri,
Onların zevki ile, duymaz bu elemleri.
Daha da şiddetlidir lakin (Kabir azabı ).
Hiç kalır buna göre, can verme ızdırabı.
Çünkü kabir, yakındır ahiret hayatına.
Benzer azapları da, ahiret azabına.
Bu kabir azabı da, böyle çok şiddetliyken,
Hiç kalır (Mahşer )deki azaplara nisbeten.
Bir damlanın, derya'ya nisbeti nasıl ise,
Bunlar da, birbiriyle edilmez mukayese.
O meydanda bin sene bekleşirken insanlar,
Güneş, bir mızrak boyu yaklaşıp, halkı yakar.
Bir ayağın üstünde, bulunur binbir ayak.
Günahlarına göre, tere batar cümle halk.
Öyle çok sıkışır ki kâfirler izdihamdan,
Temenni ederler ki, kurulsa hemen mizan.
Derler ki: Hesabımız görülse de hemence,
Şu sıkıntılı halden, kurtulsak bir an önce.
Halbuki bilmezler ki, bitince sual, hesap,
Başlayacak bu sefer, daha elim bir azap.
Çünkü girecekleri Cehennemin ateşi,
Öyle şiddetlidir ki, bulunmaz asla eşi.
Mahşer meydanındaki acı ve sıkıntılar,
(Cehennem ) azabının yanında hiç kalırlar.
Bir kum taneciğinin, kainata nisbeti,
Ne ise, öyle çoktur Cehennemin şiddeti.
Oradan bir kıvılcım, dünyaya düşse eğer,
Onun hararetinden, bu dünya erir, biter.
Hem kalmaz bir kararda azaplar Cehennemde.
Gün geçtikçe, şiddeti, durmadan artar hem de.
Kurtuluş ümidi de, küffara olmaz elbet.
Bu acı azaplarda, kalırlar ilel-ebed.
Kalbinde, zerre kadar doğru imanı olan,
Cehenneme girse de, çıkarılır sonradan.)
. Muvaffak olmanın sırrı
Abdülhakim Arvasi , şanı büyük bir veli.
(İman)ı anlatırdı camilerde ekseri.
Buyurdu: (Bir kula ki, Rabbimiz verdi iman,
Öyle ise nedir ki, etmedi ona ihsan?
Ve Allah, bir kula ki, imanı vermemiştir.
Böyle olduktan sonra, ne ki ona vermiştir?
Senelerdir imanı anlattım camilerde.
Anlayan, üçü beşi geçmemiştir yine de.
Zira iman şudur ki, kul, korkarak Allah'tan,
Çok küçük olsa bile, kaçınır her günahtan.
Mesela kul hakkını düşününce bir mümin,
Ayağını uzatıp, yatamaz rahat, emin.)
Bir gün de buyurdu ki: Olmak için muvaffak,
Riayet etmelidir, iki şeye muhakkak.
Birincisi şudur ki, işlemeyin hiç günah.
Zira günahkârları, muvaffak etmez Allah.
İkincisi (dua )dır, bakın dua almaya.
Gariplerin duası, mühimdir bunda daha.
Kim, bir kulun gönlünü, ferahlatırsa eğer,
Yüz senelik teheccüd sevabı elde eder.
Günahlardan kaçınmak, mühimdir elbet daha.
Hakiki mümin olan, yanaşmaz bir günaha.
Bir gün hazret-i Ömer, ordu tertib ederek,
Güçlü bir düşman ile, cihada eyledi sevk.
Sa'd bin Ebi Vakkas başkumandandı o gün.
Düşman kuvvetleri de, güçlü idi büsbütün.
Halife, şöyle yazdı İbni Ebi Vakkas'a:
(Düşmandan korkma sakın, Allah’tan kork bilhassa.
Günah işleyen varsa askerinden ya Sa'd!
Onu ordudan at ki, erişsin sana imdad.)
Bir gün de Ömer Faruk, kendisi bizzat yine,
Hücuma geçmiş idi, bir düşman kalesine.
Lakin kale düşmedi, günler geçti aradan.
Topladı huzuruna askerini o zaman.
Buyurdu ki: (Bu küffar dayanmazdı bu kadar.
Öyleyse aramızda, bir günah işleyen var.
Zira bu vakte kadar, düşmeliydi bu kale.
Kim günah işliyorsa, son versin o bu hale.)
Sahabe çok üzülüp, ağladı cümlesi hep.
Dediler ki: (Acaba, ne oldu buna sebep?)
O sırada, erlerden biri öne çıkarak,
Halini, Halifeye arz etti ağlayarak.
Dedi ki: (Teheccüde kalktığımda bu gece,
Misvakı bulamayıp, abdest aldım öylece.
Ben misvak sünnetine edemedim riayet.
Sebep bu olabilir, efendim beni affet.)
Buyurdu ki: (Evladım, tövbe eyle Allah’a.
Terk etme bu sünneti bundan sonra bir daha.)
(Peki efendim) deyip, istiğfar etti o er.
Hakikaten peşinden, fetih oldu müyesser.
. Vücut makinası
Abdülhakim Arvasi , çok büyük bir veli'dir.
Doğu Anadolu'yu, yıllarca etti tenvir.
O, bir gün buyurdu ki: (Bu dünya bir imtihan.
İnsanlar birer yolcu, dünya da sanki bir han.
Ömür, tren misali, hiç durmadan gidiyor.
Bazıları binerken, bazısı da iniyor.
İnsan, doğduğu vakit binmiştir bu trene.
Sırası geldiğinde, inecek elbet yine.
Dünyanın faniliği, belliyken pek aşikâr,
İnsan kurabilir mi uzun boylu planlar?
Zira buyuruyor ki, Kur'anda cenab-ı Hak:
(Gönderdim bu dünyaya, sizi fani olarak.
Veririm mal ve evlat misali nimetleri.
Fakat bilesiniz ki, alırım tekrar geri.
Onlar sizin değildir, çok sıkı sarılmayın.
Çünkü ayrılırsınız hepsinden bugün yarın.
Akıl, sıhhat, a’zalar verdimse de ben size,
Bunları kullanırken, uymayın nefsinize.
Ayrıca gönderdim ki, Kitap ile Peygamber,
Size, emirlerimi versinler bir bir haber.
Siz, bu emirlerimi öğrenerek iyice,
Kullanın nimetleri, bu ahkam mucibince.)
Bir gün, yine bununla alakalı olarak,
Buyurdu: (Bu bedeni yarattı cenab-ı Hak.
Bu his organları ki, hepsi birer harika.
Akıl, fikir, hafıza, zihin, zeka, natıka,
Bütün bu kemallerle, süsleyip onu gayet,
Kulun iradesine teslim etti nihayet.
İşte bu, çok muazzam bedeni, bizim artık,
Kullanmamız için de, maksadına muvafık,
İhsan edip gönderdi, Kitap ile Peygamber.
(Böyle kullanın!) diye, verdi bazı emirler.
Bu ahkam mucibince kullanırsak onu biz,
Ancak o makineden olur istifademiz.
Nitekim dünyada da, mevcuttur böyle bir hal.
Mesela bir fabrika, bir alet etse imal,
Çok basit olsa bile çıkardığı o alet,
Kullanma şeklini de gösterir onun elbet.
Yine alındığında eczaneden bir ilaç,
Tarifesine dahi, olur elbet ihtiyaç.
Çok basit bir aleti kullanmak için bile,
Kullanma talimatı gerekirse, haliyle,
Gayet muazzam olan bu beden için dahi,
Bir emir ve talimat icab eder tabii.
İşte, bedenimizi yaratan Hak teâlâ,
Kullanabilmek için onu iyi ve a’la,
Gönderdi Habibiyle, bir emir ve talimat.
Buna (Kur'an ) denir ki, uyanlar eder rahat.
O emirlerin hepsi dindir, islamiyet’tir.
Kim ona tam uyarsa, sahib-i saadettir.
. Küfür sel gibi
Abdülhakim Arvasi , büyük evliya idi.
Her ilimde mahir ve sanki bir derya idi.
İstanbul'un halkına, yıllarca bu büyük zat,
Tesirli sözleriyle, etti vaz-ü nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: Ey insanlar, bilin ki,
Bu zaman küfür, zulmet, akıyor bir (sel ) gibi.
İman, o sel üstünde, (saman çöpü ) gibidir.
O akıntıya karşı, durması kabil midir?
Ancak kuytu bir yere, bir kaya kovuğuna,
Girerse, akıntıdan bir zarar gelmez ona.
Âlimlerin sohbeti, veyahut kitapları,
Aynen böyle küfürden kurtarır insanları.)
Bir gün de buyurdu ki: (Resul-i zişan, bize,
Yadigar bırakmıştır iki büyük mucize.
Bunlardan birincisi, (Kur'an-ı kerim )dir ki,
Odur insanlık için, bir rehber-i hakiki.
İkincisi, her hali, Onun orta ve vasat,
İdi ki, yoktu Onda asla tefrit ve ifrat.
Bunun için büyükler, şöyle buyurmuşlardır:
(İşlerin hayırlısı, orta, vasat olandır.)
Ayrıca bu dünyada, kim ne kadar kanaat,
Ederse, o nisbette bulur huzur ve rahat.)
Biri dedi: (Efendim, gayet günahkârız biz.
Yarın mahşer gününde, ne olacak halimiz?)
Buyurdu ki: (Evladım, dünya ve ahirette,
Her kişi, sevdiğiyle bulunacak elbette.
Bu işte, beraberdir ehil ile na-ehil.
Eğer sağlam gemiye bindin ise, gam değil.
Çünkü bir gün bu gemi, sahile ulaşırsa,
Sadece kaptanını çıkarmaz nasıl olsa.
Yolcularını dahi ulaştırır muhakkak.
Sen, bindiğin geminin, nerye gittiğine bak.
Saadet gemisine binmiş isen eğer ki,
O, seni ulaştırır Cennete elbette ki.
Her kim neye binerse, ona tâbi olarak,
İnecektir tabii, neresiyse son durak.
Pişman olmamak için indiği son mahalde,
Dikkatli olmalıdır, ilk binerken o halde.
Ahiret yolcusu da, bunun gibi tabii,
Çok iyi seçmelidir, bineceği gemiyi.
O gün, çok dehşetlidir, bu diller o gün susar.
Yer ve gök şahid olur, konuşur hep a’zalar.
Mahcub olmamak için, mahşerde o gün insan,
Dinin emirlerini, gözetmeli her zaman.
Sarılabilmek için bu dine de iyice,
Öğrenmek lazım gelir islamı ince ince.
Farzları, haramları öğrenip çok mükemmel,
Sonra da, mucibince yapmalı iyi amel.
Ve hem de işlemeli, her işi Allah için.
Buna ihlas denir ki, esası budur işin.)
. Kalp hasta ise
Abdülhakim Arvasi , büyük âlim ve veli.
Ab-ı hayat gibiydi, nasihat ve sözleri.
Buyurdu: (Bir kimsede, var ise kâmil iman,
O kişi, hiç Rabbine edemez günah, isyan.
İman'ın hakikati, bir sevgidir, bir haldir.
Böyle iman edene, isyan etmek muhaldir.
Çünkü o, ahireti düşünür gündüz gece.
Haram ve günahları işleyemez böylece.
Siz de haram önünde, kapayın gözünüzü.
Yoksa, kabul etmezler mahşerde özrünüzü.
Harama, bile bile bakan bir müslümanın,
Gözüne, kızgın kurşun dökülür sonra yarın.
Yalan ve gıybet dahi, haram ve çirkindir pek.
Bu iki günahtan da, şiddetle kaçmak gerek.
Rabbimiz, iki kapak yarattı ki gözlerde,
Acele kapayalım, haram olan yerlerde.
İki dudak ile de, yaptı ki ağza kapak,
Haram işlemeyelim, yerinde kapatarak.)
Biri, ona sordu ki: (Efendim, ne sebepten,
İnsan lezzet alamaz yaptığı ibadetten?)
Buyurdu ki: (Sebebi, aşikârdır bu halin.
Bu, hasta olduğunu gösteriyor o kalbin.
Kalbin hastalığına, şu ki zira işaret,
Yaptığı ibadetten, alamaz tad ve lezzet.
Hem de, Hak teâlâdan haya etmez o insan.
Utanmadan Rabbine eder günah ve isyan.
Kalbi hasta olanda, bulunmaz hem de hikmet.
Baktığı hiç bir şeyden, alamaz ders ve ibret.
Kâr etmez ona öğüt, dinlemez hiç kimseyi.
Hep kendi bildiğine göre yapar her şeyi.
Kurtulmak istiyorsa o kimse bu halinden,
Lokmaya dikkat edip, yesin hep helalinden.
Bir islam âliminin, katılsın sohbetine.
Onun bakışı bile, şifadır kalp derdine.
Nimet bilsin dine ve insanlara hizmeti.
Alır böyle yaparsa, ibadetten lezzeti.)
Biri de, kendisinden nasihat isteyince,
Buyurdu: (Evliyayı, sev gücün yettiğince.
Allahü teâlânın dostudur zira onlar.
Rabbine, bu suretle vasıl olur insanlar.
Bir kimse, evliyayı, candan severse şayet,
Allah'ı sevmeye de, yol açar bu muhabbet.
Bir Allah adamını, kim ki çok sever ise,
İbadet yapmış gibi sevap alır o kimse.
Hatta bütün nafile ibadetler içinden,
Yoktur daha üstünü, evliya sevgisinden.
Ya onu kalbine koy, ya gir onun kalbine.
Ancak böyle erilir, Allah'ın sevgisine.
Lakin kolay değildir onları kalbe koymak.
Öyleyse, sen onların kalbine girmeye bak.)
.
10 - HANIMLA HELALLAŞIN
.Hanımla helallaşın
Abdurrahman-ı Sani , devrinin evliyası.
Sohbeti, süpürürdü kalpten kiri ve pası.
O bir gün buyurdu ki: (İnsanda nefis vardır.
O, haramla beslenen, güçlü bir canavardır.
Allahü teâlânın düşmanıdır o hatta.
Ve ondan daha ahmak şey yoktur kainatta.
Siz, düşman aramayın dışarda kendinize.
En büyük düşmanınız, nefistir zira size.
Yaralı kaplan gibi, saldırır hiç durmadan.
Hatta ölene kadar, vaz geçmez bu davadan.
Mühim hususiyeti şudur ki bir de onun,
İster ki, cümle âlem, emrine eğsin boyun.
Lakin bulamayınca, dışarda bu zemini,
Hanıma zulmederek, yapar bu isteğini.
Yani gücü yetmezse başkasını ezmeye,
Bu sefer evde başlar, hanıma zulmetmeye.
Halbuki hiç bir amel, havada kalmaz elbet.
Bir bir kayda geçiyor, her bir iş ve hareket.
Yani her iş, yazılır ya günah, ya da sevap.
Olur karşılığı da, ya mükafat, ya azap.
Eğer helallaşmazsa, çeker acı azabı.
Hanım da sabrederse, alır sabır sevabı.
Onun için her mümin, çıkarken hanesinden,
Helallık almalıdır, her sabah zevcesinden.)
Bir gün de buyurdu ki: (Elbette ölüm vardır.
Ölüm, ruhun bedenden ayrılıp çıkmasıdır.
Öyle şiddetlidir ki can verme acısı hem,
Hiç’tir onun yanında, dünyadaki her elem.
Sanki onun içinde bir dikenli çalı var.
Onu tutup, ağzından, kuvvetle çekiyorlar.
Dikenlerin her biri takılmış etrafına,
O yerleri yırtarak, çok elem verir ona.
İşte bu çalıdaki dikenler, sanki aynen,
Bir dünya bağlılığı, sevgisidir esasen.
Para pul, mevki makam, nam ve şöhret, sim-ü zer,
Dünya için olursa, dikendir hepsi birer.
Bunlar, halis niyetle, yani sırf Allah için,
Talep edilirlerse, olmazlar günah, çirkin.
Velakin istenirse, nefse tâbi olarak,
Bu takdirde günah ve zararlıdır muhakkak.
İşte bu bağlantılar, diken olup hep birer,
Ruhunun çıkmasına, mani oluverirler.
Ne kadar çok olursa, onun böyle dikeni,
Ruhu da, o nisbette zor terk eder bedeni.
Dünya bağlılıkları, azaldığı nisbette,
Az olur can acısı, kolay olur mevti de.
Bu türlü bağlılıklar, çok azaldığı zaman,
Olur ruhun çıkması, gayet kolay ve asan.
Ve eğer kurtulursa, bunlardan tamamiyle,
Ruhu çıkıp gider de, haberi olmaz bile.)
. Çok büyük nimet
Abdurrahman-ı Sani, Hakk’ın büyük velisi.
Dine, müslümanlara hizmetti tek gayesi.
O bir gün buyurdu ki: (İnsanda çok muteber,
İki nimet vardır ki, çıksalar elden eğer,
Kan gelinceye kadar gözünden yaş yerine,
Ağlasa, faydasızdır, çünkü gelmez geriye.
Onlardan birincisi, (ömür )dür ki bilhassa,
Ömür’den daha mühim bir nimet olmaz asla.
İkinci büyük nimet, (dostların varlığı )dır.
O dostlardan ayrılmak, ne büyük bir kayıptır.
Eğer mümkün olsa da, dünyayı verse hatta,
Ölmüş olan bir veli, hiç döner mi hayata?
Bir Allah adamının huzurundaki anlar,
Tekrar ele geçer mi, ağlasa çok zamanlar?
Onun nurlu bakışı, huzur ve sohbetleri,
Dünyayı verse bile, gelir mi tekrar geri?
Bu ömür sermayesi ve sohbet-i salihin,
Hiç ölçülemeyecek nimettir insan için.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu dünya, muvakkattır.
Ölümden sonra olan hayat, asıl hayattır.
Çünkü insan, ne kadar sürse de uzun ömür,
Sonunda ecel gelir, ömrü biter ve ölür.
Bu böyle olsa dahi, o sonsuz hayat yine,
Kurulmuştur bu kısa hayatın üzerine.
İyi geçirilirse bu üç beş günlük hayat,
Kazandırır insana, sonsuz huzur ve rahat.
Ve eğer geçirirse, günahla her anını,
Hak eder öldüğünde, Cehennem azabını.)
Bir gün de buyurdu ki: (Türlü vazifelerde,
Allah'ın melekleri mevcuttur gök ve yerde.
Bir de, Hak teâlânın hususen yarattığı,
Melekleri de vardır, bunlardan daha ayrı,
İşte o meleklere, buyurur Hak teâlâ:
(Ben, şu şu kullarımı seviyorum pek fazla.)
Onlar der: (Ya ilahi, var mıdır bize emrin?)
Buyurur ki: (Onlara, dert verin, bela verin.
Sıkıntılar verin ki o kullara siz varıp,
Bana dua etsinler ellerini kaldırıp.
Çünkü ben, seviyorum onların seslerini.
İstiyorum el açıp, dua etmelerini.)
Ve yine buyurur ki Allah o meleklere:
(Şu şu kulları ise, sevmiyorum bir zerre.)
Derler ki: (Ya ilahi, ne yapalım peki biz?)
Buyurur ki: (Onlara, her nimeti veriniz.
Para pul, mevki makam, her dünyalık ve neşe,
Verin, ihtiyaçları kalmasın hiç bir şeye.
Verin ki türlü türlü dünya nimetlerini,
Unutup, dillerine almasınlar hiç beni.
Çünkü ben, o isyankâr kulları sevmiyorum.
Seslerini bile hiç, duymak istemiyorum.)
. Himmet nasıl gelir?
İslam âlimlerinden, Abdurrahman Efendi,
Allah’ın kullarına hep nasihat ederdi.
Bir gün de buyurdu ki: (Bir Allah adamına,
Rastlarsanız, her işi danışın, sorun ona.
Yanılır ekseriya çünkü sizin aklınız.
Sonu pişmanlık olur, sormadan yaparsanız.
Halbuki (akl-ı selim ) sahibidir veliler.
Onlar, kalp gözü ile bakıp karar verirler.
Pişman olacak bir iş, yapmazlar onlar asla.
Hep islama muvafık iş yaparlar ihlasla.
Avam'ınsa aklına, (akl-ı meaş ) denilir.
Bunlar, çok işlerinde, hep yanlış karar verir.
Her ne yapsa, sonunda olur pişman ve üzgün.
Bugün yaptığı işi, beğenmez ertesi gün.
Öğleden önce başka, sonra başka düşünür.
Çünkü aklı esirdir, değildir serbest ve hür.
Para pul, mevki makam, dünya hırsı ve şehvet,
Aklı esir almıştır, değildir hür ve serbest.
Lakin avamdan biri, aklını bırakarak,
Bir Allah adamına uyarsa tam olarak,
Onun dahi her işi, olur iyi ve makbul.
Hak teâlâ indinde, o da olur halis kul.
Lakin aklını atıp, birine tâbi olmak,
Herkesin yapacağı iş değildir muhakkak.
Yani kolay olmayıp, çok çetindir bilakis.
Zira (ben de bilirim ) demektedir hep nefis.
Üstada tam uymaya, denir ki teslimiyet,
Böyle tâbi olana, çok gelir feyiz, himmet.
Üstadını bırakıp, uyarsa kendisine,
Himmetten mahrum olup, işi gider tersine.
İmam-ı Rabbani’nin talebesinden bir zat,
Üstadına gelerek, dedi ki ona bizzat:
(Falan beldeye gidip, yerleşmek istiyorum.
Bir medrese açarak, ders vereyim diyorum.)
O, kendi arzusunu arz edince böylece,
Üstadı, (Sen bilirsin!) buyurdular sadece.
O gidip, o beldede bekledi tam bir sene.
Ve lakin tek bir kişi gelmedi kendisine.
Hatasını anlayıp, gelerek tekrar geri,
Bu sefer ona sordu, gideceği o yeri.
Dedi: (Aklıma uydum, lütfen af buyurunuz.
Ne tarafa gitmemi emir buyurursunuz?)
Üstadı buyurdu ki: (Yine git aynı yere!)
Üstadının emriyle gidiverdi bu kere.
Lakin öyle oldu ki, ordaki medreseler,
Onun gelişi ile kapandı birer birer.
Zira herkes, her yerden, demeyip uzak yakın,
Hep onun sohbetine koştular akın akın.
Zira emir ileydi bu seferki gelişi.
Elbet öyle gelenin, böyle olur her işi.
Çünkü üstad himmeti kuvvet verir kişiye.
O himmet kesilirse, yaramaz hiç bir işe.)
. Dünya hayaldir
Abdurrahman-ı Sani , hem âlim, hem veliydi.
Kâmil insan olduğu, her halinden belliydi.
Öyle tesirliydi ki sohbeti dinleyene,
Ab-ı hayat sunardı, konuşurken ehline.
Bir gün de buyurdu ki: (Ölüm var ey cemaat!
Ölümden sonra başlar hakiki, asıl hayat.
Bu dünya bir hayaldir, vefasız, fanidir hem.
Ahiret öyle değil, ebedidir o âlem.
Kötü gözle bakmayın, sakın bir müslümana.
Hep hüsn-ü zan üzere bulunun her insana.
Mümine, muhabbetle bakmak da ibadettir.
Sakın sert bakmayın ki, bu, büyük bir afettir.
Eğer sizi üzerse, bir mümin kardeşiniz,
Sabredip, kendisine karşılık vermeyiniz.
Hatta ikram ediniz o din kardeşinize.
Böyle emretmektedir dinimiz zira bize.)
Bir gün de buyurdu ki: (İlim, amel, ihlası,
Temine çalışın ki, budur dinin esası.
Bize, Hakk’ın rızası lüzumludur esasen.
Kulları memnun etmek, mümkün olmaz ki zaten.
Kim, Allah rızasını ararsa her işinde,
Kullar da razı olur ondan neticesinde.
Kim de memnun etmeye uğraşırsa kulları,
Allah ve kul indinde, hiç olmaz itibarı.)
Bir gün, bu veli zata sordular: (Neden acep,
İyi kötü her insan, seviyorlar sizi hep?)
Buyurdu: (Bize yalnız, lazımdır Hak rızası.
Asla mühim değildir, kulun razı olması.
İnsanlar sevsin diye uğraşmayız biz asla.
Zira böyle hareket, bağdaşmaz hiç ihlasla.
Kim, Hakk’ın rızasını, almaya etse gayret,
Halk da, ister istemez, severler onu gayet.
Kim, gönlünü Allah'tan, kullara çevirirse,
Bilakis seven olmaz, kullardan onu kimse.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu Allah adamları,
Zulmetten, nura doğru çekerler insanları.
Bir islam âlimini tanıyıp, onu sevmek,
Öyle bir nimettir ki, benzeri bulunmaz pek.
Çünkü böyle bir zatın, bir şefkatli bakması,
Temizler gönüllerde olan kiri ve pası.
Edebilmek için de ondan çok istifade,
Edepli olmalıdır yanında pek ziyade.
(Edeb )in bir tarifi, itiraz etmemektir.
Onun her bir emrine, hemen peki demektir.
Bu Allah adamları öyle büyüklerdir ki,
Mesela bir beldeden, yürüyüp geçse biri,
O zatın hürmetine, o yere, Hak teâlâ,
Tam kırk gün müddet ile, göndermez kaza, bela.
Çünkü onlar, Allah'ın sevgili kullarıdır.
Onların hürmetine, bela geri alınır.
O büyük insanların hürmet ve hatırına,
Her kim dua ederse, kavuşur muradına.)
. İtaat böyle olur
Abdurrahman-ı Sani , ilim ve irfaniyle,
Hizmete adamıştı, kendini tamamiyle.
Gaye, bir kişi olsun, kurtarmaktı ateşten.
Daha mühim iş yoktu, ona göre bu işten.
Derdi ki: (Ey insanlar, verenler olur aziz.
Zira veren kulları, çok seviyor Rabbimiz.
Almak istemeyin ki, bu, hiç makbul şey değil.
Hep almak düşünenler, olurlar hor ve zelil.
İnsanlar arasında münakaşa ve kavga,
Varsa, almak yüzünden, vuku bulur mutlaka.
Ama vermek yüzünden, çekişme olmaz zinhar.
Görülmüş mü, vermekten kavga etsin insanlar?)
Derdi ki: (Peki deyin, kaçının itirazdan.
Zira peki demeyip, kovuldu lain şeytan.
Eshap, Resulullaha, tam itaat ederdi.
Onun her bir emrine, hemen (Peki) derlerdi.
Mübarek huzurunda, edepliydiler gayet.
Sessizce oturur ve etmezlerdi hareket.
Hatta ağaç zannedip, kuşlar o kimseleri,
Gelip, üzerlerine konarlardı ekseri.
Bir kabahat işledi, Eshapdan biri bir gün.
Mübarek kulağına gitti bu da Resulün.
Peygamber Efendimiz, duyunca bunu hemen,
Buyurdu ki: (Hapsettim öyle ise onu ben!)
Bunu, o sahabiye haber verdiklerinde,
Bir mıh gibi çakılıp, kala kaldı yerinde.
Vaziyeti nasılsa, öyle kaldı bu sefer.
Zira (Onu hapsettim!) buyurmuştu o Server.
Allah'ın Resulünün emrine muhalefet,
Olur diye, bir milim eylemedi hareket.
Hatta bir ayağını, öbürünün yanına,
Bile getirmedi ki, itiraz olur Ona.
Resule bu derece itaat ederlerdi.
Onun için, canımız feda olsun derlerdi.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ey cemaat, bu nefis,
Öyle bir canavar ki, aman dikkat ediniz!
Bir ahtapot misali, insanın vücudunu,
Kollarıyla sarmıştır, düşünün böyle onu.
Haram ile beslenir, nefs denen bu canavar.
Serpilir, kuvvetlenir, işlendikçe haramlar.
Yegane, tek gayesi şudur ki işbu nefsin,
Sahibini, ebedi azaba sürüklesin.
Siz düşman aramayın kendi haricinizde.
En büyük düşmanınız, nefistir içinizde.
Ondan kurtulmak için, iki yol vardır ancak.
Birisi, gıdasını kesmektir tam olarak.
Yani işlenmez ise en küçük günah bile,
O, gıdasız kalarak, zayıflar tamamiyle.
Öbürü, kelime-i tevhidi söylemektir.
Yani Allah zikri de, onu çok zaifletir.)
. Şerh-i sadr
Abdurrahman-ı Sani , halis Allah adamı.
Sohbeti, giderirdi, kalpten tasa ve gamı.
Onu gören kimsenin, gönlü ferahlıyordu.
Sohbetini dinlemek, cana can katıyordu.
Yanında bulunanlar, bulurdu rahat, huzur.
Çünkü onun ağzından, yayılırdı feyiz, nur.
Bir gün, cemaatine buyurdu: (Kardeşlerim!
Sizlere, şerh-i sadrı izah etmek isterim.
Bunun lügat manası, kalbin yarılmasıdır.
Ve bütün fenalıktan, yunup arınmasıdır.
Her gönülde, şeytanın vardır ki bir yuvası,
Oradan kalbe girer vesvese ve iğvası.
İçeriye girmeye, yoksa da ona izin,
Yine verir vesvese, durup dinlenmeksizin.
Peygamberler de dahil, her insanın kalbinde,
Şeytanın bu yuvası, mevcuttur hilkatinde.
Ve lakin Resulullah, çocuk yaşında iken,
Süt annesi Halime Hatunun yanındayken,
Gökten melekler gelip, sırt üstü yatırdılar.
Ve göğsünü yararak, kalbini çıkardılar.
Şeytanın yuvasını, o mübarek gönlünden,
Çıkardılar, attılar, hem sökerek kökünden.
Resulullah bu babta buyurdular ki bizzat:
(Benim de şeytanım var, müslüman oldu fakat.)
Eshap, Resulullahtan sordular ki bir defa:
(Sizin nurlu kalbiniz, yıkandı şerh-i sadrla.
Mümkün olmaz ise de, bu, bizim için, ancak,
Bizim şerh-i sadrımız, acep nasıl olacak?)
Buyurdu: (Şerh-i sadr'ın iki çeşidi vardır.
Size münasip olan, şu ikinci olandır.
Kalpten dünya sevgisi çıkarılırsa eğer,
Sizin şerh-ı sadr'ınız böyle olur müyesser.)
Sonra bu mübarek zat, buyurdular ki tekrar:
(Kalpten dünya sevgisi, ancak sohbetle çıkar.
Bu sevgiyi, kalbinden, kim etmişse tam ihraç,
O zatın sohbetidir, bu derde asıl ilaç.
Bakışları şifadır, sohbetleri devadır.
Kalp derdinin ilacı, ancak onlarda vardır.
O zatlardan birine, rastlarsa biri eğer,
Kalbine girmek için, göstersin türlü hüner.
Çünkü o büyük zatlar, dostudurlar Allah'ın.
Onlara uymadıkça, kurtuluş yoktur yarın.)
Bir gün de buyurdu ki: (Yazılıyor ameller.
Yarın bizden, onların hesabını isterler.
Fazla ince hesaplar yapmayın aranızda.
Ki, çok incelenmesin sizin hesabınız da.
Üzersen üzülürsün, kırarsan kırılırsın.
Tarlaya ne ekersen, yarın onu alırsın.
Velhasıl ne yapsanız dünyada gizli, açık,
Mahşerde, ona göre bulursunuz karşılık.)
. 11 - GÜL KOKAR, DİKEN BATAR
.Gül kokar, diken batar
Alaaddin Halveti , Allah adamlarından.
Saçtı sohbetleriyle devamlı ilim, irfan.
Her hali, insanlara olurdu ibret ve ders.
Hep güler yüzlü idi, severdi onu herkes.
Her nerede bir vaaz etse idi o halka,
Günah işlememekten, bahsederdi mutlaka.
Bir gün de buyurdu ki: (Ey insan, aman sakın!
Hiç günah işleme ki, yanarsın sonra yarın.
Günah işleyeceksen, sok elini ateşe.
Dayanabiliyorsan, o zaman günah işle.
Yok dayanamıyorsan, yapma o günah işi.
Zira çok şiddetlidir Cehennemin ateşi.
Öyleyse ey insanlar, rastgele yaşamayın.
İslam âlimlerinden birini örnek alın.
Her devirde, muhakkak vardır böyle birisi.
O zata tâbi olup, kurtarın kendinizi.
İnsanlar arasında, böyle yüksek veliler,
Otların arasında, sanki (gül ) gibidirler.
Lakin unutmayın ki kardeşlerim şunu da,
Yüzlerce (diken ) vardır, her bir gül ağacında.
Zira bu iş böyledir, gül, olmaz hiç dikensiz.
Lakin gül zannetmeyin kendinizi hemen siz.
Gül kokar, diken batar, olur mu ikisi bir?
Hatta en büyük diken, kendini gül bilendir.
Bir mümin kardeşini, üzdün ise bir işte,
Elbetteki dikensin ve ona battın işte.
Sen, istediğin kadar gülüm de, kim inanır?
Diken gibi, herkesi edersin mutazarrır.
Hakiki bir müslüman, şudur ki ey insanlar!
Elinden ve dilinden, kimseye gelmez zarar.
Yumuşak bir halıya benzer ki bir müslüman,
Üzerinde gezenler, incinmez asla ondan.
Korkmadan, çekinmeden yanına varır herkes.
Çünkü hep bilirler ki, ondan hiç zarar gelmez.
O, kendini herkesten aşağı, kötü bilir.
Aynaya baktığında, kendisinden iğrenir.
Değil ki bir müminden uyuz köpekten hatta,
Bile o, kendisini üstün görmez hayatta.
Bir karıncayı bile incitmekten çekinir.
Bilir ki hayvan hakkı, kul hakkı'ndan çetindir.
Hiç bir icraatını, iyi görmez o zinhar.
İbadet yapsa bile, eder tövbe istiğfar.
İyi işlerine de, bulur bir hata, kusur.
Çünkü o, ancak böyle bulur rahat ve huzur.
Dine hizmet etse de, kendinden bilmez asla.
Emredilen işleri, icra eder ihlasla.
Hizmeti çok olsa da, yine boynu büküktür.
Elimden çıkar diye, endişesi büyüktür.
Bunun için, Rabbine yalvarır ki her daim:
(Ya Rabbi, bu hizmeti elimden alma benim.)
Teslimiyet
Alaaddin Halveti , ilim ehli bir zattı.
İşi hep, insanlara öğüt ve nasihattı.
Herkese güler yüzlü davranırdı her zaman.
İstifade ederdi binlerce kimse ondan.
O derdi ki: (Allah'a yakın olan veliler,
Bütün insanlar için, bulunmaz nimettirler.
Böyle yüksek bir zata, rastlar ise bir kişi,
Hep ona danışarak yapmalıdır her işi.
Kendi aklını atıp, uyarsa o rehbere,
Kavuşur ahirette, sonsuz saadetlere.
O kadar çok sever ki o Allah adamını,
Ondan başka şeylerin, anmaz bile adını.
Vaktiyle bir beldede, yaşarmış ki bir kimse,
Nazarında, herşeyden kıymetliymiş elbise.
Elbiseyi, bir hayli özenerek giyermiş.
Herşeyden daha fazla, buna önem verirmiş.
Bu kişi, gidip bir gün demiş ki bir Veliye:
(Beni de kabul edin, lütfen talebeliye.
Ne derseniz yaparım itiraz etmeksizin.
Yeter ki, talebeniz olayım ben de sizin.)
O zat cevap vermeden, yemek ikram eylemiş.
O ise yemiş ama, aklı elbisedeymiş.
Sonra da, ellerini yıkamak gayesiyle,
Bakınmış etrafına acep su nerde? diye.
O zat, denemek için söylemiş ilk emrini.
Demiş ki: (Elbisene siliver ellerini.)
O, daha ilk emirde, hemen etmiş itiraz.
Demiş ki: (Elbiseye el sürmek doğru olmaz.)
Ayrılacağı zaman, arz etmiş ki o yine:
(Bir vazife verin de, getireyim yerine.)
Buyurmuş: (Bir vazife verdik sana çok hafif.
Onu bile yapmayıp, oldun bize muhalif.
Nasıl yapacaksın ki, başka iş versek bile?
Bu yerde, sana göre iş yoktur, güle güle!)
Ve yine bunun gibi, bir talebe, rüyada,
Görmüş bir evliyayı, yüksekçe bir duvarda.
Demiş ki: (Ey efendim, sizi çok seviyorum.
Bir iş emretseniz de, onu yapsam diyorum.
Ne kadar zor olsa da, hiç itiraz etmeden,
Ve hiç düşünmeksizin, yaparım onu hemen.
Mesela şu duvardan atla deseniz bile,
Atlarım düşünmeden, sizin bir emrinizle.)
O böyle söyleyince, (Peki atla!) buyurmuş.
Talebe, bu emirle fena halde bozulmuş.
Bu emri yapmak için etmişse de çok gayret,
Ve lakin atlamaya edememiş cesaret.
Mahcubiyet içinde demiş: (Ama efendim,
Bu duvar çok yüksekmiş, cesaret edemedim.)
Kolay değil tabii, kusursuz teslimiyet.
Ya Rabbi, bu nimeti hepimize nasib et.
Ahiret var
Alaeddin Halveti , ilim ehli, büyük zat.
Ederdi insanlara çok öğüt ve nasihat.
Hep hizmette geçerdi, ömrünün her saati.
Çalışırdı durmadan, yoktu istirahati.
Onun bu gayretini gören bazı kişiler,
(Çok çalışıyorsunuz, sebep nedir?) dediler.
Dedi ki: (Ahiret var, nasıl boş oturulur?
Biz, böyle çalışmakla buluruz ancak huzur.
Mesela bir a’manın, önünde kuyu olsa,
(Bana ne?) mi denilir, kurtarılır mı? yoksa.
Bir körü, beş on adım geçirirse bir kişi,
Hak indinde, ne de çok makbul olur bu işi.
Ya onu kurtarırsa, bir dünya ateşinden,
Ne de çok sevap alır, o kimse bu işinden.
O da, kurtulduğuna, ne kadar çok sevinir.
Ömür boyu o zata köle olsa yeridir.
Çünkü o, hayatını kurtardı bu kişinin.
Ona ne yapsa bile, az gelir bunun için.
Ateşte yanıyorken, değil ki bir insanı,
Kediyi görmek bile, yaralar her vicdanı.
Hatta yılanı bile görse insan ateşte,
Kurtarmaya çalışır, insanlık budur işte.
Çünkü yılan da olsa, onun da bir canı var.
Ateşte yanmasını, kim iyi hoş karşılar?
Halbuki insan için yaratıldı Cehennem.
Bu dünya ateşinden, şiddeti fazladır hem.
Ve hatta ebedidir kâfir olanlar için.
Sonsuz yanacaklardır, durup dinlenmeksizin.
Bir ateş ki, sonsuz ve her an şiddetleniyor,
Bu müthiş hakikati, hayal etmek bile zor.
Bir insan ki, imandan, islamdan yok haberi,
İşte o, bir a’madır, gözleri olsa dahi.
Çünkü cenab-ı Allah, Kur’an-ı kerim’inde,
Bu hali bildiriyor, hem de pek çok yerinde.
Şöyle buyuruyor ki: (Aman ha ey kullarım!
Günah işlemeyin ki, şiddetlidir azabım.)
Yine pek çok yerinde, kullara, cenab-ı Hak,
Buyurur: (Ey kullarım, günahtan olun uzak.
Çünkü şöyle dileyip, takdir ettim ki hem de,
Günah işleyenleri, yakayım Cehennemde.
Sonra çok şiddetlidir Cehennemin ateşi.
Hiç dayanamazsınız, terk edin günah işi.)
Hâşâ yalan söyler mi kuluna cenab-ı Hak?
Cehennem elbette var, bu, kati ve muhakkak.
Hatta Resulullah da, bunu haber vermiştir.
Hem de O, ömründe hiç yalan söylememiştir.
Cehennemin varlığı bu kadar kati iken,
Hem Allah, hem Peygamber, bunu haber verirken,
Hem de binlerce âlim, sayısız evliyalar,
Haber verip dururken kullara tekrar tekrar,
Bir kimse, yine görmez, işitmez ise veya,
O kişi kör ve sağır değildir de, nedir ya?)
Üstadımı seviyorum
Alaaddin Halveti , âlim ve veli bir zat.
Gece gün insanlara ederdi hep nasihat.
Bir gün, cemaatine dedi: (Bu gün insanlar,
Hayal olan şeylerin ardında koşuyorlar.
Zira dünya, hayal’dir, ahirettir hakikat.
Ahirete nazaran, sanki rüya bu hayat.
Mesela dünyadaki deniz, dağ ve nehirler,
Hayalden ibarettir, hakiki değildirler.
Velhasıl her neyi ki, görürsünüz bu yerde,
Hepsinin, asılları mevcuttur ahirette.)
Bir gün de buyurdu ki: (Herkes için, muhakkak,
Bir islam âlimine lazımdır tâbi olmak.
Zira ehemmiyetsiz bir dünya işi bile,
Kolay halledilmiyor, bilmeyen bir kişiyle.
Eğer mevki sahibi olan bir adamınız,
Olmazsa, kolaylıkla hallolmaz o davanız.
Basit dünya işini halletmek için bile,
Bir adama ihtiyaç duyulursa, haliyle,
Sonsuz azap çekmenin mevzu bahis olduğu,
Ahiret işlerinde, çok daha mühimdir bu.
Bir sahrada, yolunu kaybeden bir kimseye,
Biri yol gösterince, nasıl çok sevinirse,
Ahiret yolunda da, bir Allah adamına,
Rastlayan, çok sevinip, tam tâbi olur ona.
Öyle fazla sever ki bu Allah adamını,
Ondan izin almadan, atmaz tek adımını.
Nitekim üstadına muhabbeti çok olan,
Talebenin birine, sormuşlar ki bir zaman:
(Evladım söyle bize, İmam-ı a'zamı mı,
Çok seviyorsun, yoksa, kendi üstadını mı?)
Bu sual karşısında, hiç tereddüt etmeden,
(Üstadımı daha çok severim) demiş hemen.
Bu cevap, garibine gitmiş soran kişinin.
Demiş ki: (Nasıl olur, hikmeti ne bu işin?)
Arz etmiş ki: (Büyüktür evet, İmam-ı a'zam.
Onun büyüklüğünü, almaz benim havsalam.
Onun kitaplarını, yıllardır okuyordum.
Lakin cahilliğimden, bir şey anlamıyordum.
Ne zaman ki tanıdım çok kıymetli hocamı.
Ancak anlayabildim, ben İmam-ı a'zamı.
Tanımış olmasaydım, üstadımı ben eğer,
İmam-ı a'zamdan da olacaktım bi-haber.
Ben, hocamı görmeden, hiçbir şey bilmiyordum.
Ebedi felakete, ateşe gidiyordum.
O, kolumdan tutarak, o çirkefin içinden,
Çekip, kurtardı beni Cehennem ateşinden.
Kendi insanlığımı öğretti bana hocam.
Onun sayesindedir, şimdi ne biliyorsam.
O gösterdiği için bana Cennet yolunu,
Hiç elimde olmadan, çok severim ben onu.)
. İyi insan nasıldır?
Alaaddin Halveti , ilim ehli bir zattı.
İşi hep, okumak ve talebe okutmaktı.
Çok fazla korkuyordu Allahü teâlâdan.
Yine bir sohbetinde, buyurdu ki bir zaman:
(Hakiki bir müslüman, önce ilmihalini,
Öğrenip, buna göre düzeltir her halini.
Eğer günah işlerse, üzülür, kalbi yanar.
Artık unutmaz onu, ta ölünceye kadar.
(Ben, Rabbime nasıl da isyan ettim?) diyerek,
Pişman olur ve ağlar, göz yaşları dökerek.
İyi iş yapsa dahi, kusurlu, noksan bulur.
Ve o işi, bir daha hatırlamaz, unutur.
Her gün akşam olunca, kendine sorar ki hep:
(Ey nefsim, Allah için ne yaptın bu gün acep?)
Gece gün kendisini hem çeker ki hesaba,
Düşmesin ahirette Cehenneme, azaba.
Dünya düşüncesini kalbinden söküp atar.
Ahirette, azaptan kurtulmaya yol arar.
Gönlünden, tam olarak atar uzun emeli.
Zira iyi bilir ki, çok yakındır eceli.
Dünya için çalışıp, kazansa da pek fazla,
Dünya muhabbetini kalbine sokmaz asla.
Zira onun kalbinde, vardır Allah sevgisi.
Bir kalpte iki zıddan, bulunmaz her ikisi.
Halis mümin odur ki, ödü kopar günahtan.
Haram işlerim diye, korkudan titrer her an.
Kırık, mahzun kalp ile yapar ibadetini.
Sonra da, istiğfara muhtaç bulur hepsini.
Ahiret derdi ile dertlenmiştir o hepten.
Bütün yaptıklarına, tövbe eder yürekten.)
Dediler ki: (Efendim, mümine yakışmayan,
Kötü işleri dahi, eyleyin bize beyan.)
Buyurdu ki: (İnsanın, heva ve hevesine,
Uyarak iş yapması, zulümdür kendisine.
İşlediği günahı, küçük görse o şayet,
Olamaz onun için, bundan büyük felaket.
İnsanların düştüğü, korkunç hastalıkların,
Biri de, gıybetini yapmaktır bir insanın.
Gıybet, iki cihanda, felakete sebeptir.
Milletleri içerden kemiren bir afettir.
Kendisini beğenen kimseler yapar bunu.
Tatmin eder böylece, nefsinin arzusunu.
Ey akıl sahipleri, düşünün, ibret alın!
Henüz ecel gelmeden, ölüme hazırlanın.
Siz günah işlerseniz bu dünyada gülerek,
Yanarsınız orada, ah-ü figan ederek.
Ateş deyip geçmeyin, düşünün üzerinde.
Tutun parmağınızı bir kibrit alevinde.
Öyleyse, üstünüzden atın da bu gafleti,
Görün artık gelecek o korkunç akıbeti.)
. Dünya, ahiretin zıddıdır
Alaaddin Halveti , hal ehli bir veliydi.
Vaaz ve sohbetleri, pek çok faideliydi.
Bu zat, insanlar ile ne zaman etse sohbet,
Derdi ki: (Ey insanlar, ölüm vardır akıbet.
Sakın aldanmayın ki, çabuk biter bu dünya.
Bu hayat, bir hayaldir, yahut sanki bir rüya.
Bu faniye aldanan, bulmaz huzur ve sevinç.
Aklı olan, gönlünü kaptırır mı buna hiç?
Sadece dünya için çalışırsa bir kimse,
Verir Allah, dünyalık muradı her ne ise.
Eğer ahiret için çalışırsa bir insan,
Allah, ikisini de, o kula eder ihsan.
Kim ki, ikisini de elde etmek isterse,
Her ikisinden dahi, mahrum olur o kimse.
Dünya ile ahiret, olamaz bir arada.
Ahirete çalışan, kavuşur dünyaya da.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bir hususta eğer siz,
Üç ayrı kişi ile istişare etseniz,
Dünya adamı ise, eğer ki o kimseler,
Üçü de, farklı farklı size cevap verirler.
Çözüm getirmek için sonra bu meseleye,
Allah adamlarından sorsanız yüz kimseye,
Hepsinin de cevabı aynı olur muhakkak.
Zira her meselede, bir tektir elbette hak.
Hatta evvelkilerin söyledikleri ile,
Bu zatların cevabı, ters düşer birbiriyle.
Buna sebep şudur ki, dünya ehli kişiler,
Dünya menfaatini, en önce düşünürler.
Çeşit çeşit olunca dünya menfaatleri,
Elbette, farklı farklı cevap verir her biri.
Halbuki velilerin ölçüsü bir tek olur.
O da, Hakk’ın rızası ne ise, ölçü odur.
Veliler, düşünmezler dünyayı hiçbir zaman.
Allah'ın rızasıdır onlarca mühim olan.
Allah'ın rızası da tek olunca her işte,
Cevap dahi tek olur, incelik burda işte.
Onlar, ahiretini düşünür her kişinin.
Halleri, başkasına benzemez bunun için.
Her sual karşısında, muhakkak bu veliler,
(Ahiret ) ölçüsüne göre karar verirler.
Başka insanlar ise, (dünya )yı ölçü alır.
İşlerinin esası, hep dünyaya dayanır.
Halbuki bu ikisi, zıddır birbirlerine.
Birine doğru gelen, yanlıştır diğerine.
Ayrıca, bir incelik vardır ki yine bunda,
Bir Allah adamına, bir şey sorulduğunda,
O işin en hayırlı cevabı neyse eğer,
Onu, Allah, o zatın kalbine ilham eder.
Hatta yanlış bir cevap verse dahi o kişi,
Yine hayra çevirir Hak teâlâ o işi.
Allah kuluna zulmetmez
Alaaddin Halveti , şanı büyük evliya.
Kalbine, zerre kadar girmemişti bu dünya
O, hep ahiretini düşünürdü ekseri.
Bununla ilgiliydi nasihat ve sözleri.
Derdi ki: (Ey insanlar, ölüm hak, ahiret hak.
Bu gün yarın herkese, o gelecek muhakkak.
İnsan ne gafildir ki, hiç düşünmez yarını.
Sayar ve hesab eder parasını, malını.
Lakin her gün, binlerce alıp verir de nefes,
Hiç bunları saymayı hatırına getirmez.
Halbuki her nefesten, hesap var ahirette.
O, bunlardan bi-haber, ömür sürer gafletle.
Bir iki saniyelik bir iştir ölüm hali.
Ölünce, yarım kalır hesapları, hayali.
Halbuki gerçek mümin, yatağa yattığında,
Ölümü, bilmelidir yastığının altında.
Uyandığı vakit de, karşısında görmeli.
Böyle olan kimsenin, olmaz uzun emeli.
Kardeşlerim, kimseye zulmetmez cenab-ı Hak.
Herkes, kendi suçundan ceza görür muhakkak.
Evet, asiler için Cehennem var, ateş var.
Lakin herkes ateşe, kendi kendini atar.
Mesela sıhhatine etmezse biri dikkat,
Hasta olduğu zaman, kimde olur kabahat?
Zehirli ilaç içip, ölürse bir kişi de,
Neticede kabahat, kimde olur bu işte?
Hak teâlâ Kur'anda, müteaddit defalar,
İkaz buyuruyor ki: (Cehennem var, azap var.
Ben takdir eyledim ki, günah işleyenleri,
Cehennemde yakayım, yapmayın bu işleri.)
Buna rağmen günahla geçer ise bir ömür,
Mahşerde bulunur mu bir bahane ve özür?
Ey insan, ermek için ebedi saadete,
Bütün hücrelerinle, tam yönel ahirete.
Ölüm ve ahireti, hiç çıkarma yadından.
Yakın bil ecelini, hatta bu gün, yarından.
Dünya işlerine de çalış, ihmal etme hiç.
İnsana, bu şekilde gelir neşe ve sevinç.
Ölümü çok düşünen, ona tam hazır olur.
Bu hazırlık hali de, ona verir tam huzur.
Eceli geldiğinde, telaş etmez katiyen.
Çünkü hazırlığını, o yapmıştır kâmilen.
Halbuki düşünmezse, bir kimse ölümünü,
Bir telaşa kapılır, ecel geldiği günü.
O da hazırlığını yapsaydı daha önce,
Telaşa kapılmazdı Azrail’i görünce.
Ayrıca kim ölümü, çok yad ederse şayet,
O kimsenin ömründe, olur yümün, bereket.
Tul-i emel sahibi olursa bir kişi de,
Ömrü daha kısalır, hakikat budur işte.)
.
12 - GÜL, OVADA YETİŞİR
.Gül, ovada yetişir
Yakub-i Germiyani , ilim ehli bir zattı.
Onun hali, herkese öğüt ve nasihattı.
Üstadından aldığı feyiz ve ilham ile,
Evliyalık yolunda, gelmiş idi kemale.
Lakin o, gizlerdi hep kendisini ağyardan.
Halk içinde Hak ile bulunurdu her zaman.
O, gittiği yerlere veriyordu bir huzur.
Onu gören kimseyi, kaplardı neşe, sürur.
Yanına, dertli biri gelseydi üzülerek,
Ayrılırdı az sonra, neşe ile, gülerek.
Dostları ziyarette geçerdi çoğu vakti.
Dolaşırdı gece gün, yoktu istirahati.
Derdi ki: (Ey insanlar, merhametli olunuz.
Müminlerin kalbini neşeyle doldurunuz.
Hizmet için de olsa, kalp kırmayın hayatta.
Kimseyi incitmeyin, kâfir de olsa hatta.
Çünkü o da Allah'ın bir kuludur nihayet.
Onlara da acıyıp, etmeliyiz merhamet.)
Derdi ki: (Çok sakının, hem kibir ve gururdan.
Zira iblis, kibirle kovulmuştu huzurdan.
İblis ki, yüzbin sene yapmış idi ibadet.
Meleklerin hocası olmuştu en nihayet.
Ona bırakılmıştı idaresi göklerin.
Ona gıbta ederdi cümlesi meleklerin.
Lakin kibirlenince, kaybetti bu nimeti.
Allah'ın huzurundan, tard olundu ebedi.
Çünkü o, (Ben Adem'den, hayırlıyım) diyerek,
Ona secde etmedi, bir an kibirlenerek.
Halbuki tevazuya bürünürse kul eğer,
Hak teâlâ indinde, bulur kıymet ve değer.
Bu gün iki müslüman, düşse bir ihtilafa,
Her biri, (Ben haklıyım) diyor öbür tarafa.
Halbuki haklı olsa, ne geçecek eline?
Belki de az bir zaman kalmıştır eceline.
Yakında, ikisi de ölecek en nihayet.
Kimin haklı olduğu, çıkacak yarın elbet.
Bu hal, şu koyunların haline benzer aynen.
İtişip kakışırlar, mezbahaya giderken.
Halbuki biraz sonra hepsi boğazlanırlar.
Onlar, bundan habersiz, kavga edip dururlar.
Rahmetin gelmesine vesiledir tevazu.
Zira yüksek dağlardan, aşağıya akar su.
İnsan da, kendisini aşağı görür ise,
Rahmet-i ilahiden, alır büyük bir hisse.
Gül, ovada yetişir, su, aşağı akar hep.
Müminin ziynetidir, tevazu, haya, edep.)
. Kalpteki arzular
Yakub-i Germiyani , gönül ehli bir veli.
Meşhurdu halk içinde güler yüz, tatlı dili.
Söz ve nasihatleri tesirliydi pek fazla.
Zira sırf Allah için konuşurdu ihlasla.
Sohbetini dinleyen, alırdı bambaşka hal.
Görünmezdi gözüne, ne bu dünya, ne de mal.
Derdi ki: (Her insanın bir alın yazısı var.
Bu, yaptığı işlerden belli olur aşikâr.
Kim, alın yazısını eğer merak ederse,
Ne yolda gittiğine iyi baksın o kimse.
Nitekim her insanın gönlünde bir şey yatar.
Ve o kişi, ekseri, o yolda adım atar.
Zengin olmak isteyen, o yolu araştırır.
Allah da, o kimseye bunu kolaylaştırır.
İslama hizmet aşkı varsa kimin gönlünde,
Allah'ın yardımıyla, mani kalmaz önünde.
Yani kulun kalbinde, her ne ki varsa şayet,
Ona göre bulur o, bir yön ve istikamet.
Nasıl ki pusulayla, yol bulursa gemiler,
Kalpteki arzular da, kullara yön verirler.
İnsanın gönlündeki bu arzu ve himmeti,
Ne ise, Hak indinde o kadardır kıymeti.
Gönlünde mal toplamak arzusu varsa eğer,
Hak teâlâ indinde, bulamaz asla değer.
Zira hiç kıymet vermez dünyaya cenab-ı Hak.
Ona değer veren de, zelil olur muhakkak.
Her kim de (Allah ) derse, olur üstün ve aziz.
Zira Allah diyeni, çok yüceltir Rabbimiz.
Onlar Allah dedikçe ve kaçtıkça paradan,
Onlara, daha fazla mal gönderir Yaradan.
Lakin onlar, paraya sürmezler ellerini.
Ancak Allah yolunda, dağıtırlar hepsini.
Böyle kulun kalbinde, dünya olmaz zerrece.
İslama hizmet için çalışır gün ve gece.
Her işte, Hak rızası almaya gayret eder.
Düşünmez ki: Acaba insanlar bana ne der?
Rabbine vereceği hesabı düşünür hep.
Ahiret derdi ile dertlidir bundan sebep.
Halkı memnun etmeyi hiç düşünmez o asla.
Rabbinin rızasını talep eder ihlasla.
Her işini yaparken, kendine sorar ki hem:
Benim, bunu yapmakta, nedir maksat ve gayem?
Eğer Allah rızası görür ise o işte,
Yapar, yoksa vazgeçer, halis kul budur işte.
Zira o, gayet iyi bilir ki, şu bir gerçek,
Yarın, her bir işinden hesaba çekilecek.
O, bunları düşünüp, kaçar haram, günahtan.
Zira çok korkmaktadır Cehennemden, azaptan.)
Bu büyük âlim zatın hürmetine ilahi!
Bu güzel hasletleri, ihsan et bize dahi.
. İhlas şarttır
Yakub-i Germiyani , gönül ehli bir kişi.
İnsanları ateşten kurtarmaktı tek işi.
Her hali, insanlara olurdu ibret ve ders.
Hep güler yüzlü idi, severdi onu herkes.
O, bir gün buyurdu ki: (Kaçının kul hakkından.
Mahşerde, zor kalkılır zira bu hak altından.
En iyisi, dünyada hemen helallaşmaktır.
Ahirete gidince, tekrar uğraşmamaktır.
Ahirete kalırsa eğer alacağınız,
Hakkınız ne kadarsa, o kadar alırsınız.
Yok, helal ederseniz dünyada onu fakat,
Bin katı alırsınız, ahirette mükafat.
Ters dahi dönebilir o hesap ahirette.
Orada borçlu çıkıp, kalırsınız hayrette.
Nice alacaklılar vardır ki zira o gün,
Borçlu hale düşer de, helak olur büsbütün.)
Bir gün de buyurdu ki: (Dinimiz üç esastır.
Önce ilim ve amel, üçüncüsü ihlastır.
Bir işi, Allah için yapmazsa eğer bir kul,
Hak teâlâ indinde, olmaz iyi ve makbul.
Bir amelin, indallah kabul olması için,
İhlasla yapılması lazım gelir o işin.
İhlassız işler için, verilmez bir şey sana.
Eski paçavra gibi çarpılır suratına.
Bir işin halisiyle bozuğu da, zahiren,
Çok benzer olsa bile, ayrıdır birbirinden.
Hakiki çiçek ile, yapma, sun'i bir çiçek,
Ne kadar benzese de, ayrıdır, bu bir gerçek.
Musa aleyhisselam, giderken Tur dağına,
Yarı yolda, bir abid çıkıverdi yoluna.
Ve hazret-i Musa'dan etti ki şöyle talep:
(Allah’a sual et ki, razı mı benden acep?)
Musa Nebi, (Sorayım) buyurup ona yine,
Bunu, Tur-i Sina'da sual etti Rabbine.
Hak teâlâ buyurdu: (Razı değilim asla.
Zira ibadetini o yapmıyor ihlasla.)
Yine buyuruyor ki Behaeddin Buhari:
(Mekke'de, görmüş idim sakallı, yaşlı biri.
Kâbe’nin örtüsüne sarılmış yalvarıyor.
Gözlerinden sel gibi, yaşlar yuvarlanıyor.
Kalbine nazar ettim, dünyaya etmiş meyil.
Yani o yalvarışı, samimi, halis değil.
Bir genci de gördüm ki, hem Mina pazarında,
Çok büyük alışveriş yapıyordu o anda.
Kalbine nazar ettim, eser yoktu dünyadan.
Bir an gafil değildi, Allahü teâlâdan.
İhlasla yaptığından genç o alış verişi,
Hak teâlâ indinde makbul idi o işi.
Zira cenab-ı Allah, ihlası beğeniyor.
İhlassız amellere, bir karşılık vermiyor.)
. Tasavvufun tarifi
Yakub-i Germiyani , hal ehli bir veliydi.
Nasihat ve sözleri, gayet faideliydi.
O, bir günkü dersinde buyurdu ki: (Ey insan!
Alçak gönüllü ol ki, Rabbimiz etsin ihsan.
Hak teâlâ, sevmiyor kibirli olanları.
Ve hatta rahmetinden, uzak eder onları.
Dünya, gölge gibidir, aldanma sakın aman!
O, öyle bataktır ki, battıkça batar insan.
Büyükler, çoban gibi koruyorlar bizi hep.
Onun için çok lazım üstada saygı, edep.
(Edeb )in bir tarifi, itiraz etmemektir.
Büyüklerin sözüne, başüstüne demektir.
Bu nefsi, en ziyade tahrib eden tek husus,
Hemen (Peki ) demektir bir hak söze bahusus.
Zira nefs-i emmare, hep hayır demek ister.
Mütevazı olursa, peki deyip söz dinler.)
Bir gün de buyurdu ki: (Azalmakta bu ömür.
İnsan çok yaşasa da, nihayet bir gün ölür.
En büyük sermayesi, bu ömürdür insana.
Onu boşa geçirmek, yakışmaz müslümana.
Tasavvufu, yediyüz büyük âlim ve arif,
Hepsi, kendine göre yaptılar birer tarif.
Büyüklerden birinin tarifi de şöyledir:
(O, ehemmi mühimme tercih etmek demektir.)
Daha mühim olanı, kim yaparsa her işte,
En iyi mutasavvıf dünyada odur işte.
Yani tasavvuf demek, vakti, en faideli,
Şeye harcamaktır ki, bu da zordur tabii.
Sağlıklı geçen ömür, çok büyük bir nimettir.
Maksat, salih amelle bu ömrü bitirmektir.
Bir (Allah ) söylemekle, bir iyilik, bir ihsan,
Yapmakla, ahirette kurtulur belki insan.
Zira aşikâr olur, yarın her amelimiz.
Günahımız çok ise, nice olur halimiz?
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
(İbadet etseniz de, yine edin istiğfar.)
Hak teâlâ veriyor, bizler neyi istersek.
Vermek istemeseydi,vermezdi çünkü istek.
Kimine, kendisinin sevgisini veriyor.
O da bunu isteyip, bu devlete eriyor.
Yani Allah isterse birine bir şey vermek,
Verir önce o kula, o şeye arzu, istek.
İnsan da zanneder ki: İyidir de amelim,
Bunun için bunları veriyor bana Rabbim.
Halbuki iyi, kötü, her bir arzu ve talep,
Allahü teâlâdan kullara geliyor hep.
Sonsuz hamd ve şükürler olsun ki Rabbimize,
Hep iyi işler için, arzular verir bize.
Kumar, içki olsaydı eğer isteklerimiz,
Yüzü kara kimseler olurduk herbirimiz.)
. İnsanın kıymeti
Yakub-i Germiyani , büyük âlim ve veli.
Nasihati, herkese olurdu faideli.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu: (Ey insanlar!
Rabbimizin bizlere, sonsuz nimetleri var.
Bu kadar çok nimete şükretmek mümkün değil.
Zira aciz kalırlar, bu işte ağız ve dil.
Bu babta Hak teâlâ buyurur ki Kur'anda:
(Size nimetlerimi yazmak için dünyada,
Ağaçlar kalem olsa ve denizler mürekkep,
Nimetlerim bitmeden, denizler biterdi hep.
Bir deniz daha gelse, biterdi o da mutlak.)
Öyle kıymet vermiştir bizlere cenab-ı Hak.
Ne görebiliyorsak yani şu kainatta,
Ve ne göremiyorsak yerde ve gökte hatta,
Hepsi, menfaatine yaratıldı insanın.
Nasıl kıymet vermiştir Rabbimiz bize bakın.
Yıldızlar, ay ve güneş, bu koskoca kainat,
Yeryüzünde bulunan nice hayvan ve nebat,
Hepsini, insan için yarattı Hak teâlâ.
Bir şeref ve üstünlük olur mu bundan a’la?
Allah, biz insanlara böyle kıymet veriyor.
(Sizi de, kendim için yarattım) buyuruyor.
Bu kadar nimetlere nail olan bu insan,
Hiç unutabilir mi Rabbini kısa bir an?
Unutursa, ne kadar olur fena ve çirkin.
Bundan büyük nankörlük olur mu bir kul için?
Bu, zor bir imtihandır, zira şeytan ve nefis,
Bizi, isyankârlığa sevk ederler bilakis.
Allahü teâlâdan gelen nur ve feyize,
Mani olan, bizdeki nefistir önce bize.
İnsanın kendisidir kendine asıl düşman.
Düşmanı, dışarıda aramayın hiç bir an.
(Ben haklıyım) demeye başladı mı bir kimse,
Tâbi olmuş demektir can düşmanı bu nefse.
(Filan, on para etmez) dediği anda kişi,
Nefsin pençesindedir, bitmiştir onun işi.
Başkasını suçlamak, suçların büyüğüdür.
O, nefse esirdir ki, değildir serbest ve hür.
Şaka değil ateş var, dayanılmaz an bile.
Cennet de, Cehennem de, dolacak insan ile.
Öyleyse, Rabbimizin bize ihsan ettiği,
Nimetlerin kadrini, bilelim daha iyi.
Birisi (iman )dır ki, bu, çok büyük bir nimet.
Elden çıkarmamaya, verin çok ehemmiyet.
Öbürü (vücut )tur ki, çok şükür sıhhatteyiz.
Bu büyük nimeti de, ihsan etmiş Rabbimiz.
Bu emaneti dahi, Onun razı olduğu,
Yerlerde kullanarak, tam yapmalı kulluğu.
Nasılsa eskiyecek bu vücut en sonunda.
Öyleyse bırakın da, eskisin Hak yolunda.)
. Kendini hesaba çek
Yakub-i Germiyani , âlim ve veli bir zat.
Ederdi insanlara, çok öğüt ve nasihat.
Bir gün, bu büyük zatın, biri geldi yanına.
(Çok zenginim) deyince, nasihat etti ona.
Buyurdu ki: (Evladım, mühim değil dünyalık.
Zira saadet için, kâfi değil mal, varlık.
Mühim olan, o malı nereden kazandınız?
Ve onu, nerelere ve nasıl harcadınız?
Helalden kazanmayan, doksan bin Hacca gitse,
Sonunda, Cehenneme düşebilir o kimse.
Ve kılsa da o kişi, doksan bin rekat namaz,
Yine de Cehennemden kendini kurtaramaz.
Zira eğer haramla beslenirse bir beden,
Hiç sevap kazanamaz yaptığı ibadetten.
Farz borcu ödense de, verilmez asla sevap.
Hatta tövbe etmezse, çekebilir çok azap.
Haram ile beslenen vücudu ateş yakar.
Aklı olan, harama hiç eder mi itibar?
Kazandığın maaşı, helal ettirmemişsen,
Nasıl cevap verirsin Rabbine mahşerde sen?
(Bugün ben Allah için ne yaptım?) diye her gün,
Kendine hesap sor ki, hafiflesin bu yükün.
Zira Peygamberimiz buyurur ki: (Şimdiden,
Görün hesabınızı, hesaba çekilmeden.)
Hak teâlâ soracak girince kabre yarın:
(Nasıl para kazanıp, nerelere harcadın?
Nerelerde eskittin vücud a’zalarını?)
Hazırlamak gerekir, bunların cevabını.
Zira nice sakatlar, kör kötürüm olan var.
Cevap hazırlayın ki, ölünce soracaklar.
Hazret-i Ömer bile, sorarmış kendine hep.
Dermiş ki: (Allah için ne yaptın bugün acep?)
Her gün, nefsimiz için, yaparız nice şeyler.
Onlar, hep sorulacak mahşerde birer birer.
O gün, yaptıklarımız konunca önümüze,
Nasıl mahcub oluruz o anda Rabbimize?
Affı ve mağfireti olsa da Rabbimizin,
Layık olmak gerekir, ona kavuşmak için.
Afv’a layık olmanın şartı da şu ki yine,
Merhametli olmaktır cümle din kardeşine.
Zira müslümanlara, kin ve nefret taşıyan,
İnsandan, daha bahtsız kim vardır acep şu an?
Kelime-i tevhidi söyleyen, evliyadır.
Zira evliyalığın, dereceleri vardır.
Bırakın müminleri, kâfirlerin bile biz,
Kalbini incitmeye, asla mezun değiliz.
Birini kötülemen gerekirse muhakkak,
Kendini kötüle ki, sensin buna müstehak.
Zira Rabbine karşı, bunca günah ve isyan,
Yapmışken, başkasına kızılır mı ey insan?)
.
13 - BEDAVA TANIDIK
.Bedava tanıdık
Ebu Bekr-i Ebheri , büyük bir veli idi.
Büyük insan olduğu, her halinden belliydi.
Her an güler yüzüyle, tanırdı onu herkes.
Her hali, insanlara olurdu ibret ve ders.
O bir gün buyurdu ki: (İhsan etti Rabbimiz.
İslam âlimlerini bedava tanıdık biz.
Halbuki bir müslüman, herhangi evliyanın,
Olduğunu işitse bir ucunda dünyanın,
Bütün varını satıp, yaparak yol parası,
Farzdır, ona gidip de, ilim ve feyz alması.)
Bir gün de buyurdu ki: (İnsan için felaket,
Refah seviyesinin artmasıdır begayet.
Zira siz gördünüz mü, (bu bana kâfi) diyen?
Bilakis (bu da olsun) denir mütemadiyen.
Halbuki kavuşulan dünyalık, para, altın,
Dininden, biraz daha götürüyor bu halkın.
En sonunda azgınlık başlıyor ki mazallah,
Bunu beyan ediyor Kur'anda bize Allah.
Bir âyette, mealen şöyle zikretmektedir:
(Hiç ihtiyaçsız olmak, azgınlığa sebeptir.)
Gerçi bu büyükleri tanıyınca bir insan,
Çok varlıklı olması, getirmez ona ziyan.
Çünkü o, hocasından aldığı feyiz ile,
Kalbinde bulundurmaz, dünyadan bir iz bile.
Lakin tanımamışsa, âlim ve evliyayı,
Onlar, çıkaramazlar kalplerinden dünyayı.)
Bir gün de buyurdu ki: (Hep dua ediyorum.
Ya Rabbi, Cehennemde bizi yakma diyorum.
İnsan kurtulmadıkça azaptan ahirette,
Nasıl hissedebilir kendini emniyette?
Ölüm, kabir ve mahşer, hesap, mizan ve sırat,
Bunlar geçilmedikçe, olunur mu hiç rahat?
Ölüm dehşetli bir iş, o anda şuur kalkar.
O zaman (Allah ) demek, kolay olmaz o kadar.
Diyelim ki kurtardı imanını son anda,
Lakin kabir sıkması olacak mezarında.
Böcekler ve akrepler, yiyecek vücudunu.
Eğer günahkâr ise, mutlaka görür bunu.
Sonra bir mahşer var ki, mümkün değil dayanmak.
Bir ayağın üstünde, bulunur binbir ayak.
Bir nice bin seneler o meydanda beklenir.
İnsanlar, izdihamdan bitab olur, tükenir.
Sonra mizan kurulup, ameller tartılıp hep.
Günah ağır gelirse, ne olur hali acep?
Nice insan vardır ki, maliktir çok sevaba.
Lakin hesap sonunda, duçar olur azaba.
Çünkü dünyada iken, kul hakkına girmiştir.
Ne kadar ecri varsa, onlara verilmiştir.
Onların günahı da yüklenir bu kişiye.
Sonra, müflis olarak sürüklenir ateşe.)
. Kul hakkı çetindir
Ebu Bekr-i ebheri , gönül dostu bir veli.
Nasihati, herkese olurdu faideli.
Bir günkü sohbetinde, buyurdu: (Ey cemaat!
Gaflete gelmeyin ki, çabuk biter bu hayat.
İnsanların haline bakıp üzülüyorum.
(Ya Rabbi, bu insanlar nasıl yanar?) diyorum.
Çok dehşetli günler var hepimizin önünde.
Rezil rüsvay olmak var yarın hesap gününde.
Bu çetin geçitlerden kurtulmadıkça insan,
Neşelenebilir mi dünyada kısa bir an?
Önce bir ölüm var ki, o anda kalkar şuur.
Kelime-i tevhidi söylemek çok zor olur.
Bir araya gelse de dünyadaki acılar,
Can acısı yanında, yine de hiç kalırlar.
Sonra kabir hayatı başlar ki mezarında,
Karanlık, dar bir yerdir, kimse olmaz yanında.
Sonra, korkunç şekilde gelerek Münker-Nekir,
Suale çekerler ki: (Rabbin kim, dinin nedir?)
Günahı nisbetinde, mezarı sıkar onu.
Böcekler ve akrepler kemirir vücudunu.
Kâfirlerin mezarı, Cehennemden bir çukur,
Müslümanınki ise, Cennetten bahçe olur.
Sonra mahşer azabı, gayet zordur ve çetin.
İnsanlar, nice bin yıl beklerler hesab için.
Sonra, mizan önünde, başlar öne eğilir.
Beklenir ki, hakkında nasıl hüküm verilir?
Sıratta, altı şeyden sual olunur ki hem,
Altında, alev alev yanmaktadır Cehennem.
İman, namaz, hac, zekat, gusül ve kul hakları,
Sorulur bu sualler herkese ayrı ayrı.
Hele kul haklarında, olur ki öyle dehşet,
Peygamberlere bile, gelir korku ve haşyet.
Bir gıybet, bir iftira, gönül yıkma, su-i zan,
Yüzünden, Cehenneme atılır nice insan.
Bu günahlar, girer ki kul hakkının içine,
Atılır böyleleri, Cehennem ateşine.
Cehennemde vardır ki, ateşten çetin azap,
Bu, Rabbin etmesidir onlara öfke, gazap.
Mesela hocam bana öfkelense mazallah,
Yüzbin defa ölümden acıdır bana vallah.
Gerçi bir talebeye, bu korku, bir nimettir.
Eğer korku olmazsa, o zaman felakettir.
Öyle korkmalıdır ki, talebe hocasından,
Aynen korkması gibi, kedinin bir arslandan.
Cehennemden korkmamak, iki sebep iledir.
Ya çok ümitli olmak, veyahut ta gaflettir.
(Nasılsa Hak teâlâ af eder bizleri de.)
İşte bu düşüncedir, asıl sebep ümide.
Ama biz dinlemezsek Rabbimizi dünyada,
Cehennemden kurtulmak, çok zor olur orada.)
. Gönlü kırık olun
Ebu Bekr-i Ebheri , bir mübarek zat idi.
İşi hep, insanlara öğüt nasihat idi.
O, bir günkü vazında buyurdu: (Aman sakın!
Gönlü kırık olması lazımdır müslümanın.
Sahabeden birisi, bir savaş meydanında,
Salınarak yürüdü, hem de bir cenk anında.
Resulullah, bu halin farkına varmışlardır.
(Bu, doğru değil!) diye, ikaz buyurmuşlardır.
Huneyn harbinde dahi, yine Eshab-ı kiram,
Çok kalabalık olup, onbin kişiydiler tam.
(Bu ordunun önünde kim durabilir?) diye,
Düşünüp, az bir gurur gelmişti kalplerine.
Lakin böyle düşünüp, böbürlendiklerinden,
Düşmanın karşısında, dağıldılar hep birden.
Savaşçı bir milletti zira karşıdakiler.
Her attığını vuran, okçuydu hepsi birer.
Buna rağmen, Allah'ın Sevgili Peygamberi,
Atını mahmuzlayıp, giderken tam ileri,
Hazret-i Ali tutup, dedi: (Ya Resulallah!
Gitme ki, hazretine zarar gelir mazallah.)
Buyurdu: (Abdullah'ın oğlu Muhammed'im ben.
Tek başıma da olsa, giderim çekinmeden.)
Asla gerilemedi, bir milim olsa bile.
Durdu, fakat gitmedi onun bu ricasıyle.
Lakin hazret-i Abbas, sesi gür kimseydi pek.
İkaz etti Eshabı, şöyle nida ederek:
(Ey Resulün Eshabı! Nereye gidersiniz?
Burada yalnız kaldı bakın Peygamberimiz.
Söz vermemiş miydiniz siz Ona ilk günlerde,
Ki, yalnız bırakmayız seni her tehlikede.)
Onlar bunu işitip, durumu anladılar.
(Biz n'apıyoruz?) deyip, hemen toparlandılar.
Kırık kalpli olarak saldırdılar bu kere.
Allah'ın yardımıyle, kavuştular zafere.
Allah, göğsü kabarık insanları sevmiyor.
Başı önünde olan kulları beğeniyor.
Dikbaşlılık kötü şey, sen, bir kulsun nihayet.
Çok ibadet yapsan da, arkasından tövbe et.
Ancak böyle yapmakla buluruz rahat, huzur.
Zira her amelimiz bizim hata ve kusur.
Edeb'i ve haya'yı, elden bırakmayalım.
Ve her insana karşı, mütevazı olalım.
(Benim dediğim doğru, sen peki diyeceksin!)
Birine böyle demek, kibirdir, gayet kesin.
Adam ol da, gönlüyle desin o sana peki.
Zorla peki dedirtmek, bir marifet değil ki.
Zira Peygamberimiz, Eshaptan hiç kimseye,
Asla söylememiştir, (Bana peki de!) diye.
Ve lakin o arslanlar, aşık olup hep Ona,
Canlarını verdiler, çoğu Onun uğruna.)
. Yok olan kurtulur
Ebu Bekr-i ebheri , büyük islam âlimi.
Hiç yılmadan islama hizmet etti daimi.
O bir gün, sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Ölüme hazırlan ki, kalmadı fazla zaman.
Kul, islama uydukça, yükselir derecesi.
Sahabe-i kiramın, yükseldi böyle hepsi.
Huzur ve sohbetinde kalarak o Resulün,
Kalpleri temizlenip, yükseldiler büsbütün.
Öyle çok sevdiler ki Resulullahı hatta,
Kendi nefislerini yok bildiler adeta.
Mesela biraz arpa sadaka verse Eshap,
Kazanırlar idi ki bundan öyle çok sevap,
Başkaları, verse de dağlar kadar altını,
Yine alamazlardı onların sevabını.
Zira çok yüksektiler, başkasına kıyasla.
Onlar, her işlerini yaparlardı ihlasla.
Ve onlar yok olmuştu, Allah ve Peygamber'de.
Bu yüzden yükseldiler, sonsuz derecelerde.
Elbette bu manada yok olmak, çok zor iştir.
Lakin öyle yok olan, böyle çok yükselmiştir.
Yok olmanın bir yolu, (Peki) demektir hemen.
Allah adamlarına, mahvolur hayır diyen.
Karşınızda kâfir de, mürted de olsa bu gün,
Yine de, kendinizi görmeyin ondan üstün.
Kibirliyi, ne Allah, ve ne de kullar sever.
Tevazu kimde varsa, onlar çok sevilirler.
Edeb’in bir tarifi, itiraz etmemektir.
Kendini, hep kusurlu, kabahatli görmektir.
Deyin ki: (Çok kötüdür benim huy ve mizacım.
Herkesin duasına, çok vardır ihtiyacım.)
Bir mümini görünce, düşünün şöyle derhal:
Ben, bunun duasıyla kurtulurum ihtimal.)
Yine bir sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Şimdi herkes, sadece dışını süslüyorlar.
Kimde varsa bir makam, mevki ve selahiyet,
Onlara veriyorlar sadece değer, kıymet.
Halbuki bakmaz Allah, kulların mevkiine.
Bakar yalnız onların, kalp ve niyetlerine.
Eshap, Resulullaha gösterip haya, edep,
Taş bile koyarlardı bazısı ağzına hep.
Sıkıntının sebebi, bir günaha girmektir.
Çaresi, pişman olup, istiğfar eylemektir.
Allah, günahkârlara vermez muvaffakiyet.
Her başarı, islama uymakla olur elbet.
Hiç bir canlı varlığa, eza etmeyin ki siz,
O da, Hak teâlânın mahlukudur şüphesiz.
Gıda ve ekmek gibi olmalı ki müslüman,
Hep ihtiyaç duyulur bu şeylere her zaman.
Mümin’in tarifi de şudur ki ey insanlar:
(Elinden ve dilinden, kimseye gelmez zarar.)
Nefsi kırmak için
Ebu Bekr-i ebheri , âlim ve veli bir zat.
Yılmadan insanlara ederdi hep nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Ey müslümanlar, şu an,
Nefs-i emmaresidir insana büyük düşman.
İslamın her emrinde, bu nefsi kırmak vardır.
İslama uyulursa, o da payını alır.
İstişare eyle ki, bu, nefsi kırar iyi.
Zira nefis, istemez istişare etmeyi.
Eğer yolda giderken, rastlarsan bir mümine,
Önce sen selam ver ki, kırılsın nefsin yine.
Müsafeha edecek olursan yine eğer,
Önce sen el uzat ki, bu dahi nefsi ezer.
Kırıldığın kimseden, önce sen özür dile.
Ki, yine senin nefsin kırılsın böylelikle.
Öfkelenme, halim ol, çok çalış, olma tembel.
Bunların herbiri de, nefsi kırar mükemmel.
Nefsin, bizi en fazla kandırdığı husus da,
Bize hep, (sen haklısın) dedirtir her hususta.
Lakin Resulullahın tavsiyesi bu değil.
Bize, Onun ahlakı olmalı rehber, delil.
Zira o buyurur ki: (Eğer iki müslüman,
Herhangi ihtilafa düşerlerse bir zaman,
Hangisi, diğerinden özür dilerse önce,
O kimseye, yüksek bir köşk verilir ölünce.
Bunun, mahşer yerinde kefili, benim bizzat.
Köşkün anahtarını, istesin benden o zat.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim bu kibir,
Bilin ki, insanların büyük felaketidir.
İki ziynet vardır ki, süsler insanları hep.
Onun biri (tevazu ), diğeri (haya, edep ).
Mevki ve selahiyet, mal çokluğu, zenginlik,
Kabiliyetli olmak, güzellik ve zekilik,
Faikiyet sağlayan bütün bu şeyler de hep,
Felakettir insana, olursa kibre sebep.
Bundan kurtulmanın da çaresi, tevazudur.
Bu da, kulun kendini (hiç ) bilmesiyle olur.
Zira kibirlenecek neyin var ki ey insan?
Gece gündüz Rabbine edersin günah, isyan.
Bir damla sudur aslın, ölürsün bu gün yarın.
Sayılmayacak kadar, çoktur hem de günahın.
Kendine gel, adam ol, olsan dahi paşa, bey.
Teneşir tahtasında bitecek yarın her şey.
Bu günkü havaların, yarın sona erecek.
Ölüme hazırlan ki, çetin günler gelecek.
Bakmayın şimdi dimdik, ayaktayız, yürürüz.
Yakında, musalla'da yatarız, hem de dümdüz.
Bir gün Resul-i ekrem, uğrayıp kabristana,
Ağlayınca, Eshabı sordular bunu Ona.
Buyurdular ki: (Ölüm, dehşetli bir iş elbet.
Buna hazırlanın ki, başa gelir akıbet.)
. Kalp dönektir
Ebu Bekr-i Ebheri , hal ehli bir evliya.
Bu zatın zamanında, din ilmi oldu ihya.
Bir günkü sohbetinde buyurdu: (Müslümanlık,
Birlikte bulunmayı görür uygun, muvafık.
Zira beraberlikte vardır hayır ve rahmet.
Halbuki ayrılıkta, var azap ve felaket.
Müslümanlar, Cennette olurlar bir arada.
Hem de ebedi olup, ayrılık yok orada.
Dünya, hayal ve hiç'tir, işi de hiç'tir elbet.
Hiç ile uğraşan da, hiç olur en nihayet.
Ölüm ve sonrasına, kim hazırlanır ise,
Odur Allah indinde hayırlı, iyi kimse.
Biz, her an, her saatte bir işler yapıyoruz.
Ve her bir işimizde, bir niyet taşıyoruz.
Bu da, ya (nefis ) için, ya da (Allah ) içindir.
Yani kul, her işinde imtihan içindedir.
Kalp, her an, her saniye, sağa sola döner hep.
Ya hayra karar verir, ya şerri eder talep.
Nitekim Resulullah, ederdi şöyle dua:
(Ya Rabbi, sen kalbimi sabit kıl doğru yolda.)
Ey insan, son nefeste döner de eğer kalbin,
Küfr üzere durursa, o zaman n'ôlur halin?
İman üzre durması isteniyorsa eğer,
Salih kimseler ile bulunmalı beraber
Hep iyilerle olup, edersek çok ibadet,
Son anda, iman ile gideriz en nihayet.
Büyükler buyurdu ki: (Her iyiliğe engel,
İnsanın kendisidir her şeyden daha evvel.)
Nefis, çok tehlikeli düşmandır sahibine.
Zira çalışmaktadır, hep onun helakine.
Düşmanı, dışarıda aramayalım ki biz,
Düşman içimizdedir, o da, kendi nefsimiz.
Ondan kurtulmak için, okumalı çok kitap.
Zira din bilgisiyle, kuvvet bulur ruh ve kalp.
Dünyaya, ne kadar çok dalarsak akşam sabah,
O düşmanla, o kadar dost oluruz mazallah.
Ahirete ne kadar yapışırsak bahusus,
O düşmanın şerrinden, o kadar kurtuluruz.
Biz şimdi otururken, görüyor Allah bizi.
Bizden iyi biliyor, niyet ve kalbimizi.
Her günü, son gün gibi edin siz mülahaza.
Yine, son vakit gibi durun siz her namaza.
Vakit bildirmemiştir kimseye zira ecel.
Hazırlanın ölüme, kurmayın uzun emel.
Şimdi ehl-i Cehennem, kabirde yanıyorlar.
Gözümüz görmese de, bu azaplar şimdi var.
Ahirette, gidecek iki yer vardır ki hem,
Biri ebedi Cennet, biri sonsuz Cehennem.
Gözden perde kalkınca, görünür bu hakikat.
Çok pişman olunsa da, çaresi olmaz fakat.)
.
14 - İSLAMA HİZMET FARZDIR
.İslama hizmet farzdır
Celaleddin Tebrizi , islam âlimlerinden.
Dine hizmet yolunda, vefat etti şehiden.
Bu zat buyuruyor ki: (Bu islam âlimleri,
Kitap yazıp yaydılar, islami ilimleri.
Denilse ki: (Âlimler yazdı da bunca kitap,
Niçin kitap yazmakla uğraşmadı hiç Eshap?)
Deriz ki: Cenab-ı Hak, Eshab-ı kiram için,
Kur'an -ı kerim’inde buyurdu: (Cihad edin!)
Bu cihad emri ile, yüzyirmidört bin kadar,
Sahabe, hemen çıkıp dünyaya dağıldılar.
Afrika'ya, Mısır'a, Hindistan ve Asya'ya,
Terk-i diyar ederek, gittiler atlı, yaya.
Allah'ın bu dinini, oralara yaydılar.
Hiç kitap yazmak için vakit bulamadılar.
Hepsi, evi barkını, evliyse zevcesini,
Hiç dönmemek üzere, terk ettiler hepsini.
Gittikleri yerlerde, küffarla cenk ettiler.
Çoğu şehid düşerek, geriye dönmediler.
Onların hanımları, ne de çok sabırlıymış.
Ve onların evladı, ne sabırlı evlatmış.
Ne de mücahidlermiş, giden Eshab-ı güzin.
Canlarını verdiler, dövüşüp Allah için.
Hem vakıf değildiler, o yerlerin diline.
Alışık değildiler, hem de iklimlerine.
En ücra yerlerinde nitekim bu dünyanın,
Kabirleri mevcuttur, Sahabe-i kiramın.
Terk-i vatan ederek gittiler, niye acep?
İslamı , o yerlere ulaştırmak için hep.
Çünkü emri şöyleydi Rabbimizin onlara:
(Cihad edip bildirin, bu dini insanlara!)
Daha sonra âlimler, görüp bu Sahabeyi,
Onlardan öğrendiler, her dini meseleyi.
Onlardan aldıkları bilgileri yazdılar.
Sonra o kitapları, her tarafa yaydılar.
O halde âlimler de yaptılar bu hizmeti.
Çünkü onlar yaydılar, ilmi, islamiyet’i.
Hatta çoğu âlimler, bu hizmetin yanında,
Kılıçla harp ettiler savaş meydanlarında.
Âlimler, din ilmini, Sahabeden aldılar.
Daha sonrakilere aynen ulaştırdılar.
(İslama hizmet) emri, Eshaba değil yalnız,
Bütün müslümanlara farzdır hiç istisnasız.
Ta kıyamete kadar gelecek müslümanlar,
Herkes, iktidarınca bunu yapmalıdırlar.
Ve lakin bu hizmeti, hatır gönül yıkmadan,
Tatlı dil, güler yüzle yapmalı, kalp kırmadan.
Emr-i maruf yaparken, kalp kırılırsa eğer,
O hizmet sevap değil, günah olur bu sefer.
En iyisi, birine, bir islam kitabını,
Vererek kazanmaktır, bu cihad sevabını.)
. Cennet - Cehennem
Celaleddin Tebrizi , âlim ve veli bir zat.
Şu hadis-i şerifi izah etti o bizzat:
(Bu dünya, müminlere, sanki hapishanedir.
Ve lakin kâfirlere, rahat, sanki Cennettir.)
Dedi: (Böyle ise de bu hadisin manası,
Lakin izah etmeden zordur anlaşılması.
Çünkü biz, dünyada da, kâfirlere nazaran,
Sanki Cennet hayatı yaşıyoruz her zaman.
Niçin hapishanedir bu dünya öyle ise?
Çünkü Cennete göre, böyle gelir bu bize.
Nitekim ahirette, Cehennemden son çıkan,
Mümine, dünya kadar Cennet vardır o zaman.
Ve hatta bu dünyadan on misli daha büyük,
Ona, nimetle dolu verilir Cennette mülk.
O genişliğe göre, bu dünyadaki evler,
Hatta saray da olsa, bir zindan gibidirler.
Bir gün, Abdülkadir-i Geylani hazretleri,
Giyinmiş çok kıymetli güzel elbiseleri,
Sırtına bir şal alıp, çok da güzel bir atla,
Bir yere gidiyordu, heybet ve saltanatla.
O ara bir yahudi, sırtlanmış çalı diken,
Ter kan içerisinde, yalın ayak giderken,
Hazret-i Geylani'yi, bu haliyle görerek,
Geçer hemen atının önüne (Duur!) diyerek.
Der ki: (Ey Gavs-ı a'zam, sizin Peygamberiniz,
Şöyle bir şey söylemiş, var mıdır haberiniz?
Demiş ki: (Müminlere, zindandır bu dünya tam.
Kâfirlere Cennettir) , doğru mudur bu kelam?)
O, (Doğrudur) deyince, der ki hemen yahudi:
(Neresi doğru bunun, izah et bana haydi!
Yani Cennette miyim ben şu kötü halimle?
Sen de zindanda mısın yani şu haşmetinle?)
Keramet göstermeye, mecbur kalır o artık.
Attan inip, yanına yaklaşır o aralık.
Sağ kolunun içini gösterip yahudiye,
Buyurur: (Bak bakalım, ne görüyorsun?) diye.
O, bakınca görür ki, bir Cennet var muazzam.
Orada, zevk içinde oturur Gavs-ı a'zam.
Buyurur: (Şimdi söyle, Cennet, bu dünya mıdır?
Yoksa şimdi gördüğün o geniş mekan mıdır?)
Der ki: (O Cennetteki yerini gördüm senin.
Hakikaten burada, sen hapishanedesin.)
Sonra da, sol kolunun içini göstererek,
Sorar o yahudiye: (Ne görürsün?) diyerek.
Cehennemde yanarken görür o kendisini.
Bir dehşete kapılıp, korku sarar içini.
Gavs -ı a'zam buyurur: (Şimdi de söyler misin?
Burda Cehennemde mi, yoksa Cennette misin?)
Der ki: (Ey Gavs-ı a'zam, haklıymışsın sen meğer.
Ahirete nazaran, Cennetmiş bize bu yer)
Sonra, can-ü gönülden getirip şehadeti,
İman edip kazanır, ebedi saadeti.
. Büyükler ben demez
Celaleddin Tebrizi , âlim ve veli bir zat.
Bir gün, sevdiklerine, şöyle etti nasihat:
Müslüman, mütevazı, alçak gönüllüdür hep.
(Ben) diye konuşmaktan, eder haya ve edep.
Nitekim Baki Billah adında veli bir zat,
Vardı ki, çok dolaştı bulmak için bir üstad.
Yağmur çamur demeyip, gezdi bu aşk içinde.
Yaşlı validesi de dolaşırdı peşinde.
Çektiği zahmetleri görerek bu oğlunun,
İçten üzülüyordu haline her gün onun.
Bir gece yarısında, sahralara çıkarak,
Dua etti oğluna, Allah'a yalvararak:
(Ya Rabbi, evladımın muradı neyse eğer,
Habibin hürmetine, eyle ona müyesser.
Ya kavuştur oğlumu, ne ise muradına,
Ya da, al ki canımı, tahammülüm yok buna.)
Bu dua üzerine, Hacegi İmkenegi,
Hazretlerini bulup, hasıl oldu dileği.
Bir defa oturmakla bu Velinin dersine,
Yükseldi tasavvufun en son mertebesine.
Mutlak icazet verip, buyurdu ki o Hazret:
(Sana, iki şey için verildi bu icazet.
Biri, mübarek olsun, kavuştun muradına.
İkincisi, Serhend'den bir zat gelir yanına.
Sen de, bu emaneti, ona teslim eyle ki,
Bu yol devam edecek onunla elbette ki.)
Bu emirle, Serhend'e gitti ise de, fakat,
Aradı, bulamadı o kimseyi o saat.
İmam-ı Rabbani’ydi aradığı kahraman.
Meğer o gün ayrılmış, bir iş için oradan.
Yurduna geri dönüp, başladı beklemeye.
Başkaları gelirdi, ona talebeliğe.
Lakin tevazuundan, geri gönderiyordu.
(Aradığınız kişi, ben değilim) diyordu
Bir gence, rüyasında dendi ki: (Durma daha.
Yarın gidip tâbi ol, Hace Baki Billah'a.)
Gitti, lakin o gence buyurdu ki mübarek:
(Aradığın o kişi, başkası olsa gerek.
Sen, kendine bir rehber ararsın, anlıyorum.
Ben dahi, senin gibi bir rehber arıyorum.)
Geri gelip, o gece rüya gördü o yine.
(Niçin tâbi olmadın?) denildi kendisine.
Dedi ki: (Gittim ama, o zat mürşid değilmiş.
O dahi benim gibi, bir rehber arar imiş.)
Denildi ki; (O idi, git tâbi ol ihlasla.
Zira benim demezler, o büyük zatlar asla.)
Tekrar gidip dedi ki: (Efendim, bu iş tamam.
Beni kovsanız bile, bu kapıdan ayrılmam.)
O böyle arz edince gidip Baki Billah'a,
O zaman kabul edip, döndürmedi bir daha.)
. İlim, amel içindir
Celaleddin Tebrizi , büyük bir evliyadır.
Kalplere tesir eden nasihatları vardır.
Bir gün de buyurdu ki: (İlim, amel içindir.
Yoksa, zordur hesabı mahşerde o kişinin.
Kuru ilim, insanın, yaramaz bir işine.
Sürükler sahibini, Cehennem ateşine.
Kul, günah işleyince, duymuyorsa ızdırap,
Aklına gelmiyorsa ölüm, mizan ve hesap,
Öncelerden namaza hazırlık yapmıyorsa,
Kalp kırıp, gıybet yapıp, iftira atıyorsa,
Ve hele kul Hakkından korkmuyorsa bir kişi,
Allame olsa bile, haraptır yarın işi.
Kalbi titremiyorsa, her günah işleyişte,
O kalp zehirlenmiştir, nişanı budur işte.
Beynine doldurduğu bilgi de bir vebaldir.
Bu, bir müslüman için, gayet kötü bir haldir.
Zira Peygamberimiz buyurdu: (İlahi, ben,
Sana sığınıyorum, faidesiz ilimden.)
Çünkü mahşer gününde, sual edilecektir:
(Biliyordun, ne için yapmadın?) denecektir.
Müminin imanının parlaklığı da hatta,
Hassas davranmasıyla ölçülür icraatta.
Herhangi bir müslüman, otururken, kalkarken,
Her işinde ve hatta, alışveriş yaparken,
Demeli: (Bu acaba, dine uygun iş midir?
Yahut Allah için mi, yoksa gösteriş midir?)
Eğer dine uygunsa, yapmalıdır o zaman.
Yoksa vaz geçmelidir, böyle olur müslüman.
Hadiste buyuruldu: (Elbette Allah sizin,
Şekil ve suretine bakmaz amelinizin.
Onu, ne maksat ile yapıyorsanız eğer,
Ona göre o işe, verir kıymet ve değer.)
Bakmayın siz burada nutuk söyleyenlere.
Bakın siz, Allah için gözyaşı dökenlere.
İslama hizmet etmek, evet, kıymetlidir pek.
Lakin bu hizmetlere, doğru olmaz güvenmek.
Zira buyuruyor ki o Habibi-i kibriya:
(Allah, facirlerle de, ettirir dini ihya.)
Öyleyse ihlas ile yapmalı ki hizmeti,
Yarın olsun mizanda, bir değer ve kıymeti.
İhlaslı ve ihlassız işleri insanların,
Mahşerde, iki kısma ayrılacaktır yarın.
İhlassız amelleri görünce bir müslüman,
Çok büyük pişmanlığı olacaktır o zaman.
Pişman olacak ama, faydası olmaz bunun.
Zira geri dönüşü yoktur o yolculuğun.
Her bir nefes, insana, o ebedi hayatın,
Sonsuz saadetini verecek belki yarın.
Ve her nefes, insanı, hiç dayanılamayan,
Cehennem ateşine götürür belki o an.
. Herşeyin hayırlısı
Celaleddin Tebrizi , büyük âlim, evliya.
Onun hizmetleriyle din ilmi oldu ihya.
Biri ona sordu ki: (Evliya nasıl olur?
Evliya kimselerde, ne özellik bulunur?)
Buyurdu ki: (Evliya denir ki şu kimseye,
Doludur kalbi onun, sırf Allah sevgisiyle.
Yani Onu çok seven, sırf Onun için yanan,
Bir kalbi olan kişi, evliyadır her zaman.
İmam-ı Rabbani de, eseri Mektubat’ta,
Bu mevzu üzerinde buyuruyor ki hatta:
(Böyle kalbin sahibi, düşünse de bin sene,
Asla gelmez kalbine, Allah'tan gayri nesne.)
Buna kavuşmak için, pek çok çalışmalıdır.
Ve acele etmeyip, ümitli olmalıdır.
Bir gün gelir, elbette nasib olur bu devlet.
Her bir şeyi, bir anda verebilir O elbet.
Ya henüz hayattayken, ya verirken ruhunu,
Yahut öldükten sonra, ihsan eder O bunu.
Ne zaman ihsan eder, Onun bileceği iş.
Köle, Efendisiyle eder mi alışveriş?
Kula düşen, ihlasla yapmaktır kulluğunu.
O verir veya vermez, düşünmez asla bunu.
Çünkü vermesi midir bize hayırlı olan?
Yoksa vermemesi mi, haberimiz yok bundan.
Belki de şımarırız o nimet verilince.
Allah'ın yaptığında, hikmetler vardır nice.
Nitekim ilk asırda Salebe diye bir zat,
Bir gün, Resulullaha ederek müracaat,
Dedi: (Ya Resulallah, usandım fakirlikten.
Dua et, malım artsın, çok zengin olayım ben.)
Buyurdu ki: (Sen benden, böyle şey etme talep.
Hayırlısı ne ise, onu arzu eyle hep.)
O, ısrarla dedi ki: (Hayır, bana dua et.
Bıktım bu fakirlikten, zengin olayım gayet.)
Resule (Hayır!) demek, küfürdür ki esasen,
O, hayır demek ile, düşmüştü küfre zaten.
Resulullah, sözünü üç kere etti tekrar.
O, yine bu talepte inatla etti ısrar.
Son defa buyurdu ki: (Ben size Peygamberim.
Eğer dua edersem, yaratır hemen Rabbim.
Lakin olabilir ki, sıkıntı çekersin sen.
Hayırlısını iste bu hususta istersen.
Çünkü mal, bazan iyi, bazan iyi değildir.
Hayırlı olmasını istemek en iyidir.)
O çok ısrar edince, Resulullah nihayet,
Ona dua buyurdu, zengin oldu begayet.
Lakin bir sene sonra, o Server, bu kimseye,
Memurunu gönderdi, (Git, zekat iste) diye.
O, zekatı vermeyip, hem de haya etmeden,
Dedi: (Sizin için mi, kazandım bu malı ben?)
Böylece mürted olup, yıktı ahiretini.
Ateşe atıverdi ebediyen kendini.
. Dua etmek, ibadettir
Celaleddin Tebrizi , hal ehli bir veli zat.
Tesirli sözleriyle, ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Dua, bir ibadettir.
Ve çok iyiliklerin gelmesine sebeptir.
Hazret-i Ömer Faruk, ömreye gitmek için,
Resul-i kibriya'dan, istediğinde izin,
Buyurdu ki: (Gidiniz sıhhat ve afiyetle.)
Ve ey kardeşim Ömer, bana da dua eyle.)
Hazret-i Ömer der ki: (Bu kardeşim sözünden,
Daha tatlı bir kelam, duymadım ömrümde ben.)
Dua demek, birine bir şey ikram etmektir.
Bir Fatiha göndermek, yine dua demektir.
Birine, az da olsa, iyilik etsen şayet,
O da, bu iyiliğin altında kalmaz elbet.
Bir Allah adamına, bir dua etsen eğer,
O da, sana misliyle yardım ve himmet eder.
Eğer Resulullaha, bir dua ve salevat,
Edersen, O da sana yarın eder şefaat.
Yani dua etmekle bir din kardeşimize,
Onun kat kat fazlası, döner ve gelir bize.
Allah'ın Sevgilisi, Eshab-ı kiramına,
Bazan buyururdu ki: (Dua ediniz bana.)
O zaman derlerdi ki: (Ey Allah'ın Habibi!
Var mı ihtiyacınız duaya bizim gibi?)
O buyurur idi ki cevabında Eshaba:
(Sizler dua ederek, kavuşun bu sevaba.
Faydası edene mi, edilene mi olur?
Şimdi bilmeseniz de, sonradan belli olur.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kurtuluşu kişinin,
Yapmasına bağlıdır, her şeyi Allah için.
Hiç tasvip edilmeyen bazı insanlar vardır.
O da, kullara göre şekillenen insandır.
Hep insanlara göre tavır alır o yani.
Lakin cenab-ı Allah, hiç beğenmez bu hali.
Çünkü halis müslüman, her yerde müslümandır.
Eğer değişiyorsa, onun dini noksandır.
(Altın), hiç değişir mi, olsa da hangi elde?
Kâfirde de altındır, müminin elinde de.
Hava ve su ne ise, müslüman işte odur.
Onun yanında olan, bulur rahat ve huzur.
Çünkü o, ahirete döndürmüştür yüzünü.
Onu gören, unutur cümle üzüntüsünü.
Müminler, Allah için bir araya gelseler,
Buna, melekler bile imrenir, gıbta eder.
Bu gibi müslümanlar, mezardan kalktığında,
Gölgeleneceklerdir, Arş-ı a’la altında.
Kim nefsine değil de, islama uysa şayet,
Ebediyen Cennete kavuşur en nihayet.
Her kim de gider ise, hep nefsinin peşinde,
Yanar o da mazallah, Cehennem ateşinde.)
.
15 - DİNDEN PARA KAZANILMAZ
.Dinden para kazanılmaz
Zekeriyya Ensari , büyük veli ve âlim.
Var gücüyle islama hizmet etti her daim.
O, bir gün buyurdu ki: Ahirette hesap var.
Bir bir hesap verecek, her işinden insanlar.
(Ne için böyle yaptın?) diye sorulduğunda,
Herkes, başkalarına rücu eder o anda.
Kimi der ki: (Ya Rabbi, ben bunu bilmiyordum.
Bunu, falan kimsenin kitabından okudum.)
Yahut: (Filan hocaya sordum bu meseleyi.
Onun dediği gibi işledim ben o şeyi.)
Öğrendiği doğruysa, denir ki o kimseye:
(Onunla Cennete gir, kimden öğrendin ise.)
Yok, yanlış öğrenmişse, denilir ki bu sefer:
(Onunla, Cehenneme gidip girin beraber.)
Bunun için en zor iş, din kitabı yazmaktır.
Ve yahut insanlara, islamı anlatmaktır.
Çünkü bir meseleyi, tam ve kesin bilmeden,
Söylerse, mesul olur yarın her kelimeden.
Velev ki o dediği doğru da olsa, fakat,
İçinde yatıyorsa bir ufacık menfaat,
Söylediği her sözü zehirdir o kişinin.
Çünkü söylememiştir o sözü Allah için.
Velev ki söylediği, olsa da doğru ve hak,
Lakin onu söylerse biraz gururlanarak,
Yine dinleyenlere, faydası olmaz asla.
Çünkü söylememiştir tevazu ve ihlasla.
Büyüklerden birisi der ki bu meselede:
(Türlü kazanç yolları vardır islamiyet’te.
Bu yollar da, mesela ticarettir, sanattır.
Ziraat veyahut da hizmet ile cihattır.
Mesela o Server'in (cihad ) idi mesleği.
Harplerde, ganimetin, Onundu beşte biri.
Bir kimse, bu işlerden birini yapamasa,
Yani hiç birisinde, muvaffak olamasa,
Böyle aciz duruma düşerse bir müslüman,
Dilencilik yapması caiz olur o zaman.
Bunu da yapamazsa, en son çare olarak,
Caiz olur o kula, dinden para kazanmak.
Yani yazmış olduğu kitaptan, cüz'i bir kâr,
Alması caiz olur, sırf ölmeyecek kadar.
Böyle bir şart olmadan, eğer ki bir müslüman,
Yazdığı bir kitaptan, yahut konuşmasından,
Menfaat sağlıyorsa, düşünüp sırf parayı,
Tercih etmiş sayılır, ahirete dünyayı.
Yani dünya adamı olmuştur o nihayet.
Çünkü islamiyet’i, dünyaya etti alet.
Dine hizmet etmesi velhasıl bir kişinin,
Muhakkak olmalıdır, sadece Allah için.
Yani sırf para için yapıyorsa, elbette,
Hiçbir faidesini göremez ahirette.)
. Her kitap okunmaz
Zekeriya Ensari , halis Allah adamı.
Hizmet ile geçmişti hayatının tamamı.
O, bir gün buyurdu ki: (İslama hizmet için,
Tam ihlaslı olması lazım gelir kişinin.
Zerre kadar menfaat düşünürse hizmette,
Onun faidesini göremez ahirette.
Yine böyle birinin kitabını okuyan,
İstifade yerine, çok zarar görür ondan.
Vaktiyle bir talebe, bir küçük kitap görmüş.
Hemence onu alıp, hocasına götürmüş.
(Oku da dinleyeyim bir miktar) buyurunca,
Okumuş hocasına, o kitaptan bir parça.
Dinleyip, (Biraz daha okuyuver) buyurmuş.
Talebe (Peki) deyip, biraz daha okumuş.
Sonradan, (Yine oku, yine oku...) diyerek,
Dinlemiş o kitabı, başından sonuna dek.
Talebe, şu hususu çok merak etmiş ancak,
Ki, o kitap hakkında acep ne buyuracak?
Buyurmuş ki: (Tamamı doğru ve yerindedir.
Hiç yanlış yok ve lakin okuyan zehirlenir.
Sebebine gelince, habistir bunu yazan.
Bir zulmet yayılıyor, satırlar arasından.
Zira o, bu kitabı yazmamış Allah için.
Sırf para kazanmaktır maksadı o kişinin.)
Ekmek yemek gibidir, yani kitap okumak.
Ve yahut da su içmek gibidir ki bir bardak,
Pis, necis bir bardağa, temiz su konur ise,
Onu, o pis bardaktan içebilir mi kimse?
Hatta bilmese bile onun pis olduğunu,
İçerse, zehirlenir ve hasta yapar onu.
Kitap okumak dahi, böyle tehlikelidir.
Kim yazmış? Öncelikle bunu bilmek gerektir.
Hakiki bir âlimin yazdığı kitap ise,
Onu okuyanlardan, faydalanır her kimse.
Yine islamiyet’ten bir şey öğrenmek için,
Sohbetine gitmek de herhangi bir kişinin,
Gayet tehlikelidir yine aynı sebepten.
Zira ahiretini yıkabilir o hepten.
Bir Allah adamının kitabı ve sohbeti,
Siler atar kalpteki karartı ve zulmeti.
Lakin böyle değilse durumu o kişinin,
Öldürücü zehirdir, sözleri herkes için.
Bu iş, iki tarafı keskin kılıç gibidir.
Ya kalpleri temizler, yahut da bir zehirdir.
Halis bir müslümanın, bir tek kelamı ile,
Hidayete kavuşur, bir insan tamamiyle.
Lakin cahil ve habis bir kişinin sözleri,
Felakete sürükler, dinleyen kimseleri.
Halis mümin olmanın nişanı, icraattır.
Yani farzları yapıp, her günahtan kaçmaktır.)
. Aklımı attım, kurtuldum
Zekeriyya Ensari , büyük islam âlimi.
Faydalı nasihatler ediyordu daimi.
Bir gün de buyurdu ki: (Kul hakkı mühimdir pek.
Ahirete kalırsa, çetin olur ödemek.
Kırbacı düşse idi Sahabenin deveden,
İnip kendi alırdı, gayriden istemeden.
İnsanı helak eden bir huy var şu zamanda.
Bu, emir vermektir ki, mevcuttur her insanda.
Hatta bu, her insanın hücrelerinde vardır.
İnsandan can çıkmadan, en son bu çıkacaktır.
Hanımlarınız ile helallaşın bu yüzden.
Hatta helallaşmadan, çıkmayın evinizden.
Hassas davranılırsa, islama tâbiyette,
Bir kırgınlık, üzüntü vuku bulmaz elbette.
Nerede bir ihtilaf, sıkıntı varsa eğer,
İslama uymamaktan, daima zuhur eder.)
Bir gün de buyurdu ki: (Üstada mutabaat,
Yani ona uyarak, bulun huzur ve rahat.
Evliyanın büyüğü, tasavvufun rehberi,
Hace Behaeddin-i Buhari hazretleri,
En büyük talebesi, Alaaddin Attar’a,
Kerimesini verip, nikahladıkta sonra,
Ona, bir tek nasihat vermiş idi nihayet.
Buyurdu: (Alaaddin, yalnız beni taklid et.)
Alaaddin-i Attar buyuruyor ki işte:
(Ben dahi üstadıma, tâbi oldum her işte.
Onu taklid ettiğim her işin, her hususun,
Erdim hakikatine, bereketiyle onun.)
En kolay, en kestirme bir yol var tasavvufta.
Bu da, aklını atıp, tam uymaktır üstada.
Celaleddin-i Rumi, büyük bir evliyadır.
O dahi bu hususta, şöyle buyurmaktadır:
(Hocama kavuşunca, zihnimde şüphe buldum.
Aklımı bırakınca, bu şüpheden kurtuldum.)
Hakiki bir rehberi bulur da insan eğer,
Hala kendi aklına uyarsa, ziyan eder.)
Birgün de buyurdu ki: (Mütevazı olan zat,
Dünya ve ahirette olur mesut ve rahat.
Ne şikayet edilir, ne de şikayet eder.
Çünkü kula sıkıntı, kibrinden zuhur eder.
Yani şikayet etmek, kibire alamettir.
Mütevazı kul ise, sanki ölü demektir.
Hiç şikayet eder mi, ölmüşse biri şayet?
Yahut ölmüş adamı, kim eder ki şikayet?
Nimete kavuşmaya, vesiledir tevazu.
Zira yüksek dağlardan, aşağıya akar su.
Tevazu, yüksekliğin şaşmaz alametidir.
Kibir de, alçaklığın kesin işaretidir.
Müminin ziynetidir tevazu, haya, edep.
Mütevazı olanlar, yükselir her yerde hep.)
. Sohbet nedir?
Zekeriya Ensari , hal ehli bir büyük zat.
Tesirli sözleriyle, ederdi çok nasihat.
Bir gün, sevdikleriyle otururken odada,
İslam âlimlerinden bahsetti o arada.
Dedi: (Cenab-ı Hakka şükürler olsun ki biz,
Onları tanımakla şereflendik hepimiz.
Sevdik ve gidiyoruz o zatların yolundan.
Bir nimet var mıdır ki, büyük olsun o bundan?
Eğer Resulullahın zamanında olsaydık,
Peygamberi tanıyıp Eshaptan olacaktık.
Onun varislerini tanımakla da elbet,
Sahabenin yolunda olduk ki, büyük devlet.
İşte ey kardeşlerim, iman bu, islam budur.
Bu nimetin içinde, her iyilik mevcuttur.
Eğer tanımasaydık o büyük zatları biz,
Şüpheli olacaktı, her iş ve amelimiz.
Ya isabet ederdik, yahut da edemezdik.
Çünkü işin doğrusu nasıldır, bilemezdik.
Ama o büyükleri tanırsa eğer bir kul,
Onun dahi her işi, olur iyi ve makbul.
Şöyle buyurmuştur ki, birisi mürşidlerden:
(Bizleri tanıyanlar, emindir küfr ve şirkten.)
Zaten kurtulur ise, küfürden insan eğer,
Bulunur ahirette, kurtulmaya çareler.
Çeşitli şefaatler vardır ki ahirette,
İman ile gidenler, kurtulurlar elbette.
Nasıl ki küfür ve şirk, felaketse büyük bir,
Şirk bulaşıklığı da öyle tehlikelidir.
Herhangi bir amelin, fısk, günah olduğunu,
Bilir ve çekinmeden yaparsa insan bunu,
Bu, Allah'ın nehyine ehemmiyet vermemek,
Manasına gelir ki, küfürden korkulur pek.
Zira büyüklerimiz buyuruyorlar ki hep:
(Büyük günaha devam, olur hem küfre sebep.)
İslam âlimlerini, tanırsa eğer insan,
Büyük günahlardan da, mahfuz olur her zaman.
Çünkü o büyüklerin, şifadır her sözleri.
Devadır kalpler için, her bir nasihatleri.
Zira cenab-ı Allah, Kur’an-ı kerim’inde,
Buyurur ki: (Hastalık mevcuttur kalplerinde.)
O, hasta yarattı ki, tedavi ettirsinler.
Böylece ebediyen Cennetlere girsinler.
Eğer ki kalplerimiz, olsaydı saf ve temiz,
O zaman, işlemezdik bir günahı asla biz.
Melek gibi olurduk o zaman biz insanlar.
Ve Cehennem korkusu, olmazdı bizde zinhar.
Kalbi temizlenirse halbuki bir kimsenin,
O zaman, kapıları açılıyor Cennetin.
Eshap, Resulullahın kavuşup sohbetine,
Onda şifa buldular, kalplerinin derdine.)
. İki büyük tehlike
Zekeriyya Ensari , çok büyük bir veliydi.
Sohbeti, dinleyene pek çok faideliydi.
O bir gün, sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Kalbe ait, kırk çeşit manevi hastalık var.
Lakin ben (kalp ) diyorum, (yürek ) daha ayrıdır.
O, et parçası olup, hayvanlarda da vardır.
İnsana mahsus olan kalp, yani gönül için,
Sohbeti lazım gelir, bir evliya kişinin.
Allah adamlarının bir şefkatli nazarı,
Siler atar kalpteki karartı ve pasları.
Allahü teâlâya yakın olan veliler,
Kalbi, hastalıklardan temizleyiverirler.
Allahü teâlâya mahsustur yalnız gönül.
Ondan başkalarına etmemeli temayül.
Eğer ki tutulmuşsa, kalp Allah'tan gayriye,
O, hasta demektir ki, muhtaçtır tedaviye.
Zira Peygamberimiz, şöyle buyurmuşlardır:
(Kalpte dünya sevgisi, günahların başıdır.)
Bir kişi var idi ki Sahabe zamanında,
Çok namaz kılmış idi, Resulün arkasında.
Hatta çok namaz kılıp, çok secde ettiğinden,
Alnında, secde izi var idi ayriyeten.
Böyle iken, dünyaya az meyil ve muhabbet,
Etmesi sebebiyle, sonunda oldu mürted.
İnsan için en büyük tehlike, işte budur.
Ondan sonra en büyük tehlike de gururdur.
İnsanın, kendisini beğenmesidir yani.
Kibir, her iyiliğe olur engel ve mani.
Hadiste buyuruldu: (Kalbinde kibir, gurur,
Olan kimse, Cennete girmekten mahrum olur.)
Kurtarmak için ise, kalbi bu fena huydan,
İlim ve ibadete sarılmalı durmadan.
Nasıl vücudumuzun var ise bir gıdası,
İlim ve ibadetle silinir kalbin pası.
Amelsiz ilim ise, insana bir vebaldir.
Zira öğrendiğini tatbik etmek gerektir.
Bildiklerine göre yaşamazsa eğer kim,
Aleyhte şahid olur ahirette o ilim.
Ameli de, ihlasla yapmalıdır ki bir de,
Yarın, o amellerden olsun kula faide.
Nefse uygun olarak yapılırsa iş eğer,
Hiç faidesiz olup, zahmeti boşa gider.
Yapılan bir amelde, insanlara gösteriş,
Niyeti varsa eğer, hiç makbul olmaz o iş.
Allah için olursa bir ibadet ve taat,
Allah, mükafatını ihsan eder kat be kat.
Onun için, her işi yapmadan önce insan,
Düşünmeli ki: Rabbim, razı mı acep bundan?
Razı ise yapmalı, yoksa vazgeçmelidir.
Böyle yapmak, azaptan kurtulma çaresidir.)
. Günah, ateş gibidir
Zekeriyya Ensari , büyük âlim, evliya.
Nice gencin kalbini, ilmiyle etti ihya.
O bir gün buyurdu ki: (Hiç anlayamıyorum.
Allah unutulur mu? Mümkün değil diyorum.
Bizi yoktan var eden ve besleyip büyüten,
Bizi gören, gördüren, konuşturan, yürüten,
Sahibimiz Allah var, O nasıl unutulur?
Fakat bu kâfir nefis, insana unutturur.
Hatta hem unutturur, günah işletir hem de.
Hiç günah işlememek, değildir çünkü elde.
Çünkü biz melek değil, insanız ve gafiliz.
Nefsimize aldanıp, günah yapabiliriz.
İstiğfar etmeliyiz peşinden ama hemen.
Zira kul, kurtulamaz istiğfar ve tövbeden.)
Bir gün de buyurdu ki: (Günah, ateş gibidir.
Yahut dışı şekerle kaplanmış bir zehirdir.
Yarın kurtulmak için ahiret azabından,
Yapmamak lazım gelir asla günah ve isyan.
Bütün bu hakikatler, yarın anlaşılacak.
Lakin o gün, iş işten, çoktan geçmiş olacak.
İnsan, önce kendine merhametli olmalı.
Yani önce, kendini ateşten kurtarmalı.
Sonra da, evladına merhamet etmelidir.
Onları da azaptan halas eylemelidir.
Bazı anne babalar, düşünmezler pek bunu.
Sırf dünya kazancının gösterirler yolunu.
Bildikleri bir şey var: (Evladımız okusun.
Okusun da, bir meslek, bir iş sahibi olsun.)
Evet, oğlun okusun ve çalışsın bir işte.
Ama, herşeyden önce o, yanmasın ateşte.
Sen önce, evladının ahiret hayatını,
Düşün ve temin eyle ebedi rahatını.
Bu dünya, üç beş günlük bir hayattır, geçecek.
Yarın, öbür gün derken, bir gün ecel gelecek.
Bu kısa ömür için, nasıl olur bir baba,
Kıyar da, evladını atar sonsuz azaba?
Bir baba, evladına öğretmezse dinini,
Ve eğer vermez ise dini terbiyesini,
En merhametsiz baba o kimsedir ki işte,
Güzelim evladını yakmaktadır ateşte.
Babanın, ne kadarsa evlada merhameti.
Öğretir o nisbette ona islamiyet’i.
Anne baba, ne kadar merhametsizse eğer,
Onlara, o nisbette dünyayı öğretirler.
Onlar da cahil kalıp, ahireti unutur.
Merhametsiz olmanın ölçüsü işte budur.
Halbuki her günahı yaptıkça o evladı,
Anne babasına da, yazılıyor bir katı.
Bir iyilik ve taat yaptıkça da hem yine,
Bir misli yazılıyor, baba ve annesine.)
.
16 - EN MERHAMETSİZ ANNE
.En merhametsiz anne
Taha-yı Hakkari , âlim ve evliya zat.
Tesirli sözleriyle, ederdi çok nasihat.
Bir günkü sohbetinde buyurdu ki o yine:
(Farzdır emr-i bil maruf her mümin üzerine.
Ya bir söz söyleyerek, ya bir kitap vererek,
Mutlaka bu hizmete iştirak etmek gerek.
Zira emr-i marufu terk ederse eğer halk,
En kötüleri gelir başlarına muhakkak.
Başa, iyi insanlar geçsin istenilirse,
Önce, kendilerini düzeltmeli her kimse.
Dinin emirlerine uyulursa ne miktar,
Baştaki insanlar da iyi olur o kadar.
Bizler emr-i marufu terk edersek, elbette,
Çok sıkıntı çekeriz, dünya ve ahirette.
Cehennemde, çok çetin acılar var, ateş var.
Kolay değil, bir ateş, düştüğü yeri yakar.
(Ateş ) kelimesini, kolay gelir söylemek.
Lakin bilmelidir ki, acısı çetindir pek.
Bu hususta kendine güvenen varsa eğer,
Parmağının ucunu az yaksın, ona yeter.
Bir kibrit alevinde, deneyin bir kez bunu.
O zaman anlarsınız ateş ne olduğunu.
Ahiretle aramız, belki de çok kısadır.
Üç beş saniye kadar, belki de daha azdır.
Bu iş, Allah korusun bir zelzeleye bakar.
Bunun olmamasına bir garantimiz mi var?
Yani ölüp ölmemek, elimizde değildir.
Öyle ise ölümü, her an beklemelidir.
Hakiki bir müslüman, düşünür ahireti.
Hep ahiret içindir bütün sa'y-ü gayreti.
Bu dünya bir konaktır, göçülecek bu yerden.
Ve lakin ahirette, hayat var ebediyen.
Resulullah buyurdu: (Allah'a, ne kadar siz,
Muhtaçsanız, o kadar ibadet eyleyiniz.)
Muhtaç olmadığımız an yoktur Rabbimize.
Zira her an, her vakit, O hayat verir bize,
Mikrop'tan fil'e kadar, her şeyi de muhakkak,
İnsanın faydasına yarattı cenab-ı Hak.
Ay, güneş ve yıldızlar, dağ, ova ve ırmaklar,
Bizim istifademiz için yaratıldılar.
Bütün bunlar, insana hep hizmet etmektedir.
İnsana düşen ise, Ona kulluk etmektir.
Evvela kendimize merhamet eyleyelim.
Ateşten, kendimizi önce halas edelim.
Sonra, evladımızı koruyalım azaptan.
Yani sakındıralım onları her günahtan.
Evladına dinini öğretmeyen bir baba,
Onun, dünya ahiret katilidir mutlaka.
Bir anne ki, namaza kaldırmazsa oğlunu,
Eliyle Cehenneme atmakla birdir onu.)
. Haram, ateş gibidir
Taha-yı Hakkari , çok büyük evliya zat.
Her gün, sohbetlerinde ediyordu nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: Mümini çekiştirmek,
Allah'ın men ettiği iştir ki, fecidir pek.
Halbuki bu hususta buyurmuş ki büyükler:
(Bir müminin ismini, duvarda görsen eğer,
O müminin ismine, saygı, hürmet yönünden,
Önünü ilikleyip, geç o duvar önünden.)
Niçin? Çünkü orada, Allah'a iman etmiş,
Bir müminin ismi var, işte budur asıl iş.
Müminin kıymetini, burada bilmesek de,
Bir gurbete çıkanlar, iyi bilir elbette.
İki mümin, küsseler herhangi bir sebepten,
Özür dilemelidir hemen birbirlerinden.
Kim önce davranır da, eğer özür dilerse,
Cennette, güzel bir köşk verilir o kimseye.
Bunu, Peygamberimiz bize haber vermiştir.
Bunu yapabilene, bu müjde verilmiştir.
Özür dilemezlerse böyle dargın kimseler,
Bunlardan bir tanesi, mutlaka azap çeker.
Çünkü o ikisinden, haksızdır biri mutlak.
Doğru iki olamaz, hak, tek olur muhakkak.
Ateş deyip geçmeyin, düşünün üzerinde.
Tutun parmağınızı bir kibrit alevinde.
Âlimler buyurur ki: (Haram, ateş gibidir.)
Cehennemin ateşi, hele çok şiddetlidir.
Haram şey konuşursan, ateş yemiş olursun.
Haram yersen, mideni ateşle doldurursun.
Harama uzanırsan, dokunursun ateşe.
Yolların ateş olur, gidersen haram işe.
Bir harama bakarsan, bilmiş ol ki o dahi,
Ateş olup, mahşerde yakar seni Vallahi.
Bütün bunlara rağmen, etmeyip hiç endişe,
Bir insan, bile bile nasıl gider ateşe?
Denirse ki: (Günahlar ateştir, biliyoruz.
Ama biz o ateşi, bugün göremiyoruz.)
Bu göz ile bakarsak, göremeyiz elbette.
Bizi, bu göz düşürür, en büyük felakete.
Kureyş müşrikleri de, bu göz ile baktılar.
O Server'e imandan böyle mahrum kaldılar.
Dediler: (Bizim gibi bir adam bu nihayet.
Yalnız bir hırkası var, fakirdir hem de gayet.
Garip ve kölelerle oturur, namaz kılar.
Biz ise, hem zenginiz, hem itibarımız var.
Nasıl Peygamber olur, bu haliyle O bize?
Niçin tâbi olalım bizden daha acize?)
Onu, bu gözle görüp, iman edemediler.
Ebedi felakete duçar olup gittiler.
Lakin Eshab-ı kiram, bakıp gönül gözüyle,
Uğrunda can verdiler, inanıp seve seve.)
. Biz ihsana kavuştuk
Taha-yı Hakkari , âlim ve evliyadır.
Kalplere tesir eden nasihatları vardır.
Bir gün de buyurdu ki: Hiç gururlanmayınız.
Kimseyi küçük görüp, yukardan bakmayınız.
Demeyin: (Şu günahkâr), veyahut (Şu kâfirdir.)
Onlara kızmak değil, acımak lazım gelir.
Hatta dua etmeli bu gibi kimselere .
Ki, onlar da kavuşsun, ebedi nimetlere.
Deyin ki: (Ya ilahi, ver onlara hidayet.)
Çünkü ateşte yanmak, çetin ve zordur gayet.
O Server de, peygamber olduğu ilk zamanda,
Yoktu bir tek müslüman o gün Arabistan'da.
Müşrikler, inanmayıp Allah'ın Resulüne,
Hakaret ederlerdi, üstelik kendisine.
Lakin O, kâfirlere yine de kızmıyordu.
Onlar için, en fazla (Bilmiyorlar) diyordu.
Sonunda, müslümanlar gelip Resulullaha,
Dediler: (Takatimiz kalmadı artık daha.
Müşrikler eza edip, perişan etti bizi.
Bir beddua edin de, kahrolsun herbirisi.)
O, buyurur idi ki onlara her bir defa:
(Bilmiyorlar, bilseler yapmazlar böyle cefa.
Hem ben, gönderilmedim beddua etmek için.
Vazifem anlatmaktır durup dinlenmeksizin.)
Çok şükür, biz kavuştuk Rabbimizin fadlına.
Vakıf olduk böylece, işin hakikatına.
Müslüman, ehl-i sünnet yarattı bizi Allah.
Doğru yolu gösterdi bize elhamdülillah.
Hak teâlâ bir kula, eder ise muhabbet,
Razı olduğu yolu, buldurur ona elbet.
Bulamayanlar da var, kızılır mı onlara?
Acımak lazım gelir, bilmiyorlar ki zira.
Gücünüz yetiyorsa, anlatın, kitap verin.
Yemeye davet edip oturun, sohbet edin.
Bir adamı kurtarmak ne demektir ateşten?
Dünyada, daha mühim bir iş var mı bu işten?
Lokman Hakim, oğluna, durup dinlenmeyerek,
Yediyüzelli sene islamı anlattı hep.
Zira kötülüklerle küfür çabuk yayılır.
Çünkü nefis ve şeytan, bu işe yardımcıdır.
Bu yayılan küfür’e (Dur!) demek, zordur gayet.
Bunu başarmak için, lazımdır hayli gayret.
Düşünün ki, bir (nehir ), akıyor güldür güldür.
Sen, bir (saman çöpü )sün, elbet alıp götürür.
Bu sel'e kapılmamak, çetin iştir bir hayli.
İşte, müslümanların böyledir bugün hali.
Bir kaya kovuğuna, bir ağaç oyuğuna,
Girerse, akıntıdan bir zarar gelmez ona.
Kim ki, o âlimlerin kitaplarını okur,
Küfür felaketinden işte böyle kurtulur.)
. Kötü arkadaşın zararı
Taha-yı Hakkari , büyük âlim ve veli.
Sohbeti, her insana olurdu faideli.
Bir gün de buyurdu ki: (İyi dost ve arkadaş,
İnsanı, doğru yola getirir yavaş yavaş.
Hadiste buyuruldu: (Dostluk eylediğiniz,
Kimsenin dini gibi olur sizin dininiz.)
(Ben iyi miyim?) diye, edersen eğer merak,
Kiminle arkadaşlık ediyorsun, ona bak.
Kiminle birliktesin, dikkat et asıl buna.
Çünkü kalp, çabuk kayar sevdiğine, dostuna.
İyilerle olursan, sen de iyi olursun.
Bozukların yanında, sen dahi bozulursun.
Çünkü kalp, karşısında kim varsa, ona kayar.
Yahut da onun kalbi, meyl edip sana akar.
İyi insanlar ile berabersen, çok iyi.
Arkadaşın kötüyse, bozar o seni dahi.
Bu zaman, kurtulmanın, bir tek çaresi vardır.
O da, hep iyilerle beraber bulunmaktır.
Kur'anda, (Ey müminler, iman ediniz!) diye,
İman tazelemeyi emrediyor bizlere.
Zira kalıcı olmaz taklidi olan iman.
Onun hakikatine kavuşmalı müslüman.
Bu da, kâmil bir zatın sohbeti ile olur.
Yoksa, o büyüklerin kitapları okunur.
Çünkü kitap okumak, yarısıdır sohbetin.
Bu yolla da alınır feyzi o büyüklerin.
İyi kimseler ile bulunun ki siz dahi,
Zira beraberlikte, gelir feyz-i ilahi.
Bu dünya bir hayaldir, değmez bel bağlamaya.
Zira insan, sonunda, mahkumdur ayrılmaya.
Bir kimse var idi ki, kendine ev yapardı.
Karşısına geçer ve hayran hayran bakardı.
Çok itina ederdi lakin bina ederken,
Korkuya kapılırdı, ölümden bahsederken.
Cenaze namazına gitmez idi o hatta.
Bilmezdi ki, ebedi kalınmaz bu hayatta.
Bir cenaze görseydi, arkasını dönerek,
Kaçar ve bir an önce, ederdi o yeri terk.
(Niçin böyle yaparsın?) diye sordum ona ben.
Dedi ki: (Ne yapayım, korkuyorum ölümden.)
Lakin o, kalbi durup, vefat etti bir gece.
Çok sevdiği dünyayı terk eyledi böylece.
Hiç korkunun ecele faydası yok ki elbet.
İnsan, ömrü bitince ölecektir akıbet.
Mümin, hazırlığını yapmalı ki mükemmel,
Zira hiç belli olmaz, ani gelir hep ecel.
Çok sakınmak gerekir, bilhassa (kul hakkı)ndan.
Çünkü mahşer gününde, zor kalkılır altından.
Öyleyse kıyamette, pişman olmamak için,
Hakkını yemeyelim, asla hiç bir kişinin.)
. Ruhun gıdası ilimdir
Taha-yı Hakkari ki, çok büyük evliya zat.
Her gün, talebesine ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Doğru kitap okuyun.
Faideli ilimle ruhunuzu doyurun.
Nasıl beden muhtaçsa, her gün gıda almaya,
Elbet ihtiyacı var ruhun da bir gıdaya.
Bedenimiz, topraktan yaratıldığı için,
Ondan çıkan şeylerdir gıdası bu bedenin.
Mesela ekmek ve su, hatta sebze ve meyve,
Toprak mahsulü olup, gıdadır bedenlere.
Ruh, âlem-i emir’den yaratılmıştır fakat.
Bedenin gıdasından, alamaz lezzet ve tad.
İlim, sohbet, ibadet ve Kur'an tilaveti,
İşte ruh, bu şeylerden alır asıl kuvveti.
Ve yine gıdasını alamayınca beden,
Nasıl ki zayıf düşüp, hastalanırsa hemen,
Ruhun dahi gıdası verilmezse eğer ki,
Zayıflar, hasta olur ve hatta ölür belki.
İnsan, ilim öğrenmez ve işlerse çok günah,
Ruh, gıdasız kalır ve ölebilir mazallah.
Ruhun ölmesi demek, imansız olmasıdır.
Cezası, ahirette ebedi yanmasıdır.
Çünkü birer zehirdir her bir haram, ruh için.
İşlendikçe, kuvvetten düşürür onu ilkin.
Bir haramı beğenir, (Ne güzel!) derse eğer,
İmanını kaybedip, o ruh ölür bu sefer.
Bu ümmetin en büyük felaketi, (küfür)dür.
Bilgisizlik, cahillik, kulu küfr'e götürür.
Bu zamanda, rehbersiz kurtulmak mümkün değil.
Lazımdır yol gösteren bir kâmil-i mükemmil.
Böyle olgun bir âlim yoksa bir memlekette,
Onların kitabını okumalı elbette.
Çünkü kitap okumak, sohbet gibi feyz verir.
Ve lakin edep ile okumak lazım gelir.
İmam-ı Rabbani’den birine mektup gelse,
Bunun için, ne kadar çok sevinir o kimse.
Mektubat kitabı da, o velinindir bizzat.
Farz et ki, o mektubu göndermiş bize o zat.
Okunursa aynı şevk ve aynı muhabbetle,
İstifade edilir o veliden gayetle.
İmam-ı Rabbani de, bunu haber veriyor.
Zira bir mektubunda, şöylece buyuruyor:
(Bu mektup, yazılsa da zahiren bir insana,
Aslında yazılmıştır, onu her okuyana.
Yani kim okur ise, ona gönderilmiştir.
Zira kılıç, kuşanan içindir denilmiştir.)
İşte kim, Mektubat’ı okursa bu hal ile,
Sohbet etmiş sayılır, İmam-ı Rabbani'yle.
Anılsa her nerede, onların isimleri,
Gelir hemen o yere, bereket ve feyzleri.)
. Ahiret yolcusuyuz
Taha-yı Hakkari , büyük âlim ve veli.
Nasihati, herkese olurdu faideli.
Bir gün de buyurdu ki: (Helekel müsevvifun.)
Yarın yok, bugün vardır, manası budur bunun.
Hadis-i şeriftir ki, o Server buyurmuştur.
Yani yarın yaparım diyen, helak olmuştur.
Yarın, sana sorulur, hesabı her bir işin:
(Sen bunu yaptın ama, ne maksatla ve niçin?)
Eğer güzel bir cevap veremezsen sen buna,
Bir paçavra misali, çarpılır suratına.
Bu dünya nimetleri, insanı aldatıyor.
Halbuki Allah ona, (meta-ül gurur) diyor.
Tencereyi tutmaya yarayan bez vardır ya,
İşte meta-ül gurur, geliyor bu manaya.
Büyükler buyurur ki: (Bir kimse yola çıksa,
Götürür o seferde, ne lazım olacaksa.
Bir günlük mesafeye gidecek olsa insan,
Günlük ihtiyaç kadar götürür eşyasından.
Yatak yorganını da almaz elbet yanına.
Zira bu, muhaliftir kulun tabiatına.
İhtiyaç olmayacak nesneleri götürmek,
Bir ahmaklık olur ki, mümine yakışmaz pek.)
Ahiret yolcusuyuz bu dünyada biz dahi.
Varacağımız menzil, ahirettir nihai.
İşte bu yolculukta, bize lazım olacak,
Ve gittiğimiz yerde ihtiyaç duyulacak,
Şeyler neyse, onları tedarik zorundayız.
Evvela bu şeyleri bilmek durumundayız.
Peki, ne gibi şeyler ahirete aittir?
Bu şeyler, (güzel ahlak) ve (amel-i salih)tir.
Dinin şu dört temeli, namaz, oruç, hac, zekat,
Ve Allah rızasına muvafık her icraat,
Amel-i salihtir ki, yapılırsa ihlasla,
Ahirete gidince, sıkıntı olmaz asla.
Bunların haricinde şeylerle meşgul olmak,
Bir ahmaklık olur ki, beğenmez cenab-ı Hak.
Denirse ki: (Var ise, ev yahut at, araba,
Bu şeyler, dünyalıktan sayılır mı acaba?)
Ahiret niyetiyle olurlarsa, iyidir.
Yani dünyalık değil, ahirete aittir.
Nefis için olursa, hiç itibar edilmez.
Dünyalık olurlar ki, on para bile etmez.
Allah için kazanıp, Allah için sarf etmek,
Halis müslümanların şiarı olsa gerek.
Ahirette faydası olmayacak ne varsa,
Hepsi dünyalık olup, vebaldirler hülasa.
İşte bütün bunlarda hata yapmamak için,
Sorarak yapılması lazım gelir her işin.
Hüner, sual ederek, işi öyle yapmaktır.
Başarının sırrı da, burada yatmaktadır.)
.
17 - KUL HAKKI ÇETİNDİR
.Kul hakkı çetindir
Abdullah-ı Şemdini , hal ehli bir veli zat.
Her gün, talebesine ediyordu nasihat.
O bir gün buyurdu ki: (Bu Allah adamları.
Küfürden, hidayete çıkarır insanları.
Bu zatlar, bir insanı kabul ederse şayet.
Rabbin de kabulüne olur bu bir işaret.)
Bir gün ona sordu ki talebesinden biri:
(Pek fazla seviyoruz efendim biz sizleri.
Ama birbirimizi böyle sevemiyoruz.
Nedir bunun hikmeti, çok merak ediyoruz?)
Buyurdu ki: (Evladım, iki cins günah vardır.
Birisi, Allah ile kullar arasındadır.
İkinci tür günahlar, kulların birbiriyle,
Münasebetlerinden olurlar tamamiyle.
Birinci tür günahı, olsa da büyük, ufak,
Ya ceza verir, yahut, affeder cenab-ı Hak.
Yani Hak teâlânın bileceği bir iştir.
Çünkü bunlar, sırf Onun hakkıyle ilgilidir.
Kullar arasındaki günahlara gelince,
Bunlarda, kulların da hakkı vardır bir nice.
Bu türlü günahlarda, adalet olacaktır.
Alacaklı, borçludan hakkını alacaktır.
Lakin geçmez orada, dünyadaki paralar.
Verilir sevap, ecir, yüklenilir günahlar.
O gün, Sırat köprüsü üstünden geçerken halk,
Yedi yerde, suale çekilirler muhakkak.
Namaz, oruç, hac, zekat, gusül ve kul hakları.
Bunlar, ehl-i mahşere sorulur ayrı ayrı.
Bir dank kul hakkı için, yetmiş yıllık namazın,
Ecri, karşı tarafa verilir varsa yarın.
Yoksa, alacaklının günahları alınır.
Buna yükletilerek, Cehenneme atılır.
İşte, bu (kul hakkı)ndan korkarsa insan eğer,
Biriyle münakaşa ederken, kalbi titrer.
Kimseye, zerre kadar zarar vermez o insan.
Çünkü o, kul hakkından korkar da işte ondan.
Kul hakkı da, sadece olmaz sövüp saymakla.
Hatta doğar kul hakkı birazcık yan bakmakla.
Kalp kırmak, dinimizde çok büyük bir günahtır.
Kâbe’yi, yetmiş defa yıkmaktan da fenadır.
Kul hakkına, böylece inanırsa bir insan,
Sevilir elbette ki her kişi tarafından.
Âlimler buyurur ki: (Evlenecek bir kimse,
Zevcesinin hakkını gözetemeyecekse,
Evlenmesin! Çünkü o, kul hakkına girerek,
Yarın mahşer yerinde, sıkıntıya girer pek.)
Ve yine buyurdu ki: (Kadın, esir değildir.
En çok görüşmemiz de, evde hanım iledir.
Her gün evden çıkarken, hanım ile muhakkak,
Helallaşmalıdır ki, iyidir böyle yapmak.)
. Mütevazı olunuz
Abdullah-ı Şemdini , büyük âlimlerdendir.
İnsanların kalbini, ilmiyle etti tenvir.
Bir gün, talebesine buyurdu: (Dinde cihad,
Sıkıntılı bir iştir, onun için sabır şart.
Sabredenler kazanır, hizmette kızmak olmaz.
Eğer öfke olursa, muvaffak olunamaz.
Kötülük edene de, yapmalıdır iyilik.
Hakiki mümin olan, yapamaz çünkü kemlik.
Kim böyle davranırsa, bulur rahat ve huzur.
Hatta ömrü uzayıp, bedeni sıhhat bulur.)
Bir gün de buyurdu ki: (Daima af ediniz.
İnsanların aybını, ifşa eylemeyiniz.
Kim örtücü olursa kulların günahını,
Allah da kıyamette, örter onun aybını.
Nasıl davranmasını istersen Rabbin sana,
Sen dahi öyle davran, dünyada her insana.
Merhametli olursan, merhamet olunursun.
Eğer zulüm yaparsan, sen zulüm bulursun.
Müslüman, mütevazı, alçak gönüllü olur.
Böyle davrandıkça da, bulur rahat ve huzur.
Bir gün, bize yemeğe gelmiş idi üstadım.
Çeşitli yemeklerden, önceden hazırladım.
Onlardan bazısını sofraya koydum, fakat,
Bir tekini, yüksek bir yere koydum muvakkat.
Öbürleri yenince, koyacaktım onu da.
Ve lakin dalgınlıktan unuttum o arada.
Nihayet yemek bitti ve biz kalktık sofradan.
Onu unuttuğumu, ben farkettim sonradan.
Lakin buna üzüldüm, kırıldı kalbim gayet.
Üstadım buyurdu ki: (Kabul oldu bu davet.
Zira kalp kırılırsa bir ziyafette eğer,
Hak indinde o amel, bulur kıymet ve değer.
Hem yukarda değil de, olsaydı o da yerde,
Diğer taamlar gibi, yenirdi o yemek de.
Ama bak unutuldu, yüksekte olduğundan.
Zira hep mahrum kalır, böyle yüksekte olan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Namaz, dinde direktir.
Zira müslüman demek, sanki namaz demektir.
İşin başı namazdır, mümindir namaz kılan.
Eğer kılmıyor ise, şüphelidir o zaman.
Hiç özrü olmaksızın, sırf tembellik ederek,
Beş vakit namazından, kazaya kalsa bir tek,
Cezası, affolmazsa Cehennemde yanmaktır.
Zira Rabbin emrini, bu, hafife almaktır.
Acele kaza etmek lazımdır o namazı.
Yoksa, zaman geçtikçe, kat kat artar cezası.
Yani o farz namazı kaza edecek kadar,
Sonradan boş, müsait geçtikçe dakikalar,
Ateşte yanacağı müddet de çoğalır hep.
Öyleyse kul Rabbinden, etmeli haya, edep.)
. Namaz çok mühim
Abdullah-ı Şemdini , âlim ve veli bir zat.
Tesirli sözleriyle ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Namaz, gayet mühimdir.
Onu kılmak, Allah'ın biz kullara emridir.
Allah, namaz kılana verir çok ecir, sevap.
Kılmayanlara ise, yapar çok acı azap.
Bir babanın evladı, söz dinlemezse eğer,
Babası, o evlada ne kadar öfke eder.
Der ki: (Bunca hizmetler eyledim de ben sana,
Sen, nasıl bana karşı kalkışırsın isyana?)
Halbuki ikisi de birer kuldur nihayet.
Yalnız baba, oğluna etmiştir biraz hizmet.
Allah ise, yerde ve gökte ne yarattıysa,
Hepsini, bizim için yaratmıştır bilhassa.
Bu gözle gördüğümüz ve göremediğimiz,
Her ne ki halk ettiyse kainatta Rabbimiz,
Mesela ay ve güneş ve sayısız yıldızlar,
Hepsinin, muhakkak ki insana faydası var.
Denizlerin dibinde yaşayan canlıların,
Yaratılması bile, faydasına insanın.
Ya doğrudan doğruya, ya dolaylı olarak,
Herbirinin, insana faydası var muhakkak.
Allah'ın kudretiyle çalışıyor kalbimiz.
Her uzvu çalıştıran, yine yüce Rabbimiz.
Şu malik olduğumuz her şey, Onun nimeti.
Kendi de bildiriyor bize bu hakikati.
Kur’an-ı kerim’inde buyuruyor ki zira:
(Ben o kadar çok nimet verdim ki insanlara,
Yazmak için, ormanlar eğer kalem olsa hep,
Ve bilcümle deryalar, olsalar hem mürekkep,
Benim nimetlerimi hiç durmadan yazsalar.
Nimetlerim bitmeden, tükenir o deryalar.
Bir daha getirseler, o dahi elbet biter.
Tükenmez yine size verdiğim o nimetler.)
Böyle yüce bir Allah, namazı emrediyor.
Kul ise karşı gelip, (Kılmayacağım!) diyor.
Müezzin, her beş vakit, diyor (Hayyalassalah!)
Namaza çağırıyor kulları yani Allah.
Buna rağmen, özürsüz kim kılmazsa namazı,
(Kılmıyorum!) demektir, bunun açık manası.
(Hayyalelfelah!) diye, sesleniyor bir daha.
Yani Allah, bizleri çağırıyor felaha.
Kim gitmezse Allah'ın bu namaz davetine,
Açıkça (Gelmiyorum!) demektir bu da yine.
Bu, Rabbe isyandır ki, ne fenadır ve çirkin.
Bundan büyük küstahlık olur mu bir kul için?
Halbuki Cennet için, köprüdür her ibadet.
Yani Cennete giden bir yoldur islamiyet.
Bir yere gitmek için, nasıl ki yol gerektir.
Cennetin yolu ise, işte bu emirlerdir.
. Peki diyen kurtulur
Abdullah-ı Şemdini , hem âlim, hem veliydi.
Büyük insan olduğu, her halinden belliydi.
Bir gün, cemaatine buyurdu: (Ey insanlar!
Bilin ki, önümüzde gayet çetin günler var.
Ahirette herkese, sual ve hesap vardır.
Zira Peygamberimiz, şöyle buyurmaktadır:
(Nasıl ki sürüsünden mesul ise bir çoban,
Siz dahi mesulsünüz, çoluk çocuğunuzdan.)
Ayrıca, ihlas ile yapın ki her ameli,
Mahşerde, onlar size olsunlar faideli.
Rabbimiz buyurur ki: (Siz, ibadetinize,
Hiç riya sokmazsanız, azap yapmam ben size.)
Yani, tam ihlas ile yaparsanız ibadet,
Niye azab edeyim ben size, yapmam elbet.
Sa'lebe, ibni Sakka, Bel'am ve İblis'in de,
İlim ve amelleri var idi hepsinin de.
Ve lakin ihlasları olmadığından sebep,
Azab-ı ilahiye müstehak oldular hep.
(İhlas) şuna denir ki, bir amelin, bir işin,
Yapılmış olmasıdır sadece Allah için.
Eğer ki ibadete, bir riya ve gösteriş,
Karışırsa, insana faide vermez o iş.
Yani bir bardak suya, bir tek (kıl) düşse şayet,
Gönül rahatlığıyla, içilmez o su elbet.
Yolu da şöyledir ki, ihlas elde etmenin,
Yanında bulunmaktır, ihlaslı kimselerin.
Evliyanın kalpleri, ihlasın kaynağıdır.
Onların kalplerinde, feyz-i ilahi vardır.
Peygamber-i zişanın kalbinden çıkan nurlar,
Kalpten kalbe akarak, cihanı doldururlar.
Veliler, kalpleriyle alarak bu nurları,
Aynen başka kalplere yansıtırlar onları.
Feyiz almak için de, iki şart vardır elbet.
Birisi (inanmak)tır, ikincisi (muhabbet).
Yani filan velinin kalbinde bu nur vardır.
Diye samimiyetle, buna tam inanmaktır.
İkincisi, o zata beslemektir muhabbet.
Bu iki şart var ise, o feyiz akar elbet.
Onların kitabını, severek, inanarak,
Okuyanlara dahi, feyiz akar muhakkak.
Hiç kitap okumadan geçer ise bir ömür,
Bulunur mu mahşerde, bir bahane ve özür?
(Haberim yoktu) demek, insanı kurtaramaz.
(Bilmiyordum) demek de, geçerli özür olmaz.
Çünkü ilk vazifemiz, her şeyden daha evvel,
Dinin emirlerini öğrenmektir mükemmel.
Kim islamın emrine tam tâbi olsa eğer,
Akar ona sel gibi, o nur ile feyizler.
Tâbi olmak dinidir nitekim islamiyet.
Ya Rabbi, bu nimeti bizlere de nasib et.)
. Emanete hıyanet
Abdullah-ı Şemdini , bir âlim ve velidir.
Tesirli sözleriyle, kalpleri etti tenvir.
Bir gün de buyurdu ki: (Bir hayaldir bu dünya.
Yani bir görüntüdür, yahut kısa bir rüya.
Herhangi görüntünün olması için dahi,
Bir aslının olması lazım gelir tabii.
İşte o asıllar da, Cennette bulunurlar.
Dünyadaki herşeyin, Cennette bir aslı var.
Cennet nimetlerinin, dünyadaki hayali,
Rabbin emirleridir namaz, oruç misali
Keza Cehennemin de bir görüntüsü vardır.
Bunlar da, içki, kumar misali haramlardır.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çocuklar bir emanet.
Baba, ona dinini öğretmelidir elbet.
Nasıl ki mesul ise sürüsünden her çoban,
Siz dahi mesulsünüz, çoluk çocuğunuzdan.
Emanete hıyanet olmayacağı gibi,
Onlara, dinlerini öğretmeli tabii.
Babalar çocuğundan, hocalar talebeden,
Mesuldür amirler de, kendi maiyetinden.
Hatta a’zalar bile, emanettir insana.
Sokmamalı onları, bir günah ve isyana.)
Başka bir sohbetinde buyurdu: Ey insanlar!
Bize, Hak teâlânın şöyle bir müjdesi var:
Zira buyuruyor ki: (İhlasla amel eden,
Ahirette, Cennete girecek ebediyen.)
Bu ömür, ahirete nazaran yok gibidir.
Rabbimiz, kullarına, pek çok merhametlidir.
(İtaat edenlere, hiç azap yapmam) diyor.
Ve bunu, Kitabında bize beyan ediyor.
Zira buyuruyor ki: (Her emrime, siz benim,
İtaat ederseniz, niçin azab edeyim?)
Dünyada var mıdır ki hiç bir anne ve baba,
Evladını ateşte yaksın da etsin heba?
Allah'ın kullarına merhametiyse fakat,
Anne babadan dahi ziyadedir kat be kat.
Onun merhametinin, sadece yüzde biri,
Bu dünyaya inmiştir, ahirette gerisi.
Hak teâlâ, dünyada, o bir merhametiyle,
Acıyıp rızık verir, hem kâfirlere bile.
Yani bütün insanlar, cümle bitki ve hayvan,
O bir merhamet ile rızıklanır durmadan.
Errahman sıfatının manası şöyledir ki:
(Dünyada, küffara da yetişir merhameti.)
Kalan o doksandokuz rahmetiyse Allah'ın,
Sadece müminlere verilecektir yarın.
Errahim sıfatının, manası şu ki zira:
(Ahirette acır O, yalnız müslümanlara.)
Orada, kâfirlere hiç acınmayacaktır.
Onlar Nar-ı cahim’de ebedi yanacaktır.)
. Alın yazısı nedir?
Abdullah-ı Şemdini , bir büyük evliyadır.
Kalplere sürur veren nasihatleri vardır.
Bir gün de buyurdu ki: (Bu dünya, bir imtihan.
Ahirete nisbetle, kısadır, sanki bir an.
İmtihanı kazanmak için de, bir insanın,
Uyması lazım gelir emirlere bi hakkın.
Doktorun vazifesi, ilacını vermektir.
Kullanıp kullanmamak, hastanın elindedir.
Ve lakin hiç bir hasta, ilaç kullanmayarak,
Doktoru suçlamaya, bulamaz kendinde hak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Dünyada nehirler var.
Herbiri, bir noktada denizlere varırlar.
Gidiş istikameti nasılsa bir ırmağın,
Nereye varacağı, bellidir onun yarın.
Ömür dahi su gibi, bir yönde akar durur.
Nereye varacağı, işlerden belli olur.
Kimi Cennet yolunu tutmuştur, öyle gider.
Kimi de, Cehenneme giden yolda ilerler.
Meyhaneye gidenle, camiye giden, elbet,
İkisi aynı yere varmazlar en nihayet.
Yani alın yazısı, icraattan bellidir.
Bunu anlamak için, keramet şart değildir.
Sen, kendi kaderini istiyorsan anlamak,
Her gün, ne gibi işler yapıyorsun, ona bak.
Allah'ın bir kulunu sevmediğine nişan,
Faidesiz şeylerle uğraşır hep o insan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Namaz, mühim ibadet.
Şartlarına uyarak, kılmalı onu elbet.
Hırsızların büyüğü, namazından çalandır.
Yani onu, hakkıyla edadan kaçınandır.
Yine dikkat etmezse kişi mesaisine,
Ehemmiyet vermezse yani vazifesine,
İyi yapmıyor ise işlerini sahiden,
O da hırsız demektir, çalmıştır mesaiden.
İşte her amelimiz, geçiyor bir bir kayda.
Eğer beğenilmezse, birinden gelmez fayda.
İnsan, öğrendiğiyle amel eylemelidir.
Zira amelsiz ilim, insana bir vebaldir.
Nitekim Resulullah buyurdu: (Ya Rabbi, ben,
Sana sığınıyorum, faidesiz ilimden.)
Bir âlim ki, ilminden etmezse istifade,
Azabı da, herkesten olur daha ziyade.
Dinimizden bir husus öğrenirsek eğer biz,
O şeyi, tatbik etmek mecburiyetindeyiz.
Yoksa, cenab-ı Allah sorar ki o kişiye:
(Biliyordun, ne için girdin bu günah işe?)
Cevap veremeyince bu suale o kişi,
Mazallah yakar onu, Cehennemin ateşi.
Bu dünya sıcağına, dayanmak çok zor bakın.
Öyleyse, her günahtan kaçınalım bihakkın.)
.
18 - SOR KURTUL
.Sor kurtul
Celaleddin-i Hindi , âlim ve veli bir zat.
Kendini sevenlere ederdi hep nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Vaktiyle âlim biri,
Vardı ki, islam için çalışırdı ekseri.
Bir hayli talebesi vardı hem bu kişinin.
Onlar da çalışırdı, islama hizmet için.
Yine bu talebeler, hizmete müteallik,
Bir çıkmaza girince, ona sorarlardı ilk.
Velakin bir ikisi, sorsa da ona yine,
Giderlerdi malesef, kendi bildiklerine.
Birgün, şöyle buyurdu toplayıp talebeyi:
(Evet soruyorsunuz bana bir meseleyi.
Fakat bazılarınız, aldıkları cevaba,
Göre iş yapmıyorlar, sebep nedir acaba?
Ya bana bir hususta, gelip bir şey sormayın.
Yahut soruyorsanız, ne dersek onu yapın.
Çünkü eğer bir kimse, birine, bir suali,
Sorup da yapmaz ise, vardır büyük vebali.
Sormak, şu demektir ki: (Sana güveniyorum.
Çünkü benim lehime söylersin, biliyorum.
Bu yüzden soruyorum bu işi sana bizzat.
Nasıl cevap verirsen, edeceğim itaat.)
Bu dünyada en zor şey, vermektir doğru karar.
Allah'a şükredin ki, soracak yeriniz var.
Biz, cevap veriyoruz her suale muhakkak.
Siz dahi aynen yapın, biz nasıl söylüyorsak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Mazhar-ı Can-ı Canan,
Bir mezarın yanından geçiyordu bir zaman.
Kalp gözüyle baktı ki, kabirde bir kadın var.
Melekler, o kadına çok azap yapıyorlar.
Düşündü ki: Acaba bu kadın kâfir midir?
Yoksa imanı var da, günahkâr biri midir?
Önceden okuduğu bir tek (hatm-i tehlil)in,
Yani yetmişbin adet kelime-i tevhid'in,
Sevabını, kadının ruhuna gönderince,
Azaptan kurtularak, gark oldu bir sevince.
Yani kadın, o anda kurtuldu o azaptan.
Ve kabri, birden bire oldu hep gül gülistan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Beş şey gelmeden önce,
Beş şeyin kıymetini, bilmek lazım iyice.
Bir hastalık gelmeden sıhhatin kıymetini,
Bilip, yapmak gerekir Rabbe ibadetini.
Ölüm gelmeden önce, kıymetini bu ömrün,
Bilmeli ki, pişmanlık olmasın yine o gün.
Fakirlik gelmeden de, paranın kıymetini,
Bilirse, sıkıntıya sokmaz insan kendini.
Meşguliyet gelmeden boş geçen zamanların,
Kıymeti bilinirse, üzüntü olmaz yarın.
Zira o boş vakitte, bir Allah dese insan,
O bir tek kelimeyle, değişir belki mizan.)
. Akla tâbi olmak
Celaleddin-i Hindi, çok büyük evliya zat.
Tesirli sözleriyle ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (İnsanlar, göz'e değil,
Akla tâbi olmalı, odur rehber ve delil.
Ebu Cehil, sadece göze tâbi olarak,
Kâfir olup, sonsuz bir azabı eyledi hak.
Hazret-i Ömer ise, tâbi oldu aklına.
İman edip, kavuştu Rabbin iltifatına.
Bir Allah adamını tanıyıncaya kadar,
Akıl, belli ölçüde, belki bir işe yarar.
Ve lakin kavuşunca bir mürşid-i kâmile,
Artık bir iş yapması uygun olmaz aklıyle.
Kendi aklını atıp, o zata tâbi olur.
Yanlış bir iş yapmaktan böylelikle kurtulur.
Çünkü o büyük zatlar, Allah'ın izni ile,
Hep doğru karar verir, yanılmazlar az bile.
Aklı selim sahibi olur ki çünkü onlar,
Allah'ın yardımıyla, hep doğruyu bulurlar.
Aklı selim sahibi olmayan kişiler de,
Yanlış karar verirler, yaptığı çok işlerde.
İşte bu yüzdendir ki, bir islam âlimini,
Bulup, örnek almalı onun bütün halini.
Celaleddin-i Rumi, akla uymak babında,
Şöyle buyurmaktadır Mesnevi kitabında:
Der ki: (Ben, ne zaman ki yüksek hocamı buldum,
Kendi aklımı atıp, ancak böyle kurtuldum.)
Sahabe-i kiram da, olur olmaz müslüman,
Kendi akıllarını bıraktılar o zaman.
Eğer kavuşulmazsa hakiki bir rehbere,
Onların kitabı da, rehberdir müminlere.
O halis kitapları okuyan bir müslüman,
Çok istifade eder onların ruhlarından.)
Bir gün de buyurdu ki: (İslama hizmet için,
Üç hususa uyması lazım gelir kişinin.
Bunlardan birincisi, (güler yüzlü) olmaktır.
Yani sevimli olup, kimseyi kırmamaktır.
Güler yüz ve tatlı dil, silahıdır bu asrın,
Ve hatta ilk şartıdır bu, muvaffak olmanın.
İkincisi (cömertlik), çokca vermek demektir.
Hiç bir şeyi yok ise, güler yüz göstermektir.
Üçüncüsü, (ihlaslı) olmasıdır kişinin.
Bu da, yapmak demektir her işi Allah için.
Konuşur, vaaz verir, kitap yazar o, fakat,
Bütün bu hizmetlerden, beklemez bir menfaat.
Yani Allah yolunda bir hizmet etti diye,
Beklemez hiç kimseden bir karşılık, hediye.
Hatta kalbinden bile geçirmesi yakışmaz.
Yoksa, hizmetlerinin hiç faidesi olmaz.
Allah yolunda hizmet, Allah için yapılır.
Yoksa, o iş mahşerde, suratına çarpılır.)
. Emr-i maruf farzdır
Celaleddin-i Hindi , bir âlim ve evliya.
Kararmış gönülleri, ilmiyle etti ihya.
O bir gün buyurdu ki: (Biz, aciz insanlarız.
Her an, her şeyimizle, Rabbimize muhtacız.
Ve lakin hepimizde, bir nefis var ki el'an,
İlahlık dava eder içimizde o her an.
Halbuki Hak teâlâ, kudretini çekse az,
Yok olur bu kainat, var olan birşey kalmaz.
Onun bize verdiği bu beden ve can ile,
Yakışır mı, hiç Ona isyan etmek az bile?
Bir yanda, kainatın sahibi yüce Allah,
Bir yanda aciz kul ki, muhtaçtır Ona her gah.
Bu zayıf hali ile, nasıl olur bir insan,
Kendisini yaratan İlaha eder isyan?
Bir işçi düşünün ki, çok çalışır, yorulur.
Bir gün, işverenini dinlemese, kovulur.
Veyahut karşı gelse bir evlat, pederine,
Baba, almak istemez artık onu evine.
Halbuki ikisi de, çok aciz birer kuldur.
Yalnız o, diğerinin rızkına sebep olur.
Yine kızmak gerekmez, günahkâr insanlara.
Acıyıp, emr-i maruf yapmak lazım onlara.
Nitekim cenab-ı Hak, meleklere bir zaman,
Buyurur: (Filan yeri, hâk ile edin yeksan!)
Derler ki: (Bazı kullar vardır ki ya ilahi!
Hiç isyan etmediler o kullar bir gün dahi.)
Hak teâlâ, o zaman buyurur: (Ey melekler!
Batırın onları da, hepsi ile beraber.
Çünkü isyan ederken bana o diğerleri,
Değişmiyordu bile, hiç onların yüzleri.)
Emr-i maruf mümkünken, yapmamak caiz olmaz.
Bu, Allah sevgisiyle çünkü hiç bağdaşamaz.
Gayriyi kurtarmaya çalışanı, dinimiz,
Kendini kurtarandan, tutuyor daha aziz.
Eğer bir memlekette hizmet varsa islama,
Ona iştirak etmek, farzdır her müslümana.
İmkan varsa bedenen, yok ise, mal vererek,
O da mümkün değilse, yalnız dua ederek,
İştirak etmelidir yapılan bu hizmete.
Yoksa, girilmiş olur büyük mesuliyete.
Doğrunun muhalifi çok bulunur her zaman.
Zira yayılmasını istemez nefis, şeytan.
Halbuki kötülükler, çok çabuk yayılırlar.
Nefis ile şeytandan, çünkü yardım alırlar.
Doğrunun yayılması, yokuş çıkmak gibidir.
Şer ise, bir sel gibi çabuk yayılıverir.
Resulullaha, önce, inanan çok az vardı.
O nasihat ettikçe, alaya alırlardı.
On senede, yüz kişi inanmamıştı bile.
Çoğaldı sonra fakat, nusret-i ilahiyle.)
. İnsan, eşref-i mahlukat
Celaleddin-i Hindi , evliyadan bir kişi.
Sünnet-i seniyyeye, muvafıktı her işi.
Şöyle buyururdu ki o her dua edişte:
(Yakmasın Hak teâlâ, hiç kimseyi ateşte.)
Derdi ki: (Ahirette yanacaksa bir insan,
Nedir ki bu dünyada, rahat etmiş bir zaman.
Kısa bir an da olsa, yanacaksa o eğer,
Bu dünyada zenginmiş, fakirmiş, ne farkeder?
Bu dünyanın, en kötü tarafı şu ki fakat,
Bir tek Allah demeye, vermiyor kula fırsat.
İnsan, bu çark içinde hergün dönüp duruyor.
Uyanıp, (Ben nereye gidiyorum?) demiyor.
Güruh güruh ateşe giderken bu insanlar,
Diyorum ki: (Ya Rabbi, bir insan nasıl yanar?)
Zira görüyorum ki, bu zamanda malesef,
Para kazanmak olmuş insanlarda tek hedef.
Hem de, kazanacağı o paralarla yine,
Düşecek türlü türlü haramların içine.
Bu insanın, hayvandan, peki ne farkı kalır?
Zira onlar da yalnız bu şeylerden zevk alır.
Hak teâlâ, insanı, şerefli kıldı fakat.
Zira yarattı onu, bir eşref-i mahlukat.
Yani Allah, insanı, her şeyin mükemmeli,
Olarak yarattı ki, bu da açık ve belli.
Ayırdı hayvanlardan, onu, akıl vererek.
Çağırdı kendisine, Peygamber göndererek.
Kur'an-ı kerim’inde, onlara etti hitap.
Yani kıldı onları kendisine muhatap.
Olur mu insan için bundan büyük bir şeref?
Lakin bunu insanlar, anlamıyor malesef.
Bu şeref ve kıymeti bırakıp bir kenara,
İtibar ediyorlar, kıymetsiz olanlara.
Kulların takdiri ve tenkidinden, eğer ki,
Sıyrılamazsa insan, fenadır elbette ki.
Halbuki bütün dünya, seni takdir etseler,
Rabbimiz sevmedikçe, verilir mi hiç değer?
Aksine bütün dünya, yerseler seni şayet,
Allah sevdikten sonra, edilir mi şikayet?
Çünkü bu insanların, takdir ve tenkitleri,
Üç beş sene sonunda, hayal olur her biri.
İnsana, ahirette faydası dokunacak,
Ameller, Allah için yapılanlardır ancak.
Para pul, mevki makam, ayakkabı, elbise,
Yarın fayda vermezler dünya için idiyse.
Zaten insan ölünce, onlardan soyuyorlar.
Sadece bir kefenle kabire koyuyorlar.
Bir âlim, her gün akşam diyormuş ki bir defa:
(Heyhat, yine ömürden azaldı bir gün daha.)
İnsan, her saatinin bilmeli kıymetini.
Zira böyle kazanır, sonsuz saadetini.)
. Allah seni seviyor mu?
Celaleddin-i Hindi , halis Allah adamı.
Onu gören kimsenin, giderdi hüznü, gamı.
O bir gün buyurdu ki: (Rabbimiz, bir kuluna,
Acır, onu severse, iki şey verir ona.
Önce ona tanıtır, sevdiği bir kulunu.
Onun vasıtasıyle, kendine çeker onu.
İkinci olarak da ona, iyi, münasip,
Yani hayırlı bir iş, bir meslek eder nasip.
Sahabe, tanıyınca vakta ki o Serveri,
Nasıl çok yükseldiyse şanları, şerefleri,
Onun varislerini tanıyan kimseler de,
Öyle çok yükselirler, ulvi derecelerde.
Çünkü Resulullahın varisini tanımak,
Onu tanımak gibi, kıymetlidir muhakkak.
İslam âlimleridir Resulün varisleri.
Zira dini yaymaktır, ortak vazifeleri.
Eshabı arasında ne ise bir Peygamber,
Talebe arasında, öyledir bu âlimler.
Aynı hürmet, itaat, aynı saygı ve edep,
Bu büyüklere dahi göstermek gerekir hep.
Çünkü Resulullahın kalbinden çıkan nurlar,
Onların kalplerinden, cihana yayılırlar.
Varis şu kimsedir ki, murisi her kim ise,
Onda olan her şeyden, almıştır o da hisse.)
Bir gün de sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Ölümü, yadınızdan çıkarmayınız zinhar.
İnsanlar uykudadır, uyanırlar ölünce.
Hesaba çekilirler, her şeyden ince ince.
Aşikâre olunca o gün her günahımız,
Ne kadar mahcub olur, ne de çok utanırız.
Beş vakit namazımda, hep dua ediyorum:
(Ya Rabbi, bizi o gün mahcub etme!) diyorum.
Siz öyle yaşayın ki, islama tam uyarak,
Cehenneme girmesin, kimse size bakarak.
Hayra vesile olun, olmayın şerre alet.
Zira bu, insan için çok büyük bir felaket.
Onların kazandığı o günahlar hep zira,
Size dahi yazılır, oldukça o şer icra.
Eğer hayra vesile olursak, çok iyidir.
Yazılır bize dahi, o işten sevap, ecir.
Ve (Beni seviyor mu acaba cenab-ı Hak?)
Diye merak edersen, yaptığın işlere bak.
Eğer hayırlı ise, bil seni sevdiğini.
Değilse, sevmiyordur, düzelt hemen halini.
Dinden bir meseleyi, bir kimseye öğretmek,
Yüz ömre sevabından, daha kıymetlidir pek.
Sonra hatırlayın ki, sık sık ölümünüzü,
Ölümü çok düşünmek, uzatır ömrünüzü.
Hatta mevti düşünmek, kalpleri ferahlatır.
Dünyayı düşünmekse, ömrü daha kısaltır.)
.
19 - YÜRÜYEN ÖLÜ OLMAK
.ŞİİRLERLE MENKIBELER
Yürüyen ölü olmak
Seyyid Harun-i Veli, âlim ve evliyadır.
Kalplere tesir eden nasihatleri vardır.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu: (Ey cemaat!
Gözünüzü açın ki, çabuk biter bu hayat.
Hadiste buyurdu ki o Hüda'nın Habibi:
(Olun siz bu dünyada, garip ve yolcu gibi.)
Hadisin devamında, buyuruyor ki hemen:
(Addedin kendinizi, yahut kabir ehlinden.)
Garip olmak şudur ki, hiç kimseyi tanımaz.
Her derdini, sadece Sahibine eder arz.
Yolcu gibi olmanın, şudur ki manası da:
Gözü olmaz dünyanın, malı ve parasında.
Bir (ahiret yolcusu) bilir zira kendini.
Sokmaz asla kalbine, dünya muhabbetini.
Kendini, ölü gibi addetmek de şöyledir:
Öldü ölecek gibi, ölümü yakın bilir.
Böyle olmak, elbette kıymetlidir bu dinde.
En yüce bir rütbedir hatta Allah indinde.
Nitekim böyle idi, hazret-i Ebu Bekir.
Onun hali, bu babta, en canlı bir örnektir.
Ölüm'e öyle yakın bilirdi ki kendini,
Üstünde zannederdi, hatta o kefenini.
(Yürüyen ölü görmek isterse her kim eğer,
Ebu Bekir'e baksın) buyurmuştur Peygamber.
Ve lakin bu zamanda, her şey olmuş dünyalık.
Ölümü hatırlamak, imkansız olmuş artık.
Vaktiyle bu yerlerde, kum gibi veli vardı.
Çünkü o gün insanlar, bunu istiyorlardı.
Zira insan, dünyada, ister ise her neyi,
Kolaylaştırır Allah, onu elde etmeyi.
Şimdi herkes, dünyayı ediyor arzu talep.
Rabbimiz de onlara, dünyalık veriyor hep.
Bir insanın gönlünde ne yatıyorsa eğer,
Odur (alın yazısı) , odur (kaza ve kader) .
Kimin, Allah sevgisi varsa eğer kalbinde,
Mutlaka doğru yola erer günün birinde.
Sarılır ibadete, hizmetlere koşar hep.
Zira böyle olmayı ediyordu o talep.
Kim kılmak istiyorsa namazını beş vakit,
Ona da, bu şartları kılar uygun, müsait.
Her kim ne istiyorsa, o şeye kavuşturur.
Ve herkes, yaptığından sorumlu, mesul olur.
Kim nereye gitmeyi isterse bugün eğer,
Elbet oraya giden bir vasıtaya biner.
İnince, diyemez ki: (Niçin geldim buraya?)
Çünkü kendi isteyip, bindi o vasıtaya.
Hacca gitmek niyeti var ise bir kişinin,
Bir hac kafilesine katılır bunun için.
Gitmek istese idi, şayet başka bir yere,
O yerin kervanına katılırdı bu kere.)
. İslam, zirve noktasıdır
Seyyid Harun-i Veli , âlim ve veli bir zat.
Tesirli sözleriyle, ederdi çok nasihat.
Bir gün, talebesine buyurdu ki: (İnanmak,
En büyük bir rütbedir Hak indinde muhakkak.
Her ne olursa olsun zahirde mesleğiniz,
Onları, ön sıraya sakın geçirmeyiniz.
Halis mümin olmaktan kıymetli, daha üstün,
Bundan daha şerefli bir rütbe var mı bu gün?
Bu rütbe'den başka şey düşünmek, felakettir.
Zira bu, o zirveden aşağıya düşmektir.
Zira hazret-i Ömer, bir gurup Eshab ile,
Çıktılar Medine'den, Şam'a gitmek azmiyle.
Var idi kendisinin, sadece bir devesi.
Gelirdi yanı sıra, Mugire nam kölesi.
İkisinin bineği, tek bir deve olunca,
Sırayla binerlerdi deveye yol boyunca.
Şam’a vasıl olunca kafile en nihayet,
Deveye binmek için, köleye geldi nöbet.
Lakin razı olmadı buna Eshab-ı güzin.
Hemen arz ettiler ki: (Ya emir-el müminin!
Her ne kadar bu nöbet gelse de Mugire'ye,
Şam'a gelmiş bulunduk, siz binseniz deveye.
Zira yaya görünce sizi merak edenler,
Yanılıp, kölenizi Halife zannederler.)
O zaman buyurdu ki: (Mugire'nindir nöbet.
Deveye ben binersem, nerde kalır adalet?
İşin hakikatini anlayın siz evvela.
Niçin kurtulmazsınız bu evhamdan siz hala?
İslamın nuru ile, aydınlandı kalbimiz.
Resulün ahlakıyla, düzeldi her halimiz.
Verilmişken bizlere, Eshap olmak nimeti,
Deveye binmemizin var mıdır bir kıymeti?
Ne büyük bir üstünlük, iyi düşünsenize.
Eshap olmak şerefi, kâfi değil mi bize?)
Bu kıssayı anlatıp, buyurdu: (Böyle, fakat,
Bu gün zamanımızda, ters dönmüş bu hakikat.
Kimin malı, parası çok ise bugün eğer,
İnsanlar, hep onlara veriyor kıymet, değer.
Ama siz, düşünmeyin makam ve mevkileri.
Bunların, gözünüzde olmasın bir değeri.
Bize, öyle bir nimet verdi ki Hak teâlâ,
Bir nimet daha yoktur, bundan iyi ve a’la.
Bahşetti bize Allah, yüce islam dinini.
Tanıttı çok sevdiği, islam âlimlerini.
Yine Onun sevdiği cümle velileri de,
Tanıyıp, ruhlarından ederiz istifade.
Sonra, bizim şudur ki en büyük talihimiz,
Bize, doğru itikat nasib etti Rabbimiz.
Ebedi Cehennemden, kurtardı bizleri hep.
Bundan daha kıymetli bir nimet var mı acep?)
. Allah bizi seviyor
Seyyid Harun-i Veli , halis Allah adamı.
Onu gören kimsenin, giderdi hüznü, gamı.
O, bir gün sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Hak teâlâ hazır ve nazırdır bil ki her an.
Her ne ki yapıyorsak, görüyor cenab-ı Hak.
Niyetimizi dahi bilmektedir muhakkak.
İrade-i cüz'iyye verdi ki Allah bize,
Yapıyoruz her işi, arzumuz nasıl ise.
Yollarda konmuş olan, bazı yol levhaları,
O yöne gitmek için, mecbur etmez kulları.
İnsan, onlara bakıp, serbestce tercih yapar.
Ve bir yöne gitmeye, kendisi verir karar.
Niyetler de böyledir, iyi ve halis niyet,
Verir elbet insana, bir yön ve istikamet.
Bir iş, iyi niyetle yapılırsa, sevaptır.
Eğer niyet bozuksa, neticesi haraptır.
İnsanlar, güruh güruh giderlerken ateşe,
Onları kurtarmaktan, bakılmaz başka işe.
Hak teâlâ, bu dine yardım etme babında,
Şöyle buyurmaktadır, açıkça Kitabında:
(Kim Allah'ın dinine yardım ederse eğer,
Allah, ona elbette, muhakkak yardım eder.)
Bir gün de buyurdu ki: (Resulü, cenab-ı Hak,
Gönderdi âlemlere, yalnız rahmet olarak.
O, sanki açık duran bir Kur'an-ı kerim’dir.
Yahut islamiyet’in, yaşayan bir şeklidir.
Yani Onun her sözü, her hal ve hareketi,
Bildirir açık açık bize islamiyet’i.
Rabbin beğenmediği bir söz veya bir fiil,
Onda asla olamaz, yani bu mümkün değil.
Bu yüzden, Onun bir tek söz ve hareketine,
(Hayır!) diyen, düşer tam küfür felaketine.
Oturuşu, kalkışı, herhangi bir bakışı,
İslamın ta kendidir, gelinmez Ona karşı.
Allahü teâlânın rızasını kazanmak,
Ona tam benzemek ve uymakla olur ancak.
Yani ona benzemek, gaye olursa asıl,
O rızaya kavuşmak, kolay olur velhasıl.
Onun varisi olan bir evliya kişi de,
Varisi olduğundan, Onun gibidir işte.
İslam âlimlerine, biz de fi’len, ahlaken,
Her şeyde, ne kadar çok benzersek hakikaten,
O kadar faziletli ve kıymetli oluruz.
Türlü sıkıntılara, kalmayız hem de maruz.
Bir âlim buyurmuş ki: (Hukukunuzu bizzat,
Kendiniz kurarsanız, olamazsınız rahat.)
Allahü teâlânın kurduğu kaideye,
Uyanlar, kavuşurlar rıza-i ilahi'ye.)
. Kurtulmanın tek çaresi
Seyyid Harun-i Veli , büyük âlim ve veli.
Sohbeti, insanlara olurdu faideli.
Bir günkü sohbetinde buyurdu ki: (Biz kuluz.
Tam islama muvafık yaşamaya memuruz.
Çünkü cenab-ı Allah, yaratmıştır hep bizi.
O yapmıştır hem bizim, vücut makinemizi.
Nasıl kullanılması lazım geldiğini de,
O bilir, çünkü Onun eseridir hepsi de.
Zira kim yaptı ise, herhangi makineyi,
Kullanılmasını da, o bilir daha iyi.
İşte bu çok muazzam, harika dediğimiz,
Vücudumuzu dahi, yaratmıştır Rabbimiz.
Kullanma talimatı olarak da, O yine,
Bir kitap göndermiştir, (Kur’an-ı kerim) diye.
İzah etmek için de, onu açık olarak,
(Peygamber) göndermiştir, bize çok acıyarak.
Onların gelmesinin işte asıl sebebi,
İzah etmek içindir, Kitab-ı ilahi'yi.
Yani Resulullaha geldiğinden bu kitap,
O anlar manasını, çünkü Odur muhatap.
Onun izahatının dışındaki her izah,
Yanlış olup, imanı bozabilir mazallah.
Zira Kitabullah'ı, kendi anlayışına,
Göre tefsir edenler, çıkar dinin dışına.
Fark edilmez haldedir bu gün helal ve haram.
Onun için, kurtulmak zor olmuştur bugün tam.
Bir tek çaresi vardır, bu zaman kurtulmanın.
Ve bilmesi lazımdır, bunu her müslümanın.
Bu, ne nafile namaz, ne de zikir yapmaktır.
Bu, kurtulanlar ile beraber bulunmaktır.
İslam âlimlerinin okuyup kitabını,
Değerlendirmelidir müslüman her anını.
Hadiste buyurdu ki, zira Resul-i zişan:
(Allah'ın, bir kulunu sevmediğine nişan,
O kimsenin, ne dine, ne de dünyaya ait,
Faidesiz şeylerle geçirmesidir vakit.)
Her yaptığımız şeyi, kaydediyor melekler.
Ölünce, önümüze konacak birer birer.
Bunların inkârı da, mümkün olamayacak.
Onlara, ne bahane, ne özür bulunacak?
Boş ve malayaniyle, geçer ise zamanlar,
Amel defterinde de, boş geçer o sayfalar.
Bu boş sahifeleri, onlar defterlerinde,
Görünce, çok üzülüp, kahr olurlar o günde.
Derler: (Keşke dünyada hiç boş oturmasaydık.
Ya dine, ya dünyaya yarar bir iş yapsaydık.)
Hele defterlerinde, görseler günah, isyan,
İşbu pişmanlıkları, kat kat olur o zaman.)
. Seversen, sevilirsin
Seyyid Harun-i Veli , şanı büyük bir veli.
Çehresi daim güleç, tatlıydı hem de dili.
Bir gün, cemaatine buyurdu: (Ey insanlar!
Bilin ki her amelden, ahirette hesap var.
O gün, bütün günahlar olur hep aşikâre.
Mahcubiyet çok olur, bulunmaz ama çare.
Dünya ve ahirette, mahcup olmamak için,
Af ve mağfiretini dileriz Rabbimizin.
En çok affa kavuşan, şu kullardır ki ama,
Affedici olurlar bu dünyada daima.
Nitekim evliyadan, bir büyük mübarek zat,
Bir günkü sohbetinde, şöyle etti nasihat:
(Nasıl davranmasını, istersen Rabbin sana,
Sen dahi öyle davran, dünyada her insana.
Sen kulları seversen, Allah da seni sever.
Sen eğer affedersen, O da seni affeder.
Sen iyilik edersen, iyilik görürsün hep.
Zulmedersen, sen dahi olursun çok muazzeb.)
Dünyada kaybedenler, ahirette kârdadır.
Kazançlı olduğunu sanan da ziyandadır.
Bir zamanlar, birisi duymuş ki, filan yerde,
Bir evliya kişi var, gitmiş onu görmeye.
Demiş ki: (Ziyarete geldim ben Allah için.)
O veli buyurmuş ki: (Buyurun, şöyle geçin.)
Sonra namaz kılmışlar, o veli olmuş imam.
Lakin şöyle geçirmiş kalbinden gelen adam:
Bu nasıl velidir ki, tecvit bile bilmiyor.
Bir Fatiha'yı bile, doğru okuyamıyor.
İstemeden, o evde mecbur olmuş kalmaya.
Sabahleyin kalkınca, çıkmış abdest almaya.
Bakmış, koca bir arslan, görünür hem dişleri.
Korkusundan, zor atmış kendisini içeri.
Demiş ki: (Dışarıda bir arslan gördüm ki ben,
Bana saldıracaktı, zor kurtuldum elinden.)
O veli, bir eline alarak bastonunu,
Dışarıya çıkarak, azarlamış çok onu.
Demiş: (Misafirimi, sen ne hakla ey hayvan!
Böyle korkutuyorsun, defol git buralardan!)
Hayvan, boyun bükerek terk eylemiş o yeri.
Dönüp o misafire, şöyle demiş o veli:
(Bizim Fatihamıza yanlış diyeceğine,
Kendi acizliğini düşün de, gel kendine.
Senin merak ettiğin veliler şöyledir bak:
Onlar, Hak teâlâya mutidir tam olarak.
Kim itaat ederse, Rabbine tam ihlasla,
Onun mahluklarından bir zarar görmez asla.
Arslan, bana itaat ettiyse, şudur sebep:
Ben, Rabbimin emrine itaat ederim hep.
Gaibten haber vermek, bir hüner değil asla.
Hüner, islamiyet’e tam uymaktır ihlasla.)
. Tasavvufun dinde yeri
Seyyid Harun-i Veli , âlim ve veli idi.
Sözleri, insanlara pek çok faideliydi.
O, bir gün buyurdu ki: (İyi bir insan olmak,
Yedi şeyi, sırayla yapmakla olur ancak.
Birincisi, dosdoğru bir iman edinmektir.
Zira imansız olmak, sonsuz bir felakettir.
İkincisi, dinini öğrenmektir mükemmel.
Zira ilim olmazsa, yapılmaz hiçbir amel.
Üçüncüsü, her çeşit haramdan sakınmaktır.
En büyük haram ise, bu dinde kalp kırmaktır.
Hatta insan, Kâbe’yi, yıksa da yetmiş defa,
Kalp kırmanın günahı, büyüktür ondan daha.
Dördüncü mühim esas, farzı ifa etmektir.
Farzlar, Hak teâlânın emirleri demektir.
Beşinci, mekruhlardan kaçınmaktır iyice.
Bunlar da, kerih olan şeylerdir dinimizce.
Bundan sonra, sünneti yapmaya sıra gelir.
Bunlar, Resulullahın beğendiği şeylerdir.
Bütün bu altı şeye edince tam riayet,
Yedinci, (tasavvuf )a sıra gelir nihayet.
Bunlardan bir tanesi yapılmaz ise eğer,
Ondan sonrakilere, verilmez hiç bir değer.
Mesela bir kimsenin iman’ı yoksa şayet,
Yapsa da, kabul olmaz, yüz bin sene ibadet.
Ve eğer haramlardan sakınmazsa bir kişi,
Faide vermez ona, yaptığı hiçbir işi.
Farzları yapmayanın, sünneti kabul olmaz.
Sünneti yapmayan da, tasavvufcu olamaz.
Bir müminin kalbini, kırsa biri mesela,
Yaptığı zikirlerin faydası olmaz asla.
Büyük âlim İmam-ı Rabbani hazretleri,
Pek çok faideliydi, öğüt nasihatleri.
Bu âlim buyurur ki: (Farz yanında, nafile,
Bir deryaya nazaran, değildir damla bile.)
Tasavvuf, bir sofrada, sanki tatlı gibidir.
Yani ona, sofrada, en sonra sıra gelir.
Hak teâlâ indinde, en fazla aziz olan,
En fazla korkanlardır Allahü teâlâdan.
Vaktiyle bir talebe, gitmiş memleketine.
Dönüşte, hocasının yanına gelmiş yine.
Hocası sormuş ona: (Yolculuk boyunca hep,
Namazları, vaktinde kılabildin mi acep?)
(Evet kıldım) deyince, buyurmuş ona derhal:
(Kazancın işte budur, gerisi oldu hayal.)
Zira insan ölünce, dünya için duyduğu,
Sevinç, keder ve bütün uğraşıp yorulduğu,
O şeylerin tamamı, hepsi hayal olacak.
Geriye, Allah için yaptıkları kalacak.
Allah için yapılan ibadet, hizmet, namaz,
Bunların hiç birisi, indallah zayi olmaz.
20 - EY GAFİL İNSAN !
.Ey gafil insan!
Abdullah-ı Haddadi, ilim ehli bir zattı.
İşi, müslümanlara öğüt ve nasihattı.
Bir vazında dedi ki: (Ey insan, ol ki agah,
Hiç ummadığın anda, ecelin gelir nagah.
İyi bil ki bu dünya, bir rüyadır nihayet.
Bu rüyadan, ölümle uyanırsın sen elbet.
Bir yere girersin ki, karanlık, dar bir kabir.
Ve suale çekerler seni Münker ve Nekir.
Ebedi kalacağın, iki yer vardır ki hem,
O, ya Cennet olacak, ya malesef Cehennem.
Bunlara çok yakında olacaksın aşina.
Öyleyse uyan çabuk, al aklını başına.
Bunları düşünmekten, var mı daha mühim iş?
Gafletten uyanmazsan, feci olur bu gidiş.
Ey dünya lezzetine aldanan gafil insan!
Ölüme hazırlan ki, elinde fırsat şu an.
İnsanları bekliyor, Cehennemin ateşi.
Öyle şiddetlidir ki, bulunmaz asla eşi.
Bilse idi bunları, koyun ile sığırlar,
Yemeğe, bir lokma et bulamazdı insanlar.
Zira kederlerinden, hiç yemezlerdi, hatta.
Bu yüzden, deri kemik kalırlardı adeta.
Kıyamet günü için şimdiden yap ki azık,
Yanarsın aksi halde, kendine etme yazık.
Hazırlıklı olanın, asla olmaz zararı.
Cennet bahçelerinden, bahçe olur mezarı.
Bir kul ki, hazırlanmaz ve etmezse hiç esef,
Mezarı, Cehennemden çukur olur malesef.)
Bir gün Eshab-ı kiram, Resulden etti sual:
(Kim, insanlar içinde bulur izzet ve kemal?)
Buyurdu ki: (Ölümü en fazla yad edendir.
Ve ona hazırlıkta, acele eyleyendir.)
Sordular ki: (Günahtan etmek için ictinab,
Ne gibi tedbirleri almamız eder icab?)
Buyurdu: (Çıkarmayın ölümü yadınızdan.
Zira ecel, süratle geliyor ardınızdan.
Bir de hiç unutmayın ve bilin ki muhakkak,
Sizin her işinizi, görüyor cenab-ı Hak.
Ölüm, müslümanlara hediyedir, nimettir.
Günahı olanlara, acı bir musibettir.
Hazırlıklı olursa ölüme bir müslüman,
Sevinir, ferahlanır eceli geldiği an.
İman ile gidince hele o ahirete,
Bayramdır onun için, erer büyük devlete.
Melek-ül mevt gelerek, söyler ki o mümine:
(Hiç korkma, gidiyorsun Erhamürrahimine.
Cennet seni bekliyor, çok sevin, gülsün yüzün.
Artık hiç olmayacak sana keder ve hüzün.)
O kişi, bu hitabla olduğunda müşerref,
Erer büyük devlete, bu, ne büyük bir şeref.
Ölümü hatırlamak
Abdullah-ı Haddadi, âlim ve veli bir zat.
Emr-i maruf yaparken, eyledi Hakka vuslat.
Derdi ki: (Ey insanlar bir seraptır bu dünya.
Bugün var görünse de, harab olur sonunda.
İnsan çok yaşasa da, ölecektir akıbet.
Ölümden, hiç bir insan kurtulamaz ki elbet.
Can vermenin acısı, öyle çetindir ki hem,
Hiç kalır ona göre, dünyadaki her elem.
Lakin ahiretteki azaplara nisbetle,
Hiç yok denecek kadar, hafif kalır gayetle.
Ölüm, insanlar için çok zordur elbette ki.
Gafletle ölenlerin, kötüdür akıbeti.
Nedense kimse bunu düşünmüyor malesef.
Duymuyor bunun için, bir üzüntü ve esef.
Düşünmüş olsalar da, olmazlar müteessir.
Halbuki bu hakikat, olacak bir gün zahir.
Halbuki bir müslüman, çekilip bir kenara,
Düşünmesi gerekir ölümü ara ara.
Demeli ki: (Ey nefsim, gaflete dalma sakın.
Belki sana ecelin, her şeyden daha yakın.
Eğer düşünüyorsan, çok gencim henüz daha,
Genç iken ölenleri görmez misin acaba?
Sıhhatliyim diyorsan, yine yersiz bu sözün.
Sağlamken ölenleri, görmez mi senin gözün?
Düşünsene, ecdadın şu anda nerde, hani?
Ayrıldılar dünyadan, herbiri hem de ani.
Akranından ölenler var iken senden evvel,
Sana gelmeyecek mi sanıyorsun o ecel?
Onlar da, senin gibi düşünürlerdi, fakat,
Ummadıkları anda ettiler hepsi vefat.
Var idi bir çoğunun malı, mülkü, serveti,
Yine de ölüm oldu onların akıbeti.
Ölümü, onlar dahi etmezken hiç de hayal,
Bir anda, bu dünyadan eylediler irtihal.
Senin, o ölenlerden ne farkın var ki acep,
Ölüm hazırlığını, geriye atarsın hep.
Daha bir müddet önce, beraber yaşadığın,
Kimseler, vefat edip, toprak oldu bir yığın.
Sen dahi, onlar gibi olacaksın akıbet.
Hiç ölmeyeceğine, elinde var mı senet?
Ey nefsim, bu gafletten uyan da kendine gel.
Çalış, lakin dünyada kurma hiç uzun emel.
Geçen cenazeleri, görürsün gözlerinle.
Hatta bizzat kabire koyarsın ellerinle.
Yine düşünmezsin ki buna rağmen, ne garip:
Ben dahi, bunlar gibi olacağım an karib.
Ey nefsim, artık uyan, öleceksin sen dahi.
Bir gün, bu hakikatler çıkacaktır Vallahi.
Ve lakin pişmanlığın, faydası olmaz asla.
Öyleyse halis kul ol, dön Rabbine ihlasla.)
...Akıllı kim, ahmak kim?
Abdullah-ı Haddadi , büyük âlim ve veli.
Nasihati, herkese olurdu faideli.
Sohbetiyle, çok gencin kalbini etti tenvir.
Sözleri, dinleyene ederdi hemen tesir.
(Bu dünya nedir?) diye, sordular bir gün ondan.
(Burada olan her şey, sayılır mı dünyadan?)
Buyurdu ki: (Bu dünya, tarladır ahirete.
Faydalı tohum eken, kavuşur çok nimete.
Kadın, çocuk, mal, mevki ve makam düşüncesi,
Allah için olmazsa, dünya olur cümlesi.
Allah rızası için kullanılırsa bunlar,
Dünya değil, bilakis, ahiretten olurlar.
(Dünya) ile (ahiret), zıddır birbirlerine.
Birinden uzaklaşan, yaklaşır diğerine.
Bir iş, dine muvafık yapılır ise şayet,
Dünya ve ahirette, olur büyük saadet.
Kul, Rabbinin emrine, Resulün sünnetine,
Uymaz, düşkün olursa şehvet ve lezzetine,
Şu yolcuya benzer ki, kafileden ayrılır.
Hayvanının süsü ve palanıyla uğraşır.
Yol arkadaşlarına, uydurmayınca ayak,
Helak olur sonunda, çölde yalnız kalarak.
Bunun gibi bir insan, unutup Sahibini,
Bilmezse yaratılış hikmet ve gayesini,
Tâbi olur tamamen, heva ve hevesine.
Dalıp gider dünyanın, türlü meşgalesine.
Ölüme, hazırlıksız yakalanır nihayet.
Böyle olan kimseyi, bekler büyük felaket.
İnsan, düşkün olursa alçak dünya malına,
Mani olur bu hali, ölüm hazırlığına.
Çünkü kalbi, dünyayı düşünür gece ve gün.
Bedeni, dünya ile meşgul olur büsbütün.
Unutur Yaradan’ın emir ve yasağını.
Bulamaz meşgaleden, ibadet fırsatını.
Bir kimse, rızık için işinde çalışırken,
Feragat eder ise, günlük ibadetinden,
Gözetmezse Rabbinin emir ve yasağını,
Mesela kılmaz ise beş vakit namazını,
Dünyaya düşkün olmuş sayılır ki o insan,
Çok zengin olsa bile, sonunda olur hüsran.
Ey kişi, öyle çetin günler var ki önünde,
Analar, evladından kaçacaktır o günde.
Hazırlık yapmak varken, o gün için durmadan,
Ne ahmaktır dünyaya düşkün olup aldanan.
Yarın bu hakikatler olunca aşikâre,
Pişman olur, velakin faydası yok, ne çare.
Aklı olan bir kişi, fırsat bilir bu anı.
Yarın yüzü akıyla, kazanır imtihanı.
Ahmak olan kimse de, tâbi olur nefsine.
Atılır hor ve zelil, Cehennem ateşine.)
Sırat köprüsü
Abdullah-ı Haddadi, âlim ve veli bir zat.
Ediyordu gençlere, çok öğüt ve nasihat.
Talebesinden biri, sordu ki ona bir gün:
(Efendim, aslı nedir bu Sırat köprüsünün?
Denir ki, kıldan ince, hem kılıçtan keskindir.
İşbu ifadelerden ne anlamak gerektir?)
Buyurdu ki: (Evladım, Sırat, hak'tır elbette.
Cehennem üzerinde kurulur ahirette.
Müminler, kolaylıkla geçerek bu köprüden,
Cennete girecektir, bunu müteakiben.
Ve lakin kâfirlerin, ayakları kayarak,
Cehennem ateşine düşerler hor olarak.
Gerçi Sırat köprüsü denilse de ismine,
Benzemez bildiğimiz dünya köprülerine.
Zira dar-ı ukba’da, her ne ki varsa eğer,
Dünyada olanlara, sadece adı benzer.
Mesela bir talebe, olmak için muvaffak,
İmtihan köprüsünden geçirilir muhakkak.
Halbuki hiç köprüye benzemez imtihan da.
Çok kişi geçtiğinden, köprü denir buna da.
Sırat köprüsünden de, geçer bütün insanlar.
Müminler kolay geçip, ateşten kurtulurlar.
Lakin kâfir olana, gelir bu, güç ve ağır.
Ayakları kayarak, ateşe yuvarlanır.
Mahşer günü müminler, Sırat'a girdiği an,
Kimi yavaş, kimi de hızlı geçer oradan.
Kimi, yıldırım gibi ilerlerken Sırat’ta,
Kimi de, gider sanki hızlı koşan bir atta.
Günahı çok olup da, ameli olmayan pek,
Geçer Sırat üstünde, sanki emekleyerek.
Ve lakin mümin olan, gitse de düşe kalka,
İmanı hürmetine, halas olur mutlaka.
Kim, titiz davranırsa dinin emirlerinde,
Rahat ve kolay geçer, Sırat'ın üzerinde.
Bu hususta, ne kadar gösterirse çok dikkat,
Sırat, ona o kadar olur geniş ve rahat.
Kim, gevşek davranırsa islama tâbiyette,
Sırat, o kimseye de daralır o nisbette.
Hasılı bu dünyada, dinin emirlerinde,
Gösterilen gayret ve titizlik nisbetinde,
Sırat köprüsü dahi, olur rahat ve geniş.
Dünyada dine uygun yaşamaktır bütün iş.
İslama, tam olarak uymak için, bir kimse,
Kılı kırk yarar gibi titizlik gösterirse,
Kurtarır bu kişiyi, dinde bu titiz hali.
Geçer Sırat üstünden, uçan bir kuş misali.
Bir başka müslüman da, fazla incelemezse,
Dine tam uymak için, titizlik göstermezse,
O da, mahşer gününde pişman olur muhakkak.
Zira geçer Sırat'tan, bir hayli zorlanarak.
.. Garip, yolcu, mevta
Abdullah-ı Haddadi , din büyüklerindendi.
Din için, hiç durmadan hizmet edenlerdendi.
Öyle tatlı idi ki sohbet ve konuşması,
Dinleyenin kalbinden, silerdi kir ve pası.
Yaptığı içindir ki her işi Allah için,
Sözü tesir ederdi kalbine her kişinin.
Kimseden bir menfaat beklemezdi o asla.
Çünkü o, bu hizmeti yapıyordu ihlasla.
Bir gün dedi: (Ey insan, eyleme ki hiç gaflet,
Bu ömür bir gün bitip, ölüm gelir akıbet.
Bilesin ki bu dünya, fanidir, değil baki.
Elbet sen de olursun bir gün Hakk'a mülaki.
Zevk alma bu dünyanın, asla hiçbir şeyinden.
Bir an sevinç olsa da, elem gelir peşinden.
Öyle bir ömür sür ki yine sen bu hayatta,
Say kendini ya (garip), ya (yolcu), ya da (mevta).
Madem ki, ölüm sana gelecektir an karib,
Öyleyse bil kendini, bu dünyada bir (garip ).
Farzet ki, vasıl oldun bir yabancı diyara.
Yok gidecek bir yerin, yok elinde hiç para.
Ne evin var, ne barkın, ne tanıdık bir insan.
Derdini anlatmaya bilmiyorsun dil, lisan.
İşte böyle kalınca, tam bir garip, bi-çare,
Allah'a sığınmaktan gayri olmaz bir çare.
Hakiki dost olarak, bil öyleyse Rabbini.
O, senden iyi bilir zira senin halini.
Hem sonra, erişirse sana bir dert, musibet,
Yine yalnız, Allah'tan erişir sana medet.
Yahut da sen kendini, (yolcu ) bil bu dünyada.
Geri dönmemek üzre ehline ettin veda.
Vasıta bekliyorsun bir yere gitmek için.
O anda, bir dünyalık düşünebilir misin?
Deseler ki: (Şurada bir ev var, bir arsa var.)
O anda bunlar seni, eder mi alakadar?
Zira sen, bavulunla çıkmışsın yola artık.
Asla ilgilendirmez seni mal ve dünyalık.
Dersin ki: (Ben yolcuyum, ne yapayım emvali?)
İşte halis müminin dünyada budur hali.
O bilir ki, bu dünya bir köprüdür nihayet.
Hemen geçip gitmektir, en akıllı hareket.
Veyahut da dünyada, (ölmüş ) bil sen kendini.
Düşün ki, dedelerin, ecdadın nerde, hani?
Bir mümin, kendisini sayarsa ehl-i mevta,
Bağlanmaz kalbi ile, bu vefasız hayata.
Çünkü iyi bilir ki, bu hayat, sanki hayal.
Ve bu dünya, sonunda bulacak bir gün zeval.
O der ki: (Madem ölüm gelecektir muhakkak,
Öyleyse, bunun için lazımdır hazırlanmak.)
Bir şey (muhakkak) ise, (oldu) bilir o bunu.
Rabbine, ihlas ile yapar tam kulluğunu.
. Evliya nasıl tanınır?
Abdullah-ı Haddadi , hal ehli veli bir zat.
Ederdi insanlara çok öğüt ve nasihat.
Dediler ki: (Efendim, halk içinde bir veli,
Ne şekilde tanınır ve nasıl olur belli?)
Buyurdu ki: (Evliya, dostudur Rabbimizin.
Onları anlamaya, aklı ermez herkesin.
Tatlı dil, güler yüzü, o hep şiar etmiştir.
Ve çok merhametiyle, temayüz eylemiştir.
Asla asık olarak, kimse görmez yüzünü.
Zira gömer kalbine, o, her üzüntüsünü.
İnsanlar arasında, gündüzleri gülse de,
Ağlar yalnız kalınca, karanlık gecelerde.
Kusurunu düşünüp, Allah'tan hicab eder.
(Nasıl cevap veririm, mahşerde Rabbime?) der
Pişman, nadim olarak tövbe eder hep dili.
Gözünden akan yaşlar, ıslatır bir mendili.
O, böyle hüzünlenip, ağlasa da her gece,
Buna, yalnız hanımı vakıf olur sadece.
Sabah teşrif edince insanlar arasına,
Yine tebessümüyle, neşe saçar her yana.
Her kimin derdi olsa, doğruca ona gelir.
Onun bir çift sözüyle ferahlanır, sevinir.
Ne kadar üzüntülü olsa da ona giden,
Onu bir an görünce, ferahlar kalbi birden.
Hak teâlâ, onlara vermiştir böyle haslet.
Onu gören kimsede, kalmaz gam ve kasavet.
Dine hizmet etmektir, onun tek düşüncesi.
Bunu düşünmek ile geçer gün ve gecesi.
Onun her davranışı, Allah için olur hep.
Şahsı için, kimseden hiç bir şey etmez talep.
Din için sarfetse de yüzlerce dirhem, dinar,
Dünya muhabbetini, kalbine sokmaz zinhar.
Çünkü olmaz hiç işi, para ile, pul ile.
Dünyalık hiçbir şeye, dönüp de bakmaz bile.
Dine hizmet uğrunda, yapar pek çok icraat.
Hiç kendi şahsı için, düşünmez bir menfaat.
Çünkü vardır kalbinde, yalnız aşk-ı ilahi.
Dünya muhabbetinden, bulunmaz zerre dahi.
Sonra o, öyle fazla sever ki üstadını,
Muhakkak ifa eder, onun her muradını.
Bütün dünya bir yana ve üstadı bir yana.
Titrer ki, bir zerrecik üzüntü gelir ona.
Çünkü onun elinde olmuştur böyle âli.
Ona hizmet babında, bulunmaz hiç ihmali.
Her ne olursa olsun, yahut da hiç olmasın.
Yeter ki, üstadının kalbine toz konmasın.
İşte bu sevgidir ki, halisane, bi-riya,
Böyle çok yükselerek, olmuştur bir evliya.
Asla çıkmaz ağzından, malayani, boş bir laf.
Sırat-ı müstakimden, asla etmez inhiraf.
.
21 - HARAM, ATEŞ GİBİDİR
..Haram, ateş gibidir
Abdullah-ı Yemeni , hal ehli, bir büyük zat.
Her gün, talebesine ederdi çok nasihat.
Ömrünü, ilim ile geçirmiş bir veliydi.
Sözü ve sohbetleri, pek çok faideliydi.
Bir gün, genç bir müslüman gelerek huzuruna,
İstirham eyledi ki: (Nasihat edin bana.)
Buyurdu ki: (İşleme en küçük günah dahi.
Zira günah ateştir, yakar seni Vallahi.
İnsanlar arasında, kork ve sakın şöhretten.
Zira ahmak olanlar, hoşlanır övülmekten.
Arzu etme, çok kimse ansın senin adını.
Bunu seven, alamaz ibadetin tadını.
Bu dünyanın sevgisi, hiç olmasın kalbinde.
Zira onun kıymeti, bir hiçtir Hak indinde.
Seni uğraştırmasın, dünya meşguliyeti.
Hiç ile uğraşanın, bir hiç olur kıymeti.
Dünya, köprü gibidir, yürüyüp geçmeye bak.
Zira yolcu olana, yakışmaz oyalanmak.)
Genç dedi ki: (Öyleyse, ne yapayım şimdi ben?)
Buyurdu ki: (Hazırlan ahirete şimdiden.
Ahiret, hepimizin varacağı son durak.
Orada, her amelden sual olur muhakkak.
İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.
Ya sonsuz Cehennemde, ya Cennette olurlar.
Rabbinin kudretini düşünseydi bir insan,
Korkudan, edemezdi Ona günah ve isyan.
Akıllı bir müslüman, asla uymaz nefsine.
Bilir ki kendi nefsi, düşmandır kendisine.
Her arzusu, mutlaka kendi aleyhinedir.
Ona uyan bir kişi, ahmak değil ya nedir?)
Bir gün de buyurdu ki: (Hazırlıklı olunuz.
Zira siz, ahirete giden bir yolcusunuz.
Bugün yarın, nihayet yakalar ecel sizi.
Öyleyse, uyandırın gafletten kendinizi.
Size dualarımın, şudur ki özü el'an:
(Yakmasın Hak teâlâ, ateşte sizi bir an.)
Bir kimse, ahirette yanacaksa muhakkak,
Çok şeyi başarsa da, sayılır mı muvaffak?
O halde, şu insandır asıl muvaffak olan:
Kurtarmıştır kendini, Cehennemde yanmaktan.)
Derdi ki: (Siz Allah’tan, çok korkun ki burada,
Allah, iki korkuyu cem etmez bir arada.
Bir kul, eğer dünyada, korkar ise Allah'tan,
Korkmasın ahirette Cehennemden, azaptan.
Ve bir kul ki, Rabbinden korkmaz ise burada,
Bilsin ki, onun için çok korku var orada.
Ey insanlar, daima Allah'a şükreyleyin.
Lakin yalnız dil ile iktifa eylemeyin.
(Çok şükür) demek ile, şükretmiş olmazsınız.
Günahtan el çekin ki, şükretsin her azanız.
. Cehennem korkusu
Abdullah-ı Yemeni , şanı büyük bir veli.
Dine hizmet etmekti, yalnız onun emeli.
Ahiret endişesi, hiç çıkmazdı içinden.
Korkarak bahsederdi Cehennem ateşinden.
Yanan bir soba görse, sıcak şey içse veya,
Cehennemi düşünüp, ağlardı ekseriya.
Derdi ki: (Bu insanlar, nasıl yanar ilahi?
Ateşe, bir an bile dayanılmaz Vallahi.)
Her nerede bir sohbet etseydi insanlarla,
Hiç dünya işlerinden konuşmazdı o asla.
Ölüm ve ahiretten bahsederdi muhakkak.
Derdi ki: (Ecel yakın, lazımdır hazırlanmak.
Belki de bugün yarın, öleceğiz elbette.
Ve her bir işimizden, hesap var ahirette.)
Sordular ki: (Cennete girmek için, müslüman,
Neye dikkat etmeli bu dünyada her zaman?)
Buyurdu: (Kim Cennete, niyetliyse girmeye,
Alışsın bu dünyada, dert ve elem çekmeye.
Zira Cennet yolunda, maniler var aşacak.
Bunlara sabredenler, girerler ona ancak.
Bu yolda Meşakkat var, Hastalık var, Acı var.
Nefsin istemediği her türlü sıkıntı var.
Bu, Cennet yolcusunun zor gelse de nefsine,
Hiç şikayet etmeyip, o, sabreder hepsine.
Sürüklemek isterse, günaha nefsi onu,
Sabreder, yapmaz asla onun tek arzusunu.
Ağır bir söz söylerse, bir mümin, kendisine,
Sabredip cevap vermez, hakim olur nefsine.
Geçim sıkıntısından, olsa da mutazarrır,
Uzanmaz haram mala, gösterir yine sabır.
Rabbinin emrettiği, ne varsa farz ve sünnet,
Hepsini ifa edip, verir çok ehemmiyet.
Onun yasak ettiği, ne varsa günah, haram,
Büyük bir titizlikle, hepsinden kaçınır tam.
Cehennem yolundaysa, olmaz elem ve keder.
Nefis ve şeytan dahi, kulu tahrik ederler.
Bu yolun yolcuları, girmez sıkıntılara.
Nefsinin keyfi için, girer hep günahlara.
Bilmez helal ve haram, tanımaz ayıp, günah.
Nefsi ne istiyorsa, sayar helal ve mubah.
Yapar hiç çekinmeden, nefsin her dileğini.
Kalp kırar, gönül yıkar, bilmez ne dediğini.
Hiç bir hareketinde, tanımaz ölçü, sınır.
Çünkü o, her işinde, nefsinden emir alır.
Halbuki onun nefsi, düşmandır kendisine.
Oysa, esir olmuştur buna rağmen nefsine.
Pervasızca yapsa da, günah olan her işi,
Ölünce, bekler onu, Cehennemin ateşi.
Halbuki günahına, üzülseydi içinden,
Kurtulurdu belki de, Cehennem ateşinden.)
. Veren, aziz olur
Abdullah-ı Yemeni , Hak aşığı bir kişi.
Her an islamiyet’e hizmet idi tek işi.
Cömert ve şefkatliydi etrafındakilere.
Dünya için kızdığı, görülmedi bir kere.
Derdi ki: (Şu lazımdır, insana önce esas:
Kuvvetli bir imanla, riyasız tam bir ihlas.
Eğer bir müslümanda, bu şeyler mevcut ise,
Mühim değil, giydiği ayakkabı, elbise.
Hazret-i Ömer’in de, üstündeki hırkası,
Eski olup, var idi hem de bir çok yaması.)
Bir gün de buyurdu ki: (Allah dostu kimseler,
Her zaman ve her yerde, Allah'a şükrederler.
Nitekim biri gelmiş, bir velinin yanına.
(Nasılsın?) dediğinde, (İyiyim) demiş ona.
Adam demiş: (Her kime sorsam ben bunu şayet,
Herbiri, bir derdinden eder hemen şikayet.
Herkesi bezdirmişken türlü derdi, mihneti,
Siz şükrediyorsunuz, nedir bunun hikmeti?)
Buyurmuş ki: (Kardeşim, şükür elhamdülillah.
Her türlü nimetleri, bahşetti bize Allah.
Biz, dünyada rahatlık aramayız ki zaten.
Dünya, mihnet yeridir, rahat olmaz esasen.
Mihneti, kendimize zevk ettik biz bir defa.
Asla beklemiyoruz dünyada zevk-ü safa.
Gelse de müslümana, sıkıntı, dert ve mihnet,
Hiç şikayet etmeyip, bilir onu bir nimet.)
Adam bunu dinleyip, duygulanmış bir hayli.
Ve sormuş merak ile o zata şu suali:
(Peki, niçin huzursuz şimdi hıristiyanlar?
Halbuki dünyalıkta, ilerde bizden onlar.)
Buyurmuş: (Elbet olmaz huzur ve dirlikleri.
Çünkü almak üstüne kurulmuştur dinleri.
Bizde ise, bilakis vermektir esas olan.
Almak değil, vermeyi düşünür her müslüman.
Onlar, neşelenirler bir şey elde edince.
Biz ise, seviniriz başkasına verince.
Onlar, elde etmeyi düşünürler daima.
Başkasına vermeyi düşünürüz biz ama.
Müslüman, almaktansa, vermeyi kârlı bilir.
Çünkü bizde, verenler kazanır sevap, ecir.
Veren el, alan elden üstündür dinimizde.
Alan hakir, verense aziz olur hep bizde.
Hatta bizim, verecek olmasa bir şeyimiz,
Hiç olmazsa tebessüm, güleryüz gösteririz.
Alışık olduğundan müslüman hep vermeye,
Ölürken, ruhunu da kolay verir meleğe.
Halbuki hep almaya alışmışsa bir kişi,
Elinden bir şey çıksa, üzülür, yanar içi.
Nitekim ömrü bitip, eceli geldiği an,
Onun ruhu ve canı, zor çıkar vücudundan.)
Dünyaya çalışmak
Abdullah-ı Yemeni , âlim ve veli bir zat,
Bir günkü sohbetinde, şöyle etti nasihat:
(Asla güvenmeyiniz, hiç bir taatinize.
Allah'a boyun bükmek yakışır zira bize.
Gafletle yapıyoruz, her ibadetimizi.
Allah'ın merhameti kurtarır ancak bizi.
Olmazsa büyüklerden bir şefaat ve yardım,
Yalnız amelimizle, kurtulmak zordur yarın.
Hiç kimse kurtulamaz asla tövbe etmekten.
Yapmalı tövbeyi de, ağlayarak, yürekten.
Büyüklerden biri de, şöyle buyurmaktadır:
(Bizim tövbemiz bile, bir tövbeye muhtaçtır.)
Âlimlerin biri de, buyurur bu mevzuda:
(Derhal tövbe eyleyin, her ibadet sonunda.)
Sordular ki: (Efendim, bir çok âlim, evliya,
Hep kötülemişlerdir dünyayı ekseriya.
Halbuki dünyaya da çalışmak gerekmez mi?
Çünkü yaşamak için, bu da icab etmez mi?
Dünya kötü olunca, bunun için uğraşmak,
Dinen mahzurlu mudur çalışıp zengin olmak?)
Buyurdu: (Hayır, asla, mal kötülenmemiştir.
Bilakis Allah, mal'a, Kur'anda (Hayr ) demiştir.
Kötü olan, mal değil, ona gönül vermektir.
Yani mal sevgisini, kalbe yerleştirmektir.
Halbuki nazargah-ı ilahi'dir kalbimiz.
Kalpleri, kendisine mahsus kıldı Rabbimiz.
Kalp, Allah sevgisinin ve iman’ın yeridir.
Kalpte bunlar oldukça, hayattadır, diridir.
Halbuki sevmez Allah, dünyayı zerre kadar.
Ona, ezelden beri etmemiştir hiç nazar.
Madem ki bu dünyayı sevmiyor Rabbimiz de,
Öyleyse muhabbeti, ne arar kalbimizde?
Mühim olan, insanda gaye, hedef, niyettir.
Yani, kulun gönlünde olan istikamettir.
Sadece (Dünya ) ise, kişinin tek hedefi,
O, dünya adamıdır, çok fakir olsa dahi.
Çünkü sırf nefsi için, dünyalık eder talep.
Dünyaya yönelmiştir, dünyayı düşünür hep.
Birinin de gönlünde (Ahiret ) varsa eğer,
Dünya mal-ü mülküne, vermiyorsa hiç değer,
Olsa da onun pek çok malı, mülkü, makamı,
Ahiret adamıdır, değil dünya adamı.
Çünkü çok malı mülkü, olsa da onun yine,
Lakin sevgilerini sokmamıştır kalbine.
İbrahim Peygamberin davarları, malları,
Doldururdu bilcümle ovaları, dağları.
Lakin sevgilerini sokmamıştı kalbine.
Verdi bir gün hepsini, bir kez (Allah ) diyene.
Süleyman Nebiye de, verilmişken saltanat,
Kalbinde, zerre kadar sevgisi yoktu fakat.)
. Evliyayı üzmek
Abdullah-ı Yemeni , ilim ehli bir zattı.
Onun en sevdiği iş, gençlere nasihattı.
İlme hizmet etmeyi, edinmişti hep şiar.
Ehemmiyet vermezdi dünyaya zerre kadar.
Çok tesirli olurdu, dinleyene sohbeti.
Çünkü sırf Allah için yapardı nasihati.
Bir gün de, sohbetinde dedi ki: (Aman sakın,
Allah adamlarını, üzmekten çok sakının.
Bu zatları incitmek, pek çok tehlikelidir.
Çünkü onlar, Allah'a yakın ve sevgilidir.)
Derdi ki: (Kim açarsa iyilikte bir çığır,
Yazılır defterine, devamlı sevap ecir.
Kim hayırlı bir işi, öğretirse birine,
O dahi öğretirse, onu bir diğerine,
O amel işlenip de, hasıl oldukça sevap,
Onu ilk öğreten de, olur bundan hisseyab.
Mesela bir hocada yetişen talebeler,
Yaparlar çok kıymetli ibadet ve hizmetler.
Bunlardan aldıkları bilcümle sevap, ecir,
Aynen o hocanın da defterine geçilir.
Çünkü ne yaparlarsa, bir ibadet ve hizmet,
Kendi hocalarından öğrendi hepsi elbet.
O dahi bu ilmini, borçludur üstadına.
Bu sevaplar toplanıp, verilir hepsi ona.
Hep bu tertib üzere, ta kıyamete kadar,
Bütün müslümanların kazandığı sevaplar,
Hepsi, Resulullaha yazılır misli ile.
Çünkü her iyiliğe, Odur asıl vesile.
İşte bu sevaplarla, Resulullahın, her an,
Derecesi, kat be kat yükselir hiç durmadan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bilin ki gurur, kibir,
Küfre en yakın olan günahlardan biridir.
Kibir, büyük vasfıdır nefs-i emmarenin de.
Hatta her fenalığın, bu vardır temelinde.
Secde etmedi ise, Adem Nebi'ye şeytan,
(Ben ondan hayırlıyım) dedi de, işte ondan.
Ve eğer bir müslüman, kılmıyorsa namazı,
O dahi kibirdendir, budur bunun manası.
Eğer hor bakıyorsa, bir kimse diğerine,
En büyük işarettir, bu da onun kibrine.
Müslümana su-i zan, hakir görmek ve gıybet,
Sahibinin kibrini gösterir hepsi elbet.
Biri danışmıyorsa, yapacağı bir iş’te,
Kibirli olduğunu gösterir bu da işte.
Yani istişareden kaçıyorsa bir kişi,
Söylemek istiyor ki: (Bilirim ben bu işi.)
Hatta bir müslümandan, dua istemek bile,
Yakından ilgilidir, gurur ve kibir ile.
Eğer biri derse ki: (Bende yoktur hiç kibir.)
İşte bu söz, kibrinin en büyük delilidir.)
. Muhabbet, itaat, himmet
Abdullah-ı Yemeni , ilim ehli bir kişi.
İnsanları gafletten uyarmaktı hep işi.
Sözü, tesir ederdi kalbine her kişinin.
Zira hep konuşurdu gönülden, Allah için.
O, bir nasihatinde buyurdu ki: (Bir kimse,
Bir islam âlimini, rehber edinir ise,
O zatı büyük bilir, beslerse çok muhabbet,
Akar ona sel gibi, o zattan feyiz, himmet.
Lüzum kalmaz ayrıca, yardım istemesine.
Zira gelir devamlı, o himmet kendisine.
Ne kadar çok olursa, sevgi ve itaati,
Çok olur o nisbette, kavuştuğu himmeti.
Bir azalma olursa bu ikisinde şayet,
Azalır o nisbette, gelen feyiz ve himmet.)
Yine o buyurdu ki: (Ey insanlar, bu dünya,
Fani ve vefasızdır, aldanmayın sakın ha!
Onun, kim aldanırsa sahte güzelliğine,
Dünya ve ahirette yazık eder kendine.
Zira akıllılığın şudur ki alameti,
Girmez onun kalbine, dünyanın muhabbeti.
Her an, ahiretini düşünür aklı olan.
Çünkü iyi bilir ki, bu dünya bir imtihan.
Ahmak ise, kaptırır bu dünyaya gönlünü.
Yaşar gaflet içinde, düşünmez ölümünü.
Zira ahmaklığa da, şudur ki bir alamet,
Kalbinde bu faniye, besler sevgi, muhabbet.
Ancak kâmil insanlar, bu sevgiden kurtulur.
Yanlarında olanlar, bulur rahat ve huzur.
(Kötü arkadaş ) ise, insanı azdırır hep.
Kişinin helakine, bunlardır asıl sebep.
İnsan zarar görse de, (şeytan) veya (nefis)ten,
O, daha zararlıdır hatta bu ikisinden.
Şeytan, sanki dayamış ağzını kalbimize,
Gece gün, hiç durmadan, vesvese verir bize.
Lakin bir vesveseyi, verir ancak bir defa.
Eğer aldatamazsa, söylemez onu daha.
Fakat nefs-i emmare, hiç de böyle değildir.
O, yüzbin şeytandan da, daha tehlikelidir.
Saldırır kaplan gibi, hem de peşi peşine.
İster ki, atsın onu Cehennem ateşine.
Hasmını, zayıf olan noktasından yakalar.
Uğraşır onun ile, ta ölünceye kadar.
Böyle şiddetli iken, lakin nefs-i emmare,
Ondan, (kötü arkadaş ), zararlıdır bin kere.
Zira hissettirmeden, insanı, yavaş yavaş,
Adeta Cehenneme iter kötü arkadaş.
Lakin kötü arkadaş, olmaz yalnız insandan.
Hep kötü arkadaştır, ne varsa ahlak bozan.
Kitap, dergi, gazete, hatta filim ve kaset,
Hep kötü arkadaştır, azdırıyorsa şayet.)
.
22 - BÜYÜKLER AZ KONUŞUR
.Büyükler az konuşur
Seyyid Nuri Efendi , faziletli, büyük zat.
Özellikle gençlere ederdi çok nasihat.
Her sözü, Allah için, kalpten söylediğinden,
İstifade ederdi insanlar sohbetinden.
Derdi ki: (Sohbet ehli veliler yoksa eğer,
Onların kitabını okumak icab eder.
Zira kitap okumak, yarısıdır sohbetin.
Bu da, vesile olur gelmesine himmetin.)
Sordular ki: (Efendim, bu evliya-yı kiram,
Niçin çok konuşmayıp, etmezler fazla kelam?)
Buyurdu: (Çok konuşmak, cahillere mahsustur.
Allah adamlarıysa, az, fakat öz konuşur.
Onlar, cahiller gibi etmezler hiç yaygara.
Onların bir kelamı, yön verir insanlara.
Mesela bir (kaptan )a benzer ki bu veliler,
Elbette ki kaptansız, yürümez hiç gemiler.
Kaptan, seferden önce, açar haritasını.
Düşünür, hesab eder geminin rotasını.
İlmi tecrübesiyle çalışarak az müddet,
Tayin eder gemiye, bir yön ve istikamet.
Ondan sonra, lüzum yok bir şey söylemesine.
Çünkü gidiş yönünü vermiştir gemisine.
O, istikametini vererek gayet iyi,
Hedefe, sağ ve salim ulaştırır gemiyi.
Yine siz düşünün ki, evde bir (soba )yı da,
İnsanları ısıtıp, sağlar büyük bir fayda.
Verdiği sıcaklıkla ısınır da her taraf,
Lakin o, ayriyeten konuşup eylemez laf.
(Lamba ) da, aydınlatır haneleri her gece.
Lakin o da konuşmaz, ışık verir sadece.
İşte o büyükler de, sahiptir din ilmine.
İstikamet verirler, insanlık âlemine.
Hak teâlâ, onlarla yağdırır yağmurları.
Onların duasıyla, giderir belaları.
Onların sayesinde, gelir bolluk, bereket.
Onlarla vasıl olur kullara rüşd, hidayet.
Buna rağmen etmezler, lüzumsuz boş bir kelam.
Zira bilen konuşmaz, bu, böyledir her zaman.
Lüzumsuz konuşmayı, cahiller eder şiar.
Zira boş tenekeden, çok gürültü, ses çıkar.)
Yine bir sohbetinde buyurdu ki: (Bu devir,
Küfrün, bir sel misali aktığı bir devirdir.
Küfre girip girmemek zamanıdır bu zaman.
Küfürden çok korkarak yaşamalı müslüman.
Kim imansız ölmekten korkmuyor ise eğer,
O, imansız olarak ruhunu teslim eder.
Lalettayin, cahilce yaşamak iyi değil.
Küfre düşürebilir, kulu bir söz, bir fiil.
Mesela bir günaha, (Ne güzel!) dese insan,
Kaybeder imanını, böyle söylediği an.)
. Ahiret endişesi
İslam âlimlerinden, Seyyid Nuri Efendi,
Hal ehli bir zat olup, büyük velilerdendi.
Sarmıştı onu yalnız, ahiret endişesi.
Yok idi bundan büyük bir dert ve düşüncesi.
Derdi ki: (Ey insanlar, Vallahi var Cehennem.
O, dünya ateşinden daha şiddetlidir hem.)
Günah işleyenleri görse idi o şayet,
Sonlarını düşünür ve üzülürdü gayet.
Kızmaz, lakin çok acır, şefkat ederdi ancak.
Derdi: (Aman ya Rabbi, bunlar nasıl yanacak?
Gaflet içindedirler, gerçeği görmüyorlar.
Halbuki önlerinde, çok şiddetli azap var.
Kızmak değil, acımak lazım gelir bunlara.
Zira kızmak olur mu, gözü kör olanlara?
Nasıl ki bir a’maya, lazımsa yol göstermek,
Gerekir bunları da, gafletten ikaz etmek.)
Derdi ki: (Kardeşlerim, imanı olan kişi,
Nasıl işleyebilir, günah olan bir işi?
Biri görecek olsa o fiili işlerken,
Haya edip, vaz geçer o işi işlemekten.
Halbuki Allah her an, görüyor kendisini.
Ve biliyor kalbinden neler geçirdiğini.
O, onu görmese de, görüyor onu Allah.
Bunu bilen bir kişi, nasıl işler bir günah?
Ve Allah, kendisine yakınken ondan daha,
O, nasıl bile bile isyan eder Allah'a?
Yaptığı her bir işi, kaydediyor melekler.
Mahşerde, bunlar ona sorulur birer birer.
Her işi, ne niyetle yaptı ise, muhakkak,
Hepsinin hesabını, soracak cenab-ı Hak.
Sadece ameline bakmaz Allah, kulunun.
Bakar ki, o amelde, maksadı neydi onun?
Bir bakkal, ölüp gider ahiret âlemine.
Tam elli bin sahife getirirler önüne.
Bakıp, o meleklere sorar ki: (Bunlar nedir?)
Derler ki: (Dünyadaki, senin amellerindir.
Alış veriş yapmışsın, sen ellibin kişiyle.
Herbirine, bir sayfa açıldı işte böyle.
Onlarla ne yaptıysan, ne konuştuysan eğer,
Bütün inceliğiyle yazıldı birer birer.)
Bir gün de buyurdu ki: (Dinde üç esas vardır.
Bunlar da (ilim ), (amel ), üçüncüsü (ihlas )tır.
İhlas dahi şudur ki, yaptığı her bir işin,
Allah rızası için olmasıdır kişinin.
Kim Rabbine dönerse, samimi ve ihlasla,
Allah'ın kulları da, severler onu fazla.
Zira kim Hakk’a dönüp, halk'tan yüz çevirirse,
Allah ve kul katında, aziz olur o kimse.
Her kim de, insanlardan beklerse sevgi, takdir,
Bilakis o kimse de, olur zelil ve hakir.)
. Muvaffak olmak için
Seyyid Nuri Efendi , âlim ve evliyadır.
Tesirli sözleriyle, nasihatleri vardır.
Bir gün de buyurdu ki: (Muvaffak olmak için,
Günah işlememesi lazım gelir kişinin.
Sa'd bin Ebi Vakkas, Kadsiye savaşında,
İkiyüzbin kâfiri görmüştü karşısında.
Çok muhkem kaleler ve manialar, nehirler,
Ve İran ordusunda, var idi hem de filler.
Yani çok zor ve çetin olacaktı işbu harp.
Zira o güne kadar, fil görmemişti Eshap.
Halife Ömer Faruk, ordu kumandanına,
Kısa bir mektup yazıp, gönderdi derhal ona.
Mektup, iki satırdan ibaretti kısacık.
Bir taktik veriyordu kumandana pek açık.
Yazmıştı ki: (Düşmandan, sakın korkma ya Sa'd!
Ve hiç günah işleme, hem buna verme fırsat.
Askerin arasında, varsa günah işleyen,
Ayır o kimseleri, askerinin içinden.
Zira günah işlerse, sen ve senin askerin,
O İran ordusundan ne farkın kalır senin?
Şunu da bilmiş ol ki, hem de kesin olarak,
Allah, günah işleyen kavmi etmez muvaffak.)
Öyleyse yapacak iş, her şeyden daha önce,
Dini, islamiyet’i öğrenmektir iyice.
Sonra da, ihlas ile onu tatbik etmektir.
Çok küçük olsa bile, günah işlememektir.
Bir kişi, kendisini akıllı sanır ise,
Daima sıkıntı ve çile çeker o kimse.
Çünkü böyle zannetmek, nefsinin arzusudur.
Nefsini dinleyen de, bulamaz rahat, huzur.
Sırf nefsi kırmak için gelmiştir islamiyet.
Allahü teâlâya düşmandır nefis elbet.
Kırabilmek için de bu nefs-i emmareyi,
Öğrenmek lazım gelir islamı gayet iyi.
Yani biz nefse değil, nefs bize uyacaktır.
Nefsine uymayanlar, yarın kurtulacaktır.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bir kulda edep, haya,
Var ise, o kavuşur Allahü teâlâya.
Çünkü edep ve haya, ziynettir insana hep.
Vasıl olamamıştır Hakk’a hiç bir bi-edep.)
Bir gün, cemaatine dedi ki: (Cenab-ı Hak,
Halk eyledi bizleri, seçilmişler olarak.
Bir islam diyarında, mümin anne babadan,
Geldik ki, büyük nimet olamaz daha bundan.
Zira bu gün, dünyada yaşayan bu insanlar,
İçinde, nice bedbaht, talihsiz kimseler var.
Yani Hak teâlâyı bilmeyen nice insan,
Kendi Yaradan’ına ediyor günah, isyan.
Sonsuz hamd ve şükürler olsun ki Rabbimize,
(İman ) gibi kıymetli bir nimet verdi bize.)
. Küfür tehlikesi
Seyyid Nuri Efendi , büyük islam âlimi.
Dine, islamiyet’e hizmet etti daimi.
O, bir gün sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Rabbin feyiz nimeti, geliyor sana her an.
Dinli dinsiz herkese, bilcümle mahlukata,
Geliyor bu feyizler, bilmese de o hatta.
Zira her hücremizi, O çalıştırmaktadır.
İbadetin özü de, Onu unutmamaktır.
Bugün öyle gündür ki, çok bozuldu neşriyat.
İnsanı, Cehenneme sürüklüyor her bir şart.
Eskiden müslümanlar, (günah )tan korkuyordu.
Haram işlememeye, çok dikkat ediyordu.
Şimdi ise, her yerde, (küfür ) tehlikesi var.
Haramlar, hüner gibi işleniyor aşikâr.
Halbuki bir harama, (Ne güzel!) dese insan,
Mazallah kâfir olur, böyle söylediği an.)
Bir gün de buyurdu ki: (Şudur ki bir müslüman,
Elinden ve dilinden, kimseye gelmez ziyan.
Memur değil isek de, iyiliğe kimseye,
Mezun dahi değiliz, hiç kimseyi üzmeye.
Bir kimsenin şerefi, (akıl ) ve (iman )dadır.
Yani bütün üstünlük, imanı olandadır.
Çünkü o, bağlanmıştır Allah ve Peygambere.
Bir mesuliyet hissi taşır hem o bir kere.
Birine bir fenalık düşünse de o bilfarz,
Kalbindeki o iman, mani olur, yaptırmaz.
La teşbih bir köpeğin, tasması varsa şayet,
Ondan, hiç bir insana, bir zarar gelmez elbet.
Lakin yoksa tasması, o, sahipsiz demektir.
İmansız insanlar da, buna benzemektedir.
Sahipsiz bir köpeğin, her an ne yapacağı,
Belli olmaz ne zaman, kime saldıracağı.
Bunun gibi, imanı olmayan kâfirler de,
Zarar yapabilirler, her insana, her yerde.
Halbuki şöyledir ki, kâmil olan bir mümin,
Elinden ve dilinden, insanlar olur emin.)
Bir gün de buyurdu ki: (Her ahiret işinde,
Müminin, çok korkusu olmalıdır içinde.
Dense ki: tek bir kişi, düşecektir azaba.
Şöyle düşünmeli ki, o, ben miyim acaba?
Ve yine denilse ki: Bir kişi Cennetliktir.
O kimse, belki benim diye düşünmelidir.
Zira buyurmuştur ki büyükler bu konuda:
(Müsavi olmalıdır, ümit ile korku da.)
Gayemiz, bir kimseyi kurtarmaktır ateşten.
Zira daha kıymetli bir iş yoktur bu işten.
Değil ki bir insanı, yılan, yahut bir akrep,
Yanarken görsek bile, kurtarırız yine hep.
Halbuki insan için yaratıldı Cehennem.
Bu dünya ateşinden, daha şiddetlidir hem.)
. Sevmenin alameti
Seyyid Nuri Efendi , hal ehli derin âlim.
Kulları irşad için, hizmet etti her daim.
Herkes, güler yüzüyle tanıyordu bu zatı.
Tatlı ve tesirliydi, öğüt ve nasihatı.
Bir gün talebesine, şöyle etti nasihat:
(İslama hizmet için, üç vasıf olması şart.
Evvela güler yüzlü, tatlı dilli olmaktır.
Bu, muvaffak olmakta, en büyük vasıtadır.
İkincisi cömertlik, cimri hizmet edemez.
Zira nefse düşkündür, başkasını düşünmez.
Tam ihlaslı olmaktır, hizmette üçüncü şart.
Yani beklememektir kimseden bir menfaat.
Zerre kadar karşılık beklerse buna dair,
On para bile etmez, zira bu, ticarettir.
Kim ki islamiyet’i dökerse ticarete,
Dünya ve ahirette, düşer bir felakete.
Hizmet, (vermek)le olur, (almak)la değil zinhar.
Sahabe, canlarını verip şehid oldular.
Bu uğurda can vermek, en büyük rütbe, şeref.
Din, ihlaslı olmaktır, budur gaye ve hedef.
Bir avuç az bir arpa verseydi eğer Eshap,
Öyle alırlardı ki bundan ecir ve sevap,
Başkaları verseydi, dağlar kadar altını,
Alamazlardı bunun yüzde bir sevabını.
Çok yakındı Allah'a çünkü Eshab-ı kiram.
Olmuştu ihlasları hepsinin olgun ve tam.
Bir bardak su içine, bir damla düşse idrar,
Artık pis olmuştur ki, içilmez o su zinhar.
İşte halis niyete, çok az da bir dünyalık,
Menfaat karışırsa, on para etmez artık.
Maddede ve manada, temizlik pek iyidir.
Her şeyin saf ve temiz olanı kıymetlidir.)
Bir günkü vazında da buyurdu: (Ey insanlar!
Size, (sevmek ) hakkında diyeceğim sözler var.
Sevmek demek, (itaat ) demektir sevdiğine.
Yani peki demektir, onun her bir emrine.
Sevmenin alameti, (söz dinlemek )tir elbet.
Eğer dinlemiyorsa, yalandır o muhabbet.
Allahü teâlâyı kim seviyorsa eğer,
Onun emirlerine harfiyen boyun eğer.
Yani farzları yapıp, kaçınır her günahtan.
Haramlar karşısında, haya eder Allah'tan.
Yine Resulullahı severse biri şayet,
Onun emirlerini, severek yapar elbet.
Yani her sünnetine, sarılır seve seve.
Gönlü hiç razı olmaz, bir mekruh işlemeye.
Her kim de, üstadını seviyorsa eğer ki,
Onun herbir sözüne, uyar o elbette ki.
Yorum, tevil yapmadan uyar her dediğine.
Eğer yorum yaparsa, uymuş olur kendine.)
. Yarın çok geç
Seyyid Nuri Efendi , âlim ve evliyadır.
Kalplere tesir eden, nasihatleri vardır.
O, bir gün buyurdu ki: (Büyüklerin feyzleri,
Kalpten kalbe akarak, aydınlatır her yeri.
Alabilmek için de o feyzleri kalbine,
Muhabbet lazım gelir, onların herbirine.
Birisini sevmemek, hepsini sevmemektir.
Bu da, o feyizlerden, mahrum olmak demektir.
Ayrıca, iyi kötü, kâfir veya müslüman,
Hüsn-ü zan etmeliyiz her kişiye, her zaman.
(Ben filandan iyiyim), yahut (şu kul ne adi).
Şeytan, böyle diyerek kovulmuştur ebedi.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu dünya, imtihandır.
Gafil olmayalım ki, yarın çok geç zamandır.
Bu günden yapalım ki ne yapacaksak eğer,
Zira (yarın yaparım) diyenler ziyan eder.
Bugün her bir hesabı, yarına göre yapmak,
Felaketin başıdır, ölüm var çünkü mutlak.
Şu geçen dakikalar, belki son anımızdır.
Belki şu kıldığımız, en son namazımızdır.
Çünkü ahiret ile, bir kaç saniye kadar,
Aramızda, çok kısa, gayet az bir zaman var.
Nitekim bir zelzele olacak olsa bu gün,
Bir anda, ahirette oluruz hep topyekün.
Can vermemek için de bir çok kul haklarıyle,
Helallaşmak gerekir, her kişi birbiriyle.
Bu dünya önce yoktu, sonra da yok olacak.
İki yok arasında, bir hayattır bu ancak.
Bir şeyin olacağı, (muhakkak ) ise eğer,
Onu (oldu ) bilmeli, zamanlar çabuk geçer.
(Ölüm ) de, insan için mutlaka gelecektir.
Öyleyse onu şimdi, geldi bilmek gerektir.
Tabiin-i izam'ın, en yükseği olan zat,
Yani Veysel Karani, buyurur şöyle bizzat:
(Yattığında, ölümü, yastığın altında bil.
Kalkınca da karşında, o senden uzak değil.)
Bir gün de buyurdu ki: (Müslüman, tembel olmaz.
Çalışır, mal kazanır, ama gönül bağlamaz.
Resulullah, bu babta şöyle buyurmaktadır:
(Bu gün, ümmetim için fakirlik hayırlıdır.
Ama ahir zamanda gelen ümmetim için,
Zenginlik saadettir) , doğrusu budur işin.
Dinini muhafaza etmek için, müslüman,
Muhtaç olmamalıdır kimseye hiç bir zaman.
Rızkın onda dokuzu ticarettedir, ama,
Yaparken, düşmemeli bir günah ve harama.
Bütün ibadetlerin, onda dokuzu ise,
(Helalden yemek )tir ki, bu lazım önce bize.
Elbisenin düğmesi, haramdan olsa şayet,
Kabul olmaz, onunla yapılan bir ibadet.)
.
23 - BİR REHBERE KAVUŞMAK
.Bir rehbere kavuşmak
Fahreddin-i Iraki , hal ehli, veli bir zat.
Tesirli sözleriyle, ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Kibir , bir felakettir.
Gadab-ı ilahi'nin, gelmesine sebeptir.
İman etmemenin de temelinde bu vardır.
Hatta her iyiliğe, bu mani olmaktadır.
İmanı olsa bile, yapmıyorsa ibadet,
Sahibinin kibrine, bu da eder delalet.
Kalbinde, zerre kadar kibir olan kimseler,
Cehennemde yanmadan, Cennete giremezler.)
Derdi ki: (Kavuşursa bir kişi tek bir şeye,
O, kavuşmuş demektir, bütün güzel şeylere.
Hakiki bir mürşide kavuşsa biri eğer,
Ona, maddi manevi gelir her iyilikler.
Çünkü olgun mürşide kavuşmakla o adam,
Dinin emirlerine uymaya kavuşur tam.
Yani islamiyet’e, uymuş olur her işte.
Bütün saadetlerin başı da, budur işte.
Her amelde, islama edince tam riayet,
Bilcümle insanlar da, severler onu gayet.
Çünkü o, insanları bırakarak bir yana,
Çevirmiştir gönlünü, sadece Allah'ına.
Her bir ihtiyacını, Sahibinden ister hep.
Ondan gayri kimseden, hiç bir şey etmez talep.
Çünkü Rabbi iledir her bir işi mutlaka.
Yalnız Ona güvenir, itibar etmez halka.
Herkes onu methetse, yahut övmese de hiç,
Duymaz o bu şeylerden, bir üzüntü ve sevinç.
Çünkü iyi bilir ki, methetse de bu gün halk,
Yarın, hiç belli olmaz, söver düşman olarak.
Kimin, Rabbin emrine tam ise ittibası,
Onun, insanlarla da iyi olur arası.
Kâmil bir müslümanda, iki ziynet bulunur.
Bunlardan biri (edep ), diğeri (tevazu )dur.
İnsanlar, edep ile Allah'a yaklaşır hep.
Vasıl olamamıştır, Ona hiçbir bi-edep.
Peygamberlerden gayri, hiç kimsenin, elbette,
Garantisi yoktur ki, kurtulsun ahirette.
Hem çok korkmak gerekir, hem de ümitli olmak.
Ancak böyle mümkündür, ahirette kurtulmak.
Mutlak emin olmak yok, mutlak ümitsizlik de.
Müsavi olmalıdır, her ikisi birlikte.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu dünya, sanki hayal.
Yakında, ahirete edeceğiz intikal.
Zira ecel, kimseye, vakit bildirmemiştir.
Yani, erken veya geç gelirim dememiştir.
Nefesler sayılıdır, tükenir bir gün elbet.
Huzur-u ilahiye çıkacağız akıbet.
Seri-ül hesap tır ki Hak teâlâ hem dahi,
Gayet çabuk görülür hesabımız Vallahi.)
. Arkadaş mühimdir
Fahreddin-i Iraki , büyük veli ve âlim.
İnsanların dinine hizmet etti her daim.
Hep güler yüzlü olup, ederdi çok nasihat.
İnsanlar, sohbetinden alırlardı haz ve tad.
O, bir gün buyurdu ki: (Arkadaş çok mühimdir.
Zira iyi arkadaş, saadete erdirir.
Uygunsuz, kötü ise eğer ki bir arkadaş,
Seni de felakete sürükler yavaş yavaş.
Cüzzamlı hasta ile, insan, aynı yatakta,
Yedi sene yatsa ve yeseler aynı kapta,
Çok sari, bulaşıcı olsa dahi bu cüzzam,
Mikrop almayabilir cüzzamlı’dan o adam.
Yani o cüzzamlı’ya çok yakın olsa bile,
Mikrop geçmemesine, ihtimal vardır yine.
Ama bir mahallede, bir kötü olsa şayet,
Bu, diğerlerine de mutlak eder sirayet.
Oturmuş olsalar da, ayrı ayrı evlerde,
Bulaşır kötülüğü, hep diğerlerine de.
Hatta öyle olur ki, onun bu bozuk hali,
Olmaz, diğerlerine geçmeme ihtimali.
Bir sepetin içinde, bir elma olsa çürük,
Diğer elmalara da, bulaşır bu çürüklük.
Siz de dikkat edin ki, arkadaş ve yarana,
Zira arkadaşından, zarar gelir insana.)
Bir gün de buyurdu ki: (Alçak gönüllü olmak,
Gayet güzel huydur ki, çok sever cenab-ı Hak.
Vaktiyle bir talebe, hocaya gittiğinde,
Edepten, en geride, çökmüş kapı dibinde.
Ve lakin Hoca onu, fark edip ta ilerden,
Çağırıp, tam yanına oturtmuş onu hemen.
Çıktığında demiş ki: (O islam büyüğünün,
Çok iltifatlarına kavuştum henüz ilk gün.
Ve lakin en geride oturmasaydım eğer,
Çağırıp, yanlarında vermezlerdi bana yer.)
Hadiste buyuruldu: (Kalbinde, hem de çok az,
Kibir olan kimseler, Cennete kavuşamaz.)
Şeytan'ın da, Cennetten kovulmasına sebep,
(Ben ondan hayırlıyım) demesi olmuştu hep.
Yani kibirli olmak, şeytanın sıfatıdır.
Mütevazılık ise, Peygamberlik vasfıdır.
Allah için tevazu edenleri, Rabbimiz,
Sevip, iki cihanda kılar üstün ve aziz.)
Derdi ki: (Bu baş gözü, bizi hep aldatıyor.
Herşeye, kalp gözüyle bakmak icab ediyor.
Akl-ı selim sahibi Peygamberler, veliler,
Hep gönül gözleriyle bakıp karar verirler.
Pişman olacak bir iş yapmazlar onlar asla.
Hep islama muvafık iş yaparlar ihlasla.
Bu gün müslümanlar da, bu yüksek velileri,
Örnek alırlar ise, düzelir her işleri.)
. Allah seni seviyor mu?
Fahreddin-i Iraki , büyük âlim ve veli.
Sohbeti, insanlara olurdu faideli.
O, bir gün buyurdu ki: (Bir kimse etse merak.
Ki, beni seviyor mu, acaba cenab-ı Hak?)
Baksın her gün yaptığı işlere, amellere.
Sevip sevmediğini, anlasın buna göre.
Faidesiz şeylerle uğraşıyorsa şayet,
Bilsin ki sevmiyordur, budur ona işaret.)
Bir gün de buyurdu ki: (Hayırlıysa bir kimse,
Hak teâlâ o kulu, hayra eder vesile.
Müminler arasında, varsa sevgi, muhabbet,
İşte odur Allah'ın en sevdiği ibadet.
Ve hatta bu muhabbet, şartıdır iman’ın da.
Yani bu şart yok ise, yok olur o iman da.
Nasıl vakit girmesi, şart ise namaz için,
İki şarta bağlıdır, imanı da kişinin.
Birincisi şudur ki: (Can boğaza gelmeden,
Allah ve Peygambere inanmaktır önceden).
Çünkü perde kalkınca, her şey olur aşikâr.
O zaman inansa da, edilmez hiç itibar.
Çünkü inanmamıştı Peygamberin sözüne.
Hakikati görünce, inandı gördüğüne.
Fir'avn da, boğulurken, kalktı gözden perdesi.
(İnandım!) dediyse de, olmadı faidesi.
Öbür şart, (hubb-u fillah ), hem de (buğd-u fillah )tır.
Yani sırf Allah için sevip düşman olmaktır.
İmanın altı şartı, geçerli olmak için,
Lazımdır bu iki şart, doğrusu budur işin.
Bir mümin, bir mümine, sırf müslümanlığından,
Ötürü buğz ederse, o, olamaz müslüman.
Kavga edecekseniz, edin siz kendinizle.
Sakın bir müslümana bakmayın yan göz ile.
Şudur ki günahlardan, en bayağı ve çirkin,
Mümine, nefret ile bakmasıdır kişinin.
Başını seccadeden hiç kaldırmasa bile,
Hak eder Cehennemi, bu büyük günah ile.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çok sakının küfür’den.
Zira küfrün cezası, yanmaktır ebediyen.
Müminin çok günahı olsa da, o gün yine,
Kalmaz sonsuz azapta, imanı hürmetine.
Ebedi saadete kavuşabilmek için,
İman ile ölmesi lazım gelir kişinin.
Birinin çok nadide, inci mücevherleri,
Olursa, koyacak yer bulamaz o şeyleri.
Hırsız çalmasın diye, arar türlü çareler.
Hatta kaçar uykusu bu yüzden çok geceler.
İşte imanımız da böyle çok kıymetlidir.
Onu korumak için, tir tir titremelidir.
Eğer islamiyet’i iyi bilirse insan,
Getirmez imanına asla zarar ziyan.)
. İhlas elden gidince
Fahreddin-i Iraki , büyük âlim ve veli.
Hal ehli kimse olup, tesirliydi sözleri.
O, bir gün sohbetinde buyurdu ki: (Bir kimse,
Allah’a, ihlas ile ibadet eder ise,
Dünyada, işlerini kolay ve asan eder.
Kabirde ona acır, ahirette affeder.
İhlas ile ibadet ettikten sonra insan,
Her ne gelse iyidir, bilmeli nimet, ihsan.
İhlas elden giderse, o zaman çok zor olur.
Zira ihlas olmazsa, bulunmaz rahat, huzur.
Bir âlim de, şöylece ederdi ki duayı:
(Ya Rabbi, nasib eyle bana şehid olmayı.)
Zira şehid olanın, biri hariç olarak,
Bütün günahlarını, affeder cenab-ı Hak.
Hariç olan o günah, elbette kul hakkıdır.
Onun için, ölmeden helallık almalıdır.)
Bir gün de buyurdu ki: (Dünya ve içindeki,
Her şey, Allah indinde bir hiçtir elbette ki.
Hak teâlâ, kulları yarattı tek şey için.
Ki, ibadet etsinler kendisine ins ve cin.
Kullar, Ona ihlasla ederlerse ibadet,
İhsan eder onlara, ebediyen bir Cennet.
Kendisi buyurur ki: (Söz veriyorum size.
İbadet ederseniz, Cennet var hepinize.)
Yine buyuruyor ki Kur'anda Hak teâlâ:
(Allah, verdiği sözden, vadinden dönmez asla.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kalp, Allah'a mahsustur.
Yani kalpte, sadece Allah sevgisi olur.
Bir kalp, tutulur ise Halık'ından gayriye,
O, hasta demektir ki, muhtaçtır tedaviye.
Hak teâlâ, Kur'anda, bunu beyan ediyor.
(İnsanların kalpleri hastadır) buyuruyor.
Dünya sevgisidir ki, kalpteki bu hastalık,
Tedavi edilmezse, azaba olur layık.
Dünyadan kurtulmanın çaresi, yolu birdir.
Bu, çok namaz ve oruç ve çok zikir değildir.
Dünyadan kurtulmanın tek yolu şu ki işte,
Kurtulmuş olanlarla bulunmaktır birlikte.
Böyle mübarek bir zat bulunmuyorsa eğer,
Onların kitabını okumak icab eder.
Zira okunur ise edeple o kitaplar,
Onların kalplerinden, kalplere feyiz akar.
Çünkü o velilerin adları, her nerede,
Anılsa, ruhları da hazır olur o yerde.
Onların kalplerinden çıkan nur ve feyizler,
Kararmış gönülleri, temizleyiverirler.
Edebilmek için de onlardan istifade,
Edepli olmalıdır onlara pek ziyade.
İnsanın ziynetidir zira (haya ) ve (edep ).
Rahmetin gelmesine, bunlardır iki sebep.)
. Söz dinleyen kazanır
Fahreddin-i Iraki , ilim ehli büyük zat.
Bir gün, sevdiklerine şöyle etti nasihat:
(Söz dinleyen kazanır, kaybeder dinlemeyen.
Bu yolda yükselemez, hemen peki demeyen.
Bir sözün dinlenmesi, kabul görmesi için,
İhlasla söylenmesi lazım gelir o işin.
Onu dinleyenler de, dinler ise ihlasla,
O, itibar görür ve havada kalmaz asla.
Bu dinin temeli de, (ilim ), (amel ) ve (ihlas ).
İhlassız amellerden, faide hasıl olmaz.
Şeytan da âlim idi, ihlası yoktu fakat.
Huzur-u ilahiden bu yüzden olundu tard.)
Bir gün de buyurdu ki yine bazı gençlere:
(Asla zamanınızı geçirmeyin boş yere.
Bir araya gelince, okuyun, sohbet edin.
İhlası arttırmaya, sa'y-ü gayret gösterin.
Dedi kodu ve gıybet, öldürücü zehirdir.
Bu derde yakalanan, helake sürüklenir.
Günahınızı değil, arttırın ecrinizi.
Zira dine tam uymak, kurtarır ancak sizi.
Bu dünya bitecektir, belki de biraz sonra.
Kaç kişi kurtulur ki, bir deprem olsa zira?
Hayat, öldükten sonra başlıyor, bu bir gerçek.
Zira dünya hayaldir, bir gün sona erecek.
Bu hayale bakıp da, aldanmayın ki sakın,
Yoksa, mahşer gününde pişmanlık olur yarın.
Peygamber Efendimiz, hadiste buyurdular:
(İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar).
(Eyvaah!) der çoğu insan uyanınca, ne var ki,
İş bitmiş, olan olmuş, çaresi bulunmaz ki.
Ölmeden uyanmaya bakalım ki bu günde,
Pişmanlık duymayalım, yarın mahşer gününde.
Hak teâlâ bizlere, bahşetmiş türlü nimet.
Dünyada, imtihana tabiyiz bizler elbet.
Hep günah işlemekle harcanırsa bu ömür,
Bulunur mu mahşerde bir bahane ve özür?)
Bir gün de buyurdu ki: (Din, rehbersiz olamaz.
Yani rehber olmadan, kurtuluş mümkün olmaz.
(Rehber ), gemi gibidir, kim binerse kurtulur.
Dünya ve ahirette, bulur rahat ve huzur.
Bir rehbere ihtiyaç duymazsa biri eğer,
O, koca okyanusu, yüzerek geçmek ister.
Sonunda mağlub olur o korkunç dalgalara.
Tez zamanda boğulup, yem olur balıklara.
Halbuki gemi hazır, binmiş olsa gemiye,
Kolayca vasıl olur, rıza-i ilahiye.
Bu yolda rehber, delil, islam âlimleridir.
O yüksek insanlara, tâbi olmak gerektir.
İslam âlimlerine, kim tâbi olur ise,
Dünya ve ahirette, rahat eder o kimse.)
. Fırsatı değerlendirin
Fahreddin-i Iraki , büyük âlim bir zattır.
Sık sık buyururdu ki: (Bu ömür bir fırsattır.
Hiç bu günün işini, bırakmayın yarına.
Hatta geciktirmeyin, bir saat sonrasına.
Büyükler buyurur ki: (Gün bu gün, an bu andır.
Fırsatı kaçıranlar, muhakkak ziyandadır.)
(Helekel müsevvifun) buyurdu ki o Server,
Yani, sonra yaparım diyenler ziyan eder.
Bu gün, hayırlı bir iş fırsatı geçse ele,
Onu değerlendirmek lazım gelir acele.
Başka gün, aynı fırsat geçse de yine, fakat,
Sen, bu günkü fırsatı kaçırdın, bu hakikat.
Bu günkü sevabı da alsaydın kaçırmayıp,
Ecrin iki olurdu, olmazdı hiç bir kayıp.
Hem sonra aynı fırsat, bir daha gelir mi ki?
Bu iş, hiç belli olmaz, ölüm var kula çünki.
Ecel, hiç bir insana vakit bildirmemiştir.
Yani erken veya geç gelirim dememiştir.
Öyleyse her fırsatta, bakın hayır yapmaya.
Belki o sebep olur, Hak rızası almaya.
Bu iş, bir karıncayı kurtarmak olabilir.
Kime olursa olsun, iyilik iyiliktir.
Dul bir kadıncağızın, bir işini bitirmek.
Bir yetimin başını sığayıp sevindirmek.
Yahut yemek yedirmek bir dosta, arkadaşa.
İşbu iyiliklerin hiçbiri gitmez boşa.
Çünkü Hak teâlânın rızası hangi işte?
Bunu biz bilemeyiz, incelik burda işte.
Yaparsın ummadığın küçük bir iyiliği.
Kazanırsın onunla, rıza-i ilahiyi.
Yahut da bir günahı, küçük görüp işlersin.
Onunla, ahirette Cehenneme girersin.)
Bir gün de buyurdu ki: (Dinleyin ey cemaat!
Gözünüzü açın ki, çabuk biter bu hayat.
Her ne yapıyorsanız, geçiyor hepsi kayda.
Ancak iyi işlerden, insana gelir fayda.
Hak teâlâ görüyor bizim her işimizi.
Ve hatta bilmektedir, niyet ve içimizi.
İman ettikten sonra, en kıymetli ibadet,
Bir müminin kalbini sevindirmektir elbet.)
Bir gün de buyurdu ki: (Mümin, güler yüzlüdür.
Zira mümin olmanın simgesi, güleryüzdür.
Münafıklığın ise, şöyledir ki eseri,
Somurtkan, asık surat olur onlar ekseri.
Allah'ın sevmesini istersen seni şayet,
Sen de, başkalarına göster sevgi, muhabbet.
İstersen Hak teâlâ affetsin günahını,
Öyleyse sen de affet, başkasının aybını.
Ve eğer istiyorsan, acısın Allah sana,
Öyleyse sen de acı, şefkat et başkasına.)
.
24 - FIRSAT, GANİMETTİR
.Fırsat, ganimettir
Abdülhakim Arvasi , büyük âlim ve veli.
Sohbeti, insanlara olurdu faideli.
Bir gün, sevdikleriyle bir sohbet esnasında,
Buyurdu ki: (Bu sıhhat, ne nimettir aslında.
Göz, kulak, hele akıl, ne güzel birer ihsan.
Zira şimdi mahrumdur bunlardan nice insan.
Soracak Hak teâlâ, mahşerde bize yarın.
Ki: (Bu azalarını, nerelerde kullandın?
Nerede heba ettin gençliğini, ömrünü?)
Bunlara cevap vermek, çok zordur mahşer günü.
Hadiste buyuruldu: (Hasta olmadan evvel,
Sıhhatin kıymetini bilmelidir mükemmel.)
Bunun gibi, fakirlik gelmeden daha önce,
Zenginliğin kıymeti bilinmeli güzelce.
Bir de ölüm gelmeden, bu ömür ve hayatın,
Kıymetini bilin ki, sorulur size yarın.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çalışmak icab eder.
Zira selam vermedi, boş durana o Server.
Çalışan müslümanı, çok seviyor Rabbimiz.
Bunlar, iki cihanda olurlar üstün, aziz.
Şeytan musallat olur, boş durana muhakkak.
Boş vakit geçireni, hiç sevmez cenab-ı Hak.
Bu dünya bir gün biter, gaflete gelmeyiniz.
Arkanızdan, süratle geliyor eceliniz.)
Bir gün de buyurdu ki: (Vefasızdır bu dünya.
Sanki hayal gibidir, yahut tatlı bir rüya.
Allah'ın men ettiği ne varsa, hep dünyadır.
Yani dünya, kısaca haram ve mekruhlardır.
Atmak için kalbinden, dünya muhabbetini,
Dinlemek lazım gelir, âlimler sohbetini.
Onların, acıyarak, şefkatle bir bakması,
Siler atar kalplerden karartı, kir ve pası.)
Günah işleyenleri görse idi o eğer,
Derdi ki: (Ya ilahi, bunlara hidayet ver.)
Yine buyururdu ki: (Ahir zaman bu devir.
Kızmak zamanı değil, acımak lazım gelir.
Cehennem şu anda var, azabı da çok çetin.
Günahkâr kimseleri bekliyor yakmak için.
Kurtarmak gayesiyle kulları Cehennemden,
Cömert davranmalıdır, daha önce herşeyden.
Para pul yoksa bile, bir güleryüz, tatlı dil,
Göstermek gerekir ki, bu da fazla zor değil.
Hep güleryüzlü idi kendi de hakikaten.
Ayrıca, şefkatli ve çok cömertti hilkaten.
Sözü tesir ederdi, gönlüne her kişinin.
Zira hep ihlas ile söylerdi Allah için.
Söylediği şeyleri, yapardı kendi önce.
Herkes ibret alırdı, onu böyle görünce.)
. Bir rehber şart
Abdülhakim Arvasi , bir Allah adamıdır.
Kalplere tesir eden nasihatleri vardır.
O, bir gün buyurdu ki: (Hamdolsun Rabbimize.
İslam âlimlerini tanıttı zira bize.
Onların sayesinde, öğrendik dinimizi.
Düzelttik bu sayede istikametimizi.
Zira rehber olmadan, gidilir mi bir yere?
Gidenler, maruz kalır bir çok tehlikelere.
Gece, ıssız bir çölde, yalnız giden bir insan,
Yırtıcı hayvanlara, yem olabilir her an.
Veyahut bir deryada, pusulasız, gemisiz,
Ufacık bir kayıkla gidebilir misiniz?
Kur'an-ı kerim’inde, cenab-ı Allah bize,
Buyurdu ki: (Vesile arayın kendinize.)
Yine buyuruyor ki Kur'anda cenab-ı Hak:
(Sadıklarla beraber bulununuz muhakkak.)
Öyleyse ey insanlar, hiç yalnız kalmayınız.
Hele kötüler ile, sakın bulunmayınız.
Yalnız kalanlar için, kurtulma ümidi var.
Lakin hiç kurtulamaz, kötülerle olanlar.)
Bir gün de buyurdu ki: (Biz, aciz birer kuluz.
Rabbimizin emrine itaate memuruz.
Zira yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Yalnız Hak teâlâya ibadet eylesinler.
Büyükler buyurur ki: (Bir insan, bir namazı,
Geçirirse, dünyada haramdır yaşaması.)
Yani buna üzülmez ve etmezse hiç tasa,
Ölse daha iyidir, böyle yaşamaktansa.
Bir gün Resulullaha, biri gelip çok üzgün,
Dedi: (Ya Resulallah, mahvolmuşum ben bu gün.)
(Ne oldu?) buyurunca, dedi ki: (Kervanımı,
Vurup aldı haydutlar, hem de bütün malımı.)
Onun bu sözlerine karşılık, Resulullah,
Ona buyurdular ki: (Buna elhamdülillah!
Korktum diyeceksin ki, namaz kaldı kazaya.
Meğerse malın gitmiş, uğramışsın zarara.)
Bu kıssayı anlatıp, buyurdu ki: (Din budur.
Mümin, namaz kılarak bulur rahat ve huzur.
Âlimler buyurur ki: (Namaz vakti geçerken,
Üzülmeyen kimsenin, imanı gider hemen.)
Eğer üzülüyorsa, imanı var demektir.
Maksat, Hakk’ın emrine ehemmiyet vermektir.
Bir insan, kul olarak nasıl namaz kılmaz ki?
(Nefes almak) gibidir bu dinde namaz sanki.
Namaz, dinin direği, müminin miracıdır.
Namaz, hasta ruhların, tesirli ilacıdır.
Namaz kılan, kurtarır yıkılmaktan dinini.
Kılmayan, kurtaramaz ateşten bedenini.
Kim, beş vakit namazı getirirse yerine,
Kavuşur ahirette, Cennet nimetlerine.)
. Cömert olun
Abdülhakim Arvasi , Hak aşığı bir veli.
Vaaz ve sohbetleri, olurdu faideli.
Geçti onun hayatı, hep (cömertlik ) yaparak.
Vermekten zevk alırdı, elinde olmayarak.
Bir gün, sevdikleriyle gidiyorken bir yere,
Bir dağ görüp dedi ki, hemen ordakilere:
(Eğer ki şu dağ kadar olsa idi altınım,
Şu yol üstünde durup, hepsini dağıtırdım.
Onları dağıtırken o gelip geçenlere,
Derdim: Karşılığında Allah deyin bir kere.
Kurtarabilir isem Cehennemden bir kişi,
Yine kârlı çıkarım, yapmak ile bu işi.)
Öyle kimselerdir ki Allah dostu evliya,
Onların sözlerinde bulunmaz asla riya.
Şöyle şöyle yapardım dediyse onlar eğer,
Muhakkak ki o sözü yerine getirirler.
Bu büyük zat, bir gün de buyurdu: (Ey insanlar!
Gaflete dalmayın ki, (ahiret ) var, (hesap ) var.
Nasıl akşam olunca, bu gün bitti diyorsun.
Ve yatıp, ertesi gün tekrar uyanıyorsun.
Öyle gün gelecek ki, belki de çok yakında,
Dünya, bitmiş olacak o günün hitamında.
Ve nasıl ki her sabah, uyanırsın gün be gün.
Bakarsın ki dün bitmiş, başlamış yeni bir gün.
Dirilip kalkacaksın kabirden de akıbet.
Görürsün, (dünya ) bitmiş ve başlamış (ahiret ).
Her ne ki işlemişsen dünyada haram, günah,
Hepsinin hesabını, soracak senden Allah.
O gün mühür vurulur lisanına, ağzına.
Sonra, (Konuş!) denilir cümle a’zalarına.
Gözün, elin, ayağın, herşeyi beyan eder.
Yer gök, zemin ve zaman, hep şahitlik ederler.
Ey insan, öyle çetin günler var ki önünde,
Analar, evladından kaçacaktır o günde.
Hazırlık yapacakken o gün için durmadan,
Ne ahmaktır, dünyaya düşkün olup aldanan.
Yarın bu hakikatler olunca aşikâre,
Pişman olunur ama, bulunamaz bir çare.
Aklı olan bir kimse, fırsat bilir bu anı.
Öğrenir dinimizin emir ve yasağını.
Sonra, öğrendiğiyle amel eder ihlasla.
Böyle kul, ahirette bir zarar görmez asla.)
Derdi ki: (Sen herkese nasıl davranıyorsan,
Sen de, öyle karşılık görürsün her insandan.
Sen eğer başkasına verirsen ehemmiyet,
Verir başkaları da sana değer ve kıymet.
Allah'ın kullarını çok seversen sen eğer,
Elbette ki onlar da, seni öyle severler.
Nasıl davranmasını istersen halkın sana,
Sen dahi öyle davran öyleyse başkasına.)
. Cehennem ateşi
Abdülhakim Arvasi , sohbet ehli bir veli.
Sözleri, herkes için olurdu faideli.
Derdi ki: (Ey insanlar, şimdi vardır Cehennem.
Şiddeti, bu ateşten kak kat ziyadedir hem.
İşte size bir misal vereyim ey insanlar!
Güneşte, elli milyon derece hararet var.
Halbuki bildiğimiz var ya demir madeni,
Üçbin derecedeyken, erir akar su gibi.
Hararet üçbin iken böyle olursa demir,
Güneş, tam elli milyon derece, düşünün bir.
Mahşerde, Cehenneme atacaklar güneşi.
Bir anda kararacak o muazzam ateşi.
Kenarda bir top gibi kalacak o ateşte.
Güneşin, Cehenneme nisbeti böyle işte.
Dense ki: (Cehennemde, beden yanar ve biter.
Öyle ise acıyı, insan nasıl hisseder?)
Cevabı şöyledir ki, bedenler, ahirette,
Bu dünyadaki gibi olmayacak elbette.
Dünyadaki bedenler, çürümeye mahkumdur.
Ve lakin ahirette bedenler başka olur.
Yani onlar yansa da, eriyip bitmeyecek.
Kâfirler, ebediyen böyle azap görecek.)
Bir gün de sohbetinde, buyurdu: (Kardeşlerim!
Size, mühim bir şeyi izah etmek isterim.
Her kalpten, başka kalbe bir yol vardır manevi.
Bu yolla, birbirine feyiz akar bir nevi.
İki mümin, bir yerde eğer karşılaşsalar,
Kalpleri arasında, hemen bir akım başlar.
Onların ellerinde değildir bu hareket.
Haberleri olmadan kurulur münasebet.
Manen yüksek olanın kalbinde olan nurlar,
Aşağıda olanın kalbine doğru akar.
Cemaatle namazın şudur ki bir faydası,
Mümkün olmaz herkesin her an agah olması.
Bazısının Allah'tan gafil oldukları an,
Bulunur cemaatte mutlaka agah olan.
Birisi gafil iken, agahtır bir diğeri.
Uzak bir ihtimaldir, gafil olsun herbiri.
Böylece cemaatte, kesintisiz olarak,
Bir huzur ve agahlık devam eder muhakkak.
Böyle olan namaz da, olur daha müstecap.
Cemaat, daha fazla alır ecir ve sevap.)
Bir gün de buyurdu ki: (Allah dostu veliler,
Hayırda, her insandan daha ileridirler.
Böyle yüksek bir zatta olmaz gurur ve kibir.
O, herkesi kendinden daha kıymetli bilir.
Kullar beğensin diye, bir şey yapmaz o zinhar.
Ve asla düşünmez ki, sevsin beni insanlar.
Bilakis çevirmiştir yüzünü mahlukattan.
Rabbine yönelmiştir, bir şey ummaz o halktan.
. Namaz kılmak, zikirdir
Abdülhakim Arvasi , şanı yüce bir veli.
Sohbeti, insanlara olurdu faideli.
Bir günkü sohbetinde buyurdu ki bir kere:
(Osmanlılar getirdi, islamı bu yerlere.
Rumeli toprakları, rumların elindeydi.
Hem vardı Trabzon’da bir Rum-Pontus devleti.
İşte bu toprakları fethedip Osmanlılar,
İslamın nuru ile, bir bir aydınlattılar.
Bu yerler, islam ile şereflendi o zaman.
Onların sayesinde biz de olduk müslüman.
Bu yüzden, kıymetlidir Osmanlı sultanları.
Hürmet ve rahmet ile yad edelim onları.
Onların bu gayreti olmasa idi eğer,
Müslüman olamazdık belki de şimdi bizler.
Geçerken o zatların mezarları yanından,
Saygılı olmalıyız onlara en azından.
Onların herbirisi, âlim ve evliyadır.
Hepsinin, üstümüzde çok büyük hakkı vardır.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çok şükür Rabbimize.
Çok maddi ve manevi nimetler verdi bize.
Bir keşmekeş içinde inlerken bütün âlem,
Bizler, rahat ve huzur içindeyiz tamamen.
Çünkü iman, ibadet, huzurun kaynağıdır.
En büyük ibadet de, elbet (namaz kılmak )tır.
Çünkü namaz, Allah'ı hatırlatıyor bize.
Günde, en az beş defa geliyor kalbimize.
Onu hatırlamak da, zikir ve ibadettir.
Namaz kılan, Allah'ı zikrediyor demektir.
Hatta beş defa değil, anılır daha fazla.
Zira her şey zikirdir, ilgiliyse namazla.
(Ezan kaçta oluyor?), (Namaza ne kadar var?)
(Kalkıp abdest alayım) şeklinde konuşmalar,
Namaz’la alakalı olduğundan dolayı,
Hatırlatır bizlere Allahü teâlâyı.
Çünkü zikir, Allah'ı kalben hatırlamaktır.
Bu da, namaz kılmakla müyesser olmaktadır.
Kim beş vakit namazı, her gün eda ederse,
Ve bir vakti kılınca, ötekini beklerse,
Yani hep düşünürse, her kim namaz kılmayı,
O, zikretmiş sayılır, her an Hak teâlâyı.
Kalp hastalıklarının ilacı, bu zikirdir.
Allah'ı hatırlamak, kalbin temizliğidir.
Kimin kalbi, Allah'ı zikrederse eğer ki,
Yerleşir o kalplere Allah'ın muhabbeti.
İşte namaz kılmakla, bu zikir hasıl olur.
Allah'ın sevgisi de, bu kalplerde bulunur.
Muhabbet-i ilahi, bir kalbe girse eğer,
Bu dünyanın sevgisi, o kalpten çıkar gider.
İşte bu yüzdendir ki, en kıymetli ibadet,
İhlas ile beş vakit (namaz kılmak )tır elbet.)
. Selam vermek, duadır
Abdülhakim Arvasi , hal ehli bir büyük zat.
Her gün sevdiklerine ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Gençlik, büyük nimettir.
Onu, malayaniyle geçirmemek gerektir.
İki şeyden dolayı, gözlerden, yaş yerine,
Kan gelinceye kadar ağlansa, azdır yine.
Gençlik günleridir ki, bu ikisinden biri,
Zira geçen zamanlar, bir daha gelmez geri.
Öbürü, çok sevdiği dostun ayrılığıdır.
Özellikle üstaddan, hocadan ayrılıktır.)
Bir gün de buyurdu ki: Kâbe ilk görülünce,
Yapılan dua niyaz, kabul olur hemence.
Bunun gibi mümin de, her görüldüğü anda,
Her ne dua edilse, kabul olur anında.
İşte bu yüzdendir ki, bir mümini eğer biz,
Ne zaman, nerde görsek, önce selam veririz.
Zira selam, en büyük bir dua ve dilektir.
(Allah, sana selamet ihsan etsin) demektir.
O da cevap vererek, bulunur şu duada:
(Selamet ihsan etsin Hak teâlâ sana da)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu dünya bir hayaldir.
Yahut da çabuk biten bir rüya ve hülyadır.
Allah'ın kudretiyle bu kainat, an be an,
Var ve yok olmaktadır, her saniye durmadan.
Yani Allah, dünyayı bir var, bir yok ediyor.
Lakin insanın gözü, bunu fark edemiyor.
Mesela frekansı elli olan ampuller,
Bir saniye içinde elli kez yanıp söner.
Çok kısa bir zamanda olduğu içindir ki,
Biz farkedemiyoruz, bu yanıp sönmeleri.
Bunun gibi dünya da, her an var ve yok olur.
Ama bunu, insanlar göremez, gerçek budur.)
Bir gün de buyurdu ki: (Rabbimiz, bir kulunu,
Severse, dinde fakih ve âlim yapar onu.
Daha da çok severse, dine hizmet ettirir.
Böylece kendisine, çok fazla sevap verir.
(Ben) demek, hiç yakışmaz dine hizmet edene.
Büyüklerin feyzleri, ulaşmaz (Ben) diyene.
İslama hizmet etmek istiyorsa bir kişi,
Asla dememelidir, (Ben bilirim bu işi).
Nefsini, tamamiyle çekmeli ki aradan,
Böylece, kendisine feyz gelsin evliyadan.
Zaten halis müslüman, beğenmez kendisini.
Tenkid edecek olsa, tenkid eder kendini.
Hiç kimseyi, kendinden aşağı görmez asla.
Elinden geldiğince, hizmet eder ihlasla.
.
25 - CENNETE GİRMEK İÇİN
.Cennete girmek için
Ahmet Mekki Efendi , ilim ehli, büyük zat.
Verirdi insanlara hep öğüt ve nasihat.
O bir gün buyurdu ki: (Şu anda, herbiriniz,
Bir koyun sürüsünün çobanı gibisiniz.
Nasıl ki mesul ise çoban, koyunlarından,
Mesuldür her kişi de, aile efradından.
Kim Allah'a ibadet ediyorsa ihlasla,
Üzüntü ve yeise kapılmasın o asla.
Çünkü cenab-ı Allah, Kur’an-ı kerim’inde,
Hem de sure-i Kehf'in sonuncu âyetinde,
Buyurdu ki: (İhlasla, kim ederse ibadet,
Cennete koyacağım ben onu ilel ebed.)
İş, ihlasla Allah'a ibadet eylemektir.
Yoksa, Allah korusun, netice felakettir.)
Bir gün de buyurdu ki: (Nasıl ki su ve ceryan,
Kablo ve boru ile, nakledilirse şu an,
Nurlar da, kalpten kalbe, bir yolla nakledilir.
Bu yol, o büyüklere muhabbet ve sevgidir.
Evliyanın kalpleri, kaynaktır feyizlere.
Nur, onların kalbinden saçılırlar her yere.
Bu nur'u almak için, iki mühim şart vardır.
Bunlardan biri (sevmek ), biri de (inanmak )tır.
Kim bu büyük zatları ne kadar sever ise,
O miktarda kavuşur, bu nur ile feyize.
Bu nurun gelmesine, en mühim mani, engel,
Kulun kendi nefsidir her şeyden daha evvel.
Bir memleketin tadı, evliyalar iledir.
Onlar, o beldelerin manevi lideridir.
Bir mümin, Allah için tevazu etse eğer,
Hak teâlâ, o kulu yükseltir, aziz eder.
Kalbinde zerre kadar kibir olan bir insan,
Hiç Cennete giremez, kurtulmadıkça bundan.
Kibir ve gururlanmak, şeytan'ın sıfatıdır.
Mütevazı olmaksa, meleklerin vasfıdır.
Peygamber Efendimiz, mütevazı idiler.
Mütevazı olanı, Allah da, kul da sever.)
Bir gün de buyurdu ki: (İman, büyük nimettir.
Elden giderse diye, tir tir titremelidir.
Bir müslüman, imansız ölmekten korkmaz ise,
Son nefeste, imansız ölebilir o kimse.
İyilerle beraber bulunmak, büyük nimet.
Zira böyle yerlere, iner rahmet, bereket.
Dine hizmet etmekte, sıkıntı, çile vardır.
Sabredenler, çok büyük sevap ve ecir alır.
Allah adamlarının hayatını okumak,
Dünya muhabbetini, çıkarır kalpten mutlak.
Kalpten, dünya sevgisi çıkar çıkmaz tamamen,
Yerine, Rabbimizin sevgisi dolar hemen.
Kim, o büyük zatların, okursa hayatını,
Arttırır Hak teâlâ onların ihlasını.)
. Beş duyu organı
Ahmet Mekki Efendi , âlim ve veli bir zat,
Dine hizmet ederken eyledi Hakk’a vuslat.
Öyle tesirliydi ki, nasihat ve sözleri,
Hemen ikna ederdi dinleyen kimseleri.
O, bir gün buyurdu ki: Etrafımızı, yalnız,
Beş duyu organiyle bilip tanımaktayız.
Bu his organlarımız, olmasa idi eğer,
Dünyadan ve her şeyden olacaktık bi-haber.
Biz, kendimizi bile tanıyamayacaktık.
Yiyip içemeyecek, yaşıyamayacaktık.
Hiç göremeyecektik güzel, tatlı şeyleri.
İşitemeyecektik hoş nağme ve sesleri.
Sırf bu nimeti için, hiç durmaksızın yalnız,
Rabbimize şükretsek, yine tam yapamayız.
His organlarımıza etki eden ne varsa,
Bunlara (varlık) veya (mevcut) deriz hülasa.
(Kum, su, güneş) mevcuttur, bunlara var diyoruz.
Çünkü gözümüz ile, bunları görüyoruz.
Bunun gibi mevcuttur kainatta (ses) dahi.
Çünkü işitiyoruz onu da bizatihi.
(Hava) da bir mevcuttur, işitiyoruz zira.
Ve şahit oluyoruz her gün esen rüzgara.
(Sıcaklık, soğukluk) da, mevcuttur ayrı ayrı.
Çünkü hissediyoruz derimizle bunları.
(Elektrik, enerji), yahut (mıknatıs) gibi,
Görünmez kuvvetler de mevcuttur pek tabii.
Bunları, gözümüzle görmemiş olsak bile,
Anlıyoruz hepsini, bir çok tesirleriyle.
Mesela (elektrik), veriyor ısı, ışık.
Bunlar, var olduğunu gösteriyor apaçık.
(Mıknatıs) da, demiri çekiyor, görüyoruz.
Bu tesirleri ile, ona da var diyoruz.
Biri kalkıp dese ki: (Ben, bunlara inanmam.
Çünkü göremiyorum gözümle bunları tam.)
Böyle söyleyenlere, hiç kıymet vermiyoruz.
Hatta bu sözlerine, (çok saçmadır) diyoruz.
Çünkü biz, bu şeyleri göremesek de artık,
Lakin eserlerini görüyoruz apaçık.
Ve yine bunlar gibi, vardır ki nice şeyler,
Gözle görülmez ama, mevcuttur hepsi birer.
(Akıl, fikir, hafıza, üzüntü, keder, sevinç),
Bunların varlığını, inkâr eden var mı hiç?
Demek ki bir varlığa var diyebilmek için,
Muhakkak gözle görmek lazım gelmez o şeyin.
Bunun gibi, biri de dese ki bize şöyle:
(Ben Allah’a inanmam, görmedikçe şu gözle.)
Veyahut da dese ki: (Var mıdır cin ve melek?
İnanabilmem için, gözümle görmem gerek.)
Bu gibi sözlere de (saçma!) deriz velhasıl.
Çünkü isbat ediyor bunları fen ve akıl.
(Allah )ın varlığını, edemez kimse inkâr.
Çünkü görülmektedir güneş gibi aşikâr
. Tabiat dedikleri
Ahmet Mekki Efendi , âlim ve veli bir zat.
Bir gün, sevdiklerine şöyle etti nasihat:
Şu anda ecdadımız, yani dedelerimiz,
Silinmişler tarihten, biliriz herbirimiz.
Başka eski milletler, binalar ve şehirler,
Yine yok olmuşlardır zamanla birer birer.
Bu değişiklikleri yapan bir kuvvet vardır.
O da, hiç şüphe yok ki, (Allahü teâlâ)dır.
Allah'a inanmayan bazısı var ki fakat,
Diyorlar ki: (Bunları, yapıyor hep Tabiat.)
Tabiat kuvvetleri diye tutturuyorlar.
(Her şeyi, bu kuvvetler yaratıyor) diyorlar.
Cevabında deriz ki biz de bu kimselere:
Siz, bir (otomobil)i düşününüz bir kere.
Yüzlerce parça var ki, bunlar, birer ikişer,
Tabiat kuvvetleri ile mi birleşirler?
Yahut da tesadüfen sularda kümelenen,
Çöp yığını gibi mi birleşir bunlar hemen?
Otomobil, tabiat kuvvetleri ile mi,
Hareket etmektedir, bir şöför gerekmez mi?
Biz böyle söyleyince, o, bize gülecektir.
Ve hatta, (Hiç böyle şey olur mu?) diyecektir.
(Otomobil, elbette akıl ve hesap ile,
Ve birçok kimselerin, plan proje ile,
Çalışıp yaptıkları, bir sanat eseridir.
Yani kendi kendine olacak şey değildir.
Otomobil, ayrıca, akıl fikir yorarak,
Trafikle ilgili, kanunlara uyarak,
Bir şöför tarafından, eder ancak hareket.
Yani kendi kendine hiçbir şey olmaz elbet.)
Biz de böyle diyoruz, doğrusu da böyledir.
Tabiatta her varlık, bir sanat eseridir.
(Yaprak ), bir fabrikadır, çok sanatlı, muntazam.
Yine bir (canlı hücre ), bir eserdir muazzam.
Bugün, fenni buluş ve başarımız diyerek,
Öğünmüş olduğumuz şeyler de, hepsi tek tek,
Bu ince sanatlardan, farkına vardığımız,
Bir iki tanesidir, biraz anladığımız.
İslam düşmanlarının, kendilerine önder,
Diye gösterdikleri Darwin bile şöyle der:
(Gözün yapısındaki sanat inceliğinden,
Tepem atacak gibi oluyor hayretimden.)
Valhasıl gayet basit bir (otomobil) bile,
Olmazsa tesadüfen, yani kendi kendine,
Şu koca kainatın, bu muazzam şeylerin,
Akıllara durgunluk veren bu eserlerin,
Tabiat dedikleri şey ile, tesadüfen,
Olduğunu söyler mi, biraz ince düşünen?
Birazcık aklı olan, bu babta der ki fakat:
(Olmaz kendi kendine bu koskoca kainat.
Elbet ilim sahibi, sonsuz kudreti olan,
Bir Yaratıcı vardır bu âlemi yaratan.)
. Her şey muntazam
Ahmet Mekki Efendi , çok mübarek bir zattı.
Fen bilgilerinde de, sahib-i malumattı.
O bir gün buyurdu ki: (Her şeyi, cenab-ı Hak,
Yaratmıştır en güzel, en faydalı olarak.
Mesela dünyamızın, güneşe mesafesi,
Öyle ayarlıdır ki, olamaz bunun tersi.
Var ki yüzelli milyon kilometre uzaklık,
Bundan daha fazla ve azı, olmaz muvafık.
Zira bu, daha fazla olsaydı eğer bundan,
Hiç sıcak mevsim olmaz, donardık hep soğuktan.
Daha yakın olsaydı, olurdu fazla sıcak.
Bu sefer de, sıcaktan olurduk yine helak.
Yine etrafımızı sarmış olan (hava)da,
Çeşitli gazlar vardır, en uygun oranlarda.
Yüzde yirmibir kadar (oksijen gazı) vardır.
Bu nisbet, hayat için en ideal orandır.
Zira bu gaz, girerek, ta hücrelerimize,
Gıdaları yakar ve enerji verir bize.
Bu nisbet, bir parçacık fazla olsaydı eğer,
Hücrelerimiz yanar, kül olurduk bu sefer.
Ve yine bir nebzecik az olsaydı her yerde,
Gıdalarımız yanmaz, ölürdük bu sefer de.
Ayrıca, Hava’daki (karbondioksit) gazı,
Öyle ayarlıdır ki, olmaz çoğu ve azı.
Hava'da, onbinde üç oranda, bu gaz vardır.
Bu da, yaşamak için, en münasip orandır.
Boğucu özelliği varsa da bu maddenin,
Lakin çalışmasını, bu sağlıyor yüreğin.
Zira kanın içinde, beyne kadar gidiyor.
Ve kalbin merkezini, her an tenbih ediyor.
Bu gaz, çok az miktarda azalırsa mesela,
Kalbimiz o an durur, bu hayat olmaz asla.
Yahut az çoğalırsa, yaşıyamaz oluruz.
Çünkü havasızlıktan, bu sefer boğuluruz.
Yani hava içinde olan karbondioksit,
Olması lazım gelir, hiç değişmez ve sabit.
Bu çok mühim dengeyi, böyle hep sabit tutmak,
İçin de, denizleri yarattı cenab-ı Hak.
Nisbet fazlalaşınca, denizlerde bu erir.
Çamur olup, denizin diplerinde birikir.
Nisbet azalınca da, bu sefer bu yerlerden,
Suya, sonra hava'ya karışır yine hemen.
Bütün canlılar için, (hava) çok lüzumludur.
Eğer hava olmazsa, hayatımız son bulur.
İşte gayet lüzumlu olduğundan bu hava,
Bize bahşedilmiştir çalışmadan, bedava.
Rabbimiz, her saniye veriyor onu bize.
Ve hatta gönderiyor ta ciğerlerimize.
Uykuda olsak bile, yine de hiç durmadan,
Nefes alıp veririz, haberimiz olmadan.
(Su) da, yaşamak için pek lüzumludur, fakat,
Susuzluğa, daha çok buluruz güç ve takat.
Onun için, arayıp bulacak, taşıyacak,
Şekilde yaratmıştır Rabbimiz suyu ancak.
. Kör göremezse...
Ahmet Mekki Efendi , buyurdu ki: (Allah’ın,
Yarattığı her şeyde, bir ahenk vardır bakın.
Sayılmayacak kadar çoktur bu ahenk, nizam.
Sonra, yine sayısız varlıklar var muazzam.
Bunların, tesadüfen olduğunu söylemek,
Cahilce bir söz olup, mantıktan uzaktır pek.
Bu hususta, bir misal vermemiz gerekirse,
O zaman şu misali verelim şimdi size.
(On taş) alıp, hepsine, bir numara yazalım.
Sonra da bu taşları, bir torbaya atalım.
Numaralı on taşı, o torbadan, bu sefer,
Çekmeye çalışalım, sırayla birer birer.
Önce bir, sonra iki, sonra üç, dört, beş, altı,
Yedi, sekiz, dokuz, on numaralı taşları,
Çekmeye çalışalım böyle peşi peşine.
Bozulursa, atalım yine torba içine.
Bu on taşı, sırayla çıkarmak ihtimali,
(On milyarda bir )dir ki, bir düşünün bu hali.
On taşın, peş peşe ve sıra ile hülasa,
Dizilme ihtimali bu kadar az olursa,
Kainatta bulunan bunca ahenk ve düzen,
İhtimal var mıdır ki, olsunlar tesadüfen?
Bir başka misal daha vereyim ki ben size,
Mesela, daktiloda hiç yazmamış bir kimse,
Daktilo tuşlarına, tesadüfi beş sefer,
Yani gelişi güzel, rastgele bassa eğer,
Beş harfli (bir kelime ) yazılır ki o anda,
İşte bunun, Türkçe'de, yahut başka lisanda,
Bir manaya gelmesi ihtimali var mıdır?
Var ise, bu ihtimal, acaba binde kaçtır?
Yine gelişi güzel tuşlara basmak ile,
Yazılmak istenseydi, yine kısa (bir cümle ),
Manası olur muydu yazılan bu cümlenin?
Biraz aklı var mıdır, buna (olur) diyenin?
Rastgele (bir sahife ) manalı yazı yazmak,
İstense, ne derece mümkündür bunu yapmak?
Ve yine, bu tuşlara basmak ile, rastgele,
Küçük (bir kitap ) yazmak istense idi hele,
Bu kitabın, belli bir konusu olma hali,
Olur muydu hiç bunun imkan ve ihtimali?
Buna dahi bir kimse, eğer ki (olur) derse,
Akıllı denilir mi, böyle diyen kimseye?
Demek ki bu kainat, bir ahenk ve bir nizam,
İçinde yaratılmış eserlerdir muazzam.
Hepsi, ince hesapla ayakta durmaktadır.
Elbette bu şeylerin bir yaratanı vardır.
Bu, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten,
(Allahü teâlâ )dır, olur mu tesadüfen?
Allah’ın varlığına, sadece bunlar değil,
Her şey, Onu gösteren bir burhandır ve delil.
Her şey, Ona işaret etmektedir aşikâr.
Lakin kör göremezse, güneşin ne suçu var?
.
26 - KİMLER SONSUZ YANACAK ?
.Kimler sonsuz yanacak?
Abdurrahim Arvasi , âlim ve veli zattı.
İşi, hep insanlara öğüt ve nasihattı.
O, bir gün buyurdu ki: (Elbette cenab-ı Hak,
Kendini, kullarına bildirmek ve tanıtmak,
Gayesiyle, onlara Peygamber göndermiştir.
Böylece kullarına büyük şeref vermiştir.
Sevgili Habibinin o örnek hayatını,
Herkesi hayran eden o güzel ahlakını,
Öğrenen bir kimsenin, insafı varsa eğer,
Allah’a inanır ve Resule iman eder.
Allahü teâlânın, var ve bir olduğunu,
Hazret-i Muhammed’in, Resulü olduğunu,
Kalp ile inanmaya, (iman etmek ) denilir.
Ve böylece inanan kimseye (mümin ) denir.
Cennet ve Cehennem’i yarattı cenab-ı Hak.
Her ikisini dahi dolduracak muhakkak.
İnsanlar ve cinlerin pek çoğu, öldüğünde,
Cehenneme girecek, yarın mahşer gününde.
Lakin bütün varlıklar düşünülürse eğer,
Cennete gidecekler, çoğunluk teşkil eder.
Umumi ekseriyet, Cennette olacaktır.
Rahmeti, gadabını böylece aşacaktır.
Zira Cinnin sayısı, insanlardan tam on kat,
Sayı itibariyle fazla ise de, fakat,
Melekler de, cinlerin fazladır on katından.
Meleklerin hepsi de Cennette olduğundan,
Böylece ahirette, Cennette olanların,
Sayısı, daha fazla olacak yine yarın.
Cehennemi, insanlar ve cinler dolduracak.
Lakin bunlar içinde, kimler sonsuz kalacak?
Günah işleyenler mi?, namaz kılmayanlar mı?
Hayır, imanı olan, hiç ebedi yanar mı?
Müminler, Cehenneme girseler de, çıkarlar.
Sırf Allah düşmanları ebediyen yanarlar.
Peki, günah işleyen, Allah’a düşman mıdır?
Hayır, böyle kimseler kabahatli kullardır.
Yaramaz, suçlu çocuk gibidir sanki bunlar.
Evlada düşman olmaz elbet anne babalar.
Cehennemin içi de, tam yedi tabakadır.
Yedincide, hepsinden şiddetli azap vardır.
Birinci tabakası, en hafifidir, fakat,
Bu, dünya ateşinden şiddetlidir yetmiş kat.
Buraya, müminlerden bir kısmı girecektir.
Yanıp, günahlarından temizleneceklerdir.
Bu (Cehennem) denilen tabakada, bir miktar,
Azap çekeceklerdir, bid’at ehli olanlar.
İmam-ı Birgivi’nin vasiyetnamesinde,
Şöyle buyuruluyor bu Cehennem bahsinde:
(O kul ki, Cehennemden en son ayrılacaktır,
Tam yedibin ahiret senesi yanacaktır.
Ahiretin bir günü, uzunluk bakımından,
Dünyanın bin senesi kadardır hem o zaman.)
. Mürted kime denir?
Abdurrahim Arvasi, adında bir âlim zat,
Ederdi hep gençlere, çok öğüt ve nasihat.
Sevdiklerinden biri, gelerek bu veliye,
Sual etti: (Mürted’in manası nedir?) diye.
Buyurdu ki: İslamdan ayrılandır manası.
Şöyledir fakat bunun daha açıklaması:
Anne ve babaları mümin olduğu halde,
Hem islam terbiyesi alsa da ailede,
Cahil, veya okuyup bir diploma edinen,
Kedini âlim, yahut fen adamı zanneden,
Dinsiz kimselerdir ki, dünya adamıdırlar.
Din ve fenden bahsedip, gençleri aldatırlar.
İlim, fen denizinden, bir damlacık tatmakla,
Deryayı yuttuğunu zanneder bunlar hatta.
İslam âlimlerinden ve din bilgilerinden,
Yoktur hiç haberleri bunların hiç birinden.
Çocukken duydukları, bazı kelimelere,
Manalar uydurarak bozuk hayalleriyle,
Müslümanlık, bunlardan ibarettir sanırlar.
Böylelikle islamı inkâra kalkışırlar.
Ana babalarını, temiz müslümanları,
Beğenmeyip, aşağı görürler hep onları.
(Örümcek kafalı) ve (gerici) gibi sözler,
Söyleyip, onlar ile hem de alay ederler.
Lakin nefislerinin peşinde koşanlara,
Sırf dünyayı düşünüp, zevk sefa yapanlara,
(İlerici) veyahut (aydın kişi) diyerek,
Yanaşırlar bunlara, menfaat düşünerek.
Dünya ile birlikte, ahireti düşünen,
Başkalarının dahi haklarını gözeten,
Namuslu kimselere, (yobaz) ve (ahmak) derler.
Bu temiz kimselerle, böyle alay ederler.
(Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider) diyerek,
Gençleri, dinsizliğe sevkederler bilerek.
Ele geçirmişlerdir nasılsa bir diploma.
Mesleklerinde bile cahildir bunlar ama.
Hele islamiyet’ten, hiç yoktur haberleri.
Yine de aldatırlar saf ve temiz gençleri.
Derler: (Cennet, Cehennem boş laftır, gören var mı?
Görmediği bir şeye, insan hiç inanır mı?)
Yalnız kendilerini düşünür bunlar yine.
Asla merhem olmazlar başkasının derdine.
Herkesi aldatmak ve geçinmek için dahi,
İkiyüzlü, riyakâr olur onlar ekseri.
En feci ve en alçak suç olarak da, yine,
Saldırırlar gençlerin imanına, dinine.
İslam yavrularına, yalanlar uydurarak,
Haince ve hiyleyle pusu, tuzak kurarak,
Dinsiz yetiştirirler tertemiz yavruları.
Ve sonsuz felakete sürüklerler onları.
Şehid evlatlarının, bunların ellerinden,
Korunmaları için fena tesirlerinden,
Allahü teâlâya hep dua ediyorum.
(Ya Rabbi, bu gençleri sen hıfz eyle) diyorum.
. İlmin kıymeti
Abdurrahim Arvasi , âlim ve veli idi.
Vaaz ve sohbetleri pek çok faideliydi.
Bir gün buyurmuştu ki: (Bugün, islamiyet’te,
Bilcümle iyilikler toplanmıştır elbette.
Mesela ilim ve fen, sıhhat, temizlik, ahlak,
Hepsi, islamiyet’in emridir bize mutlak.
İslam düşmanları da, bunu bildiklerinden,
Hiç saldıramıyorlar islama bu yerlerden.
Lakin veremeyince bu yoldan dine zarar,
Yalan ve hiyle ile hücuma geçiyorlar.
İslama, (İlim ile ) nasıl karşı gelinir?
Zira bizim dinimiz, ilmin ta kendisidir
Kur’anda, pek çok âyet, hep ilmi emrediyor.
İslam âlimlerini övüyor, methediyor.
Mesela: (Bilen ile, bilmeyen olur mu bir?
Bilen, bilmeyenlerden elbette kıymetlidir.)
Bu, Zümer suresi'nin dokuzuncu âyeti,
Açıkça bildiriyor, bize bu hakikati.
Bu hususta hadis de vardır ki hem o kadar,
Bunu, düşmanlar bile inkâr edemiyorlar.
Mesela: (Çin’de bile olsa, ilmi alınız.)
Diye buyurmuşlardır Resul-i zişanımız.
Yani ilim, dünyanın çok uzak bir yerinde,
Ve hatta bulunsa da, kâfirlerin elinde,
Yine oraya gidip, o ilmi öğreniniz.
(Bu, gavur icadıdır, istemem!) demeyiniz.
Bir hadiste: (Beşikten, ta ki mezara kadar,
İlim tahsil eyleyin, çalışın!) buyurdular.
Bir ayağı mezarda olsa da bir kişinin,
Çalışması lazımdır yine de ilim için.
İlmin yaşı yoktur ki zira islamiyet’te.
Çalışıp öğrenmesi bir ibadettir hem de.
Dünya ve ahireti, dinimiz bir tutuyor.
Peygamber Efendimiz bakın ne buyuruyor:
(Hiç ölmeyecek gibi, dünyaya çalışınız.
Yarın ölecek gibi çok ibadet yapınız).
Yine buyurdular ki: (Bilerek az bir taat,
Bilmeyerek olandan, iyidir hem de kat kat.)
Peygamber Efendimiz, yine ilim bahsinde,
Eshab-ı kiramına hadis-i şerifinde,
Buyurdu ki: (Şeytanın korkması bir âlimden,
Bin kere daha çoktur cahil olan abid'den.)
Bir kadın, kocasından müsade alamasa,
Bir sefere çıkamaz, nafile Hac da olsa.
Fakat, islamiyet’i öğrenebilmek için,
Sefere gidebilir, almadan hem de izin.
Büyük bir ibadettir, halbuki islamda Hac.
Bunda bile, kocanın iznine var ihtiyaç.
Yani, izin almadan nafile Hac yapmaya,
Gider ise bir kadın, girer büyük günaha.
Lakin gitse sefere, dinini tahsil için,
Günah olmaz, kocası vermese de hiç izin.
Anlaşılmış oldu ki işte bütün bunlardan,
Mağlub olur, islama ilim ile saldıran.)
. Eshabım hasta olmaz
Abdurrahim arvasi , hal ehli bir büyük zat,
Ders ve vaazlarında ederdi çok nasihat.
Bir gün buyurmuştu ki: (Din düşmanı olanlar,
Hep yalan söyleyerek dine saldırıyorlar.
Nasıl ki ilim ile saldıramıyorlarsa,
Hücum edemiyorlar, (Fen ile ) de bilhassa.
Çünkü fen, müşahede, tetkik ve tecribedir.
Üçü de, dinimizin emrettiği şeylerdir.
Fen bilgilerinde ve sanatta ilerlemek,
İslamın emri olup, çok gayret etmek gerek
En modern, en ileri harp silahı yapmak da,
Farz-ı kifaye olup, mühimdir bu da hatta.
Velhasıl düşmanlardan daha çok çalışmayı,
Emrediyor dinimiz, her güçlüğü aşmayı.
Yine islam dinine bugün karşı olanlar,
(Tıp ve doktorluk )la da hiç saldıramıyorlar.
Zira Peygamberimiz, çeşitli şekillerde,
Metih buymuşlardır tıp ilmini çok yerde.
(İlim, beden bilgisi, bir de din bilgisidir.)
Bu söz, Resulullahın mübarek hadisidir.
Burada beden ilmi, önce bildiriliyor.
Yani din bilgisinden daha önce geliyor.
Çünkü islamiyet’te, her ibadet, iyilik,
Sıhhatli bir bedenle mümkündür elbette ilk.
Sıhhati muhafaza, hastalıktan korunmak,
Yine islamiyet’in emridir bize mutlak.
Peygamber Efendimiz, Rum imparatoru ile,
Mektuplaşıyor idi, bazı gayeler ile.
Hediyeler gönderdi bir defa Herakliyus.
Bunlardan birisi de, bir doktordu bahusus.
O gelip arz etti ki Resul-i kibriyaya:
(Sizlere hizmet için gönderildim buraya.
İstediğiniz kadar burada kalacağım.
Ve hastalarınıza bedava bakacağım.)
Emretti Resulullah, ona bir ev verdiler.
Her gün, nefis yiyecek, içecek getirdiler.
Sonra, günler ve aylar geçtiyse de aradan,
Gelmedi o doktora tek bir hasta müslüman.
O doktor yine gelip dedi ki o Server’e:
(Efendim, hizmet için gelmiştim ben bu yere.
Lakin bu güne kadar, gelmedi tek bir hasta.
Yiyip içip oturdum ve sıkıldım biraz da.)
Ve müsade istedi Resulden gitmek için.
Peygamber Efendimiz buyurdu: (Sen bilirsin.
Eğer daha kalırsan, sana hizmet ederiz.
Gidecek olursan da uğurlar olsun deriz.
Ve lakin şunu bil ki, kalsan da senelerce,
Yine sen, boş ve işsiz oturursun böylece.
Yani hasta olarak, sana kimse uğramaz.
Sebebine gelince, Eshabım hasta olmaz.
Dinimiz, hep faydalı şeyleri emretmiştir.
Bize, hasta olmamak yolunu göstermiştir.
Eshabım, temizlikte dikkatli davranırlar.
Acıkmadan yemez ve tam doymadan kalkarlar)
. Adalete bakınız!
Abdurrahim Arvasi , Âlim ve veli idi.
Dersi ve sohbetleri pek çok faideliydi.
Bir gün buyurdular ki: İslama, tam hakkıyla,
Uyanın, ömrü geçmez dertle ve hastalıkla.
Hastalık çeken varsa eğer müslümanlardan,
Yaşamadığındandır islamı muntazaman.
O ölüm hastalığı, herkese gelecektir.
Velakin bu hastalık, mümin için nimettir.
Müjde habercisidir ahiret seferinin.
Alarm işaretidir istiğfar etmek için.
Hastalıklar, ölüme bahanedir, sebeptir.
Her eceli gelene, çok zaman bir dert gelir.
(Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane.)
Diye atasözü de söylenir bu mealde.
Bugün, islamiyet’e karşı duran insanlar
(Temizlik ) yolundan da hiç saldıramıyorlar.
Tabiin-i kiramdan nitekim bazı gençler,
Sahabe-i kiramı ziyarete geldiler.
Dediler: (Hak teâlâ, sizleri çok seviyor.
Kur’an-ı kerim’inde sizi çok methediyor.
Bize, bunun sırrını söyleyin de bilelim.
Biz de öyle yaparak, böyle çok sevilelim.)
Dediler: (Allah bizi seviyor, bu hakikat.
Çünkü biz, temizliğe ederiz fazla dikkat.)
Hak teâlâ, Kur’anda açıkça bildiriyor:
(Temiz olan kulları severim) buyuruyor.
Nitekim müslümanlar, camilere, evlere,
Ayakkabılarıyla hiç girmezler bir kere.
Her evde hamam olur, az bile pislik olmaz.
Onun için mikrop ve hastalık hiç bulunmaz.
Fransızların, meşhur o (Versay sarayı)nda,
Bir hamam yok, kâfirler pis oluyor aslında.
Yine islamiyet’e karşı olan insanlar,
(Ahlak ) açısından da hiç saldıramıyorlar.
Dinimiz, baştan başa ahlak ve fazilettir.
Dost düşman, bu hususu herkes söylemektedir.
Hatta islamiyet’te var ki öyle (adalet ),
Buna, kâfirler bile ediyorlar çok hayret.
Mesela ikiyüz yıl öncesine ait bir,
Mahkemenin zabtında şöyle denilmektedir:
Bursa-Altıparmak'ta, bir gurup müslümanlar,
Bir arsa üzerine, cami yaptırıyorlar.
O yer, yahudilerin arsası imiş fakat.
Bu yüzden, etmiyorlar bu işe muvafakat.
Diyorlar: (Arsa bizim, cami yapamazsınız.)
Müslümanlar diretip, diyorlar ki: (Yaparız.)
Onlar da mahkemeye müracat ediyorlar.
Kadıya, (Bu camiyi yıktırınız!) diyorlar.
Bu iş araştırılıp, deniyor ki hülasa:
(Evet, yahudilere aittir işbu arsa.)
Karar veriliyor ki: (O cami yıkılarak,
Verilsin sahibine, boş bir arsa olarak.)
Cami yıktırılıyor, hem de hiç itirazsız.
Ve teslim ediliyor, (Adalet )e bakınız!
.
27 - DİNİ NEREDEN ÖĞRENELİM ?
.Dini nereden öğrenelim?
Ahmet Mekki Efendi , âlimdi zamanında.
Huzura kavuşurdu herkes onun yanında.
Ona, bir dini sual olsaydı eğer soran,
Hemen cevap vermezdi, bir kitaba bakmadan.
O birgün buyurdu ki: (Bu din, ilim dinidir.
Ben müslümanım diyen, dinini bilmelidir.
Bunu bildirmektedir yine Resulullah da.
Şöyle buyurmuşlardır Eshabına bu babta:
(Nerede ilim varsa, orada islamiyet,
İlimsiz yerde ise, kâfirlik vardır elbet.)
O halde dinimizi nereden öğrenelim?
Her önüne gelenden öğrenilir mi ilim?
Saf ve temiz gençleri aldatmak için çıkan,
Türlü yalanlar ile, çala kalem yazılan,
Çok kitaplar vardır ki, içi zehir saçıyor.
Okuyan kimselerin, imanını çalıyor.
Ve yine dinsizlerin, para kazanmak için,
Yahut da papazların, islamı yıkmak için,
Parlak kelimelerle yazdığı kitaplar var.
Mutlaka zehirlenir bunları okuyanlar.
Bu gibi neşriyatlar, çok zararlıdır elbet.
Öğrenilebilir mi bunlardan islamiyet?
Mesela ağrı olsa gözünde bir kişinin,
Kime müracat eder, o kimse bu iş için?
Hakime, avukata, öğretmene mi gider?
Yoksa, bir tabibe mi gidip bunu arz eder?
Elbette bir (Tabib )e gidip söyler derdini.
Tam ehlinden öğrenir derdinin çaresini.
Dinini, imanını öğrenmek isteyen de,
Ehline gitmelidir bunun için elbette.
Gitmeyip bunun için hakime, avukata,
Gider tam mütehassıs (Din âlimi ) bir zat'a.
Bu din mütehassısı acaba nerde vardır?
Beyrut’ta, Suriye’de, yoksa Irak’ta mıdır?
Hayır, böyle âlimler kalmadı esasında.
Din mütehassısları, şimdi toprak altında.
(Hakiki din âlimi ) olmak için, bir adam,
Fen ve edebiyatta bilgi sahibidir tam.
Kur’an-ı kerim ile hadis-i şeriflerin,
Manalarında dahi bilgisi vardır derin.
Tam mahirdir islamın yirmi ana ilminde.
Ve bilir tali olan seksen din ilmini de.
Vakıftır dört mezhebin ince konularına.
Varmıştır bunda hatta ictihad makamına.
Vilayet-i hassa-i Muhammediye diye,
Ermiştir tasavvufta en yüksek mertebeye.
Bugün, âlim geçinen kimseler çoktur, fakat,
Yoktur bu vasıflarda din âlimi böyle zat.)
. Niçin geri kaldık?
Ahmet Mekki Efendi , bir islam âlimiydi.
Vaaz ve sohbetleri, pek çok faideliydi.
Hizmetim nasib oldu benim de kendisine.
Zira maiyetinde çalıştım iki sene.
Müftülük koltuğuna, oturmazdı katiyen.
Derdi ki: (Bu makama, hiç layık değilim ben.)
Kenar sandalyelerde daima otururdu.
(Ben, adam kıtlığında bir müftüyüm) diyordu.
Tevazu, büyüklüğün nişanıdır ki zaten,
Bu, onun kemalini gösterirdi esasen.
Bir gün buyurdular ki: (Hakiki din âlimi ),
Eskiden, her tarafta bulunurdu daimi.
(İmam-ı Gazali) ve (İmam-ı Rabbani)ler,
İslam âlimlerinin yıldızlarıdır birer.
Yalnız din ilmi değil, fen ilimlerinde de,
Mütehassıs idiler hepsi devirlerinde.
Dünyanın döndüğünü, maddenin yapısını,
Keşfettiler Ay ile Güneş tutulmasını.
Hem (dünya yuvarlaktır) deyip, isbatladılar.
Ve batıdan doğuya döndüğünü yazdılar.
O gün Avrupalılar, (dünya düzdür) diyordu.
Etrafı, duvar ile çevrili biliyordu.
O zaman müslümanlar, Sincar denen sahrada,
(Meridyen )i keşfedip, ölçtüler onu hatta.
Halbuki Newton ile Galile ve Kopernik,
Dünyanın döndüğünü bizden öğrendiler ilk.
Bu öğrendiklerini açıkça söyleyince,
Onların bu sözleri (suç) sayıldı hemence.
Bu sebeple Galile, papazlar tarafından,
Muhakeme edilip, haps olundu o zaman.
Lakin müslümanların bu ilerlemeleri,
Tanzimatla durdu ve gidemedi ileri.
Zira medreselerde, çok kuvvetli olarak,
Önce fen bilgileri okunurdu muhakkak.
Mason Reşit paşa’nın, ingiliz sefiriyle,
Birlikte yaptıkları (Tanzimat fermanı )yle,
Bu dersler kaldırıldı artık medreselerden.
Maksat, din adamları bilgisiz olsun hepten.
Halbuki fen dersleri varken medreselerde,
Seçkin din adamları yetişirdi her yerde.
Keşifler yapıyordu o zaman müslümanlar.
Önderlik ediyorduk dünyaya o zamanlar.
Nasıl ki fen dersleri kalktı medreselerden,
Cahil din adamları yetişti bu yerlerden.
Ve durunca bizdeki o keşif ve buluşlar,
Batılılar, doğuyu geçmeğe başladılar.
O halde dinimizi, o büyük âlimlerin,
Kitaplarına bakıp öğreneceğiz ilkin.
Zira din bilgileri, ya âlimin kendinden,
Yahut da öğrenilir onun eserlerinden.
(Ehl-i sünnet ) denilen bu yüce insanların,
Yazdıkları kitaplar okunursa bihakkın,
Hem doğru öğrenilir din ve fen bilgileri.
Hem de okuyanların temizlenir kalpleri.
. Rahat yaşamak için
Allah adamlarından Ahmet Mekki Efendi,
Zamanının en büyük din âlimlerindendi.
Tasavvuf yolunda da gelmiş idi kemale.
Geçti bütün hayatı, ilmi iştigal ile.
Çok istifadeliydi vaazları, dersleri.
Zulmetten hidayete çekti çok kimseleri.
Bir gün de buyurdu ki: (Dünyada, her kişinin,
Sağlam, rahat, neşeli yaşamaları için,
Yine ahirette de, ne ki afiyet verir,
Bu faydalı şeylerin hepsine (Nimet ) denir.
Çok fazla olduğundan Allah’ın merhameti,
Yarattı kullarına gerekli her nimeti.
Lakin nasıl bunlardan istifade edilir?
Peygamberleri ile bunları bildirmiştir.
Onlara gönderdiği semavi kitaplarda,
Bu bilgiler vardır ki, (Din ) denir bunlara da.
Kâfir veya müslüman, buna kim uysa eğer,
Dünyada onun ömrü, huzur içinde geçer.
Nasıl eczanelerde var ki bir çok ilaçlar,
Hepsinin kutusunda, bir tarifnamesi var.
Tarifesine göre kullanan, fayda görür.
Yoksa, fayda yerine zarar görür ve ölür.
Kur’an-ı kerim’e de her kim uygun yaşarsa,
Onun nimetlerinden fayda görür hülasa.
Dünya ve ahirette rahat yaşamak için,
Önce iman etmesi lazım gelir kişinin.
İman eden bir kimse, haramdan da kaçarsa,
Ona (Müslüman ) denir, ibadet de yaparsa.
İman, altı esasa inanmakla beraber,
Her emir yasağa da inanmak icab eder.
Hakiki müslümandan, razıdır Hak teâlâ.
Öyle olmak için de bir müslüman, evvela,
Ehl-i sünnet üzere, doğru inanmalıdır.
İbadetleri dahi ihlasla yapmalıdır.
Böyle olan kulları, Allah seveceğini,
Kalplerine, dünyada feyiz vereceğini,
Yine ahirette de, bunlara sevap, ecir,
İhsan edeceğini vadetti, bu müjdedir.
(İbadet ), emirleri yapmaktır tam olarak.
(Takva ) ise, haramdan kaçınmaktır korkarak.
Bir de (İhlas ) vardır ki, bu dahi her bir işin,
Yapılması demektir sadece Allah için.
Başka bir maksat ile yapılırsa eğer iş,
O takdirde bu olur riya, yani gösteriş.
Böyle ibadetlere, verilmez ecir, sevap.
Ve hatta günah olup, yapılır acı azap.
Bid’at sahipleriyle, günah işleyenlerle,
Arkadaşlık, komşuluk, yapar ise bir kimse,
Zamanla kalbindeki o ihlası bozulur.
Hatta kara lekeler ve zulmet hasıl olur.
İhlaslı kişilerle görüşürse bir insan,
Bulaşır ona dahi, onun bu ihlasından.
Bugün kurtulmanın da, bir tek çaresi vardır.
O da, kurtulanlarla birlikte bulunmaktır.)
. Evliyanın kalpleri
Ahmet Mekki Efendi , âlim ve veli bir zat,
Veriyordu gençlere çok öğüt ve nasihat.
Bir gün, ihlas hakkında buyurdu ki: Müslüman,
Herşeyi, Allah için yapmalıdır her zaman.
Bir ihlas ki, zahmetle, geçici kalbe gelir,
Böyle ihlas sahibi kullara (Muhlis ) denir.
Bu ihlas, kısa süre, zorlukla hasıl olur.
Kalpte bir miktar durup, daha sonra kaybolur.
Devamlı mevcut olup, değilse ara ara,
Daha kıymetli olup, (Muhlas ) denir bunlara.
Muhlas olan kimseye, tatlı gelir ibadet.
Günah ve haramlarsa, çirkin gelir begayet.
Çünkü nefislerinin arzusu tükenmiştir.
Şeytanın vesvesesi, artık sona ermiştir.
İşte böyle ihlastır insanı kurtaracak.
Bu da, bir evliyanın kalbinden gelir ancak.
Şimdi biliyoruz ki, (ültraviyole) denen,
Şualar, mikropları öldürüyor tamamen.
Ve sanatoryumlarda şua uygulanıyor.
Veremli hastaların tedavisi oluyor.
Yani ültraviyole ışın zerrecikleri,
Nasıl temizliyorsa veremli ciğerleri,
Kalp, Gönül aynasını temizleyen, parlatan,
Kalbi, hastalıklardan kurtaran, aydınlatan,
Şualar da vardır ki, kalplerden akıp gelir.
Bu şualara dahi, (Nur ) veya (Feyiz ) denir.
Kalbin hastalığı da, nefse boyun eğerek,
Haramları beğenip, düşkün olmasıdır pek.
Nasıl ültraviyole ışınları, bilhassa,
Güneşten ayrılarak her yere yayılırsa,
Nur ve feyizlerin de saçıldıkları kaynak,
Evliya-yı kiramın kalpleridir muhakkak.
Evliyanın kalpleri, ondördüncü (Ay) gibi,
Aldığı feyizleri saçıyor pek tabii.
Ay, güneşten aldığı ışıkları saçıyor.
Böylece dünyamızı gece aydınlatıyor.
Velilerin kalbi de, Allah’ın Habibinden,
Yani Onun nur saçan o mübarek kalbinden,
Yayılan o nurlarla feyzleri almaktadır.
Ayna gibi, onları, cihana yaymaktadır.
Lakin evliya öldü, hepsi toprak altında.
Yeri bilinemiyor bugün bulunanın da.
Fakat insan ölünce, ruh ölmez, gerçek budur.
Bedenden kurtulunca, daha da kuvvet bulur.
Elektromanyetik dalgalar heryerde var.
Lakin olamıyoruz biz onlardan haberdar.
Bunları almak için bir alıcı alete,
Mesela bir (radyo )ya ihtiyaç var elbette.
Nur şuaları dahi, her yerde bulunuyor.
Fakat bunlardan dahi haberimiz olmuyor.
İşte bu nurları da almak için, bir alet,
Alıcı bir kuvvete ihtiyaç vardır elbet.
Bu alıcı kuvvete, (Kalp ) veya (Gönül ) denir.
Kalbi temiz olanlar, bunları alabilir.
. İşin başı, muhabbet
Ahmet Mekki Efendi , islam âlimi bir zat.
O derin ilim ile, ederdi çok nasihat.
Öyle tesirliydi ki vaazları, dersleri,
Hemen ikna ederdi dinleyen kimseleri.
Bir derste buyurdu ki: Kalpler, ileticidir.
Fosforlu madde gibi, yahut ayna gibidir.
Aldığı feyizleri, karanlık gönüllere,
Saçarak, aydınlatır ve nur yayar her yere.
İbadet ve takvası, artar ise ne kadar,
Kalbinin alacağı nur miktarı da artar.
Fakat bu feyizleri çok alabilmek için,
Bir veliyi sevmesi lazımdır o kişinin.
Hizmetinde bulunup, gönlünü kazanırsa,
Daha çok feyiz alır rızasını alırsa.
(Kalp ), göğsün solundaki et parçası değildir.
O, hayvanlarda da var, ona, yürek denilir.
İnsana mahsus olan kalbe, (Gönül ) diyoruz.
Onu, tesirleriyle anlıyor, biliyoruz.
Bugün, elektrik de, göz ile görünmüyor.
Lakin tesirleriyle açıkça biliniyor.
Mesela ampüllerde saçıyor parlak ışık.
Ampulde olduğunu anlıyoruz apaçık.
Halbuki elektrik, kuvvettir, yer kaplamaz.
Yani madde olmayıp, mekanı, yeri olmaz.
Bunun gibi (Kalp ) denen o görünmez kuvvet de,
Madde olmadığından, yer kaplamaz elbette.
Lakin onun, yürekte görünür eserleri.
Onun için deriz ki: yürektir kalbin yeri.
Elektrik ceryanı, bir yerden başka yere,
İletiliyor bugün yine (bakır tel) ile.
Radyo vericisiyle, alıcısını, her an,
Elektromanyetik dalgalardır bağlayan.
Kalpleri birbirine bağlayın bağ da tektir.
O da, o büyüklere (Sevgi ) ve (Muhabbet )tir.
Bir insan, bir veliyi görerek, konuşarak,
Yahut kitaplarını, edeple okuyarak,
Onun, islamiyet’e tam bağlı olduğunu,
Ve onda, derya gibi ilim bulunduğunu,
Anlayıp, hayran olur ahlakına, haline.
Onu sevip, kalbini bağlar onun kalbine.
Yalnız sıfatlarını sevmek, kâfi değildir.
Bizatihi kendini sevmesi lazım gelir.
Çünkü böyle sıfatlar, münafık kimselerde,
Bulunabilir hatta mason ve kâfirde de.
Bir mürşit olduğunu anlayıp onun elbet,
Kendisini görmekten, alır bir haz ve lezzet.
Hatta görmeyince de, getirip hayaline,
Onu düşünmekten de, büyük zevk alır yine.
Ne kadar çok severse, o kadar feyiz gelir.
Zira feyzin kanalı, (Muhabbet ) ve (Sevgi )dir.
.
28 - FEYZİN YOLU, SEVGİDİR
.Feyzin yolu, sevgidir
Abdülhakim Arvasi , büyük islam âlimi.
İlmi ile, islama hizmet etti daimi.
O, bir gün buyurdu ki: (Bilcümle feyizlerin,
Tek kaynağı, mübarek kalbidir o Serverin.
Yani Onun kalbinden fışkıran bütün nurlar,
Evliyanın kalbinden, cihana yayılırlar.
Güneşin karşısına, bir ayna koymuş olsak.
Bunun da karşısına, başka bir ayna koysak.
Bunun karşısına da, yine bir üçüncüyü,
Bunun da karşısına koysak bir dördüncüyü,
Böylece, otuzuncu aynaya bakınca biz,
Güneşi, bu aynada aynen görebiliriz.
Sebebine gelince, aradaki aynalar,
Güneşi, birbirine gösterip yansıtırlar.
Bunun gibi, Eshabın hepsinin nurlu kalbi,
Cilalanıp, olmuştu parlak bir ayna gibi.
Çünkü Resulullahı gördü o bahtiyarlar.
Onun nuru yüzünü görüp aşık oldular.
Onun güzel ahlakı ve tatlı sözlerini,
Gördüler, yaşadılar çok mucizelerini.
Her işte, Onun gibi olmaya çalıştılar.
Gönlüne girmek, için adeta yarıştılar.
Ve hatta o Server’in bir işareti ile,
Canlarını verdiler harplerde seve seve.
Onu iyi anlayıp, pek ziyade severek,
Eşsiz sohbetlerine, her gün devam ederek,
O mübarek kalbinden, bol bol (Feyiz ) aldılar.
O nurları, gençlerin kalplerine yaydılar.
(Nurlar ), bu kalplerden de, bu zatlara bağlanan,
Gençlerin kalplerine akıp geldi durmadan.
Aynı nurlar, böylece, binüçyüz sene kadar,
Evliyanın kalbinden dolaşıp böyle akar.
Her asırda bulunan bu büyük velileri,
Seven kimselerin de, temizlendi kalpleri.
Zira Resulullahtan gelen (Nur ) ve (Feyiz )ler,
Girdikleri kalpleri temizleyiverirler.
(Muhabbet ) kanalıyla kalplere feyiz gelir.
Muhabbeti çok olan, daha çok nasiplenir.
Bu nurları alarak gönülleri nurlaşan,
Kalp gözleri açılıp, bu devlete kavuşan,
Bahtiyar bir kimseye, (Veli ) denilmektedir.
Veli, Hak teâlâya gönül vermiş demektir.
Evliya-yı kiramın büyüklerinden olan,
Halis Allah adamı Mazhar-ı Can-ı Canan,
Şöyle buyuruyor ki: (Bilcümle kazancıma,
Çok sevgim sebebiyle vasıl oldum hocama.
Bütün saadetlerin başı ve anahtarı,
Sevmektir Rabbimizin sevdiği bu zatları.)
Ali Ramiteni de, evliyalar babında,
Şöyle buyurmaktadır o da bir kitabında:
(Evliyanın kalpleri, Hakk’ın nazargahıdır.
O kalbe kim girerse, o nazardan pay alır.)
. Bu nasıl olur?
Ahmet Mekki Efendi , âlim ve veli bir zat.
Verirdi insanlara hep öğüt ve nasihat.
Bu zat buyuruyor ki: Büyük evliyaları,
Tanıyıp sevebilmek, herkesin değil kârı.
Büyük islam sultanı Mahmud-i Gaznevi Han,
Harkan vilayetine yakın geldiği zaman,
Orada, Ebül Hasan Harkani diye bir zat,
Vardı ki, ziyarete gitmişti ona bizzat.
Harkani hazretleri, Mahmud-i Gaznevi'ye,
Hocasından bahsetti (Çok büyük zattı) diye.
(Üstadım Bayezid-i Bistami, ayrıyeten,
Öyle kâmil bir veli idi ki hakikaten,
Onu bir defa gören, küfür'den kurtularak,
İman ve hidayete kavuşurdu muhakkak.)
Bu, Mahmud Gaznevi’ye mübala geldi biraz.
Bu sözü beğenmeyip, bir sual eyledi arz.
Dedi ki: (Anlamadım bunu ya Ebel Hasen!
Nasıl böyle söylersin Bayezid hakkında sen?
Zira Resulullahı gördü nice kâfirler.
Yine de iman ile şereflenemediler.
Bahusus Ebu Cehil ve yine Ebu Leheb,
Bunlar, Resulullahı sık sık görürlerdi hep.
Bunlar gelemedi de iman ve hidayete,
Bayezid’i gören mi erecek bu devlete?
Senin üstadın olan Bayezid-i Bistami,
Server-i kainattan yüksek mi daha yani?
O Resulü görenler, kurtulmadı küfürden,
Nasıl kurtulurlar ki bir defa onu gören?)
Dinledi Ebül Hasen sultanın bu sözünü.
Dedi: (Onlar, görmedi Allah’ın Resulünü.
Yani Ebu Cehil ve onun gibi çok ahmak,
Onu göremediler bir (Peygamber ) olarak.
Anlamadıklarından Peygamber olduğunu,
Yalnız görmüş oldular (Abdullahın oğlu)nu.
Yahut (Ebu Talib’in yetimidir) diyerek,
Bakıp ve aldandılar Peygamber bilmeyerek.
Onlar, baş gözü ile Ona baktı yalnızca.
Bu yüzden aldandılar kalp ile bakmayınca.
Sıddık-ı ekber gibi, onlar da, inanarak,
Görmüş olsalar idi bir (Peygamber ) olarak,
Onlar da, onun gibi imana gelirlerdi.
Onun gibi yükselip, kemale ererlerdi.
A’raf suresinde de Hak teâlâ, mealen,
Şöyle buyurmaktadır Habibine hitaben:
(Sana baktıklarını görürsün çok kimsenin.
Fakat, üstünlüğünü görmezler onlar senin.)
Hükümdar, bu cevabı dinleyince dikkatle,
Pek hoşuna gitti ve memnun oldu gayetle.
Silindi kalbindeki o itiraz ve inat.
Dedi: (Eder misiniz bana biraz nasihat.)
Buyurdu ki: (Günahtan geri çek her a’zanı.
Kıl her gün cemaatle beş vakit namazını.
Cömert ol, ver daima ihtiyacı olana.
Acı ve şefkatli ol Allah’ın kullarına.)
. Tam ilmihal Saadeti Ebediyye
Sülale-i Resulden Ahmet Mekki Efendi ,
Gece gündüz, islama hizmet edenlerdendi.
İmam-ı Rabbani'den sık sık bahsediyordu.
(Mektubat kitabını çok okuyun!) diyordu.
Ayrıca (Tam İlmihal ) kitabını da yine,
Tavsiye ediyordu sık sık sevdiklerine.
Hatta kendi yanında hep bulunduruyordu.
Ve genç müslümanlara hediye ediyordu.
Bir gün, akrabasından Faruk bey geldi yine.
Bir kitap yazdığını arz etti kendisine.
O kitabı, matbaya verip bastırmak için,
İstedi kendisinden buna rıza ve izin.
Ben dahi merak ettim ne buyuracağını.
Aynen hatırlıyorum o günkü cevabını.
Buyurdu: (Saadet-i Ebediyye var iken,
Başka kitap yazmaya lüzum yoktur katiyen.)
(Peki efendim!) dedi Faruk bey cevabında.
Kitabın baskısından vazgeçmişti anında.
(Tam İlmihal ) hakkında, buyurdu ki bir zaman:
Bu kitabı okuyan talihli bir müslüman,
Hem din bilgilerini öğrenir daha iyi.
Hem de, tanır ve sever İmam-ı Rabbani’yi.
Kalbi Ona meyleder, yani ona bağlanır.
Her tarafa saçtığı nurları o da alır.
Sonra, olgunlaşmaya başlar o, bu feyz ile.
Ve kemale gelir de, haberi olmaz bile.
Ham bir karpuz, güneşin karşısında nasıl ki,
Zamanla olgunlaşıp, tatlılaştığı gibi,
O da, feyizleriyle İmam-ı Rabbani’nin,
Yetişip olgunlaşır, olur kâmil bir mümin.
Değişiklik hisseder dünya görüşlerinde.
Velileri görmeğe başlar hem düşlerinde.
İmam-ı Rabbani’yi ve başka evliyayı,
Görür hem rüyasında Resul-i kibriyayı.
Sonra, uyanık iken evinde, işyerinde,
Onların ruhlarını görür insan şeklinde.
Konuşur, sohbet eder o ruhlar ile her gah.
Nefsi dahi gafletten kurtulup olur agah.
Kolay ve tatlı gelir ona abdest ve namaz.
Hatta her ibadetten alır bir lezzet ve haz.
Günah olan şeylerden hoşlanmaz, nefret eder.
Ve kötü huylarını bırakır teker teker.
Cemiyete, millete faydalı kişi olur.
Dünya ve ahirette saadete kavuşur.
Evliyanın ruhları, öldükten sonra dahi,
Talebeye görünüp, feyz verir bizatihi.
Fakat evliyalardan, bu yolla istifade,
Diri iken olandan, azdır daha ziyade.
Hepsi, (ehl-i sünnet )tir tasavvuf büyükleri.
Bid’at sahiplerinden gelmemiştir bir veli.
Vilayetin nurları, girmez böyle kalplere.
Buna, bid’at zulmeti mani olur ilk kere.
Bid’at pisliklerinden olmadıkça tam halas,
O kalp, yakin nuruyla asla aydınlanamaz.
. Feyz almanın şartları
Ahmet Mekki Efendi , âlim ve veli idi.
Vaazları, herkese pek çok faideliydi.
İstanbul’da Üsküdar, sonra da Kadıköy'de,
Hakiki bir müftülük yaptı bütün ömründe.
Dini bir sual için gelseydi biri halktan,
Hemen cevap vermezdi bir kitaba bakmadan.
Bulurdu o sualin kitaptaki yerini,
Bana buyururdu ki: (Al Fetva defterini).
Uzun bir defter idi, ben alıp getirince,
O kimsenin ismini yazdırırdı ilk önce.
Sonra da, o suali ve onun cevabını,
Yazdırırdı, fetvayı nereden aldığını.
Yani (Falan kitabın, falan sahifesinde.)
Diye kaydettirirdi bana her seferinde.
O ilim deryasının vefatiyle beraber,
Artık kullanılmadı fetva için o defter.
Zaten batması ile o ilim güneşinin,
Artık gelen olmazdı bir fetva almak için.
Bir gün buyurmuştu ki: (Veli vefat edince,
Feyz vermesi kesilmez, hatta artar bir nice.
Ve lakin meyyit ile bağlılık, pek tabii,
Kolayca mümkün olmaz diriyle olan gibi.
Kalp hastalıklarına şifa ve deva olan,
Bakışı ve sözleri, devam etmez de ondan.
Yani diri de olsa, ölü de olsa veli,
Yine de feyz vererek olurlar faideli.
Lakin diri evliya, ona nasihat eder.
Hatasını düzeltir, vazifesini söyler.
Bu irtibat olunca, sevgisi fazlalaşır.
Ondan feyz alması da, böylece kolaylaşır.
Ölü, yol gösteremez, hem de bir şey diyemez.
Kusurları olanca, onu da bildiremez.
Böylece feyz alması azalır, hatta durur.
Yani ölü veliden istifade az olur.
Meyyitten, rüya ile ders almak da, hiç olmaz.
Yani ilham ve rüya, dinde senet olamaz.
Çünkü ona, hayal ve şeytan karışabilir.
Karışmamış olsa da, tabiri gerektirir.
Bir rüya sahih midir, değil mi, bilinemez.
Bu yüzden rüyalara, pek de güvenilemez.
Hakiki âlimlerin olmadığı yerlerde,
Meyyitten feyz almaya çalışmalı elbette.
Buna kavuşmak için, iman, yani itikat,
Ehl-i sünnet üzere olmalı ki, bu, ilk şart.
Sonra, islamiyet’e sarılmalı ihlasla.
Günah ve haramlardan kaçınmalı pek fazla.
Bir çocuk, anasından önce faidelenir.
Sonradan, babasına daha fazla güvenir.
Mektebe başlayınca, sığınır üstadına.
Bir sanata girince, sarılır ustasına.
Aradaki sebepler, adet-i ilahidir.
Ruhun kazançları da, aynen bunun gibidir.
Evvela ana-baba, sonra bir evliyadan,
Feyz alınır, en sonra Resul-i kibriyadan.)
. Evliya, gözlük gibidir
Ahmet Mekki Efendi , bu son asırda gelen,
Bir islam âlimidir sülale-i Resulden.
Kadıköy’de müftülük yaptığı zamanlarda,
Ben, yardımcılığını yapmıştım yanlarında.
Bir dakikası bile, asla boş geçmiyordu.
Ya bir kitap okuyor, ya da ders veriyordu.
Dünyaya, zerre kadar vermezdi ehemmiyet.
Sırf ilim öğrenmeğe verirdi değer, kıymet.
(Mal-ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi?
Bir muhalif yel eser, savurur harman gibi.)
Bunu, Van şivesiyle söylüyordu çok zaman.
Sesi, kulaklarımda çınlıyor sanki şu an.
Bir gün, bir kimse geldi bu zatın huzuruna.
Evliyalık hakkında bir sual sordu ona.
Dedi: (Bir evliyayı tanıyıp da faraza,
Kalbimizi, kalbine bağlayacağımıza,
Niçin Resulullaha direkt bağlamıyoruz?
Onun kuvvetli olan nurunu almıyoruz?
Bu, bize daha kolay değil midir esasen?
Onu sevmek, imanın şartı değil mi zaten?)
Ona cevap olarak, buyurdu ki: Evladım!
Ondan feyiz, nur almak, elbette bize lazım.
Zaten bir evliyayı bulup, onu tanımak,
Yahut bir veli zatı düşünmek, hatırlamak,
Yine Resulullahtan istifade içindir.
Evliyalar, arada sanki gözlük gibidir.
Yani Resulullah ve Allahü teâlâya,
Bakmak için, bir gözlük gibidir her evliya.
Zira Resulullahı görmeyen bir kişinin,
Onu hayal etmesi, çok zordur onun için.
O diye, başkasını kalbinde görebilir.
Bu da, o kimse için gayet tehlikelidir.
Çünkü bir başkasını, O sanmak, küfür olur.
Veliyi düşünmekte, böyle tehlike yoktur.
Bir veli'yi düşünen, kalp gözüyle, aslında,
O velinin kalbine bakmıştır esasında.
Orda, Resulullahın nurlu kalbini görür.
Böylece o Serveri yad etmiş, anmış olur.
Bizim gibi cahil ve gafillerin de zaten,
Resulü düşünmemiz, böyle olur esasen.
İmam-ı Gazali de buyurdu ki bir kere:
(Her müslüman, muhtaçtır mutlaka bir rehbere.)
Nasıl ki bir tarlada, mahsule zarar veren,
Olursa ekseriya yabani ot ve diken,
Çiftçi de, iyi mahsul almak için, ekseri,
Temizler tarladaki o ot ve dikenleri.
Hak teâlâ, kullara, yol gösteren bir rehber,
Olmak için, onlara gönderdi bir (Peygamber ).
O vefat edince de, Ona vekil olarak,
(Evliya-yı kiram )ı yarattı acıyarak.
Veli, Resulullahı iyi tanıdığından,
Ve bağlandığı için, çok feyiz alır ondan.
Bu feyzler, o kalpten de, muhabbetleri kadar,
Ona bağlananların kalbine her an akar.
. Beden ve kalp bilgisi
Abdurrahman Arvasi , evlad-ı Resuldendi.
Hizmet için, kendini feda edenlerdendi.
Ne kadar kış ve soğuk, yağmur kar, tipi ayaz,
Olsa da, üşenmeden yapardı yine vaaz.
Ve yine olsa dahi hasta, yorgun ve bitkin.
Yine ihmal etmezdi dersini talebenin.
İmam-ı Rabbani’nin (Mektubat ) kitabından,
Nakledip, şu bilgiyi verdi derste bir zaman:
Velinin kalbindeki (Feyizler ), yani (Nurlar ),
Güneş ziyası gibi her yere yayılırlar.
Kim islama uyar ve bir Veliyi severse,
Kavuşur o yayılan nurlara ve feyize.
Sevgisi nisbetinde alır bu feyizleri.
Lakin feyz aldığından, olmaz bile haberi.
Güneşte, ham bir karpuz, nasıl ki tatlı hale,
Gelirse, o kimse de öyle gelir kemale.
Sahabe-i kiram da, sohbetinde Resulün,
Böyle kemale gelip, yükseldiler büsbütün.
Mamafih feyz almaya, bazı maniler vardır.
Bid’at sahibi olmak, bunların başındadır.
Kulun, Hak teâlânın rıza ve sevgisine,
Kavuşmak arzusuna, bir mani var ki yine,
O da, cahil ve sahte şeyhlik taslayanlardır.
Onların her sözleri, kalpleri paslandırır.
Bunların tuzağına düşen bahtsız kimseler,
Cahil, sahte doktora giden hastaya benzer.
Bir hakiki veliyi, yalancı, sahte şeyhten,
Ayıran fark, kaçmaktır günah olan her şeyden.
Yani takva sahibi olmasıdır ihlasla.
En küçük günah bile işlemez veli asla.
Görülürse çok ufak bir günah işlediği,
Bilmeli ki, sahtedir o kimsenin şeyhliği.
Resulullahtan gelen bilgiler, iki nev’dir.
Bunlar, (beden bilgisi), ve (kalp bilgileri)dir.
Beden bilgilerini, yani iman, itikat,
Bilgisini, Eshaba bildirdi kendi bizzat.
Tasavvuf dediğimiz kalp bilgileri ise,
Kalbinden, güneş gibi yayılıyor herkese.
Bu yayılan şeylere, (Nur ) veya (Feyiz ) denir.
Bunlarla, müminlerin kalpleri temizlenir.
Her sahabi, kalbine gelen bu feyizlerden,
Kabiliyeti kadar kavuşuyordu hemen.
Pek çok olduğu için Resule sevgileri,
Bu nurlarla, çok çabuk arttı dereceleri.
Beden bilgilerini, müctehid ve âlimler,
Zamanımıza kadar bizlere getirdiler.
Kalp bilgileri ise, evliyanın kalpleri,
Yolu ile gelmiştir Resulullahtan beri.
Resulün kalbi ile, bizimki arasında,
Velilerin kalpleri, bir yoldur esasında.
Resulullahtan gelen o nurlara kavuşmak,
Bir velinin kalbine girmekle olur ancak.
Zira bunun menbaı, (Evliyanın kalbi )dir.
Bunun böyle olduğu, pek açık ve bellidir.
.
29 - FEYZ NASIL ALINIR ?
.Feyz nasıl alınır?
Abdurrahman-ı Tahi , büyük islam âlimi.
İslama, ilmi ile hizmet etti daimi.
Bıkmadan ders okuttu, verdi vaz-ü nasihat.
Hep bu yolda çalışıp, şehiden etti vefat.
Bir gün buyurmuştu ki: Bilcümle saadetler,
O Resulün mübarek kalbinden neşet eder.
Eshap, Ondan alarak ibadet bilgisini,
Tabiin-i kirama bildirdiler hepsini.
Fıkıh kitaplarını yazarak Tabiin de,
Çok şerefli bir hizmet yapmışlardır bu dinde.
Sonra gelen müminler, dini bilgilerini,
Fıkıh kitaplarından aldılar her birini.
Kalp bilgilerini de, yüzlerce evliyalar,
Resulullahtan alıp, her tarafa yaydılar.
Yani Resulullahın kalbinden saçılan nur,
(Allah adamları )nın kalplerinde bulunur.
O nurlara kavuşmak isterse biri şayet,
Bir Allah adamını sevmelidir begayet.
(Ben, dini bilgileri, doğruca o Resulün,
Sözlerinden alırım) der ise biri bugün,
Hadis-i şerifleri, yanlış, ters anlayarak,
Şeytanın tuzağına düşer ve olur helak.
(Ben, kalp bilgilerini, doğruca o Resulün,
Kalbinden alacağım) diyen de varsa bugün,
O da, nefs ve şeytanın düşerek tuzağına,
Zarar gelir muhakkak doğru itikadına.
Çünkü fıkıh bilgisi öğrenmek isteyenin,
Ehl-i sünnet denilen islam âlimlerinin,
Ya kendi sözlerine başvurmalıdır bizzat.
Yahut kitaplarına etmelidir müracat.
Kalp bilgileri dahi, büyük evliyaların,
Kalplerinden alınır hayatta olanların.
Vefat edenlerin de, ruhlarından alınır.
Çünkü bunun menbaı, onların ruhlarıdır.
Zira din âlimleri, müctehidler, veliler,
Bu bapta, aynen böyle beyan etmektedirler.
(Talebesi içinde âlim, haddi zatında,
Bir Peygamber gibidir Eshabı arasında.)
(Nasıl ki bir menbaı var ise her bir şeyin,
Takva'nın menbaı da, kalbidir ariflerin.)
Yine (Fıkıh dersinde bulunmak az bir müddet,
Bir sene ibadetten faziletlidir elbet.)
Bunlar, Resulullahın hadis-i şerifidir.
Bu yazdıklarımıza, sağlam birer delildir.
Hak teâlâ bu dini, ta kıyamete kadar,
Devam edeceğini vadetti aynı karar.
Korumak maksadıyle fıkıh bilgilerini,
Yarattı rahmetiyle (Osmanlı devleti )ni.
Kalp bilgilerinin de muhafazası için,
(Evliya )yı yarattı, doğrusu budur işin.
Lakin islam dininin düşmanı ingilizler,
Bu iki muhafızı sinsice yok ettiler.
Yeniden muhafızlar Rabbimiz halk ediyor.
Çok şükür, islamiyet gün be gün ilerliyor.
. İstifadenin şartı
Abdurrahman-ı Tahi , âlim ve veli bir zat.
Bir gün sevdiklerine şöyle etti nasihat:
(Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak,
Kalb-i selim sahibi olmakla olur ancak.
Yani kalp temizliği, bir de ihlas gerektir.
Rabbimizin sevgisi, o zaman kalbe gelir.
Kalbin temizliği de, o Resule inanmak,
Sevip, tâbi olmakla müyesser olur ancak.
Bunu elde etmenin birinci yolu ise,
Bir veliyi tanıyıp kavuşmaktır feyize.
Yani hayatta olan bir zatı tanımaktır.
Kalbini, o velinin kalbine bağlamaktır.
Onun sohbetlerinde, her şeyden daha evvel,
İman ve itikadı öğrenmektir mükemmel.
Lakin o zat, hakiki bir veli olmalıdır.
Zira veli olmanın alametleri vardır.
O kimsenin her söz ve hareketi eğer ki,
İslama uygun ise, velidir elbette ki.
Böyle gerçek bir veli bulunmazsa hayatta,
Olur vefat eylemiş bir büyük veli zat da.
Böyle vefat eylemiş bir veli sevilirse,
Kavuşulur yine de o veliden feyize.
Zira vefat etse de, bu arif ve veliler,
Yine de taliplere feyiz verebilirler.
Ölmüş bir evliyadan feyz alırsa bir kimse,
O zatın üveysisi denilir o kimseye.
Evliyanın büyüğü Muhammed Masum dahi,
Birine mektup yazıp şöyle buyurdular ki:
(İmam-ı Rabbani’nin mezarını ziyaret,
Niyetiyle gelmeniz, iyi olur begayet.
O Server’in kalbinden yayılan nur ve feyiz,
Şimdi, onun kabrinden yayılıyor, biliniz.
Hindistan’da küfür ve günahın zulmetleri,
Karartıyor ise de gerçi ruh ve kalpleri,
Lakin yine buradan yayılıyor feyiz, nur.
Nitekim ab-ı hayat, zulumatta bulunur.
Bu gün, Medine’deki nur ve feyz kaynağından,
Evliyanın kalpleri yolu ile yayılan,
Nurların çıktığı yer, Serhend vilayetidir.
Burası, Hindistan’ın sanki kalbi gibidir.
O Resulün mübarek kalbinden çıkan nurlar,
Şimdi, bütün cihana buradan yayılırlar.
Allah’ın rızasına kavuşmak için, bu gün,
Ziyaret etmelidir kabrini bu büyüğün.
Kıymetini bilmeyen, nimete kavuşamaz.
Nitekim nezle olan, misk kokusu duyamaz.
İstifadenin şartı, inanmak ve sevmektir.
Bir de istifadeyi, şiddetle istemektir.)
. Aklı olan, inanır
Abdurrahman-ı Tahi , büyük bir âlim zattı.
Hem dahi tasavvufta, sahib-i kemalattı.
Pek çok faideliydi dersleri o büyüğün.
Şöyle buyurmuş idi sohbetinde o bir gün:
Dünya ve ahirette, saadete kavuşmak,
Müslüman olmak ile müyesser olur ancak.
Mümin olmak için de, inanmak lazım gelir.
Önce inanmalı ki, Allah vardır ve birdir.
Görür, bilir, işitir O her bir hadiseyi.
O yapar ve yaratır kainatta her şeyi.
Muhammed Resulullah, Onun peygamberidir.
Ancak Ona uymakla Rabbe kulluk edilir.
Öldükten sonra tekrar, kalkılacak kabirden.
Ve öteki âlemde, hayat var ebediyen.
Ya Cennet denen yerde, olacak sonsuz nimet.
Yahut da Cehennemde, sonsuz azap, eziyet.
Bu dünyada yaşayan insanlar, yüzde doksan,
Bütün yahudilerle, bilcümle hıristiyan,
Hatta bütün dünyada, isim yapmış kişiler,
Devlet adamlarıyla meşhur siyasetçiler,
Bütün fen adamları, nice meşhur kumandan,
Berehmenler, budistler, ateşe, puta tapan,
Kimseler, inanır ki, öldükten sonra, elbet,
Tekrar dirilmek olup, hayat var ilel ebed.
Her kişi, ya Cennette sonsuz yaşıyacaktır.
Yahut da Cehennemde ebedi yanacaktır.
Bazı cahiller var ki, islamı bilmiyorlar.
Lakin müslümanlarla istihza ediyorlar.
Gündüzleri plaj ve spor sahalarında,
Gece, kızlı oğlanlı otel odalarında,
Zevk ve sefa içinde, çalgı, oyun ve kumar,
İçki ve eğlenceyle ömür çürütüyorlar.
Lazım olan parayı, hak hukuk tanımadan,
Hiyleli yollar ile topluyorlar durmadan.
Bunlar, dinsiz olmaya, derler (ilericilik).
Ahlaksızlığa ise, diyorlar (aydın gençlik).
(Biz, avrupalılara benziyoruz) diyorlar.
Onlara benzemekle, iftihar ediyorlar.
Lakin biri imanlı ve namusluysa şayet,
(Gerici! yobaz!) diye ediyorlar hakaret.
Halbuki avrupalı ve amerikalılar,
Allah’a, Peygambere kesin inanıyorlar.
İnandıkları için, bunlar akılsız da hep,
O inanmayanlar mı akıllıdırlar acep?
Bunların tuzağına düşenler, ne ahmaktır.
Bu, kendini ebedi Cehenneme atmaktır.
Aklı olan, uyarak ilim, fen ve aklına,
İnanması gerekir Allah’ın varlığına.
Yahut bütün dünyanın inandığı şu gerçek,
Cehennemde ebedi yanmayı düşünerek,
Korkup, hemen imana gelmesi lazım gelir.
Bu, akıllı olmanın icap ve gereğidir.
. Din hırsızları
Abdurrahman-ı Tahi , evlad-ı Resuldendir.
İlmi ile, islamı ihya edenlerdendir.
O, bir gün buyurdu ki: (Her müslüman, en evvel,
Bir iman ve itikat edinmeli mükemmel.
Ehl-i sünnet denilen o büyük insanların,
Bildirdiği imandan, kıl kadar ayrılanın,
Azaptan kurtulması, asla mümkün değildir.
Bunun böyle olduğu, pek kati ve bellidir.
Zira Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler,
Ve din büyüklerimiz, böyle haber verdiler.
Yani ehl-i sünnetten, kıl kadar ayrılanın,
Maksatları, din değil, dünyalık olanların,
Sözleri, kitapları, sanki zehir gibidir.
Onlara aldananlar, imanını yitirir.
Dünya makamı için, dini alet ederek,
Kendine, (din adamı) edasını vererek,
Her aklına geleni söyleyip yazanların,
Hepsi, din hırsızıdır, onlara aldanmayın.
Yazdıkları kitap ve dergileriyle, bunlar,
Okuyan kimselerin, imanını çalarlar.
Bu bozuk kitaplara aldanan nice insan,
Vardır ki, kendisini sanır yine müslüman.
Oruç utar ve kılar beş vakit namazını.
Bilmez ki, çaldırmıştır dinini, imanını.
Yaptığı ibadetler, malesef kabul olmaz.
Hiçbir iyiliğine, sevap ecir alamaz.
İman varsa, bunların olur faideleri.
O ise, imanını çaldırmış, yok haberi.
O halde her müslüman, uyanık olmalıdır.
Böyle bozuk kitaplar hiç okumamalıdır.
Bir kitabı alırken, değil sırf kapağına,
Bakmalıdır bilhassa (kim yazmış?) olduğuna.
Ehl-i sünnet bir âlim yazmışsa, almalıdır.
Çünkü o âlimlerden, insana fayda vardır.
Eğer dinde reformcu, bid’at ehli bir insan,
Yazmışsa, kaçmalıdır o kitabın yanından.
Çünkü iki cihanda saadete kavuşmak,
Ehl-i sünnet olmaya bağlıdır bu gün ancak.
Bu da, Hak teâlânın Habibi, Sevgilisi,
Dünya ve ahiretin iyisi, efendisi,
Olan Resulullaha uymakla olur mümkün.
Bu da, ehl-i sünnetin yoludur ancak bu gün.
Mühim olan, doğru bir iman ve itikattır.
Sonra, ibadetleri öğrenmek ve yapmaktır.
Kalpte doğru imanın olduğuna alamet,
Müminlere sevgidir, kâfirlere adavet.
Çünkü islam ve küfür, zıddır birbirlerine.
Bir kalpte biri varsa, yer kalmaz diğerine.
İki zıd şey, bir anda, bir yerde bulunamaz.
Bunlardan biri varsa, öteki gider, durmaz.
Bunlardan birisine, değer ve kıymet vermek,
Olur bu, ötekini hakaret, kötülemek.)
. Kâfirler ve mürtedler
Abdurrahman-ı Tahi , gönül ehli biriydi.
Nasihati, herkese pek çok faideliydi.
O, bir gün buyurdu ki: (Bir müslüman, ilk önce,
İman bilgilerini öğrenmeli güzelce.
Çünkü sonsuz olarak saadete kavuşmak,
Doğru bir iman ile mümkündün bu gün ancak.
Kalpte doğru imanın olduğuna alamet,
Kâfirleri sevmeyip, etmemektir muhabbet.
Pek merhametli iken o Hüdanın Habibi,
İslam düşmanlarıyla dövüştü arslan gibi.
Şöyle emretmişti ki Rabbimiz zira ona:
(Cihad et, sertlik göster islam düşmanlarına!)
Demek bu düşmanlara, yüz vermemek gerektir.
Onlara sert davranmak, huluk-i azimdendir.
Küfür, tahkir edilir, verilmezse hiç kıymet,
Bunun mukabilinde yücelir islamiyet.
Ve eğer verilirse küfre kıymet ve değer,
Tahkir edilmiş olur müslümanlar bu sefer.
Velhasıl Hak teâlâ, o kâfirler hakkında,
Düşmanı olduğunu bildirdi Kitabında.
Hatta o müşriklerin, kendi Habibinin de,
Düşmanı olduğunu bildirdi bir yerinde.
Öyle ise, onları sevmek, hele kaynaşmak,
Kulu, Hak teâlâdan uzaklaştırır ancak.
Dahası, o mümini, Server-i kainata,
Düşman olmaya kadar sürükler bu iş hatta.
O kimse, kendisini bir müslüman zanneder.
Kelime-i tevhidi söyler ve inandım der.
Namaz kılar ve hatta yapar her ibadeti.
Ama olmaz bunların ona bir menfaati.
Çünkü onun bu çirkin küfür halleri ile,
İmanı gitmiştir de haberi yoktur bile.
Kâfirler, dinimizin hep aleyhindedirler.
(Zamana, asra fenne uymuyor, zıddır) derler.
Hep alaya alırlar yüce islam dinini.
Ve aşağı görürler nice halis mümini.
(Gericiliktir) derler onlar islam dinine.
(Gerici) damgasını vururlar her mümine.
İmansızlığı ise, meth-ü sena ederler.
(Asrilik, münevverlik ve aydınlık yol) derler.
Mürtedlere gelince, müslüman çocuğudur.
Ama, müslümanlıkla alakaları yoktur.
Hiçbir din kitabını okumadıklarından,
Okumuş olsalar da, anlamadıklarından,
Yalnız kavuşmak için bir lutfa, dünyalığa,
Kapılmış olmak için yahut bir akıntıya,
İslamdan yüz çeviren ve beğenmeyenlerdir.
Ve (İslam, terakkiye manidir) diyenlerdir.
Bir dünya menfaati uğruna, bu kişiler,
Ebedi saadetten mahrum, nasipsizdirler.
Münafık ve mürtedler, Cehennem ateşinin,
En şiddetli yerinde yanarlar bunun için.)
.
30 - İSLAMİYET VE FEN
.İslamiyet ve fen
Ziyaeddin Nurşini, ilim sahibi bir zat.
Onun sohbetlerinde bulundum ben de bizzat.
İslam düşmanlarının iftiraları ile,
Zehirlenen gençleri, uyandırdı ilmiyle.
Bir gün de buyurdu ki: Bu islam düşmanları,
Aldatabilmek için müslüman yavruları,
Diyorlar ki: (İslamda, her şey miş’le bitiyor.
Yani hep şöyle imiş, böyle imiş deniyor.
Halbuki ilim ve fen, hiç de böyle değildir.
Bir delile dayanıp, isbat edilmektedir.)
Bu yalan sözleriyle bu düşmanlar, bu defa,
Cahil olduklarını koyuyorlar ortaya.
İslam dini hakkında, bir şey tasarlıyorlar.
Din, bu düşüncelerden ibaret sanıyorlar.
Hiç de okumamışlar bir islam kitabını.
Yanlış tanımışlardır bunun için islamı.
Onların bahsettiği o fenler, o ilimler,
Hepsi, islam dininin şubeleridir birer.
Mesela, liselerde okunan fizik, kimya,
Ve yine biyoloji dersi kitaplarında,
Yazar ki: (Dersimizin esası şu üç şeydir.
Bunlar da müşahede, tetkik ve tecribedir.)
Halbuki bu üçü de, islamda vardır elbet.
Yani fen bilgisini emreder islamiyet.
Nitekim Kitabında buyurur ki Rabbimiz:
(Yarattığım şeyleri, görüp inceleyiniz.)
Birgün Eshab-ı kiram, sordular ki Resule:
(Biz ağaç aşısında, alıştık bir usule.
Yemen’de, başka türlü bir aşı yapıyorlar.
Böylece daha iyi, bol hurma alıyorlar.
Biz, ağaçlarımızı, ecdadın usulüne,
Muvafık olarak mı aşılayalım yine?
Yoksa, Yemenlilerden yeni öğrendiğimiz,
Usulle mi yapalım, nasıl emredersiniz?)
Buyurabilirdi ki Resulullah onlara:
(Bunu, sual edeyim Cebrail’e bir ara.)
Veyahut: (Bildirsin de Rabbimiz bana bunu,
Diyeyim ben de size, bu işin doğrusunu.)
Lakin böyle demeyip, buyurdu ki: (Deneyin.
Yani ikisini de, bir kez tecrübe edin.
Bir kısım ağaçları, bildiğiniz usulle,
Yapın bir kısmını da, bu yeni usul ile.
Hangisi daha iyi hurma verirse eğer,
Badema, o usulle aşılayın her sefer.)
Yani (Bunu deneyin, tecrübe edin!) dedi.
Fennin esası olan tecrübeyi emretti.
Elbette doğar idi mübarek kalplerine.
Ve melekten sorarak, öğrenirdi hem yine.
Fakat müslümanların, dünya işine ait,
Böyle meselelerde, her yerde ve her vakit,
Fenne ve tecrübeye güvenmeleri için,
Böyle cevap buyurdu, bir an düşünmeksizin.
Velhasıl islamiyet, fenni emretmektedir.
Hatta fenne çalışmak, bir farz-ı kifayedir.
. Kâfirlere aldanmamalı
Ziyaeddin Nurşini , âlim ve veli bir zat.
Bir gün sevdiklerine, şöyle etti nasihat:
Müminler, fenni sever ve ehemmiyet verir.
Hatta fenne çalışmak, bir farz-ı kifayedir.
Müslümanlar, hakiki fen adamının elbet,
Söz ve tecrübesine verirler ehemmiyet.
Ama fen adamıyım diye yalan söyleyen,
Fen taklitçilerine inanmazlar katiyen.
Ellerinden gelirse çünkü bu münafıklar,
Müslümanları ezer ve islamı yıkarlar.
Nitekim masonların, bindokuzyüz yılında,
Yaptıkları gizli bir toplantının zaptında,
Diyor ki: (Dindarları ezmek kâfi değildir.
Yegane maksadımız, dinleri yok etmektir.)
Bunlar, kitaplarında ve her fırsat buldukça,
Bu düşmanlıklarını bildirirler açıkça.
Lakin ilim ve fenden habersiz olup bunlar,
Çocukca ve alçakca yalanlar uydururlar.
Derler: (Eski insanlar, hepsi cahil imişler.
Hep hayali şeylere itibar eylemişler.
Kendi uydurdukları şeylere tapınarak,
Küçüklük göstermişler bir zavallı olarak.
Halbuki bugün bizler, bir atom asrındayız.
Her istediğimizi, kolayca yapmaktayız.
Tabiat kuvvetleri dışında, bir şey yoktur.
Cennet ve Cehennem de, yalan ve uyduruktur.
Cin ve melek de öyle, bunları gören var mı?
Görülmeyen şeylere, hiç insan inanır mı?)
Komünist ülkelerde, mektepte öğretmenler,
Müslüman çocuklara şöyle telkin ederler:
(Eğer Allah olsaydı, görürdük biz de her an.
İşitir ve verirdi, istesek bir şey ondan.
Benden şeker isteyin, veririm, değil ki zor.
Bir de ondan isteyin, bakın, işte vermiyor.
Öyleyse Allah yoktur, siz böyle inanınız.
Örümcek kafalıdır sizin anne babanız.
Onlar eski kafalı, cahildirler, ama siz,
Aydın ve ilerici, hem modern gençlersiniz.
Öyle hurafelere inanmayın siz asla.
Anne babalarınız cahildirler pek fazla.
Yoktur Cennet, Cehennem, bunlar hep uydurmadır.
Bilin ki her ne varsa, hepsi bu dünyadadır.)
Kâfirler, bu iftira sözleriyle, durmadan,
Ayırırlar gençleri, din ve imanlarından.
Zavallı yavruları, böyle aldatıyorlar.
Ve onları, ebedi ateşe atıyorlar.
Onun için siz gençler, çok uyanık olunuz.
Din ve imanınızı çok iyi koruyunuz.
İhlas ile yazılmış kitaplardan alarak,
Hergün, belli bir miktar okuyunuz muhakkak.
(İmam-ı Gazali ) ve (İmam-ı Rabbani )ler,
Ve yine bunlar gibi var ki nice âlimler,
Onların kitabını okursa bir müslüman,
Dinini, imanını çaldırmaz hiçbir zaman.
. İnsanlar akla uyar
Ziyaeddin Nurşini , âlim ve veli idi.
Nasihati, gençlere pek çok faideliydi.
Bir gün buyurdular ki: (Bugün, din düşmanları,
Tek hedef almışlardır müslüman yavruları.
Onların imanını çalmak için sinsice,
Yalan ve iftiralar uydururlar bir nice.
Derler ki: (Cin ve melek, hatta Cennet, Cehennem,
Hep uydurma şeylerdir, gidip de var mı gören?
Göz ile görünmeyen bir şeye, var denir mi?
Var diyen bir kimseye, akıllı denilir mi?).
İşte böyle iftira sözlerle bu düşmanlar,
Temiz gençlerimizin, imanını çalarlar.
Halbuki görünmeyen şeye inanmamakla,
Güvenmemiş oluyor bunlar ilm'e ve akl'a.
Yani, göz, kulak gibi uzuvlarına, bunlar,
Tâbi olduklarını bildirmiş oluyorlar.
Halbuki uyar insan, ilmi ile aklına.
Hayvanlar tâbi olur, duygu organlarına.
Nitekim insanların his uzuvları, zaten,
Hayvanlara kıyasla, geridedir esasen.
Kedi köpek, insandan iyi koku alırlar.
Karanlıkta, çok iyi görürler yine onlar.
Hem insan, her hususta göze nasıl inanır?
Çok yerde, akıl gözün yanlışını çıkarır.
Mesela, göz güneşi, pencerenin içinden,
Görünce, küçük sanır güneşi pencereden.
Akıl ise, doğruyu bularak işbu babta,
Der ki: (Güneş büyüktür, dünyadan bile hatta.)
Burada, kâfirler de, bizim gibi diyorlar.
Böylece hayvanlıktan kurtulmuş oluyorlar.
Keşke ahirete de inanıp böyle yine,
Yükselmiş olsalardı insanlık şerefine.
Bir komünist muallim, talebeye, Rusya’da,
Der ki: (Ben, şimdi sizi görüyorum burada.
Elbette ki sizler de, beni görüyorsunuz.
O halde bizler varız, çünkü görünüyoruz.
Ve yine görünüyor, karşıdaki şu dağlar.
Yok olan şey görünmez, öyleyse onlar da var.
Söylediğim bu sözler, ilme fenne dayanır.
İlerici aydınlar, elbet fenne inanır.
Ve lakin gericiler, der ki: Bu kainatı,
Yaratan kuvvet vardır, Allah’tır onun adı .
Onların bu sözleri, fenne uygun değildir.
Görünmeyen bir şeye var demek, deliliktir.)
O sırada bir Türkmen çocuğu, söz alarak,
Der ki: (Bu sözleriniz, akıldan gayet uzak.
Ben inanıyorum ki, hiç akıl yoktur sizde.
Zira eğer olsaydı, görürdük onu biz de.)
O komünist muallim, o Türkmen çocuğuna,
Hiç cevap veremeyip, öfkelenir çok ona.
Ve mağlubiyetinin öfkesiyle, o zaman,
Çocuğu, tekme tokat çıkarır o sınıftan.
O çocuk ya ölmüştür, ya hapse atılmıştır.
Çünkü onu, bir daha hiç gören olmamıştır.)
. İslamda sosyal hükümler
Abdülhakim Arvasi , çok ilim sahibiydi.
Sohbetleri, herkese pek çok faideliydi.
Birgün buyurdular ki: (İslam'ı bilmeyenler,
Milletin imanını bozmayı dileyenler,
Bu işin, ilme fenne ve akla dayanarak,
Olamayacağını iyice anlayarak,
Bu defa, hiyle yalan yoluna sapıyorlar.
Milletin imanına, böyle saldırıyorlar.
Yani halis müslüman görünerek yalandan,
İslamı methedici yazı yazıp bir yandan,
Fakat bu yazıları arasına, sinsice,
Asıl zehirlerini kusuyorlar gizlice.
Dinde asıl ve temel mevzuları işleyip,
Kafalarına göre bunları eleştirip,
Sonra, kötüleyerek yine bazı yönlerden,
Halkı soğutuyorlar bu güzel değerlerden.
Bunlar, ibadetlerin ruhlarında bulunan,
Manevi kıymetlerden habersiz olduğundan,
(Bunlar, akla mantığa uygun değil) diyorlar.
Akıllarınca güya düzeltmek istiyorlar.
Bilmemek, insan için kusur ise de, ancak,
Hiç de anlamadığı bir işlere karışmak,
Ayrıca, pek gülünç ve acınacak bir haldir.
Din düşmanları için, bu da, gayet normaldir.
Lakin bu cahillerin sözlerine inanan,
Müslümanlar, daha da zavallıdır bunlardan.
Bu sinsi düşmanlardan bazısı da şöyle der:
(Evet, islamiyet’te vardır sosyal hükümler.
Ama bu, o zamanın şartlarına göredir.
Bu asrın şartlarına, asla kâfi değildir.
Çünkü bugün milletler, büyümüştür aşikâr.
Yani şartlar değişmiş, artmıştır ihtiyaçlar.
Bugün, teknik ve sosyal alanda kaydedilen,
Bu ilerlemelere, tam cevap verebilen,
Yeni yeni hükümler lazımdır dinde esas.
Kur’anın hükümleri, bunu karşılayamaz.)
Onlar böyle dese de, gerçek böyle değildir.
Bu, onların çok cahil olduğuna delildir.
Çünkü islamda olan bu hükümler, elbette,
Ta kıyamete kadar olurlar mer’iyette.
Hak teâlâ bu dini, bütün yenilikleri,
Olacak her inkişaf ve ilerlemeleri,
Karşılayabilecek bir şekilde kurmuştur.
Bu hükümler, çok sağlam zemine oturmuştur.
Yine sosyal hayatla İlgili hükümlerde,
Tolerans göstermiştir lüzum olan hallerde.
Osmanlı Türk devleti ve imparatorluğu,
Kıtalara yayılan bu millet topluluğu,
İslami hükümlerle idare olunmuştur.
Şanları, şerefleri, tarihe mal olmuştur.
Bu sosyal hükümlere, her hangi bir millet de,
Uyarsa, saadete kavuşur o nisbette.
İslamın bildirdiği bu sosyal hükümlerden,
Ayrılan bir millet de, kurtulamaz dertlerden.)
. İmanın alameti
Ziyaeddin Nurşini , âlim ve velilerden.
İstifade ederdi insanlar kendisinden.
Derdi ki: (Müslümanlar, her hal-ü kârda elbet,
Milli birliklerine vermeli ehemmiyet.
Memleketin, kalkınıp ilerlemesi için,
Çalışmak, görevidir her müslüman kişinin.
Müslüman, hem dinini iyi öğrenmelidir.
Hem de, öğrendiğiyle amel eylemelidir.
Allah’a, devlete ve kullara karşı olan,
Borçlarını, yerine getirmeli her zaman.
İslamın ahlakıyle kendini bezemeli.
Ve asla hiç kimseye bir zarar vermemeli.
Fitne ve anarşiye karışmamalı asla.
Zira böyle olmayı, emreder Hak teâlâ.
Müslümanın birinci vazifesi velhasıl,
Nefsine ve şeytana uymamasıdır asıl.
Fena arkadaşlara ve azgın kişilere,
Asla aldanmamaktır asi anarşistlere.
Kanuna karşı suç ve Allah’a karşı isyan,
Etmekten, son derece kaçınmalı müslüman.
Hak teâlâ, kullara üç vazife vermiştir.
Bunlardan birincisi, şahsi vazifesidir.
Bu da, yetiştirmektir kendisini mükemmel.
İyi huylu olmaktır her şeyden daha evvel.
Müslümanın ikinci vazifesi, nihayet,
Aile içindeki vazifesidir elbet.
Yani ana babaya, çocuk ve zevcesine,
Karşı olan hakları getirmektir yerine.
Üçüncü vazifesi, bulunduğu cemiyet,
İçinde yapacağı vazifesidir elbet.
Yani komşularına, hısım akrabasına,
Varsa talebesiyle, hoca ve üstadına,
Hükümete, devlete, her vatandaşa ait,
Vazifeleri vardır müslümanın her vakit.
Hatta başka olsa da dini ve milliyeti,
Onlara karşı dahi vardır mesuliyeti.
Çünkü her müslümanın görevi, şudur ki ilk:
Herkese, her insana yapmaktır hep iyilik.
O, eli ve diliyle, hiç kimseyi incitmez.
Ve kimseye bir zarar ve hıyanet eylemez.
Bilakis her insana, yapar ikram ve ihsan.
Ve asla hükümete, devlete etmez isyan.
Kul ve Hak borçlarını öder hep zamanında.
Fakir ve yetimlerin bulunur hep yanında.
O halde müslümanın, Allahü teâlâdan,
Korkması, sıkılması lazım gelir her zaman.
Müslümanın ziyneti, edep ve hayasıdır.
Müslümanlık hayası, zaruri ve lazımdır.
Velhasıl müslümanın, elinden ve dilinden,
Hiç kimse incinmez ve zarar görmez katiyen.)
. Müslümana su-i zan
Ziyaeddin Nurşini , pek çoktu fazileti.
Çok istifadeliydi konuşması, sohbeti.
Bir genç ona sordu ki: Bugün, bazı insanlar,
(Hiç kimseye su-i zan etmemeli) diyorlar.
Yani (Hiçbir kimseyi, kötü bilmemelidir.
Çünkü hiç belli olmaz, belki iyi biridir.
Yani onun, küfrünü gösteren bir haline,
Bakıp, hüküm verilmez asla kâfirliğine.
Bilakis iman ehli olduğunu gösteren,
Bir iş veya sözüne bakmalıdır esasen.
Çünkü iman, kişinin kalbindedir, görülmez.
Onu da Allah bilir, başka kimse bilemez.
Yani müslümanlığı, aşikâre olarak,
Kötülemeyenlere hep iyi gözle bakmak,
Ve sevmek lazımdır ki, böyle yapmak iyidir.)
Diyorlar, hakikaten doğrusu böyle midir?
Bu islam âlimi de, bu suale cevaben,
Gayet açık olarak buyurdular ki hemen:
Evladım, (Hiç kimseye su-i zan etmemeli).
Sözü, doğru değildir, buna dikkat etmeli.
İşbu sözün doğrusu şöyledir ki bilhassa:
(Müslümana, su-i zan etmemelidir asla.)
Müslüman olduğunu söylüyorsa bir insan,
Ve bir hali yok ise küfrüne sebep olan,
Bu kimsenin bir sözü, yahut bir işi, şayet,
Hem imana, hem küfre ediyorsa işaret,
İmanlı olduğuna itibar etmelidir.
Onun için, (İmandan çıktı) dememelidir.
Ama biri, açıkca islama saldırırsa,
Gençlerin imanını çalmaya çalışırsa,
Veyahut haramlardan birini, methederek,
Yaymaya uğraşırsa (iyi, güzel) diyerek,
Yahut Hak teâlânın mesela bir emrine,
Gericilik veyahut zararlı derse yine,
İşte bu kimselere, hüsn-ü zan caiz olmaz.
(Müslümanım) dese de, ona hiç inanılmaz.
Ve hatta namaz kılar, Hacca dahi giderse,
Münafık ve zındıktır böyle olan bir kimse.
Bu ikiyüzlülere aldanıp da ayrıca,
Müslüman sanmak ise, ahmaklıktır açıkca.
İmanı olanlardan, razıdır cenab-ı Hak.
Onun Peygamberi de, hem razıdır muhakkak.
Allah’ın rızasına kavuşmak, bir kul için,
En büyük nimetidir elbette Rabbimizin.
Nasıl iman ve küfür, zıtsa birbirlerine,
Ahiretle dünya da zıttırlar böyle yine.
Ve asla bir araya gelemez bu ikisi.
Bir kalpte biri olsa, bulunmaz ötekisi.
Burada dünya demek, haram ve günahlardır.
Günahı terk edenler, ahireti kazanır.
.
31 - NEFİS YARATILMASAYD
.Nefis yaratılmasaydı...
Ahmet Mekki Efendi , ilimde derya idi.
Hem dahi tasavvufta, büyük evliya idi.
Nefsin kötülüğünü bir derste anlatırken,
Sual etti birisi dinleyenler içinden.
Dedi ki: (Hak teâlâ, yaratmasaydı nefsi,
Şerrinden kurtulurdu insanların cümlesi.
Ve herkes, hep hayırlı işlerde bulunurdu.
Böylelikle insanlar, hep Cennetlik olurdu.)
Ona cevap olarak, dedi ki: Kardeşim, bak.
Rabbimizin her işi hikmetlidir muhakkak.
Mesela Hak teâlâ, (Su )yu halk eylemiştir.
Suyun faydalarını saymak mümkün değildir.
İnsanlar ve hayvanlar, hatta bütün nebatat,
Su ile yaşıyorlar, olamaz susuz hayat.
Temizlik yapmak için, hem de yemek ve ilaç,
Yapmak için de yine, su, büyük bir ihtiyaç.
Ama bunun yanında, zararları da vardır.
Denizlerde, bir nice insan boğulmaktadır.
Nitekim yağmurlardan biriken sel suları,
Yıkıp, harab ediyor köy ve kasabaları.
Ve yine bunun gibi, soğuk su içen insan,
Hasta olabiliyor, terliyse hele o an.
(Ateş ) de, insanlara nice fayda sağlıyor.
Onunla yemek pişip, kışın ısınılıyor.
Ama bunun yanında, zararları da vardır.
İçine düşenleri mesela yakmaktadır.
Yine (Elektrik ) de, çok işlere yarıyor.
Onunla makinalar, aletler çalışıyor.
Ama zararları da, pek çok görülmektedir.
Nitekim çarptığını, hemen öldürmektedir.
(İlaçlar ) da, dertlere deva olduğu halde,
Fazla alınır ise, zarardır fevkalade.
Nitekim (Ekmek ) bile, normalden fazla şayet,
Yenilirse, o zaman zararlı olur elbet.
İşte (Nefsimiz ) dahi, aynen bunlar gibidir.
Yani nefs, hem zararlı, hem de faidelidir.
İnsanın yaşaması ve hatta üremesi,
Gibi sebepler ile yarattı Allah nefsi.
Dünya için çalışıp, geçimini sağlamak,
Yine ahiret için çalışıp, sevap almak,
Dinini, namusunu koruyabilmek için,
Nefs, lazımdır insana, doğrusu budur işin.
Fakat nefsin, zararlı, kötü isteklerine,
Gem vurup, mani olmak lazımdır elbet yine.
Nefsin bu istekleri engellenirse eğer,
Ulvi mertebelere yükselir o kimseler.
Hatta nefse uymamak sayesinde bir insan,
Melek mertebesine erişebilir bazan.
. Sevmenin alameti
Ahmet Mekki Efendi, âlim ve veli bir zat.
Bir gün, sevdiklerine şöyle etti nasihat:
Sevgili Peygambere, kusursuz tâbi olmak,
Onu, tam ve kusursuz sevmekle olur ancak.
Onu, tam ve kusursuz sevmenin yolu dahi,
Allah için sevgi ve düşmanlıktır ki yani,
Onun sevdiklerini, iyi bilip sevmektir.
Düşmanlarını ise, katiyen sevmemektir.
Bu, elinde değildir aşıkların esasen.
Sevgi ve muhabbete, gevşeklik sığmaz zaten.
İki zıd'dan birini severse biri eğer,
Bu sevgi, diğerine düşmanlık icab eder.
Bu dünya nimetleri, insanları aldatır.
Bugün senin ise de, yarın başkasınındır.
Ve lakin ahirette ele girecek olan,
Nimetler, sonsuz olup, götürülür buradan.
Yani bu birkaç günlük kısa ömrü, bir kimse,
Allah’ın Resulüne uyarak geçirirse,
Ebedi saadet ve sonsuz necat umulur.
Yoksa, sonu pişmanlık ve tam bir hüsran olur.
Her yaptığı iyilik, bu dünyada kalır ve,
Malesef ahirette hiçbir şey geçmez ele.
Peygamber Efendimiz, Allah’ın Habibi'dir.
Her şeyin en iyisi, sevgiliye verilir.
Âlimler, bu hususta buyurdu: (Her Peygamber,
Kendi zamanlarının, en üstünü idiler.
Yani yaşadıkları o zaman ve mekanda,
Onlardan üstün kimse, bulunmazdı o anda.
Peygamberimiz ise, farklı idi onlardan.
Zira O, her zaman ve yerdeki insanlardan,
Yani Adem Nebiden, kıyamet kopana dek,
Gelmiş veya gelecek kim varsa ins-ü melek,
Hepsinden, her bakımdan üstün ve kıymetlidir.
Hiç kimse, hiçbir yönden, Ondan üstün değildir.
Kimsenin gücü yoktur Onu metheylemeye.
Ve kimsenin kudreti yoktur tenkid etmeye.)
Hak teâlâ buyurdu: (Sen olmasaydın eğer,
Hiçbir şey yaratmazdım, olmazdı yer ve gökler.)
Hep Onda toplanmıştır iyi huy, güzel ahlak.
Zira O, âlemlere geldi rahmet olarak.
O idi insanların, hem en güzel yüzlüsü.
Kırmızıyla karışık beyaz idi gül yüzü.
Güldüğünde, cemali (Ay) gibi nurlanırdı.
Sözü çok tatlı olup, gönülleri alırdı.
Onun, hiçbir işinde, gizli veya aşikâr,
Bir çirkinlik ve kusur görülmemiştir zinhar.
Kendi için, kimseye gücenmediği halde,
Dine saldıranlara, sert idi fevkalade.
Böyle bir Peygambere uyarak ömür sürmek,
Rabbimizin en büyük nimeti olsa gerek.
. Kötü arkadaş
Ahmet Mekki Efendi , büyük islam âlimi.
İlmi ile, islama hizmet etti daimi.
O bir gün buyurdu ki: Anne baba, ilk önce,
Evladına islamı öğretmeli güzelce.
Bu, ilk vazifesidir her anne ve babanın.
Ve onların üstünde, hakkıdır her evladın.
Zira bir hadisinde buyurdu ki o Server:
(Aile efradının haklarını, kim eğer,
Yerine getirmezse, onun kıldığı namaz,
Ve tuttuğu orucu, indallah kabul olmaz.)
Büyük islam âlimi Gazali de, bu babta,
Şöyle buyurmaktadır yazdığı bir kitapta:
(Kadınların kızların, ince dar, süslü renkli,
Şeylerle örtünerek, gezmemesi gerekli.
Bu şekilde gezenler, günaha girer bundan.
Hem ayrıca, oların başlarında bulunan,
Baba zevc, amca dayı, yahut büyük birader,
Hangisinin, bu hale rızası varsa eğer,
Bu dahi, ortak olur bu günah ve isyanda.
Yani günah, ona da yazılır aynı anda.
Zira buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
(Çoluk çocuğunuza, islamı öğretiniz.
Yoksa, sıkıntısını çekersiniz beraber.
Yani emr-i marufu bırakırsanız eğer,
Musallat olur size en fena olanınız.
Hem de, Allah indinde kabul olmaz duanız.)
Yine buyurdular ki bir hadiste o Server:
(Bütün ibadetlerden kazanılan ecirler,
Azdır, Allah yolunda gazanın sevabından.
Hatta damla gibidir, bu, denize nazaran.
Gaza’nın sevabı da, emr-i maruf yanında,
Bir damla su gibidir, deryalar meyanında).
Evlat, anne babanın elinde emanettir.
Kalpleri, çok kıymetli birer cevher gibidir.
Her şekli alabilir, yumuşak mum misali.
Küçükken, hiçbir şekle girmemiştir tabii.
Hatta, temiz bir toprak gibidir ki, velhasıl,
Ne tohum ekilirse, o meyve olur hasıl.
Çocuklara, iman ve Kur’anın esasları,
Allahü teâlânın emir ve yasakları,
Öğretilip, yapmaya alışırlarsa eğer,
Dünya ve ahirette, saadete ererler.
Onları yetiştiren anne ve babası da,
Bu saadetlerinde, ortak olur aslında.
Eğer bu çocuklara, öğretilmezse bunlar,
Dünya ve ahirette gayet mutsuz olurlar.
Hatta, yapacakları her bir fenalığın da,
Günahı, bunlara da yazılır aynı anda.
Öyleyse anne baba, her şeyden daha evvel,
Evladına, islamı öğretmeli mükemmel.
. Evlat, büyük nimettir
Ahmet Mekki Efendi , evlad-ı Resuldendi.
İnsanlar, kendisinden istifade ederdi.
Gençlere sohbetinde buyurdu ki bir sefer:
Şöyle buyurmuşlardır bir hadiste o Server:
(Her bir çocuk, islama elverişli olarak,
Yani islam fıtratı üzre doğar muhakkak.
Daha sonra bunları, tekrar anne babalar,
Hıristiyan, yahudi veyahut dinsiz yapar.)
O halde her müslüman, ilk vazife olarak,
Evladına, islamı öğretmeli muhakkak.
Evlat, anne babanın elinde bir nimettir.
Kıymeti bilinmezse, o elden gidebilir.
İslam düşmanları da, bu çok mühim noktayı,
Gayet iyi anlayıp, bildiğinden dolayı,
Dinsizlik ocakları, komünist ve masonlar,
Alçak maksatlarını şöyle açıklıyorlar:
(Birinci hedefimiz, çocuklar ve gençlerdir.
Onlar, dinsiz olarak yetiştirilmelidir.)
Masonlar diyorlar ki: (Gençlerin, çocukların,
Dini bilgiler ile kafasını yormayın.
Önce, dünya kazancı elde etmelidirler.
Dini bilgilerini sonradan öğrenirler.
Biz, inanç hürriyeti fikrini, her tarafa,
Yaymaya çalışmamız lazımdır ilk evvela.
Ve localarımızda konuşup aldığımız,
Kararları, acilen her yere yaymalıyız.
Din kardeşliğini de, yıkıp, onun yerine,
Mason kardeşliğini getirmeliyiz yine.
Dinleri yok etmek ve islamı yıkmak olan,
Mukaddes gayemize ulaşırız o zaman.)
İşte görülüyor ki, masonların gayesi,
Yıkmak ve yok etmektir islamı sinsi sinsi.
O halde müslümanlar, bu düşmanların, zinhar,
Hiyleli sözlerine aldanmamalıdırlar.
Onların okşayıcı, yardımsever görünen,
Sözleri, bir yalandan ibarettir tamamen.
Halbuki birbirine, devamlı müslümanlar,
Emr-i maruf ve nehy-i anil münker yaparlar.
Çünkü din, nasihat ve öğütten ibarettir.
Bu işe mani olmak, dini yıkmak demektir.
İşte islamiyet’in büyük düşmanı olan,
Masonlar, buna mani olmaktadır durmadan.
Gençlere emr-i maruf yapmayı, bu dinsizler,
Vicdanlara tecavüz şeklinde gösterirler.
Hatta bir müslümanın, bir mümin kardeşine,
Allah’ın bir emrini hatırlatma işine,
(Din propagandası) ismini veriyorlar.
(Vicdan hürriyetine tecavüz)dür diyorlar.
Bu din düşmanlarına, hiç aldanmamalıdır.
Ve elden geldiğince, islamı yaymalıdır.
. Müslümanlar ve kâfirler
Ahmet Mekki Efendi , evliya bir zat idi.
İşi hep insanlara öğüt nasihat idi.
Bir gün, sevdiklerine buyurdu ki: (Müminler,
Birbirlerine saygı ve hürmet gösterirler.
Gerek dünya işinde, gerekse din yolunda,
Sıkıntıda görünce, kurtarırlar anında.
Ramazan-ı şerife ve oruç tutanlara,
Camilere, ezana ve namaz kılanlara,
Yani Allah yolunda yürüyorsa kim eğer,
Onlara, saygı hürmet ve sevgi gösterirler.
Hem Kur’an-ı kerim’i işittikleri zaman,
Saygı ile dinlerler onu ses çıkarmadan.
Kur’anı, her kitabın üzerine koyarlar.
Ve onun üzerinde, bir şey bulundurmazlar.
Onu, asla çalgı ve içki âlemlerinde,
Okumazlar oyun ve eğlence yerlerinde.
Uygunsuz okunurken işitirlerse eğer,
Onu susturmak için, önce ikaz ederler.
Susturamazlar ise, onu dinlemeyerek,
Hemen uzaklaşırlar o yeri terk ederek.
Kur’an yazılı olan sayfa ve satırları,
Hatta bütün mübarek isim ve yazıları,
Yere düşmüş görünce, kalpleri sızlayarak,
Onları, o yerlerden kaldırırlar muhakkak.
Kul ve hayvan hakkına, hiç taarruz etmezler.
Kimsenin malına ve ırzına göz dikmezler.
Hatta kâfir ve turist olsa da, yine aynen,
Mal, can ve ırzlarına saldırmazlar katiyen.
Kul ve Hak borçlarını, zamanında öderler.
Kanun ve nizamlara, tam riayet ederler.
Güzel ahlakı ile yaşıyarak islamın,
Sevgi ve saygısını toplarlar her insanın.
Ama buna mukabil, müslüman olmayanlar,
Bu saydıklarımızın, tam aksini yaparlar.
Kur’an-ı kerim’i ve mevlid-i şerifleri,
Yine bütün mübarek yazı ve isimleri,
Hürmetten ve kıymetten düşürebilmek için,
Bulmaya çalışırlar uygun fırsat ve zemin.
Bunları, dinimizin men ettiği yerlerde,
Okur ve okuturlar uygunsuz şekillerde.
Temsil, mizah, komedi ve karikatürlerde,
Radyo ve televizyon, veyahut filimlerde,
Temiz müslümanlarla ve islamla, durmadan,
Alay, yani istihza ederler utanmadan.
Buralarda, islamı temsil etmek üzere,
Pis, gülünç birisini göstererek çok kere.
Hayasızca, islama hep iftira atarlar.
Onu, nefrete şayan olarak tanıtırlar.
Müslümanlar, bunlara hiç aldanmamalıdır.
Bu babta, dikkatli ve uyanık olmalıdır.)
. Cihad ne demektir?
Ahmet Mekki Efendi , fazilet sahibiydi.
Sözleri, herkes için pek çok faideliydi.
Birgün, bazı gençlere buyurdu ki: (Müslüman,
Hem din ve imanını korumalı her zaman.
Hem de, Hak teâlâya inanmayan insanlar,
Hakkında, hiç sevgisi olmamalıdır zinhar.
Ama, o sevmediği kimselere de, yine,
Yani kâfirler ile, bid’at sahiplerine,
Bir kötülük ve zulüm asla yapmamalıdır.
Onlara, tatlı dille nasihat yapmalıdır.
Böylece, onların da ebedi cehennemden,
Kurtulmaları için, çalışmalıdır aynen.
Çünkü islamiyet’in gelmesinin gayesi,
Cehennem ateşinden kurtarmaktır herkesi.
(Cihad ) da, cahil olan ana ve babaların,
Veya sırf dünya için uğraşan papazların,
Yahut zalim şeflerin, eza cefa ettiği,
Zulüm, baskı altında aldatıp inlettiği,
Zavallı insanları, o zulüm ve küfürden,
Kurtarıp, saadete kavuşturmaktır hemen.
Yani o insanları, güç ve zor kullanarak,
İman saadetine kavuşturmaktır cihad.
Başka bir ifadeyle, küfür, zulüm, işkence,
İçinde, karanlığa iteklenmiş bir nice,
İnsanları, o zalim diktatör ve şeflerin,
Baskıları altından kurtarabilmek için,
Yüce islam dinini, onlara anlatmaktır.
Bu yolda, can ve malla fedakârlık yapmaktır.
Yani o insanları, Cehennemden kurtarmak,
Ve ebedi olarak Cennete kavuşturmak,
Maksat ve gayesiyle, emr-i maruf yapmaktır.
Böylece, Rabbimizin rızasına varmaktır.
Cihad, bu demekse de, bunu fertler yapamaz.
Bu cihad hizmetini, hükümet yapar esas.
Bunu, fertler yapmaya kalkışırsa eğer ki,
Buna, fitne çıkarmak denilir elbette ki.
Eğer başkalarına saldırırlarsa fertler,
Cihad değil, barbarlık olmuş olur bu sefer.
Cihad'a katılmazsa eğer ki bir müslüman,
Onlara, dua ile yardım eder o zaman.
Kâfirler, cihad ile, zulümden kurtularak,
İman ve islam ile şereflenirler ancak.
Cihad ile, islamı duymayıp bilmeyenler,
İman edip, ebedi saadete ererler.
Ve cihad sayesinde, mahşerde, hiçbir kâfir,
(Ben islamı duymadım) hiç diyemeyecektir.
(İslamı işitseydim, iman ederdim) diye,
O gün, olmaz hakları böyle bir şey demeye.
Yani cihad, islamda büyük bir ibadettir.
Ve bütün insanlığa iyilik ve rahmettir.)
.
32 - AKLA UYMAK
.Akla uymak
Abdülmecid Şirvani , büyük islam âlimi.
İlmi ile, islama hizmet etti daimi.
Bir gün de buyurdu ki: (Elbette cenab-ı Hak,
Bu kısacık hayatta ihlasla yapılacak,
Hayırlı amellerle işlere, ahirette,
Nimetler verecektir ebediyen Cennette.
Sevgili Habibine uymayanlara dahi,
Cehennemde, azaplar yapacaktır ebedi.
Nitekim Hak teâlâ buyurdu ki mealen:
(Resulüme inanıp, bana ibadet eden,
Yani islamiyet’e tam tâbi olanlara,
Vadettiği nimeti verecek Hak teâlâ.
İmansızları ise, Cehenneme koyarak,
Çok azap yapacaktır hem de sonsuz olarak.
Kendisini, herkesten kıymetli, üstün gören,
Bu azgın kâfirleri, o zaman Cehennemden,
Kurtaracak, yardımcı kimse olmayacaktır.
Ve onlar, ebediyen ateşte yanacaktır.)
Allah, niçin onlar sonsuz azap yapacak?
Bunu, Hak teâlânın kendisi bilir ancak.
İnsanın kısa aklı, bunu hiç anlayamaz.
Çünkü bu yüksek ilme, insan aklı varamaz.
Bir islam âlimimiz, bu hususta şöyle der:
(Bunlar, sonsuz olarak yaşasalardı eğer,
Yine Hak teâlâya, inanmayacaklardı.
Yani sonsuz olarak, kâfir kalacaklardı.
Sonsuz olacağından küfürleri bunların,
Ebedi olacaktır azapları da yarın.)
Velhasıl dinimizin bütün hükümlerini,
Yani Hak teâlânın her emir ve nehyini,
Akla uydurmaya ve beğendirmeye kalkmak,
Anlamamak demektir Peygamberliği ancak.
Çünkü his organları, aklın idrak ettiği,
Şeyleri, anlamaktan aciz olduğu gibi,
Akıl da, peygamberlik makamında bilinen,
Anlaşılan şeyleri, anlayamaz katiyen.
Akla danışmaksızın inanmak, çıkar yoldur.
Ve böyle inanmaktan, başka da çare yoktur.
Aklın anlamadığı şeyler çoktur islamda.
Ama akla uymayan hiçbir şey yoktur onda.
Yani nakil yoluyla anlaşılan bilgiler,
Allah’ın sevdiği ve beğenmediği şeyler,
Hatta Hak teâlâya ibadet şekilleri,
Nakil yoluyla gelen, ahiret bilgileri,
Anlaşılabilseydi akıl yoluyla eğer,
Hiç gönderilmez idi binlerce Peygamberler.
Yani lüzum kalmazdı onların gelmesine.
Hatta kitaplara da gerek kalmazdı yine.
Herkes, aklına göre doğru yolu bulurdu.
Onlar, -hâşâ- boş yere gönderilmiş olurdu.)
. Kur’an-ı kerim’in tercümesi
Abdülhakim Arvasi , âlim ve evliya zat.
Bir gün Kur'an hakkında şöyle verdi izahat:
(Kur’an, hiçbir lisana ve dile çevrilemez.
Hatta arapçaya da, tercüme edilemez.
Herhangi bir şiirin, kendi diline bile,
Tercüme edilmesi, imkansızdır ayniyle.
Meali ve izahı olabilir Kur’an'ın.
Ama tam tercümesi, yapılamaz bihakkın.
Ve Kur’an-ı kerim’in manasını anlamak,
Asla mümkün değildir, tercüme okuyarak.
Herhangi bir âyeti anlamak demek zira,
Ne demek istiyorsa burada Hak teâlâ,
İşte, onu anlamak demektir ki esasen,
Tercüme okumakla, bu mümkün olmaz zaten.
Bir âyetin, herhangi tercümesine bakan,
Murad-ı ilahiyi anlayamaz hiç ondan.
Mütercimin bilgisi nisbetinde olarak,
Bir meal ve izahı öğrenebilir ancak.
Yani o kimselerin, tam anladım sanarak,
Yaptıkları şeyleri öğrenebilir ancak.
Kur’anın manasına, velhasıl bir müslüman,
Direkt tercümesinden, varamaz hiçbir zaman.
Zira köylüye ait bir kanunu, hükümet,
Doğruca köylülere göndermez önce elbet.
Çünkü köylü, kanunu evvela okuyamaz.
Okuyabilse bile, hiçbir şey anlayamaz.
Bu kanun, öncelikle (Vali )ye gönderilir.
Zira vali, okuyup iyi anlayabilir.
Vali, bir izahname ekleyerek bunlara,
Gönderir bu kanunu sonra (Kaymakam )lara.
Bunlar da, bu kanunu açıklayarak yine,
Gönderirler bu ekle (Belde müdürleri )ne.
Bu açıklamalarla, işbu müdürler dahi,
Gönderilen kanunu, anlarlar daha iyi.
Yine bir açıklama yapıp bu kanunlara,
Anlatırlar bunlar da, köydeki (Muhtar )lara.
Muhtarlar da, kanunu anlayarak bu kere,
Köylü lisanı ile, anlatır (Köylü )lere.
Kur’an-ı kerim dahi, ahkam-ı ilahidir.
Kullara gönderilen, kanun-i Rabbani’dir.
Burada kullarına, ebedi bir saadet,
Vadedip, Habibine gönderdi âyet âyet.
Kur’anın manasını, tam ve açık olarak,
Muhammed Resulullah anlayabilir ancak.
Edib ve beliğ iken Eshab-ı kiram dahi,
Ona soruyorlardı bir kısım ayetleri.
Hatta vahyi getiren Cibril-i emin bile,
Bir kısım ayetleri sorardı o Resule.)
. Tefsir okumak
Abdülmecid Şirvani , o Resulün neslinden.
İstifade ederdi insanlar kendisinden.
O birgün buyurdu ki: (Manasını Kur’anın,
Yalnız Peygamberimiz anlamıştır bihakkın.
Ve onu, zaman zaman, hadis-i şeriflerle,
Tam ve doğru olarak bildirmiştir bizlere.
Yani Resulullahtır tam hakiki müfessir.
Ve tefsir kitabı da, Onun hadisleridir.
İslam âlimlerimiz, çalışıp didinerek,
İstirahatlerini hergün feda ederek,
İşte bu hadisleri toplayıp bir araya,
Tefsir kitaplarını koymuşlardır ortaya.
Ancak, bu tefsirleri anlayabilmek için,
Otuz yıl, çalışması lazımdır bir kişinin.
(Yirmi ana ilim)le, bunlara bağlı olan,
(Seksen ilmi) öğrenmek lazımdır en azından.
Zira var ki bir kısım arabi kelimeler,
Her ilimde, ayrı bir manayı bildirirler.
Yani fıkıh ilminde, başka manaya gelir.
Tefsirde, daha başka manaya gelebilir.
Yine aynı kelime, aldığı bir edat'a,
Göre, başka manalar bildirebilir hatta.
Bu geniş ilimleri bilmeyen bir kişinin,
Tercümesi, tam doğru olamaz bunun için.
Çünkü tefsir, bir miktar arabi okumakla,
Olmaz hiç, çala kalem yazmakla, anlatmakla.
Tefsir, ehli olanın kalbine doğan (Nur)dur.
Tefsir kitapları da, onun anahtarıdır.
Tefsir ile ilgili (seksen ilmi) bilenler,
Tefsir kitaplarını okuyup birer birer,
Kur’anın manasını, iyi anlamışlardır.
Ve bu babta, binlerce kitaplar yazmışlardır.
Bunlar, ya arabidir, yahut da osmanlıca.
Bunları okumak da, ilim ister ayrıca.
Şimdi yeni yazılan var ki Türkçe tefsirler,
Okuyanı, yazanın fikrine esir eder.
Çünkü bu tefsirlerde, şahsi fikirler vardır.
Bu yüzden, fayda değil, zararlı olmaktadır.
Hele islam düşmanı, münafık bir kişinin,
Kur’anın manasını gizlice bozmak için,
Yazdığı tercümeler, adeta bir zehir dir.
Okuyan genç zihinler, mutlaka zehirlenir.
Zaten islamiyet’i öğrenebilmek için,
Tefsir okumasına lüzum yok bir kişinin.
Çünkü yanlış anlamak veyahut şüphe etmek,
İmanı giderir ki, çok dikkat etmek gerek.
İslam âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak,
Hakkında yazdıkları kitapları alarak,
Okumakla, Kur’anın manası anlaşılır.
Çünkü bunlar, Kur’andan alınıp yazılmıştır.)
. Ölünce olanlar
Abdülmecid Şirvani , büyük âlim ve veli.
Sözleri, herkes için olurdu faideli.
Bir gün (ölüm) hakkında kendisinden sordular.
Cevabında, onlara şunları buyurdular:
Peygamber Efendimiz, hadis-i şerifinde,
Buyurdu: (Bir müslüman vefat eylediğinde,
Yerde ve gökte olan sayısız çok melekler,
Onun için, çok tövbe ve istiğfar ederler.
Melekler, o ruh ile yükselirken göklere,
Bütün gök kapıları açılır birden bire.
Sonra, Rabbil izzete varır ve arz ederler:
(Filan kulun ruhunu getirdik şimdi) derler.
Hak teâlâ buyurur: (Götürün onu geri!
Gösterin vadettiğim sayısız nimetleri.)
Döndürürler kabrine bir anda kendisini.
Dağılan cemaatin, duyar ayak sesini.
Sonra, sual ederler ona Münker ve Nekir.
Bi iznillah hepsine, dosdoğru cevap verir.
O an, nurlu birini görüverir önünde.
Böyle güzel bir kişi görmemiştir ömründe.
Der ki: (Sen kimsin acep, çok sevdi ruhum seni.
Görmedim senden güzel, sevimli birisini.)
O der: (Senin yaptığın ihlaslı amellerim.
Geldim, sonsuz Cenneti sana müjdeleyeyim.)
O an kabri genişler bir harman yeri kadar.
Cennet kokularıyla bir anda kabri dolar.
Kabrine, bir pencere açılarak Cennetten,
Cennet yaygılarıyla döşenir içi hemen.
O der ki: (Ya ilahi, bu ne nimet, saadet,
Cennete girmem için, çabuk kopsa kıyamet.)
Ölen, kâfir biriyse, yer ve gökte melekler,
O ruhtan iğrenir ve ona lanet ederler.
Cümle gök kapıları, kapanırlar yüzüne.
Ve razı olmazlar ki, yükselsin gök yüzüne.
Hak teâlâ buyurur: (Onu geri çevirin!
Ona da, vadettiğim azabı müjdeleyin.)
Döndürürler kabrine bir anda kendisini.
Dağılan cemaatin duyar ayak sesini.
Münker ile Nekire veremez doğru cevap.
Onlar dahi derler ki: (Hak oldu sana azap.)
O anda pis kokulu, çok çirkin biri gelir.
O, onu görür görmez, feci halde iğrenir.
Der ki: (Sen nerden çıktın ve dikildin önümde?
Görmedim senden çirkin bir kişi ben ömrümde.)
O der: (Senin, dünyada yaptığın amellerim.
Geldim, sonsuz azabı sana müjdeleyeyim.
Sen, iman etmemiştin bu dünyada Allah’a.
Ve Ondan hiç korkmadan, dalardın her günaha.)
Sonra da, azap ile vazifeli bir melek,
Azap eder o kula, kıyamet gününe dek.)
. Haram, ateş gibidir
Abdülhakim Arvasi , âlim ve veli bir zat.
Bir gün, genç bir mümine şöyle etti nasihat:
(Bu dünyada ne kadar kalacaksan sen eğer,
Buna, o kadar çalış ve o kadar ver değer.
Ahirette ne kadar kalacak isen şayet,
Ona da öyle çalış, o kadar eyle rağbet.
Cehenneme ne kadar dayanabiliyorsan,
O kadar günah işle, olursun yoksa pişman.)
Yine genç bir müslüman, gelerek bu Veli'ye,
Rica etti: (Bana bir nasihat edin) diye.
Buyurdu: Öyle kaç ki her işinde günahtan,
Görmesin Hak teâlâ günahta seni bir an.
Öyle sıkı sarıl ki dine her a’zan ile,
Seni, taat dışında görmesin bir an bile.
Öyle haya eyle ki Allahü teâlâdan,
Hiç mahcup olmayasın Ona vardığın zaman.
Mümkün olduğu kadar oruçlu ol ki, yarın,
Ecelin geldiğinde, ölüm olsun iftarın.
Günah ve kusurunu çoğaltma ki bu günde,
Korkuya düşmeyesin yarın Mizan önünde.
Bu dünya, ahirete giden bir yol gibidir.
Gece gündüz, bu yolda birer konak yeridir.
Çıkmışız herbirimiz bu sonsuz yolculuğa.
Elbette ihtiyaç var azık ile yolluğa.
Ahiret yolculuğu, bitecek bugün, yarın.
Ecel ani geliyor, gaflete dalma sakın.
Kim, dünyada korkarsa Allah’ın azabından,
O, her bir arzusuna kavuşur yorulmadan.
Ve her kimin, çok ise istek ve arzuları,
Onu bekler dünyanın türlü sıkıntıları.
Rabbin razı olduğu meşguliyet var ise,
En büyük sermayenin sahibidir o kimse.
Kabirdeki mevtalar, yapar ki şu hesabı:
(Ah, kıyamet kopsa da, bitse kabir azabı.)
Öyle pişmandırlar ki şu anda cümle mevta,
Derler ki: (Ah şu anda, bulunsaydık hayatta.
Başımızı, secdeden kaldırmazdık Vallahi.
Dünyadaki insanlar, bilseler bunu bari.)
Onların feryadını, duyar cümle mahlukat.
Sırf yaşayan insanlar duymazlar onu fakat.
Ne acı gerçektir ki, bunlar dahi ölürler.
O feci pişmanlığa bunlar da gömülürler.
Eğer düşünselerdi bu hali ihlas ile,
Hiç işleyemezlerdi bir günahı az bile.
İşte ey kardeşlerim, pişman olmamak için,
Bu ömür fırsatını iyi değerlendirin.
Haram (Ateş ) demektir, yapmayın günah işi.
İnsanları bekliyor Cehennemin ateşi.
. Namazdan zevk almak
Abdülhakim Arvasi , büyük Allah adamı.
Sohbeti, süpürürdü kalplerden hüznü, gamı.
Bir gün, bir talebesi bu Veli'ye gelerek,
Dedi: (Alamıyorum namazdan manevi zevk.
Tasavvuf hallerim de gittikçe kaybolmakta.
Bana bir tavsiyeniz olacak mı bu babta?)
Buyurdu ki: (Yediğin lokmalara dikkat et.
Yemek adabına da, eyle hem tam riayet.)
Araştırdı talebe yedikleri taamı.
Gördü ki, helal yoldan kazanılmış tamamı.
Gelip arz eyledi ki: (Yediğimiz yemekler,
Helal olup, haramla karışmış değildirler.)
Buyurdu ki: (Evladım, git, az daha araştır.
Muhakkak yaptığınız başka yanlış iş vardır.)
Nihayet öğrendi ki o araştırdığında,
Şüpheli tek bir odun yakılmış ocağında.
Bu günahtan ötürü, etti tövbe istiğfar.
O iyi hallerini kazandı yine tekrar.
Bir talebesi dahi, eyledi ki şöyle arz:
(Nasıl kılabiliriz huşu ile bir namaz?)
Buyurdu ki: (Huzurla yemeli helal taam.
Ve abdest alırken de, huzurlu olmalı tam.
Yine düşünmeli ki namaza durduğunda:
Ben, kimin huzurunda duruyorum şu anda?)
Bir gün de buyurdu ki: (Her işte, samimiyet,
Yani sırf Allah için olmalı halis niyet.
Kalp ile doğru niyet etmedikçe bir kişi,
Asla başlamamalı yapmak için bir işi.
Dünya ve ahirete yaramayan şeylerle,
Vakit geçirmemeli zararlı işle hele.
Önce islamiyet’i, yani ilmihalini,
Öğrenip, ona göre düzeltmeli halini.
Evine, dinsizlerin, yahut mezhepsizlerin,
Yazdığı kitapları, hiç getirmemelisin.
Çünkü o kitapları okuyan, zehirlenir.
Hatta sonsuz olarak azaba sürüklenir.
Dost düşman herkes ile, güler yüz, tatlı dilli,
Geçinip, münakaşa ve kavga etmemeli.
İnsanların özrünü, kabul etmelidir hem.
Kusurları olursa, affetmelidir hemen.
Müslümanlık, sadece namaz, oruç değildir.
Bunlar, her müslümanın kulluk vazifesidir.
Kimseyi üzmemektir bu dinde asıl gaye.
Bunu yapan, kavuşur rıza-i ilahiye.
Âlimlerden birine sordular bir aralık:
(Ne ile belli olur insanda evliyalık?)
Buyurdu ki: (Evliya, hep güler yüzlüdürler.
Huyları iyi olup, özrü kabul ederler.
Münakaşa etmezler ve cömerttirler gayet.
Dinli dinsiz herkese, ederler hep merhamet.)
. Bu ömür biter
Abdülhakim Arvasi , âlim ve evliyadır.
Birgün, ihlas hakkında şöyle buyurmuşlardır:
İhlas, şu demektir ki, her amelin, her işin,
Yapılmış olmasıdır sadece Allah için.
Hak teâlâ buyurdu: (Kul, Allah’a ihlasla,
Taatten başka şeyle emr olunmadı asla).
Maruf-i Kerhi der ki: (Ey nefsim, bakma halka.
İhlas ile amel et, kurtulursun mutlaka.)
Ebu Süleyman der ki: (İhlas ile bir adım,
Atana müjde olsun, budur benim muradım.)
Rüyada sordular ki büyüklerden birine:
(Hak teâlâ, ne yaptı senin amellerine?)
Buyurdu: (Allah için yapmışsam her ne amel,
Onların hiçbirine, gelmemiş asla halel.
Bir yoldan, ihlas ile kaldırdığım taş vardı.
O bile, mizanımın sevap tarafındaydı.
Fakat buna mukabil, bin altın değerinde,
Verdiğim sadakayı, göremedim yerinde.
Dedim ki: (Ya ilahi, sebep ne, bilmiyorum.
O amel, mizanımda yoktur, göremiyorum.)
O sırada, gaibden geldi şöyle bir nida:
(Gönderdiğin yerdedir, ne ararsın burada?)
Hemen hatırladım ki, verirken o şeyi ben,
Birisi görmüştü de, sevinmiştim içimden.
Demek ki, ben o hayrı, tam ihlasla yapmadım.
Bu yüzden mizanımda o hayrı bulamadım.)
Bir gün de, genç birine, buyurdu: (Sakın, aman!
İyi bil kıymetini, çabuk geçer bu zaman.
Bu vakti, oyun ile ve fuzuli şeylerle,
Geçirme ki, sonunda hiçbir şey geçmez ele.
Bu dünyada lüzumsuz, faidesiz şeylerin,
Arkasında koşmakla biterse bu gençliğin,
Sonunda pişman olup, ah edersin elbette.
Ve çetin azaplara düşersin ahirette.
Kıyamette, azaptan kurtulabilmek için,
Bu dinin sahibine ittiba etmelisin.
Ömrünü, faidesiz şeyler ile geçirmek,
Akıllı insanlara yakışır şey değil pek.
Şaşılacak tarafı şudur ki asıl işin,
Bu şeyler, görünüyor sana güzel ve şirin.
Bütün vakitlerini, dünya için harcamak,
Sırf ahmak olanların işidir hemen ancak.
Bu ömür fırsatının, bilerek kıymetini,
Allah’a kulluk ile geçirmeli vaktini.
Asıl iş, Sahibine itaat eylemektir.
Habercinin görevi, ancak haber vermektir.)
. İki büyük nimet
Abdülmecid Şirvani, büyük islam âlimi.
İlmi ile, islama hizmet etti daimi.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Gaflete gelmeyin ki, ahirette azap var.
Hele kul haklarında olur ki öyle dehşet,
Peygamberlere bile, gelir korku ve haşyet.
Bir gıybet, bir iftira, gönül yıkma, su-i zan,
Yüzünden, Cehenneme atılır nice insan.
Bu günahlar, girer ki kul hakkının içine,
Atılır böyleleri Cehennem ateşine.
Pişman olmamak için mahşer gününde yarın,
Asla girmemelidir hakkına insanların.)
Nasihat istediler bir gün de kendisinden.
Buyurdu: (Kardeşlerim, din edeptir tamamen.
Eğer Rabbine karşı edepliyse bir insan,
Ondan haya ederek, yapamaz günah, isyan.
Eğer Resule karşı edepliyse o kişi,
Sünnet-i seniyyeye uygun olur her işi.
Onun beğenmediği bir şey geçse içinden,
Ondan haya ederek, vazgeçer o işinden.
Anne babaya karşı gösterirse kim edep,
Onların rızasını kazanmaya bakar hep.
Sert söylemez onlara, yıkmaz gönüllerini.
Yapar günah olmayan bütün emirlerini.
Arkadaşa karşı da, mühimdir haya, edep.
Kırıcı davranıştan kaçmalıdır yine hep.
Hatta onun ismini, duvarda görse eğer,
Önünü ilikleyip, önünden öyle geçer.
Kâfirlere karşı da edepli olmalıdır.
Dinin yayılmasında bunun çok payı vardır.
Eshabın ahlakına, hayran olup kâfirler,
Çoğu, islamiyet’e seve seve girdiler.)
Birgün de buyurdu ki: (Kim, şu iki nimete,
Kavuşmuşsa, ermiştir o, büyük bir devlete.
Birincisi, islama tam, kesin riayettir.
Öbürü, bir rehbere sevgi ve muhabbettir.
Eğer bir müslümanda bu ikisi var ise,
O, kavuşur her türlü saadet ve feyize.
Dinsiz veya mezhebsiz kimseler ile olmak,
Veyahut da onların kitabını okumak,
Hatta bütün zararlı neşir vasıtaları,
Kötü arkadaştır ki, saptırır insanları.
Bu bozuk neşriyata, hiç yaklaşmamalıdır.
Arslandan kaçar gibi, onlardan kaçmalıdır.
Çünkü arslan, insanın alır yalnız canını.
Onlar ise, alırlar dinini, imanını.
Hakiki âlimlerin kitabını okuyan,
Kurtulur ahirette Cehennem azabından.)
.
33 - İMANLA ÖLMEK İÇİN
.İmanla ölmek için
Ali Galib-i Vasfi , âlim ve evliyadır.
Kalpleri aydınlatan nasihatları vardır.
Ona bir gün sordular: (Ahirette, azaba,
Duçar olmamak için, ne yapmalı acaba?)
Buyurdu ki: (Dünyada kurmayın uzun emel.
Çünkü hep yaklaşıyor arkadan size ecel.
Böyle hep ilel ebed sürmeyecek bu ömür.
Öyle ise ölümü eyleyin çok tefekkür.
Şu anda vaki olsa şiddetli bir zelzele,
Hepimiz ölürüz de, sağ kalmaz bir fert bile.
Ne kadar çok olsa da para pul, tapu senet,
Hiçbirinin, orada faydası olmaz elbet.
Kim yaptıysa dünyada iyi iş, güzel amel,
Ahiretteki hali, olur iyi, mükemmel.)
Biri sordu: (Efendim, iman ile dünyadan,
Gitmek için, acaba ne yapmalı müslüman?).
Buyurdu: (Bunun yolu, en son Allah demektir.
Son söz Allah olmazsa, o zaman felakettir).
Adam bunu öğrenip, gidiyorken evine,
Çağırdı o kimseyi yanına tekrar yine.
Buyurdu ki: (Peki sen, öğrendin cevabını.
Ne zaman diyeceksin bu Allah kelamını?)
Dedi: (Ömrüm bitip de, son nefesim gelince,
Her şeyi bırakarak, Allah derim hemence.)
Buyurdu ki: (Evladım, ne zamandır son nefes?)
Dedi ki: (Allah bilir, başka kimse bilemez.)
Buyurdu: (Şu anda da gelebilir mi yani?)
Dedi: (Hiç belli olmaz, bazan da gelir ani.)
Buyurdu ki: (Son nefes belli değil diyorsun.
Niçin Allah demeyi, sona bırakıyorsun?
Bugün, hatta şu anda, an Rabbinin adını.
Belki ölebilirsin, ne beklersin yarını?
Ecel, öyle aniden gelebilir ki evlat,
Bir kez Allah demeye, bulunmaz belki fırsat.
Öyleyse sen şimdiden, başla Allah demeye.
Belki olmaz zamanın, son anda söylemeye.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu dünya, iş yeridir.
Ücret alınacak yer, elbette ahirettir.
Salih, iyi işleri yapmaya uğraşınız.
Allah’ın beğendiği amelleri yapınız.
Bu ameller içinde en üstünü, (Namaz )dır.
Namaz, dinin direği, müminin miracıdır.
Namazı, doğru dürüst kılarsa eğer insan,
Kurtulur tamamiyle her günah ve haramdan.
Müminun suresinin başındaki âyette,
Buyuruldu: (Müminler, kurtulacak elbette.)
Âyetin devamında, şöyle buyurmaktadır:
(Onlar, namazlarını huşuyla kılanlardır.)
. Gıybet günahı
Ali Galib-i Vasfi , âlim ve veli idi.
Söz ve nasihatleri, pek çok faideliydi.
Derdi ki: (Uzak durun gıybetten ey insanlar!
Zira gıybet edene, çok şiddetli azap var.
Nitekim gitti biri, bir Veli'nin evine.
Bir iki laf söyledi Haccac’ın aleyhine.
Haccac, çok insanlara zulmüyle meşhur idi.
O da, bu zulümleri ona söyleyecekti.
Buna rağmen o yine susturdu onu derhal.
Ve gıybet etmesine vermedi fırsat, mahal.
Ve ona buyurdu ki: (Kardeşim, cenab-ı Hak,
Bilesin ki, hükmünde çok adildir muhakkak.
Başkasının hakkını aldığı gibi ondan,
Onun dahi hakkını, alır başkalarından.
Sen, onun işlediği zulüm ile günaha,
Bakıp da, seninkini küçük görme sakın ha!
Zira o gün, o günah, çok küçük olsa dahi,
Senin için çok zor ve çetin olur Vallahi.
Bu konuda, (Bu âlim, şu âlimden üstündür.)
Demek bile gıybettir, zira duysa üzülür.)
Biri ona dedi ki: (Gıybet ettim zatını.
Bu halimi hoş gör de, helal eyle hakkını.)
Ona, cevap olarak buyurdu ki: (Ey kişi!
Rabbimiz kerih görüp, hoş görmezken bu işi,
Ben nasıl hoş görürüm, tövbe et bu günaha.
Hakkımı helal ettim, lakin yapma bir daha.)
Bir gün de buyurdu ki: (İbadet ve taatlar,
Yapılınca, iman da cilalanır ve parlar.
Allah’ın men ettiği haramlar işlenince,
Bu sefer lekelenir ve kararır iyice.
O halde bir imanda, azalmak ve çoğalmak,
Amellerden, işlerden ileri gelir ancak.
Yani iyi amel ve ibadet yapılması,
Suretiyle, imanın çoğalır parlaması.
İşte ibadetlerle parlayınca bir iman,
(Çok) dedi bu imana bazısı ulemadan.
Haram işleyince de, o parlaklığı gider.
Buna dahi (Az) dedi yine bazı âlimler.
Dünyada en güzel şey, Rabbini tanımaktır.
Ve Ondan gayrisini, kalbinden çıkarmaktır.
Evliya olanlarda hasıl olur keramet.
Bu da, Hak teâlâya yakınlıktır begayet.
Kalbin, Hak teâlâyı zikretmesi yanında,
Kerametin kıymeti, hiç yoktur esasında.
Evliya olmak için, hem dünya, hem ahiret,
Sevgisini, gönülden çıkarmalıdır elbet
Sonra islamiyet’e tam olarak uymaktır.
Haram ve günahlardan, kesin uzaklaşmaktır.)
. Ölümü unutmayın
Ali Galib-i Vasfi , buyurdu ki: (Ey insan!
Rabbin feyiz nimeti, geliyor sana her an.
Dinli dinsiz herkese, bilcümle mahlukata,
Geliyor bu feyizler, bilmese de o hatta.
Zira her hücremizi, O çalıştırmaktadır.
İbadetin özü de Onu unutmamaktır.
Eskiden müslümanlar, günahtan korkuyordu.
Haram işlememeğe çok dikkat ediyordu.
Şimdi ise, her yerde (Küfür ) tehlikesi var.
Haramlar, hüner gibi işleniyor aşikâr.
Halbuki bir harama (Ne güzel!) derse insan,
Mazallah kâfir olur böyle söylediği an.
Bir Allah adamına kavuşup, onu sevmek,
Çok büyük bir nimettir, herkese verilmez pek.)
Başka bir gün, methini yaptılar bir kişinin.
Buyurdu ki: (Kalbinde ne vardır ölüm için?)
Dediler ki: (Ölümden, bahsetmez hiç o kimse.)
Buyurdu: (İyi adam değildir öyle ise.)
Bir gün, Resulullaha sordu biri Ensar’dan:
(En akıllı kimlerdir acaba insanlardan?)
Buyurdu ki: (Ölümü, en çok yad edenlerdir.
Ve hazırlık yapmakta, acele edenlerdir.)
Bir veli buyurdu ki: (Kalbim sıkıldığında,
Ölümü hatırlayıp, rahatlarım anında.)
Ömer bin Abdülaziz, toplayıp âlimleri,
Ölüm ve ahiretten bahsederdi ekseri.
O kadar ağlardı ki sonra da kederinden,
Cenaze çıkmış gibi olurdu evlerinden.
Hasan-ı Basri dahi, otursaydı bir yere,
Ölüm ve ahiretten bahsederdi ilk kere.
Hazret-i Aişe’ye sual etti bir hanım.
Dedi ki: (Kalbim katı, acaba ne yapayım?)
(Ölümü çok hatırla, yumuşar) dedi ona.
Dediği gibi yapıp, kavuştu muradına.
Rebi bin Heysem dahi, bir mezar kazdı evde.
Çoğu vakitlerini geçirirdi o yerde.
Derdi ki: (Az bir zaman, unutsam ölümü ben,
Kalbimin karardığı, belli olur halimden.)
Ömer bin Abdülaziz buyurdu ki bir zata:
(Ölümü düşünürsen, kavuşursun rahata.)
Resulullah, gördü ki bir gurup insanları,
Yüksek sesle gülerek geçiyor zamanları.
Yaklaşıp buyurdu ki: (Siz, bu toplantınızda,
Lezzetleri yıkanı hatırlayın biraz da.)
(O nedir ki?) deyince, buyurdu ki: (Ölüm’dür.
O, bütün lezzetleri temelinden götürür.)
Allahü teâlâdan korkarak, her bir işte,
İslama uyulursa, üstünlük budur işte.)
. Son nefes
Ali Galib-i Vasfi , gönül ehli bir zattır.
Kalplere tesir eden güzel sözleri vardır.
Sevenlerinden biri, sordu ki: (Efendim, siz,
Dünyada, ne yapmamı tavsiye edersiniz?)
Buyurdu: (Son nefeste ne yapmak gerekirse,
Şimdi dahi onu yap, Allah de hiç değilse.)
Dedi ki: (Allah demek, son nefeste gerektir.
Şimdi, hayatta iken ne yapmam lazım gelir?)
Buyurdu ki: (Evladım, o son nefes dediğin,
Ne zaman gelecektir, bu babta var mı bilgin?)
Dedi ki: (Bilmiyorum, ne gün gelir son nefes?
Esasen hiçbir kimse, bunu kesin bilemez.)
Buyurdu: (Bilmiyorsun bu vaktin zamanını.
Ne için anmıyorsun şimdi Allah adını?
O son nefes, belki de bugündür, belki yarın.
Sen şimdi Allah de ki, yarın olmaz fırsatın.)
Yine bir başkası da, görerek kendisini,
Rica etti, bir miktar nasihat etmesini.
Buyurdu ki: (Dünyada, istediğin şeyi yap.
Ve lakin herbirine, hazırla birer cevap.
Her ne yapsan, melekler yazıyor birer birer.
Mahşere geldiğinde, sana arz edilirler.
Ve hatta ey kardeşim, şunu bil ki muhakkak,
Seni, günah işlerken görüyor cenab-ı Hak.
Kalbinden geçirdiğin şeyleri de pekala,
En gizlisine kadar biliyor Hak teâlâ.
Haram ateş gibidir, günaha olma yakın.
Aksi halde, pişmanlık çok olur sana yarın.
Hakiki dost Allah’tır, unutma Onu bir an.
Ve şiddetle hazer et her günah ve haramdan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Rabbimiz, birçok sebep,
Halk edip, onlar ile yaratır işleri hep.
Kim, kavuşmak isterse herhangi dileğine,
Allahü teâlânın, uyar bu adetine.
Yani para kazanmak istiyorsa kim şayet,
Elbet yapar o kimse bir sanat ve ticaret.
Bunun gibi yemek yer, olunca bir kimse aç.
Hasta da, bir tabibe gider ve alır ilaç.
İlacı, bir cahilden alır ise o şayet,
Şifa bulmaz ve ölür o kimse en nihayet.
Öğrenmek isteyen de, dinini, imanını,
Bir islam âliminin okur kitaplarını.
Buda, cahil birinin, bir bid’at sahibinin,
Kitabını okuyup öğrenirse eğer din,
Dini de, imanı da bozulur bu sebepten.
Ebedi felakete maruz kalır o hepten.
Bir islam âliminin kitabını okumak,
Saadete erdirir, hem de sonsuz olarak.)
. İlk durak, kabirdir
Ali Galib-i Vasfi , bir büyük mübarek zat.
Bir gün, ölüm hakkında şöyle etti nasihat:
(Kabir, bu yolculuğun, henüz ilk konağıdır.
Bu kolay geçer ise, sonu daha kolaydır.
Eğer zorluk olursa bir insana kabirde,
Daha çok çetin olur ondan sonrakilerde.
Sonraki konaklardan ilki, (Sur ) korkusudur.
Öyle şiddetlidir ki, olunmaz hiç tasavvur.
Sonra, mahşer yerinde durdurulur cümle halk.
Günahlarına göre, herkes olur tere gark.
Güneş, bir mızrak boyu yaklaşır o zamanda.
Bin sene beklenilir o müthiş izdihamda.
Bu vaktin sonunda da, başlar (Hesap ) ve (Mizan ).
Her işten, ince ince hesap verir her insan.
Burada, korku ile başlar öne eğilir.
Beklerler, haklarında nasıl hüküm verilir?
Sonra, (Sırat köprüsü ) ve altında (Cehennem ).
Bir an dayanılmayan ateş, acı ve elem.
Sırat’ta, yedi yerde vardır sual durağı.
Kul hakkında, herkesin çözülür dizi bağı.)
Bir gün de, sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Gaflete gelmeyin ki, ani gelen ölüm var.
Allahü teâlânın razı olduğu gibi,
Yaşarsak, ahirette kazanırız tabii.
Neşe ve sıkıntıda, yine halis müslüman,
Hep islama muvafık yaşamalı her zaman.
Varlıkta ve yoklukta, bir halde olmalıdır.
Hatta yokluk olunca, rahatlık duymalıdır.
Kimsenin ayıbına hiç bakmayıp ayrıca,
Kendi kusurlarını görmelidir yalnızca.
Bir mümini görünce, düşünmeli ki: Benim,
Bunun duasındadır belki de saadetim.
Üzerinde, her kimin az hakkı varsa şayet,
Onun kölesi gibi etmelidir hareket.
Evliya kişilerin, öğrenip hallerini,
Onlar gibi olmaya çalışmalı daimi.
Kimsenin gıybetini yapmamalı katiyen.
Yapanı görünce de, susturmalıdır hemen.
Her zaman emr-i maruf, hem de nehy-i münker’i,
Yapmayı, kendisine yol ve rehber bilmeli.
Muhammed bin Alyana hazretlerine, bir zat,
Gelerek, kendisine bir sual sordu bizzat.
Dedi ki: (Hak teâlâ, bir kuldan razı mıdır?
Bunu anlamak için, bir alamet var mıdır?)
Buyurdu: (O insana, tatlı gelir ibadet.
Günah işlemek ise, çirkin gelir begayet.
En büyük sermayesi, ömrüdür o kişinin.
Ahireti kazanmak, mühimdir onun için.)
. Can verme acısı
Ali Galib-i Vasfi , büyük bir evliya zat.
Can verme konusunda buyurdu ki o bizzat:
(Can verme )nin acısı, şiddetlidir ki öyle,
Başka bütün acılar, hiç kalır ona göre.
Bir kimsenin önünde, yalnız bu olsa şayet,
Dünyada hiçbir şeyden alamaz tad ve lezzet.
Bir kimse düşünse ki, çok zalim, gaddar biri,
Her an için, evinden girebilir içeri.
Hatta vurup, birşeyle kendisini öldürür.
O kimse, her an için yalnız bunu düşünür.
Hatta o, bu korkuyla rahatça uyuyamaz.
Hem yediği yemekten, hiçbir lezzet alamaz.
Ölüm de, her an için gelebilir herkese.
Çünkü ecel, herşeyden yakındır daha bize.
Ayrıca, can vermenin öyledir ki şiddeti,
Yoktur onun yanında başka şeyin kıymeti.
Yetmiş kılıç darbesi vurulsa da birine,
Can verme acısının yanında hiçtir yine.
Sakin görünürse de can çekişen bir insan,
Tükendiği içindir takati o acıdan.
Çünkü o şiddet ile, çekilir el ve ayak.
Bunun ne olduğunu, tadanlar bilir ancak.
Gitmişti Resulullah bir hastanın yanına.
Gördü ki, ruhu gelip dayanmış boğazına.
Buyurdu: (Ben bilirim bunun ne olduğunu.
Damarları içinden çekiyorlar ruhunu.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çok kısadır bu hayat.
En büyük sermayemiz, bu ömrümüzdür fakat.
Yani tam bir imtihan yeridir ki bu âlem,
Burada kazanılır, Cennet ile Cehennem.
Dünyada yaptığımız her işin, ahirette,
Hep karşılıklarını göreceğiz elbette.
Bu dünyada en mesut ve bahtiyar, şu kuldur.
Ahirete yarayan işlerle meşgul olur.
Aklı olan, aldanmaz bu vefasız dünyaya.
Hazırlanır durmadan o sonsuz yolculuğa.
Eğer siz, insanlara çok hizmet ederseniz,
Dünya ve ahirette yükselir dereceniz.
Güleryüz, tatlı dil ve iyi huyla, bu halka,
Bir iyilik yapmaya çalışınız mutlaka.
Kullara hizmet için, varsa bir çalışmamız,
Rıza-i ilahiye, umulur kavuşmamız.
İnsanlara hizmette, çok ecir, sevap vardır.
Zira Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:
(İnsanlar, Rabbimizin iyalidir herbiri.
Çok sever, kullarına iyilik edenleri.)
İslamiyet, kulları sevindirmektir asıl.
İyilik yapmalıdır insanlara velhasıl.)
.
Bugün 296 ziyaretçi (396 klik) kişi burdaydı!