ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
01 - ABDURRAHMAN BİN AVF (Rahmetullahi Aleyh
.İki şahin misali
Bu zat, Bedir cenginde çok gayret ediyordu.
Bir vuruşta, küffarı yere deviriyordu.
Kendisi anlatır ki: (Ben, Bedir savaşında,
Bulundum bir aralık iki genç arasında.
Bu gençler bana bakıp, dediler ki: (Amca, siz,
Acaba Ebu Cehl’i tanır, bilir misiniz?)
Ben, (Evet, tanıyorum) deyince o gençlere,
Dediler: (Bize onu, gösterin lütfen hele.)
Dedim ki: (Peki olur, göstereyim mel'unu.
İyi de, siz ne için soruyorsunuz onu?)
Dediler: (Duyduk ki o, çok üzmüş Peygamberi.
Söylermiş o Server’e ağır, çirkin sözleri.
Ahdettik ki, bu cenkte, onu biz öldürmeden,
Ayrılıp gitmeyelim muharebe yerinden.
Bu harpte, ya o ölür, ikimiz ölür ya da.
Bundan başka gayemiz, yok bizim bu dünyada.)
Gençlerin bu sözleri, hoşuma gitti benim.
Derhal Ebu Cehil’i uzaktan gözetledim.
Baktım, Kureyş içinde, Ebu Cehil kâfiri,
Dolaşıp durmaktadır bir ileri, bir geri.
Dedim ki: (Ey civanlar, işte aradığınız,
Ebu Cehl şu adamdır, iyice tanıyınız.)
Ve ilave ettim ki: (İşte, Efendimizi,
En fazla üzen odur, haydi, göreyim sizi.)
Gençler, bir kartal gibi Ebu Cehl’e bakarak,
Dediler: (Onun işi, bugün biter muhakkak.)
Sonra, kılıçlarına sarılıp hararetle,
Onu gözetlemeye koyuldular dikkatle.
Bunlar, Afra hatunun oğulları idiler.
Muaz ile Muavvez adlı biraderdiler.
Bir anda, sert bir yaydan fırlayan ok misali,
Yahut av peşindeki birer şahin timsali,
Fırlayıp, kâfirlerin üzerinden aştılar.
Bir anda Ebu Cehl’in yanına yaklaştılar.
Sonra Muaz, iyice sokuldu o kâfire.
Kılıcını çekti ve kaldırıp birden bire,
Bacağına, şiddetle indirdi o kâfirin.
Aşağı yuvarlandı üzerinden devenin.
O sırada Muaz'ın biraderi Muavvez,
Kardeşinin yanına, yardıma koştu bu kez.
Bunlar, Ebu Cehil'i, bu cenkte öldürmeden,
Ayrılmayacaklardı muharebe yerinden.
Üzerine çullanıp, kılıç ile habire,
Cansız düşene kadar vurdular o kâfire.
O ara Resulullah sordular ki Eshaba:
(Ebu Cehl'in halini bilen var mı acaba?)
O vakit Ebu Cehil, yerde, cansız olarak,
Yatıyordu, vücudu kanlara bulanarak.
. Doğru söylemiş
Bu mübarek sahabi anlatır ki şöylece:
Bir köye gidiyorduk Ömer ile bir gece.
Sırtında su tulumu var idi kendisinin.
Bir ara koydu yere, biraz dinlenmek için.
Ben, hemen kendisine eyledim ki şöyle arz:
(İzin ver, taşıyayım tulumu ben de biraz.)
Lakin kabul etmedi bu teklifimi benim.
Dedi: (Kendi yükümü, ben taşımak isterim.
Taşırsan bu dünyada sen Ömer'in yükünü,
Kim taşır günahını yarın kıyamet günü?)
Dedim ki: (Hafif olur o gün sizin yükünüz.
Zira Resulullah'ın izinde yürüdünüz.)
Buyurdu: (Kurtulursa mahşerin şiddetinden,
Anla ki, gitmiş Ömer Peygamberin izinden.)
Henüz iman etmeden yine bu mübarek zat,
Zaman zaman Yemen’e yapıyordu seyahat.
Humeyrî adında bir kimse vardı o yerde.
Hep onun misafiri olurdu her seferde.
Yine bir defasında, Yemen'e gittiğinde,
Misafir olmuş idi bu kimsenin evinde.
Kendisine dedi ki ev sahibi Humeyrî:
(Gel, vereyim sana ben, bir müjdeli haberi.
Hak teâlâ, Mekke'de gönderdi bir Peygamber.
O zat, puta tapmayı katiyetle men eder.
Halkı, putperestlikten çağırıyor hak dine.
Acele et, sen dahi katıl Onun dinine.)
Bir kaç beyit okuyup, tembih eyledi ki hem:
Gidince, bu beytleri o zata oku lütfen.
Alınca Humeyri'den ben bu güzel haberi,
İşimi bitirmeden, Mekke'ye döndüm geri.
Hemence Ebu Bekr’in giderek hanesine,
Ondan duyduklarımı naklettim kendisine.
Çünkü biliyordum ki, hazret-i Ebu Bekir,
Akl-ı selim sahibi, akıllı bir kimsedir.
Dedi: (Doğru söylemiş, Muhammed’i, Rabbimiz,
Peygamber gönderdi ki, tasdik ettik Onu biz.)
Oradan ayrılarak, vardım Resulullah'a.
Kendisine hiç bir şey söylemeden ben daha,
Güzelce karşılayıp, tebessüm eylediler.
Bana, (Ya Abdurrahman, iman eyle!) dediler.
Ben delil isteyince, buyurdular ki bana:
(Humeyrî, benim için ne teslim etti sana?)
Ben hemen hatırlayıp, okudum o beytleri.
Arz ettim hem de onun verdiği müjdeleri.
Sonra, can-ü gönülden ben dahi ettim iman.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki o zaman:
(Çok kimseler vardır ki, beni görmemişlerdir.
Lakin nübüvvetimi tasdik eylemişlerdir.)
. Hepsi iman etti
Bu mübarek sahabi, uzun boylu ve beyaz,
Yakışıklı bir zattı, akıllı, kadirşinas.
O, hazret-i Ömer’in yakın arkadaşıydı.
Veziri, müşaviri, sırdaş ve yoldaşıydı.
Nitekim o büyüğün halifelik devrinde,
Medine'ye, bir kervan geldi günün birinde.
Abdurrahman bin Avf’a giderek hemen o an,
Dedi: (Şehir dışında, konaklamış bir kervan.
Gel, seninle kervanı bekleyelim bu gece.
Beldemizde bir zarar görmesinler böylece.
Eşkiyadan, hırsızdan görürlerse bir zarar,
Yarın mahşer gününde, bunu bizden sorarlar.
Gerçi bunlar, müslüman değiller, hepsi kâfir.
Ve lakin şehrimize gelmişlerdir misafir.
Çok kıymetli mallarla yüklüdür kervanları.
Bizlere emanettir canlarıyla malları.
Zira islamın emri şöyledir ki her zaman,
Misafir olanlara verilmez zarar, ziyan.)
Abdurrahman ibni Avf, der ki: (Ben, bu teklife,
Dedim: Peki gidelim, sen emret ey Halife!)
O kervanı o gece, bekledik sabaha dek.
Lakin biri farketmiş, bizi takib ederek.
Sonra, diğerleri de olmuş buna muttali.
Kendi aralarında konuşmuşlar bu hali.
Demişler: (Nasıl olur, koca halife Ömer,
Bizim kervanımıza nasıl bekçilik eder?
Halbuki muhaliftir dinimiz, dinlerine.
Buna rağmen o bizzat beklemiş bizi yine.
Bu, ne ince düşünce, ne nezaket, ne ahlak.
Demek ki islam dini böyle diyor muhakkak.)
Böylece hayran olup hepsi islamiyet’e,
Topyekün iman edip, geldiler hidayete.
Ve yine bu sahabi nakleder ki şöylece:
Şehri dolaşıyorduk Ömer ile her gece.
Lakin belli bir yere gelince, istisnasız,
(Sen burada dur!) deyip, giderdi kendi yalnız.
Ben orada bekler ve girmezdim o sokağa.
Niçin gittiğini de, çekinirdim sormaya.
Vefat ettikten sonra, o yere gittiğimde,
Bir pir-i fani gördüm hanelerin birinde.
Derdi ki: (Bütün gece bekledim Ömer'i hep.
Gözlerim yolda kaldı, gelmedi, neden acep?)
Ben, mecburen söyledim (O vefat etti) diye.
O, (Vah Ömer!) diyerek, başladı inlemeye.
Ellerini kaldırıp, dedi ki: (Ya ilahi!
Madem ki gitti Ömer, yaşatma beni dahi.)
Ellerini duadan indirince yaşlı zat,
Duası kabul olup, vefat etti o saat.
.
02 - HATİCET-ÜL KÜBRA (Rahmetullahi Aleyha)
.İlk imana geldi
Server-i kainata gelince Peygamberlik,
Hatice validemiz iman etti Ona ilk.
Resul’ün tebliğine, hiç tereddüt etmeden,
(Peki) deyip, imanla şereflendi ilk hemen.
Abdest almasını da öğrenip Ondan bizzat,
Sonra namaz kıldılar birlikte iki rekat.
Hatice validemiz Resul’ün her emrine,
(Peki) der ve severek getirirdi yerine.
Kâfirler alay edip, üzseydi Peygamberi,
Onun tesellisiyle rahatlardı kalpleri.
Derdi: (Ya Resulallah, üzülmesin hiç kalbin.
İtaat edecektir sonunda sana kavmin.)
Hazret-i Hatice'den, Kasım ile Abdullah,
Adında iki oğul Resul'e verdi Allah.
Ve lakin ömürleri kısa oldu dünyada.
Kasım, onyedi aylık dünyaya etti veda.
Bir müddet geçmişti ki Kasım'ın vefatından,
Hazret-i Abdullah da göç etti bu dünyadan.
Her iki evladının vefatına, o Server,
İnsanlık icabıyla çok fazla üzüldüler.
Mübarek gözlerinden göz yaşları dökerek,
Bir gün şöyle buyurdu dağa nazar ederek:
(Ey dağ, benim başıma gelenler, sana şayet,
Gelseydi, dayanamaz ve yıkılırdın elbet.)
Hazret-i Hatice de olup çok müteessir,
Dedi: (Ya Resulallah, onlar şimdi nerdedir?)
Şöyle buyurdular ki ona Nebiyyi zişan:
(İkisi de, elbette Cennettedirler şu an.)
Her iki oğlunun da vefat etmesi ile,
Kâfirler sevindiler buna ziyadesiyle.
Ebu Cehil ve bazı müşrikler de, bu ara,
Bunu fırsat bilerek yaptılar çok yaygara.
Dediler: (Muhammed’in oğlu kalmadığından,
Nesli kesilmiş olup, ebter oldu O şu an.
Neslini sürdürecek yok bir erkek evladı.
Ölünce, unutulur kendisinin de adı.)
Müşriklerin yaptığı bu ithama, derakap,
Habibinin namına, Rabbimiz verdi cevap.
Nitekim Hak teâlâ, Sevgili Habibine,
Bir sure göndererek kuvvet verdi kalbine.
Buyurdu ki: (Biz sana, Kevser verdik mukaddes.
O halde Rabbin için, namaz kıl ve kurban kes.
Sana ebter diyenin, kendisi zürriyetsiz,
Namsız ve haysiyetsiz bir kişidir şüphesiz.
Senin ise pak neslin, hem şan ile şerefin,
Hep devam edecektir, ta kıyamete değin.
Sana, ahirette de, hiç akla gelmeyecek,
Nice büyük şeref ve nimetler verilecek.)
. Hüzün senesi
Hatice validemiz radıyallahü anha,
Yok idi hatunlardan akıllı ondan daha.
Hem cemal, hem kemali üstün idi herkesten,
Asil ve temiz idi, haseb ile neseb’ten.
Şereflendikten sonra Resul’ün nikahıyla,
Kıymeti, bir kat daha yükselip oldu a’la.
Hazret-i Peygambere, Allahü teâlâdan,
(İslamı tebliğ eyle!) emri geldiği zaman,
Resulullah, hemence başladı tebliğine.
İlk önce Hatice’yi davet etti dinine.
O dahi, en ufak bir tereddüt göstermeden,
Allah'ın Resulünü tasdik etti gönülden.
Kadınlardan, Resul’e iman eden ilk önce,
Hatice validemiz olmuş oldu böylece.
O Server, o gün onu yanlarına aldılar.
Hira mağarasının yakınına vardılar.
Geldiler Cebrail'in akıttığı çeşmeye.
Tarif etti abdesti, hazret-i Hatice'ye.
Resulullah'ın kalbi, incinseydi bir şeyden,
Hazret-i Hatice’ye söylerdi önce hemen.
Zira yoktu o vakit gidecek başka yeri.
Onun tesellisiyle rahatlardı kalpleri.
Allah'ın Resulü’ne çok hizmet ettiğinden,
Rabbimiz de hoşnut ve razıydı kendisinden.
Hatta selam gönderdi Rabbimiz bir gün ona.
Kavuştu böylelikle Rabbin iltifatına.
Resul’ün dert ortağı, zevcesi ve sırdaşı,
Ve yirmi dört senelik bir hayat arkadaşı,
Olan asil ve temiz, o hazret-i Hatice,
Vefat etti nihayet hicretten üç yıl önce.
Ramazanda, altmışbeş yaşında etti vefat.
Elleriyle defnetti onu Fahr-i kainat.
Onun ayrılığına pek fazla üzülmüştü.
Hatta Ebu Talip de aynı sene ölmüştü.
Resulullah o sene, pek çok üzüldüğünden,
(Senet-ül hüzün) dendi o seneye bu yüzden.
Özellikle hazret-i Hatice’nin vefatı,
Üzüntüye boğmuştu Server-i kainatı.
Çünkü herkesten önce, o iman eylemişti.
Resul-i müctebayı, ilk o tasdik etmişti.
Herkes eza ederken Allah'ın Habibine,
O, ferahlık verirdi Onun nurlu kalbine.
Hem dahi nesi varsa, malı, mülkü, serveti,
Din-i islam uğrunda harcayıp feda etti.
Ayrıca gecesini, katarak gündüzüne,
Severek hizmet etti Allah’ın Resulüne.
Onu, bir kere bile katiyen üzmemişti.
Ve hatta hatırından bile geçirmemişti
. Sana müjdeler olsun
Resulullah, yirmibeş yaşına geldiğinde,
Yoktu Ebu Talib’in fazla mal elinde.
Geçim sıkıntısından, kederliydi ve üzgün.
Bu halde o Server'in yanına geldi bir gün.
Dedi ki: (Ey yeğenim, bu fakirlik, bizi de,
Sarstı ve bırakmadı hiçbir şey elimizde.
Hatice binti Hüveylid, filanca gün, akşama,
Bir ticaret kervanı gönderecekmiş Şam'a.
Bu işe, senin gibi temiz, emin, vefakâr,
Münasip birisini ararmış bu aralar.
Gidip, kendisi ile bu hususu konuşsak.
Seni, başkalarına tercih eder muhakkak.)
O esnada Atike binti Abdülmuttalip,
Evlerine gelerek, dedi: (Ya Eba Talip!
Muhammed'in evlilik zamanı geldi artık.
Bu işin çaresine bakmalı bir aralık.)
Ebu Talip dedi ki: (Ben de bu fikirdeyim.
Gece gündüz zihnimde, bunu düşünmekteyim.
Lakin maddi bakımdan şimdi dardır elimiz.
Bu işi yapmak için, yok başka gelirimiz.)
Atike arz etti ki: (Bir çare düşünürüm.
Münasip görür isen, ben gidip görüşürüm.
Hatice, Şam'a giden ticaret kervanına,
Bir kişi arıyormuş, haber salmış her yana.
Ben gidip söyleyeyim bu işi Hatice’ye.
Böylece kavuşulur bir kaç kuruş akçeye.)
Hatice validemiz, asil, temiz, mükerrem,
Hüsn-ü cemalde eşsiz bir hanımdı, duldu hem.
Güzel olduğu kadar, çoktu malı, serveti.
Çoktu aynı zamanda ilim, edep, iffeti.
Bu yüzden rağbet eden pek çoktu kendisine.
Lakin o, hiç kimseyi kabul etmezdi yine.
Çünkü rüya görmüştü o günlerde o bizzat.
Bu yüzden hiç kimseye etmiyordu iltifat.
O gece rüyasında görünmüştü ki ona,
Ay, gökten yere inip, giriverdi koynuna.
Ayın o parlak nuru, sonra da koltuğundan,
Çıkıp, bütün âlemi aydınlatmıştı o an.
Hemen akrabasından Varaka bin Nevfel’e,
Gidip rica etti ki: Tabir et bunu hele.
Amcasının oğluydu, bu Varaka bin Nevfel.
Hıristiyandı fakat, bilgiliydi mükemmel.
Dedi ki: (Ey Hatice, bu, çok büyük müjdedir.
Ahır zaman Nebisi, şimdi içimizdedir.
O Resul, alır seni kendi helallığına.
Ve senin zamanında, ilk vahiy gelir Ona.
O Resul’ün dinine, ilk giren sen olursun.
Bu, çok büyük bir nimet, sana müjdeler olsun.)
. Onu bizzat göreyim
Varaka, o rüyayı böyle tabir edince,
Hatice Hatun buna, memnun oldu bir nice.
Kalbi, muhabbetiyle dolarak o Resulün,
Teşrif etmelerini bekler oldu gece gün.
Bir gün Atike hatun geldi onun evine.
Ki, ticaret işini arz etsin kendisine.
Niyetini anlayıp Hatice validemiz,
Dedi ki: (Ey Atike, nedir bize emriniz?)
Arz etti: (Ey Hatice, belki de bilgin vardır.
Benim bir yeğenim var, emin ve vefakârdır.
İsmi Muhammed olup, Abdullah'tır babası.
Onu, Ebu Talib'e ısmarladı atası.
Kâmil bir yiğit olup, tezevvüc zamanıdır.
Lakin Ebu Talib'in, bu ara eli dardır.
Duyduk ki, Şam yönüne gidecek kervanına,
Bir kişi ararmışsın, bu haber geldi bana.
Bu işe, yeğenimi tayin edersen eğer,
Bilcümle beni Haşim sana çok dua eder.)
O, Atike hatundan bunları dinleyince,
Rüyayı hatırlayıp kapıldı bir sevince.
Zira ona, rüyada müjdelenen Nebinin,
O Server olduğunu ederdi o da tahmin.
Dedi ki: (Ey Atike, işittim kendisini.
Söylediler bana hem dininin kuvvetini.
Onun kabul etmesi, benim için bir nimet.
Herkesten daha fazla, veririm Ona ücret.
Lakin bir göreyim ki, müsait midir buna?
Yani muktedir midir, kervanı korumaya?)
Onun bundan muradı, görüp bizzat zatını,
İyice tanımaktı fiziki evsafını.
Yani Onun sireti, semavi kitaplarda,
Okuduğu evsafa uygun muydu acaba?
Atike, (Hemen gidip getireyim) diyerek,
Ayrıldı o haneden, begayet sevinerek.
Hatice Hatunun da sevinç sardı kalbini.
Zira doğru çıkmıştı herhalde bu tahmini.
O gidince, evini süsledi var gücüyle.
Koyuldu beklemeye bir bayram sevinciyle.
Az sonra Atikeyle, o Allah'ın Habibi,
Teşrif etti o eve ondördüncü (Ay) gibi.
Baktı Hatice Hatun, Resul’ün evsafına.
Tıpa tıp uygun buldu, Tevrat’ın yazdığına.
Onun nezaketini ve nurlu cemalini,
Görünce, hayran kalıp, sevinç sardı kalbini.
Düşündü ki: O rüya doğru çıktı herhalde.
Bu sırrı, başkasından saklayayım o halde.
Konuşup, ücreti de tayin ettiler o gün.
Böylece mahzun kalbi ferahladı Resul’ün
. Gir Onun hizmetine
Hazret-i Hatice’nin, Şam'a gidecek olan,
Ticaret kervanı da hazırlanmıştı o an.
Meysere adındaki kölesini, o bizzat,
Çağırıp, kendisine verdi şöyle talimat:
(Kervan, Mekke içinde başlayınca sefere,
Devenin yularını, teslim et o Server’e.
Lakin tam ayrılınca kervan Mekke şehrinden,
Al devenin ipini, Muhammed’in elinden.
Kendini, o Server'in hizmetkârı bil o an.
Ve sakın bir iş yapma, Ondan izin almadan.
Onu, her tehlikeden koruyabilmek için,
Canını esirgeme, budur senin ilk işin.
Fazla oyalanmadan dönün tam zamanında.
Ki, mahcup olmayalım beni Haşim katında.
Eğer dediklerimi aynen ifa edersen,
Seni azad eder ve veririm ne istersen.)
Tarihi büyük kervan, hazırlandı nihayet.
Sefere çıkmak için edecekti hareket.
O ara Mekke halkı, büyük kalabalıklar,
Halinde kadın erkek, hem de genç ve ihtiyar,
Kimi seyir, kimi de yolcu etmek üzere,
Akın akın gelerek, toplanmıştı o yere.
Resulullahın dahi bütün akrabaları,
Yani beni Haşim'in muteber simaları,
Onu uğurlamaya gelmişlerdi o yere.
Lakin Onu görünce, boğuldular kedere.
O an Ebu Talib’in ihtiyarı, elinden,
Giderek, gözyaşları boşandı gözlerinden.
Hazret-i Atike de gördü ki o Server’i,
Giyinmiş üzerine hizmet elbiseleri.
Devenin ipini de, almış nurlu eline.
Bekliyor, gitmek için yad gurbet ellerine.
O anda, dizlerinin bağı çözülüverdi.
Gözyaşları içinde ağlayıp feryad etti.
Ve (Ey Abdülmuttalip, ey Abdullah, uyanın!
Kalkın da, şu Server’in haline bir an bakın!)
Bunu işitenlerin hepsi de ağlaştılar.
Gökteki melekler de, bu hale çok şaştılar.
Yeryüzünde ağlayan halk gibi, onlar dahi,
Ağlayıp, şöyle niyaz ettiler: (Ya ilahi!
Bu, senin çok sevdiğin, seçtiğin Muhammed'dir.
Ona Habibim dedin ve lakin bu hal nedir?)
Hak teâlâ buyurdu: (Ey benim meleklerim!
Evet O Habibimdir, en çok Onu severim.
Fakat siz bilmezsiniz muhabbetin sırrını.
Asla çözemezsiniz bu işin esrarını.
Bu, öyle makamdır ki, kimse vakıf olamaz.
Öyle gizli iştir ki, kimse bir şey anlamaz.)
. Kuşlar gölge yapardı
Uğurlandı böylece o mutlu büyük kervan.
Ayrılıp, bir huzurla yoluna oldu revan.
Yolcular gördüler ki bu sefer müddetince,
O Server'in başının üstünde, gündüz gece,
Bir bulut gölge yapar Onu takib ederek.
Yine kuş suretinde bulunur iki melek.
Bir ara iki deve, gayet yorulmuşlardı.
Bunun için kervandan geride kalmışlardı.
Onlara, eli ile dokununca o Server,
Bir anda süratlenip, öne geçiverdiler.
Kervan, Busra denilen yere vardı nihayet.
O manastır yanında, konakladı bir müddet.
Rahip Bahira ölmüş, yerine, ondan sonra,
Başka biri gelmişti, ismi, rahip Nestura
Bu rahip, Meysere’yi çağırıp sordu bizzat.
Dedi: (Kimdir şu ağaç altında oturan zat?
Zira şimdiye kadar, bu yerde, hiçbir zaman,
Peygamberlerden başka olmamıştır oturan.
Hem de O oturunca o ağacın altında,
Kuru iken, yeşerip, yapraklandı anında.)
Meysere, o rahibi tasdik edip ve hemen,
Dedi: (O, bir zattır ki Kureyş kabilesinden,
Şerefli bir kimsedir, gayet asil ve emin.
Onun gibi bir kimse görmedi ruy-i zemin.)
Rahip, hayret içinde, sordu ki ona tekrar:
(Kırmızılık var mıdır gözlerinde bir miktar?)
(Evet vardır) deyince, hayreti arttı daha.
Dedi: (Ben, şimdi yemin ederim ki Allah'a,
Bu kimse, ileride Peygamber olacaktır.
En son gelecek olan son Peygamber, bu zattır.
Ne olaydı, bu zatın nübüvvet zamanına,
yetişip, bir hizmette bulunsaydım zatına.)
Busra’nın pazarında mal satarken o Server,
Yine bir yahudiyle karşılaştı bir sefer.
Yahudi, Onda olan bu güzel hasletleri,
Görüp, incelemeye başladı o Server’i.
Yani ahır zamanda gelecek Peygamberin,
Evsafını, üstünde görerek o Server’in,
Halini daha iyi anlamak gayesiyle,
Dedi ki: (Alış veriş yaparım ben seninle.
Lakin Lat ve Uzza’ya yemin et, inanayım.
O zaman senin ile bir ticaret yapayım.)
Buyurdu: (Ben onlara katiyen yemin etmem.
En çok nefret ettiğim şeylerdir o putlar hem.)
Yahudi feryad edip, seslendi ki bu sefer:
(İşte ahir zamanda gelecek son Peygamber!
Bilin ki, bu, ilerde Peygamber olacaktır.
Âlemi, karanlıktan nurlara boğacaktır.
. Misk kokusu gizlenmez
Sevgili Peygamberin yümn-ü bereketiyle,
Kârlı bir alış veriş yapıldı böylelikle.
Öyle büyük kazançla dönüldü ki seferden,
Bundan daha fazlası olmamıştı evvelden.
Kervan, Merazzahran’a geldiğinde, Meysere,
Müjde götürmesini arz etti o Server’e.
Onun bu teklifini, O, kabul buyurarak,
Süratle ilerledi kervandan ayrılarak.
Hak teâlâ, üç günlük uzak mesafeleri,
Kısaltıp, bir saatte götürdü o Server’i.
Kervanın dönme vakti yaklaşınca Mekke'ye,
Bir heyecan gelmişti hazret-i Hatice’ye.
Hizmetçileri ile, sarayın üzerinden,
Kervanın gelmesini beklerdi her gün hemen.
Ansızın bir develi gördü ufuk yerinde.
Bir de bulut gelirdi başının üzerinde.
Birer kuş suretinde ayrıca iki melek,
Gölge yapıyorlardı Ona kanat gererek.
Ve mübarek alnında bulunan nur-u Nebi,
Gelirken, uzaklardan parlıyordu (Ay) gibi.
Çok sevindi Hatice Onu gördüğü zaman.
Lakin bu sevincini, saklıyordu onlardan.
Hizmetçiler dedi ki: (Bu gelen, Muhammed'dir.)
Dedi: (Zannetmiyorum, zira tek gelmektedir.)
Dediler: (Ey Hatice, gizlenemez muhabbet.
Siz de bilirsiniz ki, bu gelen Odur elbet.
Yüzünüzün sevinci, bunu izhar ediyor.
Gözlerinizin içi, bu gelen, Odur diyor.
Sen ise, sevincini saklıyorsun bizlerden.
Ve lakin misk kokusu gizlenemez ne etsen.)
Geldi sonra o Server Hatice’nin evine.
Ve müjde mektubunu iletti kendisine.
Hatice Hatun hemen okudu o müjdeyi.
Ve Ona bağışladı o ziynetli deveyi.
Cevabi mektubunu yazarak verdi Ona.
O Server geri dönüp, vasıl oldu kervana.
Bir nice günden sonra, asıl kervan velhasıl,
Nihayet selametle Mekke'ye oldu vasıl.
Meysere, o Server’in üstün hasletlerini,
Kuşların, kendisine gölge ettiklerini,
Hazret-i Hatice'ye anlattı hem de içten.
O ise dinledikçe, ağlıyordu sevinçten.
Halini gizleyerek, dedi ki Meysere'ye:
(Anlatma bu şeyleri benden gayri kimseye.)
Gayesi şu idi ki: Şayi olursa eğer,
Duyanlar, kızlarını Ona vermek isterler.
Halbuki bu şerefe, o ermek istiyordu.
Hakikaten bu devlet, ona müyesser oldu.
. Yeter ki siz emredin
Hatice validemiz, radıyallahü anha,
Yok idi hatunlardan akıllı ondan daha.
Hem de çok güzel idi onun hüsn-ü cemali.
Asil ve temiz olup, üstün idi her hali.
Malı dahi çok olup, zengindi o zamanlar.
Çok idi bu sebepten ona talip olanlar.
Lakin o, hiçbirine etmedi muvafakat.
Duymadı hiçbirine bir ilgi ve iltifat.
Çünkü rüya görmüştü bu hususta o önce.
Onun tecellisini bekliyordu gün gece.
Varaka bin Nevfel de müjdelemişti onu.
Merakla bekliyordu bunun tahakkukunu.
Bunu, Nefise hatun sezip girdi araya.
Geldi bu sebep ile Resul-i kibriyaya.
Dedi ki: (Zatınızı, tezevvücden men eden,
Bir mani varsa eğer, söyleyin bana lütfen.)
Buyurdu: (Maddi yönden, elimiz dar bu ara.
Yani yok elimizde yeterli mal ve para.)
Nefise hatun ise, dedi ki: (Ya Muhammed!
Mal ve cemal sahibi bir hatun ile şayet,
Evlenmek isterseniz, ben hazırım hizmete.
Yeter ki siz emredin, bu iş olur elbette.)
Buyurdu ki: (Bu işe kim vesile olacak?)
Dedi ki. (Ben yaparım, bu işi etme merak.)
Ayrılıp, buldu hemen hazret-i Hatice’yi.
Gidip kendi evinde, verdi ona müjdeyi.
Varaka’yı çağırıp Hatice Hatun ise,
Olanları anlatıp, dedi: (Böyle hadise.)
Ayrıca Resulullah Efendimize dahi,
Adam salıp, evine çağırdı bizatihi.
Gidip, arz ettiler ki huzur-u saadette:
(Bize teşrif ediniz, falan gün ve saatte.)
Bu davet karşısında, amcası Ebu Talip,
Ve sair akrabası, oldular çok muzdarip.
Zira Resulullah'ın, davete gitmek için,
Yok idi elbisesi, iç yüzü buydu işin.
Satın almaya dahi, yok idi paraları.
Çaresizlik içinde düşünürken bunları,
Yetişti Hızır gibi hazret-i Ebu Bekir.
Dedi: (Üzülmenize acaba sebep nedir?)
O Server, Ebu Bekr'e anlatınca durumu,
Dedi ki: (Sizi üzen hadise bir tek bu mu?
Bu iş gayet kolaydır, üzülmeyin katiyen.
Yeter ki siz emredin, hallederim bunu ben.)
Bu sözlerden, o Server ferahladı bu kere.
Pek çok dua eyledi hazret-i Ebu Bekr'e
Dedi ki: (Sen razı ol ya Rab Ebu Bekir'den.
Zira esirgemedi yardımını hiç benden.)
. Allah’ın emri ile
Nihayet Ebu Talip ve sair akrabalar,
Hazırlıkları yapıp, yola revan oldular.
Hazret-i Hatice’nin daveti üzerine,
Gittiler hep birlikte onun dünürlüğüne.
Hazret-i Hatice de, hanesinin içini,
Donatıp, çağırdı hep cümle hizmetçisini.
Bu muazzam nimetin şükranesi olarak,
Bütün ziynetlerini, onlara etti infak.
Ve yine o Server'in şeref ve hürmetine,
Kavuşturdu onları tek tek hürriyetine.
Az sonra Ebu Talip ve yanında dünürler,
Hazret-i Hatice'nin hanesine geldiler.
Evvela Ebu Talip izinle girdi söze.
Dedi ki: (Ey cemaat, hamd olsun Rabbimize.
Ki, bizi evladından kıldı Halilullahın.
Ve yine muhafızı eyledi Beytullah'ın.
Malumunuz, benim bir yeğenim vardır ki hem,
Onun faziletine, şahittir cümle âlem.
Kureyş'te en şerefli, en üstün kimse Odur.
Onun faziletleri, sizce dahi malumdur.
Gerçi malı, parası, az'sa da bu aralar,
Lakin böyle şeylere, olunmaz hiç itibar.
Bu mübarek yeğenim, Allah'ın emri ile,
Kızınız Hatice’yi istiyor helalliğe.
Bilin ki, Onun şanı yüksek olsa gerektir.
Şimdi istediğiniz mehir miktarı nedir?)
Ebu Talib’ten sonra, Varaka bin Nevfel de,
Onu tasdik edici konuşma yaptı hem de.
Sonra da Hatice’nin amcası Amr bin Esed,
Söz alıp arzetti ki: (Kabul ettik biz elbet.
Yeğenim Hatice bint Hüveylid'i, ben dahi,
Verdim hem Muhammed bin Abdullah'a Vallahi.)
Mehir, bir rivayette (yirmi deve) idi hem.
Bir rivayette ise, gümüştü beşyüz dirhem.
O gün Peygamberimiz ve hazret-i Hatice,
Nikahları kıyılıp, evlendiler böylece.
Ve o gün, Ebu Talip deve kesip bir adet,
Düğün için, herkese verdi büyük ziyafet.
Hatice validemiz bütün mal-ü mülkünü,
Hemen Resulullah'a hibe etti o günü.
Ve dedi ki: (Bu mallar, benim değil, hep senin.
Çekme maişet için minnetini kimsenin.
Bu günden itibaren, ben de sana muhtacım.
Sensin benim herşeyim, sensin benim baş tacım.)
Resulullah, onunla evlendi böylece ilk.
Ve tam yirmibeş sene sürmüştü bu evlilik.
Hatice validemiz, hem oldukça hayatta,
Başka bir kadın ile hiç evlenmedi hatta.
. Niçin üzülüyorsun?
Hatice validemiz Resul'le nişanlıyken,
Şöyle haber gönderdi o Resul'e gizliden.
(Etraftan diyorlar ki: Sen bu zenginliğinle,
Nasıl evleniyorsun öyle fakir biriyle?
Bu dedikoduları bertaraf etmek için,
Bizim eve, az bir şey çeyiz gönderir misin?
Ben, o gelen şeyleri, çoğaltıp bendekiyle,
Herkese gösteririm senden gelen mal diye.)
Allah'ın Sevgilisi, alınca bu haberi,
İnsanlık icabıyla mahzun oldu kalpleri.
Zira göndermek için hazret-i Hatice'ye,
Hiç de malik değildi, az bir mal ve akçeye.
Kimden ödünç alayım? diye düşünür iken,
Hatırına, hazret-i Ebu Bekr geldi birden.
Ve onun dükkanına yürüdü bir an önce.
Kapıda karşıladı, o, Resul’ü görünce.
Dedi: (Sevgili dostum, bir şey mi üzdü sizi?
Düşünceli görürüm zira hazretinizi.)
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, bu gün ben Hatice'ye,
Göndermem gerekiyor bir şeyler çeyiz diye.)
Dedi ki: (Bu iş kolay, niçin üzülüyorsun?
Benim ne malım varsa, yoluna feda olsun.
Az önce haber aldım, bir kervanım gelecek,
Şam'a göndermiş idim, şimdi şehre girecek.
Hepsi yetmiş devedir, yüklüdür çok mal ile.
O kervan sizin olsun bilcümle mallarıyle.
Kervanı, Hatice'ye gönder çeyiz olarak.
Yeter ki, kalbinize toz konmasın en ufak.)
O dediği kervan da, şehire girdi o an.
Dedi: (Bakın göründü, geliyor işte kervan.)
Hazret-i Ebu Bekir, durdurdu kervanını.
İpekli kumaşlarla, donattı her yanını.
Hem görmeleri için bunu insanların da,
Dolaştırdı kervanı Mekke sokaklarında.
Mekke halkı görünce yetmiş yüklü deveyi,
Dediler: (Hiç görmedik böyle çok hediyeyi.)
Ateş düştü kalbine Onu kıskananların.
Ve eridi içleri, kötü fesatçıların.
Hatice validemiz yirmibeş yıl, berdevam,
O Server'e hizmette gösterdi çok ihtimam.
Mesela Resulullah üzülseydi bir şeye,
Eve gelip söylerdi, hazret-i Hatice'ye.
Peygamber Efendimiz, ona bir gün dedi ki:
(Ey Hatice, Rabbimiz bana emreyledi ki,
Müjde ver Hatice'ye, de ki, Allah, Cennette,
Sana, beyaz inciden köşk verecek elbette.
Olmayacak orada sıkıntısı, kederi.
Artacak ebediyen hem dahi nimetleri.)
.
03 - FATIMAT-ÜL ZEHRA (Rahmetullahi Aleyha
.Sen neyi bekliyorsun?
Resulullah'ın kızı, Fatıma hazretleri,
Yeni onbeş yaşına bastığı günler idi.
Eshaptan bir çokları istedi onu, fakat,
O Server, hiç birine eylemedi iltifat.
Ve hatta bu hususta buyurdular ki yine:
(Bağlıdır onun işi Rabbimizin emrine.)
Bir gün Ömer Faruk’la, hazret-i Ebu Bekir,
Görüşüp dediler ki: (Acaba hikmet nedir?
Fatıma'yı, Eshaptan Ali'den gayri gençler,
İstediler, vermedi hiçbirine o Server.
Haydi gidip soralım biz bu işi Ali'ye.
Fatıma'yı, Resul'den istemez, acep niye?
Yoksa talep etmeye, var mı bir mani hali?
Soralım, ne sebepten bekliyor böyle Ali?)
Bunu öğrenmek için, gittiler hemen ona.
Gördüler, su veriyor bir kimsenin bağına.
Selam verip, onunla müsafehalaştılar.
Daha sonra oturup, bu mevzuyu açtılar.
Dediler ki: (Ya Ali, öndesin her hayırda.
Yüksek mertebedesin Resulullah yanında.
Fatıma’yı, çokları istedi, biliyorsun.
Kimseye verilmedi, sen neyi bekliyorsun?
Zannederiz bu devlet, sana nasib olacak.
Bunun sebebine de, yapışmak lazım ancak.
Bu hususta, Eshabın arzusu böyledir hep.
Haydi git, Fatıma'yı bir de sen eyle talep.)
Ali bin ebi Talip, duyunca bu sözleri,
Sevinip, yaşla doldu o mübarek gözleri.
Dedi ki: (Benim dahi böyledir arzum, ama,
El darlığı manidir böyle geri durmama.)
Ona şöyle dedi ki hazret-i Ebu Bekir:
(Resulullah katında, bu, hiç mühim değildir.
Mani olmaz bu işe, maddi sıkıntı hali.
Var hane-i Resul'e, talep eyle ya Ali.)
Hemence (Peki) deyip onun nasihatına,
Geldi Resulullah'ın mübarek kapısına.
Çaldı ve girmek için beklerken içeriye,
Evden Ümmü Seleme, seslendi (Kim o?) diye.
Allah'ın Sevgilisi buyurdu ki: (Aç hemen.
Zira makbul, mübarek bir kişidir o gelen.
Çünkü o, çok seviyor hem Rabbini, hem beni.
Allah ve Resulü de çok sever bu geleni.)
O, açmaya giderken dedi ki: (Emredersin.
Lakin o kim ola ki, hakkında böyle dersin?)
Buyurdu: (Amcam oğlu ve kardeşim Ali'dir.
Kapıyı çabuk aç ki, himmeti çok âlidir.)
Ümmü Seleme der ki: (Kapıya koştum hemen.
Az daha düşecektim yüz üstü acelemden.)
. Niçin geldin ya Ali?
Peygamber-i zişanın, kapısını çalarak,
Girdi hazret-i Ali, içeri utanarak.
Sevgili Peygamberin oturdu huzurunda.
Hiç bir şey konuşmaya gücü yoktu o anda.
Peygamber Efendimiz ona şöyle sordular:
(Niçin geldin ya Ali, bir ihtiyacın mı var?)
Dedi: (Ya Resulallah, malumdur hazretine.
Vermişti babam beni, zatının hizmetine.
Hazretinden gördüğüm iyilik ve ihsanlar,
Öyle çok ki, yapamaz bunu başka insanlar.
Bendeniz, her hususta muhtacım hazretine.)
Bu kadar arz eyledi ve sükut etti yine.
Buyurdu ki: (Herhalde Fatıma'yı istersin.
Ve lakin söylemeye benden hicab edersin.)
Allah'ın Sevgilisi ona böyle deyince,
O, (Evet) diyebildi, utanmıştı iyice.
Bunu, Fatıma’ya da duyurdu Resul hemen.
Hazret-i Fatıma da sükut etti cevaben.
Buyurdu ki: (Ya Ali, senin, para edecek,
Neyin var mihr olarak Fatıma'ya verecek?)
Dedi: (Ya Resulallah, yanımda şimdi benim,
Sadece bir atımla, var bir zırhlı gömleğim.)
Buyurdu ki: (Ya Ali, lazım olur sana at.
Ve lakin zırhlı olan gömleğini götür sat.)
Hemen (Peki) diyerek Allah'ın Habibine,
Gönderdi birisiyle zırhı pazar yerine.
O gün hazret-i Osman yaparken pazarını,
Görüp, tanıdı hemen Mürteza'nın zırhını.
Onu satan tellala sordu ki varıp derhal:
(Sahibi, bu zırh için ne istiyor ey tellal?)
(Dörtyüz dirhem) deyince, dedi ki o tellala:
(Bunu ben, bu fiyata alıyorum pekala.)
Parasını ödeyip, o zırhı aldı hemen.
Yanına dörtyüz dirhem koyarak ayriyeten,
Götürüp verdi o gün hem hazret-i Ali’ye,
Dedi: (Layık değildir bu zırh senden gayriye.
Bu dörtyüz dirhemle de, hallet düğün işini.
Kusuru oldu ise, affet bu kardeşini.)
Ali bin ebi Talip, o zırhı aldı yine,
Geldi Resulullah'ın mübarek hanesine.
Durumu arz edince, gayet memnun oldular.
(Cennette arkadaşım Osman'dır) buyurdular.
Bilal-i Habeşi’ye, o paradan birazcık,
Vererek buyurdu ki: (Ya Bilal, çarşıya çık.
Biraz gülsuyu ile, biraz da bal satın al.
Ve bir kapta ezerek, bal şerbeti yap derhal.
Zira Fatıma ile Ali’nin nikahları,
Yapılacak, davet et Muhacir ve Ensarı.)
Bilal-i Habeşi de dışarıya çıkarak,
Bu nikah haberini bildirdi dolaşarak
. Arş-ı a’lada nikah
Ne zaman ki Fatıma büluğuna erişti,
Resul’ün hatırına şu düşünce gelmişti.
(Fatıma'nın annesi olsa idi hayatta,
Şimdi hazır olurdu çeyizi şu saatta.)
Resul’ün hatırına bu düşünce gelince,
Hak teâlâ katından, geldi Cibril hemence.
Dedi: Ya Resulallah, buyurdu ki Rabbimiz,
(Habibim, bu hususta üzülmesin, zira biz,
Ne lazım geliyorsa Fatıma'ya çeyizlik,
Cennet hazinesinden biz onu temin ettik.)
Daha sonra Cebrail, huzurdan ayrılarak,
Az sonra geldi yine, eli dolu olarak.
Doldurmuş bir siniyi Cennet yemekleriyle,
Ve yanında bin adet Cennet melekleriyle.
Arkasından Mikail, yanısıra bin melek,
Geldi o da elinde, bir sini dolu yemek.
Geldi İsrafil dahi elinde yemeklerle.
Yanında en seçilmiş bin adet meleklerle.
Hazret-i Azrail de, az sonra geldi hemen.
Geldi bin melek dahi onu müteakiben.
Resul’ün huzurunda tazim edip durdular.
Resulullah sordu ki: (Ya Cibril, nedir bunlar?)
Dedi: Ya Resulallah, buyurdu ki Rabbimiz,
(Fatıma'yı Ali'ye münasip görürüz biz.
Kıydım nikahlarını Arş-ı a’la altında.
Bir nikah da O kıysın, Eshabı arasında.)
Duyunca Resulullah bu müjdeyi Cibril'den,
Vardı hemen secdeye sürur ve sevincinden.
Buyurdu: (Ey Cebrail, nikah, Arş-ı ala'da,
Ne şekilde yapıldı, anlatıver bana da.)
Dedi: (Ya Resulallah, peki, emredersiniz.
O nikah gecesinde, emreyledi Rabbimiz.
Açıldı kapıları sekiz adet Cennetin.
Her çeşit ziynetiyle süslendi nikah için.
Kapandı Cehennemin kapıları da hemen.
Ne kadar melek varsa yer ve gökte tamamen,
Arş-ı a’la altında, Tuba’nın gölgesinde,
Emr-i ilahi ile toplandılar hepsi de.
Sonra kuşlar başladı ötüp nağmeleşmeye.
Öyle ki, hep melekler gark oldular neşeye.
Bu sevinç ve bu neşe, zirveye çıktığı an,
Bir nida geldi bana Hak teâlâ katından:
(Ya Cibril, vekili ol sen arslanım Ali'nin.
Fatıma'ya, bizzat ben vekilim nikah için.
Ey melekler, sizin de şahitliğiniz ile,
Zevceliğe verdim ben, Fatıma'yı Ali'ye.)
İşte ya Resulallah, bu nikah, gökyüzünde,
Bu şekilde yapılıp, tamam oldu o günde.)
. Benim arzum bu değil
Hazret-i Fatıma’yı, ona, Fahr-i kainat,
Dörtyüz akçe mehr ile teklif eyledi, fakat,
Fatıma hazretleri, başladı ağlamaya.
Dedi: (Razı değilim bu mehirle nikaha.)
Hak teâlâ katından Cibril gelip dedi ki:
Ey Allah'ın Habibi, Rabbimiz emretti ki:
(Razı olmadı ise Fatıma bu mehrine,
Arttırıp, dörtbin akçe teklif edin kendine.)
Gelip teklif ettiler kendisine bu mehri.
Yine kabul etmedi Fatıma hazretleri.
Geldi Cibril dedi ki: Emrediyor Rabbimiz.
(Yine razı değilse, dörtbin altın veriniz.)
Gelip dörtbin altını teklif ettiler, fakat,
O, bu altınlara da etmedi hiç iltifat.
Dedi ki: (Mehir için, benim arzum bu değil.)
O anda gökyüzünden geldi yine Cebrail.
Dedi: (Ya Resulallah, emretti Hak teâlâ.
Bizzat gidip sorunuz, ne istiyor pekala?)
Vardı hemen yanına, temiz kerimesinin.
Buyurdu ki: (Ey kızım, nedir ki arzun senin?)
Dedi ki: (Babacığım, kızların mehirleri,
Altın ile gümüşten olmaktadır ekseri.
Ben, Allah Resulü'nün madem kerimesiyim.
Benim mehrim, onlardan farklı olsun isterim.)
Fahr-i âlem sordu ki: (Ey kızım, öyle ise,
Nasıl mehir istersin, muradın söyle bize.)
Dedi ki: (Babacığım, kıyamet gününde sen,
Kaç günahkâr mümine şefaat edeceksen,
Ben de, hanımlarına şefaat eyleyeyim.
Benim mehrim bu olsun, dünyalığı nideyim?)
Daha sonra Fatıma, arz etti: (Babacığım!
Bir isteğim daha var onu da ister canım.
Sizin, mahşer gününde şefaat eylemeniz,
Âyet-i kerimeyle sabittir hiç şüphesiz.
Lakin benim, mahşerde, etmem için şefaat,
Yoktur şimdi elimde bir vesika, bir berat.)
Cebrail bunu dahi, arz ederek Allah'a,
Bir Cennet ipeğiyle geldi Resulullah'a.
Arasında bir beyaz kağıt vardı Cennetten.
Üzerinde, şu yazı yazılmıştı kudretten:
(Fatımatüz Zehra’nın isteği üzerine,
Bu yazılı vesika verildi kendisine.
Mahşer günü, günahkâr hanımlara şefaat,
Edeceğine dair, verilmiştir bu berat.)
Resulullah, alarak bu beratı eline,
Getirip teslim etti temiz kerimesine.
Nihayet beratı da alınca pederinden,
Buyurdu: (Bu nikaha razı oldum şimdi ben.)
. Zevceni ister misin?
Hazret-i Ali der ki: (İşbu nikah gününden,
Çok zaman geçtiyse de, söz olmadı düğünden.
Bir şey buyurmayınca o Server bizatihi,
Hicabımdan, ağzımı açamazdım ben dahi.
Ama Resul-i ekrem tenhada bazan bana,
Şöyle buyururdu ki: (Ya Ali müjde sana.
Zira senin hatunun, ne iyi birisidir.
O, cümle hatunların bil ki seyyidesidir.)
Bir gün hazret-i Ukayl dedi ki ona bizzat:
(Bu akd-i izdivacdan memnun olduk biz, fakat,
Muradımız odur ki, bu iki bahtiyarlar,
Şöyle birbirlerine daha yakın olalar.)
Dedi: (Evet, ben dahi böyle istemekteyim.
Lakin Resulullah'tan çok hicab etmekteyim.)
Sonra kalkıp gittiler o Server'in evine.
Az sonra rastladılar yolda Ümmü Eymen’e.
Peygamber-i zişan'ın dadısıydı bu hatun.
Bu hususta fikrini sordular bir de onun.
O dedi: (Bu iş için, lüzum yok gelmenize.
Bunu haber veririm, öğrenerek ben size.)
Ve onların yanından ayrılıp Ümmü Eymen,
Ezvac-ı tahiratın yanına vardı hemen.
Onlar da toplanarak, çare için bu işe,
Geldiler hep birlikte hazret-i Aişe’ye.
Hazret-i Hatice'yi anarak dediler ki:
(O, şu anda hayatta olsa idi eğer ki,
Olmazdı bizler için, bugün böyle endişe.
Çünkü o, daha iyi eğilirdi bu işe.)
Peygamber Efendimiz, duyunca bu sözleri,
Ağlayıp, yaşla doldu o mübarek gözleri.
Sonra Resulullah'a, o mübarek hanımlar,
Dediler ki: (Ali'nin size arzuhali var.)
O zaman buyurdu ki: (Çağırın, gelsin hemen!)
O gelince, hanımlar çıktılar hepsi evden.
O girdi içeriye, mahcub idi bir hayli.
Buyurdu ki: (Zevceni ister misin ya Ali?)
Dedi ki: (Anam babam, canım sana fedadır.
Müsade ederseniz, muradım bu yoldadır.)
Esma binti Ümeys’e buyurdu ki o vakit:
(Fatıma'nın evini hazır eyle, hemen git!)
Esma (Peki) diyerek, o eve gitti hemen.
Üç adet minder yaptı hasır ile deriden.
O gün yatsıdan sonra, Resul-i ekrem dahi,
Gelip yapılanları gördüler bizatihi.
Üç minderle, bir halı, yastık ve su kırbası.
İki el değirmeni, bir testi, bir su tası.
Bir havlu, bir elbise, bir sedir, bir de yorgan.
Ev eşyası ve çeyiz, ibaretti bunlardan.
. Fatıma mübarektir
Resul’ün emri ile, yapıldı her hazırlık.
Evin eşyaları da, tamamlanmıştı artık.
Emretti Resulullah hem hazret-i Ali'ye:
(Biraz yağ, biraz hurma satın alıp gel!) diye.
Beş dirhem ile hurma, dört dirhem’le yağ aldı.
Resul-ü müctebanın huzurlarına vardı.
Aliyyül mürteza’ya sonra Fahr-i kainat:
Buyurdu: (Sofra getir, deriden olsun fakat.)
O deriden sofrada, hurma, yağ ve yoğurdu,
Mübarek elleriyle, karıştırıp yuğurdu.
Bir çeşit yemek yapıp, buyurdu ki o zaman:
(Ya Ali, var dışardan getir kimi bulursan.)
Yediyüz kişi idi gelenlerin cümlesi.
O azıcık yemekten yedi ve doydu hepsi.
Bu velime yemeği yendikten sonra ise,
Buyurdu ki: (Ya Ali, siz gidin evinize!)
Hazret-i Ali der ki: (Üç gün geçti aradan.
O Server, hanemize teşrif etti tekrardan.
Bana buyurdular ki: (Ya Ali, su getir az!)
(Peki) deyip, hemence getirip eyledim arz.
(Biraz iç, biraz kalsın!) diye emreylediler.
Ben içtim, kalan suyu üzerime serptiler.
Tekrar (Su getir!) diye, emretti bana yine.
Onu dahi getirip, verdim kendilerine.
Bana yaptığı gibi, ona da yaptı aynen.
Sonra da, dışarıya gönderdi beni hemen.)
O zaman Resulullah çağırdı Fatıma’yı.
Ondan sual eyledi Aliyyül mürteza’yı.
Fatıma arz etti ki: (İyi halleri çoktur.
Bütün üstün sıfatlar kendisinde mevcuttur.)
Ve ilave etti ki: (Babacığım ve lakin,
Bazıları diyor ki, çok fakirdir helalin.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, inanma buna aman!
Asla fakir değildir senin erin ve baban.
Erkeklerden, ilk önce iman eden erindir.
Eshabımın içinde, ilimde en derindir.
Rabbimiz, ehl-i beytten seçti iki kimseyi.
Bunlardan biri baban, helalindir diğeri.
Ey kızım, sakın ola isyan etme erine.
Ve asla muhalefet eyleme bir emrine.)
Çağırdı daha sonra Aliyyül Mürteza’yı.
Ve ona ısmarladı Fatımat-üz zehra’yı.
Buyurdu ki: (Fatıma mübarektir ya Ali!
Allah'ın rızasına muvafıktır her hali.
Hem benden bir parçadır, onu incitmeyesin.
Yoksa ben incinirim, bunu böyle bilesin.)
Hazret-i Ali dahi üzmedi Fatıma’yı.
O da, hiç incitmedi Aliyyül mürteza’yı
. Fakir, yetim, esir
Hazret-i Hüseyin’le hem de hazret-i Hasan,
Hasta olmuşlar idi ikisi de bir zaman.
Peygamber Efendimiz, alınca bunu haber,
Hazret-i Fatıma’nın hanesine geldiler.
Hazret-i Ali ile Fatıma'ya hitaben,
Buyurdu: (Bunlar için bir adak yapın hemen!)
Peygamber Efendimiz böyle emir verince,
Üç gün oruç tutmayı nezrettiler hemence.
(Sıhhate kavuşursa çocuklarımız eğer,
Peşinden, üç gün oruç tutacağız) dediler.
Bir kaç gün geçmişti ki o günden itibaren,
Sıhhate kavuştular, ikisi de tamamen.
İyileşip kalkınca Hasan ile Hüseyin,
Oruca başladılar bu nezri eda için.
Lakin yiyecekleri yoktu iftar edecek.
Birinden, ödünç arpa istediler üç ölçek.
Üç parçaya ayırdı bunu hizmetçileri.
Ve pişirdi biriyle iftarlık çörekleri.
İftar vakti gelince, Fatıma, kalkıp hemen,
Herbirinin önüne koydu o çöreklerden.
Az zaman kalmıştı ki tam iftar zamanına,
Gayet fakir bir kişi geldi kapılarına.
Hepsi de, ekmeğini o fakire verdiler.
Kendileri su ile o gün iftar ettiler.
O zavallı fakirin karnını doyurunca,
Niyetlendi üçü de, ikinci gün oruca.
Hizmetçi, o gün dahi arpadan öğüterek,
Yine iftarlık için, pişirdi birer çörek.
Yine çok az bir zaman kalmış idi iftara.
Ve üçü de, bir hayli acıkmıştı o ara.
Orucu açmak için bekliyorken, tam o an,
Çalındı kapıları bir yetim tarafından.
Bu sefer de herbiri, iftarlık ekmeğini,
Verip, sevindirdiler o yetimin kalbini.
İftarı, sırf su ile açarak en nihayet,
Üçüncü gün oruca ettiler yine niyet.
Hizmetçi, geri kalan arpanın tamamından,
Üç ekmek daha yaptı iftara yakın zaman.
Bu sefer de, bir esir geldi kapılarına,
Dedi: (Açım üç gündür, bir ekmek verin bana.)
Verdiler çörekleri hepsi de bu esire.
Açtılar iftarları yine yalnız su ile.
Dördüncü gün, onlara teşrif etti Peygamber.
Getirdi Cibril dahi, çok müjdeli bir haber.
Okuyup o Resul’e Hel eta suresini,
Dedi: (Ya Resulallah, tebrik ederim seni.
Ehl-i beytin verdiği sadaka sebebiyle,
Meth etti Hak teâlâ onları bilvesile.)
. Toptan mahvolurlardı
Beni Necran diye bir kavim vardı o zaman.
İman etmiyorlardı bunlar inatlarından.
Resulullah, onlardan çağırıp bir heyeti,
Derhal mübahaleye onları davet etti.
Buyurdu: (Var mısınız, gelelim bir araya.
Şöyle dua edelim Allahü teâlâya:
Kim yanlış yolda ise içimizden eğer ki,
Allah lanet eylesin onlara elbette ki.)
Onlar cevap vermeyip, (Düşünelim) dediler.
Gidip reislerine bunu haber verdiler.
Bu durum karşısında, çok korktu reisleri.
Topladı kabilede bulunan kimseleri.
Şöyle hitab etti ki: (Ey hıristiyanlar, siz,
Muhammed'in Peygamber olduğunu bildiniz.
Bir kavim, Peygamberle mübahale ederse,
O kavim hepsi ölür, sağ kalmaz hiç bir kimse.
Eğer toptan yok olmak istemiyor iseniz,
Onunla mübahale etmekten el çekiniz.)
Ertesi gün gelince, hıristiyan heyeti,
Gördüler o Serverle yanında ehl-i beyti.
Hazret-i Hüseyin’i oturtmuş kucağına.
Ve hazret-i Hasan’ı alıvermiş yanına.
Hazret-i Ali ile Fatıma’yı alarak,
Gelmişti Resulullah bir aile olarak.
Ve şöyle buyurdu ki: (Şimdi beni dinleyin!
Ben bir dua edeyim, sizler de âmin deyin.)
O heyetin başkanı, korkuya kapılarak,
Yanında olanlara dedi ki son olarak:
(Şu anda, karşımızda var ki öyle kimseler,
Onlar, Hak teâlâdan her neyi isteseler,
Mesela deseler ki: Şu dağ kalksın yerinden.
Onların hürmetine, kaldırır Allah hemen.
Sonra da deseler ki: Tekrar gelsin yerine.
Getirir Hak teâlâ, onların hürmetine.
Onlarla mübahele edersek eğer şu an,
Şunu iyi bilin ki, hep oluruz perişan.)
Bu şekilde konuşup, karar veren o heyet,
Peygamber-i zişan'a dediler: (Ya Muhammed!
Biz bu babta konuşup, müşavere eyledik.
Mübahele etmemek yolunda karar verdik.)
Resulullah onlara buyurdu ki o zaman:
(Öyleyse iman edip, olun siz de müslüman.)
Bunu da reddedince, buyurdu: (Öyle ise,
Savaşa hazır olun, son ikazdır bu size.)
Dediler ki: (Seninle savaş da etmeyelim.
İkibin kat elbise, sana cizye verelim.)
Peygamber Efendimiz, buna razı oldular.
Kâfirler, böylelikle helaktan kurtuldular.
. Ağlama ya Fatıma!
Üç gün kalmış idi ki Resul’ün vefatına,
Cibril aleyhisselam geldi huzurlarına.
Dedi: (Ya Resulallah, Rabbin selam ediyor.
Habibim nasıl oldu? diye hatır soruyor)
O günlerde Resul'e, hediye kabilinden,
Birkaç altın gelmişti Sahabenin birinden.
Resulullah görünce, o gelen altınları,
Buyurdu ki: (Dağıtın fukaraya onları!)
Götürüp dağıttılar şehrin fakirlerine.
Velakin ellerinde bir miktar kaldı yine.
Aliyyül Mürteza'ya buyurdular ki hemen:
(Sen de, bu altınları götür dağıt tamamen!)
Vefattan bir gün önce idi ki, Resulullah,
Mescid-i şerifine teşrif etti o sabah.
Gördü ki Ebu Bekr-i Sıddık’ın arkasında,
Saf tutmuş, sahabiler namaz kılar ardında.
Bu hale sevinerek, tebessüm buyurdular.
Kendi de, en son safta Ebu Bekr’e uydular.
Eshap, Resulullah'ı gördü selam verince.
Hastalık geçti sanıp, gark oldular sevince.
Lakin Peygamberimiz, odasına girdiler.
Bundan sonra, bir daha namaza gelmediler.
Bir müddet istirahat ederek, sonra yine,
Aliyyül Mürteza’yı çağırdı hanesine.
Başını, kucağına koyuverdi Ali'nin.
Fakat çok değişmişti rengi nur cemalinin.
Hazret-i Fatıma da görünce Onu böyle,
Geldi oğullarının yanına üzüntüyle.
Ellerinden tutarak, ağladı için için.
Dedi: (Bizi kimlere bırakıp da gidersin?
Ey babam, canım babam, sana can feda olsun.
Hasan ve Hüseyin'i kime bırakıyorsun?
Vay babam, senden sonra nice olur halimiz?
Senden sonra, kimlere bakar bu gözlerimiz?)
Duyunca Resulullah kızının sözlerini,
Hafifçe araladı mübarek gözlerini.
Ve dua eyledi ki Allahü teâlâya:
(Sen sabır ihsan eyle ya Rabbi Fatıma'ya.)
Ve mübarek kızına buyurdu ki o zaman:
(Ey kızım, can çekişme halinde şimdi baban.)
Kendisine bunları söyleyince babası,
İçli iniltilerle çoğaldı ağlaması.
Hazret-i Ali ise, dedi ki: (Ey Fatıma!
Sus, baban üzülüyor, daha fazla ağlama.)
Peygamber Efendimiz, onun bu dediğini,
İşitip, ikaz etti hemence kendisini.
Buyurdu ki: (Ya Ali, ilişme Fatıma'ya.
Bırak, babası için ağlasın biraz daha.)
. Seni nerede arayayım?
Çok az kalmış idi ki, Resul’ün vefatına,
Bir ara, Melek-ül mevt geldi Resul katına.
Rabbimiz, Azrail'e buyurdu ki o vakit:
(En güzel bir surette bu gün Habibime git.
Eğer izin verirse, ruhunu yumuşak al.
Ama izin vermezse, geri dön yine derhal.)
O da, girip çok güzel bir insan suretine,
Geldi Resulullah'ın hanesinin önüne.
Dışardan seslenerek içeri girmek için,
Ehl-i beyt-i Resul’den istedi şöyle izin:
(Esselamü aleyküm ey hane sakinleri!
İzin verir misiniz ben gireyim içeri?)
Fatıma, bu ses ile çıkıp baktı bu sefer.
Gördü ki biri gelmiş, içeri girmek ister.
Dedi ki: (Resulullah hali ile meşguldür.
İçeri girmenize, malesef izin yoktur.)
Bu defa yüksek sesle ve heybetli olarak,
Dedi: (Müsadenizle girmem lazım muhakkak.)
Allah'ın Sevgilisi uyandı bu seslerden.
Sordu ki: (Ya Fatıma, kimdir ki bu seslenen?)
Arz etti ki: (Bir kimse gelmiş sizi görmeye.
Bizden izin istiyor, içeriye girmeye.
Özür beyan eyledim, gitmiyor lakin geri.
Ve diyor ki, mutlaka girmem lazım içeri.)
Buyurdu: (Ya Fatıma, kimdir o bilir misin?
O, lezzetleri yıkan melektir, söyle girsin.
O, çocukları yetim, kadınları dul eder.
Onunla evler harab, mamur olur kabirler.)
Fatıma hazretleri, bunları babasından,
Duyunca, fevkalade kederlendi o zaman.
Bu durum, çok büyük bir üzüntü verdi ona.
Eğildi babasının mübarek kulağına.
Ve sual eyledi ki: (Ey canım babacığım!
Seni, mahşer yerinde nerede bulacağım?)
Buyurdu ki: (Kevserin başında beni ara.
Orada su veririm gelen müslümanlara.)
Fatıma hazretleri, sordu yine: (Ey babam!
Nerede arıyayım, orada bulamazsam?)
Buyurdu ki: (Mizan’ın yanına gideceğim.
Orada, ümmetime şefaat edeceğim.)
Sordu ki: (Orada da bulamazsam eğer ki,
Seni, hangi mahalde bulurum o gün peki?)
Buyurdu ki: (Sırat'ın kenarında olurum.
Ümmetim geçerlerken, yardımda bulunurum.)
Sordu yine: (Ey babam, olmazsan orada da,
Nerede arıyayım hazretini orada?)
Buyurdu: (Cehennemin yanında ara beni.
O ateşe düşmekten, korurum ümmetimi.)
. Deve konuşuyor
Bir gün bir köylü geldi Allah’ın Resulü'ne.
Yörük, cins bir deveyi gösterdi kendisine,
Resulullah, deveyi çok beğenip, hoşlandı.
Fiyatını sorarak, köylüden satın aldı.
Deve, Resulullah'ı görünce geldi dile.
İltifatlar eyledi Ona fasih dil ile.
Deveden bu sözleri duyunca Fahr-i âlem,
Okşayıp, kendisine iltifat eyledi hem.
Deve, konuşmasına devam etti şöylece:
(Ey Allah'ın Resulü, bunun idim ben önce.
Lakin günah işlerdi, bu yüzden kaçtım ondan.
Dağlarda, tek başıma dolaştım uzun zaman.
Beni vahşi hayvanlar, dağlarda görürlerdi.
Bu deve, Peygamberin devesidir derlerdi.
Onların bu sözünü duyar, çok sevinirdim.
Ve sana kavuşmayı, ne kadar çok isterdim.
Sonsuz hamd ve şükürler olsun ki Allah'ıma,
Erdirdi şimdi beni, o büyük muradıma.)
Resulullah, dinleyip onun konuşmasını,
Onu daha çok sevip, verdi (Adba) adını.
Deve yine konuşup, dedi ki sonra hemen:
(Ey Allah’ın Resulü, bir dileğim var senden.)
O Server, bu sözünü dinleyip o devenin:
Buyurdu: (Söyle peki, nedir benden dileğin?)
Dedi: (Ya Resulallah, dua et, ahirette,
Yine senin bineğin, ben olayım Cennette.
Eğer sen, benden önce ahirete varırsan,
Üstüme, senden gayri binmesin hiç bir insan.
Zira ben yanıyorken senin ayrılığına.
Tahammül gösteremem, senden gayrılarına.)
Peygamber Efendimiz, bunu kabul buyurdu.
Deve, bu söz üstüne rahat ve huzur buldu.
Vakta ki Resulullah geldi ömrü sonuna,
Hazret-i Fatıma’yı çağırdı huzuruna.
Ve ona buyurdu ki: (Ey kızım, ben vaktiyle,
Bir sözleşme yapmıştım devemiz Adba ile.
Benden sonra Adba'ya, hiç bir kimse binmesin.
Ona, yem ve su vermek, vazifen olsun senin.)
Vakta ki Resulullah göç etti bu dünyadan,
Yemeden ve içmeden kesildi deve o an.
Artık ne ot yiyordu, ne de su içiyordu.
Günleri, başı önde, çok mahzun geçiyordu.
Hazret-i Fatıma’yı gördü bir gün nihayet.
Dedi ki: (Ey Resul'ün kızı, bana dua et.
Öyle zannederim ki, çok yaklaştı ecelim.
Biraz sonra ölerek, Resul’e gideceğim.)
Ve başı, Fatıma’nın tam kucağında iken,
Vefat edip, Resul’e kavuştu ebediyen.
. O, melek değildir
Aliyyül Mürteza'ya, o Server-i kainat,
Hususi nasihatler ederdi ona bizzat.
Birgün de buyurdu ki: (Ya Ali, cimri olma.
Cömert kimselerden ol, kimseyi ayıplama.
Buz, nasıl erir ise güneşin karşısında.
Öyle erir günahı cömert insanların da.)
Bilal-i Habeşi de rivayet eder ki hem:
Yanımıza gelmişti bir zaman Fahr-i âlem.
Gayet sevinçli olup, tebessüm ediyordu.
Ondördüncü ay gibi yüzü nur saçıyordu.
Dedim ki: (Anam babam, feda olsun yoluna.
Sizdeki bu nur nedir, çok parlak geldi bana.)
Buyurdu: (Amcam oğlu, kardeşim ve damadım,
Hakkında, Rabbimizden şimdi bir müjde aldım.
Tezvic ettiği zaman, Ali'ye Fatıma'yı,
Rıdvana emretti ki: Sallayıver Tuba'yı.
O, Tuba ağacını tutup salladığında,
Çok senetler saçıldı o ağaçtan anında.
Onların üzerinde, şu yazı vardı ki hem,
Ondandır işte benim bu sevincim ve neşem.
Kim benim Resulümle, Onun ehl-i beytini,
Severse, görmez onlar Cehennem ateşini.)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki bir gün de:
(Aç, susuz, çıplak iken halk kıyamet gününde,
Biz dört kişi, binekler üzerinde oluruz.
Ben, burak üzerinde bulunurum bahusus.
Salih aleyhisselam devesine biner ve,
Biner Fatıma dahi Asba adlı deveye.
Aliyyül Mürteza da Cennet develerinden,
Birisine binerek, gider benim önümden.
La ilahe illallah Muhammed Resulullah!
Diye nida edince, gıbta eder cümle halk.
Bir gün de buyurdu ki: (Ya Ali, Hak teâlâ,
Seni, dört haslet ile eyledi benden a’la.)
Hazret-i Ali dahi, bu sözü üzerine,
Şöyle arz eyledi ki Allah'ın Resulü'ne:
(Anam babam, yoluna feda olsun büsbütün.
Köle, efendisinden olur mu daha üstün?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, dilerse cenab-ı Hak,
Dilediği kuluna ihsan eder muhakkak.
Öyle ki, hiç kimsenin hayaline, aklına,
Gelmeyen nimetleri bahşeder o kuluna.)
Eshap sual etti ki: (Ali'yi üstün kılan,
O dört husus nelerdir, bize de edin beyan.)
Buyurdu ki: (Ali'ye, Fatıma gibi hanım,
Hasan Hüseyin gibi, oğul verdi Allah'ım.
Hem de Resulullah'tır Onun kayınpederi.
Bana nasib etmedi lakin bu nimetleri.)
. Nasıl sığdı kalbine?
Peygamber Efendimiz, hazret-i Ali ile,
Bir gün oturuyordu mübarek evlerinde.
Bir ara damadına sordu ki şu suali:
(Allahü teâlâ'yı sever misin ya Ali?)
O şöyle arz etti ki buna cevap olarak:
(Evet ya Resulallah, seviyorum muhakkak.)
O Server, bu cevabı ondan dinlediğinde,
Tekrar sual etti ki: (Sever misin beni de?)
O yine cevabında dedi: (Ya Resulallah!
Zat-ı alinizi de çok seviyorum Vallah.)
Buyurdu ki: (Ya Ali, seversin elbette ki,
Zevcen Fatıma'yı da seviyor musun peki?)
O (Evet) deyince de, buyurdular ki yine:
(Peki sevgin var mıdır Hasan ve Hüseyin'e?)
Buna da (Seviyorum) diye arz edince hem,
Ona, şöyle bir sual sordu ki Fahr-i âlem:
(Ya Ali, hepsini de seviyorum diyorsun.
Sen bunları, bir kalbe nasıl sığdırıyorsun?)
Bunu, hazret-i Ali cevaplayamadı tam.
Hazret-i Fatıma’ya söyledi evde akşam.
O dahi kendisine söyledi ki: (Ya Ali!
Niçin cevaplamadın böyle kolay suali?
Hak teâlâyı sevmen, iman ve akıldandır.
Resul'ü sevmen ise, yine imanındandır.
Eşin olduğum için, seviyorsun hem beni.
Ve tab'an seviyorsun Hasan ve Hüseyin’i.)
Hazret-i Fatıma'dan öğrenerek o gece,
Gelip Resulullah'a arz eyledi hemence.
O Server buyurdu ki lakin ona bakarak:
(Bu meyva, Peygamberlik ağacındandır ancak.)
Yani Peygamberimiz demek istediler ki:
(Bu cevap senin değil, Fatıma'nındır belki.)
Hazret-i Fatıma'yı, vakta ki Fahr-i âlem,
Aliyyül Mürteza'ya nikahladığı zaman,
Buyurdu: (Kadınların en iyisini, yine,
Erkeklerin içinden verdim en iyisine.
Sonra ben, Fatıma'yı, Ali'ye vermem için,
Allahü teâlâdan aldım emir ve izin.
Allah, her Peygamberin neslini, kendisinden,
Benim sülalemi de, yaratmıştır Ali'den.)
Bir gün de buyurdu ki: (Benim evimdekiler,
Nuh aleyhisselamın gemisi gibidirler.
Onlara tâbi olan, selamet bulur mutlak.
Tâbi olmayan ise, helak olur muhakkak.)
Yine Peygamberimiz, Sahabeye hitaben,
Bir gün de buyurdu ki: (Ağaca benzerim ben.
Fatıma, bunun kökü ve Ali gövdesidir.
Hasan ve Hüseyin de, ağacın meyvesidir.)
. Cennetten gelen yemek
Uhud’da Resulullah, düşünce bir çukura,
Kâfirler, öldüğünü zannettiler o ara.
İblis fırsat bilerek, bağırdı ki şöylece:
(Ey insanlar, Muhammed öldürüldü az önce!)
Medine'ye erişti şeytanın bu sedası.
Hazret-i Fatıma da işitti bu avazı.
Hemen iki elini başına götürerek,
Çok ağladı, gözünden kanlı yaşlar dökerek.
Hiç bir şeyin kıymeti yoktu artık gözünde.
Yetimlik eserleri zahir oldu yüzünde.
Aişe, Ümmü Süleym ve dahi Ümmü Eymen,
Gibi hanımlar dahi, Uhud'a koştu hemen.
Ve hazret-i Fatıma, Resul-i kibriyayı,
Hayatta görür görmez, bıraktı ağlamayı.
Yaralı olduğunu farketti ama birden.
Tekrardan ağlamaya başladı kederinden.
Teselli etti onu, o Server bizatihi.
Su getirdi kalkanla hazret-i Ali dahi.
Babasının yüzünün kanlarını, Fatıma,
Kalkandaki su ile yıkadı hemen, ama,
Yüzünden akan kanlar, bir türlü dinmiyordu.
Fatıma hazretleri buna üzülüyordu.
Bir hasır parçasını alıp yaktı sonradan.
Külünü, o yaraya bastırınca durdu kan.
Peygamber Efendimiz, günlerden bir gün yine,
Hazret-i Fatıma’nın teşrif etti evine.
Gördü ki, kızının ve çocukların yüzleri,
Solmuş ve kansızlıktan sararmış benizleri.
Üzülüp, sebebini sorunca Fatıma'dan,
O da Resulullah'a arz eyledi o zaman.
Dedi ki: (Babacığım, şudur ki buna sebep,
Biz üçümüz, üç gündür, aç yatıp kalkarız hep.)
Resulullah, bu hale pek çok kederlendiler.
Ve hemen onlar için, çok dua eylediler.
Ve kızı Fatıma’ya buyurdu ki sonra da:
(Ya Fatıma, çık da bak, ne var öbür odada?)
Hazret-i Fatıma ve Hasan ile Hüseyin,
Koştular o odaya, emriyle o Server’in.
Bir tabak gördüler ki, işlenmiş ziynet ile.
Ve içi dolu idi, taze pişmiş et ile.
O yemeği, devamlı yediler bir nice gün.
Yine de eksilmedi duasıyla Resul’ün.
Ve lakin bir kadının kötü nazarı ile ,
Daha sonra o tabak, kayboldu birden bire.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki bu babta:
(Size ben söylerim ki, yemin ederek hatta,
O kadının nazarı değmeseydi, gerçekten,
Hayatınız boyunca yerdiniz o yemekten.)
.
04 - AİŞE-İ SIDDIKA (Rahmetullahi Aleyha)
.Bilseler yapmazlardı
Aişe-i Sıddıka radıyallahü anha,
Bir gün otururlarken, baktı Resulullah'a.
Sonra sual etti ki: (Ey Allah'ın Habibi!
Hiç Uhud’da çektiğin sıkıntı, elem gibi,
Üzüntü ve kederin oldu mu başka günler?
Zira küffar, Uhud’da amcanı öldürdüler.
Mübarek iki dişin kırıldı hatta o gün.
O günden sıkıntılı olmuş muydu bir günün?)
Resulullah, cevaben buyurdu: (Ya Aişe!
Hakikaten Uhud’da oldu büyük endişe.
Buna rağmen, bunlardan daha acı olan var.
Uhud’dan şiddetliydi Akabe’de olanlar.
Kureyş'ten bir guruba gitmiş idim bir ara.
Peygamber olduğumu söylemiştim onlara.
Lakin kabul etmeyip, ezaya başladılar.
Kötü şeyler söyleyip, üstelik taşladılar.
Ayaklarıma kadar, uzanıp aktı kanım.
O gün kime gittimse, hakarete uğradım.
Namaz kılıyordum ki, bir gün de Beytullah'ta,
Mel'un Ebu Cehil de bulunurdu orada.
Başkaları da gelip, yanına oturdular.
Bana, hakaret yollu laflar edip durdular.
O sırada bir kimse, bir deve işkembesi,
Oraya bırakarak, geri gitti kendisi.
Ebu Cehil, eliyle o şeyi göstererek,
Orada olanlara şöyle dedi gülerek:
(Şu kanlı işkembeyi, kim alıp da o yerden,
Koyar başı üstüne Muhammed secdedeyken?)
Onların arasında, Utbe bin ebi Muayt,
Onun dediği şeyi, yaptı bana o bedbaht.
Bir müddet kalkamadım bu sebeple secdeden.
Onlar ise, öyle çok zevk aldı ki bu şeyden,
Kahkahalar atarak bir hayli gülüştüler.
Öyle ki, birbirleri üzerine düştüler.
Birisi Fatıma’ya haber vermiş o ara.
O gelip, o pis şeyi alıp attı kenara.
Bütün bunlara rağmen, dedim ki: (Ya ilahi!
Hoştur senden ötürü bu hakaretler dahi.
Ve lakin hakikati bilmiyor bu kimseler.
Bilseler yapmazlardı, onlara hidayet ver.)
Sonra geldi bir melek, dedi ki: (Emret bana,
Ben, müvekkel meleğim Mekke'nin dağlarına.
Emret, bitiştireyim arasını dağların.
Kahrolsun her birisi Mekke'de olanların.)
Dedim ki: (Hayır hayır, onları etme helak.
Zira ben, âlemlere geldim rahmet olarak.
Mümkündür ki, onların neslinden çok kimseler,
Gelir ki, onlar bana halis iman ederler.)
. Nikahıyla şereflendi
Mustalık oğulları kavminin, o zamanlar,
Bir reisi vardı ki, Haris bin ebi Dırar.
Peygamber-i zişanla savaşmak için bu zat,
Etrafına çok adam toplamıştı o bizzat.
Onlardan herbirinin, silah verdi eline.
Sonra yürüyecekti Medine üzerine.
Ve lakin Resulullah, hazret-i Büreyde’yi,
Gönderdi ki, öğrensin gidip bu hadiseyi.
Büreyde, kolaylıkla herşeyi öğrenerek,
Allah'ın Resulü'ne haber verdi dönerek.
Yediyüz kişilik bir kuvvet ile o Server,
Çıkıp, o kâfirlerin üstüne etti sefer.
Bir yerde karargahı kurarak en nihayet,
Önce, o müşrikleri islama etti davet.
Onlar, islamiyet’i kabul eylemediler.
Ve hatta ok atarak buna cevap verdiler.
O zaman Resulullah, verdi bir (hücum!) emri.
Mücahidler bir anda atıldılar ileri.
Aişe-i Sıddıka ve Ümmü Seleme de,
Vardı Resulullah'ın yanında bu seferde.
On kişi öldürüldü bir anda müşriklerden.
Kabilenin reisi, korktu ve kaçtı cenkten.
Sonra diğerleri de kaçtılar ona bakıp.
Beşyüzü esir oldu ve lakin yakalanıp.
Kabile reisinin kızı (Berre) de yine,
Gazada esir düştü müminlerin eline.
Taksimde Sabit ibni Kays’a düştü bu kadın.
Sonra, huzurlarına geldi Resulullah'ın.
Dedi: (Kavuşmam için hemen hürriyetime,
Dokuz altın götürmem gerekir sahibime.
Lakin dokuz altınım yok ki ona vereyim.
Sizin yardımınızı istiyebilir miyim?)
Onu, Resul-i ekrem satın aldı o saat.
Sonra da kendisine acıyıp, etti azad.
İslama davet etti sonra da onu hemen.
O da iman eyledi hiç tereddüt etmeden.
Müslüman olmasına çok sevinip o Server,
Nikahları altına aldı onu bu sefer.
Sonra Berre ismini, o günden itibaren,
(Cüveyriyye) olarak değiştirdiler hemen.
Bu olup bitenleri görünce sahabiler,
Hepsi, esirlerini hemen azad ettiler.
Dediler: (Annemizin akrabalarını, biz,
Hizmetçi kullanmaktan artık haya ederiz.)
Zira Resulullah'ın mübarek zevceleri,
Bu ümmetin annesi sayılırlar her biri.
Aişe validemiz der ki: (Cüveyriyye'den,
Hayırlı, bereketli bir kadın görmedim ben.
. Kor gibi yanıyordu
Yirmisekiz Safer’de, o Server-i enbiya,
Yakalandı aniden şiddetli bir sıtmaya.
Ateşi, gün geçtikçe daha yükseliyordu.
Hastalığın şiddeti ziyadeleşiyordu.
Lakin ağrılarının azaldığı bir gece,
Yatağından kalkarak, giyindiler hemence.
Onu öyle görünce Aişe validemiz,
Dedi: (Ya Resulallah, nereye gidersiniz?)
Buyurdu: (Ya Aişe, emir aldım Rabbimden.
Baki kabristanına gideceğim şimdi ben.
Gidip, o kabristanda yatanlara, bu gece,
İstiğfar edeceğim bu emir gereğince.)
Ebu Rafi’i dahi alaraktan yanına,
Çıkıp gitti hemence, Baki kabristanına.
Orada uzun uzun duada bulundular.
Onların affı için Allah'a yalvardılar.
Sonra buyurdular ki: (Rabbim beni, şu anda,
Seçmekte serbest kıldı, iki şey arasında.
Bütün nimetleriyle dünya ile ahiret,
Arz edilip dendi ki, birisini tercih et.
Allahü teâlâya vasıl olmak için ben,
Ahiret nimetini seçtim bu ikisinden.)
Sonra mescide gelip, buyurdu: (Ey Eshabım!
Sizi, Kevser havuzu başında karşılarım.
En önce ben varırım Allah'ın izni ile.
Buluşma mahallimiz, orasıdır sizinle.
Siz, islamdan ayrılır ve müşrik olursunuz,
Diye hiç korkmuyorum, buna emin olunuz.
Ve lakin bir hususta korkuyorum ki yine,
Yarın kapılırsınız dünya nimetlerine.
Bu yüzden kıskanarak birbirlerinizi siz,
Ve hatta bu sebepten, öldürebilirsiniz.)
Sonra ağırlaşınca hastalığı Resul’ün,
Hazret-i Aişe’nin evine geldi o gün.
Harareti, git gide ziyadeleşiyordu.
Yatakta, hep bu yüzden yer değiştiriyordu.
Ebu Said-i Hudri anlatıyor ki hatta:
Ziyarete gitmiştim Server-i kainata.
Sıtmanın sıcaklığı, üstündeki örtüden,
Dışarı çıkıyordu, hissettik bunu hemen.
O Server bize bakıp buyurdu: (Ey insanlar!
Peygamberlere gelir en şiddetli belalar.
Ve lakin Peygamberler, gelince bela ve dert,
Bir nimet gelmiş gibi sevinirler begayet.
Hatta sizin, nimete sevinmenizden fazla,
Sevinir o büyükler, daha büyük bir hazla.)
. Son bir defa görelim
Peygamber Efendimiz, çok hasta iken, bir gün,
Geldi hazret-i Hasan huzuruna Resul’ün.
Dedi ki: (Dedeciğim, senin ayrılığına,
Kimler, nasıl sabreder, nasıl dayanır buna?
Senden sonra, Eshabın ve bütün müslümanlar,
O güzel ahlakını nerelerde bulurlar?)
O, bunları söyleyip, ağladı sonra hatta.
Onu görüp ağladı ezvac-ı tahirat da.
Dışarıda, Eshabın ileri gelenleri,
Bu sesleri duyunca, dağlandı gönülleri.
Zira öğrendiler ki, şiddetlenmiş hastalık.
Onlar da ağlamaya başladı hepsi artık.
Dediler ki: (Ne olur, açınız da kapıyı,
Görelim son bir defa Resul-i müctebayı.)
Bunu, Resul-i ekrem içeriden duydular.
(Kapıyı açın!) diye, işaret buyurdular.
Sahabe-i kiramın ileri gelenleri,
Hepsi, yaşlı gözlerle girdiler hep içeri.
Resulullah buyurdu: (Ey Eshabım, şimdi siz,
Halkın en üstünü ve şereflilerisiniz.
Sizden sonra, dünyaya her kim gelirse gelsin,
Yine yarın Cennete, siz girersiniz ilkin.
Siz, Kur'an-ı kerim’i edinin rehber, imam.
Dinin hükümlerine ittiba eyleyin tam.)
Sonra, (Tebliğ ettim mi ya Rabbi?) buyurdular.
Ve peşinden, mübarek gözlerini yumdular.
Aliyyül Mürteza’nın bir göz işaretiyle,
Dışarıya çıktılar hepsi göz yaşlarıyle.
Aişe validemiz içeri girdi o an.
Bir nasihat istedi Peygamber-i zişandan.
(Ya Aişe, evinin köşesinde oturup,
Kendini muhafaza eyle!) diye buyurup,
Yatağının içinde başladı ağlamaya.
Mübarek gözlerinden başladı yaş akmaya.
Ümmü Seleme dahi, üzülüp oldu mahzun.
Dedi: (Ya Resulallah, ne için ağlıyorsun?)
Buyurdu: (Şu sebepten ağlarım ki ben şu an,
Rabbimiz, ümmetime merhamet etsin ihsan.)
Güneş hayli yükselmiş, tepeye yaklaşmıştı.
Resul’ün vefatına çok az zaman kalmıştı.
Artık son anlarını yaşıyordu o saat.
Yine de Eshabına ediyordu nasihat.
Buyurdu: (Kölelere merhametli olunuz.
Elbiseler giydirip, onları doyurunuz.
Onlarla konuşurken, olun gayet yumuşak.
Ve beş vakit namaza, devam edin muhakkak.
Kadınlarınız ile, köleler hakkında hem,
Allahü teâlâdan korkunuz yine her dem.)
. Hazreti Aişe’nin gözyaşları
O Server geldi bir gün evine Aişe’nin.
Sordu ki: (Yiyecekten var mıdır hiç bir şeyin?)
O, cevaben dedi ki: (Bu gece kaldığınız,
Evde çıkarmadı mı bir yemek hanımınız?)
Böyle şaka demişti Allah'ın Resulü'ne.
Ve lakin Resulullah gücendi bu sözüne.
Müteessir olunca bu sözlerden o Server,
Dışarı çıkmak için hazırlandı bu sefer.
Aişe validemiz tutarak eteğinden,
Özür dilediyse de hemen kendilerinden,
Mübarek eteğini çekerek Fahr-i âlem,
Çıkınca, Aişe'nin içini sardı elem.
Zira anlamış idi Resul’ü üzdüğünü.
Ağlayıp, bu kederle, koydu yere yüzünü:
(Ya Rabbi, senden gayri halime acıyacak,
Kimse yok, beni yine sen affedersin ancak.)
Deyip, göz yaşlarıyla durmadan ağlıyordu.
Gözlerinden sel gibi yaşlar akıtıyordu.
Hak teâlâ lütfedip, affetti kendisini.
Gönderdi Habibine Cebrail-i emini.
Tam mescide girerken Rahmeten lil âlemin,
Bir anda, gökten yere indi Cibril-i emin.
Dedi: Ya Resulallah, ey Allah'ın Habibi!
Aişe'nin gözyaşı akıyor ırmak gibi.
Rabbimiz buyurdu ki: (Aişe'ye giderek,
Teselli etsin onu, bir şeyler söyleyerek.)
Resul eve dönünce, af diledi Aişe.
Özrü kabul olunup, buldu huzur ve neşe.
Cebrail'e bir daha buyurdu ki Rabbimiz:
(O iki sevgiliyi barıştırdık şimdi biz.
Bir de ihsan edelim onlara şimdi yine.
Cennet nimetlerinden al götür önlerine.)
Girdi hemen Cennete, Cibril aleyhisselam.
Götürdü önlerine, Cennetten türlü taam.
Aişe, bir lokmayı o Server’e verirdi.
Sonra, ikincisini kendisi alıp yerdi.
İki lokma kalınca, Resulullah bu kere,
Buyurdu: (Bu lokmalar, kalsınlar Ebu Bekr'e.)
O an kapı çalındı, Resul buyurdular ki:
(Ebu Bekir gelmiştir, söyle, girsin içeri.)
O içeri girince, buyurdu ki: (Ey Sıddık!
Bunlar Cennet nimeti, senin için ayırdık.)
Aldı iki lokmayı o da iki eline.
Verdi Resulullah’la temiz kerimesine.
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, senin idi bu taam.
Niçin sen yemeyip de, edersin bize ikram?)
Şöyle arz eyledi ki o da Resulullah'a:
(Yemeniz hayırlıdır, yememden bin kat daha.)
. Evet, o sensin
Aişe-i Sıddıka radıyallahü anha,
(Babamdan anlat!) dedi bir gün Resulullah'a.
Buyurdu: (Ya Aişe, Cibril aleyhisselam,
Bir gün, benim yanıma geldi ve verdi selam.
Dedi ki: Hak teâlâ, ruhları halk edince,
Peygamberlerden sonra, onu seçti ilk önce.
Toprağı Cennettendir, suyu ab-ı hayattan.
Onun için, Cennette köşk yarattı yakuttan.
Ve yine Hak teâlâ, benim, onun hakkında,
Yaptığım her duayı kabul etti anında.
Ve baban Ebu Bekir, komşumdur kabirde hem.
O olacak yerime, benden sonra halifem.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ey Eshabım, bir kimse,
Vardır ki, o ne vakit Cennete girer ise,
Köşklerdeki insanlar onu görüverirler.
Ve merhaba diyerek, ona selam verirler.)
Hazret-i Ebu Bekir sual etti: (Onu biz,
Köşklerden, saraylardan görebilecek miyiz?)
Allah'ın Sevgilisi buyurdular ki: (Evet.
Onu herkes görecek, o kimse sensin elbet.)
Bir gün de Resulullah, bir hutbe okuyordu.
Hazret-i Ebu Bekr’e çok iltifat buyurdu.
Ve etrafına bakıp, onu göremeyince,
Nerede olduğunu sual etti hemence.
Öğrendi Sahabeden, dışarda olduğunu.
Hutbesine devamla, methetti yine onu.
Buyurdu: (Ey Eshabım, Cibril aleyhisselam,
Gelip, onun hakkında eyledi şöyle kelam.
Dedi: Ya Resulallah, ümmet-i Eshabından,
En üstün ve iyisi, Ebu Bekir'dir şu an.)
Yine bir hadisinde buyurdu ki o Server:
(Miraca çıktığımda Cibril ile beraber,
Göklerde, şu yazıyı görürdüm hem de sık sık:
Muhammed Resulullah ve Ebu Bekr-i Sıddık.)
Abdullah bin Abbas da diyor ki: (O Resul’ün,
Mübarek huzurunda bulunuyorduk bir gün.
Hazret-i Ebu Bekr'in ismi geçti bir ara.
Resul, şöyle buyurdu orada olanlara:
(Kim Ebu Bekir gibi olabilir gerçekten?
O beni tasdik etti, herkes tekzib ederken.
Ve halk benden kaçarken, kızını bana verdi.
Malını, benim için saçtı, feda eyledi.
O vardı her müşkil ve sıkıntılı anımda.
Hicrette, mağarada, o bulundu yanımda.
Mahşerde, ben onunla karşılıklı olarak,
Baş başa konuşuruz, merak eder cümle halk.
Melekler, ikimizi halka takdim ederler:
Onlar, Habibullah'la Ebu Bekir'dir derler.)
. Ebu Bekr imam olsun
Hazret-i Aişe’den rivayet edilir ki:
Hazret-i Peygamberin son hastalığı idi.
Bir gün bana buyurdu: (Söyleyin Ebu Bekr'e.
Eshabıma, namazı o kıldırsın bu kere!)
Dedim ki: (Yerinize geçerse babam eğer,
Ağlamaktan, sesini işitmez hiç kimseler.
Emir buyurunuz da, Ömer ibnil Hattab'a,
Namazı o kıldırsın imam olup Eshaba!)
Ve lakin buyurdu ki tekraren Fahr-i enam:
(Ebu Bekr'e söyleyin, Eshaba olsun imam!)
Dedim: (Çok mükedderdir pederim bu aralık.
Emir buyursanız da, Ömer yapsa imamlık.)
Ve lakin aynı emri verdi yine bu kere:
(Eshaba imam olsun, söyleyin Ebu Bekr'e!)
Ben bunun üzerine, Ömer ibnil Hattab'ın,
Kızı Hafsa'ya varıp, vaziyeti anlattım.
Dedim: (Teklif eyle ki, gidip Resulullah'a,
Baban hazret-i Ömer, imam olsun Eshaba.)
Lakin o teklifi de, reddeyledi o Server.
Ve üzülüp, Hafsa'ya buyurdu ki bu sefer:
(Ben Ebu Bekr diyorum, siz Ömer diyorsunuz.
Niçin benim sözümü siz dinlemiyorsunuz?)
Hazret-i Hafsa dahi, üzülüp gitti geri.
Resulullah, babamı sürdü yine ileri.
Aişe validemiz yine şöyle nakleder:
Bir hadis-i şerifte buyurdu ki o Server:
(Nasıl her Peygamberin bir arkadaşı vardır,
Benim de Cennetteki arkadaşım Osman'dır.)
Ve yine Resulullah, Sahabe-i kiramdan,
Bazısıyla bir yerde bulunurken bir zaman,
Anlatırdı yakında doğacak fitneleri.
O sırada, öteden yürüyüp geçti biri.
O şahsı göstererek, buyurdu ki: (Bu, o gün,
Yolunda olacaktır Allah ve Resulü'nün.)
Eshap görmek istedi o şahsı her kim ise.
Baktılar, Osman ibni Affan idi o kimse.
Yine buyurdular ki peşinden bunun hemen:
(Bu şahıs, o fitnede katledilir mazlumen.)
. Ya Aişe, sen de bak!
Yine hazret-i Osman işitmişti ki bir gün:
Hiç yiyecek kalmamış hanesinde Resul'ün.
Selman-ı Farisi’den duydu o bu haberi.
O an mescitte idi Allah'ın Peygamberi.
Ne için daha önce haber vermedin? diye,
Bir sitemde bulundu Selman-ı Farisi’ye.
Koştu sonra anbara, hiç vakit geçirmeden.
Semizce bir koyunu, önüne kattı hemen.
Sırtlayıp hem çuvalla bir miktar bal ve un’u,
Tuttu Resulullah'ın hanesinin yolunu.
Gelip çaldı kapıyı, açıldı kapı hemen.
Hazret-i Aişe’ye söyledi şöyle aynen:
(Ya Aişe, arz edin Allah'ın Habibine.
Pay etmesin bunları diğer zevcelerine.
Zira ben, onlara da gönderdim aynı bundan.
Bir adet koyun ile, bu kadar bal ve un’dan.)
Aişe-i Sıddıka çok teşekkür ederek,
Gelen o un ve et’ten pişirdi ekmek, yemek.
Eve teşrif edince ins ve cin Peygamberi,
Gördü ve çok sevindi ekmek ve yemekleri.
Hemence sual etti hazret-i Aişe'ye:
(Bu un ile et ve bal, nereden geldi?) diye.
Aişe-i Sıddıka arz etti ki o zaman:
(Bunların tamamını getirdi bize Osman.)
Resulullah, buna da begayet sevindiler.
Diğer zevcelere de pay etmek istediler.
Müminlerin annesi, Aişe validemiz,
Dedi: (Ya Resulallah, hiç pay eylemeyiniz.
Zira o, bu hususta dedi ki yine bana:
Pay etmesin bunları diğer hanımlarına.
Zira bu getirdiğim şeylerden aynı miktar,
Onlara da gönderdim, pay etmeyin siz tekrar.)
Allah'ın Sevgilisi, sevindi buna dahi.
Ellerini açarak dedi ki: (Ya ilahi!
Geçmiş veya gelecek, gizli ve açık olsun,
Bütün günahlarını affeyle sen de onun.)
Aişe-i Sıddıka buyurur yine bir gün:
Yalnız oturuyorduk hanesinde Resul’ün.
Habeşler oynuyor ve seyrediyor idi halk.
O Server buyurdu ki: (Ya Aişe, sen de bak!)
Çenemi, o Resul’ün dayayıp omuzuna,
Baktım Habeşilerin bir müddet oyununa.
O sırada hazret-i Ömer geldi aniden.
Halk seyiri bırakıp, dağıldılar hep birden.
Halkın dağılmasına, ben dahi şahid oldum.
Ve bunun hikmetini, Resulullah'a sordum.
Buyurdu: (Ya Aişe, görürüm ki aşikâr,
İns ve cin şeytanları Ömer'den kaçıyorlar.)
. Münafıkların iftirası
Aişe-i Sıddıka hazretleri der ki:
Resulullah, bir harbe gitse idi eğer ki,
Hanımları içinden, kura çekip her sefer,
Kime çıksa, onu da götürürdü beraber.
Müreysa cenginde de, kura bana çıktı hem.
Bu yüzden beni aldı yanına Fahr-i âlem.
Bana bir çadır yapıp, deveye bindirdiler.
Allah'ın yardımıyle, galip geldi müminler.
Ordumuz toparlanıp, dönüyorduk geriye.
Beni de, çadır ile bindirdiler deveye.
Bir müddet yol gidince, mola verdik bir zaman.
Ben, bir ihtiyaç için uzaklaştım oradan.
Biraz sonra, dönünce ayrıldığım o yere,
Baktım, islam askeri devam etmiş sefere.
Beni çadırda sanıp, deveye yükletmişler.
Vaziyetten habersiz, yola devam etmişler.
Düşündüm ki: Farkedip, ararlar beni hemen.
Bu yüzden başka yere ayrılmadım o yerden.
Lakin beni arayan olmadı o arada.
Ben böyle düşünürken, uyumuşum orada.
Safvan adlı bir kişi vardı ki Sahabeden,
Resul’ün emri ile gelirdi hep geriden.
Biri kalır, veyahut düşerse birşey yere,
Alıp ulaştırırdı onları o Server’e.
İşte bu Safvan adlı sahabi, gerilerden,
Gelip beni görünce, hayrete düşmüş birden.
Ve şöyle bağırmış ki o gayr-i ihtiyari:
(Eyvah, biri uyuyup ordudan kalmış geri!)
Ben bu sesle uyanıp, yüzümü örttüm ondan.
O, deveyi çökertip, (Bin!) dedi ta uzaktan.
Sonra gelip, devenin yularını tutarak,
Yürüdü ileriye, hiç geri bakmayarak.
Yürüdük uzun zaman, ben devede, o yaya.
Sonra varıp yetiştik biraz sonra orduya.
Lakin yolda gelirken, bir kısım münafıklar,
Bizi görüp, çok iğrenç iftiralar attılar.
Onların sözlerinden, üzülmüştüm begayet.
Böylece Medine'ye vasıl olduk nihayet.
Ve lakin gelir gelmez, bu üzüntü içinde,
Duydum ki, iftiralar yayılmış halk içinde.
O günlerde bir kadın, bize gelip bir ara,
Dedi: (Senin hakkında yayıldı çok iftira.)
Ve hakkımda söylenen iftira sözlerini,
Söyleyince, o anda titreme aldı beni.
Üzüntü ve kederim ziyade oldu hemen.
Zannettim ki ateş ve duman çıktı tepemden.
Hemen müsadesini alarak o Resul’ün,
Babam Ebu Bekir’in evine geldim o gün
. Resulullah ferahladı
Hazret-i Aişe’den nakledilir ki yine:
Üzerime atılan iftira üzerine,
Derhal müsadesini alarak o Server’in,
Evine geldim hemen, babam Ebu Bekir'in.
Bu dedikoduları hiç hazmedemiyordum.
Anneme anlatınca, bana dedi: (Ey yavrum!
Bir kadın ki, güzeldir ve zevci onu sever,
Böyle olan kadına, söylerler böyle sözler.)
Ancak hiç bir şekilde teselli bulmuyordum.
Bana nasıl iftira atarlar ki? diyordum.
Acep Resulullah da duydu mu bu sözleri?
Babamın da bunlardan oldu mu ki haberi?
Diye düşünür iken, ağladım o arada.
Kur'an okuyor idi babam öbür odada.
Ağladığımı duyup, sordu gelip annemden.
Öğrenince, o dahi ağladı kederinden.
Dedi: (Ey kızcağızım, sabredelim biz yine.
Belki vahiy gönderir Rabbimiz Habibine.)
Ancak hiç bir şekilde olmuyordum teselli.
Zira bu hadiseye üzülmüştüm bir hayli.
Devamlı ağlamaktan, ağrıdı gece başım.
Ta ki sabaha kadar hiç dinmedi gözyaşım.)
O esnada evinde, Allah'ın Peygamberi,
Ömer ibnil Hattab’a anlatıp bu şeyleri,
Buyurdu ki: (Ya Ömer, ne diyorsun buna sen?)
Dedi: (Ya Resulallah, bilirim ki yakinen,
Bunlar, münafıkların uydurduğu yalandır.
Sakın inanmayınız, kâmilen iftiradır.
Zira Cenab-ı Allah, pislik bulaşır diye,
Mübarek bedenine kondurmaz sinek bile.
Seni, bu az pislikten koruyan cenab-ı Hak,
Ehl-i beytini dahi bundan korur muhakkak.)
Dinledi Resulullah onu bu meselede.
Osman ibni Affan’ı çağırdı bu sefer de.
Halk içinde dolaşan iftira sözlerini,
Söyleyip, sual etti onun dahi fikrini.
O da arz eyledi ki: (Muhakkak ki bu sözler,
Yalan ve iftiradır, vermeyin asla değer.
Allah, senin gölgeni düşürmez ki zemine,
Na mübarek bir kişi basmasın üzerine.
Korurken Hak teâlâ az bir şeyden gölgeni,
Daha büyük pislikten korumaz mı zevceni?)
Başka bir sahabi de, dedi: (Ya Resulallah!
Bunlar, münafıkların uydurmasıdır Vallah.
Tamamen iftiradır, itibar etmeyiniz.
Zira biz sahabiler, hep aynı fikirdeyiz.)
Bu sözler, huzur verdi o Server'in kalbine.
Kalkıp, teşrif eyledi Ebu Bekr'in evine.
. Sil gözünün yaşını
Aişe-i Sıddıka diyor ki: (Münafıklar,
O gün, benim hakkımda atınca iftiralar,
Öyle çok üzüldüm ki, beynime sıçradı kan.
Gece gün, gözyaşıyle ağlıyordum durmadan.
Ensardan bir hatun da, benimle ağlıyordu.
Ansızın Resulullah bize teşrif buyurdu.
Hamd ve senadan sonra, kaldırarak başını,
Buyurdu: (Ya Aişe, sil gözünün yaşını.
Bildirir elbet Allah doğruyu bize yine.
Şahid olur O bizzat, senin temizliğine.)
Ben, sesini duyunca Allah'ın Resulü'nün,
Ağlamayı bırakıp, ferahladım büsbütün.
Çünkü Resulullah'ın, kim görseydi yüzünü,
Bir anda unuturdu cümle üzüntüsünü.
Bir cevap vermesini, istedim pederimden.
Dedi: (Ey kızcağızım, ne diyeyim şimdi ben?
Cahiliyye devrinde, biz bir şey bilmiyorduk.
Yine de böyle sözler asla işitmiyorduk.
Şimdi elhamdülillah, temiz oldu kalbimiz.
İslamın nuru ile, düzeldi her halimiz.
Şimdi bu münafıklar, bize böyle söylerler.
Bilmem ki ne diyeyim, ey kızım sen cevap ver.)
Dedim ki: (Haberim yok Vallahi hiç bir şeyden.
Haberdardır Rabbimiz, aşikâr ve gizliden.
Bir insan, (yaptım) derse, yapmadığı bir işi,
İftira etmiş olur kendisine o kişi.
Vallahi söyleyecek başka sözüm yok benim.
Ancak Yusüf Nebinin dediğini söylerim.
Sabretmek güzel şeydir demişti ki o Nebi,
Ben dahi sabrederim Onun yaptığı gibi.)
Yakub diyecek yerde, meğer şaşkınlığımdan,
Ve o üzüntü ile, Yusüf demişim o an.
Sonra dönüp oturdum arkama dayanarak.
Diyordum ki, Rabbimden vahiy gelir muhakkak.
Şunu söyleyeyim ki Allah hakkı için ben,
Henüz kalkmamıştı ki Resulullah yerinden,
Görünmeye başladı vahiy alametleri.
Validemle pederim anladılar bu hali.
Vahiy tamam olunca, kaldırdı örtüsünü.
Ondördüncü (Ay) gibi, parlak gördüm yüzünü.
İnci gibi terleri silerek gül yüzünden,
Buyurdu: (Ya Aişe, müjde var Rabbimizden.
Mazhar oldun şimdi sen, Rabbimizin methine.
Şahittir bizzat Allah, senin temizliğine.)
Babam bunu duyunca, sevinerek begayet,
Dedi: (Kızım, haydi kalk, Resule teşekkür et.)
Ben artık sevincimden ağlıyordum durmadan.
Rabbimin ihsanıyla kurtuldum bu beladan.
. Ay’dan parlak göründü
Aişe-i Sıddıka şöyle rivayet eder:
Bir gece, benim ile otururdu o Server.
Başını, kucağıma koyuverdi bir ara.
Ben (Ay)a bakıyordum, O ise (Yıldızlar)a.
Resul’ün nur cemali, dolunaya nazaran,
Daha parlak ve nurlu göründü bana o an.
Kendimi tutamayıp, bu hale ağlamışım.
Ve damladı yüzüne, iki damla gözyaşım.
Buyurdu: (Ya Aişe, ağlar mısın yoksa sen?
Niçin ağladığını beyan et bana hemen.)
Dedim: (Ya Resulallah, Ay’a baktım ve lakin,
Ay’dan nurlu göründü bana senin cemalin.
Kıyamette, yüzünü görmekten mahrum olan,
Kimseleri düşünüp, ağladım ben bu zaman.)
Allah'ın Sevgilisi buyurdu ki: (Bu, gerçek.
Ve lakin bu hususta, ne var hayret edecek?
Zira Ay ve Güneşin nurunu da evvela,
Bil ki, benim nurumdan yarattı Hak teâlâ.
Gördüğün bu yıldızlar, yer ve gök, bu kainat,
Nurumdan yaratıldı hatta bütün mahlukat.)
Ben sual eyledim ki: (Ya Resul-i mücteba!
Sen neden yıldızlara bakıyordun acaba?)
Buyurdu: (Ya Aişe, biri var ki Eshaptan,
Onun ibadetleri, yükselir göke her an.
Hem de öyle çoktur ki o zatın taatları,
Yıldızlar adedince yükselir sevapları.
Yıldızlara bakarak, bunu düşünüyordum.
Sayılarını ancak Allah bilir diyordum.)
Resulullah o zatı böyle çok methedince,
Ben, babam olduğunu tahmin ettim hemence.
Resul-i kibriyadan sordum ki: (Kimdir bu zat?)
(Ömer’dir) buyurunca, hayret ettim o saat.
Sonra devam ederek, buyurdu ki: (Ömer'in,
Kazandığı sevaplar bu kadar çoktur, lakin,
Bir kıyas edilirse babanın sevabiyle,
Bir deryaya nazaran, değildir damla bile.)
Bir hadis-i şerifte buyurdu Resulullah:
(Kendisinin nurundan yarattı beni Allah.
Ve benim nurumdan da, yarattı Ebu Bekr'i,
Onun dahi nurundan, halk etti Aişe’yi.
Mümin kadınların da hepsini cenab-ı Hak,
Hazret-i Aişe’nin nurundan eyledi halk.
Bunları sevenlerde olur ki hem de bir nur,
Onlar, kabirlerinde karanlıktan kurtulur.
Bu nurdan yaratılmaz bunları sevmeyende.
Onlar, hep karanlıkta kalırlar kabirlerde.)
Hazret-i Aişe’nin hürmetine ilahi!
Onları sevenlerden eyle sen bizi dahi.
. Melekler haya eder
Aişe-i Sıddıka hazretlerine bir gün,
İftira etmişlerdi münafıklar büsbütün.
Üzüldü Resulullah bu sözler sebebiyle.
İstişare eyledi bir kısım Eshabiyle.
Hazret-i Ömer’le de konuşarak Peygamber,
Sordu ki: (Sen bu işe, ne diyorsun ya Ömer?)
Dedi: (Ya Resulallah, bunda bir hata vardır.
İnanmayın, bu sözler büyük bir iftiradır.
Böyle demek, yakışmaz bir müslüman kişiye.
Elbette imanlı ve tertemizdir Aişe.)
Onun bu sözlerine tam muvafık olarak,
Bir âyet-i kerime gönderdi cenab-ı Hak.
Hem de Nur Suresinin onaltıncı âyeti,
Gelip, Resulullah'a bildirdi hakikati.
Ve şöyle buyurdu ki bu âyette Rabbimiz:
(Onu duyduğunuzda şöyle demeliydiniz:
Bu sözler, müslümana yakışmayan laflardır.
Hâşâ, böyle söylemek, büyük bir iftiradır.)
Resul-i müctebaya geldiğinde bu âyet,
Bir iftira olduğu anlaşıldı nihayet.
Resulullah buyurdu: (Ruhları, cenab-ı Hak,
Cesetlerden, bin sene önceden eyledi Halk.
Benim nübüvvetime inanmaları için,
Emretti o ruhlara, sonra Rabbil âlemin.
İki ruh var idi ki bu ruhlar arasından,
En önce bu iki ruh, ettiler bana iman.
Birisi, erkeklerden ruhuydu Ebu Bekr’in.
Öbürü, kadınlardan ruhuydu Aişe’nin.)
. Kötülüğe iyilik
Aişe hazretleri şöyle der ki: (O Server,
Kendisine haksızlık etse de her kim eğer,
Görmedim hiçbirine karşılık verdiğini.
Ve asla eli ile, dövmemiştir birini.)
Bir gün, huzurlarına bir adam getirdiler.
Ve (Bu, sizi öldürmek istiyordu) dediler.
O kimseye bakarak, buyurdu ki: (Ey insan!
Korkma, sana bir ceza vermeyeceğim şu an.)
Aişe validemiz naklediyor ki yine:
Asla sert söylemezdi Resulullah birine.
Kureyş müşriklerinden bir kişinin, bir zaman,
Az alacağı vardı Resul-i kibriyadan.
Ve lakin vadesine var iken henüz üç gün,
Geldi talep etmeye, yanına o Resul’ün.
Birkaç Eshabı ile, bir yerde otururken,
Mübarek yakasına yapışıp çekti birden.
Ve (Ey Abdülmuttalip oğulları, acep siz,
Borcunuzu, vaktinde niçin ödemezsiniz?)
Diyerek, hakarette bulundu kendisine.
Sükutu tercih etti Peygamberimiz yine.
Lakin hazret-i Ömer, buna dayanamadı.
Ağır ve sert şekilde, kâfiri azarladı.
Ve lakin bunu dahi, o Sevgili Peygamber,
Hiç uygun görmeyerek, buyurdu ki: (Ya Ömer!
Öyle yapacağına, deseydin ki bana sen:
Borcunu ödemede, az daha davran erken.
Onu da, şu şekilde edebilirdin ikaz:
Alacak ister iken, insanca davran biraz.
Evet, benim şu kadar borcum var kendisine.
Lakin henüz üç gün var vadenin bitmesine.)
Yine Peygamberimiz vefakâr idi ki pek,
Bu da, her hali gibi bizlere oldu örnek.
Sahabe-i kiramdan Enes bin Malik der ki:
Bir hediye gelseydi o Server'e eğer ki,
Buyururdu ki: (Onu, filan kadına verin.
Zira arkadaşıydı o kadın Hatice'nin.)
Hatice validemiz onu severdi diye,
Ona gönderiyordu gelseydi bir hediye.
Nitekim Aişe-i Sıddıka da, bu babta,
Diyor ki: (Hatice'ye ediyorum çok gıbta.
Çünkü Resul-i ekrem, ondan çok bahsederdi.
Onu çok sevdiğini, zaman zaman söylerdi.
Ve mesela ne zaman kesilseydi bir koyun,
Akrabasına dahi gönderirdi hep onun.
Hatta Resul-i ekrem, bütün yakınlarını,
Çok sever ve sorardı, sık sık hatırlarını.
Hısım akrabasının, razıydı herbirinden.
Ve hiç üstün tutmazdı, birini diğerinden.)
. Oda aydınlandı
Aişe validemiz anlatır ki şöylece:
Kandilimizin yağı kalmamıştı bir gece.
Resulullah, o akşam geldiğinde mescitten,
Işık olmadığını arz ettim Ona hemen.
Buyurdu: (Ya Aişe, bir ışık ister misin,
Ki, ona yağ ve fitil asla icab etmesin?)
Dedim: (Ya Resulallah, isterim, o nerde var?)
O zaman bana bakıp, tebessüm buyurdular.
O anda nur saçıldı dişleri arasından.
Aydınlandı hanemiz o nurun ziyasından.
Öyle ki, o ışıkta bazımız ip eğirdik.
Bazımız da iyneyle oturup dikiş diktik.)
Yine Resulullah'ın o mübarek cemali,
Nurluydu ondördüncü bir dolunay misali.
Hazret-i Aişe’nin evine geldi bir gün.
Bakıp güldü Aişe yüzüne o Resul’ün.
Ne için güldüğünü sual etti o Server.
Aişe validemiz izah etti bu sefer.
Dedi: (Ya Resulallah, bu gün, bir elbiseyi,
Dikerken, düşürmüştüm elimdeki iyneyi.
Çok aradım ise de, bulamamıştım yine.
Sen içeri girince, bulundu şimdi iyne.
Öyle aydınlandı ki nurundan zira evim,
İyneyi, rahatlıkla gördüm ve alıverdim.)
Bunları arz edince Aişe validemiz,
Ağlamaya başladı Peygamber Efendimiz.
Sebebi sorulunca, buyurdu ki o zaman:
(Ya Aişe, mahşeri hatırladım ben şu an.
Şöyle ki, ümmetimden o gün bazı kimseler,
Benim bu cemalimi hiç göremeyecekler.
İşte o ümmetimin halini hatırladım.
Onların durumuna üzülüp de ağladım.)
Yine Peygamberimiz, son hastalık anında,
Hazret-i Fatıma’yı çağırdı huzuruna.
Sinesine çekerek, birşeyler dedi önce.
Ağlamaya başladı o bunu öğrenince.
Az sonra, bir şey daha söyleyince o Server,
Ağlamayı bırakıp, gülüverdi bu sefer.
Aişe validemiz görüp onun halini,
Merak edip, hemence sordu şu sualini:
(Ya Fatıma, şaşırdım, taaccüp eyledim pek.
Olur mu bir arada hem ağlamak, hem gülmek?)
Dedi: (Babam ilk önce, vefat edeceğini,
Söyleyince, üzülüp ağlama tuttu beni.
Sonra da buyurdu ki: Ağlama ya Fatıma!
Ehl-i beytten ilk önce, sen gelirsin yanıma.
Bu müjde haberini duyunca kendisinden,
Bıraktım ağlamayı ve güldüm sevincimden.)
.
05 - ZÜBEYR BİN AVVAM (Rahmetullahi Aleyh
.Uzun boylu bir yiğit
Uhud’da, gönülleri imanla dolu olan,
Bu yolda şehid olmak arzusu ile yanan,
Müminler, yerlerinde hiç duramıyorlardı.
Hücuma geçmek için emir bekliyorlardı.
İyice yaklaşmıştı ordular birbirine.
Ve herkeste heyecan, varmıştı son haddine.
Bir tarafta, Allah'ın dinini yaymak için,
Ve bu yola baş koymuş bir avuç mücahidin.
Öbür yanda, islamı yok etmek arzulayan,
Kâfir güruhu vardı, imandan mahrum olan.
Yok idi müminlerde fazla silah, teçhizat.
Çoğunda bulunmazdı ne bir zırh, ne de bir at.
Üstlerinde bir gömlek, bir kılıç ellerinde.
Ama iman ve ihlas vardı gönüllerinde.
Kâfir ordusu ise, müminlerin dört katı,
Olup, her birisinin vardı zırhı ve atı.
Ama mahrum idiler o imandan malesef.
Bu yüzden savaşlarda, oldular bir bir telef.
Ordular birbirine yaklaşmıştı ki, birden,
Develi biri çıkıp yürüdü müşriklerden.
Vücudu, tamamiyle zırhla örtülüydü hep,
Seslenip, karşısına bir yiğit etti talep.
Dedi ki: (Kendisine güvenen varsa eğer,
Benimle çarpışmaya, karşıma çıksın o er!)
Devenin üzerinde, dönüp dört bir tarafa,
O gün bu talebini tekrar etti üç defa.
O böyle seslenince, müminlerin safından,
Uzun boylu bir yiğit, ileri çıktı o an.
Zübeyr bin Avvam idi bu mübarek sahabi.
Kâfirin üzerine yürüdü aslan gibi.
Kâfir, develi olup, zırhlı idi ayrıca.
Onunsa, kılıç vardı bir elinde yalnızca.
Kâfirin karşısına, gitti yaya olarak.
Onu öldürmeliydi bir yolunu bularak.
Sıçrayıp çıktı hemen devesinin ardına.
Ve sımsıkı sarıldı ardından boğazına.
Çetin bir mücadele başlamıştı o saat.
Seslendi Resulullah: (Onu tut, aşağı at!)
Resul’ün emri ile, deveden attı onu.
Ve üstüne çökerek, kesiverdi boynunu.
Eshap bunu görünce, sevinip hamdettiler.
Ve tekbir sesleriyle gökleri inlettiler.
Yine Tebük harbinde, tam otuzbin mücahid,
Seniyyetülveda’dan yola çıktı o vakit,
Kumandan olarak da ordu başında bizzat,
O gün, bulunuyordu o Server-i kainat.
İslam sancaklarını, Resulullah bu kere
Teslim etti Zübeyr’le, hazret-i Ebu Bekr’e.
. Görülmemiş kahramanlık
Bedir günü, küffarın sancaktarıyken Umeyr,
Esir edildiğinde, çok üzüldü kâfirler.
Ebu Cehil, Kureyş'e vermek için cesaret,
Şiirler söylüyor ve ediyordu çok gayret.
(İşte bu günler için doğurdu beni anam!)
Diyerek, gençler gibi ederdi cenge devam.
Hem Ubeyde bin Sabit kâfiri de o ara,
Durmadan saldırırdı, o gün müslümanlara.
Atının üzerinde, meydanda dönüyordu.
(Ben büyük karınlıyım!) diye öğünüyordu.
Bu, Zübeyr bin Avvam’la karşılaştı bir ara.
Baştan ayağa kadar, bürünmüştü zırhlara.
Gözlerinden başka da görünmezdi bir yeri.
Gördü ani olarak o hazret-i Zübeyr’i.
Fakat kâfir, heybetli, hem de kuvvetliydi pek.
O gün meydan okurdu, at üstünde dönerek.
Aldı hazret-i Zübeyr mızrağını eline.
Nişan alıp sapladı, kâfirin tam gözüne.
Sonra gidip, güçlükle çıkardı mızrağını.
Gönderdi Cehenneme o habisin canını.
O kadar kahramanlık gösterdi ki, sonunda,
Yara almadık yeri kalmadı vücudunda.
Uhud harbinde dahi, hazret-i Talha, Zübeyr,
Allah arslanı Ali ve Mus'ab ibni Umeyr,
Geçilmez birer kale olmuşlardı her biri.
İslamı yüceltmekti yegane gayeleri
Peygamber-i zişan da, çarpışıyordu bizzat.
Hücum üstüne hücum yapıyordu her saat.
Ve hatta Resulullah, safların en önünde,
Düşmanla, tek başına çarpışırdı o günde.
Küffarın tek gayesi vardı ki Uhud günü,
O da, öldürmek idi Allah'ın Resulü'nü.
Onu korumak için, Eshap da o aralık,
Görülmemiş şekilde yaptılar fedakârlık.
Halka teşkil ettiler Resul’ün etrafında.
Karşılık verirlerdi her hücuma anında.
Ona gelen ok, kılıç ve mızraklara, her an,
Bizzat vücutlarıyla oldular birer kalkan.
Ona gelmesin diye en ufacık bir zarar,
Hep Onun etrafında oldular Et’ten duvar.
Çoğu, Onun önünde, ok ve kılıç yiyerek,
Tek tek şehid düştüler, takatları biterek.
Zübeyr bin Avvam idi onlardan birisi de.
Allah için ölmekti onun tek gayesi de.
Uhud günü, öyle çok yaptı ki kahramanlık,
Kalmadı vücudunda bir yer, yara almadık.
Mücahidler, onun bu gayretini görünce,
Her biri, birer arslan kesildiler hemence.
.
06 - HAZRET-İ HAFSA (Rahmetullahi Aleyha)
.Kızını bana ver
O, hazret-i Ömer'in nurlu kerimesidir.
Hem de Resulullah'ın mübarek zevcesidir.
Eshaptan Huneys ile evlenmişti ilk kere.
Bu Huneys, katılmıştı Eshapla çok cenklere.
Nihayet şehid oldu, o Uhud savaşında.
Böylelikle Hafsa da, dul kaldı genç yaşında.
Hazret-i Osman ile hazret-i Ebu Bekr’e,
Teklif etti ise de babası birer kere,
(Düşüneyim) şeklinde vermişlerdi bir cevap.
Üzgündü bu sebepten, biraz Ömer bin Hattab.
O günlerde o Server, teşrif etti bir yere.
Üçü bir aradayken, hem hazret-i Ömer'e,
Sordular ki: (Ya Ömer, acaba ne ki sebep,
Seni ben, bu günlerde üzgün görüyorum hep?)
O da, Resulullah'ın sualine cevaben,
Arz etti bu halini o Server’e mecburen.
Dedi: (Kızım Hafsa'yı, Ebu Bekr ve Osman'a,
Söyledim, almadılar, bu hüzün verir bana.)
Çok sevdiği üçünü, sevindirmek üzere,
Şöyle sual eyledi ona dönüp bu kere:
(Ya Ömer, kerimeni, ben onların yerine,
İster misin vereyim, daha iyi birine?)
Çok hayrete düşürdü bu, hazret-i Ömer'i.
Zira yoktu o zaman, onlardan iyi biri.
Bir hikmet olduğunu anladı bu sözünden.
Dedi: (Ya Resulallah, isterim, verin hemen.)
Allah'ın Sevgilisi buyurdu ki: (Ya Ömer!
Onlar almadı ise, kerimeni bana ver.)
Böylece zevce oldu, Hafsa Resulullah'a.
Üçü, birbirlerine sevgili oldu daha.
Bir gün de, o Server'in elbisesi paçası,
Kıvrık olup, açıktı dizinden aşağısı.
Hafsa’nın hanesinde otururken bu halde,
Sıddık girdi içeri, isteyerek müsade.
O böyle gördüyse de, Allah'ın Habibini,
Resulullah, bozmadı o andaki halini.
Az sonra izin alıp, girdi hazret-i Ömer.
Lakin yine bozmadı o halini Peygamber.
Başka sahabiler de geldiyse de evine,
Resulullah, halini değiştirmedi yine.
Gelince biraz sonra lakin hazret-i Osman,
Eteğini indirip, toparlandı o zaman.
Sordu hazret-i Hafsa Hakkın Sevgilisine:
(Bozmadınız o hali, Osman'dan gayrisine.
Lakin Osman girip de, görünce böyle sizi,
Ne için indirdiniz, hemen eteğinizi?)
Buyurdu ki: (Melekler haya eder Osman'dan,
Ben haya etmez miyim böyle yüksek bir zattan?)
. Gadaba geldi Ömer
Ne zaman ki halife oldu Ömer bin Hattab,
Maaş tayin ettiler bir miktar ona Eshap.
Ama, yine düşerdi maddi sıkıntılara.
Sahabe, çare için toplandılar bir ara.
Dediler: (Arz etsek de bu durumu Ömer'e,
Maaşını, bir miktar arttırsak hale göre.)
Ali bin ebi Talip, bir de Zübeyr bin Avvam,
Söylemeye giderken Halifeye bunu tam,
Gördü hazret-i Osman bu iki sahabiyi.
Dedi: (Bilmez misiniz acaba siz Ömer'i?
Zannetmem ki yanaşsın, işbu teklifinize.
Belki de celallenip, kızacaktır o size.
Ama, kızı Hafsa'ya söyletirseniz eğer,
Onun hatırı için, inşallah kabul eder.)
Onun bu ikazını, onlar da makul görüp,
Hafsa’nın hanesine gittiler yoldan dönüp.
Girip izah ettiler Hafsa’ya önce bunu.
Dediler: (Sakın deme hiç bizden duyduğunu.)
Kızı hazret-i Hafsa, gelerek pederine,
Arz etti çekinerek, bunu kendilerine.
Lakin hazret-i Ömer celallendi çok buna.
Buyurdu ki: (Ey kızım, kim dedi bunu sana?)
Dedi ki: (Babacığım, almadan cevabını,
Söylemeye korkarım o zatların adını.)
Duydu hazret-i Ömer bunu kerimesinden.
Üzülüp, şu suali yöneltti ona hemen:
(Ey kızım, söyle bana adı için Allah'ın,
Kaç tane elbisesi vardı Resulullah'ın?)
Dedi ki: (Babacığım, biliyorum iyice.
İki kat elbisesi mevcut idi sadece.
Onlarla karşılardı yabancı elçileri.
Ve onlarla okurdu, Cumada hutbeleri.
Buyurdu ki: (Ey kızım, doğrusunu söyledin.
En kıymetli yemeği ne idi o Server'in?)
Dedi: (Umumiyetle yerdik arpa ekmeği.
Onu ikram ederdik başkalarına dahi.)
Sordu yine: (Ey kızım, Allah'ın Resulü'nün,
En geniş ve en rahat yaygısı neydi o gün?)
Dedi: (Kaba kumaştan vardı ki bir sergimiz,
Yazın dört kat edince, olurdu minderimiz.
Kışın da, yarısını yayardık altımıza.
Diğer yarısını da, çekerdik sırtımıza.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, onlara git de söyle.
Seni göndermesinler bir daha bana böyle.
Dünyada yaşayışı böyleyken Peygamberin,
Yakışır mı, hayatı başka olsun Ömer'in?
Ey kızım, Peygambere uymazsa baban eğer,
Yarın Onun yüzüne nasıl bakar bu Ömer?)
.
07 - SA'D BİN EBİ VAKKAS (Radıyallahü Anh
.Tek ok’un yaptığı
Peygamber-i zişanın her duası, anında,
Hemen kabul olurdu Hak teâlâ katında.
Mesela akrabası, amcası oğlu olan,
Abdullah bin Abbas’a dua etti bir zaman.
(Ya Rabbi, Abdullah’ı âlim yap dinde derin.
Vakıf eyle sırrına hem Kur'an-ı kerim’in.)
Resul’ün duasıyla Abdullah ibni Abbas,
İslami ilimlerde kazandı tam ihtisas.
Bilhassa tefsir ile hadis ilimlerinde,
Zamanının bir teki oldu kendi devrinde.
Sahabe ve tabiin, bu ilimlerde, bizzat,
Onun yüksek ilmine ederlerdi müracat.
Yine çok nişancıydı Sa'd bin ebi Vakkas.
Ok atma hususunda, şaşmazdı oku biraz.
Zira dua etti ki ona Hakk’ın Habibi:
(Şaşmasın onun oku hedefinden ya Rabbi!)
O, Uhud savaşında, okları her çekişte,
Derdi ki: (Ya ilahi, bu, senin okun işte.
Senin düşmanlarına atıyorum bunları.
Sen isabet ettirip helak et bu küffarı.)
Sa'd bin ebi Vakkas hazretleri, hep o gün,
Düşmana ok atardı emri ile Resul’ün.
Fırlattığı her bir ok, isabet ediyordu.
Zira ona, o Server dua buyuruyordu.
Yine Uhud harbinde, birleşerek kâfirler,
Resulullah'a doğru, birden hücum ettiler.
O Server, Sa'da doğru seslendi bağırarak:
(Ya Sa'd, püskürt geriye onları ok atarak!)
Lakin bir tane oku kalmış idi o zaman.
İşte o bir tek oku çekti ve attı o an.
Resul’ün emri ile onu atmış idi ki,
Ok isabet ederek, devirdi bir müşriki.
Elini, sadağına götürdü sonra yine.
Yok iken, bir ok daha geliverdi eline.
Çünkü Resulullah'ın duası vardı onda.
Oku çekip, yayına yerleştirdi anında.
O oka, dikkatlice baktı Sa'd hazretleri.
Gördü ki, attığı ok dönüp de gelmiş geri.
Fırlattı aynı oku, küffarın üzerine.
Müşriklerden birisi, düşerek öldü yine.
Elini, sadağına götürdü sonra hemen.
Bir ok daha çekti ki, aynı ok’tu gerçekten.
Onu dahi atarak, öldürdü bir kâfiri.
Aynı ok, sadağına tekrardan döndü geri.
Sa'd bin ebi Vakkas, o bir tek ok’la, o gün,
Öldürdü çok kâfiri duasıyla Resul’ün.
Hatta Resulullah'ın mucizesi eseri,
Koca müşrik ordusu, püskürtüldü hep geri
. Günah işlemeyin
Hazret-i Ömer Faruk, İran’ı fetheylemek,
Hususunda istekli ve kararlı idi pek.
Müşavere eyleyip şerefli Eshabiyle,
Topladı askerini hemen bu maksat ile.
Sa’d bin ebi Vakkas hazretlerini dahi,
Başkumandan yaparak, gönderdi gazileri.
Bu yirmibin mücahid, İran’a yaklaştılar.
Kisra’nın ordusuyla sonra karşılaştılar.
Kisra, elçi gönderip Sa’d hazretlerine,
Sordu ki: (Gelmenizin acaba sebebi ne?)
Cevaben buyurdu ki: (Biz, Hakkın askeriyiz.
Sizi, islam dinine davet için gelmişiz.
Ya bunu kabul eder, olursunuz müslüman,
Yahut da harp ederiz, başka şık yoktur şu an.)
Elçi, işbu teklifi iletince Kisra’ya,
Savaşı tercih edip, başladı hazırlığa.
Dedi: (İslam ordusu yirmibin kişi ancak.
Bizse yüzbin kişiyiz, ne var bunda korkacak?)
Nihayet harp başlayıp, devam etti durmadan.
Öyle şiddetlendi ki, oldu etraf toz duman.
Lakin düşman içinde, o gün bir kimse vardı.
Bu kuvvetli bahadır, (Rüstem bin Mihriban)dı.
İri cüsseli olup, savaşırdı pek şedit.
Karşısında gaziler, düşerdi bir bir şehid.
İslam ordusunda da var idi ki bir kişi,
Bir hatası yüzünden, saf dışı edilmişti.
Zira hazret-i Ömer, Sa’d hazretlerine,
Mektup yazmış idi ki: (Dikkat et askerine.
Varsa günah işleyen bir askerin, bir erin,
Onun savaşmasına verme ruhsat ve izin.
Zira bir toplulukta, işlerse biri günah,
Bu sebepten o kavmi, muvaffak etmez Allah.
Düşmandan asla korkma, ya Sa’d bin ebi Vakkas!
Sen, günah işlemekten ve Allah’tan kork esas.
Siz de günah işleyip, isyankâr olursanız,
Kisra’nın ordusundan kalır mı bir farkınız?)
Velhasıl o hapis er, bulunduğu çadırdan,
Muharebe yerini seyrediyordu her an.
O Rüstem kâfirini görüp üzülüyordu.
O yerden, için için ona diş biliyordu.
Birine rica edip, çözdürdü ellerini.
Ve aldı komutanın savaş aletlerini.
Fırlayıp, bindi hemen yine onun atına.
Çıktı nara atarak Rüstem’in karşısına.
Hamle edip, düşürdü onu at üzerinden.
Ayırdı bir vuruşta başını gövdesinden.
Sonra, acele ile çadıra döndü yine.
O zinciri, tekrardan geçirdi ellerine.
.
08 - ÜMMÜ HABİBE (Radıyallahü Anha
.İman kuvveti
Müminlerin annesi, zevcesiydi Resul’ün.
Yetmişüç yaşlarında vefat etti o bir gün.
Önce, Resulullah'ın halası oğlu olan,
Ubeydullah bin Cahş’la evlenmişti bir zaman.
İslamiyet gelince, hem kendisi, hem beyi,
Büyük şeref bildiler Ona iman etmeyi.
Lakin maruz kaldılar Kureyş'in cefasına.
Hicret etti onlar da, bir gün Habeşistan'a.
Ubeydullah, orada aldanıp papazlara,
Dinini terk ederek, mürted oldu bir ara.
Zengin olmak arzu ve hevesiyle o ahmak,
Çıktı islam dininden, hıristiyan olarak.
Zaten Ümmü Habibe, rüyasında o günü,
Gayet çirkin görmüştü kocasının yüzünü.
Rüyanın tabirini düşünürdü ki, o an,
Beyi gelip dedi ki: (Ben oldum hıristiyan.
Senin dahi bu dine istiyorum girmeni.
Çok zengin olacağız, gel haydi, dinle beni.)
Lakin Ümmü Habibe, sert cevap verdi ona.
Dedi: (Vermem dinimi, ben bu dünya uğruna.
Versen de hatta bana, dünyanın tamamını,
Vermem karşılığında, yine de imanımı.)
Dinindeki sebatı görünce onun beyi,
Gadaplanıp, boşadı bu Ümmü Habibe’yi.
Dedi ki: (Öyle ise, sürünmeye devam et.
Bu halinle, ölürsün pek yakında sen elbet.)
O, Ümmü Habibe’nin beklerken ölümünü,
Çok geçmeden, kendisi ölüp gitti bir günü.
İşitti Resulullah bu hali Medine'den.
Müşfik kalbi üzüldü olan bu hadiseden.
Habeş padişahına bir mektup göndererek,
Ona şöyle buyurdu bu işten bahsederek:
(Evlenmek istiyorum Ümmü Habibe ile.
Nikahımı yaparak, gönder onu biriyle.)
Resul’ün arzusunu bildirdi kendisine.
O dahi bu teklifi, nimet bildi nefsine.
Necaşi de sevinip, memnun oldu begayet.
Cümle müslümanları saraya etti davet.
Nikahlarını kıyıp, verdi çok hediyeler.
Mücevher gerdanlıklar, bilezikler, yüzükler.
Girip, Ümmü Habibe Resul’ün nikahına,
Kavuştu imanının o gün mükafatına.
O, Resul’ün nikahı altına girmesiyle,
Müjdelendi Cennetin yüksek derecesiyle.
Zira mümin olarak vefat eden hanımlar,
Cennette, beylerinin yanlarında olurlar.
Bu, öyle müjdedir ki, ölçülemez kıymeti.
Hiç kalır buna göre dünyanın her nimeti.
. Bu döşeğe oturamazsın
Yapılan sözleşmeye uymayan Kureyş'liler,
Çok büyük bir korku ve endişeye düştüler.
Bin defa pişman olup, öyle ettiklerine,
Büyük bir korku düştü, herbirinin kalbine.
Hemen Ebu Süfyan’a dediler ki o vakit:
(Bunu düzeltmek için, derhal Medine'ye git.
Muhammed'le görüşüp, uzat muahedeyi.
Yoksa bu, bizim için olmayacak pek iyi.)
Medine'ye gelince Ebu Süfyan velhasıl,
İlk Ümmü Habibe’nin evine oldu vasıl.
Bu hatun, kızı idi zira Ebu Süfyan'ın.
Ve zevcesi olurdu hem de Resulullah'ın.
Girince Ebu Süfyan, bu hanımın evine,
Oturmak arzu etti bir döşek üzerine.
Lakin Ümmü Habibe, koşup geldi odadan.
Kaldırdı o döşeği babası oturmadan.
Ebu Süfyan üzülüp, dedi: (Ne yapıyorsun?
Benden, bir döşeği mi yoksa esirgiyorsun?)
O dahi babasına eyledi ki şöyle arz:
(Bu döşek üzerine, müşrikler oturamaz.
Zira bu, o Server'in mübarek döşeğidir.
Senin buna oturman, asla layık değildir.)
Daha fazla üzülüp, şöyle dedi kızına:
(Evimden ayrılalı, birşeyler olmuş sana.)
Ona, Ümmü Habibe dedi: (Elhamdülillah!
Bana, islamiyet’i müyesser etti Allah.
Ey babam, senin gibi bir kimse, nasıl olur,
Küfürde inad edip, islamdan uzak durur?)
Ebu Süfyan, kızının sözlerine kızarak,
Geldi Resulullah'a o evden ayrılarak.
Dedi ki: (Ya Muhammed, Hudeybiye sulhünün,
Yenilenmesi için buraya geldim bu gün.
Ve yine senin ile, müşavere yapalım.
Sulhün müddetini de, bir miktar uzatalım.)
Peygamber Efendimiz, önce biraz durdular.
Sonra, Ebu Süfyan'a şunları buyurdular:
(Biz bu muahedeye aykırı davranmayız.
Ve onun üzerinde değişiklik yapmayız.)
Hiç de beklemediği bir cevap işitince,
Ona, bu talebinde ısrar etti bir nice.
Lakin Peygamberimiz, sükut edip durdular.
Ve ona, herhangi bir cevap buyurmadılar.
Israr etti ise de Ebu Süfyan bir nice,
Yine de alamadı müsbet, iyi netice.
Dönüp Kureyş'lilere anlattı bu durumu.
O zaman bir korkuya kapıldı bil'umumu.
.
09 - ABBAS BİN ABDÜLMUTTALİP (Radıyallahü Anh)
.O altınlar ne oldu?
Resulullah, Bedir’den zaferle döndüğünde,
Pay etti esirleri Eshabına o günde.
Esirler hakkında bir vahiy olmadığından,
İstişare eyledi, Eshabiyle o zaman.
Müşavere sonunda, verdi ki şöyle karar:
Fidye karşılığında onları bırakalar.
Sonra, her bir esirin mal varlığına göre,
Verecekleri fidye, tesbit oldu bu kere.
Esirler arasında ve lakin o Resul’ün,
Amcası Abbas dahi bulunuyordu o gün.
Buyurdu ki: (Ya Abbas, kendin ile Ukayl'in,
Fidyesini öde ki, iyidir senin halin.)
Dedi ki: (Ya Muhammed, ben müminim bir kere.
Kureyş, beni zor ile getirdiler Bedir'e.)
Buyurdu: (Allah bilir iman eylediğini.
Doğruysa, Hak teâlâ verir onun ecrini.
Ve lakin görünüşte, aleyhimizdesin sen.
Kurtuluş fidyesini vermelisin bu yüzden.)
Dedi ki: (Ya Muhammed, hiç malım yok ki benim.
İstediğin fidyeyi, ben nereden vereyim?
Evet, sekizyüz dirhem, elimde vardı yalnız.
Ganimet malı diye, onu da siz aldınız.)
Buyurdu ki: (Ya Abbas, bana böyle diyorsun.
Peki, o altınları niçin söylemiyorsun?)
Abbas, hayret içinde dedi: (Hangi altınlar?)
Peygamber Efendimiz buyurdular ki tekrar:
(Hani sen ayrılırken Mekke'den Bedir için,
Hanımın Ümmü Fadl'a onları vermiş idin.
O zaman, yanınızda kimse yoktu odada.
Altınları verirken, dedin ki o arada:
Bu seferde, başıma ne gelecek bilemem.
Bir felaket olur da, geriye dönemezsem,
Şu kadarı senindir, şu kadarı da Fadl'ın.
Bunlar da Ubeydullah, Kusem ve Abdullah'ın.
İşte, ona verdiğin o altınlar ne oldu?)
Diye sual edince, Abbas’ın rengi soldu.
Dedi ki: (Ya Muhammed, yemin ederim ki ben,
O gün, o altınları hanımıma verirken,
Yanımızda hiç kimse yok idi asla o gün.
Sen bunları nereden ve nasıl biliyorsun?)
(Hak teâlâ bildirdi) deyince Resulullah,
Dedi ki: (Öyle ise, hak Peygambersin Vallah.
Şehadet ederim ki, Allah'ın Resulü'sün.)
Ve şehadet getirip, müslüman oldu o gün.
Resulullah, Mekke'de vazife verdi ona,
Göz kulak olacaktı müminlere orada.
Hem de olup biteni hemen öğrenecekti.
Ondan, Resulullah'ı haberdar edecekti.
. Şaşkınlık hasıl oldu
Resulullah, Huneyn’e gidileceği zaman,
Halid ibni Velid’i seçmiş idi kumandan.
O, hareket emrini vererek birliğine,
Hızla sürdü atını, o Huneyn vadisine.
Vadiye girer girmez, mücahidler hep birden,
Müthiş ok yağmuruna tutuldular aniden.
Hiç beklemiyorlardı böyle şey zira onlar.
Ne yapacaklarını bir anda şaşırdılar.
Geri dönmekten başka, yoktu bir çareleri.
Bu sebeple, mecburen döndüler birden geri.
Bu ani dönüşüyle fakat öndekilerin,
Bozuldu düzenleri, arkadan gelenlerin.
Bir şaşkınlık içinde, islam mücahidleri,
Girdikleri vadiden dönüyordu ki geri,
Düşmanlar, yamaçlardan yirmibin kişi kadar,
Sel gibi, o vadiye akmaya başladılar.
Hevazin kabilesi, her attığını vuran,
Okçu bir kabileydi gerçekten de pek yaman.
Ok yağmuru altında kalınca mücahidler,
Çaresizlik içinde, geriye çekildiler.
Lakin Peygamberimiz, bu kargaşa anında,
Tek başına kalmıştı düşmanın karşısında.
Buna rağmen o Server, saldıran bu düşmana,
Hücuma geçti hemen, kendisi tek başına.
Hazret-i Abbas ile Ebu Bekr, bunu görüp,
Ve yüz kadar sahabi, bir anda geri dönüp,
Resul’ün arkasından, süratle yetiştiler.
Kendi vücudlarını Ona siper ettiler.
Tuttu Hazret-i Abbas atının dizginini.
Süfyan bin Haris ise, tutup üzengisini,
O Resul’ün hızını kesmeye uğraştılar.
Onu, düşman içine yalnız bırakmadılar.
Ve Hazret-i Abbas’a, Resulullah o ara,
Buyurdu ki: (Ya Abbas, nida eyle onlara.
Deki: Ey sahabiler ve ey Medineliler!
Ey Biat-ı rıdvan’da Resul’e söz verenler!)
Abbas, iri yapılı ve gayet gür sesliydi.
Sesi, çok uzaklardan rahat işitilirdi.
Şöyle nida etti ki: (Gelin ey sahabiler!
Ey Semüre ağacı altında söz verenler!
Bana doğru geliniz, buraya toplanınız!
Zira Peygamberimiz burada kaldı yalnız!)
Bu ses ile, kendine gelen o sahabiler,
(Biz n’apıyoruz?) deyip, hemen geri geldiler.
Ve derhal etrafında toplandılar Resul’ün.
Tekbir sedalarıyla inledi yer gök o gün.
Müthiş bir mücadele başladı ki o zaman,
Düşman dehşete düştü tekbir sedalarından.
. Ebu Süfyan’ın imanı
Allah'ın Resulü'yle, onikibin müslüman,
Mekke’nin fethi için, oldular yola revan.
Medine’den çıkalı, dört gün olmuş idi tam.
Mekke’nin sınırına yaklaştılar bir akşam.
Orası, Merrüzzehran denilen bir yer idi.
Resul’ün emri ile, orda mola verildi.
Ve vazife verdi ki hazret-i Ömer’e de,
(Her kişi, ayrı ayrı ateş yaksın bu yerde.)
Bir anda, onikibin ateş yanınca birden,
Aydınlığa boğuldu Mekke şehri aniden.
Hiç bir şeyden haberi olmayan Kureyşliler,
Ateşleri görünce, bir telaşa düştüler.
Yanına iki kişi alarak Ebu Süfyan,
Gizli gizli oraya yaklaştılar o zaman.
Ve islam ordusuna doğru ilerledikçe,
Hayret ve dehşetleri artıyordu iyice.
Resulullah, Eshaba buyurdu ki o zaman:
(Bize doğru geliyor şu anda Ebu Süfyan.)
Gidip Hazret-i Abbas, rastladı yolda ona.
Ve Resul-i zişan'ın getirdi huzuruna.
Ebu Süfyan, Abbas’a merakla etti sual.
Dedi: (Anlayamadım, ya Abbas nedir bu hal?)
O da cevap verdi ve dedi: (Ya Eba Süfyan!
Yemin ediyorum ki, haliniz oldu yaman.
Zira Resul-i ekrem geliyor üstünüze.
Vay Kureyş'in haline, vay sizin halinize!)
Az sonra Ebu Süfyan, hem de yanındakiler,
Korku ile Resul’ün huzuruna geldiler.
Resulullah, onları çok iyi karşıladı.
Mekkeliler hakkında onlardan bilgi aldı.
Geç vakitlere kadar konuşup, en nihayet,
Onları, tatlı dille islama etti davet.
Lakin iman etmedi o zaman Ebu Süfyan.
Zira tereddütleri vardı hala o zaman.
Resulullah o sabah, bakıp Ebu Süfyan'a,
Dedi: (Ya Eba Süfyan, yazıklar olsun sana.
Allah'tan başka ilah olmadığını bilmek,
Zamanı, senin için gelmedi hala demek.)
Ebu Süfyan utanıp, arz eyledi ki Ona:
(Anam, babam, herşeyim feda olsun yoluna.
Yumuşak huylulukta, şeref ve meziyette,
Bir tanesin, akraba hakkını gözetmekte.
Bu kadar işkence ve cefadan sonra dahi,
Sen, hala hidayete çağırırsın bizleri.
Ne güzel huylusun ve ne kerem sahibisin.
İnandım ki, Allah'ın sen Hak Peygamberisin.
Evet, Allah’tan gayri ilah yok hakikaten.
Şu putlardan, bir fayda olmadı bize zaten.)
. Ebu Süfyan’ın imanı
Allah'ın Resulü'yle, onikibin müslüman,
Mekke’nin fethi için, oldular yola revan.
Medine’den çıkalı, dört gün olmuş idi tam.
Mekke’nin sınırına yaklaştılar bir akşam.
Orası, Merrüzzehran denilen bir yer idi.
Resul’ün emri ile, orda mola verildi.
Ve vazife verdi ki hazret-i Ömer’e de,
(Her kişi, ayrı ayrı ateş yaksın bu yerde.)
Bir anda, onikibin ateş yanınca birden,
Aydınlığa boğuldu Mekke şehri aniden.
Hiç bir şeyden haberi olmayan Kureyşliler,
Ateşleri görünce, bir telaşa düştüler.
Yanına iki kişi alarak Ebu Süfyan,
Gizli gizli oraya yaklaştılar o zaman.
Ve islam ordusuna doğru ilerledikçe,
Hayret ve dehşetleri artıyordu iyice.
Resulullah, Eshaba buyurdu ki o zaman:
(Bize doğru geliyor şu anda Ebu Süfyan.)
Gidip Hazret-i Abbas, rastladı yolda ona.
Ve Resul-i zişan'ın getirdi huzuruna.
Ebu Süfyan, Abbas’a merakla etti sual.
Dedi: (Anlayamadım, ya Abbas nedir bu hal?)
O da cevap verdi ve dedi: (Ya Eba Süfyan!
Yemin ediyorum ki, haliniz oldu yaman.
Zira Resul-i ekrem geliyor üstünüze.
Vay Kureyş'in haline, vay sizin halinize!)
Az sonra Ebu Süfyan, hem de yanındakiler,
Korku ile Resul’ün huzuruna geldiler.
Resulullah, onları çok iyi karşıladı.
Mekkeliler hakkında onlardan bilgi aldı.
Geç vakitlere kadar konuşup, en nihayet,
Onları, tatlı dille islama etti davet.
Lakin iman etmedi o zaman Ebu Süfyan.
Zira tereddütleri vardı hala o zaman.
Resulullah o sabah, bakıp Ebu Süfyan'a,
Dedi: (Ya Eba Süfyan, yazıklar olsun sana.
Allah'tan başka ilah olmadığını bilmek,
Zamanı, senin için gelmedi hala demek.)
Ebu Süfyan utanıp, arz eyledi ki Ona:
(Anam, babam, herşeyim feda olsun yoluna.
Yumuşak huylulukta, şeref ve meziyette,
Bir tanesin, akraba hakkını gözetmekte.
Bu kadar işkence ve cefadan sonra dahi,
Sen, hala hidayete çağırırsın bizleri.
Ne güzel huylusun ve ne kerem sahibisin.
İnandım ki, Allah'ın sen Hak Peygamberisin.
Evet, Allah’tan gayri ilah yok hakikaten.
Şu putlardan, bir fayda olmadı bize zaten.)
. Ay ile söyleşirdi
Bir gün hazret-i Abbas, Allah'ın Resulü'ne,
Dedi ki: (Bir şey sormak isterim Hazretine.
Kırk günlük idiniz ki, Ay’la sözleşirdiniz.
Siz ona, o da size, acaba ne derdiniz?)
Resulullah buyurdu: (Ey amcam, o gün benim,
Bir şeyle, kuvvetlice bağlanmıştı bir elim.
Ağlayacak idim ki o acı ve ezadan,
Ay, benimle konuşup şöyle dedi o zaman:
Ağlama, gözyaşından bir damlacık toprağa,
Düşerse, yeşil bir ot bitmez olur bir daha.)
O bunu işitince Allah'ın Habibinden,
Elini, bir eline vurarak hayretinden,
Dedi ki: (Siz o zaman, henüz bebek idiniz.
Nasıl bu olanları hatırlayabildiniz?)
Buyurdu ki: (Evet ben, henüz doğmadan önce,
Olan şeyleri dahi bilirim ince ince.
Peygamberler içinde, kırk yaşına gelmeden,
Peygamber olduğunu, önceden yoktu bilen.
Yalnız İsa Peygamber, dünyaya geldiği gün,
Dedi ki: Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm.
Ey amcam, bir de senin kardeşin oğlu vardır.
Henüz doğmadan önce, bunlardan haberdardır.)
Yine İbni Abbas'ın annesini, o Server,
Görerek, kendisine verdi şöyle bir haber:
Buyurdu ki: (Ey hatun, çok yakında senin bir,
Oğlun olacaktır ki, doğunca bana getir.)
Çok geçmeden bir oğlu olmuştu hakikaten.
Alıp, Resulullah'a getirdi onu hemen.
Resulullah, çocuğu aldı ondan severek.
Buyurdu: (Halifeler babasıdır bu bebek.)
Buna vakıf olunca Hazret-i Abbas dahi,
Gitti Resulullah'ın yanına bizatihi.
Dedi: (Ya Resulallah, hiç oğlumuz hakkında,
Halifeler babası dediniz mi yakında?)
Buyurdu ki: (Ya Abbas, söyledim öyle, evet.
Çünkü Halifelerin babasıdır o elbet.
Halifeler, hep onun zürriyetinden gelir.
Mehdi dahi, onlardan gelen bir halifedir.)
Velhasıl Resulullah, nasıl buyurdu ise,
Hakikaten ayniyle vuku buldu hadise.
Abbasi devletinin zira her halifesi,
Abdullah bin Abbas’ın soyundan geldi hepsi.
Yine hazret-i Abbas diyor ki: (Fahr-i cihan,
Bana ve evladıma dua etse ne zaman,
Kapı eşikleriyle duvarlardan, ekseri,
İşitirdik hepimiz (Âmin! Âmin!) sesleri.)
.
10 - HAZRET-İ HASAN (Radıyallahü Anh
.Resulullaha benzerdi
Aliyyül Mürteza’nın ilk ve büyük oğludur.
Ve Resul-i zişanın mübarek torunudur.
Ramazan-ı şerifte tevellüd ettiğinde,
Dedesi, kucağına aldı onu ilk günde.
Kendi terbiyesiyle yetiştirdi, öğretti.
Bu, çok az kimselere nasib olan devletti.
Bir gün hazret-i Hasan, hazret-i Hüseyin’le,
Güreş tutuyorlardı çocukluk günlerinde.
Resulullah Hasan’ı teşvik buyuruyordu.
Fatıma merak edip, Resul'e bunu sordu.
Dedi ki: (Babacığım, Hasan’ı tutarsınız.
Acaba sebep ne ki böyle davranırsınız?
Halbuki Hasan büyük, Hüseyin küçüktür pek.
Daha uygun olmaz mı küçüğe yardım etmek?)
Buyurdu ki: (Ey kızım, doğrudur bu dediğin.
Ve lakin Cebrail'den yardım görür Hüseyin.)
Ebu Hüreyre der ki: (Nerde görsem Hasan’ı,
Gözlerim yaşla dolar, hatırlarım şu anı:
Şöyle ki, o, ufacık bir masumdu, tertemiz.
Kucağına alırdı onu Peygamberimiz.
Bakardım küçük Hasan, minnacık elleriyle,
Oynardı dedesinin nurlu sakallarıyle.
Öyle çok benzerdi ki yüzü Resulullah'a,
Onun gibi benzeyen bir kimse yoktu daha.)
Ebu Bekr-i Sıddık da, bir gün yolda giderken,
Gördü küçük Hasan’ı oturmuş oynar iken.
Omuzlarına alıp, babasına döndü ve,
Dedi: (Bu, senden fazla benziyor o Server'e.)
Yine hazret-i Hasan ve Abdullah bin Zübeyr,
Bir yolculuk anında biraz mola verdiler.
Büyükçe bir hurmalık vardı yakınlarında.
Oturup dinlendiler, ağaçların altında.
Ve lakin hayli kurak, verimsizdi o yerler.
Hurma ağaçlarında meyveden yoktu eser.
İbni Zübeyr, Hasan'a eyledi ki şöyle arz:
(Keşke şu ağaçlarda olsaydı hurma biraz.)
Derhal hazret-i Hasan, dua etti içinden:
(Ya Rabbi, hurma bitir ağaçların birinden.)
O anda yeşillenip, hurma verdi birisi.
Zira kabul olmuştu, onun bu temennisi.
Kureyş’ten bir kimse de, olanları görünce,
(Bu, sihirdir) diyerek, çok hayret bildirince,
Buyurdu ki: (Bu olan, sihir değil, keramet.
Resul’ün torununun duasıdır bu elbet.)
Yirmi kere hac yaptı, hepsinde yürüyerek.
Evlatları vardı hem, sekiz kız, onbeş erkek.
Soyundan gelenlere, (Şerif) denir her zaman.
Bizi, şefaatine kavuştursun Yaradan.
. Cömertlik
İnsanların içinde, cömertlik bakımından,
Fahr-i âlem gibisi gelmedi hiç bir zaman.
Bir şey istendiğinde, katiyen (Yok) demezdi.
O şey var ise verir, yoksa cevap vermezdi.
Hazret-i Hasan ile, hem Hüseyin bir kere,
Abdullah bin Cafer’le çıktılar bir sefere.
Biraz sonra üçü de, yorulup acıktı pek.
Bir şeyler istediler bir kadından yiyecek.
Bir tek koyunu vardı, derhal sağdı sütünü.
Sonra onu keserek, doyurdu her üçünü.
Lakin bu kadıncağız, fakirleşti sonradan.
Geldi maişet için, Medine'ye bir zaman.
Gördü hazret-i Hasan, tanıdı o kadını.
Hatırladı hem onun o fedakârlığını.
Bin koyunla, bin altın vererek kendisine,
Gönderdi sonra onu, hazret-i Hüseyin'e.
Hazret-i Hüseyin de, sordu ona o zaman:
(Ey hanım, neler verdi sana kardeşim Hasan?)
(Bin koyunla, bin altın hibe etti) deyince,
Emreyledi o dahi hizmetçiye hemence.
Bin koyun ve bin altın kadına verip hemen,
Abdullah bin Cafer'e gönderdi bekletmeden.
Sordu o sahabi de onların ihsanını.
Öğrenip, verdi o da kadına aynısını.
Bir gün hazret-i Hasan, evinde ağlıyordu.
Sebebi sorulunca, şöyle cevap buyurdu:
(Nasıl ağlamayayım, yazıklar olsun bize.
Yedi gündür misafir gelmedi hanemize.)
Hazret-i Hüseyin’le, yine hazret-i Hasan,
Henüz abdest almaya başladıkları zaman,
Benizleri sararır, korkudan titrerlerdi.
Onların bu halini gören hemen sezerdi.
Bazısı sorardı ki: (Ey Hasan, ey Hüseyin!
Siz abdeste kalkınca korkarsınız, ne için?)
Derlerdi ki: (Az sonra, namaza duracağız.
Düşünün ki o zaman, kimin huzurundayız.)
Hazret-i Hüseyin de kalkınca namaz için,
Adeta titriyordu üstünde seccadenin.
Derdi ki: (Kul dünyada, büyük hükümdarlardan,
Birine, bir derdini arz edeceği zaman,
Korkarsa, benim dahi Rabbimden istediğim,
Gizli dileklerim var, nasıl titremeyeyim.)
Namaz vakti gelince, hem de hazret-i Hasan,
Titrer ve şöyle derdi Allah’tan korkusundan:
(Allahü teâlânın dağlara arz ettiği,
Lakin dağların bile kabul eylemediği,
Kulluk emanetini tam yapmak üzereyim.
Bilmem ki layıkıyla yapabilecek miyim?)
. O, islamın nurudur
Hazret-i Hüseyin’le, bir gün Hazret-i Hasan,
Ömer ibnil Hattab’a gitmişlerdi bir zaman.
Resul'ün torunları girince içeriye,
Önce selam vererek, oturdular bir yere.
Lakin alamadılar bu selama bir cevap.
Zira meşguliyetten duymadı İbni Hattab.
İşini bitirince, farketti çocukları.
Ve yanına çağırdı hemencecik onları.
Üzülmüştü çocuklar fakat bu hadiseye.
(Size selam vermiştik) dediler Halifeye.
Duyunca çok üzüldü buna Halife dahi.
Buyurdu: (Çok meşguldüm, işitmedim Vallahi.)
Ve kalkıp, yanlarına kendi gitti bu sefer.
Onlar dahi kalkarak, çok saygı gösterdiler.
Halife, çocukların öperek yüzlerini,
Hazine memuruna hemen verdi emrine.
Dedi: (İki elbise al getir hazineden.
Sonra, bu çocuklara onları giydir hemen.)
Bu iş tamam olunca, pek çok özür diledi.
(Bilmedik, kusur ettik, bağışlayınız) dedi.
Yeni elbiseleri giyinip o çocuklar,
Derhal babalarının huzuruna koştular.
Dediler: (Babacığım, halife Ömer bize,
Hazineyi açtırıp, verdi birer elbise.)
Hazret-i Ali dahi, buna çok memnun oldu.
Dedi ki: Resulullah bir gün şöyle buyurdu:
(Ömer, hayatta iken hem nurudur islamın,
Hem de Cennet ehlinin, ışığıdır o yarın.)
Bunu haber vererek Hasan ve Hüseyin’e,
Buyurdu: (Bunu gidip, söyleyin kendisine.)
Çocuklar hemen gidip, verdiler bunu haber.
Duyunca, çok sevindi buna Hazret-i Ömer.
Hatta inanamayıp, sevinç ve sürurundan,
Dedi: (Siz duydunuz mu gerçekten bunu ondan?)
(Evet duyduk) deyince, hamdeyledi Allah’a.
Ve (Kağıt kalem getir!) buyurdu Abdullah’a.
Oğlu kalem ve kağıt getirip edince arz,
Buyurdu ki: (Ey oğlum, üzerine şöyle yaz:
Resul'ün torunları, Hüseyin ile Hasan,
Şöyle söylediler ki, duyup babalarından:
Bir gün şöyle buyurdu o Sevgili Peygamber:
Cennetin ışığı ve islama nurdur Ömer)
Abdullah, bu yazıyı yazarak verdi ona.
Halife çok sevinip, buyurdu ki oğluna:
(Ey oğlum, bu yazıyı iyi muhafaza et.
Ve ne zaman dünyadan göç edersem ben şayet,
Bunu al, kefenimin arasına iliştir.
Zor durumda kalırsam, imdadıma yetişir.)
. Beni ona kavuştur!
Ali bin ebi Talip henüz vefat etmeden,
Hasan ve Hüseyin’e vasiyet etti hemen.
Vakta ki göç eyledi ahiret âlemine,
Vasiyeti, ayniyle getirildi yerine.
Oğulları geriye dönerken kabristandan,
Bir fakir gördüler ki, ediyor ah-ü figan.
Şaşırdılar fakirin bu acıklı haline.
Niçin ağladığını sordular kendisine.
Dedi ki: (Ey azizler, garibim, üzüntüm çok.
Lakin bu üzüntümü paylaşacak kimse yok.)
Dediler ki: (Ey kişi, bu zamana kadarki,
Üzüntünü, kiminle paylaşıyordun peki?)
Dedi ki: (Bir senedir, bir kimse geliyordu.
Bütün ihtiyacımı, o ifa ediyordu.
Ve lakin iki gündür gelmedi bana o zat.
Üzüntüm işte budur, kimseler bilmez fakat.)
Dediler: (O dediğin kimsenin ismi neydi?)
Dedi ki: (Bilmiyorum, ben sordum, söylemedi.
Derdi: Ben, Allah için yaparım sana yardım.
Mükafatını ise, verir bana Allahım.)
Fakire sordular ki yine Hasan Hüseyin:
(Şemaili nasıldı dediğin o kimsenin?)
Dedi ki: (Ben a’mayım, bu yüzden bilmem onu.
Bilirim fakat onun çok yüksek olduğunu.
Zira o, devam üzre Rabbini anıyordu.
Zikrine, melekler de iştirak ediyordu.
Bunu ben, hislerimle anlıyordum aşikâr.
Ona tazim ederdi, bu kapı ve duvarlar.
Çok zaman benim ile beraber durduğuna,
Memnun olduğunu da söylerdi hatta bana.
Derdi ki: Fakir olan, fakirlerle oturur.
Garip de gariplerle oturup rahat olur.)
O böyle başlayınca, bunları anlatmaya,
Hasan ile Hüseyin başladı ağlamaya.
Ve (Senin bahsettiğin ahlak ve alametler,
Aliyyül mürteza’da aynen vardır) dediler.
Fakir heyecanlanıp, dedi ki: (Öyle ise,
Onu tanıyorsunuz, ne oldu o kimseye?)
Vefat eylediğini söyledikleri zaman,
O fakir, ağlayarak eyledi ah-ü figan.
Dedi: (Resulullahın yüksek hatırı için,
Beni, kabri başına götürün o kişinin.)
Onlar, çok acıyarak o fakirin haline,
Alıp, babalarının götürdüler kabrine.
Fakir, mezar başında dedi ki: (Ya ilahi!
Bu kabir sahibine kavuştur beni dahi.)
Kabul etti Rabbimiz onun bu arzusunu.
Onun kabri başında, teslim etti ruhunu.
.
11 - HAZRET-İ HÜSEYİN (Radıyallahü Anh
.Yüzü çok nurlu idi
Her sabah namazını kıldırınca o Server,
Yüzünü, Eshabına döndürürdü her sefer.
Eshap Onu görünce, nurlanırdı kalpleri.
Hemen unuturlardı, üzüntü ve dertleri.
Yine sabah namazı kılınmıştı ki bir gün,
Dönmesini bekledi, Sahabe o Resul’ün.
Ve lakin Resulullah, Eshabına dönmeden,
Hazret-i Ali ile, çıktı bir şey demeden.
Önce anlamadılar niçin gittiklerini.
Bir miktar beklediler dönüp gelmelerini.
Resulullah, hazret-i Ali ile beraber,
Hazret-i Fatıma’nın hanesine gittiler.
Buyurdu ki: (Ya Ali, ben gireyim içeri.
Sen kapıda bekle de, girmesin başka biri.)
Zira yeni doğmuştu torunları Hüseyin.
Melekler, gurup gurup gelirdi tebrik için.
Allah'ın Sevgilisi geriye dönmeyince,
Mescitteki Eshabı, merak sardı iyice.
Hazret-i Ebu Bekir, sonra Ömer ve Osman,
Geldiler aynı eve, cümle Eshap birazdan.
Resul’den izin alıp, hep içeri girdiler.
Ve hazret-i Ali’yi tek tek tebrik ettiler.
Teşekkür ediyordu Eshaba o da hemen.
Çok sevinçli olduğu, belli idi yüzünden.
İkinci torunları dünyaya gelmiş idi.
Bu yüzden o Server de begayet sevinçliydi.
Ve o gün, Hüseyin’i alarak kucağına,
Ezan ve ikameti okudu kulağına.
Sonra da seslendi ki: (Ey Hüseyin, bil ki sen,
Cennet çocuklarının seyyidisin şimdiden.)
O Server çok severdi hazret-i Hüseyin’i,
Söylerdi ara ara onu çok sevdiğini.
Oturttu bir gün onu, sağ dizi üzerine.
Oğlu İbrahim’i de, aldı sol dizlerine.
O anda geldi Cibril, dedi: (Ya Resulallah!
Bunlardan birisini alacak senden Allah.
Lakin sana bıraktı bu işin seçimini.
Senin arzuna göre, alacak birisini.)
Buyurdu ki: (Hüseyin vefat ederse eğer,
Ali ve Fatıma da, buna çok üzülürler.
Ama oğlum İbrahim vefat ederse şayet,
Onlardan daha fazla, ben yanarım nihayet.)
Allah'ın Sevgilisi böyle istediğinden,
Üç gün sonra İbrahim vefat etti aniden.
Hazret-i Hüseyin’in, çok nur vardı yüzünde.
Etraf aydınlanırdı, gece yürüdüğünde.
Yaya, yirmibeş defa hac yaptı Medine'den.
Her kişi binse dahi, o binmezdi katiyen.
. Örnek hareket
Hazret-i Hasan ile Hüseyin, bir gün yine,
Emr-i maruf yaptılar yaşlıca bir mümine.
Şöyle ki, bir müslüman, elli altmış yaşında,
Bir gün abdest alırdı, bir çeşmenin başında.
Hasan ile Hüseyin, onu görüp durdular.
Ve abdest alışını seyire koyuldular.
Gördüler ki, abdesti adab ve erkaniyle,
Almıyordu, bu yüzden üzüldüler haliyle.
Beklediler, o kişi bitirdi abdestini.
Ona, şöyle verdiler abbdest alma dersini:
Önce selam vererek, yanına yaklaştılar.
Dediler ki: (Bey amca, sizden bir ricamız var.
Hangimiz doğru abdest alıyoruz? diye biz,
Aramızda az önce, bahse girdik ikimiz.
Ve lakin bir hakeme ihtiyaç oldu elbet.
Siz yaşlı, tecrübeli bir kişisiniz gayet.
Birer abdest alalım ikimiz ayrı ayrı.
Hangisi daha doğru, siz verin bu kararı.
Bakalım ki, bu bahsi hangimiz kazanacak?
Sizin hakemliğiniz, buna ölçü olacak.)
Sonra da, şartlarına eyleyip tam riayet,
Aldılar ikisi de mükemmel birer abdest.
Dikkat etti ihtiyar onların abdestine.
Vakıf oldu böylece işin hakikatine.
Dedi: (İkinizin de, çok doğru abdestiniz.
Nasıl abdest alınır, bana da öğrettiniz.
Ben, bu yaşıma kadar, almışım noksan abdest.
Bütün edeblerine etmemişim riayet.
Şimdi, sizden öğrendim doğrusunu bu işin.
Çok teşekkür ederim sizlere bunun için.)
Çocukların bu üstün edep ve akılları,
Şaşırttı, hayran etti onlara ihtiyarı.
Hem hazret-i Hüseyin, abdeste kalktığında,
Titremeye başlardı her azası anında.
Yani benzi sararır ve titrerdi korkudan.
Bu halin sebebini, birisi sordu ondan.
O dahi buyurdu ki cevaben o sorana:
(Bilir misin ki, kimin çıkarım huzuruna?
Allah'ın huzuruna çıkacağım birazdan.
Benzimin sararması ve korkum işte bundan.)
Yine bu göz nurumuz, namaza kalktığında,
Titrerdi seccadenin üstünde durduğunda.
Namaz vakti gelince, hazret-i Ali dahi,
Allah korkusu ile titrer ve der idi ki:
(Rabbimiz, bu kulluğu, dağlara arz etmiştir.
Onlar, bunu almaktan imtina eylemiştir.
Bu ağır emaneti, yüklendi sonra insan.
Bunu hakkıyla yapmak, olur mu kolay, asan?)
.
12 - BİLAL-İ HABEŞİ (Radıyallahü Anh
.Allah birdir diyordu
Resulullah, dinini aşikâre olarak,
Tebliğe başlayınca, kâfirler toplanarak,
Buna mani olmaya sa'y-ü gayret ettiler.
Olmayınca, eziyet etmeye kastettiler.
Fazla yapamazlardı Resul’e eza, cefa.
Lakin kimsesizlere yaparlardı çok defa.
Biri de Bilal idi bu zayıf müminlerin.
Kölesiydi Ümeyye adında bir kâfirin.
Oniki kölesinden, bunun tavrı ve hali,
Hoşuna gittiğinden, çok severdi Bilal’i.
Puthaneye nöbetçi yapmıştı onu hem de.
Lakin iman etmişti Bilal de o günlerde.
Orada, gizli gizli ibadet ediyordu.
Putları da yatırıp, secde ettiriyordu.
Ümeyye bunu duyup, çıkıştı ki Bilal'e:
(Sen de mi iman ettin, çok şaşırdım bu hale.)
Ümeyye kâfirine dedi ki o da hemen:
(Evet, gerçek mabuda ibadet ederim ben.)
Bilal’in cevabından, gadaplandı Ümeyye.
Başladı insafsızca eza, cefa etmeye.
Tam öğle sıcağında, onu, çıplak olarak,
Kumların üzerine sırt üstü yatırarak,
Derdi ki: (Muhammed'in Allah'ını inkâr et!
Bizim putlarımıza, yap sadece ibadet.)
Bilal, bu cefaları çekerdi de ruz-ü şeb,
Yine de, (Birdir Allah! birdir Allah!) derdi hep.
Bazan da soyundurur, diken üstünde onu,
Sürütüp, parça parça ederdi vücudunu.
Buna dahi sabredip, dönmez idi dininden,
(Allah birdir!) sözünü, düşürmezdi dilinden.
Ümeyye kâfiriyse, görüp bir gün bu hali,
Yatırdı kızgın kuma, hiddet ile Bilal’i.
Çıkıp dizleriyle de, bastırdı sinesine.
Öyle ki, halel geldi bir müddet nefesine.
Kıpırdamaya bile kalmayınca mecali,
Bırakıp gitti artık öldü diye Bilal’i.
Kendisine gelince, etti ki hemen sual:
(Şimdi Lat ve Uzza'ya inandın mı ey Bilal?)
Son derece halsizdi, çıkmıyordu nefesi.
Ve hatta bitkinlikten, çıkmıyordu hiç sesi.
Parmağını kaldırıp, işaret eyleyerek,
Söyledi imanını (Allah birdir!) diyerek.
Hazret-i Bilal der ki: (Ümeyye, çok defalar,
Gece, beni bağlayıp, ederdi çok cefalar.
Yine sıcak bir günde, gelip beni alarak,
Yatırdı kızgın kuma, hem de çıplak olarak.
Göğsümün üzerine taş koydu ağırından.
O anda bayılmışım taşın ağırlığından.)
. Sende vicdan yok mudur?
Kendime geldiğimde, baktım ki güneş batmış.
Üstümdeki kayayı, kaldırıp biri atmış.
Dedim ki: Ya ilahi, çok şükür bu halime.
Zira halel gelmedi imanıma, dinime.
Yine bir gün o zalim, elbisemi çıkarıp,
Kalın deve ipini, boynuma sıkı sarıp,
Mekke çocuklarına verdi ipin ucunu.
Yerlerde sürükletti, günlerce vücudumu.
Öyle ki, paramparça oldu bütün bedenim.
O gün Allah'tan başka, yoktu yardım edenim.)
Bir gün Resul-i ekrem, oradan geçiyordu.
Bilal, taşın altında (Allah birdir!) diyordu.
Buyurdu ki: (Ya Bilal, seni bu Allah demen,
Kurtarır bu insafsız kâfirlerin elinden.)
Oradan hanesine gelince, biraz sonra,
Hazret-i Ebu Bekir, gelip girdi huzura.
Ona dahi anlatıp o günkü gördüğünü,
Bildirdi Bilal için pek çok üzüldüğünü.
Hazret-i Ebu Bekir, gitti hemen Bilal’e.
Görünce, kendisi de çok üzüldü bu hale.
Baktı ki, kızgın kumun içine yatırmışlar.
Üstüne de, büyükçe bir kayayı koymuşlar.
Çok üzülüp dedi ki o zalim Ümeyye'ye:
(Niçin azab edersin bu zavallı köleye?
La ilahe illallah derse eğer bir insan,
Cezaya mı layıktır, yok mudur sende vicdan?
Zavallının üstünden kaldır at şu kayayı.
Sat bana, vereceğim istediğin parayı.)
Dedi: (Dünya dolusu versen de çok paralar,
Yine satmam Bilal'i, vermişim kati karar.
Lakin onu, bir şartla sana verebilirim.
Yardımcın Amir ile değiştirebilirim.)
(Kabul!) deyip, değişti Amir'i Bilal ile.
Kurtardı bu cefadan Bilal'i böylelikle.
Buna, çok sevinmişti o Ümeyye kâfiri.
Dedi ki: (İyi oldu, aldattık Ebu Bekr'i.)
Hazret-i Ebu Bekr de memnundu vaziyetten.
Zira kurtarmış idi Bilal'i eziyetten.
Onun kurtulmasını, Resul de çok isterdi.
Resul'ü sevindirmek, dünyalara değerdi.
Ve hemen Bilal ile, el ele tutuşarak,
Geldi Resulullah'a hem sevinçten uçarak.
Dedi: (Ya Resulallah, Bilal'i, Ümeyye’den,
Amir ile değişip, satın aldım bu gün ben.
İşte ya Resulallah, müjde vereyim size,
Azad ettim Bilal'i sizin şerefinize.)
Resulullah çok fazla sevindi bu habere.
Ve çok dua eyledi, hazret-i Ebu Bekr'e
. İlk ezan
Müminleri cami'e, namaza davet için,
Belirli bir usul ve işaret yoktu ilkin.
(Essalatü Cami'a!) yalnız deniliyordu.
Bunu duyan müminler, namaza geliyordu.
Peygamber Efendimiz, Eshabıyla bu kere,
Bu hususu görüşüp, eyledi istişare.
Kimisi (Çan çalalım) dedi ise de, fakat,
Kabul buyurmadılar bunu Fahr-i kainat.
Buyurdu: (Hıristiyan adetidir bu yalnız.
Hiç münasip değildir onlar gibi yapmamız.)
Kimi (Boru çalalım) diye teklif ettiler.
Buyurdu ki: (Onu da, çalıyor yahudiler.)
Kimi (Ateş yakma)yı Resul'e teklif etti.
Buyurdu ki: (Ateş de, mecusiler adeti.)
Bir kaçına, rüyada öğretildi bu ezan.
Arz ettiler, beğenip kabul etti o zaman.
Bilal-i Habeşi’yi çağırıp huzuruna,
Ezan okumasını, vazife verdi ona.
Var idi ki çok gür ve pek tesirli bir sesi,
Ezana başlayınca, ağlatırdı herkesi.
Resulullah mescitte, eşine rastlanmayan,
Sohbet buyururlardı Eshaba çoğu zaman.
Rabbinin bahşettiği feyz-ü bereketleri,
Eshabının kalbine akıtırdı ekseri.
Bu sohbet şerefine nail olunca onlar,
Yüksek derecelere, bir anda kavuştular.
Sohbet bereketiyle, cümle Eshab-ı güzin,
Canlarını verdiler, Resul-i zişan için.
Öyle çok sevdiler ki hem de birbirlerini,
Canından fazla sevdi birisi diğerini.
Öyle olmuşlardı ki onlar bu muhabbette,
Methetti Hak teâlâ onları çok âyette.
Resul’ün huzurunda, dikkat ederlerdi hep.
Hiç hareket etmeden, dururlardı pür edep.
Kuşlar, ağaç zannedip, konardı üstlerine.
Onlarda kımıldama olmazdı asla yine.
Peygamberlerden sonra, böylece hepsi onlar,
Mahlukatın efdali, en üstünü oldular.
Hepsinin derecesi, oldu yüksek ve a’la.
Meth-ü sena eyledi onları Hak teâlâ.
Mealen buyurdu ki: (İlk iman edenlerden,
Muhacir ve Ensar'ın önce gelenlerinden,
Ve bu yoldakilerden razıdır cenab-ı Hak.
Onlar dahi Allah'tan razıdırlar muhakkak.
Cennetler hazırladı Allah bu kimselere.
Yarın huzur içinde, girerler bu yerlere.
Bu Cennetler altından, nehirler akmaktadır.
Bunlar, o Cennetlerde sonsuz kalacaklardır.)
. Son ezan
Ne zaman ki o Server, Mekke’den etti hicret.
Yayıldı ondan sonra gün be gün islamiyet.
Mescid-i Nebi'nin de, tamamlandı inşası.
Resulullah, burada kılar oldu namazı.
Ve islam tarihinde, ilk ezanı okuyan,
Bilal-i Habeşi’dir Sahabe-i kiramdan.
Çok gür ve pek tesirli var idi ki bir sesi,
Ezana başlayınca, ağlatırdı herkesi.
Artık Resulullah'ın müezziniydi Bilal.
Sesini işitenler, alırdı başka bir hal.
Resulullah, onu hiç ayırmazdı yanından.
Özel hizmetini de yapardı çoğu zaman.
O zamanki cenklerin, bulundu her birinde.
Resul’ün yanındaydı yine Mekke fethinde.
O gün dahi Kâbe’de okudu ki bir ezan,
Sevinç gözyaşlarıyle ağladı her müslüman.
Lakin Resul göçünce, ahiret âlemine,
Takat getiremedi bu ayrılık derdine.
O günden itibaren, okumadı hiç ezan.
Zira onun kalbini, yakıyordu bu hicran.
Dar geldi dünya ona bu hasret ateşiyle.
Gece ve gündüzleri ağlardı gözyaşiyle.
Medine'de yaşamak, zor geldi ona gayet.
Sıddık’tan izin alıp, Şam'a gitti nihayet.
O, bu üzüntü ile geçirirken günleri,
Gördü bir gün rüyada, hazret-i Peygamberi.
Resul onu görünce, buyurdular ki derhal:
(Beni ziyaret için gelmez misin ey Bilal?)
Uyanıp, Medine'ye yola çıktı o günü.
Ravda-i mübareke sürdü yüz ve gözünü.
Hasret ve muhabbetle eyleyerek ziyaret,
Sevinç gözyaşlarıyla ağladı uzun müddet.
Resul’ün torunları Hasan ve Hüseyin de,
Gördüler kendisini o gün Ravda önünde.
Boynuna sarılarak, ağladılar bir zaman.
Dediler: (Okur musun Medine'de bir ezan!)
O gün ısrar edince Bilal’e onlar bunu,
Kıramadı Resul’ün bu iki torununu.
Bir sabah ezanını okuduğu zamanda,
Yayıldı dalga dalga, sedası semalarda.
Kadın erkek, yaşlı genç, bu sesin tesiriyle,
Sokağa fırladılar Resul’ün sevgisiyle.
Sanki Resul-i ekrem dünyaya dönmüş gibi,
Sevinip ağlaştılar, o sabah her sahabi.
Lakin Resulullah'ın ismini söyleyince,
Teessürden, kaybetti kendisini hemence.
Zor bitirdi ezanı, pek çok ağladığından.
Bu, onun okuduğu olmuştu en son ezan.
. Ne için oynuyorsun?
Ahmet Mekki Efendi buyurdu ki: (Aman ha!
Sakın gaflet edip de, girmeyin bir günaha.
Her işi, dine uygun yapın ki siz muhakkak,
Zira hesap soracak her işten cenab-ı Hak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Âlimleri eğer biz,
Tanımamış olsaydık, ne olurdu halimiz?
Onların kitabını okumak suretiyle,
İslamın ahkamını, öğrendik bilvesile.
Ayırdık bu sayede hakkı, bâtıl olandan.
Dünyada büyük nimet, var mıdır daha bundan?
Küfürden kurtardılar bizleri o kitaplar.
Yoksa sonsuz azaba olacaktık giriftar.
Âlimler buyurdu ki: Eğer mümin kimseler,
Cennette verilecek nimetleri bilseler,
Yani amellerine karşılık, Rabbimizin,
Vereceği nimeti, etseler biraz tahmin,
O an, kendilerini unuturlar neşeden.
Sokakta oynarlardı, hiç bir şey düşünmeden.
Nitekim Sahabeden, Bilal-i Habeşi de,
Oynamaya başladı, bir gün mescit içinde.
Hazret-i Ömer görüp, buyurdu ki: (Ya Bilal!
Hiç mescidin içinde oynanır mı, ne bu hal?)
O ise oynamaya yine devam ederek,
Ve Resul-i zişanı işaret eyleyerek,
Buyurdu ki: (Mescidin sahibi oradadır.
Bana mani olmaya, sırf Onun hakkı vardır.)
Hazret-i Ömer Faruk şaşırdı buna daha.
Hemen gidip arz etti bunu Resulullah'a.
Çağırdı Resulullah Bilal-i Habeşi’yi.
Ve sual eyleyince kendisinden bu şeyi,
Dedi: (Ya Resulallah, neşeden oynuyorum.
Rabbime, bir şey için teşekkür ediyorum.)
Çünkü Allah, herşeyi sana ihsan eyledi.
Velakin bir şey var ki, onu sana vermedi.)
(O nedir?) buyurunca, dedi ki: (Hidayettir.
İnsanların kalbine, iman nuru vermektir.
Bu, elinde olsaydı, ederdi herkes iman.
Hep müslüman olurdu bilcümle Arabistan.
Hem önce, akrabanı getirirdin imana.
Onlardan, sıra bile gelmezdi belki bana.
Senin akrabaların seni inkâr ederken,
Ben sana iman ettim, bir Habeşli köleyken.
Senin vasıtan ile inandım, seni sevdim.
Bu Habeşli Bilal’e bahşetti bunu Rabbim.
Bu, Onun ihsanıdır, şükür elhamdülillah.
Bu yüzden oynuyorum işte ya Resulallah.)
.
13 - ASIM BİN SABİT (Radıyallahü Anh
.Kâfirlerin ihaneti
Sahabe-i kiramın meşhur okçularından,
Olan Asım bin Sabit, Uhud harbinde, bir an,
İki ok fırlatmıştı, iki müşrik kardeşe.
İkisi de düşerek, ölmüş idi peş peşe.
Bunların anneleri Sülafe binti Sa'd,
Bu sebeple Asım’a düşman oldu o saat.
Bunun intikamıyla, yanardı için için.
Ve hemen bir vaatte bulundu bunun için.
Dedi: (Onun başını kim getirirse bana,
Yüz deve vereceğim karşılığında ona.)
Güç yetiremeyince müslümanlara mertce,
Birtakım hiylelere başvurdular namertce.
Hemen aralarından, birkaçı toplanarak,
Medine'ye gittiler, güya elçi olarak.
Resul’ün huzuruna çıkıp böyle haince,
Dediler ki: (Müslüman olduk biz kabilece.
Lakin islamiyet’i iyi bilemiyoruz.
Bu yeni dinimizi, öğrenmek istiyoruz.
Lazım olan şeyleri öğretmek için bize,
Bir gurup muallimler gönder kabilemize.)
O an Resulullah da, Mekke'deki Kureyş’in,
Halini tetkik edip araştırması için,
Vazife vermiş idi, on kadar sahabiye.
Küffar, harp hazırlığı içindeler mi? diye.
Lihyanoğullarının gelince bu heyeti,
Gönderdi onlar ile, bu hazır kafileyi.
Buyurdu ki: (O yere gidip tetkik ediniz.
Bu haber doğru ise, gelip haber veriniz.)
Onlar, bu heyet ile yollara koyuldular.
Bir sabah, Reci denen, su yanında oldular.
Gündüzleri gizlenip, gece yol alırlardı.
Zira hep oralarda düşman kavimler vardı.
Yine gizlenmek için oradan ayrıldılar.
Yakındaki bir dağın üzerine vardılar.
O elçi heyetinden bir tanesi, tam o an,
Gitti bir bahaneyle ayrılıp yanlarından.
Lihyanoğullarına gidip hemen o ara,
Gizlendikleri yeri, haber verdi onlara.
Onlar da bekliyordu zaten böyle bir haber.
Silahlanıp, o yere gittiler hep beraber.
Kâfirler, tam ikiyüz kişilik bir kuvvetle,
Kuşattılar o dağı, hiyle ve ihanetle.
Asım bin Sabit ile birlikte o on Eshap,
Aldatıldıklarını anladılar derakap.
Onlarla çarpışmaya, verdiler hemen karar.
Kılıçları çıkarıp, kınlarını kırdılar.
Sayıları on olan bu seçkin sahabiler,
Arslan kesiliverdi, o anda hepsi birer.
. Duası kabul oldu
Resul’ün huzuruna gelen elçi heyeti,
Dediler ki: (Biz artık seçtik islamiyet’i.
Ve lakin islamiyet, nedir, hiç bilmiyoruz.
Bize muallim gönder, çok rica ediyoruz.)
Eshaptan on kişiyi ayırarak o Server,
Gönderdi bu iş için, o heyetle beraber.
Eshap, halis niyetle giderlerken, nihayet,
Kâfirler pusu kurup, eylediler ihanet.
Onlar Reci’ suyunun yanındaki bir dağda,
Gizlenmek gayesiyle bulundukları anda,
Aniden üçyüz kâfir peyda olup o zaman,
O dağın etrafını sardılar dört bir yandan.
Önce seslendiler ki: (Gelip teslim olunuz!
Aksi halde bilin ki, ölüm olur sonunuz.)
Asım bin Sabit ise, hiç de aldırmayarak,
Önce bir ok fırlattı, buna cevap olarak.
Yedi oku var idi, atıp peşi peşine,
Gönderdi yedisini Cehennem ateşine.
Peşinden, mızrağını havaya kaldırarak,
Öldürdü bir çoğunu, şiddetle fırlatarak.
Sonra da, kılıcını çekip kırdı kınını.
Saldırıp, kâfirlerden öldürdü bir kısmını.
Uğraşırdı küffar da, onu öldürmek için.
Zira yüz deve vardı akabinde bu işin.
Çünkü onun başını getirecek kimseye,
Yüz deve vadetmişti müşriklerden bir kimse.
Hazret-i Asım ise, dua etti ki hemen:
(Ya Rabbi, vücudumu hıfz et bu kâfirlerden.
Ben, senin rızan için sahip çıktım dinime.
Sen dahi dokundurma, onları bedenime.)
İhanete uğrayan bu on mesut sahabi,
Kılıçları sıyırıp, dövüştü arslan gibi.
Sonunda yedisine nasib oldu şehadet.
Asım bin Sabit dahi şehid oldu nihayet.
Kâfirler, öldüğünü görünce bu kişinin,
Koşuştular yanına, başını kesmek için.
Lakin bir şey oldu ki gözlerinin önünde,
Hiç biri, böyle birşey görmemişti ömründe.
Gönderdi Hak teâlâ bir arı sürüsünü.
Bulut gibi örttüler, cesedinin üstünü.
Arılardan, yanına hiç yanaşamadılar.
Bu sebeple başını kesip alamadılar.
Sonunda dediler ki: (Akşamı bekleyelim.
Arılar dağılsın da, öyle gelip keselim.)
Lakin akşam olunca, sel gelip birden bire,
Mübarek bedenini, götürdü başka yere.
Çok aradılarsa da o dağın her yerini,
Asla bulamadılar mübarek bedenini
.
16 - AMİR BİN FÜHEYRE (Radıyallahü Anh
.Küffar pusu kurmuştu
Küffardan Ebu Bera adında bir münafık,
Hazret-i Peygambere gelerek bir aralık,
Dedi: (Kabilemizden, çoğu oldu müslüman.
Lakin islamiyet’i bilmiyor kimse şu an.
Bize, din bilgileri verecek muallimler,
Gelirse, kabilemiz islamı öğrenirler.)
Bu talep üzerine, Eshap geldi gayrete.
Çoğu talip oldular, bu kıymetli hizmete.
Emirle yetmiş kişi hemen hazırlandılar.
Medine'den çıkarak, yola revan oldular.
Amir bin Füheyre de onlarla beraberdi.
Hiçbir şeyden habersiz, ihlasla giderlerdi.
Fakat pusu kurmuştu kâfirler bir alanda.
Kafile tam bu yere geldikleri bir anda,
Onların etrafını aniden çevirdiler.
Biri hariç, hepsini kılıçtan geçirdiler.
Amir de şehid oldu diğer masumlar gibi.
Lakin o gün, başka bir haldeydi bu sahabi.
Onu, Cebbar adında biriydi şehid eden.
O da iman eyledi, gördüğü tek bir şeyden.
Şöyle ki, mızrağını saplayınca Amir’e,
Ucu göğsünden çıkıp, hemence düştü yere.
Göğsü ile sırtından kanlar fışkırıyordu.
Lakin o, (Ben kazandım! Ben kazandım!) diyordu.
Herhangi insan kanı değildi hem de o kan.
Bir şehid sahabinin kanı idi o akan.
Onun şehadetine sebep olan o kişi,
Pişman olmuş derdi ki: (Niçin yaptım bu işi?)
O ara, bir şey oldu gözlerinin önünde.
Böyle garip hadise görmemişti ömründe.
Acaba bu gördüğü hayal mi, rüya mıydı?
Onun bu gördüğünü, başka gören var mıydı?
Evet, yanlış değildi, hakikatti bu olan.
Ceset, semaya doğru yükseliyordu o an.
Gördü diğerleri de onun bu gördüğünü.
Melekler, o cesedi yükseltmişti o günü.
Arayıp görmeyince, düşündü ki bu sefer:
Onu, başka bir yere defnetmiştir melekler.
Bunu dahi görünce, değişti hali birden.
Tereddütler içinde düşündü ki derinden:
Şehid olup düşerken, (Kazandım!) demişti o.
Acaba bunu derken, neyi kastetmişti o?
O böyle düşünürken, bir ses geldi gaibden.
Diyordu: (O, Cenneti kazandı ebediyen.)
O, görüp işiterek bütün bu olanları,
Birden doldu kalbine hidayetin nurları.
(Bu kadar ibret yeter) deyip kendi kendine,
Şehadeti getirip, girdi islam dinine.
.
17 - ABDULLAH BİN CAHŞ (Radıyallahü Anh)
.Duası kabul oldu
Peygamber-i zişan’ın kayınbiraderidir.
Eshaptan ilk müslüman olanlardan biridir.
Kureyş kâfirlerinden çok cefa gördü, fakat,
Yine de imanında eyledi sabır, sebat.
(Açlık ve susuzluğa en çok sabredeniniz.)
Diye metheylemişti onu Peygamberimiz.
Şehid olmak arzusu yatıyordu gönlünde.
Cenklerde çarpışırdı, safların en önünde.
Uhud savaşında da yanındaydı Resul'ün.
Ve hatta yiğitliğin sembolüydü o ogün.
Bir sahabi diyor ki: O, Uhud savaşında,
Hem de muharebenin henüz daha başında,
Heyecanlı olarak, yanıma geldi benim.
Dedi ki: (Ey kardeşim, sana bir şey diyeyim.
Önce sen bir dua et, âmin diyeyim sana.
Sonra da ben edeyim, sen de âmin de bana.)
Anlaştık, ilk evvela ben yaptım şu duayı:
(Ya ilahi, sen koru Resul-i mücteba’yı.
Kuvvet ver benim dahi bileğime, gönlüme.
En zorlu kâfirleri çıkar benim önüme.
Cenk edip, birer birer hepsini öldüreyim.
Sonra, gazi olarak geri dönüp gideyim.)
O, bütün kalbi ile, duama (Âmin) dedi.
Daha sonra kendisi şöyle dua eyledi:
(Ya ilahi, küffardan sen koru Resulünü.
Benim dahi koluma kuvvet ver bu cenk günü.
En çetin kâfirleri gönder benim karşıma.
Kuvvetle dövüşeyim onlarla tek başıma.
Ve bu cenkte, şehidlik rütbesine ereyim.
Bir daha ailemin yanına dönmeyeyim.)
Buna âmin demeye, dilim varmadı hemen.
Ve lakin söz vermiştim, (Âmin) dedim mecburen.
Peşinden, ikimiz de kılıçları çekerek,
Atıldık ileriye, (Allah Allah!) diyerek.
Abdullah, son derece çevik savaşıyordu.
Her önüne çıkanı, vurup deviriyordu.
Daha sonra, kırıldı kılıcı bir aralık.
Çok üzülüp dedim ki: Savaşamaz o artık.
Ve lakin devam etti, hiç ara vermeyerek.
Zira şehid olmaktı gayesi onun bir tek.
Yaralandı son anda muhtelif yerlerinden.
Kanlar fışkırıyordu baktım ki her yerinden.
Lakin o, bakmıyordu fışkıran o kanlara.
Son kuvvetine kadar saldırdı o küffara.
Nihayet kan kaybından, hiç kalmadı kuvveti.
Bir müşrikin okuyla kazandı şehadeti.
. İlk ganimet
Abdullah ibni Cahş’ı, Resul, sekiz kişinin,
Başına emir seçip, gönderdi gaza için.
Bir de mektup vererek, buyurdu: (Ey Abdullah!
Sen, Necdiye yolunu tut kendine güzergah.
İki gece gidince, aç oku bu mektubu.
Yazılanlara göre hareket et, işin bu.)
(Peki ya Resulallah!) dedi ve çıktı yola.
İki gece gidince, bir yerde verdi mola.
Resul'ün mektubunu okudu en nihayet.
Yazıyordu: (Allah’ın ismiyle et hareket.
Arkadaşların ile birlikte yol alasın.
Senin ile gitmeye asla zorlamayasın.
Nahle vadisindeki Kureyş kervanlarını,
Gözetip, bildiresin bize durumlarını.)
Mektubu bitirince, öpüp koydu başına.
Ve şöyle hitab etti sekiz arkadaşına:
(Kim şehid olmak için can atıyorsa eğer,
O gelsin, diğerleri dönüp gidebilirler.
Sizi zorlamıyorum benim ile gelmeye.
İsteyen gelebilir bu hizmeti görmeye.
Aranızda hiç kimse gelmese de hem dahi,
Ben, yalnız tek başıma gideceğim Vallahi.)
Dediler: (Ey Abdullah, seninle biz de varız.
Allah’a, Resule ve sana itaatkârız.
Her nereye gidersen, geliriz senin ile.
Biz senden ayrılmayız Allah’ın izni ile.)
Sonra da, hep birlikte yürüdüler ileri.
Gizlenip, gözlediler geçen kafileleri.
Bir ticaret kervanı geçiyordu o ara.
Dini tebliğ ettiler mücahidler onlara.
Dediler ki: (İmana gelmezseniz eğer siz,
Haberiniz olsun ki, sizinle cenk ederiz.)
Onlar reddedince de, savaşa başladılar.
Birisini öldürüp, birçok esir aldılar.
Kervanın bütün malı, kaldı mücahidlere.
Gidip, beşte birini verdiler o Server’e.
Resul de, kalanını onlara taksim etti.
Bu, küffardan alınan henüz ilk ganimetti.
Resulullah Bedir’de, bir avuç kum alarak,
Onları, kâfirlerin üstüne savurarak,
Buyurdu ki: (Yüzleri kara olsun küffarın.
Kalplerine korku sal ya Rabbi sen onların.)
Sonra Eshaba dönüp, verdi bir (Hücum!) emri.
Şanlı Eshap, bir anda atıldılar ileri.
Abdullah bin Cahş ile, hem de Ebu Dücane,
Savaşıyorlar idi kavi ve çevikane.
Her sahabi, geçilmez birer kale olmuştu.
Ve tekbir sedaları âlemi doldurmuştu.
.
18 - ABDULLAH BİN MES'UD (Radıyallahü Anh)
.Görülmemiş hakaret
Resulullah, bi’setin evvelki yıllarında,
Bir gün namaz kılarken Beytullahın yanında,
Kureyş kâfirlerinin ileri gelenleri,
Gidip, Kâbe yanında oturdular her biri.
Bir deve işkembesi gördüler o arada.
Bir gün önce kesilmiş, duruyordu orada.
O alçak Ebu Cehil, dedi ki: (Arkadaşlar!
Bakın, şu ilerde bir deve işkembesi var.
İçinizden hanginiz onu alıp eline,
Koyar, O secdedeyken sırtının üzerine?)
Onların en zalimi ve en bedbahtı olan,
Ukbe bin ebi Muayt ayağa kalktı o an.
(Ben yaparım!) diyerek, aldı o işkembeyi.
O an, Resulullah da yapıyordu secdeyi.
Yavaş yavaş yaklaşıp Allah’ın Resulü'ne,
Koydu o işkembeyi omuzları üstüne.
Müşrikler, katılarak çok fazla gülüştüler.
Öyle ki, birbirleri üzerine düştüler.
Allah’ın Sevgilisi üzüldü fevkalade.
Secdeyi uzatarak, biraz kaldı o halde.
Abdullah ibni Mes’ud vardı ki Sahabeden,
O da, bu hadiseyi görmüş idi ilerden.
O şöyle anlatır ki: Ben onu gördüğüm an,
Öyle çok üzüldüm ki, beynime sıçradı kan.
Lakin ben kimsesizdim, çok da zayıf idim hem.
Ve beni koruyacak yoktu kavmim, kabilem.
Yardım edemediğim için üzülüyordum.
Çaresizlik içinde, kıvranıp duruyordum.
Bir şey yapamamanın ezikliği içinde,
Yanıp kavruluyordum nedamet ateşinde.
O an kızı Fatıma, seğirtip geldi hemen.
Alıp attı o şeyi Resul'ün üzerinden.
Âlemlerin Sultanı, o Allah’ın Habibi,
Doğruldu o secdeden bir şey olmamış gibi.
Sonra buyurdular ki çok üzülüp bu hale:
(Ya Rabbi, ben bunları sana ettim havale!)
Hatta o kâfirlerin, sayıp tek tek ismini,
Ona havale etti o küffarın hepsini.
Onlar, bu bedduayı işitip çok korktular.
Ve hatta o korkudan gülmeyi unuttular.
Çünkü bilirlerdi ki, Beytullahta yapılan,
Hele Onun duası, kabul olurdu o an.
O gün Resulullahın, ismini söylediği,
Ebu Cehil ve öbür kâfirlerin herbiri,
Bedir’de öldürülüp, yerlere serildiler.
Ve sıcakta kokuşup, leş haline geldiler.
Daha sonra o leşler, hepsi ardı ardına,
Sürüklenip atıldı Bedir çukurlarına.
. Bu ümmetin Firavun’u
Muaz, Afra hatunun iki oğlundan biri.
Gayesi, öldürmekti Bedir’de Ebu Cehl’i.
Bir ok gibi fırlayıp, yaklaştı o kâfire.
Kılıcını çekerek, saldırdı birdenbire.
O sırada Muaz’ın biraderi Muavvez,
Kardeşine, yardıma yetişti görür görmez.
Birer şahin misali, engelleri aştılar.
Bir anda, Ebu Cehl’in yanına yaklaştılar.
Üzerine çullanıp, kılıç ile habire,
Cansız düşene kadar, vurdular o kâfire.
O ara Resulullah buyurdu ki Eshaba:
(Ebu Cehil ne oldu, bilen var mı acaba?)
Gidip aradıysa da Eshaptan bir çok zevat,
Müşriki, cenk yerinde bulamadılar fakat.
Abdullah bin Mes’ud da, onun ne olduğunu,
Öğrenmeye gitti ve yaralı buldu onu.
(Ebu Cehil sen misin?) diyerek sordu ona.
Sonra, bir ayağını bastı habis boynuna.
Sakalından çekerek, eyledi şöyle tahkir:
(Ey Allah’ın düşmanı, oldun mu hor ve hakir?)
Ebu Cehil, cevaben dedi ki: (Sen ne dersin?
Niçin hakir olayım, Allah seni hor etsin.
Sen ey koyun çobanı, pek sarptır çıktığın yer.
Sen bana haber ver ki, kimdedir bugün zafer?)
İbni Mes’ud dedi ki: (Bugün muzafferiyet,
Allah ve Resulü'nün tarafındadır elbet.)
Başından çıkarırken habisin miğferini,
Dedi: (Ey Ebu Cehil, öldüreceğim seni!)
Ebu Cehil, cevaben dedi ki: (Şu bir gerçek.
Senin beni öldürmen, bana çok güç gelecek.
Hiç olmazsa boynumu, şu göğsüme yakın kes.
Ki, ölünce, başımı heybetli görsün herkes.)
Gösterdi ölürken de kibir ve gururunu.
İbni Mes’ud tutarak o habisin boynunu,
Kesmek istediyse de başını o kâfirin,
Kendi kılıcı ile kesemedi ve lakin.
Sonra Ebu Cehil’in kılıcını alarak,
Onun kılıcı ile, başını kesti ancak.
Sonra getirdi onu, o Server’in önüne.
Ve şöyle arz eyledi Allah’ın Resulü'ne:
(Anam babam fedadır sana ya Resulallah!
Bu baş, Allah düşmanı Ebu Cehl'indir Vallah.)
Peygamber Efendimiz, buna çok sevindiler.
Eshapla, ölüsünün yakınına gittiler.
Buyurdu ki: (Allah’a hamdolsun ki ey kâfir!
O, seni kıldı bugün böyle zelil ve hakir.
Ey Allah’ın düşmanı, şu gerçek ki esasen,
Elbette bu ümmetin Firavun’u idin sen.)
.
19 - KANBER (Radıyallahü Anh)
.İmtihan ettim sizi
Hazret-i Ali der ki: (Dört kitabın içinde,
Bulunan bilgilerin, bilirim hepsini de.
Tevrat, İncil, Zebur’da var ise ne bilgiler,
Söylerim, onlar dahi beni tasdik ederler.)
İbadetleri dahi öyle fazla idi ki,
Her kişi yapamazdı onun yaptığı gibi.
Yumuşak huylu idi, hiç kızmazdı boş yere.
Şefkatli davranırdı kendinden acizlere.
Hiddetli olsa bile savaşlarda bir hayli,
Lakin sulh zamanında yumuşaktı her hali.
Kanber adlı kölesi vardı ki kendisinin,
O, severek yapardı hepsini hizmetinin.
Bir gün, bu kölesini çağırmak etti icab.
Seslendi, lakin ondan gelmedi hiçbir cevap.
Daha yüksek ses ile çağırdı onu yine.
Lakin yine bir cevap gelmedi kendisine.
Halbuki bu sesleri, köle işitiyordu.
Ve lakin bile bile hiç cevap vermiyordu.
Hazret-i Ali ise düşünür idi ki hep:
(Kanber cevap vermiyor, dışarda yok mu acep?
Kapıda duruyordu halbuki biraz evvel.
İşitmesi lazımdı bu sesimi mükemmel.)
Yedi defa çağırıp, bir cevap gelmeyince,
Allah arslanı Ali meraklandı iyice.
Kanber’i bulmak için, dışarı çıktı hemen.
Ve lakin çıkar çıkmaz, dona kaldı hayretten.
Zira Kanber, dururdu tam kapının önünde.
Üstelik de korkmadı hiç onu gördüğünde.
Buyurdu ki: (Ey Kanber, burada duruyorsun.
Ne için çağırmama bir cevap vermiyorsun?)
Dedi ki: (Ey efendim, duydum hep sesinizi.
Lakin cevap vermeyip imtihan ettim sizi.
Baktım kızacak mısın ben cevap vermeyince?
Kazandın imtihanı hiç öfkelenmeyince.)
Buyurdu ki: (Ey Kanber, iç yüzü şu ki işin,
Kolayca öfkelenmem dünyalık şeyler için.
Lakin bu imtihana seni teşvik edeni,
Kızdırmak maksadıyla azad ettim ben seni.)
Onu, bu imtihana, şeytan’dı teşvik eden.
Onu azad ederek şeytanı üzdü hemen.
Hazret-i Ömer Faruk, bir şey alsa çarşıdan,
Kendi taşır, vermezdi kimseye hiçbir zaman.
Hizmetçisi dedi ki: (Halifesiniz sizler.
Hafiflik verir size bu gibi basit işler.)
Buyurdu ki: (Bir baba, kazanıp helalinden,
Taşırsa aldığını, kaybetmez kemalinden.
Hem de her adımına, alır sevap ve ecir.
Hak teâlâ indinde, hatta daha yücelir.)
.
20 - EBU ZER-İ GIFARİ (Radıyallahü Anh
.Nereden teşrif ettin?
Artık islamın nuru, Mekke’nin haricinde,
Hızla yayılıyordu kabileler içinde.
Ulaştı Beni Gıfar kabilesine dahi.
Duydu bunu o yerde, Ebu Zer-i Gıfari.
Biraderi Üneys’e dedi ki o gün hemen:
(Git, o Resul hakkında bilgi getir Mekke’den.)
Üneys gelip görünce, Allah’ın Resulü'nü,
Hayran ve aşık olup, geri döndü o günü.
Ebu Zer, neticeyi sorunca kardeşine,
Dedi: (Öyle bir zatın, rastlamadım eşine.
Emrediyor herkese, hep hayır ve iyilik.
Böyle yüce bir zatı, gördüm ben ömrümde ilk.)
Ebu Zer-i Gıfari, bu haber üzerine,
Biraz azık alarak, geldi Mekke şehrine.
Tek maksadı, görmekti Allah’ın Habibini.
Korkudan, hiç kimseye anlatmadı halini.
Resul'ü görmek için, bekledi uzun müddet.
Lakin nasib olmadı, akşam oldu nihayet.
Hazret-i Ali görüp, davet etti evine.
Yatıp, sabah olunca, Kâbe’ye geldi yine.
İkinci ve üçüncü günler de akşam vakti,
Yine hazret-i Ali evine davet etti.
Artık üçüncü gece sordu ki Ebu Zere:
(Nereden, ne maksatla teşrif ettin bu yere?)
Dedi: (Duydum, bu yerde var imiş bir Peygamber.
Geldim ki, kendisinden edineyim bir haber.)
Hazret-i Ali ona, dedi: (Bu, büyük nimet.
Ben Ona gidiyorum, sen de beni takib et.
Benim girdiğim eve, peşimden sen de gel gir.
Ve lakin sokaklarda müşrikler görebilir.
Böyle bir tehlikeyi sezer isem ben şayet,
Yere eğilir gibi yaparım bir işaret.
O zaman beni geçip, yürü eve girmeden.
Böylece kurtulursun öyle bir tehlikeden.)
O da, onu takiben yürüyüp girdi eve.
Ve böylece kavuştu Sevgili Peygambere.
(Esselamü aleyküm!) diyerek verdi selam.
Aldı bu selamını Resul aleyhisselam.
(Ne zamandır burdasın?) diye sual edince,
Dedi: (Buralardayım üç gündüz ve üç gece.)
Allah’ın Sevgilisi sonra da şöyle sordu:
(Peki, seni üç gündür kim yedirip doyurdu?)
Dedi: (Yemek yemedim, zemzem içtim sadece.
Bir açlık ve susuzluk hissetmedim zerrece.)
Peygamber Efendimiz buyurdular ki: (Zemzem,
Mübarek bir sudur ki, doyurur açları hem.)
Anlattı Ebu Zer’e sonra islamiyet’i.
İman etti o hemen okuyup şehadeti.
. Puta tapılır mı?
Ebu Zer-i Gıfari, vakta ki etti iman,
İstedi ki, kavuşsun bu devlete her insan.
O, müslüman olmanın sevinciyle, bu kere,
Söyledi imanını Kâbe’de aşikâre.
Müşrikler bunu duyup, üstüne saldırdılar.
Bayılıncaya kadar, taş ve sopa vurdular.
Sonra hazret-i Abbas görüp bu olanları,
Ebu Zer’i kurtarıp, ikaz etti onları.
Dedi: (Öyle bir yerde oturur ki bu adam,
Ticaret kervanınız, önünden geçiyor tam.
Buna öyle eziyet, işkence ederseniz,
Bir daha siz oradan nasıl geçeceksiniz?)
Müşriklerin elinden kurtulunca Ebu Zer,
Resul'ün huzuruna geliverdi bu sefer.
Resulullah buyurdu: (Dön git memleketine.
O yörenin halkını, çağır islam dinine.)
Bu emir üzerine, yurduna etti avdet.
İnsanları toplayıp, islama etti davet.
Dedi ki: (Hakiki din, islamiyet’tir ancak.
Ve bir tek ilah vardır ibadet yapılacak.
O hakiki ilah da, Allah'tır ki, O birdir.
Ve hazret-i Muhammed, Onun Peygamberidir.)
Birçoğu, bu sözlere edince hep itiraz,
Kabile reisleri dedi ki: (Susun biraz!)
Ebu Zer-i Gıfari şöyle dedi o zaman:
(Kardeşlerim, vakta ki ben müslüman olmadan,
Bir gün, Nuhem putunun yanına gitmiş idim.
Önüne süt koyarak, geriye çekilmiştim.
Biraz sonra bir köpek, geldi onun önüne.
Sütü içip, o putun pisledi üzerine.
Pis bir köpeğin bile, böyle büyük hakaret,
Eylediği bir puta edilir mi ibadet?)
Herkes başını eğmiş, öylece dinliyordu.
İçlerinden birisi, kalktı ve şöyle sordu:
(Senin bu bahsettiğin Peygamber neler diyor?
Onun getirdiği din, neleri emrediyor?)
Dedi: (O buyurur ki, hakiki ilah birdir.
O, herşeyin sahibi ve mutlak malikidir.
İyi, güzel ahlaka çağırıyor herkesi.
İnsanları huzura erdirmektir gayesi.
Diyor ki: Hiç kimseye yapmayın bir haksızlık.
Zira fena şeylerdir her türlü ahlaksızlık.
İçki, kumar, zinaya yaklaşmayın ki zinhar,
Çünkü insanlar için, çok zararlıdır bunlar.)
Bunları söyleyince, insaf etti çoğu halk.
Reisleri Haffaf ve Üneys başta olarak,
Onun bu sözlerini, tasdik edip o zaman,
Çoğu, can-ü gönülden oldular hep müslüman.
.
21 - CAFER-İ TAYYAR (Radıyallahü Anh
.Önce hediye verin!
Eshabın, ilk Habeş’e giden Muhacirleri,
Bir gün işittiler ki şu asılsız haberi:
Güya Müslümanlarla müşrikler barışmışlar.
Hatta aralarında bir anlaşma yapmışlar.
Müsade isteyerek hükümdar Necaşi’den,
Tekrar Mekke yurduna geldiler hepsi birden.
Lakin öğrendiler ki Mekke’de, o gelenler,
Yanlış ve asılsızmış duydukları o haber.
Vakta ki o müminler dönünce evlerine,
Müşrikler, işkenceye başladılar hep yine.
Hatta zulümlerini gittikçe arttırdılar.
Müminler çok az olup, pek çaresiz kaldılar.
Bir gün hazret-i Osman, Allah’ın Resulü'ne,
Dedi: (Gittiğimizde bizler Habeş mülküne,
İyi ticaret yeri gördük o memleketi.
Çok kazanç hasıl eder, bir aylık ticareti.
Rabbimiz hicret yeri tayin edene kadar,
Müslümanlar, orada bir müddet kılsa karar.
Böylece kurtulurlar cefasından Kureyş’in.
Bize çok lütfu oldu hükümdar Necaşi’nin.)
Buyurdu: (Tekrar gidin Habeşistan iline.
Ki, mahfuz olasınız Allah’ın ismi ile.)
Dedi: (Ya Resulallah, Habeşistan’ın halkı,
İyi olup, kolayca teslim ederler hakkı.
Teşrif buyurursanız siz de Habeş iline,
Seve seve girerler onlar islam dinine.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki cevaben:
(Huzur ile rahata memur edilmedim ben.
Hicret için, Rabbimden şimdi emir beklerim.
Nasıl emrolunursa, öyle amel ederim.)
Velhasıl Peygamberin müsade ve izniyle,
Yola çıktı, tam yüzbir kişilik bir kafile.
Cafer bin ebi Talip, kafilenin başına,
Emir olup, vardılar tekrar Habeşistan’a.
Müşrikler, olur olmaz bu durumdan haberdar,
Hemen aralarında bir toplantı yaptılar.
Dediler: (Gitti onlar Habeşistan mülküne.
Bir elçi gönderelim bu yerin melikine.)
Bu işe, Abdullah’la, Amr bin As’ı seçerek,
Vazifelendirdiler şöyle tembih ederek.
Dediler ki: (Siz şimdi gidince Necaşi'ye,
Hediye dağıtmakla başlayın önce işe.
Melikle konuşmadan velakin siz evvela,
Görüşün, önce din ve devlet adamlarıyla.
Bir de müslümanların, Necaşi ile bizzat,
Gidip görüşmesine vermeyin sakın fırsat.
Çünkü görüşürlerse müminlerle Necaşi,
Hakikati anlayıp, bozabilir bu işi.)
. Bunlar köle midir?
Necaşi, âlimleri topladı bir araya.
Sonra müslümanları davet etti saraya.
Onlar, aralarında ederek müşavere,
Dediler: (Reisimiz Cafer’dir, ona göre.
Sadece o konuşsun namına hepimizin.)
Deyip, vasıl oldular yanına Necaşi'nin.
Gördüler ki, bir divan toplanmış, büyük de pek.
Girip selam verdiler, hiç secde etmeyerek.
Sordu melik: (Sebep ne secde etmemenizin?)
Dediler: (Biz secdeyi, yaparız Allah için.)
Necaşi makul görüp, sual etti: (Peki siz,
Ülkeme, ne maksat ve gaye ile geldiniz?
Tüccar da değilsiniz hem de siz ey ahali!
Peygamber dediğiniz o zatın nedir hali?)
Cafer bir ebi Talip dedi ki: (Ey hükümdar!
Ben şimdi bu hususu edeyim size ikrar.
Eğer doğru söylersem, beni tasdik eyleyin.
Yok eğer söylediğim yalansa, yalan deyin.
Lakin herşeyden önce, emredin, şu adamlar,
Yalnız biri konuşsun, diğerleri sussunlar.)
Melikin emri ile, onlar da toplanarak,
Amr bin As’ı seçtiler, konuşmacı olarak.
Sonra Melik Necaşi, müminlerden tarafa,
Dönüp dedi: (Ey Cafer, sen beyan et ilk defa.)
Hazret-i Cafer dahi, dedi ki: (Ey hükümdar!
Benim, her şeyden önce diyecek üç sözüm var.
Şu adama sor ki biz, köle ve esir miyiz?
Ki, sahiplerimize teslim edileceğiz?)
Necaşi ona dönüp, sual etti ki: (Ey Amr!
Söyle bana, hür müdür, köle mi yoksa bunlar?)
(Köle değil, hürdürler) deyince Amr cevaben,
Cafer dedi: (Ey melik, şunu da sor ki hemen,
Birinin kanını mı döktük biz, haksız yere,
Ki, teslim edilelim kanı dökülenlere?)
Necaşi Amr’a dönüp, sual etti bu sefer:
(Bunlar, nahak birinin kanını mı döktüler?)
Cevaben: (Hayır, asla) deyince Amr ibni As,
Cafer dedi: (Ey Melik, şunu da sor ki esas,
Birinin malını mı gasbettik haksız yere,
Ki, teslim edecekler bizi o kimselere?)
Necaşi Amr’a dönüp, dedi: (Şuncağızların,
Var mı gasbettikleri bir miktar para, altın?)
Amr yine cevabında, dedi ki: (Ey hükümdar!
Hayır, hiçbir kimsenin malını almadılar.)
Habeşistan mülkünün hükümdarı Necaşi,
Amr’a dönüp dedi ki: (Anlamadım bu işi.
Hiçbir kabahatleri, suçları yok dersiniz.
Öyleyse siz bunlardan peki ne istersiniz?)
. Bize işkence ettiler
Amr bin As, Necaşi’ye arz etti ki: (Ey melik!
Onlar ve biz, bir dinde ve bir mezhep’te idik.
Lakin terk eylediler dinimizi hep onlar.
Muhammed’in dinine gidip tâbi oldular.)
Melik dedi: (Ey Cafer, sizler, bulunduğunuz,
Dini niçin terk edip, başkasına uydunuz?
Benim dinimde dahi olmadığınız belli.
Peki, bu dininizin nedir aslı, temeli?)
Cafer bin ebi Talip, arz etti ki: (Ey melik!
Biz daha önceleri, cahil bir millet idik.
Puta tapar ve yerdik ölmüş hayvan etleri.
Ve işlerdik malesef türlü rezaletleri.
Kuvvetliler, daima zayıfları ezerdik.
Merhamet nedir bilmez, güçsüze zulmederdik.
Akrabalarımızla kesmiş idik ilgiyi.
Komşularımıza da davranmazdık pek iyi.
Allah, bize Peygamber gönderinceye kadar,
Bu kötü vaziyette kaldık hep aynı karar.
Bize Resul gönderdi Hak teâlâ nihayet.
Allah’ın birliğine, O etti bizi davet.
Dedi: Babadan görme taptığınız putların,
Size, mahşer yerinde faydası olmaz yarın.
Onlara ibadeti bırakın ki muhakkak,
Zira onlar, değildir ibadete müstehak.
Asla el uzatmayın yetimlerin malına.
Ve iftira atmayın iffetli bir kadına.
Allahü teâlâya, koşmadan eş ve ortak,
Ona ibadet yapın, halisane olarak.
Biz de, Ona kalp ile inandık, iman ettik.
Her ne emretti ise, tam yerine getirdik.
Ve o Resul, her neyi kıldıysa yasak, haram,
İman edip, hepsinden ictinab eyledik tam.
Bu sebepten, kavmimiz bize düşman oldular.
Ve bizi, dinimizden dönmeye zorladılar.
Puta taptırmak için yaptılar çok eziyet.
Ve bize eylediler işkence, türlü mihnet.
Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar daha.
Asla göstermediler az bile müsamaha.
Bizimle dinimizin arasına girdiler.
Ve bizi, dinimizden ayırmak istediler.
Biz dahi, bu sebeple yurdumuzu terk ettik.
O Resul'ün izniyle, senin yanına geldik.
Ey melik, şimdi bizim şöyledir ki zannımız,
Sizin bu yurdunuzda bir zulme uğramayız.
Selam verme işine gelince de, ey melik!
Resul'ün selamiyle biz sana selam verdik.
Biz, birbirimize de veririz böyle selam.
Bize böyle öğretti Resul aleyhisselam.)
. O, Allah’ın resulüdür
Cafer hazretlerini dinleyince Necaşi,
Daha açık olarak idrak etti bu işi.
Dedi ki: (Sen Allah’ın gönderdiği bir âyet,
Biliyorsan, bana da eyle onu tilavet.)
Ona, hazret-i Cafer (Peki) deyip cevaben,
Başladı okumaya Ankebut suresinden.
Necaşi, dinleyince başladı ağlamaya.
Ve hatta gözlerinden başladı yaş akmaya.
Dedi: (Bu kelimeler, ne güzel, ne doğrudur.
Ve bu, aynı kaynaktan fışkıran tek bir nur'dur.
Hazret-i İsa ile Musa’ya da, muhakkak,
Aynı bu kelamlardan gönderdi cenab-ı Hak.)
Sonra o elçilere dönerek dedi ki: (Siz,
Nasıl geldiniz ise, aynen geri gidiniz.
Vallahi ben bunları size teslim edemem.
Haklarında bir zerre kötülük düşünemem.)
Necaşi'nin yanından çıktılar o elçiler.
Ertesi gün, tekrardan izin alıp girdiler.
Dalkavukluk ederek, dediler: (Ey hükümdar!
Onlar, İsa hakkında çok kötü söylüyorlar.
Onları, huzuruna tekrardan çağırarak,
Ne düşündüklerini öğreniver sorarak.)
Müminler, huzuruna girince Necaşi’nin,
Sordu: (Siz ne dersiniz Hazret-i İsa için?)
Cafer bin ebi Talip, dedi: (Peygamberimiz,
Bize nasıl dediyse, aynısını söyleriz.
O, Allah’ın kulu ve Resulü'dür elbette.
Bunu, Allah böylece bildiriyor âyette.)
Necaşi bu cevabı beğenip, kabul edip,
Hemen yerden eline, bir çöp aldı eğilip.
Dedi: (Ben şimdi size söylerim ki Vallahi,
Aynen böyle söylüyor Hazret-i İsa dahi.
İsa Nebi’nin sözü, aynıdır sizinkiyle.
Arada, şu çöp kadar ayrılık yoktur bile.
Sizleri ve yanından geldiğiniz o zatı,
Tebrik ederim ki O, söylüyor hakikati.
İnandım ki o kişi, Resulü'dür Allah’ın.
İncil’de de yazılı geleceği o zatın.
Vallahi buralarda olsaydı eğer o zat,
Gidip, ayaklarını yıkardım Onun bizzat.
Gidiniz, şu ülkemin el değmemiş yerinde,
Yaşayınız huzur ve bir emniyet içinde.
Verseler dağlar kadar bana altın ve para,
Yine sizden birini, uğratmam bir zarara.)
Kureyş elçilerinden gelen hediyeleri,
(İhtiyacım yok) deyip, hepsini verdi geri.
Elçiler, meyus halde melikin huzurundan,
Elleri boş olarak ayrıldılar o zaman.
. Hazreti Zeyd’in şehadeti
Mute’de, hazret-i Zeyd verdi bir (Hücum!) emri.
Mücahidler ok gibi fırladılar ileri.
Üçbin mücahid vardı, yüzbin kâfire karşı.
Başlamıştı tarihin en ibretli savaşı.
Otuz rum düşüyordu, o gün bir mücahide.
Buna rağmen kâfirler azalırdı gitgide.
Kılıçlar, şimşek gibi kalkıyor, iniyordu.
Her vuruşta, birkaç rum yere seriliyordu.
At kişnemeleriyle kılıç şakırtıları,
(Tekbir) sedalarıyla (Ah yandım!) nidaları,
Mute’de, asumana yükseliyordu o an.
Ve kan gölü haline geliyordu o meydan.
Her kılıç sallayışta, birkaç baş düşüyordu.
Müslümanlar, rumları ot gibi biçiyordu.
Zeyd bin Harise dahi, ordunun en önünde,
Düşmana, arslan gibi saldırırdı o günde.
Bir ara, düşmanların attığı birkaç mızrak,
Mübarek vücuduna saplandılar uçarak.
Sonra birkaç mızrak da giriverdi sırtından.
Delik deşik olmuştu vücudu Zeyd’in o an.
Böylece yere düşüp, hiç etmedi hareket.
Şehidlik rütbesine kavuştu en nihayet.
Lakin islam sancağı henüz yere düşmeden,
Cafer bin ebi Talip yetişip tuttu hemen.
Onun yerine geçip, sancağı kaldırarak,
Salladı kılıcını düşmana haykırarak.
Bir elinde sancakla, daldı küffar içine.
Gönderdi bir çoğunu Cehennem ateşine.
Bir yandan arslan gibi seri cenk ediyordu.
Bir yandan da Eshaba cesaret veriyordu.
Adeta şimşek gibi kılıç sallıyordu hem.
Kendinden geçmiş halde savaşırdı muhteşem.
Safları yara yara, içerlere dalmıştı.
Rumların ortasında, tek başına kalmıştı.
Kükremiş arslan gibi saldırırken küffara,
Kâfirler, bir kolunu kopardılar bir ara.
Hemen öbür koluyla sancağı kaldırarak,
Dalgalandırdı yine yukarlarda tutarak.
Kâfirler koparınca sonra öbür kolunu,
İki pazusu ile kaldırdı yine onu.
Kesik kolları ile bastırarak göğsüne,
İslamın sancağını düşürmedi o yine.
Fakat devamlı inen kılıç darbelerinden,
Şehadet rütbesine kavuştu çok geçmeden.
Sıcak kumlar üstüne serilirken cesedi,
Temiz ruhu Cennete uçuverdi ebedi.
İslamın sancağını, düşmeden mücahidler,
Tutarak, Abdullah bir Revaha’ya verdiler.
. Onlar şehid oldular
Mücahidler Mute’de, savaş yaptıkları an,
Resulullah, mescidde bulunurdu o zaman.
Huzuruna çağırdı cümle Eshabını da.
Lakin çok üzüntülü hali vardı o anda.
Eshaptan bir tanesi, dedi: (Ya Resulallah!
Canımız, herşeyimiz fedadır sana Vallah.
Üzgün görünürsünüz, acaba sebep nedir?
Size bakıp, biz dahi oluruz müteessir.)
Peygamber-i zişanın mübarek gözlerinden,
Gözyaşları akarak, buyurdu ki cevaben:
(Beni üzen, Eshabın şehid olmalarıdır.
Zira şu an Mute’de, şiddetli bir harp vardır.)
O an harp meydanını, gözleriyle görerek,
Eshabına, herşeyi anlattı şöyle tek tek.
(Ey Eshabım, önce Zeyd sancağı aldı ele.
Lakin şehid edildi düşman mızraklariyle.
Cafer bin ebi Talip sancağı aldı ondan.
Düşman ordularına saldırdı hiç durmadan.
Çarpışıp şehid oldu o dahi en nihayet.
Ona da nasib oldu bu devlet ve saadet.
Yakuttan iki kanat Rabbimiz verdi ona.
O, dilediği zaman uçmaktadır her yana.
Ondan sonra sancağı, İbni Revaha aldı.
Yalın kılıç düşmanın ortalarına daldı.
Çarpışıp şehid oldu o da nihayetinde.
Cennette oturuyor altın taht üzerinde.)
Mübarek gözlerinden yaşlar boşanıyordu.
Gözyaşları içinde sonra şöyle buyurdu:
(Abdullah bin Revaha, vakta ki oldu şehid,
İslamın sancağını aldı Halid bin Velid.
Ya Rabbi, Halid senin kılıcındır ki elbet,
Düşmanın karşısında, Halid’e sen yardım et.)
Resulullah bunları, Sahabe-i güzine,
Anlatıp, geldi sonra Cafer’in hanesine.
Hanımı Esma Hatun, o gün çocuklarını,
Yıkayıp, giydirmiş ve tarardı saçlarını.
Peygamber Efendimiz, şehid olan Cafer’in,
Yetim çocuklarını görmek istedi ilkin.
Buyurdu ki: (Ey Esma, Cafer’in çocukları,
Nerededir, sen şimdi bana getir onları.)
Getirince kokladı, öpüp bastı bağrına.
Mübarek gözyaşları aktı yanaklarına.
Esma Hatun sordu ki: (Ya Resulallah, niçin,
Onlara, yetim gibi muamele edersin?
Yoksa beyim Cafer’e ve arkadaşlarına,
Bir hal mi vuku buldu, söyleyin lütfen bana.)
O hatuna cevabı, şöyle oldu Resul'ün:
(Evet, şehid oldular ya Esma onlar bugün.)
.
22 - DIHYE-İ KELBİ (Radıyallahü Anh)
.Dıhye zannettiler
Bu zat, ticaret için giderdi seferlere.
Her dönüşte, muhakkak uğrardı o Servere.
Kıymetli hediyeler ile hem geliyordu.
Zira Resulullahı pek fazla seviyordu.
Hasan ve Hüseyin’i dahi çok sevdiğinden,
Bu babta onları da unutmazdı katiyen.
Cebrail, her ne zaman gelseydi Peygambere,
Dıhye’nin suretinde gelirdi çoğu kere.
Yine onun şeklinde Cibril-i emin bir gün,
Gelmiş, oturuyordu huzurunda Resul'ün.
Henüz küçük idiler Hasan ve Hüseyin de.
O gün oynuyorlardı mescidin bir yerinde.
Lakin onlar, birazdan Cebrail-i emini,
Görünce, zannettiler Dıhye’nin geldiğini.
Buna çok sevinerek, son verdiler oyuna.
Ve koşup oturdular Cibril’in kucağına.
Acaba ne hediye getirdi? diye onlar,
Ellerini, Cibril’in cebine uzattılar.
Zira görürlerdi ki önceden hep Dıhye’yi,
Cebinden çıkararak, verirdi hediyeyi.
Ve lakin mahcub oldu Cebrail, Peygambere,
Zira getirmemişti onlara bir hediye.
Mahzun etmemek için Hasan ve Hüseyin’i,
Oracıktan, Cennete uzattı bir elini.
Bir salkım üzüm alıp, verdi onu birine.
Sonra bir nar koparıp, uzattı diğerine.
İşleri görülünce, o mübarek çocuklar,
Kalkıp, neşe içinde yerlerine koştular.
Hasan üzüm almıştı, Hüseyin ise narı.
Lakin henüz yemeden onlar bu meyvaları,
Mescidin kapısında göründü bir ihtiyar.
Halinden, fakirliği belli idi aşikâr.
Onlara seslendi ki: (Ben fakir ve muhtacım.
Günlerdir bir lokmacık yemedim, hayli açım.
Yürüyecek gücüm yok açlığımın yüzünden.
Bana dahi veriniz o nar ile üzümden.)
Yüksek yaratılışlı o pırlanta çocuklar,
Bir anda, yerlerinden ok gibi fırladılar.
Meyveleri fakire vereceklerdi ki tam,
İkaz etti onları Cibril aleyhisselam:
(Vermeyin sakın ona, o üzümle o narı.
Siz fakir zannettiniz zira o ihtiyarı.
Halbuki o şeytandır, girmiş insan şekline.
Sizleri, hiyle ile acındırdı kendine.
O, kavuşmak istiyor o üzümle, o nara.
Lakin Cennet meyvası haramdır şeytanlara.)
Çocuklar, bu ikazla vermeyip döndü geri.
Şeytan dahi bir anda terk eyledi o yeri.
. Herakliyus’a mektup
Peygamber Efendimiz, Hudeybiye'den sonra,
Mektuplar yazdırmıştı bazı hükümdarlara.
Ve Rum imparatoru Herakliyüs’e dahi,
Gönderdi Eshabından hem Dıhye-i Kelbi’yi.
O ara Herakliyüs Kudüs’te bulunurdu.
Dıhye dahi arayıp, Kudüs'te onu buldu.
Yakın adamlarıyle bir temas kurdu önce.
Onlar onu dinleyip, dediler ki hemence:
(Görüşmek istiyorsan imparatorla eğer,
Huzuruna girince, eğilmen icab eder.
Yanına daha fazla yaklaştığında ise,
Derhal yere kapanıp, varacaksın secdeye.
Ve yine imparator vermeden sana izin,
Tevessül etme zinhar secdeden kalkmak için.)
Dıhye-i Kelebi için ağır geldi bu laflar.
Dedi ki: (İmparator ne için böyle yapar?
Halbuki böyle değil bizim Peygamberimiz.
Allah’tan başkasına, hiç secde etmeyiz biz.)
Adamlar dediler ki: (Secde etmezsen eğer,
O zaman huzurundan kovar seni o Kayser.)
Dıhye hayret ederek, dedi ki en nihayet:
(Bizim Peygamberimiz mütevazıdır gayet.
Önünde, başkasının değil ki secdesine,
Razı olmaz katiyen hafif eğilmesine.)
Adamlar hayret ile dinleyince Dıhye'yi,
Dediler ki: (Madem sen yapmıyorsun secdeyi,
O zaman, o mektubu Kayser’e vermek için,
Daha başka bir yol var, hiç secde etmeksizin.
Sarayının önünde, onun bir yeri vardır.
Mektubu oraya koy, çıkarken görüp alır.)
O da koydu o yere, Resul'ün mektubunu.
İmparator çıkarken, gördü ve aldı onu.
Tercüman, o mektubu okudu hükümdara.
Yazılmış: (Selam olsun imanı olanlara.
Ey Rumların büyüğü, islamı kabul et ki,
Elde etmiş olasın ebedi saadeti.
Eğer kabul etmezsen, ölünce bil ki yarın,
Sana olur vebali bu hıristiyan halkın.)
Tercüman, o mektubu ona okuduğu an,
Terler dökülüyordu hükümdarın alnından.
Üskufuna sordu ki: (Bu, nasıl bir haberdir?)
Dedi: (O, geleceği bilinen Peygamberdir.)
Sordu ki: (Ne yapmamı ediyorsun tavsiye?)
Dedi: (Ona tâbi ol, sana ne yazdı ise.)
Herakliüs dedi ki: (Tâbi olursam eğer,
Benim hükümdarlığım ve tahtım elden gider.
Evet, biliyorum ki, Peygamberdir O mutlak,
Lakin iman edersem, öldürür beni bu halk.)
. İmandan mahrum oldu
Herakliüs, Hazret-i Dıhye’ye sonra hemen.
Dedi ki: (Peygamberdir seni bana gönderen.
Lakin iman edersem, öldürür Rumlar beni.
Şimdi ben bir kimseye göndereyim ki seni,
İsmi Degatır olup, çok ilim sahibidir.
Cümle hıristiyanlar, o âlime tabidir.
O, senin davetinle olur ise müslüman,
Ben dahi imanımı açıklarım o zaman.)
Hazret-i Dıhye dahi arayıp buldu onu.
Okudu kendisine Resul'ün mektubunu.
Degatır, o mektubu dikkatle dinleyince,
Ona, bütün kalbiyle iman etti hemence.
Dedi ki: (Ey kardeşim, o seni gönderen zat,
Allah’ın Resulü'dür, inandım ben de bizzat.)
Siyah elbiseleri çıkarıp üzerinden,
Yerine, beyaz renkli elbise giydi hemen.
Daha sonra, eline asasını alarak,
Yöneldi kiliseye, iman etmiş olarak.
O an kalabalıktı kilise de bir hayli.
Onlara hitab edip, dedi ki: (Ey ahali!
Mühim bir haberim var, dinleyin beni lütfen.
Bir mektup geldi bize Muhammed-ül emin’den.
Bizi davet ediyor Allah’ın birliğine.
Şahsen ben iman ettim Onun nübüvvetine.)
O böyle söyleyince, bilcümle iseviler,
Hücum edip, döverek onu şehid ettiler.
Hazret-i Dıhye dahi gördü bu olan şeyi.
Dönüp Herakliüs’e nakletti hadiseyi.
Herakliüs dedi ki: (Demedim mi ben sana,
Onları ben deseydim, uğrardım aynısına.)
Denedi kendi dahi bu işi en nihayet.
Bilcümle âlimleri yanına etti davet.
Kapıları kapatıp, dedi ki âlimlere:
(Dinleyin, çok mühim bir haberim var sizlere.
Ahir zaman Nebisi, Muhammed-ül emin’den,
Bana bir mektup geldi, okuyordum teminden.
Bizi davet ediyor mektubunda dinine.
Ben şahsen iman ettim Onun nübüvvetine.)
Duyunca bu sözleri hıristiyanlar ondan,
Başlarını çevirip, ayrıldılar oradan.
Gördü ki katılmadı hiçbiri kendisine.
Onları, huzuruna çağırdı tekrar yine.
Dedi ki: (Ben sizleri imtihan etmiş idim.
Dinde sabit misiniz, öğrenmek istemiştim.
Şu anda öğrendim ki, kuvvetliymiş dininiz.
Çok teşekkür ederim, beni memnun ettiniz.)
Böylece maruz kaldı sonsuz bir felakete.
Tercih etti dünyayı, ebedi saadete
.
23 - AMR BİN CEMUH ENSARİ (Radıyallahü Anh
.Siz biraz geri durun!
Sahabe-i kiramdan Amr bin Cemuh Ensari,
Vardı ki, sakat idi ayaklarından biri.
Buna rağmen bakmayıp bu özürlü haline,
Dört oğluyla giderdi her gazaya o yine.
Uhud’a gitmeyi de çok istedi o zaman.
Men etti oğulları, onu işbu gazadan.
Dediler ki: (Sakatsın, sen gelme, otur evde.
Dördümüz savaşırız biz senin yerine de.)
Dedi ki: (Cenk etsin de o Allah’ın Habibi,
Olur mu oturayım ben evde kadın gibi?)
Ordu gittikten sonra, hemen kalktı yerinden.
Hanımına, (Elveda!) deyip çıktı evinden.
Ve dua eyledi ki yüksek sesle, aşikâr:
(Ya ilahi, evime döndürme beni tekrar!)
yetişip, bir şevk ile girdi cenk meydanına.
(Siz biraz geri durun!) dedi oğullarına.
O sakat hali ile, cenk edip, en nihayet,
Nasib oldu ona da, özlediği şehadet.
Dört oğlundan biri de, şehid oldu peşinden.
İşitti bu haberi hanımı Medine’den.
Devesine binerek, düştü Uhud yoluna.
Rastladı yerde yatan helaliyle oğluna.
Her ikisini alıp, deveye bindirerek,
Medine’nin yolunu tuttu kederlenerek.
Hazret-i Aişe’ye rastladı yolda bir an.
Sordu ona Aişe: (Ne haber var Uhud’dan?)
Dedi: (Elhamdülillah, sağdır Peygamberimiz.
Ondan gayri ne bela gelse de dert etmeyiz.)
Sordu yine Aişe: (Bu cesetler kimindir?)
Dedi ki: (Biri oğlum, biri de helalimdir.)
O sırada devesi, diz üstü çöktü birden.
Çok uğraştı ise de, kaldıramadı yerden.
Dedi ki: (Bundan fazla yük vururdum buna ben.
Hiç böyle yapmamıştı, çok garip hakikaten.)
Kaldırıp tevcih etti Medine cihetine.
Lakin deve gitmeyip, oturdu yere yine.
Bir de Uhud yönüne deveyi sürdü bir an.
Bu sefer direnmeyip, süratle gitti hayvan.
Kadın, şaşkın bir halde Uhud’a döndü yine.
Gelip arz ettiğinde Allah’ın Habibine,
Buyurdu ki: (Helalin, evinden ayrılırken,
Bir şey söylemiş miydi bu gazaya gelirken?)
Arz eyledi ki: (Evet, demişti ki: İlahi!
Cenkten sonra, evime döndürme beni geri.)
Buyurdu: (Bunun için gitmedi deven senin.
Cennette arkadaştır oğlun ile helalin.)
.
24 - EBU DÜCANE (Radıyallahü Anh
.Kılıcın hakkını verdi
Artık Uhud savaşı kızışmıştı iyice.
Çarpışırdı taraflar, olanca güçleriyle.
Lakin kalabalıktı küfr ordusu o vakit.
En az dört müşrik ile çarpıştı her mücahid.
O gün hazret-i Hamza tekbirler getirerek,
Saldırırdı düşmana beyitler söyleyerek.
Safvan, hayret içinde dedi: (Ben, bugüne dek,
Görmedim onun gibi bir savaşçı, gözü pek.)
Resulullah, bir kılıç göstererek Eshaba,
Buyurmuştu: (Kim bunu benden alır acaba?)
Almak istemişse de onu hazret-i Zübeyr,
Lakin onu, Zübeyr’e vermemişti o Server.
Sonra Ebu Dücane gelip talep etmişti.
Resul uygun görerek, ona teslim etmişti.
İşte Zübeyr bin Avvam, üzgündü bundan sebep.
Derdi ki: (Niçin bana vermedi onu acep?)
Gidip gözetledi ki, o, Ebu Dücane’yi,
O kılıcın hakkını verir mi acep iyi?
Arkasından gitti ve baktı, Ebu Dücane,
Çarpışır o kılıçla seri ve çevikane.
Savaşırken, bir yandan tekbir getiriyordu.
Önüne gelenleri, vurup deviriyordu.
O ara, müşriklerin önde gelenlerinden,
Zırhlı birisi ile karşılaştı aniden.
Müşrik, iri cüsseli ve kuvvetli idi pek.
Ve meydan okuyordu at üstünde dönerek.
Her tarafı zırhlarla kaplı idi tamamen.
Gözünden başka yeri görünmezdi katiyen.
O, Ebu Dücane’ye hücum etti evvela.
O ise, bu hücumdan kurtuldu kalkanıyla.
Kılıcı gömülmüştü kalkanına çarparak.
Lakin çıkaramadı onu çok uğraşarak.
Sonra Ebu Dücane çekerek kılıcını,
Kopardı bir hamlede o müşrikin başını.
Sonra da karşılaştı başka bir müşrik ile.
Öldürdü onu dahi, bir kılıç darbesiyle.
Kimse duramıyordu önünde müşriklerden.
Her önüne çıkanı, deviriyordu hemen.
İlerledi böylece küffarı kıra kıra.
Erişti en arkada, tef çalan kadınlara.
Gördü Ebu Süfyan’ın hanımı Hind’i hemen.
Kılıcını indirip, vazgeçti öldürmekten.
Kadınların kanına girmedi o kılıçla.
Geri dönüp çarpıştı, daha büyük bir hınçla.
Onun savaşmasını gördü Zübeyr bin Avvam.
Dedi ki: (O kılıcın hakkını veriyor tam.
O Server, o kılıcı vermiş ki bir kişiye,
Kılıç, onun elinde yarıyor tam bir işe.
. Kara olsun yüzleri!
Uhud’da, müşriklerden Asım bin ebi Avf da,
Harbe teşvik ederdi küffarı bir tarafta.
Derdi: (Ey Kureyşliler, biraz daha dayanın.
Muhammed’le savaştan, sakın geri durmayın.
Asla kurtulmamalı Muhammed bu savaşta.
Eğer O kurtulursa, ben öleyim en başta.)
Kâfirleri, Resule düşmanlığından sebep,
Öldürmeleri için teşvik ediyordu hep.
Duydu Ebu Dücane kâfirden bu sözleri.
Fırlayıp buldu hemen, anında bu kâfiri.
Bir kılıç darbesiyle başını kesti hemen.
Cehenneme gönderdi canını ebediyen.
Mabed adlı bir kâfir, almak için hıncını,
Arkadan, var gücüyle salladı kılıcını.
Lakin Ebu Dücane, sezerek bunu hemen,
Yere çöküp kurtuldu, öldürücü darbeden.
Sonra kalktı o yerden, gayet seri olarak.
Öldürdü o kâfiri, bir kılıç savurarak.
Kureyş kâfirlerinin gayeleri bir tekti.
O da, bir fırsat bulup Resul'ü öldürmekti.
Ve lakin mücahidler, etrafında Resul'ün,
Bir pervane misali dönüyorlardı o gün.
Onun kılına bile zarar gelmesin diye,
Can feda ederlerdi her biri o Server'e.
Müşrikler, gurup gurup hücum ediyorlardı.
Lakin Resulullaha ulaşamıyorlardı.
Bedir’de de, o Resul, bir avuç kum alarak,
Onları, kâfirlerin üstüne savurarak,
Buyurdu ki: (Yüzleri kara olsun küffarın!
Kalplerine korku sal ya Rabbi sen onların.)
Sonra Eshaba dönüp, verdi bir (Hücum!) emri.
Şanlı Eshap, bir anda atıldılar ileri.
Tekbir sedalarıyla oklar fırlatılmaya,
Taşlar, sonra mızraklar başladı atılmaya.
O gün Hazret-i Hamza, iki kılıç alarak,
Çarpışırdı, küffarı birbirine katarak.
Hazret-i Ömer ile Allah arslanı Ali,
Vuruşurlardı o gün, birer arslan misali.
Sa’d bin ebi Vakkas bir de Zübeyr bin Avvam,
Kâfirleri şaşkına döndürüyorlardı tam.
Abdullah bin Cahş ile hem de Ebu Dücane,
Savaşıyorlar idi kavi ve çevikane.
Her sahabi, geçilmez birer kale olmuştu.
Ve tekbir sedaları âlemi doldurmuştu.
Allahü teâlânın varlığı ve birliği,
Kâfirlerin beynine, inerdi balyoz gibi.
Resulullah (Ya Hayyü ya Kayyum!) diyerekten,
Allahü teâlâya yalvarırdı yürekten.
.
25 - EBU EYYUB ENSARİ (Radıyallahü Anh)
.Geliyorlar! Geliyorlar!
Allah’ın Sevgilisi, düşmanların şerrinden,
Hicret maksadı ile çıktı Mekke şehrinden.
Medine’li müminler, duyunca bu haberi,
Sevinçle beklediler Sevgili Peygamberi.
Zira ziyadesiyle özlemişlerdi Onu.
Büyük bir heyecanla beklediler yolunu.
Gözcüler koydular ki geleceği yollara,
Teşrifini, anında haber versin onlara.
Büyük sabırsızlıkla beklerken böyle onlar,
Aniden (Geliyorlaaar!) diye bir ses duydular.
O noktaya, dikkatle baktığında her biri,
Gördüler Sıddık ile hazret-i Peygamberi.
(Resulullah göründü, işte geliyor!) diye,
Büyük müjde, bir anda yayıldı Medine’ye.
Dediler: (Müjde, müjde, Resulullah geliyor.
Sevinin ey insanlar, Habibullah geliyor.
İşte, teşrif ediyor sebeb-i necatımız.
Sevinin, bayram yapın, geliyor baş tacımız.)
Kadın erkek, yaşlı genç, sevindiler, coştular.
Karşılamak üzere Ona doğru koştular.
O gün tekbir sesleri çıkıyordu göklere.
Ve sevinç gözyaşları akıyordu yerlere.
Benzeri görülmemiş bayram yaşanıyordu.
Herkes, hep bir ağızdan şunları söylüyordu:
(Seniyyetül veda’dan, (Ay) doğdu üstümüze.
Bu, ne büyük bir devlet, hamd olsun Rabbimize.
Hoş geldin şehrimize ey Allah’ın Habibi!
Bize, daha sevinçli gün olmaz bunun gibi.)
O anda müslümanlar, merak ederdi ki hep,
Resul, kimin evine teşrif eder ki acep?
Kusva’nın yularından tutarak birçokları,
Kendi hanelerine çağırırdı onları.
Resulullah, bakarak onların ahvaline,
Buyurdu ki: (Deveyi koyun kendi haline.
Açın onun yolunu, zira devem memurdur.
Emrolunduğu yere gelince, kendi durur.)
Bıraktılar, hepsini bir merak sardı ancak.
Ki, deve, hangi evin kapısında duracak?
Deve, Ebu Eyyub’un evi önüne kadar,
Yürüyüp, tam o eve gelince kıldı karar.
Hemen Halid ibni Zeyd Ebu Eyyub Ensari,
Sevinç ve heyecanla koşuverdi ileri.
Allah’ın Resulü'nün huzuruna gelerek,
Evini, eli ile Resule göstererek,
Dedi ki: (İşte evim, işte şu da kapısı.
Buyur ya Resulallah, hazırdır her odası.)
Resule mihmandarlık, ne saadet, ne nimet.
O gün Eba Eyyub’e nasib oldu bu devlet.
. Siz yukarı buyurun
O Server, Medine’ye teşrif ettiklerinde,
Kaldılar Halid bin Zeyd Ensari’nin evinde.
Eve teşrif edince o Hüdanın Habibi,
Bir neşeye gark oldu bu talihli sahabi.
Artık o, geceleri kılıcını alarak,
Muhafızlık yapardı, etrafı kollayarak.
İki katlı bir evdi onların haneleri.
Alt katı tercih etti Allah’ın Peygamberi.
Lakin Hazret-i Halid değildi hiç müsterih.
Ki, niçin Resulullah alt katı etti tercih?
En son dayanamayıp, geldi huzurlarına.
Dedi ki: (Anam babam feda olsun yoluna.
Sizin aşağı katta ikamet etmenize,
Gönlümüz razı değil, ağır gelir bu bize.
Ne olur, bir üst kata siz teşrif buyurunuz.
Biz aşağı inelim, böyle rahat oluruz.)
Buyurdu ki: (Ya Halid, bundan olma muzdarip.
Bizim altta olmamız, daha uygun, münasip.
Zira ziyaretçiler gelir beni görmeye.
Burası daha uygun, onlarla görüşmeye.)
Hazret-i Halid der ki: (Peygamber Efendimiz,
Böyle arzu edince, razı olduk buna biz.
Üst katta, yürürdük ki gayet yavaş olarak,
Bu yüzden dökülmesin aşağı toz ve toprak.
Ve yine Ebu Eyyub anlatır ki: (Bir kere,
Yemek götürmüş idim hazret-i Peygambere.
İki kişilik idi götürdüğüm o yemek.
Zira Resulullahla Ebu Bekir vardı tek.
Bana buyurdular ki: (Haber ver Sahabeye.
Ensardan, otuz kişi gelsin yemek yemeye.)
Ben şöyle düşünerek, durakladım o ara:
Getirdiğim bu yemek, yeter mi ki onlara?
Düşüncemi anlayıp, buyurdu ki: (Ya Halid!
Ensardan otuz kişi davet eyle, haydi git.)
(Peki ya Resulallah!) diyerek o Server'e,
Gittim ve otuz kişi davet ettim yemeğe.
Onar onar oturup, bol bol yiyip doydular.
Yemekte bir azalma olmadı zerre kadar.
Sonra buyurdular ki: (Ya Halid, git de yine,
Altmış kişi davet et yemek ziyafetine.)
Çağırdım, hepsi gelip yediler o yemeği.
O altmış kişinin de doydular hepsi iyi.
Sonra, üçüncü defa buyurdu ki o Server:
(Ya Halid, doksan kişi davet eyle bu sefer.)
Davet ettim, geldiler, yediler o yemekten.
O doksan kişinin de doydular hepsi hemen.
Misafirler gidince, yemeye ettim nazar.
Gördüm ki, bir azalma olmamış zerre kadar.)
. İstanbul’un manevi fatihi
O hazret-i Halid ki, mihmandardı Resule.
Çok yüksek dereceye vardı bu hizmetiyle.
Bedir, Uhud ve sair herbirinde harplerin,
Önünde savaşmıştı, Hazret-i Peygamberin.
Gayetle cömert olup, her ne geçse eline,
Dağıtırdı hepsini şehrin fakirlerine.
Allah’ın Sevgilisi, göçünce bu dünyadan,
Herkes gibi ona da, bu dünya oldu zindan.
Nihayet İstanbul’u fethetmek gayesiyle,
Hazırlanan orduya katıldı bin zevk ile.
Resul'ün, fetih için verdiği o müjdeyi,
Kalbinin derununda saklıyordu sır gibi.
Bu sefere katılmak, tek arzusuydu onun.
Yaşlı haline rağmen, içindeydi ordunun.
Gelip bu ordu ile İstanbul önlerine,
Bir delikanlı gibi savaştı o da yine.
O, ihlas ve aşk ile küffara saldırırken,
Hastalanıp, yatağa düşüverdi aniden.
Yine hasta haliyle, harbi takib ederek,
İsterdi iyileşip, savaşa devam etmek.
Velakin anlayınca eceli geldiğini,
Hemen yakınlarına, yaptı vasiyetini.
Buyurdu ki: (Sonuna geldi bu fani ömrüm,
Öyle anlıyorum ki, ben bu yerde ölürüm.
Her nerede ölürsem, defnetmeyin o yere.
Beni, mümkün mertebe iletin içerlere.
Ordunun ulaştığı en ileri noktaya,
Götürüp, cenazemi defnediniz oraya.)
Sonra teslim eyledi o mübarek ruhunu.
Ordunun en önüne defnetti Eshap onu.
İstanbul’un manevi fatihidir ki bu zat,
Bu şehri, asırlarca nurlandırmıştır bizzat.
Vakta ki Fatih Sultan, İstanbul’u, ilerde,
Allah’ın yardımıyla fethettiği günlerde,
Akşemseddin’e gelip, dahil oldu huzura.
Dedi: (Halid bin Zeyd’in yakındır kabri sur’a.
Fetih için çarpışıp, şehid olmuş o zaman.
İsterim, kabir yeri bulunup olsun ayan.)
O dahi, şu andaki kabrin olduğu yeri,
Gösterip, buyurdu ki: (Sultanım, geceleri,
Şu semtte, bir noktaya nur iner, keşfederim.
O mübareğin kabri, ordadır zannederim.)
Geldiler şu andaki türbenin mahalline.
Bir müddet murakabe eyleyerek Rabbine,
Bir noktayı gösterip, dedi: (Kazın bu yeri.
Görürsünüz altında yazılı bir mermeri.)
İşaret ettiği yer, kazıldı derhal o gün.
Bulundu nurlu kabri, Mihmandar-ı Resulün.
.
26 - ENES BİN MALİK (Radıyallahü Anh
.Hizmetinize baksın
Annesi Ümmü Süleym, çok bağlıydı dinine.
Çok hizmetler ederdi Allah’ın Habibine.
Evinde her ne zaman pişirseydi bir yemek,
Resul'ün evine de gönderirdi severek.
Resulullah, hicrette Medine’ye gelince,
Herkes bir şey getirdi gücünün yettiğince.
Ve lakin Ümmü Süleym o zaman fakirdi pek.
Yoktu bir şey evinde, Ona ikram edecek.
Yalnız bir oğlu vardı, küçüktü yaşı daha.
Tutup onu elinden, geldi Resulullaha.
Dedi: (Ya Resulallah, oğlumdur Enes benim.
Terbiyeli ve zeki bir çocuktur efendim.
Bunu, müsadenizle ben zat-ı alinize,
Vermek istiyorum ki, baksın hizmetinize.)
İşte Enes bin Malik, o günden itibaren,
Allah’ın Resulü'ne hizmet etti bedenen.
Ümmü Süleym, çok cenge iştirak eyleyerek,
Dövüştü icabında kılıcını çekerek.
Resulullah hakkında, Enes bin Malik der ki:
(Bir hediye gelseydi o Server’e eğer ki,
Buyururdu ki: Onu, filan kadına verin.
Zira arkadaşıydı o kadın Hatice’nin
Hatice validemiz onu severdi diye,
Ona gönderiyordu gelseydi bir hediye.)
Peygamber-i zişan’ın mübarek bedenine,
Değen bir şey, yanmazdı, ateşe girse bile.
Ve nitekim Enes bin Malik’in bir mendili,
Vardı, Resulullahın hediye eylediği.
O mendil kirlenince, ateşe atıyordu.
Kirler temizleniyor, kendisi yanmıyordu.
Yine Enes bin Malik anlatır şöyle bizzat:
(Bir gün, Uhud dağına çıktı Fahr-i kainat.
Sallanmaya başladı Uhud dağı tam o an.
Dağa, şöyle seslendi Resulullah o zaman:
Ya Uhud, sakin ol ki, şu anda üzerinde,
Bir Peygamber, bir Sıddık, Şehid vardır iki de.
Bu nidası üstüne Allah’ın Habibinin,
Uhud’un sallanması durdu ve oldu sakin.)
Enes bin Malik der ki: Eshaptan Ebu Talha,
Ziyarete gelmişti bir gün Resulullaha.
Görünce o Server’in sevinçli olduğunu,
Sebebi nedir? diye Resul'den sordu bunu.
Cevaben buyurdu ki: (Nasıl sevinmeyeyim,
Biraz önce Cebrail yanıma geldi benim.
Dedi: Kim sana hergün okursa bir salevat,
Allah da, on salevat gönderir ona bizzat.
Yine o müslümanın, siler on günahını.
Ve on ecir vererek, arttırır sevabını.)
. On sene hizmet ettim
Eshabının yanına gelse idi o Server,
Ayağa kalkmazlardı oturan sahabiler.
Zira bilirlerdi ki, böyle değil muradı.
Onu üzmemek için böyle davranırlardı.
Asla sert söylemezdi, O, hizmetçilerine.
Hatta yardım ederdi onların işlerine.
Bu babta şöyle der ki Enes bin Malik dahi:
(On sene hizmet ettim Resul'e bizatihi.
Lakin bu on senede, hizmeti Onun bana,
Benim Ona yaptığım hizmetten çoktur daha.
Yine bu on senede, bana hiç incindiği,
Asla vaki olmadı sert bir şey söylediği.)
Her sabah namazını kıldırıp bitirince,
Nur yüzünü Eshaba döndürerek hemence,
Onlara sorardı ki: (Hasta bir kardeşimiz,
Varsa, ziyaretine gidelim bir kaçımız.
Ve yine cenazesi var ise bir kişinin,
Yardımına gidelim o din kardeşimizin.
Aranızda bu gece, var ise rüya gören,
Anlatsın, tabirini yapalım onun hemen.)
Çocuk ve yaşlılara latife yapıyordu.
Ve böylece onların gönlünü alıyordu.
Yine Enes bin Malik anlatır ki: Bir kere,
Ganimet dağıtırdı o Server gazilere.
O sırada bir köylü, arkasından gelerek,
Yakasına yapışıp, kuvvetlice çekerek,
Dedi: (Yüklet şu benim deveme dahi ondan.
Nasılsa vermiyorsun kendi şahsi malından.)
Peygamber Efendimiz, sükut etti ilk önce,
Sonra da ona dönüp, sual etti şöylece:
(Senin şu hareketin, ne çirkindir ve kaba.
Sana, karşılığında ne yaparım acaba?)
Köylü, boyun bükerek dedi ki: (Af edersin.
Çünkü sen, kötülüğe, hep iyilik edersin.)
O Server gülümseyip, buyurdu ki Eshaba:
(Ganimetten buna da verin hurma ve arpa.)
Yine Enes bin Malik naklediyor ki bizzat:
Ensardan genç birisi, eyledi bir gün vefat.
Çok yaşlı bir annesi kalmış idi geriye.
Gitti kadıncağızı etmek için taziye.
Oğlunun cenazesi, yanında duruyordu.
Kadın, üzüntüsünden devamlı ağlıyordu.
Yani çok dertli idi kadıncağız o anda.
Ellerini açarak, bulundu şu duada:
Dedi ki: (Ya ilahi, Habibin hürmetine,
Vefat eden oğlumu, geri ver bana yine.)
O anda, delikanlı açtı hemen gözünü.
Dirilip, bizim ile yemek yedi o günü.
. Herkese aynı muamele
Enes bin Malik der ki: (Ol Hüdanın Habibi,
Yoktu güzel ahlakta bir kimse, Onun gibi.
Alçak gönüllü, yani mütevazı idi pek.
Kendi hizmetçisiyle oturup yerdi yemek.
Pazardan öte beri alarak kendi yine,
Torba içine koyup, götürürdü evine.
Her kimle karşılaşsa Resul aleyhisselam,
Ondan önce davranıp, verirdi kendi selam.
Hayvanına ot verir, bağlardı devesini.
Koyununu sağar ve süpürürdü evini.
Kölenin efendiyle, beyazın da siyahla,
Resulullah indinde bir farkı yoktu asla.
Her kim olursa olsun, yemeye etse davet,
Ayırım yapmaksızın, ederdi hep icabet.
Severdi her insana iyilik eylemeyi.
Herkes ile, her zaman geçinirdi hep iyi.
Hep güler yüzlü idi Resul aleyhisselam.
Ve lakin hiç gülmezdi söylerken kendi kelam.
Daima üzüntülü görünse de o Server,
Ve lakin çatık kaşlı değildi hiçbir sefer.
Gayet heybetli idi yine Fahr-i kainat.
Korku hasıl etse de, kaba değildi fakat.
Yine O, cömert olup, yapıyordu çok ihsan.
Ama israf edici değildi hiçbir zaman.
Daim mübarek başı, önüne eğikti az.
Lakin ihtiyacını kimseye etmezdi arz.)
Enes bin Malik der ki: (Bir defa üf demedi.
Bunun niçin yapmadın? diye hitab etmedi.
En güzel huylusuydu insanların O zira.
Beni, bir gün bir yere göndermişti bir ara.
(Vallahi gitmem!) dedim, gidecektim velakin.
Dışarı çıktım hemen, emrini yapmak için.
Çocuklar, o sokakta oynuyordu o zaman.
Yanlarından geçerken, arkama baktım bir an.
Gördüm ki, Resulullah arkadan geliyordu.
Ve hatta bana bakıp, tebessüm ediyordu.
Seslendi ki: (Ya Enes, hemen gidiyor musun?)
Dedim: Evet, yoluna şu canım feda olsun!)
Ebu Hüreyre der ki: (Bir harpte, kâfirlere,
Beddua etmesini söyledik o Server’e.
Cevaben buyurdu ki o Hatem-ül Enbiya:
(Ben, lanet etmek için gelmedim bu dünyaya.
Bilakis insanların, hem dünya, hem ahiret,
Saadetleri için gönderildim ben elbet.)
Nitekim buyurur ki kitabında Rabbimiz:
(Seni, rahmet olarak gönderdik âleme biz.)
Yer ve gök, Arş ve Kürsi, kainatın cümlesi,
Hep Onun şerefine yaratılmıştır hepsi.
. Bir avuç altın
Enes bin Malik der ki: Resul aleyhisselam,
Medine’ye gelince, yaşım sekiz idi tam.
Validem Ümmü Süleym, birgün biraz un bulmuş.
Komşudan da süt alıp, ikisini yuğurmuş.
Pişirip, sonra bana dedi ki: (Git hemence,
Babanı çağır gelsin, yiyelim beraberce.)
(Peki) deyip, mescide koşuverdim anında.
Baktım, babam oturmuş Resul'ün tam yanında.
Ben, Peygamberimizi görür görmez, ansızın,
Doğruca Ona vardım elimde olmaksızın.
Dedim: (Ya Resulallah, yemek yaptı validem.
Sizi, yemek yemeye çağırıyor şimdi hem.)
O Server seslendi ki cümle cemaatine:
(Kalkın, Ümmü Süleym’in gidelim davetine!)
Derhal Resulullahla birlikte o topluluk,
Yürüyüp, bizim eve az sonra vasıl olduk.
Resulullah sordu ki hem babama bakarak:
(Neler hazırladınız bize yemek olarak?)
Babam arz eyledi ki: (Bilmiyorum Vallahi.
Dünden beri hiçbir şey yemedim kendim dahi.)
Peygamber Efendimiz buyurdu: (İyi ama,
Zevcen çağırmadı mı şimdi bizi taama?)
Babam içeri geçip, sordu bunu annemden.
Gelip, Resulullaha arz etti şöyle hemen:
(Hanımımın eline, biraz un geçivermiş.
Biraz da süt bularak, hamur edip pişirmiş.)
Babam böyle deyince, o zaman Efendimiz,
Buyurdu: (O yemeği yanıma getiriniz.)
Getirdik, ellerini koydu kabın üstüne.
Sonra, bereket için bir dua etti yine.
Tam yetmiş kişi idi, hepsi yiyip doydular.
Yemekte bir azalma olmadı zerre kadar.
Yine Peygamberimiz, Sahabe-i kiramdan,
Enes bin Malik için dua etti bir zaman.
Buyurdu ki: (Ya Rabbi, çoğalt bunun malını.
Ömrünü uzun edip, affet günahlarını.)
Bu dua sebebiyle, Enes hazretlerinin,
Çoğaldı malı mülkü ve gayet oldu zengin.
Ağaçları, bağları, meyve verdi her sene.
Çok çocuk ihsan etti Rabbimiz kendisine.
Ömrünün sonlarında, yüz oldu yaşı dahi.
Rabbine yalvararak, dedi ki: (Ya ilahi!
Habibinin, hakkımda ettiği üç duadan,
İkisi kabul oldu, hamdolsun sana her an.
Geriye üçüncüsü, son dua kaldı ancak.
Yani günahlarımın affı nasıl olacak?)
O esnada, gaibden duyuldu şöyle bir ses:
(Onu da kabul ettik, sen üzülme ya Enes!)
27 - HAMZA BİN ABDÜLMUTTALİP (Radıyallahü Anh)
.Müslüman oluşu
Resulullah, kavmini bir yere toplayarak,
Anlatınca islamı aşikâre olarak,
Hakaretler ettiler birçoğu hiddetinden.
Sonra da, üzerine saldırdılar hep birden.
Vurup, hırpaladılar Allah’ın Resulü'nü.
Ve kana boyadılar mübarek nur yüzünü.
O mübarek saçları oldu karmakarışık.
Yine de sabrederek, vermedi bir karşılık.
Sadece buyurdu ki: (Vurursunuz bana siz.
Lakin Resul gönderdi beni size Rabbimiz.)
Allah’ın Sevgilisi, çok incindi onlardan.
Ayrılıp, Beytullaha teşrif etti oradan.
Henüz hazret-i Hamza müslüman olmamıştı.
Dağa, ceylan avına, tek başına çıkmıştı.
Bir ceylanın ardından giderken gizlenerek,
Geri dönüp konuştu, ceylan dile gelerek.
Dedi ki: (Sen okunu, bana atarsın, ama,
Atsan daha iyidir Mekke’de o adama.
Çok incitti o adam kardeşinin oğlunu.
Bana atacağına, git, ona at okunu.)
Ceylanın sözlerine taaccüp eyleyerek,
Döndü hemen evine, hayli merak ederek.
Hanımı ağlıyordu, geldiğinde evine.
Niçin ağladığını sorunca kendisine,
Dedi ki: (Yeğenine, o insafsız kâfirler,
Her gün ettiklerinden, fazla eza ettiler.)
Ve bir bir anlatınca o eza ve cefayı,
Büsbütün keder sardı amcaları Hamza’yı.
Dedi ki: (Ebu Talip yok mu idi o zaman?)
Dedi: (Deve gütmeye gitmiş idi sabahtan.)
Sordu yine: (Nerdeydi amcası Ebu Leheb?)
Dedi ki: (O insafsız, düşmanlık ederdi hep.
Hatta diğerlerini, o teşvik ediyordu.
Öldürün şu yalancı sihirbazı diyordu.)
Duydu Hazret-i Hamza ondan bu olanları.
Kabardı birdenbire akrabalık damarı.
(Bunun intikamını onlardan alana dek,
Yemek içmek, Hamza’ya haram olsun) diyerek,
Kılıcını kuşanıp, aldı yayı eline.
Geldi o kâfirlerin toplantı mahalline.
Kâbe’yi, hürmet ile tavaf etti evvela.
Sonra meydan okudu hiddetle o küffara:
(Kardeşimin oğluna, eza ve cefa eden,
İçinizden kim ise, karşıma çıksın hemen.
Boyunu bir göreyim, o çıksın da önüme.
Nasıl eza edermiş o benim yeğenime.
Haberim olsa idi bu işten benim eğer,
Vallahi hepinizi keserdim teker teker.)
İntikamını aldım
O kâfirler, Resul'e yapınca böyle eza,
Zevcesi kanalıyla duydu hazret-i Hamza.
Pür hiddet kâfirlerin yanına geldi hemen.
Kılıcı omuzunda, yayı elindeydi hem.
Kâfirler, gördü onun silahlı geldiğini.
Korku sardı bir anda hepsinin kalplerini.
Ebu Cehil, herkesten önce verdi beyanat.
Dedi ki: (Ben eyledim, kimsede yok kabahat.)
Haykırdı ki: (Ey zalim, ne idi ki sebebi,
O şerefli kimseye yaptın bu eziyeti.
Yeğenim olduğunu bilmez misin ey alçak!
Kendisine güvenen dokunur Ona ancak.)
Elindeki o yayla vurarak sonra birden,
Mel’unun kafasını yardı birkaç yerinden.
Saldıracak idi ki Hamza’ya diğerleri,
Mani oldu hemence, Ebu Cehil kâfiri.
Dedi: (Dokunmayınız, Hamza bunda haklıdır.
Bizim dün yaptığımız, apaçık haksızlıktır.)
Hazret-i Hamza’nın da müslüman olmasından,
Korkup, o kâfirlere böyle dedi o zaman.
Geldi Hazret-i Hamza oradan ayrılarak,
Allah’ın Resulü'nü Kâbe’de buldu ancak.
Dedi ki: (Ey yeğenim, aldım intikamını.
Vurup, yere akıttım Ebu Cehl’in kanını.
Üzülme, müsterih ol, bundan sonra o alçak,
Her zaman karşısında, artık beni bulacak.)
Buyurdu ki: (Ey amcam, sen iman etmeyince,
Ben müsterih olamam, mühim olan bu bence.)
Dedi ki: (Peki oğul, ne istersen yapayım.
Yeter ki, seni bugün biraz rahatlatayım.)
Buyurdu: (Sen kalırsan eğer küfür içinde,
Yarın yanar vücudun Cehennem ateşinde.
Beni sevindirmeyi istiyorsan sen şayet,
Peygamber olduğuma etmelisin şehadet.)
Ve hemen kendisine, son gelen âyetlerden,
Bir miktar okudu ki, şöyle idi mealen:
(Yerlerde ve göklerde ve bunlar arasında,
Ne varsa, hepsi Onun mülküdür esasında.)
Dedi ki: (Ey yeğenim, bizim, binbeşyüz kadar,
El ile yaptığımız bir sürü putumuz var.
Hiçbirisi, bir karış yere malik değildir.
Sen dersin ki, yer ve gök cümlesi Rabbimindir.)
Ve hemen oracıkta getirip şehadeti,
Kazandı böylelikle ebedi saadeti.
Dedi: (kati olarak inandım ki ben şuna,
Secde layık değildir o Rab'dan başkasına.
İnandım ki, sen dahi Onun Peygamberisin.
Bizleri, bâtıl yoldan Hakk'a davet edersin.
.Yol açın kendisine
Peygamber Efendimiz, bir gün el kaldırarak,
Şöyle niyaz eyledi Rabbine yalvararak:
(Ya Rabbi, şu bir avuç fakir, garip müminler,
Sana iman getirmiş kullardır hepsi birer.
Halas et sen bunları, kâfirlerin şerrinden.
Kurtar bu müminleri korku ve endişeden.
Şanı yüksek biriyle kuvvetlendir bu dini.
Sevindir nusretinle, bu bir avuç mümini.)
O anda nazil oldu Cebrail yeryüzüne.
Müjde getirmiş idi Allah’ın Resulü'ne.
Dedi: (Ya Resulallah, sen bir dua etmiştin.
Rabbinden, bu din için yardımcı istemiştin.
Kabul etti Rabbimiz senin o dileğini.
Bir kimseyi seçti ki, sağlam eder bu dini.
Rabbimiz buyurdu ki: (Ey benim meleklerim!
Bir araya toplanıp, emrime kulak verin.
Saf çekin Beytullahtan, ta Erkam'ın evine.
Bekleyin, elinizde nurdan tabaklar ile.
Dul olan hatunlara odun taşımak için,
Kendini Habibime siper etmesi için,
Bir kimseyi seçtim ki, Ömer'dir onun namı.
Takviye ederim ben, onun ile islamı.
Düşüp onun önüne, yol açın kendisine.
Cennet cevherlerini saçın onun üstüne.)
Az sonra, heybet ile geldi Ömer bin Hattab.
Silahlı geldiğini gördüler cümle Eshap.
Onu böyle görünce, korkuya kapıldılar.
Hemen Resulullahın etrafını sardılar.
Lakin Hazret-i Hamza dedi: (Ey ehl-i iman!
Gelen bir kişidir ki, kuvvetliyiz biz ondan.
Eğer hayra geldiyse, hoş geldi, büyük devlet.
Eğer şerre geldiyse, şu kılıç kâfi elbet.
Zira o, kılıcını çekmeden henüz daha,
Başını, şu kılıçla uçururum bir anda.)
Sonra çıktı kapıya, etti ki şöyle hitap:
(Sen, ne zannediyorsun bizi ey ibni Hattab?
Biz, Abdülmuttalib'in evladıyız, güçlüyüz.
Bi-iznillah demiri çiğneyip püskürtürüz.
Ar ve namus uğruna, akmıştır çok kanımız.
Resulullah uğruna fedadır canlarımız.
Zafer bulacağını eğer zannediyorsan,
Aldandığını bil de, geri dön, git buradan.)
İşitti Resulullah Hamza’dan bu sözleri.
Buyurdu ki: (Yol verin, giriversin içeri.)
Tebessüm buyurarak istikbal etti o an.
Buyurdu: (Bırakınız, ayrılınız yanından!)
Girdi hazret-i Ömer, kılıcı omuzunda.
İmanla şereflendi Resul'ün huzurunda.
. Küfür ordusu hazır
Bedr’in intikamını almak için, kâfirler,
Derhal üçbin kişilik ordu tertiplediler.
Cübeyr ibni Mut'im’in bir kölesi de hatta,
Vardı ki, pek mahirdi ok ve mızrak atmakta.
Her attığını vuran nişancıydı bu kişi.
Yakardı Cübeyr’i de bu intikam ateşi.
Amcasını Bedir’de öldürdüğünden sebep,
Hazret-i Hamza için intikam beslerdi hep.
Bu, kölesi Vahşi’ye dedi ki o gün bizzat:
(Hamza'yı öldürürsen, ederim seni azad.)
Yine Ebu Süfyan'ın hanımı Hind de aynen,
Ateş püskürüyordu Hamza'ya bir sebepten.
Zira onun babası Utbe nam kâfiri de,
Yine Hazret-i Hamza öldürmüştü Bedir’de.
Hind, görünce Vahşi’nin atıcı olduğunu,
Dünyalık vadederek, yanına çekti onu.
Dedi ki: (Sen Hamza'yı öldürür isen eğer,
Vereceğim sana çok altın ve mücevherler.)
Velhasıl hazırlıklar tamamlandı Mekke'de.
Büyük Kureyş ordusu, başladı harekete.
Lakin Hazret-i Abbas, çıkmadan ordu daha,
Kureyş’in ahvalini yazdı Resulullaha.
Dedi: (Üç bin kişilik bir ordu topladılar.
Üçbin develeriyle, ikiyüz atları var.
Bunların yediyüzü, zırhlıdır tamamiyle.
Yanıyorlar Bedir'in intikam ateşiyle.
Hepsi silahlı olup, kadınlarla beraber,
Şu anda toparlanıp, tam çıkmak üzereler.)
Böyle bir mektup yazıp, güvendiği birine,
Verip, gönderdi hemen, Allah’ın Habibine.
Peygamber Efendimiz, haberi aldığında,
Savaş hazırlığına başladılar anında.
Baskın tehlikesine karşı, birer ikişer,
Medine çevresine diktirdi nöbetçiler.
Eshap, evdekilerle derhal vedalaşarak,
Resul'ün etrafında toplandılar koşarak.
Peygamber Efendimiz, o Cuma namazını,
Kıldırıp, Eshabına yaptı nasihatını.
Buyurdu: (Ey Eshabım, Allah için, ihlasla,
Cihaddan daha üstün bir amel yoktur asla.
Her kim, fi sebilillah çarpışıp ölse eğer,
En yüksek mertebeye yükselir o kimseler.
Kavuşup o kişiler şehidlik rütbesine,
Ererler ebediyen Cennet nimetlerine.
Savaşta her zorluk ve güçlüğe katlanarak,
Çarpışana, Rabbimiz yardım eder muhakkak.
Düşmanla savaşmakta, niyetimiz bir tekir.
O da, Hak teâlânın ismini yüceltmektir.)
. Onun gibisini görmedim
O Server, Medine'de asayişi sağlamak,
Ve düşmanın halini tahkik edip anlamak,
Maksat ve gayesiyle seriyyeler emretti.
Yani küçük askeri birlikler tertib etti.
Müşrikleri, ticari ve iktisadi yönden,
Zayıflatmak için de, bir tedbir aldı hemen.
Bunun için Suriye dış ticaret yolunu,
Kesmek için, gönderdi bir seriyye kolunu.
Otuz kadar Eshaba, emir verdi o ara.
Ve Hazret-i Hamza’yı başkan yaptı onlara.
Buyurdu ki: (Kork yalnız Allahü teâlâdan.
Ve emrin altındaki erlere iyi davran.
Yalnız Allah yolunda bu gazaya çıkınız.
Allah’ı tanımayan küffarla çarpışınız.)
Yine Uhud harbinde, müşriklerden iki er,
Müminler tarafından hemen öldürüldüler.
Biri de seslenerek müslümanlardan yana,
Kendine çok güvenip, er istedi meydana.
Halbuki biraz önce, kendisine güvenen,
İki müşrik, anında öldürülmüştü hemen.
Zübeyr bin Avvam ile, Allah arslanı Ali,
Henüz öldürmüşlerdi mağrur iki kâfiri.
Bu da, gururlanarak yine er isteyince,
Hazret-i Hamza çıktı karşısına hemence.
Kaldırdı kılıcını, hiç fırsat vermeyerek.
Sonra, öyle çaldı ki ona (Allah!) diyerek,
Giydiği o çelik zırh, tam ikiye bölündü.
Sancak yere düşerken, kâfir de düşüp öldü.
Bu, üçüncü müşrikti anında öldürülen.
Dördüncüsü yürüdü meydana sonra hemen.
Yine Uhud savaşı kızışmıştı iyice.
Çarpışırdı taraflar olanca güçleriyle.
Lakin kalabalıktı küfr ordusu o vakit.
En az dört müşrik ile çarpıştı her mücahid.
O gün Hazret-i Hamza, tekbirler getirerek,
Saldırırdı düşmana beyitler söyleyerek:
(Ben, harplerde Allah’ın arslanıyım!) diyordu.
Önüne çıkanları, vurup deviriyordu
Safvan ibni Ümeyye, onu gördü bir ara.
Ve sordu (O kim?) diye yanında olanlara.
Müşrikler dediler ki: (O dediğin, Hamza'dır.
Her iki elinde de bir kılıçla savaşır.)
Safvan, hayret içinde dedi: (Ben, bugüne dek,
Görmedim onun gibi bir savaşçı, gözü pek.)
. Şehidlerin serdarı
Meşhur Uhud harbinde, Hazret-i Hamza o gün,
Bir arslan kesilmişti kâfirlere büsbütün.
Bir ara, müşriklerden Siba bin Ümmü Emmar,
Hazret-i Hamza ile birden karşılaştılar.
(Bana karşı koyacak bir kimse var mı?) diye,
Kâfir, meydan okudu bu yiğit sahabiye.
O an Hazret-i Hamza birden hiddetlenerek,
Yürüdü üzerine kılıcını çekerek.
(Meydan mı okuyorsun Allah ve Resulü'ne?)
Diyerek, vurup onu düşürdü yüz üstüne.
Ve çöktü üzerine, hiç de göz açtırmadan.
Bir vuruşta, başını ayırdı vücudundan.
Kalkıp devam eyledi çarpışmaya anında.
Sonra gördü Vahşi’yi bir kayanın ardında.
Mızrakla, kendisini alıyordu ki nişan,
Derhal onun üstüne yürüdü hiç durmadan.
Velakin bir çukura rastladı birdenbire.
Kayıp, arka üzeri düşüverdi o yere.
Fakat zırhı, karnında bir miktar açılmıştı.
Vahşi de bu fırsatı görüp kaçırmamıştı.
Fırlattı mızrağını hiç vakit geçirmeden.
Mızrak, karnından girip, arkadan çıktı birden.
O mübarek sahabi, (Allah!) deyip, o ara,
Derhal şehid olarak çöküverdi oraya.
Böylelikle şehadet şerbetini içmişti.
Resulullah uğrunda feda-yı can etmişti.
En seçkin sahabiler, şehid edilmişlerdi.
Ve Uhud toprağında yere serilmişlerdi.
Ağladı Resulullah derin üzüntüsünden.
Yaş aktı uzun müddet, hem de iki gözünden.
Buyurdu: (Ben bunların, Allah yolunda elbet,
Öldüklerine, yarın, edeceğim şehadet.
Yemin ediyorum ki, mahşere, bu şehidler,
Yaralarından kanlar akaraktan gelirler.
Kanları, kan renginde olsa da ahirette,
Kokusu, miskten güzel olacaktır elbette.)
Sonra sual etti ki: (Hamza nerelerdedir?
Onu göremiyorum, acaba hali nedir?)
Sonra onu buldurup, yanına yaklaştılar.
Müthiş bir manzarayla birden karşılaştılar.
Mübarek gözlerinden yaşlar aktığı halde,
Hitab etti Hamza'ya, üzgündü fevkalade.
Buyurdu ki: (Ey Hamza, hiçbir zaman, hiçbir fert,
Görmedi ve görmez hiç, böyle feci musibet.
Ey Allah ve Resul'ün arslanı olan Hamza!
Sana rahmet eylesin Hak teâlâ her lahza.)
.
28 - HALİD BİN VELİD (Radıyallahü Anh
.Halid nerelerdedir?
Resulullah, umrede bulunduğu günlerde,
Velid ibni Velid’de vardı o kafilede.
Resulullah, Velid'le ederlerken hasbihal,
Ağabeyi Halid bin Velid’i etti sual.
(Halid nerelerdedir? Onunla kur bir temas.
Onun, islamiyet’i bilmemesi olamaz.
Keşke iman etmekle o da şereflenseydi.
O kahramanlığını islamda gösterseydi.)
Zaten bunu, Velid de isterdi pek ziyade.
Zaman zaman mektuplar yazardı bu mealde.
Bildirince Resul'ün bu sözlerini dahi,
O da islamiyet’e meyletti bizatihi.
Bu halini, kendisi anlatır ki sonradan:
Bana bu saadeti, Rabbimiz etti ihsan.
Resul'ün sevgisini, yerleştirdi kalbime.
Bu sevgi sebep oldu benim saadetime.
Halbuki Ona karşı yapılan her savaşta,
Bulunup, onlar ile cenk etmiştim en başta.
Ama ben, her savaştan geriye döner iken,
Haksız olduğumuzu anlıyordum yakinen.
Hatta kendi kendime diyordum ki: (Muhammed,
Bir gün gelir, muzaffer olacak bize elbet.)
Galip geleceğini, mutlaka biliyordum.
Her harpten, bu hislerle ayrılıp geliyordum.
Yine Hudeybiye’ye geldiğinde bir kere,
Yanlarına sokuldum zarar vermek üzere.
Zira bendim Kureyş'in süvari komutanı.
İyi hatırlıyorum malesef ben o anı.
Bizden emin şekilde, güvenerek Rabbine,
Namaz kıldırıyordu Sahabe-i güzine.
O gün çok telaşsızdı Allah’ın Sevgilisi.
Yoktu hem etrafında muhafızı, bekçisi.
Atımı, üstlerine sürdümse de kaç kere,
At ileri gitmeyip, sıçradı gerilere.
Bundan çok duygulandım, düşündüm ki o zaman:
Hak teâlâ bu zatı koruyor her zarardan.
O ara, kardeşimden bir mektup geldi bana.
Diyordu ki: (Ne zaman geleceksin imana?
Peygamber Efendimiz seni sordu Vallahi.
Buyurdu ki: İslama girseydi Halid dahi.
Bizim saflarımızda yapsaydı kahramanlık.
Biz de onu, kıymetli, hem de üstün tutardık.
Resul böyle istiyor, geçmemiştir iş işten.
İman et de, kendini kurtar sonsuz ateşten.)
Velid'in mektubunu mütala eyleyince,
İman etme arzusu bende arttı iyice.
Resul'e gitmek için acele ediyordum.
Onun muhabbetiyle yanıp tutuşuyordum.
. İman etmesi
Halid bin Velid der ki: (Velid'den mektup aldım.
Okuyunca, sevinip bir hayli duygulandım.
Artık yegane arzum, o Server'e gitmekti.
Huzurunda diz çöküp, Ona iman etmekti.
Düştüm bu iştiyakla Medine yollarına.
Uğradım (Osman ibni Talha)nın da yanına.
O da, iman etmeyi çok istiyormuş meğer.
İkimiz, seher vakti yola çıktık beraber.
Az sonra karşılaştık hem de (Amr bin As) ile.
O da, aynı maksatla gidiyormuş Resule.
Yolda ilerledikçe, bu arzum fazlalaştı.
Medine’ye varınca, had safhaya ulaştı.
Sevinç ve heyecanla girince yanlarına,
O, güler yüzü ile bir nazar etti bana.
Dedim: (Ya Resulallah, ederim ki şehadet,
Allah birdir, sen dahi Peygamberisin elbet.)
Buyurdu ki: (Rabbime olsun ki hamd ve sena,
Bu saadet yolunu gösteren Odur sana.)
Dedim: (Ya Resulallah, dua buyurunuz da,
Affetsin Hak teâlâ beni huzurunuzda.)
Buyurdu: (Öyle üstün dindir ki islamiyet,
Önceki günahları tamamen siler elbet.)
Osman bin Talha ile, Amr bin As da, aynı gün,
İmanla şereflendi huzurunda Resul'ün.
Bu üç namlı pehlivan, Resul'ün huzurunda,
Sahabe-i güzinden oldular en sonunda.
Buna, sahabiler de çok memnun olmuşlardı.
Ve bunu, tekbirlerle açığa vurmuşlardı.
Badema bu yiğitler, din ve Allah yolunda,
Gayret edeceklerdi Resulullah uğrunda.
Yine Mute cenginde, Abdullah bin Revaha,
Şehid olup, kavuştu Allahü teâlâya.
O dahi ayrılınca bu dünya âleminden,
Koşup Sabit bin Ekrem, sancağı kaptı hemen.
Ve Halid bin Velid'e götürüp verdi derhal.
Dedi ki: (Emirliye sen layıksın, bunu al!)
Almak istemeyince, arz etti ki: (Ey Halid!
Çabuk al ki sancağı, çok dardır zira vakit.
Sen, harbin usulünü bizden iyi bilirsin.
Senin emir olmandır arzusu hepimizin.)
Sonra, sahabilere dönerek sordu hatta:
(Sizin fikirleriniz ne yoldadır bu babta?)
Bilcümle mücahidler, arz ettiler ki o an:
(Halid bin Velid olsun başımıza kumandan.)
Bu durum karşısında, islamın bayrağını,
Büyük bir hürmet ile aldı ve öptü onu.
Ve atına atlayıp, hücum etti küffara.
Yeniden kuvvet geldi cümle müslümanlara.
. Sevinç gözyaşları
Mekke’nin fethi günü, o Server, Eshabını,
Dört guruba ayırıp, verdi talimatını.
Sağ cenaha, Halid bin Velid oldu kumandan.
Hazret-i Zübeyr'i de, sol kola yaptı başkan.
Piyadelerin başı, Ebu Ubeyde oldu.
Sa'd da, başka kola kumanda ediyordu.
Mekke'ye, dört cihetten gireceklerdi o gün.
Arzu ve talimatı böyle idi Resul'ün.
Önce Halid bin Velid, güneyden girecekti.
Karşı koyan olursa, derhal cenk edecekti.
Hazret-i Zübeyr ise, kuzeyden girip yine,
Dikecekti bayrağı, tam Hacun mevkiine.
Sa'd da, batı yönünden ilerleyecek idi.
Ebu Ubeyde ise, doğudan girecekti.
Ramazanın onüçü, Cuma idi günlerden.
Önce Halid bin Velid ilerledi güneyden.
Lakin vardıklarında tam Handeme dağına,
Bir anda tutuldular, müthiş ok yağmuruna.
Hatta şehid oldular hemen iki mücahid.
Derhal (Hücum!) emrini verdi Halid bin Velid.
Böylece yetmiş kişi öldü saldırganlardan.
Kaçarak kurtuldular diğerleri oradan.
Lakin diğer yönlerden girenler, sırf bu hariç,
Herhangi direnişle karşılaşmadılar hiç.
Tekbir sedalarıyla yer ve gök inliyordu.
Mücahidler dört koldan Mekke’ye giriyordu.
Resulullah oturmuş Kusva nam devesine,
Oturtmuş Üsame bin Zeyd'i de terkisine,
Büyük bir tevazuyla Mekke’ye giriyordu.
Ve Fetih Suresini tilavet ediyordu.
Büyük sürur içinde, yanında sahabiler,
Önce Kâbe’ye doğru birlikte yürüdüler.
Sevinç gözyaşlarıyla ağlarken mücahidler,
Korku ve telaş ile bekleşirdi müşrikler.
Huneyn harbinde dahi, ordunun en önünde,
Yine Halid bin Velid yürüyordu o günde.
Kainatın Sultanı, üst üste zırh giyerek,
Ve Düldül adındaki katırına binerek,
Şevval’in onbirinci gününün gecesinde,
Geldi ordusu ile, tam Huneyn vadisine.
O sabah namazını kıldırıp cemaatle,
Harekete geçirdi ordusunu süratle.
Lakin pusu kurmuştu bu vadide düşmanlar.
Bundan habersiz idi o anda müslümanlar.
Alaca karanlıktı ortalık zira o an.
Haberdar olmadılar pusu kurduklarından
. Bir şişe zehir
Peygamber Efendimiz, Aliyyül Mürteza'yı,
Yemen'e gönderdi ki, fetheylesin orayı.
Halid bin Velid’i de, bir bölük asker ile,
Gönderip, buyurdu ki: (Yardım eyle Ali'ye!)
Hazret-i Halid’in de yardımı ile Yemen,
Pes ederek, islamı kabul ettiler hemen.
Müseylemet-ül kezzab çıkınca Yemame’de,
Onun ordusunu da dağıttı bir hamlede.
Yirmibin adamını öldürdü o hainin.
İkibin şehid düştü, askerinden Halid'in.
Oradan da Hire’ye vardı aynı hız ile.
Kalenin etrafını kuşattı askeriyle.
Hire'nin valisiyle, kale kumandanını,
Huzuruna çağırıp, verdi talimatını.
Dedi: (Size teklifim iki şeydir, biliniz.
Ya gelin iman edin, ya da cizye veriniz.
Yoksa bir ordu ile geldim ki bu yerlere,
Dövüşüp şehid olmak, zevk verir bu erlere.)
Kumandanın elinde, gördü o an bir şişe.
Buyurdu ki: (Nedir o, yarıyor mu bir işe?)
Arz etti ki: (Ey Halid, şiddetli bir zehirdir.
Zerresi, bir insanı öldürmeye kafidir.
Arzumuz hilafına, sürersen bir şart öne,
Bu şart ile dönemem milletimin önüne.
Buraya gelir iken, aldım bunu yanıma.
Gerekirse, içerek kayacağım canıma.)
Aldı onun elinden o zehir şişesini.
Besmele söyleyerek içiverdi hepsini.
Onlar, şaşkın bir halde döndü kale içine.
Dediler: (Rastlamadık biz asla böylesine.
Öyle bir kumandandan aldık ki talimatı,
Bir şişe zehir bile öldürmüyor o zatı.)
Sonra gelip dediler: (Biz cenge girmeyelim.
Ne kadar istiyorsan, size cizye verelim.)
Kabul edip, oradan yürüdü Şam yönüne.
Fethetti çok kaleyi, ne çıktıysa önüne.
Lakin papazlar ile, bir ordu topladılar.
İkiyüzkırk bin kişi, Yermük’te toplandılar.
Kırkaltı bin kişiydi islam mücahidleri.
Dövüşüp, şehidliğe can atardı her biri.
Eşine rastlanmayan bir cenk oldu Yermük’te.
Kâfirler, öldürmekle bitmiyordu o günde.
Kâfir ölüleriyle doldu Yermük ovası.
Kan gövdeyi götürdü, yoktur mübalağası.
Üçbin kadar müslüman asker de oldu şehid.
Galip geldi sonunda, yine Halid bin Velid.
. Son sözleri
O Halid bin Velid ki, muzaffer bir kumandan.
Ölüm hastalığına yakalandı bir zaman.
Silah arkadaşları yanındaydı hep o gün.
Kılıcını istedi son anında ömrünün.
Kabzasını, şefkatle okşayıp o halinde,
Dedi: (Nice kılıçlar parçalandı elimde.
Ölümümü görecek son kılıç, işte budur.
Ve lakin üzüldüğüm bir husus var ki, şudur:
Savaş meydanlarında geçirmişken ömrünü,
Yatakta mı olacak bu Halid'in ölümü?
Hiç rahat yatağında ölen yok Sahabeden.
Hepsi şehid oldular, küffarla cenk ederken.
Ah Halid!, Şehidliğe kavuşamayan Halid!
Ömrün cenklerde geçti, çok kişi buna şahid.
Vücudumda bir karış yer yoktur ki, orası,
Almasın ok ve kılıç, yahut mızrak yarası.
Yıllarca, islam için, savaş meydanlarında,
At koşturan bu Halid, ölüyor yatağında.
Halbuki kılıç elde, harp ederken küffarla,
Düşüp şehid olmayı isterdim ne de fazla.)
Hatırladı o anda meşhur Yermük gününü.
Daha da mahzunlaştı, dedi: (Ah! Yermük günü!
Kanların, bir sel gibi aktığı ah o Yermük!
Hiç hatırlamıyorum bir savaş, senden büyük.
Hatta üçbin yiğitle, yüzbin kâfire karşı,
Muzaffer olduğumuz meşhur Mute savaşı.
Ey Yermük! Mute’yi de unutturdun sen bize.
O ne müthiş gündü ki, nakşolmuş zihnimize.
O at kişnemeleri, (Allah Allah!) sesleri,
İnsanlara dar gelen kanlı Yermük vadisi.
Kendimi, o vadide hissediyorum şu an.
Ya Rabbi, dirilt beni bir harp olduğu zaman.
Ben dahi katılıp da, küffarla cenk edeyim.
Savaşın hakkı neyse, yetişip tam vereyim.
Bu cihada, muhakkak sarılın ey insanlar!
Zira ancak cihadla korunur bu topraklar.)
Sonra rica etti ki: (Kaldırınız beni az!)
Kaldırdılar, kılıca dayanıp durdu biraz.
Dedi: (Şimdiye kadar, ben taşıdım hep seni.
Bu günden sonra ise, sen taşı biraz beni.
Ya Rabbi, sanki cenkte savaşırmışcasına,
Can verip kavuşmayı isterim şimdi sana.
Atım ve kılıcımdan başka yoktur bir şeyim.
Rabbimin huzuruna, böyle gitmek isterim.
Kabrimi, kılıcımla kazınız ey insanlar!
Kılıç şakırtısından zevk alır kahramanlar.)
Söyledi daha sonra kelime-i şehadet.
Yatağına düşerek, vefat etti nihayet
.
29 - SELMAN-I FARİSİ (Radıyallahü Anh
.Babası mecusi idi
Gün geçtikçe, islamın nuru yayılıyordu.
Resul'ün sevgisiyle, kalpler parıldıyordu.
Onun hasreti ile bekleşen susamış halk,
Bir arayış içinde Medine’ye koşarak,
Huzur buluyorlardı görmekle Onu bir an.
Şerefleniyorlardı etmekle Ona iman.
Bunlardan birisi de, Selman-ı Farisi’ydi.
Bu zatın annesi ve babası mecusiydi.
Bu mübarek sahabi, doğmuştu İsfehan’da.
İkiyüz elli sene ömür sürdü dünyada.
Ehl-i beytten sayılan bu büyük mübarek zat,
Hayatını, şöylece anlatır kendi bizzat:
Doğdum ben İsfehan'ın Cey denen bir köyünde.
Ve en zengin insanı, babamdı o köyün de.
Bir hayli fazla idi arazimiz, malımız.
Çoktu bundan ötürü köyde itibarımız.
Ben, babamın tek oğlu idim ki, bundan sebep,
Kız gibi yetiştirdi ev içinde beni hep.
Kendi mecusi olup, ateşe tapınırdı.
Bu dinin icabını, bize de yaptırırdı.
Malik olduğu için çok bahçe ve bağlara,
Beni de bir gün alıp, götürdü oralara.
Dedi ki: (Ey evladım, gez şu bağı, bostanı.
Benden sonra senindir, mallarını gör, tanı.)
(Peki) deyip, giderken birgün o araziye,
Rastladım yol üstünde olan bir kiliseye.
İnsanlar, içeride yapıyordu ibadet.
Böyle şeyi, ilk defa görünce ettim hayret.
Zira bizim dinimiz, buna benzemiyordu.
O anda kalbimde bir tereddüt hasıl oldu.
Bizim ibadetimiz, tapınmaktı ateşe.
Bir türlü ermiyordu zaten aklım bu işe.
Görünce kilisede ibadet edenleri,
Düşündüm ki; Bunların, daha doğru dinleri.
Tarla ve bahçemizi gezmekten vazgeçerek,
Seyrettim hep onları, sabahtan akşama dek.
Sonra, yaşlı birine sual ettim; (Hey, baba!
Bu dinin asıl yeri nerededir acaba?)
O, (Şam'dadır) deyince, yine sual ettim ki:
(Şam'a gitsem, beni de kabul ederler mi ki?)
O zat (Evet) deyince, sordum ki ben bu sefer:
(Var mıdır sizden Şam'a gidecek bir kimseler?)
(Yakında olabilir) deyince bana o zat,
Çok sevindim ve lakin ilerlemişti saat.
Karanlık basmış idi, korkarak eve vardım.
Babam hemen sordu ki: (Neredesin evladım?
Vaktinde gelmeyince, kaldık hayli merakta.
Aramadığımız yer kalmadı köyde hatta.)
. Bana Rabbimi tanıt
Dedim ki: (Babacığım, dediğin o bağlara,
Bu sabah çıkıp gittim, dolaşırken bir ara,
Rastladım yol üstünde kilisenin birine.
Merak edip, hemence, girdim içerisine.
Baktım, birçok insanlar ediyorlar ibadet.
Onların bu halleri, hoşuma gitti gayet.
Onlar, görmedikleri, herşeye kadir olan,
Kudretli bir Allah’a ediyorlarmış iman.
Ben bunları görünce, anladım ki, muhakkak,
Bizim dinimiz bâtıl, onlarınki doğru, hak.)
Babam bunu duyunca, bana dedi: (Ey oğlum!
Bu düşüncen çok yanlış, sana doğru diyorum.
Baban ve ecdadının dini daha doğrudur.
Onların hallerine adanma, doğru budur.)
Dedim ki: (Hayır baba, ben öğrendim herşeyi.
O din, bizim bu dinden, daha doğru ve iyi.
Onlar inanıyorlar hak olan bir Allah’a.
İnandım ki, o dinden iyi din yoktur daha.)
Babam bana çok kızıp, ayak ve ellerimden,
Bağlayıp, bir odaya hapsetti beni hemen.
O halimle ben yine, Şam'ı düşünüyordum.
Oraya gitmek için, çareler arıyordum.
Ve bir gün öğrendim ki; köyümüzden ta Şam'a,
Bir kervan gidecekmiş, hem de o gün akşama.
Ellerimi çözerek, gizlice kaçtım evden.
Şam'a giden kervana katıldım gidip hemen.
Şam'a vasıl olunca, hıristiyan dininin,
En büyük âlimini öğrendim hemen ilkin.
Sevinç ve heyecanla, gidip buldum âlimi.
Huzuruna varınca, arz eyledim halimi.
Dedim ki: (İzin verin, kalayım evinizde.
Olayım gece gündüz, sizin hizmetinizde.
Yeter ki, öğreneyim hıristiyan dinini.
Tanıtın bir de bana, âlemlerin Rabbini.)
O kabul eyleyince, hizmetine girdim tam.
Böyle onun yanında, bir müddet ettim devam.
Lakin bir müddet sonra, anladım ki ben bizzat,
O, dedikleri gibi değilmiş iyi bir zat.
Zira fakirler için aldığı akçeleri,
Fakirlere vermeyip, yığıyordu ekseri.
Bir müddet sonra bu zat, göçtü ebediyete.
Geldi hıristiyanlar defin için hizmete.
Dedim ki: (Neden buna ilgi gösterirsiniz?
Bu, hürmet edilmeye layık değil, biliniz.)
Bana inanmayınca, söyledim hakikati.
O zaman inandılar onlar da bana kati.
Geçti başka birisi, o âlimin yerine.
Ben de geçtim bu sefer, bu zatın hizmetine.
. Son Peygamber geliyor
Bu yeni hıristiyan âlimi sevdim gayet.
Zira dünya malına vermezdi ehemmiyet.
Dünyadan ahirete döndürmüştü yüzünü.
Taatle geçirirdi gece ve gündüzünü.
Bir gün ona dedim ki: (Ey kıymetli efendim!
Yıllardır yanınızda bulunup hizmet ettim.
Lakin bir gün gelir de, siz vefat ederseniz,
Bana, hangi âlimi tavsiye edersiniz?)
Dedi ki: (Ey evladım, Şam'da yok öyle bir zat.
Musul'daki âlime tâbi ol gidip bizzat.)
O vefat ettiğinde, vardım Musul iline.
O âlimi bularak, koyuldum hizmetine.
O da, evvelki gibi çok zahid idi, fakat,
Onun da ömrü bitip, eyledi bir gün vefat.
Ona dahi ölmeden arz edince halimi,
Söyledi Nusaybin’de bulunan bir âlimi.
Musul'dan ayrılarak, ulaştım Nusaybin'e.
O âlimi bularak, katıldım hizmetine.
Çok derin âlim olup, zahid idi begayet.
Onun dahi vefatı yakın oldu nihayet.
Dedim ki: (Ey efendim, siz vefat ederseniz,
Beni, hangi âlime acep gönderirsiniz?)
Dedi: (Amuriye'de bir âlim var ki evlat,
Hıristiyan dininde çok azdır böyle zevat.)
O vefat ettiğinde, gittim Amuriye’ye.
Ki, o âlim, Rabbimi tanıtsın bana diye.
O âlimi bularak, yıllarca ettim hizmet.
Onun dahi vefatı yaklaştı en nihayet.
Dedim ki: (Göçerseniz siz de ebediyete,
Kime gönderirsiniz bu fakiri hizmete?)
Dedi ki (Buralarda yok öyle âlim bir zat
Ahir zaman Nebisi yakında gelir fakat.
Arap'tan çıkacaktır o Peygamber Vallahi.
Onu müjdelemiştir İsa Peygamber dahi.
Alameti şudur ki, O, kavminin şerrinden,
Hurması bol bir yere, hicret eder şehrinden.
Sadaka almaz ama, kabul eder hediye.
Sırtında bir ben vardır, Mühr-ü Nübüvvet diye.)
Çok hoşuma gitmişti o âlimin sözleri.
O günden çok sevmiştim dediği Peygamberi.
Artık Arap iline gitmeyi istiyordum.
O Resule yetişip, iman etsem diyordum.
Bu arzular içinde günler geçti aradan.
Duydum: Arap iline gidecekmiş bir kervan.
Bir hayli mal vererek o kervan sahibine,
Dedim ki: (Beni dahi götür Arap iline.)
Kabul edip, beni de kafileye aldılar.
Sonra ihanet edip, köle diye sattılar.
. İşte ilk alamet
Beni, bir yahudiye satınca o kimseler,
Gördüm çok o diyarda hurmalık ve bahçeler.
Lakin ben, o beldeye edemedim muhabbet.
O yahudi kimseye, hizmet ettim bir müddet.
Sonra o, sattı beni başka bir yahudiye.
O dahi beni alıp, getirdi Medine’ye.
Bu yeri görür görmez, çok ısındım, pek sevdim.
Sanki ben, bu beldeyi önce görmüş gibiydim.
Dedim: İşte burası hurması bol olan yer.
O Peygamber, herhalde bu yere teşrif eder.
Geçiyordu günlerim artık hep Medine’de.
Bağ bahçe işlerini yapıyordum bu yerde.
Lakin ben, teşrifini beklerdim bir kişinin.
Sabırsızlanıyordum Ona kavuşmak için.
Bir gün, o yahudinin bahçesinin birinde,
Hurma topluyor idim, bir ağaç üzerinde.
Altta, efendim ile, yavaş sesle, bir kişi,
Birşeyler konuştular, merak ettim bu işi.
Kulak verip dinledim, diyordu ki: (Mekke'den,
Kuba'ya biri geldi, geçen sabah erkenden.
Peygamber olduğunu ediyor halka izhar.
Evs ve Hazrecliler de Ona inanıyorlar.)
Ben bu sözü duyunca, kendimden geçtim o an.
Ve hatta sevincimden, düşecektim ağaçtan.
Hemen indim aşağı, dedim ki o kimseye:
(Ne diyorsun, kim gelmiş, ne diyormuş herkese?)
Sahibim sinirlenip ve bir tokat vurarak,
Dedi: (Ne yapacaksın, sen kendi işine bak!)
O gün akşam olunca, bir miktar hurma aldım.
Arayıp, o Resul'ün huzurlarına vardım.
Görünce ilk olarak cemalini nurunu,
Tahmin ettim beklenen Peygamber olduğunu.
İkram etmek üzere, aldığım hurmaları,
Ona takdim ederken, arz eyledim şunları:
(Bu hurma sadakadır, lütfen kabul ediniz.
Fakirlerle birlikte, afiyetle yiyiniz.)
Eshabını çağırıp, buyurdu: (Yiyin bundan.)
Ve lakin hiç yemedi kendisi o hurmadan.
Dedim ki, ilk alamet, işte bu olsa gerek,
Zira kabul etmedi sadakayı mübarek.
Teşrif ettiklerinde Medine beldesine,
Az hurma daha alıp, huzura vardım yine.
Hurmaları çıkarıp, Ona takdim eyledim.
Dedim ki: (Bu hurmalar, hediyedir efendim.)
Çağırdı Sahabeyi huzuruna bu sefer.
Baktım, yedi kendi de Eshabiyle beraber.
Dedim ki, işte budur o ikinci alamet.
Bir işaret kaldı ki, o da, (Mühr-ü Nübüvvet.)
. İmanla şereflendim
Ertesi gün, Resul'ün yanına gittim yine.
O ise gidiyordu, bir mevtanın defnine.
Mühr-ü nübüvvet’ini görmekti arzum o gün.
Bu niyetle, yanına yaklaştım o Resul'ün.
Muradımı anlayıp, kaldırdı gömleğini.
Görmekle şereflendim mühr-ü nübüvvetini.
Kendimi tutamayıp, o mührü öptüm hemen.
Ağlayıp, ırmak gibi yaş aktı gözlerimden.
Bu son alameti de görünce en nihayet,
İman edip, bana da nasib oldu hidayet.
Başımdan geçenleri, anlattım Peygambere.
Dinleyip, çok taaccüp eyledi o hallere.
Ve emir buyurdu ki bana hemen o Server:
(Ya Selman, Eshaba da bunları anlatıver.)
Lakin Arap dilini bilmiyordum o zaman.
Anlaşabilmek için, istedim bir tercüman.
Dil bilen bir yahudi gelmiş idi o yere.
Selman'ın sözlerini söylerdi Peygambere.
Lakin Resulullahı metheden sözlerini,
Kast ile değiştirip, söylerdi hep tersini.
Derhal Cibril-i emin inerek yeryüzüne,
Bildirdi bu durumu, Allah’ın Resulü'ne.
Bunu, kendisine de söyledikleri zaman,
Şehadeti getirip, o da oldu müslüman.
Ve Selman-ı Farisi girdiyse de bu dine,
Köleliğe, bir müddet devam etti o yine.
Allah’ın Sevgilisi buyurdu ki bir zaman:
(Kendini kölelikten azad eyle ya Selman!)
Gidip, efendisine söyledi bunu, fakat,
O buna, bir şart ile eyledi muvafakat.
Dedi: (Hemen dikersen üçyüz hurma fidanı,
Ve ne zaman gelirse meyve verme zamanı,
Ayrıca, kırk ukiyye bana altın verirsen,
Ancak azad edersin kendini kölelikten.)
Ayrılıp geldi hemen Resul'ün huzuruna.
Yahudinin şartını arz etti aynen Ona.
Eshaba emretti ki Peygamber Efendimiz:
(Kardeşiniz Selman'a siz de yardım ediniz.)
Üçyüz hurma fidanı buldular hemen ona.
Çağırdı Resulullah onu huzurlarına.
Buyurdu ki: (Ya Selman, hazırla çukurları.
Bizzat ben, elim ile dikeceğim onları.)
O dahi, çukurları kazıp hazır edince,
Resul-i müctebaya haber verdi hemence.
Mübarek elleriyle, Resul, o fidanları,
Gelip, çukurlarına diktiler ayrı ayrı.
Resul'ün bereketi ve duaları ile,
O yıl meyve verdiler fidanlar tamamiyle.
. Kölelikten kurtuldu
Hem Selman-i Farisi anlatır ki kendisi:
Bir gün, beni sorarak arıyordu birisi.
Diyordu: (Kırk ukiyye altını, sahibine,
Verip de kavuşacak, kimdir hürriyetine?)
Baktım, pek tanıdığım kimselerden değildi.
Bana, yumurta kadar bir altın verip gitti.
Alarak o altın'ı o kimsenin elinden,
Allah’ın Resulü'nün yanına koştum hemen.
Dedim: (Ya Resulallah, bu altın hafif biraz.
Onun istediğinden, zannederim daha az.)
Allah’ın Sevgilisi, aldı onu eline.
Sürüverdi mübarek dilinin üzerine.
Buyurdu ki: (Al şimdi, yahudiye götür ver.
Zannederim bu altın, borcunu eda eder.)
Götürüp verdiğimde, yahudi tarttı onu.
Gördü istediğinden hem ağır olduğunu.
Resul-i müctebanın bu mucizesi ile,
Kendimi, kölelikten kurtardım böylelikle.
Vakta ki kölelikten azad etti kendini.
Sepet örüp satmakla sağlardı geçimini.
Kârının bir kısmıyla kendi geçiniyordu.
Kalanı, fakirlere hediye ediyordu.
Çok ibadet ederdi gece karanlığında.
İbadetsiz gecesi, geçmedi hayatında.
Bazı gece, Resul'ün huzuruna giderek,
Sohbet ediyorlardı baş başa, sabaha dek.
Öyle dalmış idi ki Resul'ün sevgisine,
Hiç tatlı gelmiyordu başka şey kendisine.
Tamamen ahirete çevirmişti gönlünü.
Rabbine ibadetle geçirdi bir ömrünü.
Dünyaya, zerre kadar vermezdi ehemmiyet.
Zira onun gözünde, var idi sırf ahiret.
İmana kavuşunca, Eshab-ı soffa denen,
Ehl-i ilim zatlardan biri oldu o hemen
. Hendek gazası
Nadiroğullarını, Allah’ın Sevgilisi,
Medine'den kovunca, çıkıp gitti cümlesi.
Fitne fesat kaynağı olan bu yahudiler,
Kimi Şam'a, kimi de Hayber'e yerleştiler.
Lakin o hainlerin, Resulullaha olan,
Kin ve düşmanlıkları çoğaldı hiç durmadan.
Başları olan Huyey, on-onbeş kimse ile,
Mekke'ye gitti hemen, intikam gayesiyle.
Gidip, Ebu Süfyan'la konuştular bu işi.
Resul'ü kastederek dediler ki: (Bu kişi,
Hem sizin, hem de bizim düşmanımızdır şu an.
Öyleyse vücudunu kaldıralım ortadan.
Bizler, sonuna kadar sizin yanınızdayız.
Ve asla yanınızdan bir adım ayrılmayız.)
Ebu Süfyan dedi ki: (Hemfikiriz ve lakin,
Biz nasıl güveniriz sizlere bu iş için?
Bizim putlarımıza taparsanız eğer ki,
Doğru dediğinizi anlarız biz de belki.)
O böyle söyleyince, yahudiler bu kere,
Putlara secde edip, kapandılar yerlere.
Kitaplı kâfir iken onların herbirisi,
Dinlerini terk edip, kitapsız oldu hepsi.
Mekkeli müşriklerle, o hain yahudiler,
İslamı yıkmak için, o gün yemin ettiler.
Ve harp hazırlığına başladılar hemence.
Komşu kabilelere adamlar gitti önce.
Onlara, çok para ve dünyalık vadederek,
Harbe teşvik ettiler nutuklar söyleyerek.
Ve Mekke civarında, hemen dörtbin kişilik,
Bir kuvvet çıkıverdi ortaya hemencecik.
İltihak da olunca birçok kabilelerden,
Müşriklerin sayısı onbine çıktı hemen.
Resulullah, toplayıp Sahabe-i güzini,
Haber verdi küffarın savaşa geldiğini.
Ve onlara sorarak, buyurdu: (Ey Eshabım!
Ne dersiniz, bu harbi biz nerede yapalım?)
Eshabın ekserisi dediler ki cevaben:
(Burada cenk edelim, çıkmayalım bu yerden.)
Selman-ı Farisi de söz alarak o anda,
Dedi: (Ya Resulallah, bizim Acemistanda,
Bir baskın ihtimali olunca düşmanların,
Büyük hendek kazarlar etrafına oranın.)
Resulullah ve Eshap, bu fikri beğendiler.
Bu tarzda çarpışmaya derhal karar verdiler.
Resul'ün emri ile Sahabenin her biri,
Kazmaya başladılar acilen hendekleri.
Ve hatta bu iş için, civar kabilelerden,
Kazma kürek ve külünk aldılar gidip hemen.
. Şimşekler çakmıştı
Selman-ı Farisi de, iyi hendek kazardı.
On kişinin işini, tek başına yapardı.
Lakin o da rastladı gayet sert bir kayaya.
Öyle ki, imkan yoktu onu parçalamaya.
Bera bin Azib der ki: Toplandık o yere biz.
O kayayı kırmaktan, aciz kaldık hepimiz.
Mecburen arz eyledik Resul-i kibriyaya.
Allah’ın Sevgilisi teşrif etti oraya.
Bir balyoz isteyerek, o hendeğe indiler.
Neticeyi, merakla bekliyorduk ki bizler,
İndirdi balyozunu o kayaya aniden.
O vuruşla, kayadan bir parça koptu birden.
Ve o zaman bir şimşek çaktı ki hem de yine,
Onun ışığı ile, aydınlandı Medine.
Allah’ın Sevgilisi, kaldırıp balyozunu,
Yine, ikinci defa kayaya vurdu onu.
Bir parça daha koptu o vuruşla kayadan.
Ve yine şimşek çaktı her yeri aydınlatan.
Resulullah, balyozu kaldırıp son bir defa,
Vurunca, çok kuvvetli şimşek çaktı bir daha.
Şimşeğin ışığında, her yer aydınlanmıştı.
Ve kaya, bu vuruşla paramparça olmuştu.
Selman-i Farisi’nin yardımıyla bu defa,
Resulullah, hendekten çıktılar dışarıya.
Her vuruşta bir şimşek çaktığını o zaman,
Her kişi görmüş idi Sahabe-i kiramdan.
Selman-ı Farisi de görmüştü ki bu hali,
Peygamber-i zişana arz etti şu suali:
(Anam, babam ve canım feda olsunlar sana.
Neydi o ışıklar ki, yükseldi asumana?)
Resulullah, Eshaba dönüp sual etti ki:
(Selman'ın gördüğünü, siz de görünüz mü ki?)
Arz ettiler ki: (Evet, biz de gördük iyice.
Biz de tekbir getirdik, siz tekbir getirince.
Her bir vuruşunuzda, çok kuvvetli bir ışık,
Çıktı ki, böylesine hiç şahit olmamıştık.)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki o zaman:
(Sizin gördüğünüzü, ben de gördüm ya Selman!
Şöyle ki, ilk külüngü kayaya vurduğumda,
Kisra’nın köşklerini gördüm aydınlığında.
İkinci vuruşumda çıkan ışıkta dahi,
Gördüm Rum kayserinin kırmızı köşklerini.
Üçüncüde, San'anın köşklerini bittamam,
Görünce, geldi bana Cibril aleyhisselam.
Dedi: Ya Resulallah, müjde vereyim size.
Gördüğünüz o yerler geçecek elinize.)
Hazret-i Selman der ki: (Ne dediyse o Server,
Ayniyle vuku bulup, bize geçti o yerler.)
. Onlar böyleydi
Hazret-i Ömer Faruk, Selman-ı Farisi’ye,
Emir verip, İran'a gönderdi vali diye.
O dahi veda edip, İran'a geldi hemen.
Başladı vazifeye, hiç vakit geçirmeden.
Vali oldu ise de İran'a her ne kadar,
Yine tevazu ile yaşardı, orta karar.
Az şey ile geçinir, ederdi hep kanaat.
Sürerdi fakirane, gayet sade bir hayat.
Ve lakin biraz ağrı gelince bedenine,
Çağırıp sordu bunu, o yerin tabibine.
O dedi: (Bu illete, Şam kilimi iyidir.
Al da kullan evinde, gayet faidelidir.)
Tabibin tavsiyesi bu olunca kendine,
O kilimden, bir adet alıp serdi evine.
Ve lakin dedikodu yaptı bunu ahali.
Dediler ki: (Değişti valinin eski hali.
Önceleri hiçbir şey bulunmazken elinde,
Şimdi, Şam kilimleri serilidir evinde.
Bulamayan var iken bir ekmek dilimini,
O, nasıl kullanıyor hem de Şam kilimini?)
Sonra bu dedikodu ulaştı Medine'ye.
Şikayet eylediler valiyi Halifeye.
Ne zaman ki Halife muttali oldu buna,
Selman-ı Farisi’yi çağırdı huzuruna.
Gayesi şu idi ki, öğrensin hakikati.
Yoksa o, valisine güvenirdi pek kati.
Vali emri alınca, binerek devesine,
Acele vasıl oldu, Medine beldesine.
Emir-ül müminini görünce ta öteden,
Devesinden inerek, yaklaştı ona hemen.
Müsafeha ederek, arz etti ki: (Ya Ömer!
Affedin bendenizi kusurum varsa eğer.)
Buyurdu: (Geldi bana, senden bazı şikayet.
Nedir o Şam kilimi, hakikati beyan et.)
Dedi: (Hastalığıma iyi geldiği için,
Almıştım o kilimi, doğrusu budur işin.
Yoksa, Resulullahın yolundan ayrılmadım.
Ayrılmam asla yine o yoldan tek bir adım.)
Halife memnun olup, buyurdu ki: (Ya Selman!
Sen de, benim hatamı duydunsa eyle beyan.)
Dedi: (Ben de duydum ki, halen zat-ı aliniz,
İki kat elbiseye birden malikmişsiniz.
Peygamber-i zişanın tek elbise giydiği,
Zat-ı alinizce de malumdur gayet iyi.)
Dedi: (Evet, maliktim iki kat elbiseye.
Lakin verdim birini, daha muhtaç kimseye.
Sonra tövbe ederek, ettim ki şöyle niyaz:
Ya Rab, Resul yolundan ayırma beni biraz)
. Biz yolcuyuz
Selman-ı Farisi’nin bu dünyaya sevgisi,
Asla olmadığından, eskiydi elbisesi.
Medayin'de valiyken, bir yabancı gelmişti.
Onu böyle görünce, bir hamal zannetmişti.
Yanında, incir dolu çuvalı göstererek,
(Al şunu taşı!) dedi, hem de emir vererek.
Yüklendi o çuvalı, hiç itiraz etmeden.
Başladı taşımaya hiçbir şey söylemeden.
Görenler, o adama dediler: (Sen ne yaptın?
O, burada validir, herhalde tanımadın.)
Adam dedi: (Efendim, affedin bendenizi.
Yabancı olduğumdan tanımadım hiç sizi.)
Lakin o, çuvalını indirmedi sırtından.
Götürdü eve kadar o adamın ardından.
Bu zat buyuruyor ki: (Üç şey beni ağlatır.
Biri, Resulullahın vefat ayrılığıdır.
Mahşerde halim acep nasıldır, bilmiyorum.
Bunu bilmediğimden, devamlı ağlıyorum.
Bilmiyorum hesaptan sonra olan halimi.
Cennete mi giderim, yoksa Cehenneme mi?)
Dünyaya zerre kadar rağbet göstermiyordu.
Yoruluncaya kadar ibadet ediyordu.
Birazcık dinlenince, derdi kendi kendine:
(Dinlendin, yeter artık, başla ibadetine.)
Geceleri, evinde ibadet yapardı hep.
Allah ve Resulü'nden ederdi haya, edep.
Öyle dalmış idi ki Resul'ün sevgisine,
Hiç tatlı gelmiyordu başka şey kendisine.
Kinde kabilesinden bir kızla evlenmişti.
Evlendiği hanımın hanesine gelmişti.
Baktı ki duvarlarda türlü ziynet ve süsler.
Dedi: (Ancak Kâbe’ye yakışır bu ziynetler.)
Daha sonra gördü ki, evinde çok eşya var.
Hanımına sordu ki: (Kimindir bu eşyalar?)
(Bize ait) deyince, dedi: (Yolculuktayız.
Yolcuya lazım olan kadar olsun malımız.)
Sonra kalktı namaza, çok ibadet eyledi.
Ağlayıp, gözyaşıyla Rabbine dua etti.
Bir Cuma günü idi, valiyken Medayin'de,
Hutbe okuyor idi o Cuma minberinde.
Selman-ı Farisi’nin sırtındaki hırkası,
Eski olup, var idi hem de iki yaması.
Sonra maaş verildi beytülmaldan kendine.
Dağıtırdı hepsini halkın fakirlerine.
Tavanı bulunmayan bir evde yaşıyordu.
Bir yöne güneş gelse, gölgeye kaçıyordu.
Bu büyük sahabinin hürmetine ilahi!
Yüksek şefaatine kavuştur bizi dahi.
.
30 - EBU HÜREYRE (Radıyallahü Anh)
.Eshab-ı soffa
Sayıları on ile dörtyüz olan bu zevat,
Resul'ün sohbetinde bulunurdu çok saat.
Bunlar, ya huzurunda olurlardı Resul'ün,
Yahut da ibadetle meşgullerdi gece gün.
Bu, pek faziletli ve mübarek sahabiler,
Bir irfan ordusunun eriydi hepsi birer.
Peygamber Efendimiz, onları çok severdi.
Onlarla sohbet eder, oturup yemek yerdi.
İşte bu faziletli, ilim ehli insanlar,
Eshab-ı soffa diye tanındı o zamanlar.
Bu Eshab-ı soffa’dan biri, Ebu Hüreyre.
Şöyle anlatmaktadır halini o bir kere:
Der ki: (Yemeksizlikten, çok zaman aç kalırdım.
O zamanlar taş alıp, karnıma bastırırdım.
Yine böyle bir taşı, bastırmışken karnıma,
Aniden Resulullah teşrif etti yanıma.
Halimi anlayarak, bana gülümsediler.
(Benimle gel!) buyurup, eve doğru gittiler.
Ben dahi peşlerinden gittim emirleriyle.
Hane-i saadete vardık kendileriyle.
O anda, evlerinde bir bardak süt var idi.
Buyurdu ki: (Eshab-ı soffa’yı çağır haydi!)
Çağırdım, hep birlikte huzura vasıl olduk.
İzin alıp girerek, bir yerlere oturduk.
Bana buyurdular ki: (Gel ya Eba Hüreyre!
Bu sütü, sıra ile içir bu kimselere.)
(Peki) deyip, o sütü aldım Resulullahtan.
Verdim Ehl-i soffa’nın her birine sıradan.
Her biri, doya doya o sütten içiyordu.
Sonra, bana bardağı iade ediyordu.
Hepsi içip doyunca, alıp içtim ben dahi.
Bir bardak süt, herkese kâfi geldi Vallahi.
Sonra Resulullah da içtiler saadetle.
Süt hiç eksilmemişti, gördüm bunu hayretle.
Yine Ebu Hüreyre anlatır ki şöylece:
Resul ile, çarşıya çıkmıştık beraberce.
Pazardan öteberi alıp Fahr-i kainat,
Satıcıya, parayı fazlaca verdi fakat.
Onun bu ihsanından, satıcı memnun kalıp,
Derhal öpmek istedi ellerine kapanıp.
Lakin Peygamberimiz vermedi buna izin.
Buyurdu: (Bir sebep yok elimi öpmen için.
Çünkü ben, ne melikim ve ne de padişahım.
Ben, sizin içinizden sadece bir insanım.)
Sonra, satın aldığı o şeyleri alarak,
Başladı taşımaya oradan ayrılarak.
Ben taşımak istedim, buyurdu ki: (Her kişi,
Kendisi yapmalıdır kendine ait işi.)
. Resulullahın duası
Bir gün Ebu Hüreyre anlatıyor ki şöyle:
Bir zaman, fakir biri gelerek o Resule,
Dedi: (Ya Resulallah, bir kızım var ki benim,
O şimdi evlenecek, biraz yardım isterim.)
Ona buyurdular ki: (Olsaydı bu aralık,
Vermek isterdim sana, az da olsa dünyalık.
Yine de, bir ihsanda bulunayım size ben.
Yarın bana ufak bir şişe getir evinden.)
Ertesi gün, huzurda gördüm aynı kimseyi.
Verdi Resulullaha elindeki şişeyi.
Mübarek elleriyle, Resulullah bir şeyle,
Terinden, bir kaç damla sıyırdı o şişeye.
Buyurdu ki: (Kızına, bu, benden hediyedir.
Bunu, esans olarak kullansın, pek güzeldir.)
O kadın, o kokuyu kullandı uzun zaman.
Daha güzel kokardı, o, misk ve her esanstan.
Yine Ebu Hüreyre şöyle nakleder ki hem:
İmana gelmemişti önceleri validem.
Ne kadar uğraştıysam, hiç fayda vermemişti.
Ne yolu denediysem, asla kâr etmemişti.
Bazan yumuşaklıkla, bazan da sert söyledim.
Olmayınca, son çare Resulullaha geldim.
Dedim: (Ya Resulallah, anneme dua buyur.
Hak teâlâ, kalbine versin hidayet ve nur.)
Merhamet buyurarak, el kaldırıp o zaman,
Dua buyurdular ki, validem etsin iman.
Ben buna çok sevinip, ayrıldım o Resulden.
Büyük bir ümit ile anneme gittim hemen.
Yanına varmak için sabırsızlanıyordum.
İmana geldiğini görür müyüm? diyordum.
Bunları düşünerek eve vardım böylece.
Kapıyı çaldımsa da, açılmadı hemence.
Gayet sabırsızlanıp, kapıyı tekrar çaldım.
Yine açılmayınca, bir hayli meraklandım.
Ben böyle bekliyorken, kapıya geldi annem.
Şehadet söylüyordu açarken kapıyı hem.
Dedi ki: (Biraz önce, otururken şurada,
Kalbim birden değişip, yumuşadı o anda.
Yani islama karşı, bende bir meyil oldu.
Kalbim, Resulullahın muhabbetiyle doldu.
İçimde abdest alma ihtiyacını duydum.
Sen kapıya vururken, ben abdest alıyordum.)
Ben bunları duyunca, ağladım sevincimden.
Hemen birbirimize sarıldık o sevinçten.
Resulullaha gittim daha sonra ben yalnız.
Dedim: (Elhamdülillah, kabul oldu duanız.)
Peygamber-i zişan da buna çok sevindiler.
(Sonsuz şükürler olsun Rabbimize) dediler.
.
31 - ABDULLAH BİN ÖMER (Radıyallahü Anh)
.Ehl-i beyte hürmet
Ömer ibni Hattab'ın devriydi ki bir zaman,
Çok fazla ganimetle dönüldü bir gazadan.
Zira kavuşulmuştu çok büyük bir zafere.
Toplanan ganimetler dağılırdı erlere.
Hazret-i Ömer dahi, bizzat bulunuyordu.
Erlerin hissesini, o tayin ediyordu.
Ganimet, hisse hisse dağılırken erlere,
Hazret-i Hasan geldi hisse için o yere.
Halife, görür görmez o zatın teşrifini,
(Bin dirhem gümüş verin!) diye verdi emrini.
Az sonra teşrif etti Hazret-i Hüseyin de.
(Bin dirhem) tayin etti onun hissesini de.
Her ikisine dahi gösterdi saygı, edep.
Sonra, oğlu Abdullah eyledi hisse talep.
(Beşyüz dirhem) verince hissesini oğlunun,
Dedi ki: (Babacığım, hikmeti nedir bunun?
Sizce de malumdur ki, ben yetişkin bir gencim.
Hem de Resulullahla vakidir hayli cengim.
Arz ettiğim hususlar malumken sizce de hem,
Ne için bendenize verdiniz beşyüz dirhem?
Henüz taze gençtirler Hasan ile Hüseyin.
Harp tecrübeleri de fazla değil, bilirsin.
Bu dahi zatınızca belli ve malum iken,
Onlara biner dirhem verdiniz, acep neden?
Bilirim, bir hikmeti elbet vardır bu işin.
Lakin bilmek isterim, bu ayırım ne için?)
Buyurdu ki: (Ey oğlum, otur da beni dinle.
Bir mi olmak isterin sen Hasan, Hüseyin'le?
Aliyyül Mürteza’dır onların pederleri.
Hem de Resulullahtır mübarek dedeleri.
Hazret-i Fatıma’dır anneleri onların.
Şanları çok yüksektir o iki bahtiyarın.
Cafer-i Tayyar ile Hazret-i Ukayl dahi,
Amcaları olurlar onların bizatihi.
Hazret-i Ümmü Gülsüm ve Rukayye hatunlar,
O iki mübareğin teyzeleri olurlar.
Onlar, Resulullahın elinde büyüdü hem.
Olur mu bundan büyük bir fazilet ve kerem?
İşte onlar, Resul'e olmuşken böyle yakın,
Sen, kendini onlarla yoksa bir mi tutarsın?)
Abdullah, babasından duyunca bu sözleri,
Utandı, mahcub oldu, yaşla doldu gözleri.
Hazret-i Ali'nin de bu gitti kulağına.
Hasan'la Hüseyin'i çağırdı huzuruna.
Dedi: (Resulullahtan duymuştum Ömer için:
O, islamın nuru ve ışığıdır Cennetin.)
. Resulullahtan ayrılmazdı
Abdullah bin Ömer’den nakledilir ki: Bizler,
Bir yere gidiyorduk o Resulle beraber.
Yolda bir köylü ile karşılaştık bu defa.
Ona sual etti ki: (Ey köylü ne tarafa?)
(Evime gidiyorum) deyince, sordu hemen:
(Hayırlı bir iş yapmak ister misin peki sen?)
Köylü, merak içinde sordu ki: (O iş nedir?)
Buyurdu: (Allah’a ve bana iman etmendir.
Yani Allah’tan başka ilah olmadığına,
Muhammed'in de Onun Resul'ü olduğuna,
Şehadet getirip de, eğer iman edersen,
En hayırlı bir işi işlemiş olursun sen.)
Köylü sual etti ki: (Şahidin var mı buna?)
Buyurdu: (Ebette var, yeter ki inan bana.
Mesela şu ilerde gördüğün ağaç dahi,
Buna şehadet edip, inanır bizatihi.)
O esnada ağaçtan bir nida geldi bizzat,
Diyordu ki: (Allah’ın Peygamberidir o zat.)
Köylü şahit olunca bu hale bizatihi,
Şehadeti söyleyip iman etti o dahi.
Çok severdi Resul'ü hem Abdullah bin Ömer.
Çoğu zaman, Onunla bulunurdu beraber.
Yanından bir an bile istemezdi ayrılmak.
En büyük arzusuydu, hep Onunla bulunmak.
Resulullah, namazı nerede kılsa idi,
O dahi aynı yerde kılmak arzu ederdi.
Pek çok hadiselere şahid oldu yanında.
Çok hadis-i şerifler dinledi huzurunda.
Hadis-i şerifleri en çok rivayet eden,
Biri de Abdullah bin Ömer’di Sahabeden.
İbadette, sohbette, Veda Haccında bile,
Beraber bulunmuştu hep Resulullah ile.
Helal, harama ait hadis-i şeriflerden,
Yarıdan fazlasını, odur rivayet eden.
Resulullahtan sonra, altmış yıl, insanlara,
Fetva verip, islamda hizmet etti ihlasla.
Çok sevdiği bir şeyi, halis niyet ederek,
İhtiyacı olana verirdi hem severek.
Çünkü biliyordu ki, âyet-i kerimede,
Şöyle buyurmaktadır Hak teâlâ bir yerde:
(Beğendiklerinizden çıkarıp vermezseniz,
İyiler rütbesine asla eremezsiniz.)
Velhasıl Allah için yapardı her bir işi.
Yok idi insanlarla hiçbir alış verişi.
.
32 - ÜMMÜ HIRAM (Hala Sultan) (Radıyallahü Anha
.İlk deniz seferi
(Hala Sultan) olarak bilinen bu hanım zat,
Süt teyzesi olurdu Resulullahın bizzat.
Medine'de bir evi vardı ki bu hatunun,
Sık sık ziyaretine giderdi Resul bunun.
O da, Resulullaha ederdi ikram, izzet.
Bu yüzden kendisine nasib oldu çok hizmet.
Yine bir gün, o Server bu haneye varmıştı.
Orada az uyuyup, gülerek uyanmıştı.
Sordu: (Ya Resulallah, uyudunuz yatınca.
Hikmeti ne idi ki güldünüz uyanınca?)
Buyurdu: (Ümmetimi gördüm ki ben deminden,
Gemilerle gazaya gidiyorlar denizden.)
Dedi: (Ya Resulallah, ne olur dua eyle.
Ben dahi bulunayım o cenkte onlar ile.)
Kırmadı ricasını, buyurdu: (Ya ilahi!
O deniz seferinde bulundur bunu dahi.)
Hakikaten hazret-i Osman'ın emri ile,
Bir sefer düzenlendi, Kıbrıs'a gemi ile.
Eshap, açılıyordu denize ilk olarak,
Çok sayıda gönüllü etti buna iştirak.
Ebu Zer, Ebüdderda ve Ümmü Hiram gibi,
Katıldı bu sefere birkaç büyük sahabi.
Ümmü Hiram, o zaman seksenaltı yaşında ,
Şehid olmak isterdi, bu deniz savaşında.
Vardı islam ordusu Kıbrıs sahillerine.
Şöyle teklif ettiler o Rum kâfirlerine:
(Ya imana geliniz veya cizye veriniz.
Yoksa savaşacağız, bunu böyle biliniz.)
Rumlar, ilk ikisini reddedince cevaben,
Denizde şiddetli bir cenk başladı aniden.
Ümmü Hiram çok yaşlı olduğu halde bile,
Savaştı kılıç elde şehadet ümidiyle.
Yerinde duramıyor, acele ediyordu,
Bir an önce bu fetih gerçekleşse diyordu.
Onun hali, herkesi düşürürdü hayrete.
Gençler onu gördükçe gelirlerdi gayrete.
Sonra bir çıkarmayla içerlere daldılar.
Kaçan Rum ordusunu hayli kovaladılar.
Hazret-i Ümmü Hiram, o gün, kılıç elinde,
Savaştı arslan gibi atının üzerinde.
Velakin Larnaka'da, atı tökezleyerek,
Düştü ve şehid oldu, en son (Allah!) diyerek.
Ümmü Hiram, şimdi de o yerde yatmaktadır.
Kabrinden, yüzyıllarca nur ve feyz saçmaktadır.
.
33 - ÜMMÜ HANİ (Radıyallahü Anha)
.Hiçbiri gözümde yok!
Resulullah, gördüğü her kavme, kabileye,
Varıp bildiriyordu (Hak mabud birdir) diye.
Ve lakin hiçbir kimse imana gelmiyordu.
Himaye ve yardıma, kimse yanaşmıyordu.
Ayrıca yaparlardı türlü zulüm, işkence.
Böyle sıkıntılarla geçerdi gün ve gece.
Her nereye gitseydi, görüyordu eziyet.
Kime ne söyleseydi, işitirdi hakaret.
Zeyd bin Harise ile, islamın tebliğine,
Taif'e gittiyse de, hakaret gördü yine.
O alçak Taif'liler, Onu yuhaladılar.
Gençleri toplayarak, hatta taşa tuttular.
Mübarek bacakları incinip yaralandı.
Zeyd’in başı yarılıp, kanlar içinde kaldı.
Kalbi çok incinmişti o gün Taif ehline.
Üzgün ve yorgun halde, Mekke'ye döndü yine.
Her yeri düşman idi lakin Mekke şehrinin.
Gidecek bir yer yoktu o gece Resul için.
Doğruca, amcasının kızı Ümmü Hani’ye,
Gidip çaldı kapıyı, ses geldi (Kim o?) diye.
Dışardan seslendi ki: (Amcan oğlu Muhammed,
Misafir geldim sana, kabul edersen şayet.)
O, kapıyı açarak, dedi ki: (Senin gibi,
Şerefli misafire can feda elbette ki.
İnşallah hayır vardır, böyle geldin geceden.
Keşke geleceğini bildirseydin önceden.
Bir şeyler hazırlardım ona göre yiyecek.
Ne yazık yok bir şeyim şimdi ikram edecek.)
Allah’ın Sevgilisi teşrif etti içeri,
Buyurdu ki: (İstemem bu dediğin şeyleri.
Hiçbiri gözümde yok, Rabbim görür, işitir.
Ona ibadet için, bir yer bana yetişir.)
Ümmü Hani, Resule (Peki) dedi ve hemen,
Getirip arz eyledi Ona ibrik ve leğen.
Daha sonra düşündü: Bunun düşmanları var.
Ve hatta kendisini öldürmek istiyorlar.
O halde şerefimi muhafaza edeyim.
Onu, sabaha kadar koruyup gözeteyim.
Alarak babasının kılıcını anında,
Dolaşmaya başladı evinin etrafında.
Allah’ın Sevgilisi, o gün çok incinmişti.
Kâfirlerden çok azar, hakaret işitmişti.
Abdest alıp, başladı Rabbine yalvarmaya,
Mübarek gözlerinden başladı yaş akmaya.
Ve kulların imana gelmesi için dahi,
Dua edip, Rabbine yalvardı bizatihi.
Lakin yorgun, üzgün ve çok açtı geldiğinde.
Hemen uyuyuverdi hasırın üzerinde.
. Kulaklarımı tıkadım
Peygamber Efendimiz, demeyip gündüz gece,
Halkı, islamiyet’e çağırırdı öylece.
Mekkeli müşrikler de, uğraşırlar idi ki,
Boşa gitsin Onun bu çalışma ve gayreti.
Birini görselerdi Onunla konuşurken,
Buna mani olmaya çalışırlardı hemen.
Dışarıdan Mekke’ye gelenleri görünce,
Gidip kötülerlerdi Resul'ü ona önce.
Zira Resulullahı kim görse idi bir an,
Sözlerini dinleyip, olurdu Ona hayran.
Tufeyl bin Amr-ı Devsi adında bir kimse de,
Bir iş için Mekke’ye gelmişti o günlerde.
Hemen onun yanına giderek o müşrikler,
Ona, Resul hakkında çok şeyler söylediler.
Dediler ki: (Geldin sen, bizim bu ülkemize.
Lakin bir tehlikeyi haber verelim size.
Burada, Muhammed bin Abdullah diye biri,
Vardır ki, çoktur Onun şaşılacak halleri.
Söylediği sözlerde, sihir tesiri vardır.
Öyle ki, oğulları babasından ayırır.
Onun o sözlerini, bir defa olsun duyan,
Çok beğenip, hemence ediyor Ona iman.
Onun fikirleriyle bu memlekette artık,
Aileler içinde başladı bir ayrılık.
Evladı babasından, kardeşi kardeşinden,
Ayırıyor kadını kocasından, eşinden.
Korkarım ki, bizim bu başımızdaki bela,
Sizin kavminize de olabilir mübtela.)
Kendisi anlatır ki: (Bu hususta, o kadar,
Fazla söylediler ki, korktum ve verdim karar.
Dedim ki: Öyle ise, Onu hiç görmeyeyim.
Ve Onun sözlerini asla dinlemeyeyim.
Hatta pamuk tıkadım kulağıma hemence.
Ki, Onun sözlerini duymayayım böylece.
Bir gün Kâbe’de iken, baktım, O da orada.
Okuduğu şeyleri işittim o arada.
Lakin okudukları, hoşuma gitti benim.
Hemen kendi kendime düşünüp, şöyle dedim:
(Ben, iyiyi kötüyü ayırt edemeyecek,
Kimse miyim ki, ondan, bana zarar gelecek.
Sözleri faydalıysa, dinler, kabul ederim.
Çirkin ve zararlıysa, dinlemez, terkederim.)
Bir tarafta gizlenip, başladım dinlemeye.
Ab-ı hayat sunardı sözleri gönüllere.
Hiçbir çirkin tarafı yoktu o kelamların.
Haksız olduklarını anladım ben onların.
Düşündüm: Akşamleyin, O, eve gittiğinde,
Gidip bir konuşayım kendisiyle evinde
. Tatlı dil, güler yüz
Tufeyl bin Amr-ı Devsi anlatıyor kendisi:
Kâbe’den eve gitti Allah’ın Sevgilisi.
Ben de gittim peşinden Onu edip çok merak,
Ve girdim içeriye, önce izin alarak.
Dedim ki: (Ya Muhammed, ben buraya gelince,
Kavmin, senin hakkında söylediler bir nice.
Öyle korkuttular ki beni, senin hakkında,
Dediler ki: (Bulunma hiç Onun yakınında.
Okuduğu şeyleri dinleme hiçbir vakit.
Ve hatta buralarda fazla durma, çekip git.)
Onların sözlerinin, çok tesirinde kaldım.
Hatta kulaklarıma her gün pamuk tıkadım.
Okuduğun şeylerin bir miktarını ancak,
Bana da işittirdi Kâbe’de cenab-ı Hak.
Bir söz işitmemiştim ben ondan daha güzel.
Kalbime tesir etti, ne tatlı, ne mükemmel!)
Anlattı Resulullah bana islamiyet’i.
İman edip, kazandım ebedi saadeti.
Dedim: (Ya Resulallah, Devs'tir benim kabilem.
Kavmimde itibarım yüksektir bir hayli hem.
Müsade ederseniz, geri avdet edeyim.
Kavmimin halkına da, islamı bildireyim.
Ve lakin Rabbim bana, bu yolda bir keramet,
İhsanda bulunursa, kolay olur bu davet.)
Peygamber Efendimiz, açarak ellerini,
Şöyle bir dua edip, gönderdi hemen beni:
(Ya ilahi, buna bir keramet eyle ihsan.
Ki, kavmini daveti, olsun kolay ve asan.)
Daha sonra ayrılıp, beldeme vardığımda,
Aniden parlak bir (Nur) peyda oldu alnımda.
Niyazda bulundum ki Rabbimden ben bu kere,
İş bu Nuru, alnımdan, nakletsin başka yere.
Kabul etti duamı Âlemlerin Sahibi.
Nur, kamçımın ucunda parladı kandil gibi.
Gece, yaklaştığımda kabilemin yurduna,
Halk hayretle bakardı, o keramet nuruna.
Eve gidip, babamı davet ettim ilk önce.
O, tereddüt etmeden iman etti hemence.
Daha sonra hanımım, gelip girdi yanıma.
Yine islamiyet’i anlattım hanımıma.
O da iman edince, sevinip en nihayet,
Bilcümle Devs'lileri imana ettim davet.
Lakin inanmayınca onlar tek bir Allah’a,
Şikayette bulundum gidip Resulullaha.
Buyurdu: (Dön kavmine, güler yüz ve tatlı dil,
Gösterip, davet eyle, yumuşak ol, sert değil.)
(Peki ya Resulallah!) diyerek ettim avdet.
Halkı, güler yüz ile eyledim dine davet.)
.
35 - SÜRAKA BİN MALİK (Radıyallahü Anh)
.Birden kuma göküldü
Hicrette o Serverle, hazret-i Ebu Bekr’i,
Öldürmek istiyordu o Kureyş kâfirleri.
Bunun için, acele bir yerde toplandılar.
Görüşüp, bu hususta yeni karar aldılar.
Dediler ki: (Onları, kim nerede görürse,
Ve hemen yakalayıp, acilen öldürürse,
Yahut esir alırsa diri yakalayarak,
Yüz deve alacaktır o mükafat olarak.)
Süraka bin Malik de duydu bu yüz deveyi.
Düşündü: Yüz deveye malik olmak ne iyi.
Görmüştü ikisini biraz önce giderken.
Yüz devenin hırsıyla, heyecanlandı birden.
Bindi hemen atına, bir anda uzaklaştı.
Az sonra Resul ile Ebu Bekr’e yaklaştı.
Hücum edecekti ki arkadan o Server’e,
Atı tökezlenerek, aniden düştü yere.
Yüz devenin hırsıyla, tekrar bindi atına.
Bundan ibret almayı getirmedi aklına.
Yaklaştı tekrar yine Sıddık'la Peygambere.
Bu hal, çok korku verdi Hazret-i Ebu Bekr'e.
Allah’ın Sevgilisi sordu: (Ya Eba Bekir!
Görürüm üzülürsün, acaba sebep nedir?)
Dedi: (Ya Resulallah, düşman geldi arkadan.
Korkarım hazretine bir zarar gelir ondan.)
Buyurdu ki: (Düşmandan korkma ya Eba Bekir!
Zira dost, her saniye bizimle beraberdir.)
Sonra dua buyurdu: (Ya ilahel âlemin!
Süraka'nın şerrinden sen bizi eyle emin.)
O anda Süraka da yaklaşmıştı ki, birden,
Atının ayakları kuma battı aniden.
O zaman vakıf oldu işin hakikatine.
Yalvardı can havliyle Allah’ın Habibine.
Dedi: (Şimdi inandım, sen elbet Peygambersin.
Beni bu kum içinden, sen kurtarabilirsin.)
O zaman Resulullah eyledi şu duayı:
(Ya Rab, doğru diyorsa, halas et Süraka'yı.)
Bir anda kurtularak, çıktı kumun içinden.
Ve yanında ne varsa, Resule verdi hemen.
Lakin kabul etmeyip, buyurdular ki ona:
(Yok benim ihtiyacım senin bu mallarına.
İstediğim şudur ki, gizleyesin yerimi.
Kimseye demiyesin bu yoldan gittiğimi.)
Süraka (Peki) deyip, döndü hemen geriye.
Aynı yoldan giderken, rastladı çok kimseye.
Dedi ki: (Buralarda, onları çok aradım.
Nam ve nişanlarının izine rastlamadım.)
Onlar dahi: (Süraka doğru söylüyor) diye,
Atlarını çevirip, dönerlerdi geriye.
.
36 - CABİR BİN ABDULLAH (Radıyallahü Anh)
.Resulullahı davet etti
Hendek harbi öncesi, her gün, Eshab-ı kiram,
Hendek kazma işine ediyorlardı devam.
Bir ara, önlerine taş çıktı, sertti fazla.
O yeri, çok uğraşıp kıramadılar asla.
Peygamber-i zişana verdiler sonra haber.
Oraya saadetle teşrif etti o Server.
Balyozu kaldırarak o Hüdanın Habibi,
Dağıttı bir vuruşta o kayayı kum gibi.
Hazret-i Cabir der ki: (O Server, Hendek günü,
Kayayı kırmak için kaldırdı külüngünü.
Mübarek karnı üzre, üç taş bağlı dururdu.
Üç gün yemek yememek alameti idi bu.
Düşündüm: Evde biraz, yemek hazır edeyim.
Ve Resul'ü, gizlice yemeye götüreyim.
Zira cümle Eshabı, eve davet edecek,
Miktarda, hanemizde bulunmazdı yiyecek.
Resul'den izin alıp, geldim hemen evime.
Düşündüğüm bu şeyi söyledim aileme.
Dedim ki: (Hayli açtır Resul aleyhisselam.
İsterim yedirelim bir miktar Ona taam.)
Hatunum memnun olup, dedi ki: (İyi olur.
Evde biraz et ile biraz arpa bulunur.
O eti pişirir ve un yaparız arpayı.
Var acele davet et Resul-i kibriyayı.)
Dönüp, Resulullahın huzuruna geldim ve
Dedim ki: (Yemek için, buyurun bizim eve.)
Buyurdu ki: (Ey Cabir, ne kadar vardır taam?)
Dedim: (Biraz et ile, biraz da vardır arpam.)
Buyurdu ki: (Çok iyi, söyle de hanımına,
Ben gelinceye kadar, el sürmesin taama.)
Sonra nida etti ki cümle Hendek ehline:
(Ey Eshabım, geliniz Cabir'in yemeğine!)
Eve gelip, hatuna dedim ki: (Dinle beni.
Çağırdı Resulullah cümle Hendek ehlini.
Üstelik de gelenler, kalabalıktır gayet.
Peki biz ne yaparız yetmezse yemek şayet?)
O dedi ki: (Yemeğin miktarını, o Server,
Biliyorsa gam değil, düşünme böyle şeyler.)
Az sonra Resulullah, teşrif etti haneye.
Sonra, bereket için dua etti yemeğe.
Sahabe, onar onar gelip yemek yediler.
Kalkanların yerine, başka gurup geldiler.
Sonra baktım, o çömlek doluydu yemek ile.
Bitmesi şöyle dursun, azalmamıştı bile.)
.
37 - SALİM MEVLA EBU HUZEYFE (Radıyallahü Anh)
.Canım feda olsun!
Eshab-ı kiramdandı, hafız idi kendisi.
Çok güzel okuyordu, güzel ve hoştu sesi.
Bedir, Uhud, Hendek’te ve diğer gazalarda,
Bulunup, kahramanlık göstermişti ard arda.
Yemame’den çıkınca Müseylemet-ül kezzab,
Ona karşı, savaşa gitmişti cümle Eshap.
Hem de, o taşıyordu islamın sancağını.
Korkmadan tehlikeye atıyordu canını.
Dediler ki: (Ey Salim, dikkat eyle şu yana.
Saldırır zira küffar sancağı taşıyana.)
Buyurdu ki: (Bu hizmet, ne şereftir Salim’e.
Bir değil, yüzbin canım feda olsun Rabbime.)
Atını mahmuzlayıp, sancağı yükselterek,
Daldı düşman içine (Allah Allah!) diyerek.
Bir yandan, sancağını kaldırıp havalara,
Bir yandan da, kılıçla vuruyordu küffara.
Müşrikler, özellikle kollardı onu ancak,
Zira onun elinde bulunurdu bu sancak.
Ve nihayet Salim’e saldırıya geçtiler.
Sancak tutan kolunu, kılıç vurup kestiler.
(Allah!) diye bağırdı bu kılıç darbesiyle.
İnledi harp meydanı onun (Allah) sesiyle.
Derhal öbür koluna alarak sancağını,
Küffarın ortasına sürdü yine atını.
Düşmanların gayesi yerine gelmemişti.
Zira o, sancağını yere düşürmemişti.
Onu düşürmek için, ettiler hayli gayret.
İkinci kolunu da kestiler en nihayet.
Her iki kolu dahi kesilmişken, bu kere,
Yine islam sancağı düşmemişti yerlere.
Zira o, vücuduyla ve kesik kollariyle,
Sımsıkı sarılmıştı sancağa kuvvetiyle.
Bu durum, kâfirleri düşündürdü derinden.
Zira bırakmıyordu sancağını elinden.
Bu hınçla birleşerek, saldırdılar hep ona.
Hayli kılıç vurdular mübarek vücuduna.
Lakin şaşılacak şey, ayaktaydı o hala.
Ona, başka bir kuvvet vermişti Hak teâlâ.
İndikçe o kılıçlar koluna, bacağına,
Daha çok yapışırdı o islam sancağına.
Sanki ona vurulan kılıç darbeleriyle,
Kuvveti artıyordu Allah’ın hikmetiyle.
Ne zaman ki gaziler, yetişerek geriden,
Aldılar o sancağı mübareğin elinden,
O zaman düştü Salim toprağın üzerine.
Çünkü teslim etmişti emaneti yerine.
Vücudunda vardı ki öyle kılıç izleri,
Sanki hiç kalmamıştı kesilmedik bir yeri.
.
38 - SEHL BİN HANİF (Radıyallahü Anh
.Kendini siper etti
Hicretten daha önce iman edip hem dahi,
İkinci Akabe'de bulundu bizatihi.
Tam bir islam yiğidi, kumandanı idi Sehl.
Çok iyi ata biner, ok atardı pek güzel.
At üstünde, bir hoşça var idi ki gidişi,
Onu, hayranlık ile seyrederdi her kişi.
Bulunup cihad etti cenklerin her birinde.
Çok yiğitlik gösterdi Resulullah önünde.
Fevkalade severdi Allah’ın Habibini.
Ona siper ederdi savaşlarda kendini.
Uhud’da, müslümanlar geri çekildiğinde,
O, cenge devam edip, sabit kaldı yerinde.
Delik deşik etmişken düşmanlar vücudünü,
Arayıp buldu yine Allah’ın Resulü'nü.
Zarar gelmesin diye Resul'ün vücuduna,
Siper etti kendini, küffarın hücumuna.
Ve hatta o müşrikler, meşhur Uhud cenginde,
Resulullaha doğru hücum ettiklerinde,
Sehl, şiddetle bağırıp, şaşırtırdı küffarı.
Ve hatta kendisine çekerdi hep onları.
Derdi ki: (Ey müşrikler, burda aradığınız.
Oku oraya değil, bu tarafa atınız.)
Ta ki bitene kadar elindeki okları,
Düşman ile savaşıp, bizar etti onları.
Allah’ın Sevgilisi buyurdu ki o zaman:
(Sehl'e ok yetiştirin, odur iyi ok atan.)
Öyle çok severdi ki Peygamber-i zişanı,
Resulullah uğrunda hiç idi kendi canı.
Onun kılına dahi zarar gelmesin diye,
Atardı kendisini her türlü tehlikeye.
Mekke fethinden sonra, Allah’ın Peygamberi,
Huneyn gazası için, çağırdı gazileri.
Lakin o yıl, bahusus bu gaza sırasında,
Maddi sıkıntı vardı Sahabe arasında.
Allah’ın Sevgilisi, görüp bu ızdırabı,
Yardıma çağırmıştı hemen cümle Eshabı.
Sehl’in ise, o ara bir şey yoktu elinde.
Ne yardım yapsam? diye çok düşündü evinde.
O da çok istiyordu yardıma katılmayı.
Zira sevindirirdi Resul-i kibriyayı.
Onu sevindirmenin verdiği haz yanında,
Her lezzet, yok gibiydi Eshabın nazarında.
Evinde, yiyecekten bir avuç hurma vardı.
Onu alıp, Resul'ün huzurlarına vardı.
Dedi: (Ya Resulallah, bu var yalnız evimde.
Bu hususta yardımım bunlar olsun benim de.)
Resul, kıymet vererek kabul etti onları.
Eliyle, üst tarafa koydu o hurmaları.
.
39 - SA'D BİN REBİ (Radıyallahü Anh)
.Resulullaha selam söyle!
Sa'd bin Rebi dahi, Sahabe-i kiramdan.
Birinci Akabe'de müslüman olanlardan.
Şöyle ki, Medine’den altı kişi, bir defa,
Geldiler Hac mevsimi Beytullahı tavafa.
Akabe nam vadide, bu müminler, bir gece,
Sevgili Peygamberle buluştular gizlice.
O gün, söz verdiler ki Resul-i mücteba'ya:
(Asla ortak koşmayız Allahü teâlâya.
Kaçınırız tamamen hırsızlıktan, zinadan.
Sakınırız hem dahi iftiradan, yalandan.
Sıkıntı ve darlıkta bulunsak da Vallahi,
Kendi nefsimiz gibi koruruz seni dahi.
İster darlık içinde olalım, ister rahat,
Sana, her hal-ü kârda edeceğiz itaat.)
Sa'd bin Rebi idi bu zatların biri de.
Resul'ün yanındaydı Uhud ile Bedir’de.
Hele Uhud cenginde gösterirdi hayli mertlik.
O mübarek vücudu, olmuştu delik deşik.
O gün meydana gelen karışıklık anında,
Cenge devam etmişti Peygamberin yanında.
Derdi: (Ey Akabe'de Resule söz verenler!
Sizleri, etrafına çağırıyor Peygamber.)
Harpten sonra, müşrikler terk edince o yeri,
Sual etti Eshaptan Allah’ın Peygamberi:
(Acep Sa'd ibin Rebi sağ mıdır, şehid midir?
Bunu, kim öğrenip de bize haber getirir?)
Zeyd bin Sabit diyor ki: Vardım harp meydanına.
Şehidler arasında seslendim dört bir yana.
Bir cevap gelmeyince, dedim: (Ey ibni Rebi!
Sana selam söyledi Allah’ın Peygamberi.
Soruyor ki, acaba ölü müdür, sağ mıdır?
Bana, bunu öğrenip haber veren var mıdır?)
Bir ses duydum o ara şehidler arasından.
Dedi: (Resulullaha selam de sen de Sa'ddan.
Ve Ona arz eyle ki, Hak teâlâ her zaman,
Korusun kendisini her kaza ve beladan,
Ensara da söyle ki, sözlerini tutsunlar.
Allah’ın Habibini çok iyi korusunlar.
Gevşek davranırlarsa bu babta eğer onlar,
Hak teâlâ katında, ne mazeret bulurlar?)
Zeyd bin Sabit, oradan döndü Resul katına.
Sa'dın dediklerini arz eyledi zatına.
Resulullah o zaman dönüverdi kıbleye.
Mübarek kollarını uzattı ileriye.
Buyurdu ki: (Razı ol sen Sa'ddan ya ilahi!
Bırakmadı cihadı şehid olurken dahi.)
.
40 - SA'D BİN MUAZ (Radıyallahü Anh
.Yeter ki siz emredin
Resulullah Bedir'de, Muhacirlerden sonra,
(Fikriniz nedir?) diye sual etti Ensar’a.
Sa'd bin Muaz kalkıp, dedi: (Ya Resulallah!
Allah ve Resulü'ne iman ettik biz Vallah.
Elbet hak ve doğrudur her getirdiğin senin.
İtaat hususunda söz verdik sana kesin.
Bizler, o sözümüzden asla geri dönmeyiz.
Her nereye gidersen, biz dahi emrindeyiz.
Başımız üzerinde tutarız her emrini.
Yeter ki bildir bize, ne ise dileğini.
Denize dalsan bile, biz de hemen dalarız.
Hiçbirimiz, bir adım bundan geri kalmayız.
Hatır-ı şerifinde ne varsa, bize emret.
Tutarız can ve başla, etmeyiz muhalefet.
Bizim bir tek gayemiz, seni sevindirmektir.
Böylelikle rızana ve sevgine ermektir.)
Bu söze katıldılar hepsi can-ü gönülden.
Uğrunda can vermeye söz verdiler o günden.
Resulullah buyurdu: (Ey Eshabım, gün bu gün.
Allah’ın lütfu ile, şad olarak yürüyün.
Zira ben, müşriklerin, o savaş meydanında,
Ölecekleri yeri görüyorum şu anda.)
Müminler bu müjdeyi, Hakkın Sevgilisinden,
Alınca, bir aşk ile yürüdüler izinden.
Hendek harbinde dahi, yine aynı şekilde,
Savaş devam ederdi bütün şiddeti ile.
Oklar uçuşuyordu havada vınlayarak,
Taraflar arasında, vardı yine büyük fark.
Düşmanlar onbin kişi, Eshap üçbin idiler.
Ayrıca, anlaşmayı bozarak yahudiler,
Kureyş müşrikleriyle ittifak eyleyince,
Müminler, çok sıkışık hale düştü bir nice.
Resulullah, Eshaba buyurdu o gün hemen:
(Allahü teâlâya yemin ederim ki ben,
Bu karşılaştığımız sıkıntılar bitecek.
Cenab-ı Hak, zaferi, bize nasib edecek.)
Resulden bu müjdeyi alınca mücahidler,
Hepsi, küffara karşı bir arslan kesildiler.
Sa'd bin Muaz dahi, çok güzel çarpışırken,
Bir müşrikin okuyla, yaralanmıştı birden.
Ok, atar damarına tam etmişti isabet.
Kan kaybı sebebiyle, ciddi idi vaziyet.
Dedi ki: (Ya ilahi, harp sürecekse hala,
Bana ömür ihsan et, savaşayım küffarla.
Yok eğer bitecekse bu savaş ya ilahi,
Şehidlik rütbesini ihsan et bana dahi.
Şu Beni Kureyza'nın akıbetini, bizzat,
Şu dünyada görmeden, ruhumu alma fakat.)
. Arş-ı a’la titredi
Yahudiler, Uhud’da ihanet etmişlerdi.
Müminleri çok müşkil hale düşürmüşlerdi.
Bu sebeple o Server, alarak askerini,
Muhasara eyledi onların kalesini.
Yahudiler bir süre yaptılar istişare.
Teslim olmaktan başka, bulunmadı bir çare.
Hemen Resulullaha bir heyet yolladılar.
Ve teslim bayrağını çekip, teslim oldular.
Gelen heyet dedi ki: (Bizim hakkımızda, siz,
Hüküm vermesi için, hakem tayin ediniz.)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki o zaman:
(Siz, istediğinizi seçiniz Eshabımdan.)
Dediler: (Ya Muhammed, olursan eğer razı,
Hakem tayin edelim, Sa'd ibni Muaz'ı.
O, bizim hakkımızda ne hüküm verir ise,
O karara uyarak ceza ver sen de bize.)
Bu zat yaralanmıştı Hendek günü bir ara.
Hatta bir ok girmişti, hem de atar damara.
Şehid olacağını anlayıp kendi dahi,
Ellerini kaldırıp, demişti ki: (İlahi!
Bu savaş sürecekse, ömür ver bana yine.
Cenkte siper edeyim kendimi Habibine.
Yok sona erecekse yakında bu harp eğer,
Şehidlik rütbesini eyle bana müyesser.
Şu beni Kureyza'nın akıbetini dahi,
Göstermeden, ruhumu kabzetme ya ilahi!)
Resul'ün emri ile, Eshap Sa'da gittiler.
Sedye ile Resul'ün yanına getirdiler
Buyurdular ki: (Ya Sa'd, hakemsin, ver emrini.
Biz dahi ona göre yapalım gereğini.)
Dedi: (Müslümanlara ihanet etmiş olan,
Bütün erkeklerinin vurulsun boynu şu an.
Kadın ve çocukların hepsi esir alınsın.
Malları, müslümanlar arasında dağılsın.)
Haklarında bu hükmü verince İbni Muaz,
Allah’ın Resulü' de eyledi aynen infaz.
Buyurdular ki: (Ya Sa'd, verdin ki öyle karar,
Allah ve Resulü de bundan memnun kaldılar.)
O günden sonra tekrar, ağırlaştı yarası.
Nihayet şehid oldu, çok geçmeden arası.
Ağladı cümle Eshap, onun şehadetine.
Hatta yetmiş bin melek indi cenazesine.
Ve mübarek mezarı kazılırken, bu defa,
İçinden misk kokusu yayıldı her tarafa.
Peygamber Efendimiz, ona üzüldüğünden,
Ağlayıp, yaşlar aktı mübarek gözlerinden.
Buyurdu ki: (Sa'ddan razıdır Hak teâlâ.
Onun şehadetiyle titredi Arş-ı a’la.)
. Resulullah taşıdı
Sa'd ibni Muaz’ın, yahudiler hakkında,
Kararı makbul oldu Hak teâlâ katında.
Ve hemen çadırına götürüldü oradan.
Yarası, birdenbire ağırlaştı sonradan.
Peygamber Efendimiz, geldi ziyaretine.
Kucaklayıp, duada bulundu kendisine.
El açıp buyurdu ki: (Ya Rabbi, bu kulun Sa'd,
Sırf senin rızan için düşmanla etti cihad.
O, senin Resulü'nü sevdi ve etti iman.
Sen de ona şu vakit, kolaylık eyle ihsan.)
Muaz, fısıltı ile dedi: (Ya Resulallah!
Malım, canım, herşeyim fedadır sana Vallah.
Şehadet ederim ki, sen Hakkın Resulü'sün,
Ve bir kimse yoktur ki, olsun o senden üstün.)
Peşinden, hastalığı ağırlaştı o gece.
O gün başka bir eve götürüldü hemence.
Bir iki saat sonra, Cibril aleyhisselam,
Resul'ün huzuruna geldi ve verdi selam.
Dedi ki: (Eshabından, vefat eden kim acep?
Melekler, birbirine bunu müjdeliyor hep.)
Resulullah, Eshaptan birkaçını aldı ve,
Gitti İbni Muaz’ın bulunduğu o eve.
Hızlı gittiklerinden, yoruldu Eshap biraz.
Bunu Resulullaha eyleyince sonra arz,
Buyurdu: (Hanzala'nın namazında, melekler,
Nasıl o gün oraya, bizden önce geldiler,
Sa'dın namazında da vaki olur böylece.
Yetişemeyeceğiz onlardan daha önce.)
Nihayet Resulullah vardı Sa'dın yanına.
Gördü ki, İbni Muaz kavuşmuş Allah’ına.
Başucunda oturup, buyurdular ki: (Ya Sa'd!
Rabbimiz versin sana en hayırlı mükafat.
Sen elbet reislerin en iyileri idin.
Sen, Allah’a söz verip, tam yerine getirdin.)
Onun vefatı ile, Resulullah ve Eshap,
Gözyaşiyle ağlayıp, duydular çok ızdırap.
Gelmişti cümle Eshap onun cenazesine.
Namazını o Server kıldırdı onun yine.
Hatta cenazesini, yine Fahr-i kainat,
Eshabiyle birlikte taşıdı kendi bizzat.
Eshap arz ettiler ki: (Ya Resulallah, şu an,
Bir cenaze görmedik böyle kolay taşınan.)
Buyurdu: (Ey Eshabım, onu taşımak için,
Melekler indi gökten, sayıları yetmiş bin.)
Cenazesi, kabrine indirilirken de hem,
Mezarının başında oturdu Fahr-i âlem.
Mübarek sakalını tutarak çok üzüldü.
Ağlayıp, gözlerinden gözyaşları süzüldü.
.
41 - SALİM BİN ABDULLAH (Radıyallahü Anh)
.Bir nasihat
Abdullah bin Ömer'in bir muhterem oğludur.
Ve hazret-i Ömer'in mübarek torunudur.
Ömer bin Abdülaziz halifeyken ilk daha,
Şöyle bir mektup yazdı Salim bin Abdullah’a:
(Senden ricam şudur ki, deden hazret-i Ömer,
Hakkında, tafsilatlı bilgiler bana gönder.
Ben de, onun izinden yürüyeyim diyorum.
Kendime, onu örnek almayı istiyorum.)
Salim dahi yazdı ki ona cevap olarak:
(Yardımcı olsun sana, bu işte cenab-ı Hak.
Dedem Hazret-i Ömer, halife olduğu gün,
Maaş tayin ettiler ona Eshab-ı güzin.
Maddi bir sıkıntıya düşmüştü ki birazdan,
Sahabe, çare için toplandılar o zaman.
Dediler: (Arz etsek de bu durumu Ömer'e,
Maaşını, bir miktar arttırsak hale göre.)
Hazret-i Zübeyr ile, Allah aslanı Ali,
Söylemeye giderken Halifeye bu hali,
Yolda, hazret-i Osman durdurdu gidenleri.
Dedi: (Bilmez misiniz siz acaba Ömer'i?
Zannetmem ki yanaşsın sizin teklifinize.
Belki de celallenip, kızacak şimdi size.
Lakin kızı Hafsa'ya söyletirseniz eğer,
Onun hatırı için, inşallah kabul eder.)
Gidip izah ettiler Hafsa'ya önce bunu.
Dediler: (Sakın deme bizlerden uyduğunu.)
Kızı Hazret-i Hafsa, gelerek pederine,
Arz etti çekinerek bunu kendilerine.
Lakin Hazret-i Ömer, bir anda celallendi.
Buyurdu ki: (Ey kızım, seni kimler gönderdi?
Ey kızım, Allah için söyle bana şimdi sen.
Kaç elbisesi vardı Resul'ün hayattayken?)
Dedi ki: (Babacığım, Allah için diyorum.
İki kat elbisesi var idi, biliyorum.)
Buyurdu ki: (Ey kızım, doğru dedin, ne iyi.
Peki, neydi Resul'ün en kıymetli yemeği?)
Dedi: (Umumiyetle arpa ekmeği yerdik.
Başkalarına dahi, onu ikram ederdik.)
Sordu yine: (Ey kızım, Allah’ın Resulü'nün,
En geniş ve en rahat yaygısı neydi o gün?)
Dedi: (Kaba kumaştan vardı ki bir sergimiz,
Yazın dört kat edince, olurdu minderimiz.
Buyurdu ki: (Ey kızım, onlara git de söyle.
Seni göndermesinler bir daha bana böyle.
Dünyada yaşayışı böyleyken Peygamberin,
Yakışır mı hayatı başka olsun Ömer'in?
Ey kızım, Peygambere uymaza baban eğer,
Yarın Onun yüzüne, nasıl bakar bu Ömer?)
.
42 - ÜMEYR BİN VEHEB (Radıyallahü Anh
.İmanla şereflendi
Umeyr ibni Veheb ki, cahiliyet devrinde,
Düşman tarafındaydı meşhur Bedir harbinde.
Bir oğlu esir olup, firar etti kendisi.
Bu hususu, Safvan'la konuştular ikisi.
Safvan dedi: (Ya Umeyr, Bedir'den sonra, bana,
Yaşamanın bir tadı kalmadı benden yana.)
Umeyr dedi: (Vallahi bu sözün tam yerinde.
Oğlum hala esirdir müslümanlar elinde.
Eğer borcum olmasa, düşünmesem maişet,
Onun intikamını alırdım gidip elbet.)
Safvan dedi: (Ya Umeyr, maişet ve borcunu,
Üstüme alıyorum, hiç düşünme sen bunu.
Bu hususta, yapacak bir şeyin varsa şayet,
Hiç durma, Medine’ye şimdi eyle hareket.)
Umeyr memnun olmuştu, kalktı hemen yerinden.
Dedi: (Kurtulamazlar artık benim elimden.)
Kılıcını çıkarıp, zehirledi iyice.
Eteğinin altına yerleştirdi gizlice.
Daha sonra, pür hiddet devesine binerek,
Ulaştı Medine'ye halini gizleyerek.
Tam mescidin önünde, inerken devesinden,
Hazreti Ömer görüp, yapıştı ensesinden.
Üstün firasetiyle tanımıştı kendini.
Tahmin etti kötü bir maksatla geldiğini.
Hazret-i Ömer ile, diğer Eshab-ı güzin,
Çıkardılar Umeyr’i huzuruna Resul'ün.
Ona sual etti ki şanı büyük Peygamber:
(Mekke’den Medine’ye niçin geldin ya Umeyr?)
Dedi ki: (Ya Muhammed, geldim, rica edeyim.
Oğlumu bağışlarsan, alıp geri gideyim.)
Buyurdu: (Eteğinin altında gizlediğin,
O zehirli kılıcı, ne maksatla getirdin?
Sonra sen, Safvan ile Mekke’de, bir odada,
Nasıl anlaşmıştınız, beyan eyle onu da.)
Umeyr çok şaşırmıştı, başını eğdi öne.
Bir şeyler oluyordu o sırada kalbine.
Neler konuştularsa Safvan’la, teker teker,
Bütün tafsilatıyla söyleyince o Server,
Mahcubiyet içinde değişti benzi birden,
Dedi: (Hak Peygambersin, iman ettim şimdi ben.
Zira işitmemişti kimse bu şartımızı.
Hak teâlâ bildirdi sana bu sırrımızı.)
Kelime-i şehadet getirerek o anda,
Müslüman oluverdi Resul'ün huzurunda.
.
43 - HABBAB (Radıyallahü Anh)
.Habbab’ın aşkı
Bir yahudi âlimi ve bir de oğlu vardı.
Güzel yüzlü çocuğun (Habbab)dı hem de adı.
Bu, bir gün, babasının odasına girince,
Gizli bir sandık görüp meraklandı iyice.
Üstelik kilitliydi, açınca onu hemen,
Odaya nur fışkırdı o sandığın içinden.
Çok büyük hayret verdi bu hadise Habbab’a.
Düşündü: Bu gördüğüm, bir rüya mı acaba?
Daha sonra, sandıkta sayfalar gördü birden.
O nur, fışkırıyordu üstteki sahifeden.
Onda yazılıydı ki: (Resulullah Muhammed,
Allah’ın Habibi ve Peygamberidir elbet.
Onun kitabı Kur'an, islamdır dini ise.
Ne mutlu onu görüp, iman eden kimseye.)
Habbab bunu okuyup, Resule oldu aşık.
Onun için yanmaya başladı kalbi artık.
O, kendi kendisine şöyle diyordu ki hep:
(Ey Allah’ın Habibi, nerdesin şimdi acep?
Ah, seni bir kerecik görebilsem diyorum.
Ama sen, yerde misin, gökte mi, bilmiyorum.)
Ağlamaya başladı sonra da birdenbire.
Ve kendinden geçerek, bayılıp düştü yere.
Bir nice zaman sonra, kendine geldi lakin.
Babası onu görüp, sordu ki: (Ne bu halin?)
Dedi ki: (Babacığım, ben, son Peygamber olan,
Hazret-i Muhammed'e oldum aşık ve hayran.)
Vurulmuşa dönmüştü babası birdenbire.
Onu dövüp, hapsetti karanlık, dar bir yere.
Habbab ise, orada hep dua ediyordu.
(Ya Rabbi, Habibini bana göster!) diyordu.
O esnada gaibden duydu şöyle bir nida:
(Ey Habbab, Resulullah şimdi bu yakınlarda.
Eğer Onu görmeyi çok arzu ediyorsan,
Şu yöne doğru yürü, başka yere sapmadan.)
Habbab bunu duyunca, kapıldı bir sevince.
Çıkıp, o yöne doğru yol katetti bir nice.
İlahi iradeyle, o yöne gidiyordu.
Sanki Resulullaha doğru çekiliyordu.
Nihayet Medine’ye geldi o, aynı günde.
Yorulmuştu, oturdu bir kapının önünde.
Anladı ev sahibi Habbab’ın bu halini.
Dedi: (Ben biliyorum Allah’ın Habibini.)
Götürdü onu hemen Resul'ün huzuruna.
Kavuştu böylelikle bir aşık, maşukuna.
Nasıl şükredecekti, onu bilemiyordu.
Gözlerinden sel gibi gözyaşı iniyordu.
Nihayet çok sevdiği Resulün huzurunda,
İmanla şereflenip Eshaptan oldu o da.
.
44 - REKANE (Radıyallahü Anh)
.Üç defa yenmişti
Zaman-ı saadette, Rekane adlı biri,
Vardı ki, müşrik olup kuvvetliydi ve iri.
Kiminle güreşseydi, yeniyordu muhakkak.
Çıkmazdı bir güreşte asla yenik olarak.
Bir gün, koyunlarını güdüyorken sahrada,
Sevgili Peygambere rastladı o arada.
Kibirle seslendi ki Resule ta uzaktan:
(Sen mi ayırıyorsun halkı Lat ve Uzza'dan?)
Resulullah, az daha yaklaşıp, sonra durdu.
Ve büyük bir vakarla, (Evet, benim) buyurdu.
O yine gururlanıp dedi ki: (Beni dinle.
Gel öyleyse, şurada güreşelim seninle.
Bakalım ki hangimiz hangimizi yenecek?
Hangimizin tanrısı ona yardım edecek?)
O Server (Peki) deyip, Rekane'yi tuttu ve,
Havaya kaldırarak, anında vurdu yere.
Şaşırmıştı Rekane, güçlükle kalktı yerden.
Dedi ki: (Bu olmadı, güreşelim yeniden.)
O server (Olur) deyip, onu yine tutarak,
Bir daha yere vurdu havaya kaldırarak.
O, şaşkın vaziyette baktı Resulullaha.
Dedi: (Bu da olmadı, güreşelim bir daha.)
Peygamber Efendimiz, yine kabul buyurdu.
Rekane’yi kaldırıp, bir daha yere vurdu.
Rekane perişandı, dedi ki: (Ya Muhammed!
Mabudun yardım etti, sen galip geldin, evet.
Lakin ne diyeceksin gidince şimdi halka?)
Buyurdu: (Doğrusunu diyeceğim mutlaka.)
Dedi: (Mümkün olmaz mı hakikati demesen.
Zira mahcub olurum, yendiğini söylersen.)
O Server buyurdu ki: (Ama ben Peygamberim.
Bende yalan söz olmaz, ben, hep doğru söylerim.)
Rekane çok şaşırıp, dedi ki: (Ya Muhammed!
Peygamberlik gücünle sen beni yendin elbet.
Sana ben, şu sürümden vereyim otuz koyun.
Bana galip gelmenin mükafatı bu olsun.)
(Koyunu ne yapayım?) buyurunca o Server,
(Peki, ne istiyorsun?) diye sordu bu sefer.
Buyurdu: (İman et ki herşeyden daha önce,
Ebedi Cehennemden kurtulasın böylece.)
Dedi ki: (Bunun için mucize göster bana.)
O Server, gidiverdi bir ağacın yanına,
O esnada, ağaçtan ses geldi: (Ya Muhammed!
Sen, Allah’ın kulu ve Peygamberisin elbet.)
Rekane bunu görüp, imana geldi hemen.
Kurtardı kendisini ebedi Cehennemden.
.
45 - HAZRET-İ ABDULLAH (Radıyallahü Anh)
.Hüsrev Perviz’e mektup
Allah’ın Sevgilisi, davet için bu dine,
Mektup gönderiyordu çevre meliklerine.
Acem kisrası olan Hüsrev Perviz’e dahi,
Göndermişti Abdullah adlı bir sahabiyi.
Abdullah, veda edip hemen Efendimize,
Götürdü o mektubu, verdi Hüsrev Perviz'e.
Kisra, onu okuyup huzuru kaçtı birden.
Ve mektubu yırtarak, yere attı kibrinden.
Bununla da kalmayıp, çok kudurdu ve azdı.
Yemen valisi olan Taran’a mektup yazdı.
Dedi: (Şöyle duydum ki, biri çıkmış Mekke'de.
Nübüvvet davasında bulunurmuş o yerde.
Ona, iki kimseyi gönder de askerinden,
Bağlayıp getirsinler huzuruma acilen.)
Taran, Hüsrev Perviz'in bu emri gereğince,
Banub ile Cerces’e görev verdi hemence.
Geldiler o ikisi, Resul'ün huzuruna.
Dediler ki: (Kisramız emretmiş ki Taran'a,
Gönderip iki kişi, seni tevkif edeler.
Ve acilen Kisra'nın yanına ileteler.
İşte biz, bu görevle şu anda geldik size.
Alıp götüreceğiz seni Hüsrev Perviz'e.)
Onlar bu küstahane sözleri söyler iken,
Titrerdi vücudları Resul'ün heybetinden.
Buyurdu ki: (Bu gece, varın siz yerinize.
Yarın bir şey yaparız, ne icab eder ise.)
Çıkıp, birbirlerine dediler: (Biz ne olduk?
Yanında biraz daha kalsaydık mahvolurduk.
Biz, hiçbir hükümdarda görmedik böyle heybet.
Demek bu, ahir zaman Peygamberidir elbet.)
Ertesi gün, gelince Resul'ün huzuruna,
O Server buyurdu ki: (Söyleyin ki Taran'a,
Dün, oğlu tarafından Hüsrev katl olunmuştur.
Oğlu, onun tahtına şah olup oturmuştur.)
Onlar dönüp, Taran'a verdiler bunu haber.
Dediler ki: (O şahıs herhalde bir Peygamber.)
Taran dedi: (Var mıydı muhafızı, bekçisi?)
Dediler: (Hayır yoktu bunların hiçbirisi.)
Taran dedi: (Öyleyse, o, hakiki Nebidir.
İnandım ki Hüdanın en son Peygamberidir.)
Kisra’nın oğlundan da mektup geldi o zaman.
Diyordu ki: (Kisra’yı katleyledim ey Taran!
Sebepsiz zulmederdi zira o milletine.
Halkı bulaştırırdı tefrika illetine.
Sana emrim şudur ki, bana biat edesin.
Hicazdaki Nebi'ye taarruz etmeyesin.)
Kisra’nın mektubunu okuyunca bu Taran,
Şehadeti getirip, imana geldi o an.
.
46 - AMR BİN ÜMEYYE (Radıyallahü Anh
.Beklenen Peygamber
Peygamber Efendimiz, istedi ki nihayet,
Dünyanın her yerine yayılsın islamiyet.
İnsanlar iman edip ve müslüman olsunlar.
Cehennem azabından böylece kurtulsunlar.
Zira O, Rahmeten lil âlemindir ki mutlak,
Geldi bütün âleme, yalnız rahmet olarak.
Çevre hükümdarlara, işte bu maksat ile,
Birer mektup yazarak, gönderdi Eshabiyle.
İslama davet etti mektuplarla onları.
Seçkin sahabilerle gönderdi mektupları.
Amr ibni Ümeyye’yi tensib edip bu işe,
Gönderdi Habeşistan meliki Necaşi’ye.
O, mektubu alarak koyuldu yola hemen.
Vardı Habeşistan’a fazla vakit geçmeden.
Resul'ün mektubuyla o içeri girince,
Melik, tahtından inip, tevazu etti nice.
Hürmet ile öperek Resul'ün mektubunu,
Yüz ve gözüne sürüp, okuttu hemen onu.
Mektup, Besmele ile başlıyordu ilk önce.
Onu müteakiben yazılmıştı şöylece:
(Allah’ın Resulü'nden, Habeş hükümdarına.
Selam olsun Allah’ın imanlı kullarına.
Ey melik, selamette olmanızı dilerim.
Sana nimetlerinden, Allah’a hamdederim.
Allahü teâlâdan başka bir ilah yoktur.
Herşeye gücü yeten, hakiki ilah Odur.
Şehadet ederim ki, Adem’i Hak teâlâ,
Nasıl yarattı ise kudretiyle evvela,
Hazret-i İsayı da, hiç babasız olarak,
Yine kudreti ile yarattı cenab-ı Hak.
Ey hükümdar, ben seni, hiç ortağı olmayan,
Allah’a inanmaya çağırıyorum şu an.
Benim bu davetime, sen de eyle icabet.
Yalnız Hak teâlâya yap kulluk ve ibadet.
Ben, Allah tarafından gelen bir Peygamberim.
Ona iman etmeye, seni davet ederim.)
Hükümdar, bu mektubu edep ile dinledi.
Şehadeti getirip derhal iman eledi.
Bu bahtiyar hükümdar, vakta ki etti iman,
Hemen bu imanını herkese etti ilan.
Daha sonra dedi ki: (Yemin ederim ki ben,
O, Allah tarafından Resuldür hakikaten.
Ve yemin ederim ki, o zat, ehl-i kitabın,
Beklemekte olduğu Peygamberdir bi hakkın.
İmkanım olsa idi, giderek bin zevk ile,
Şereflenmek isterdim mübarek hizmetiyle.
.
47 - NUAYM BİN MES'UD (Radıyallahü Anh)
.Aralarına tefrika sok
Bir ay devam etmişti Hendek’teki çarpışma,
Mücahidler bu cenkte çok yorulmuştu ama.
O Server, onlar için secdeye kapanarak,
Şöyle dua ederdi Allah’a yalvararak:
(Ey darda kalmışların imdadına yetişen!
Ve ey çaresizlerin duasını işiten!
Ey Rabbim, halimizi görüyorsun muhakkak.
Bizi bu sıkıntıdan, sen kurtarırsın ancak.
Küffarın arasına tefrika düşürüver.
Şu müşriklere karşı, eyle bizi muzaffer.)
Allah’ın Sevgilisi, son günlerde ve sık sık,
Bu şekilde dualar ediyordu hep artık.
O günlerde küffardan, (Nuaym bin Mes'ud) diye,
Birisi iman edip, kavuştu hidayete.
Resul'ün huzuruna geldi hemen oradan.
Dedi: (İslamiyete eyledim ben de iman.
Müslüman olduğumu bilmiyor ama kavmim.
Bana ne emredersen, onu yapabilirim.)
Buyurdu ki: (Düşmanın arasına gir de sen,
Onları, birbirine düşür yapabilirsen.)
Dedi: (Ya Resulallah, yaparım bunu, fakat,
Herşeyi konuşmama var mıdır izin, ruhsat?)
Buyurdu: (Harp hiyledir, söyle istediğini.
Yeter ki boz ve dağıt düşmanın birliğini.)
Nuaym, Resulullahtan izin aldı böylece.
Ve Beni Kureyza'ya gidiverdi ilk önce.
Dedi: (Kureyşlilere, siz yardım yaparsınız.
Ve lakin bu hususta var mı teminatınız?
Zira mağlub olursa kureyşliler eğer ki,
Sizi yalnız bırakıp, kaçarlar elbette ki.
Siz yalnız kalınca da, müslümanlar gelerek,
Hepinizi, burada öldürürler tek be tek.
Bunun için onlardan, rehine almadan siz,
Asla müslümanlarla savaşa girmeyiniz.
Yanınızda oldukça ama o rehineler,
Onları bırakıp da, bir yere gidemezler.)
Nuaym, kalkıp Kureyş'e gidiverdi oradan.
Dedi: (Beni Kureyza vazgeçti ittifaktan.
Onlar, müslümanlarla anlaşmışlar gizlice.
Hatta sizden, rehine istiyorlar bir nice.
Derler ki: Kureyşliler mağlub olursa eğer,
Bizi yalnız bırakıp, hep Mekke’ye dönerler.
Biz de yalnız kalınca, müslümanlar gelerek,
Hepimizi, burada öldürürler tek be tek.
Bize, yetmiş rehine verirlerse eğer ki,
Biz, onlara yardımcı olabiliriz belki.
İşte Beni Kureyza, bu niyet ile yarın,
Rehine isteyecek, vermeyin siz de sakın.)
. Cibril müjde getirdi
Nuaym, yahudilere ve Kureyş'e giderek,
Araya, bir tefrika soktu yalan diyerek.
Zira Resulullahtan almıştı şöyle izin:
Harp hiyledir, bu yüzden herşey diyebilirsin.
Yahudiler, Nuaym’ın sözünü dinleyince,
Hak verip, teşekkürler ettiler ona nice.
Nuaym ise, oradan Kureyş'e gitti hemen.
Dedi: (Beni Kureyza rehine ister sizden.
Onları, Muhammed'e teslim edeceklermiş.
Muhammed de onlara, bazı şeyler söz vermiş.
Yani Beni Kureyza, sizlerden ayrılmışlar.
Gidip, müslümanlarla anlaşmaya varmışlar.
Rehine isterlerse sizlerden bugün yarın,
Sözlerine inanıp, vermeyin aman sakın.)
Kureyşliler dinleyip, eylediler çok hayret.
Teşekkür eylediler kendisine begayet.
Ertesi gün, Kureyş’in komutanı, bu kere,
Şöyle haber gönderdi işbu yahudilere:
(Zorlaştı bizim için artık burada durmak.
Zira hayvanlarımız ölüyor aç olarak.
Siz ve biz, bir hazırlık yapalım da, bu gece,
Kuvvetli bir hücuma geçelim beraberce.)
Lakin Beni Kureyza, dediler ki cevaben:
(Biz, Cumartesi günü çatışmayız esasen.
Birlikte savaşmamız için de, yine bizzat,
Rehin vermelisiniz bizlere bir çok zevat.
Zira siz, bu savaşta mağlub olur iseniz,
Bizi yalnız bırakıp, Mekke’ye gidersiniz.
Rehin bırakırsanız bir takım insanları,
O zaman gitmezsiniz bırakıp da onları.)
Kureyş komutanına ulaşınca bu haber,
Düşündü ki: Nuaym'ın doğruymuş sözü meğer.
Ve haber gönderdi ki onlara, çok kızarak:
(Size, tek adam bile vermem rehin olarak.
Yarın harp ederseniz yanımızda, ne a’la,
Yoksa biz döneceğiz, kalmayız daha fazla.)
Kureyş’ten bu haberi alınca yahudiler,
(Nuaym'ın o sözleri doğru imiş) dediler.
Ve gelen haberciye dediler ki: (Söyle git.
Anlaşamayacağız sizinle hiçbir vakit.)
Böylece korku düştü kâfirlerin kalbine.
O zaman geldi Cibril Allah’ın Habibine.
Bir müjde getirdi ve dedi: (Ya Resulallah!
Kasırga gönderecek küffara cenab-ı Hak.)
O Server çok sevinip, diz üstü oturdu ve,
Mübarek ellerini uzattı ileriye.
Dedi ki: (Ya ilahi, Eshabıma ve bana,
Acıdın, bunun için hamdediyorum sana.)
.
48 - RAFİ BİN HADİC (Radıyallahü Anh
.Ben de şehid olacağım
Uhud’a, tekbirlerle gitti islam ordusu.
Vardı her sahabide şehid olma arzusu.
Yolda, bir birlik ile karşılaştılar bir an.
Altıyüz kişi idi bunlar yahudilerden.
Ganimet davasında olan bu yahudiler,
Resul'ün ordusuna katılmak istediler.
Peygamber Efendimiz, sual etti Eshaba:
(Bu kişiler müslüman olmuşlar mı acaba?)
(Hayır ya Resulallah) diyerek edince arz,
Allah’ın Sevgilisi buyurdu: (Hayır, olmaz.
Geri dönmelerini söyleyiniz onlara.
Küffarın yardımını istemeyiz biz zira)
O gün akşama kadar, durmadan yol aldılar.
Şeyhayn denilen yerde, durup konakladılar.
Mücahidler buraya gelmişti yorgun halde.
Geçirmek istediler geceyi bu mahalde.
Resulullah orada, teftiş etti erleri.
Gördü çocuk yaştaki birçok sahabileri.
Kavuşabilmek için şehidlik rütbesine,
Onlar da katılmıştı bu ordunun içine.
Bunların arasında, (Rafi' bin Hadic) vardı.
Büyük görünmek için bir çareler arardı.
Ayak parmaklarının ucunda yükselerek,
Küçük olmadığını istiyordu göstermek.
Resulullah farkedip, onu da küçük diye,
Göndermek isteyince oradan Medine’ye,
Biri, (Ya Resulallah, Rafi iyi ok atar.)
Deyince, onu dahi almaya verdi karar.
O, cenge katılmayı istiyordu pek içten.
Resul kabul edince, uçtu artık sevinçten.
İslam düşmanlarıyla o da savaşacaktı.
Neticede ya şehid, ya gazi olacaktı.
Bir çocuk, gördü onun kabul edildiğini.
O da gelip, Resule arz etti dileğini.
O da, bu maksat ile yanardı için için.
Düşünüp, çaresini şöyle buldu bu işin.
Dedi: (Ya Resulallah, ben büyüğüm Rafi'den.
Zira yenebilirim güreşte onu hemen.
İstersen, ikimizi güreştiriniz derhal.
Eğer onu yenersem, beni de orduya al.
Ben de gelip, düşmanla çarpışmak istiyorum.
Zira şehid olmayı çok arzu ediyorum.)
Peygamber Efendimiz, tebessüm buyurdular.
Onları güreştirip, kendi hakem oldular.
Neticede bu çocuk, galip geldiği için,
Peygamber Efendimiz, ona da verdi izin.
Korumaları için Medinedekileri,
Diğer çocukları da, gönderdi sonra geri.
.
49 - HAZRET-İ UKAŞE (Radıyallahü Anh
.Beni nasıl buldunuz?
Hicretin onbirinci yılının sonlarında,
Cibril aleyhisselam geldi Resulullaha.
Kur'anı, baştan sona etti Ona kıraat.
Bir değil, iki defa okudu o gün fakat.
Önceki senelerde geldiğinde Cebrail,
Bir defa okuyordu halbuki iki değil.
Cibril-i emin ile, Resule cenab-ı Hak,
O gün Nasr suresini gönderdi son olarak.
Rabbimiz, bu âyette buyurdu ki mealen:
(Sana zafer ve yardım geldiğinden Rabbinden,
Görürsün ki, insanlar, Allahü teâlânın,
Dini olan islama girerler akın akın.)
Peygamber Efendimiz, hazret-i Cebrail’den,
Bu âyeti dinleyip, buyurdular ki hemen:
(Ya Cebrail, şu anda öyle ki benim zannım,
Yaklaştı bu dünyaya artık veda zamanım.)
Cibril aleyhisselam cevaben bu sözüne,
Bir âyet-i kerime okudu kendisine.
Rabbimiz bu âyette şöyle buyurmaktadır:
(Ahiret, senin için dünyadan hayırlıdır.)
Peygamber Efendimiz, Medine’de bulunan,
Sahabeyi, mescide davet etti o zaman.
Bir hutbe okudu ki, onu dinleyenlerin,
Ağlayıp, gözlerinden yaş aktı her birinin.
Buyurdu: (Ey insanlar, sizin Peygamberiniz,
Olarak, beni nasıl buldunuz, söyleyiniz.)
Cümle Eshab-ı kiram dedi: (Cenab-ı Allah,
Bol bol hayırlar versin sana ya Resulallah!
Çünkü sen, bizim için şefkatli baba idin.
Ve yine yol gösteren bir ağabey gibiydin.
Allahü teâlânın sana lütfeylediği,
Peygamberliğin ile bu şerefli tebliği,
Hakkı ile yerine getirdin hiç şüphesiz.
Ve bize, bu tebliği tam yaptın, biz şahidiz.
Güzel nasihatinle, bizi, Allah yoluna,
İslama davet ettin, şahidiz bizler buna.
Allahü teâlâ da, bu yaptığına senin,
En iyi karşılıklar sana ihsan eylesin.)
Sonra da hitab edip sevgili Eshabına,
Buyurdu: (Ey müminler, şimdi Allah aşkına,
Kimin bende bir hakkı var ise, gelip alsın.
Bu dünyada alsın ki, ahirete kalmasın.)
Resulullah, ikinci ve üçüncü defalar,
Bu daveti, üç defa yine tekrarladılar.
O sırada birisi, ayağa kalktı hemen.
Hazret-i Ukaşe’ydi bu kişi Sahabeden.
Çok yaşlı, pir-i fani idi ki hem de bu zat,
Peygamber-i zişanın yanına vardı bizzat.
. Siz aradan çekilin
Resulullah, Eshaba buyurdu: (Kimin benden,
Bir hakkı varsa eğer, gelsin ve alsın hemen.)
Kimseden ses çıkmadı, velakin biraz sonra,
Ukaşe hazretleri, kalkıp vardı huzura.
Dedi: (Ya Resulallah, anam, babam ve canım,
Sana feda olsunlar, benim var sizde hakkım.
Zira geri dönerken biz Tebük gazasından,
Senin ile, yan yana gelmiş idim bir zaman.
Ben devemden inerek, yanınıza sokuldum.
Mübarek vücudundan öpmek arzuluyordum.
O zaman, kamçı ile vurdun bana aniden.
Niçin vurduğunuzu anlamadım ama ben.)
Buyurdu: (Hak teâlâ, seni, Peygamberinin,
Kasıtlı vurmasından muhafaza eylesin.)
Daha sonra Bilal-i Habeşi’ye hitaben,
Buyurdu: (Fatıma'nın hanesine git hemen.
Ukaşe'ye vurduğum kamçı, o hanededir.
Fatıma’dan isteyip, onu al, bana getir.)
Çıktı Hazret-i Bilal, Resul'ün mescidinden.
Hazret-i Fatıma’nın evine vardı hemen.
Giderken, hayret ile düşünürdü ki ancak:
Resulullah, kendine kısas mı yaptıracak?
Değilse, ne sebepten istedi bu kamçıyı?
Böyle düşünerekten, gelip vurdu kapıyı.
O kapıya çıkınca, dedi ki: (Peygamberin,
Mübarek kamçısını getirip bana verin.)
Fatıma hazretleri, sordu ki ona ancak:
(Ya Bilal, babam onu acaba ne yapacak?)
Hazret-i Fatıma’ya şöyle dedi Bilal de:
(Kısas yaptıracaktır kendisine herhalde.)
Hazret-i Fatıma da, Bilal-i Habeşi’ye,
Dedi: (Kim razı olur söylediğin bu işe?
Ya Bilal, söyle bana, kim vardır ki Eshaptan,
Hakkını, kısas ile alsın Resulullahtan?
Madem ki O istedi, vereyim onu sana.
Fakat haber ilet ki Hüseyin’le Hasan’a,
Her kim Resulullahtan alacaksa hakkını,
O iki torununa yapsın bu kısasını.)
Kamçıyı, Fatıma’dan aldı hazret-i Bilal.
Peygamber-i zişanın yanına geldi derhal.
Teslim etti kamçıyı Allah’ın Habibine.
O dahi verdi onu, Ukaşe’nin eline.
Hazret-i Ömer ile, Hazret-i Ebu Bekir,
Bu durumu görünce, oldular müteessir.
Dediler: (Ya Ukaşe, işte biz yanındayız.
O hakkını bizden al, dokunma Ona yalnız.)
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki o zaman:
(Ya Eba Bekr, ya Ömer, siz çekilin aradan!)
. Cennetteki arkadaşım
Resulullah, kamçıyı hazret-i Ukaşe’ye,
Verince, sahabiler düştüler endişeye.
Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’den,
Sonra, Hazret-i Ali ayağa kalktı hemen.
Dedi ki: (Ya Ukaşe, Peygambere vurmana,
Gönlümüz razı değil, o kamçıyı vur bana.
İşte sırtım ve karnım, istersen yüz defa vur.
Ama Resulullaha hiç dokunma, ne olur.)
Peygamber Efendimiz, görünce de bu hali,
Ona buyurdular ki: (Sen de otur ya Ali!)
Hazret-i Ali dahi oturunca, bu sefer,
Hazret-i Hasan ile Hüseyin de geldiler.
Dediler: (Ya Ukaşe, bilirsin ki sen dahi,
Bizler, Resulullahın torunuyuz Vallahi.
Bunun için istersen, yüz defa vur da bize,
Bir defa bile olsun, vurma Efendimize.)
O Server buyurdu ki görür görmez bunları:
(Siz dahi oturunuz ey gözümün nurları.)
Hazret-i Ukaşe’ye, o Allah’ın Habibi,
Buyurdu: (Ya Ukaşe, sen de vur bana haydi!)
Ukaşe hazretleri dedi ki: (Ama benim,
Sen vurduğun vakitte, açık idi bedenim.)
O zaman o mübarek sırtlarını açtılar.
Sahabenin cümlesi, bu hale ağlaştılar.
Dediler: (Ya Ukaşe, Peygamber-i zişanın,
Mübarek vücuduna şimdi vuracak mısın?)
Herkes merak içinde bekleşirken, bu kere,
Ukaşe hazretleri yaklaştı o Server’e.
Mübarek sırtındaki o mührü nübüvveti,
Gözyaşları içinde eğilip öpüverdi.
Dedi ki: (Anam babam, canım sana fedadır.
Sana kısas yapmaya kimde cesaret vardır?
Mübarek vücuduna vurup seni üzmeye,
Gücü yeten kim vardır zatını incitmeye?)
Resulullah buyurdu: (Hayır, ya vuracaksın,
Yahut da o hakkını sen bağışlayacaksın.)
Dedi ki: (Bağışladım onu ya Resulallah!
Beni de, kıyamette bağışlar belki Allah.)
O zaman Resulullah buyurdu: (Ey insanlar!
Biliniz ki, Cennette bana bir arkadaş var.
Merak ediyorsanız o kişi kimdir? diye,
Öyleyse nazar edin siz şu pir-i faniye.)
Resulullah Eshaba böyle buyurduğunda,
Hazret-i Ukaşe’ye bakıyordu o anda.
Bilcümle sahabiler, ona gıbta ettiler.
Gelip, iki gözünün arasından öptüler.
Dediler: (Ya Ukaşe, sen ne çok bahtiyarsın.
Zira Resulullaha Cennette arkadaşsın.)
.
50 - EBU HUZEYFE (Radıyallahü Anh
.Resulullah mani oldu
Şanlı islam ordusu Bedir’e vardığında,
Hep birlikte tekbirler getirdiler anında.
Başlamak üzereydi savaşa iki ordu.
Heyecan, son haddine gelmiş bulunuyordu.
Lakin şöyle bir adet var idi ki o zaman,
Harb edecek ordular, henüz karşılaşmadan,
Önce, iki taraftan yiğitler çıkıyordu.
Karşılıklı olarak, bunlar çarpışıyordu.
Bu ilk çarpışmalarla, taraflar, yavaş yavaş,
Harbe ısınırlardı olmadan henüz savaş.
Müşriklerden birisi, çiğneyip bu adeti,
Bir ok atıp, Eshaptan birini şehid etti.
Bu hareket, güç geldi Sahabe-i kirama.
İçleri volkan gibi başladı kaynamaya.
O sırada üç kâfir, ileriye çıktılar.
Üçü de, en azılı islam düşmanıydılar.
Bunlar, Utbe ve Şeybe iki birader idi.
Üçüncüsü, Utbe’nin oğlu olan Velid’di.
Bunlar, mücahidlere şöyle nida ettiler:
(Bizimle çarpışacak içinizde var mı er?)
Mücahidlerden Ebu Huzeyfe hazretleri,
Kılıcını sıyırıp, hemen çıktı ileri.
Utbe, babası idi hem de bu sahabinin.
Fırladı babasıyla çarpışma yapmak için.
Ve lakin Resulullah, ona mani oldular.
(Dur ya Eba Huzeyfe, sen gitme!) buyurdular.
Sonra Afra hatunun iki oğlu, beraber,
Muaz ile Muavvez adlı iki birader,
İleriye çıktılar, onlarla çarpışmaya.
Bir de çıktı ileri Abdullah bin Revaha.
Müşrikler, (Siz kimsiniz?) diye sual ettiler.
Onlar, (Biz Medine’li müminleriz) dediler.
Müşrikler seslendi ki: (Sizinle yok işimiz.
Biz, kendi kavmimizden insanları isteriz.
Ya Muhammed, sen bize, kavmimizden bize denk,
Bahadırlar gönder ki, onlarla edelim cenk.)
O zaman Resulullah, üç yiğit sahabiye,
Dua edip emretti: (Geriye dönün!) diye.
Sonra da Eshabını süzerek ayrı ayrı,
Buyurdu ki: (Kalkınız ey Haşimoğulları!
Allah’ın bu dinini söndürmek için gelen,
Şu müşriklere karşı, çarpışın çekinmeden.)
Sonra, isimleriyle çağırdılar tek be tek:
(Kalk ya Ali, ya Hamza, ya Ubeyde!) diyerek.
Resul'ün emri ile, bu üç büyük sahabi,
Çıktılar ileriye, hemen arslanlar gibi.
Kılıçları sıyırıp, hemen ilerlediler.
Üç azılı kâfirin karşısına geçtiler.
.
51 - ZEYD BİN HARİSE (Radıyallahü Anh
.Kendisine soralım
Zeyd çocukken, annesi, onu alıp yanına,
Ziyarete giderdi bir gün akrabasına.
Lakin yolda haydutlar, Zeyd’i esir aldılar.
Sonra, bir panayırda satlığa çıkardılar.
Hazret-i Hatice’nin vardı ki bir yeğeni,
Gördü bu panayıra bir esir geldiğini.
Onu, dörtyüz dirheme hemen satın alarak,
Halası Hatice’ye verdi hibe olarak.
O da hediye etti Zeyd’i Resulullaha.
Zeyd artık, o Server’den ayrılmadı bir daha.
Resul onu alınca, aynı gün etti azad.
Ve onu çok severek, edindi hemen evlat.
Lakin onu, babası, ediyordu çok merak.
Perişan etti onu, bu ayrılık, bu firak.
Zira henüz çocukken kaybetmişti oğlunu.
Diyar diyar gezerek arıyordu hep onu.
Bir yıl, o kabileden Beytullaha geldiler.
Zeyd’i orada görüp, ona haber verdiler.
Babası çok sevinip, kardeşini alarak,
Cebine, bu maksatla hayli para koyarak,
Kölelikten kurtarmak gayesiyle oğlunu,
Sevinç ve heyecanla tuttu Mekke yolunu.
Sonra, Resulullahın evini öğrenerek,
Çıktı huzurlarına iltifatlar ederek.
Dedi ki: (Ey Kureyş’in büyüğü, efendisi!
Haşimoğullarının en şerefli kişisi!
Duydum ki, yanınızda köle imiş oğlumuz.
Onun azad olması, en yegane arzumuz.
İstediğin parayı vereyim bol olarak.
Yeter ki, oğlum Zeyd’i azad et, serbest bırak.)
Resul onu dinleyip, buyurdu ki: (Ey kişi!
Çağırıp, kendisine soralım biz bu işi.
Sizin ile gitmeyi isterse evladınız,
Bir şey istemiyorum, sizin olsun, alınız.
Lakin sizi değil de, tercih ederse beni,
Veremem hiç kimseye beni tercih edeni.)
Sonra, Zeyd’e sordu ki: (Kimlerdir bu ikisi?)
Dedi ki: (Biri babam, amcamdır ötekisi.)
Buyurdu: (Bunlar seni gelmişler almak için,
Serbestsin, ister kalır, ister gidebilirsin.)
O, hemen Peygamberin yanına sokularak,
Dedi: (Ölene kadar, isterim burda kalmak.
Zira sizden gördüğüm bu şefkati, Vallahi,
Gösteremez oğluna, bir anne baba dahi.
Benim için kölelik, buradan ayrılmaktır.
Ve benim hürriyetim, size köle olmaktır.)
Babası bunu duyup, sürur geldi kalbine.
Ve müsterih olarak, döndü memleketine.
. Taiflileri imana davet
Mekke’deki müşrikler, Resulden çok mucize,
Görseler de, imana gelmiyordu hiç kimse.
Hatta müslümanlara eza ve işkenceler,
Yaparlardı ki, buna, üzüldü Hayrül-beşer.
Bir gün düşündüler ki: Bir gideyim Taif'e.
Belki kabul ederler islamı o taife.
Ve Zeyd bin Harise’yi yanlarına aldılar.
Mekke yakınındaki o diyara vardılar.
Orada, Abd-i Yalil, Habib ve Mes’ud diye,
Oranın eşrafından rastladı üç kimseye.
Onlarla konuşarak, islama etti davet.
Lakin onlar, Resule ettiler çok hakaret.
Dediler: (Allah -hâşâ- Peygamber gönderecek,
Senden başka birini bulamadı mı acep?
Senin bu söylediğin şeyleri, kendi kavmin,
Kabul etmediler de, şimdi bize mi geldin?
Buraya gelmek için, izin aldın mı bizden?
Çabuk terket burayı, git bizim ülkemizden.)
Peygamber Efendimiz, bir cevap vermeyerek,
Onların yanlarından ayrıldı üzülerek.
Gitti mahzun bir halde, Sakif kabilesine.
Ve anlattı islamı o yer ahalisine.
Bir ay, o insanları islama etti davet.
Ve lakin tek bir kişi eylemedi icabet.
Hem istihza ettiler, hatta yuhaladılar.
Gençleri toplayarak, hem de taşa tuttular.
Hazret-i Zeyd, Resule siper etti kendini.
Korudu o taşlardan Allah’ın Habibini.
Resul'ün etrafında pervane dönüyordu.
Ona zarar gelmesin diye çırpınıyordu.
Taşlar, hazret-i Zeyd’in başına, ayağına,
Geliyordu, lakin o aldırmıyordu buna.
Çünkü Resulullahı o hep düşünüyordu.
Canım, Onun uğrunda feda olsun diyordu.
Vücuduna, peşpeşe gelen taşlardan sebep,
Zeyd’in bütün bedeni, kan içinde kaldı hep.
O zalimlere karşı, avazı çıktığınca,
Bağırıyor idi ki bu arada ayrıca:
(Yapmayın, taş atmayın, Resulullahtır bu zat!
Sizi, islam dinine davete geldi bizzat.
Parça parça edin de siz beni ey insanlar!
Lakin Resulullaha vermeyin asla zarar.)
Buna rağmen o taşlar, aşarak Zeyd’i dahi,
Resul'ün vücuduna erişirdi nihai.
Mübarek ayakları, kan içinde kalarak,
Ayrıldılar oradan, gayet mahzun olarak.
İlerdeki bir bağda, oturup dinlendiler.
Sonra, yaralarını, kanlarını sildiler.
. Üçü de şehid oldu
İslama davet için o Server-i kainat,
Busra’nın hakimine bir mektup yazdı bizzat.
Haris adlı sahabi, Resul'ün mektubunu,
Alarak, süratlice tuttu Busra yolunu.
Mute’ye vardığında ve lakin bu bahtiyar,
Hıristiyan askerler, onu tutukladılar.
Şurahbil bin Amr idi, o zaman Şam valisi.
Alçakça şehid etti o, hazret-i Haris’i.
Çok üzüldü o Server bunu duyduğu vakit.
Emir verip, topladı derhal üçbin mücahid.
Buyurdu ki: (Allah’ın izniyle yol alınız.
Zeyd ibni Harise’dir sizin kumandanınız.
Eğer harp esnasında Zeyd şehid olur ise,
Cafer bin ebi Talip kumandan olsun size.
O da şehid olursa harp meydanında eğer,
Abdullah bin Revaha emir olsun bu sefer.)
İsimleri sayılan bu şahısların, artık,
Şehid olacakları anlaşıldı apaçık.
Hakikaten adları geçen bu sahabiler,
Üçü de, şehid oldu bu harpte birer birer.
Hatta bu mücahidler savaşırken Mute’de,
Peygamber Efendimiz, o anda Medine’de,
Mescid-i şerifinde oturuyordu o gün.
Üzüntülü olduğu, belli idi büsbütün.
Hiçbir şey konuşmuyor, hep sükut ediyordu.
Mübarek gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Eshaptan bir tanesi, dedi: (Ya Resulallah!
Canımız, herşeyimiz fedadır sana Vallah.
Bu gün çok üzgünsünüz, acaba sebep nedir?
Size bakıp, biz dahi oluruz müteessir.)
Buyurdu ki: (Mute’de, bizim üçbin mücahid,
Düşmanla çok şiddetli savaşıyor şu vakit.
Kaldırdı Hak teâlâ gözümdeki perdeyi.
Açıkça görüyorum şu an muharebeyi.
Önce Zeyd bin Harise sancağı aldı ele.
Lakin şehid edildi bir düşman mızrağıyle.
Cafer bin ebi Talip sancağı aldı ondan.
Düşmanın saflarına saldırdı hiç durmadan.
Bir elinde sancakla savaşırken öylece,
Nihayet şehid oldu o dahi biraz önce.
Ondan sonra sancağı, İbni Revaha aldı.
Yalın kılıç düşmanın ortalarına daldı.
Çok kâfiri öldürüp, savaşırken pek şedit,
Bir düşman mızrağıyla, o dahi oldu şehid.
Vakta ki şehid oldu Abdullah bin Revaha,
İslamın sancağını, Halid aldı bu defa.)
Bunları anlatırken, o Server ağlıyordu.
Mübarek gözlerinden, gözyaşı akıyordu.
.
52 - SÜHEYL BİN AMR (Radıyallahü Anh)
.Mecburen anlaştılar
Hudeybiye gününde, bindörtyüz mücahid er,
Söz verip, biat etti Resulle birer birer.
Dediler: (Biz hepimiz, muntazırız emrine.
Bize ne emredersen, getiririz yerine.
Düşman ile çarpışıp, ya Mekke’yi alırız,
Yahut da bu uğurda tek tek şehid oluruz.)
Resule, bu şekilde söyleyip birer birer,
(Ölmek var, dönmek yoktur) diyerek söz verdiler.
Sonra, kılıçlarını çekerek kınlarından,
İşaret beklediler Resul-i kibriyadan.
Ve lakin bu esnada, islam karargahını,
Gözetleyen casuslar, tesbit etti bu anı.
Gelip haber verdiler Kureyş müşriklerine.
Bu sebepten hepsinin, korku düştü içine.
O gece, müşriklerden, elli kadar atlılar,
İslam askerlerine aniden saldırdılar.
Ve lakin nöbetçiler, verdiler derslerini.
Kıskıvrak yakalayıp, bağladılar hepsini.
O zaman o müşrikler, anladı ki böylece,
Müslümanlar hazırlar savaşa gün ve gece.
Kendi aralarında istişare yaparak,
Dediler ki: (Şart oldu Muhammed’le andlaşmak.)
Ve hemen Süheyl ibni Amr’ın başkanlığında,
Bir elçi heyetini gönderdiler anında.
Peygamber Efendimiz, Kureyş elçilerini,
Kabul edip, dinledi, arzu isteklerini.
Elçiler dediler ki: (Tutup hapsettiğiniz,
Bizim o askerleri salmanızı isteriz.)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki cevaben:
(Benim Eshabımı da, siz tuttunuz esasen.
Siz benim Eshabımı salmazsanız eğer ki,
Ben de, o esirleri bırakmam elbette ki.)
Süheyl cevap verdi ki: (Doğrudur, haklısınız.
Bize, adaletli ve insaflı davrandınız.)
Ve hazret-i Osman’la, on kadar sahabinin,
Bırakılmalarını sağladı hemen ilkin.
Ve bunun üzerine, o Sevgili Peygamber,
O esir müşrikleri derhal salıverdiler.
Sonra, o elçilerle konuşmalar yapıldı.
Nihayet neticede, andlaşmaya varıldı.
O gün, müslümanlarla müşrikler arasında,
Antlaşma yapılması, çok mühimdi aslında.
Zira müslümanların bir (devlet) olduğunu,
Onlar da kabul etmiş, tasdikliyordu bunu.
Bu, müslümanlar için bir zaferdi esasen.
Bunu, o müşrikler de kabul etmişti zaten.
Sıra, yazılmasına gelmişti sözleşmenin.
Katip, hazret-i Ali seçildi bunun için.
. Peki, öyle yaz!
Kureyş elçileriyle konuşma yapılmıştı.
Andlaşma maddeleri, kararlaştırılmıştı.
Aliyyül Mürteza’ya emretti Fahr-i âlem.
Getirdi yazmak için o da kağıt ve kalem.
Emretti Resulullah hem Hazret-i Ali’ye:
(Andlaşmanın başına, bir Besmele yaz) diye.
Ve lakin Süheyl buna, hemen etti itiraz.
Dedi ki: (Bi ismike Allahümme diye yaz.
Zira Rahman ve Rahim, nedir, bilmiyorum ben.
Yoksa bu andlaşmayı imzalamam katiyen.)
O Server kabul edip, (Peki, olur) buyurdu.
Zira bu andlaşmada faydalar umuyordu.
Buyurdu: (Dediğini yaz Süheyl’in ya Ali!
Zira güzel kelamdır onun dediği dahi.)
Peygamber Efendimiz, hem hazret-i Ali’ye,
Sonra emir buyurdu şu şekilde yaz diye:
(Bunlar, Resulullahın, Süheyl bin Amr’la bir bir,
Üstünde anlaşmaya vardığı maddelerdir.)
Tam yazacak idi ki bunu hazret-i Ali,
Süheyl, elini tutup, bir daha oldu mani.
Resulullaha dönüp, dedi: (Öyle yazmasın!
Söyle, Abdullah oğlu Muhammed diye yazsın.
Zira senin, Allah’ın Resulü olduğunu,
Biz kabul etmiyoruz, o nasıl yazar bunu?
Zaten kabul etseydik, gelmezdik sana karşı.
Ve yapmazdık seninle, bunca harp ve savaşı.)
Onu da kabul edip, buyurdu ki o Server:
(Vallahi siz ne kadar reddetseniz de eğer,
Ben yine hiç şüphesiz, Resulullahım bizzat.
Onu öyle yazmakla, değişmez ki hakikat.)
Ve hazret-i Ali’ye buyurdu ki: (Onu sil!
Muhammed bin Abdullah diye yaz, mühim değil.)
Lakin Eshab-ı kiram, (Resulullah) lafzının,
Silinmesine karşı, hiç elde olmaksızın,
Üzülüp, hiçbirisi olmadı buna razı.
Ve hepsinin bu işe, oldu hep itirazı.
Ve her şeyi unutup, dediler: (Hayır, olmaz!
Ya Ali, sen oraya yine Resulullah yaz.
Müşriklerin dediği olursa bunda eğer,
Onlarla aramızı, ancak kılıç halleder.)
Peygamber Efendimiz, Sahabe-i güzinin,
İşbu gayretlerine memnun oldu ve lakin,
Sükut etmelerini işaret eylediler.
Ve hazret-i Ali’ye, (Sen onu sil!) dediler.
O dedi: (Feda olsun sana canım, herşeyim.
Lakin onu silmeye varmıyor ki hiç elim.)
O zaman kendi bizzat, parmağıyla sildi ve,
Yazdırdı (Abdullah’ın oğlu Muhammed) diye.
. Andaşma maddeleri
Peygamber Efendimiz, Süheyl ibni Amr ile,
Antlaşmaya vardılar bir kısım şartlar ile.
Antlaşma, on yıl için geçerli olacaktı.
Taraflar, bu on sene, hiç savaşmayacaktı.
Müslümanlar bu sene, geriye edip avdet,
Kâbe’yi, ertesi yıl edecekti ziyaret.
Umreye gelince de, üç gün kalacaklardı.
Yalnız yolcu silahı bulunduracaklardı.
Müslümanlar, Kâbe’yi ziyaret ederlerken,
Uzakta olacaktı Kureyş’liler Kâbe’den.
Bir müşrik, iman edip giderse Medine’ye,
İade olacaktı o, Mekke’ye geriye.
Lakin müslümanlardan, Mekke’ye gitse biri,
O, verilmeyecekti Medine’ye hiç geri.
Bir müslüman, Hac için Mekke’ye gittiğinde,
Olacaktı o yerde, tam emniyet içinde.
Yine aynı şekilde, Medine’ye, Mekke’den,
Giden de, emniyette olacaktı tamamen.
Arab kabileleri, istediği tarafla,
Serbest olacaklardı birleşip anlaşmakta.
Antlaşma maddeleri yazıldı açık açık.
Ve imzalanmasına gelmişti sıra artık.
O sırada genç biri, koşarak birdenbire,
Ayaklarında zincir, geliverdi o yere.
Süheyl onu görünce, fırlayarak yerinden,
Dikenli bir dal ile, o gence vurdu birden.
Buna rağmen toplayıp, o bütün gayretini,
Resul'ün huzuruna atıverdi kendini.
Dedi: (Ya Resulallah, hidayete erdim ben.
Ne olur kurtar beni bu zalimler elinden.)
Bu, müşrik heyetinin temsilcisi Süheyl’in,
Oğlu (Ebu Cendel)di, olmuştu yeni mümin.
Babası tarafından zincire vurularak,
İşkence edilirdi, hem aç bırakılarak.
Süheyl, Resulullaha şöyle dedi hemence:
(Onu bana teslim et, antlaşma gereğince.)
O Server buyurdu ki Süheyl’e o aralık:
(Ama biz sulhnameyi henüz imzalamadık.)
Süheyl kabul etmeyip, dedi ki: (İyi, fakat,
Maddeler üzerinde mevcuttur mutabakat.
İade etmez isen eğer ki onu bana,
Ben de, bu sulhnamenin imza atmam altına.)
Buyurdu: (Öyle ise, benim hatırım için,
Haricinde tutuver onu bu sözleşmenin.)
Yine kabul etmeyip, çeke çeke oğlunu,
Götürürken, müminler ağladı görüp onu.
Rica etti ise de Resulullah bir daha,
Yine bağışlamadı onu Resulullaha.
. Süheyl iman ediyor
Hazret-i Ebu Cendel, gelip Resulullaha,
(Beni kurtarın!) diye başladı ağlamaya.
Lakin müşrikler ile yapılan sözleşmenin,
Maddelerinden biri, şöyleydi aynen metin:
(Bir müşrik iman edip, sığınsa müminlere,
Teslim edilecektir tekrar Mekkelilere)
Üstelik bu müslüman, oğlu idi Süheyl’in.
O da, temsilcisiydi Antlaşmada Kureyş’in.
Oğlunu, çeke çeke geriye götürürken,
Feryad ediyordu ki: (Kurtarın beni lütfen!)
Bu içli yalvarışa, üzüldüler bi hesap.
Ağlamaya başladı Resulullah ve Eshap.
Buna, müşrikler bile dayanamayıp hatta,
Dediler: (Ya Muhammed, sen üzülme bu babta.
Onu, himayemize alırız gidince biz.
İşkence çekmesine asla izin vermeyiz.)
Müşrikler, bu hususta eyleyince böyle arz,
Resulullah ve Eshap, rahatladılar biraz.
Mekke fethinden sonra, Süheyl de etti iman.
Böylece o da oldu Sahabe-i kiramdan.
Velhasıl sulhnamenin imzasını takiben,
Müşrikler ayrılarak, Mekke’ye döndü hemen.
Zahirde müminlerin aleyhindeymiş gibi,
Olan maddeler için, müşrikler sevinçliydi.
Halbuki bu antlaşma, müşriklerden ziyade,
Müminlerin lehine olmuştu fevkalade.
Bu, müslümanlar için bir zafer oluyordu.
Zira devlet olduğu kabul ediliyordu.
Bu antlaşma gereği, müşrikler ara sıra,
Gidecek olsa idi Şam’a, yahut Mısır’a,
Yolda, Medine’ye de uğrasalar eğer ki,
Sağlanmış olacaktı can ve mal emniyeti.
Böylece o müşrikler, Medine’ye gelerek,
Eshabın güzel huy ve ahlakını görerek,
Hayran olup, islamı içten seveceklerdi.
Ve müslüman olmakla şerefleneceklerdi.
Velhasıl buyurdu ki Eshaba Efendimiz:
(Şimdi hepiniz kalkıp, kurbanları kesiniz.)
Sonra, yine Resul'ün emriyle, sahabiler,
Tıraş olup, ihramdan çıktılar birer birer.
Eshap, Hudeybiye’de kalmışlardı yirmi gün.
Geri dönüş yaptılar, emri ile Resul'ün.
Yolda Resulullaha geldi Fetih suresi.
Bu müjde haberiyle sevindiler cümlesi.
.
53 - HABBAB BİN MÜNZİR (Radıyallahü Anh)
.Nereye konalım?
Resulullah, bir avuç şanlı Eshabı ile,
O müşriklerden önce, ulaştılar Bedir’e.
(Karargahı nereye kuralım?) diye hemen,
Peygamber Efendimiz sorunca Sahabeden,
Henüz otuz yaşında olan Habbab bin Münzir,
Dedi: (Ya Resulallah, bu yer uygun değildir.
Münasip görürseniz, yürüyelim ileri.
Biz harpçi kimseleriz, biliriz bu yerleri.
İlerde bir kuyu var, suyu tatlı ve boldur.
O bölgeye konmamız, bizce daha uygundur.
Sair kuyuların da, hepsini kapatalım.
Sonra, kendimiz için bir tek havuz yapalım.
Düşmanla çarpışırken, susadıkça hemen biz,
Gelip havuzumuzdan rahatça su içeriz.
Kureyş kâfirleriyse, hiç su bulamamaktan,
Mağlub ve çok perişan hale düşer o zaman.)
Cibril aleyhisselam o anda indi yere.
Bunun doğruluğunu bildirdi o Server’e.
Resulullah buyurdu: (Ey Habbab, iyi fikir.
Doğru olan görüş de, senin bu dediğindir.)
Sonra ayağa kalkıp, Eshabiyle beraber,
O kuyunun başına hep birlikte geldiler.
O tatlı suyu olan kuyudan gayrisini,
Taş ile doldurarak, kapattılar hepsini.
Sa’d bin Muaz dahi, Fahr-i kainat için,
Bir gölgelik yapmayı isteyip aldı izin.
Sonra Resul-i ekrem, şerefli Eshabiyle,
Gezdi harp sahasını bir keşif maksadiyle.
Zaman zaman durarak, buyurdu: (Yarın sabah,
Şurada öldürülür filan kâfir inşallah.)
Kâfirlerin, vurulup düşeceği yerleri,
Gösterdi birer birer Allah’ın Peygamberi.
Hazret-i Ömer der ki: (Dikkat ettim, o sabah,
Nerelere işaret ettiyse Resulullah,
Ve kimlerin ismini söyledilerse eğer,
Onlar, tam o yerlerde yerlere serildiler.
Hatta ne az geride, ne de ilerisinde,
Tam buyurduğu yerde öldürüldü hepsi de.)
Kainatın Sultanı, Sevgili Resulullah,
Üç guruba ayırdı Eshabını o sabah.
Muhacirlere ait sancağı, o gün yine,
Mus’ab ibni Umeyr’in teslim etti eline.
Evs’in sancağını da, sonra Fahr-i kainat,
Sa’d ibni Muaz’ın eline verdi bizzat.
Hazreclilerinkini Habbab bin Münzir aldı.
Hepsi, sancaklarının altlarında toplandı.
.
54 - ZİNNİRE HATUN (Radıyallahü Anha
.Gözleri açıldı
Müşrikler işkencede, yaşlı genç, kadın erkek,
Gibi ayırımlarda bulunmazlar idi pek.
Kimi bulurlar ise ilk iman edenlerden,
Ona, çok işkenceler yapıyorlardı hemen.
Bir de (Zinnire Hatun) var idi ki, kimsesiz,
O da iman etmekle şereflenmişti henüz.
Müslüman olduğunu haber aldıklarında,
Ona da işkenceye başladılar anında.
Boğazını sıkarak, derlerdi: (Dön dininden!)
O, bayılıp düşerdi nefesi bittiğinden.
Bilhassa Ebu Cehil yapıyordu böyle hep.
Hatunun, görmez oldu gözleri bundan sebep.
Ebu Cehil dedi ki, ederek hem istihza:
(Gördün mü, gözlerini kör etti Lat ve Uzza.)
Zinnire Hatun ise dedi: (Ya Eba Cehil!
Hayır, asla bu senin dediğin gibi değil.
Lat ve Uzza putları, hiçbir işe yaramaz.
Kendine tapmayanı, tapandan ayıramaz.
Ve lakin benim Rabbim, gözlerimin nurunu,
İadeye kadirdir, yapabilir O bunu.)
Onun bu dileğini, gerçekten cenab-ı Hak,
Kabul edip, gözleri açıldı tam olarak.
Ve hatta eskisinden görürdü daha iyi.
Bunu, o kâfirlerin gördüler hepsi dahi.
Lakin inatlarından imana gelmediler.
Açık mucizelere, (Bu, sihirdir) dediler.
Onlar Resulullaha, baş gözüyle bakarak,
İman edemediler çok fena aldanarak.
Sahabe-i kiramın çektiği ızdıraba,
Pek çok üzülüyordu o Resul-i mücteba.
İslamın yayılması, öğrenilmesi için,
Emniyetli bir yere ihtiyaç vardı ilkin.
Erkam hazretlerinin var idi ki bir evi,
Onu seçti bu işe Allah’ın Peygamberi.
Bu, Safa tepesinin tam doğu cihetinde,
Yüksekçe bir yerdeydi, dar bir sokak içinde.
Kâbe, görülüyordu rahatlıkla oradan.
Ve çok elverişliydi emniyet bakımından.
Hem kontrol yönünden de, zira gelen gidenin,
Yeri, gayet uygun ve müsaitti bu evin.
Resulullah bu evde, gündüz oturuyordu.
Eshabına islamı her gün anlatıyordu.
Müslüman olacaklar, gelirlerdi bu eve.
Ve şereflenirlerdi imana gelmek ile.
Allah’ın Habibinin, kalplere deva olan,
Mübarek sohbetini o mübarek ağzından,
Nefes almaz şekilde, edeble dinlerlerdi.
Hatta yutarcasına, bir bir ezberlerlerdi.
.
55 - ÜSAME BİN ZEYD (Radıyallahü Anh
.Resulullah hastalandı
Olmuştu ki hicretin onbirinci senesi.
Ve Safer yirmialtı, günlerden Cumartesi,
Buyurdu Resulullah cümle sahabilere:
(Bir ordu hazırlansın çıkmak için sefere!)
Hazret-i Üsame’yi çağırıp huzuruna,
kumandan tayin etti, Sahabe ordusuna.
Buyurdu: (Ey Üsame, çık Allah’ın ismiyle.
Yürü islam dinini yüceltmek gayesiyle.
Şam’a ve Filistin’e, oradan Darum’a git.
Baban, o topraklarda olmuştu zira şehid.
Allah’ın izni ile, git de o topraklara,
Çiğnet o zalimleri, develerle atlara.
Varacağın yerlere, öyle hızlı ve seri,
Git ki, geleceğinden olmasın haberleri.)
Sonra, kendi eliyle sancağı bağladı ve,
Hazret-i Üsame’ye verip çıktı minbere.
Buyurdu: (Üsame’nin babası olan Zeyd’i,
Hepiniz bilirsiniz, çok iyi bir kimseydi.
Nasıl kumandanlığa, o, çok layık idiyse,
Yine benim katımda, o nasıl sevgiliyse,
Oğlu Üsame dahi, emirliğe layıktır.
Onun dahi katımda, büyük değeri vardır.)
Üsame, ordusuyla vardı Cürf menziline.
Eshabın büyükleri tabiydi kendisine.
Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Osman,
Hazret-i Üsame’nin emrindeydi o zaman.
Üsame hazretleri, çıkmak için sefere,
Geldi Resulullaha veda etmek üzere.
Vedalaşıp, ordunun başına geçti hemen.
Gazaya çıkmak için harekete geçerken,
Annesi tarafından, kendisine bir haber,
Geldi ki: (Şu sırada hastalandı Peygamber.)
Takvimler yirmisekiz Safer’i gösterirken,
Sıtmaya yakalandı Resulullah aniden.
Bu haberi alınca, Üsame hazretleri,
Ziyaret etti tekrar evinde o Server’i.
Abdullah ibni Mes'ud anlatır ki: O günde,
Bazımız toplanmıştık o Server’in önünde.
Bize bakıp, o kadar ağladı ki hüznünden,
Akardı gözyaşları, mübarek nur yüzünden.
Sonra buyurdular ki: (Merhaba ey Eshabım!
Sizi, her sıkıntıdan hıfz eylesin Allah’ım.
Rızkınıza bereket ve hayır versin size.
Hepimiz bir gün elbet, döneriz Rabbimize.)
Dedik: (Ya Resulallah, ne için hazretiniz,
Eceliniz yaklaşmış gibi söz edersiniz?)
Buyurdu: (Veda vakti yaklaştı bu dünyaya.
Artık yakın olurum Allahü teâlâya.)
.
56 - ÜMMÜ ÜMARE (Nesibe Hatun) (Radıyallahü Anha
.Yaranı sar!
İlk iman edenlerden, mübarek bir sahabi,
Harplerde, kahramanca savaştı arslan gibi.
Uhud’a, zevci Zeyd’le ve iki oğlu ile,
Gelerek, kahramanca savaştı var gücüyle.
Hücuma geçmişti ki biri Resulullaha,
O, bu hali görünce, durur muydu hiç daha.
Kılıcını çekerek, saldırdı o kâfire.
Bir vuruşta, atından düşürdü onu yere.
Bir daha kılıç vurup, öldürdü onu hemen.
Yaralandı kendi de, hem de birkaç yerinden.
Lakin o, düşünmezdi yarasını, derdini.
Harbe teşvik ederdi evladıyla zevcini.
Ümmü Ümare der ki: Biz o Uhud gününde,
Çarpıştık ailece Peygamberin önünde.
Bir ara cenk karıştı, bir müşrik vurdu bana.
Kalkanımla korunup, ben dahi vurdum ona.
Beni görüp, oğluma seslendi Resulullah:
(Çabuk yetiş, annene yardım et ey Abdullah!)
Abdullah da anlatır: Bir müşrik bana vurdu.
Resul beni gördü ve (Yaranı sar!) buyurdu.
Annem Ümmü Ümare, onu sarıp bir bezle,
Dedi ki: (Kalk evladım, savaşa devam eyle!)
Resulullah, annemi gördü ve buyurdu ki:
(Senin katlandığına kim dayanabilir ki?)
Bana vuran o müşrik, geçiyordu oradan.
Peygamber seslendi ki: (İşte oğluna vuran!)
Annem, kılıç vurarak yaraladı kâfiri.
Bunu görüp sevindi Allah’ın Peygamberi.
Buyurdu: (Ey Nesibe, hamd ederim ki şuna,
Muzaffer kıldı seni, nihayet düşmanına.)
Harpten sonra o Server, Eshaba buyurdu ki:
(O gün nerye baktıysam, gördüm hep Nesibe’yi.)
Hudeybiye, Yemame ve Hayber cenklerinde,
Dahi hazır bulunup, savaştı her birinde.
Müseyleme-tül Kezzab, bunun oğlu Habib’i,
Keserek öldürünce, üzülüp yandı kalbi.
Yıllar sonra, gelmişti altmış küsur yaşına.
Katıldı oğlu ile, Yemame savaşına.
Ve harbin en şiddetli olduğu bir zamandı.
Hatta müslümanların dağıldığı bir andı.
Kılıcını çekerek, saldırdı müşriklere.
Hatta Müseyleme’ye vurdu ve yıktı yere.
Bir gün rica etti ki, Peygamber-i zişana:
(Dua et de, Cennette komşu olalım sana.)
Derhal dua ederek, buyurdu: (Ya ilahi!
Komşu eyle Cennette bana bunları dahi.)
Bunu duyup dedi ki: (Kâfi bana bu nimet.
Gam değil bundan sonra gelse de her musibet.)
.
57 - KA'B BİN ZÜHEYR (Radıyallahü Anh
.Önce inanmamıştı
Sahabe-i kiramın meşhur bir şairidir.
Kaside-i bürde nam şiirin sahibidir.
Babası Züheyr dahi şair idi o zaman.
Lakin vefat etmişti islam tebliğ olmadan.
Vasiyet etmişti ki oğlu Ka'b ve Büceyr’e:
(Siz bari iman edin gelecek Peygambere.)
Ne zaman ki islamı tebliğ etti o Server,
İşitip, Medine’ye yollandı hemen Büceyr.
Allah’ın Resulü'nün, görünce nur yüzünü,
Şehadeti söyleyip, iman etti o günü.
Ka'b bunu işitince, çok kızdı kardeşine.
Ona karşı bir kin ve nefret doldu içine.
Allah’ın Resulü'nü ve islamı zemmeden,
Hakaretler dolusu bir şiir yazdı hemen.
Resul bunu duyunca, buyurdu ki Eshaba:
(Onu hemen öldürsün, kim rastlarsa o Ka'ba.)
Bildirdi Büceyr dahi bunu biraderine.
Dedi ki: (Ey kardeşim, sen de gel, gir bu dine.
Kurtarmak istiyorsan Cehennemden kendini,
Gel de bir gör gözünle Allah’ın Habibini.)
Ka'b mektubu alınca, ateş düştü kalbine.
O anda aşık oldu Allah’ın Habibine.
Kalbi, Resulullahın aşkıyle doldu taştı.
O gün yola çıkarak, Medine’ye ulaştı.
Yanıp tutuşuyordu Resul'ün sevgisiyle.
Uzun bir şiir yazıp, getirdi bunu dile.
Tebdil-i kıyafetle, ertesi gün erkenden,
Gelip mescid önünde, deveden indi hemen.
Girip, Resulullahın oturdu tam önüne.
Edeble arz eyledi Allah’ın Resulü'ne.
Dedi: (Ya Resulallah, Ka'b ibni Züheyr şu an,
Haline pişman olmuş, istiyor sizden eman.
Eğer huzurunuza getirirsem kendini,
Kabul eder misiniz onun hidayetini?)
Buyurdu: (Pişman ise, affolur o da elbet.)
Ka'b bunu işitince, getirdi bir şehadet.
Dedi: (Ben inandım ki, mabud, Allah’tır ancak.
Yoktur başka bir ilah ibadet olunacak.
Sen dahi, hak olarak gelen bir Peygambersin.
Bizleri bâtıl yoldan, Hakka davet edersin.)
Allah’ın Sevgilisi sordu ona: (Kimsin sen?)
Dedi: (Ka'b bin Züheyr'im, eğer kabul edersen.)
İzin alıp okudu sonra kasidesini.
Güzel methediyordu Hakkın Sevgilisini.
Çok hoş geldi bu şiir Allah’ın Resulü'ne.
Hırkasını çıkarıp, örttü Ka'bın üstüne.
Ve (Kaside-i bürde) dendi ona bu yüzden.
Zamanımıza kadar, gelmiştir ta o günden.
.
58 - MİKDAD BİN ESVED (Radıyallahü Anh
.İmanla şereflendi
Vakta ki Resulullah düşmanların şerrinden,
Medine’ye yerleşti, çıkıp Mekke şehrinden.
Sonra haber gönderdi hem Hazret-i Ali’ye:
(Eşyalarımı alıp, Medine’ye gel!) diye.
Hazret-i Peygamberden alır almaz bu emri,
Müşriklere, açıkça bildirdi bu haberi.
Dedi ki: (Medine’ye gideceğim yarın ben.
Bir şey diyecekseniz, söyleyin ben gitmeden.)
Müşrikler, başlarını aşağı indirdiler.
Korkudan, bir kelime cevap veremediler.
Lakin hazret-i Ali, yükleyip eşyaları,
Giderken, karşısına çıktı Kureyş küffarı.
Dediler: (Gidemezsin, geri dön yüklerinle.
Yoksa pişman olursun, cenk ederiz seninle.)
Derhal hazret-i Ali, devesinden inerek,
Yürüdü üstlerine, hiddetle kükreyerek.
O zaman korku düştü kalplerine onların.
Dört yana kaçışarak, oldular darmadağın.
Allah arslanı Ali, binip yine deveye,
Yola devam ederek yürüdü ileriye.
Sonra çıktı önüne, Mikdad adında biri.
Kılıcını çekerek, dedi: (Hemen dön geri!)
İndi yine deveden, yürüdü üzerine.
Bir hamlede yıkarak, çıktı göğsü üstüne.
Ve lakin öldürmeyip, islama etti davet.
O dahi kabul edip, nasib oldu hidayet.
Büyük bir bahadırı oldu müslümanların.
Hem de büyüklerinden oldu cümle Eshabın.
Yine islam ordusu ve şerefli Peygamber,
Bedir’e yaklaşınca, aldılar ki bir haber,
Mekkeliler, büyük bir ordu kurmuş bu ara,
Bedir’e geliyorlar kervanı kurtarmaya.
Sevgili Eshabını toplayıp Resul hemen,
İstişare eyledi hiç vakit geçirmeden.
Peygamber Efendimiz, önce Muhacirine,
Sordular: (Bu hususta, uygun olan sizce ne?)
Hazret-i Ebu Bekir, hem de Hazret-i Ömer,
(Bu düşman ordusuyla çarpışalım) dediler.
Sonra Mikdad bin Esved dedi: (Ya Resulallah!
Onu yerine getir, ne emrettiyse Allah.
Sen nerede olursan, orada biz de varız.
Biz senin, bir an bile yanından ayrılmayız.
Allah ve Resulü'nün yollarında hem dahi,
Canımız ve başımız feda olsun Vallahi.
Hazırız her emrini yapmak için burada.
Anam, babam ve canım olsunlar sana feda.)
Ferahladı o Server onun bu sözlerinden.
Hayır dua eyledi bu sahabiye hemen.
.
59 - ÜMMÜ SÜLEYM (Rümeysa Hatun) (Radıyallahü Anha)
.O hançer ne olacak?
Hanım sahabilerden, meşhur bir tanesidir.
Ve Enes bin Malik’in muhterem annesidir.
Kocası, duydu bunun imana geldiği gün,
Dedi: (Sen, dininden mi çıkıyorsun ey hatun?)
Cevabında dedi ki: (Ey Malik, beni dinle.
Çıkmak değil, bilakis yeni girdim ben dine.
Hatta iman etmeni isterim senin dahi.
Yoksa evliliğimiz sona erer Vallahi.)
Çok geçmeden, kocası öldürüldü aniden.
Dul kaldı böylelikle Ümmü Süleym Malik’ten.
Bu sefer Ebu Talha, bir haber göndererek,
Dedi ki: (İstiyorum senin ile evlenmek.)
Kabile reisiydi, çok zengin idi, fakat,
İslam ile müşerref olmamıştı o saat.
Ümmü Süleym dedi ki: (Evvela gel imana.
Evlenme teklifini ondan sonra yap bana.)
Ebu Talha düşünüp, hemen oldu müslüman.
Ümmü Süleym, teklifi kabul etti o zaman.
Resulullah, hicrette, Medine’ye gelince,
Herkes bir şey getirdi güçleri yettiğince.
Ve lakin Ümmü Süleym, o zaman fakirdi pek.
Yoktu bir şey evinde Ona ikram edecek.
Yalnız bir oğlu vardı, küçüktü yaşı daha.
Tutup onun elinden, geldi Resulullaha.
Dedi: (Ya Resulallah, oğlumdur Enes benim.
Terbiyeli ve zeki bir çocuktur efendim.
Bunu, kabul edersen, ben zat-ı alinize,
Vermek istiyorum ki, baksın hizmetinize.)
İşte Enes bin Malik, on sene müddetle tam,
Allah’ın Resulü'ne hizmet etti berdevam.
Ümmü Süleym, çok harbe iştirak eyleyerek,
Dövüştü icabında kılıcını çekerek.
Uhud’a, oğlu Enes ve Ebu Talha ile,
Gelip, çok hizmet etti Eshaba var gücüyle.
Hayber gazasında ve hem Mekke’nin fethinde,
Bilfiil cenk ederek, bulundu herbirinde.
Huneyn gazasına da iştirak eylemişti.
Bu harpte, en ön safta, er gibi cenk etmişti.
Kalbi, Resulullaha hizmetle çarpıyordu.
Elinde hançer ile, düşmanı bekliyordu.
Kocası Ebu Talha onun bu hançerini,
Görüp, Resulullaha arz etti bu halini.
Allah’ın Sevgilisi, ona doğru bakarak,
Sordu: (Ya Ümmü Süleym, o hançer ne olacak?)
Dedi: (Ya Resulallah, müşrikler sana eğer,
Hücum ederler ise, işe yarar bu hançer.
İşte bu günler için saklardım bu hançeri.
Bununla öldürürüm. sana kastedenleri.)
.
60 - FATIMA BİNTİ ESED (Radıyallahü Anha
.İsmini Ali koydum!
O Hazret-i Ali ki, dördüncü halifedir.
Bilcümle evliyanın baş tacı, seyyididir.
Babası Ebu Talip, Fatıma’dır annesi.
Doğmuş idi hicretten yirmiüç yıl öncesi.
Fatıma Hatun der ki: Bir gün tavaf yapardım.
Bir doğum sancısıyla birden rahatsızlandım.
Allah’ın Resulü' de yakınımdaydı o an.
Halimi arz eyledim kendisine o zaman.
Ve rica eyledim ki: (Ya Muhammed-ül emin!
Oğlum olması için, bana dua eyleyin.)
Buyurdu ki: (Ederim ve lakin bir şart ile.
Eğer oğlan olursa, söz ver bana vermeye.)
Dedim ki: (Ben ve zevcim, size söz veriyoruz.
Doğacak oğlumuzu, sana nezrediyoruz.)
O zaman dua edip, buyurdu: (Durma daha.
Tavafını bitirip, gir hemen Beytullaha.)
Ben Kâbe’ye girerek, dua ettim hem dahi:
(Bana, hayırlı oğul ihsan et ya ilahi!)
Geldi Hazret-i Ali bu dünya âlemine.
Konuldu adet üzre bir beşiğin içine.
Ebu Talip, oğlunun görmek için yüzünü,
Kaldırmak isteyince yüzünün örtüsünü,
Çocuk, hemen kuvvetle yapışıp örtüsüne,
Müsade etmedi ki, bir an baksın yüzüne.
Fatıma da emzirmek istediyse de, fakat,
Bir müddet, ona dahi etmedi muvafakat.
Şaşırdılar çocuğun bu hali nedir? diye.
Az sonra, Resulullah teşrif etti haneye.
Onlar Onu görünce, bir hayli sevindiler.
(Ya Muhammed-ül emin, safa geldin!) dediler.
Resulullah, beşiğin yanına vardığında,
Nur çocuk, mışıl mışıl uyurdu yatağında.
Lakin Resulullahın alınca kokusunu,
Örtüsünü kaldırıp, ilk defa gördü Onu.
Neşelendi, sevindi ve atıldı Resule.
Sanki şöyle diyordu lisan-ı hali ile:
(Çok şükür nail oldum devlet-i didarına.
Açmadım hiç yüzümü, senden gayrılarına.
Henüz beni görmeden validemle pederim,
İstedim sen göresin, buydu benim emelim.)
O Server, onu alıp mübarek kucağına,
Ezan ve ikameti okudu kulağına.
(İsmini ne koydunuz?) diye sual edince.
Dediler ki: (Senindir, koy arzu ettiğince.)
Buyurdu: (Madem bana havale edersiniz,
Ali koymak isterim, muvafık mı dersiniz?)
Fatıma arz etti ki: (Gaibden bana dahi,
Bu ismi vermemizi demişti biri sahi.)
.
61 - SÜMEYRA HATUN (Radıyallahü Anha
.Sen hayatta oldukça...
Peygamber Efendimiz ve şanlı sahabiler,
Uhud harbinden sonra Medine’ye döndüler.
Kadınlar ve çocuklar dökülmüştü yollara.
Karşılıyorlar idi gelenleri o ara.
Hepsi merak ederdi Allah’ın Resulünü.
Ve görmek isterlerdi mübarek nur yüzünü.
Sa’d ibni Muaz’ın annesi Kebşe Hatun,
O Serveri düşünüp, duruyordu pek mahzun.
Oğlu Amr da ölmüştü, harpte şehid olarak,
Lakin o, Peygamberi ediyordu çok merak.
Az sonra o Server'i sağ ve salim görünce,
Merakı zail olup, kapıldı bir sevince.
Huzuruna gelerek, dedi: (Ya Resulallah!
Anam, babam ve canım fedadır sana Vallah.
Allah’a hamd olsun ki, sağ salim gördüm seni.
Sen hayatta olunca, düşünmem gayrisini.)
Sormadı oğlu Amr’ı Allah’ın Habibine.
O Server şöyle deyip, teselli etti yine:
(Ey Sa’dın validesi, sana müjdeler olsun.
En yüksek mertebeye yükseldi senin oğlun.
Şehidlik rütbesine kavuşan bu cemaat,
Ederler mahşer günü ev halkına şefaat.)
Resulullah ve Eshap, henüz Uhud’da iken,
Sümeyra Hatun dahi, gelmişti Medine’den.
Onun da düşündüğü tek bir şey vardı o gün.
Öğrenmek istediği, hayatıydı Resulün.
Gelip gördü yerlerde şehid olan erleri.
Baktı, aralarında yatıyordu pederi.
Babasının ölümü, dokunmadı pek ona.
Bir Fatiha okuyup, devam etti yoluna.
Bir şehid daha gördü babasından ilerde.
Yaklaşınca gördü ki, kocasıymış o er de.
Ve lakin bu hatunun derdi bunlar değildi.
Onun tek düşündüğü, Allah’ın Habibiydi.
Devam edip, yerlerde gördü yine şehidler.
Baktı ki, bunlar dahi kardeşleriymiş meğer.
Fatihalar okuyup, seğirtti ilerlere.
Resulü soruyordu gördüğü kimselere.
Gördü en son sağ salim Allah’ın Resulünü.
Unuttu birden bire cümle üzüntüsünü.
Dedi: (Ya Resulallah, babam, kocam, kardeşim,
Şehid düşmüşlerse de, gam değil benim için.
Benim derdim sen idin, hamd olsun Rabbimize.
Sen hayatta oldukça, dokunmaz onlar bize.
Sana bir şey olsaydı, o zaman mahvolurduk.
Senin ayrılığınla yanar da kavrulurduk.
Ağlayıp, gözümüzün yaşları hiç durmazdı.
Yaralı kalbimize teselli bulunmazdı.)
.
62 - HAZRET-İ MESLEME (Radıyallahü Anh
.Zeytinyağı, tuz, ekmek
Ömer ibnil Hattab’ın devrinde, bir zamanlar,
Şikayete gelmişti İran’dan müslümanlar.
Dediler: (Maruz kaldık bizler bir musibete.
Eşkiyalar yol kesip, zulüm yapar millete.)
Dinledi Ömer Faruk onların sözlerini.
Gönderdi üstlerine bir gurup askerini.
Gidip, önce onlara islamı bildirdiler.
Kabul etmeyince de, (Cizye verin!) dediler.
Onu da reddedince, kalmadı artık vebal.
Başladı birdenbire çok şiddetli bir kıtal.
Allah’ın yardımıyle kazandı yine Eshap.
Çok ganimet malları ele geçti bi-hesap.
Lakin mallar içinde, bir kutu var idi ki,
İnci ve mücevherle dolu idi hep içi.
Başkumandan Mesleme, onu, bir eri ile,
Hediye kabilinden gönderdi Halifeye.
Hazret-i Ömer ise, onun geldiği saat,
Fakirlere ziyafet verirdi kendi bizzat.
Zira çok seviyordu onlara yedirmeyi.
Bizatihi kendisi dağıtırdı yemeği.
Bekledi bir kenarda, yemek bitti nihayet.
Halife onu görüp, evine etti davet.
Hazret-i Ömer ile, o girdi içeriye.
Rastlamadı minderle kilimden başka şeye.
O mindere oturttu Halife gelen eri,
Kilimin üzerine oturdu kendileri.
Geldi sonra bir sofra, mütevazı idi pek.
Vardı yemek olarak zeytinyağı, tuz, ekmek.
Çıkardı o kutuyu cebinden sonra o er.
(O kutu nedir?) diye, sordu hazret-i Ömer.
Dedi ki: (Başkumandan, razı edip erleri,
Ayırdı ganimetten işbu mücevherleri.
Sığınıp daha sonra yüksek müsadenize,
Ve hediye gönderdi bunu hazretinize.)
Hazret-i Ömer Faruk, işitince bu sözü,
Ağlayıp, yaşla doldu mübarek iki gözü.
Dedi: (Bize islamı bahşetti Hak teâlâ.
Var mıdır bizim için bir nimet bundan a’la?
Asla kabul edemem, götür bunu, ver geri.
Yakmak mı istersiniz siz bununla Ömer’i?
Zira mücahidlerin hakkıdır bu da yine.
Mesleme’ye götür de, dağıtsın askerine.
Ve ona, şu hususu söyle ki benden taraf:
Adaletten, kıl kadar eylemesin inhiraf.
Gazilerin hakkını, göndermesin Ömer’e.
Yoksa o, hiç muvaffak olamaz, ona göre.)
.
63 - SAFİYYE BİNTİ ABDÜLMUTTALİP (Radıyallahü Anha
.İtiraz eyleme!
Bu hatun, halasıdır Hazret-i Peygamberin.
Annesidir hem dahi Sahabeden Zübeyr’in.
Oğlu ile birlikte, imana geldi bir gün.
Hicret etti sonra da, emri ile Resul'ün.
İmanları kuvvetli olmuştu evladiyle.
Hizmet etti islama, hem de kadın haliyle.
Bir gün Ebu Leheb'in, çıkarak karşısına,
Dedi ki: (Ey kardeşim, yakışır mı bu sana?
Muhammed-ül emine hor, hakir bakıyorsun.
Onun nübüvvetine niçin inanmıyorsun?
Vallahi hep âlimler diyorlar ki şimdiden,
Bir Peygamber gelecek bugünlerde Kureyş’ten.
O Nebi işte budur, gel, eyleme itiraz.
İman eyle sen dahi, var ise aklın biraz.)
Hazret-i Safiyye’nin davetine karşılık,
Yine iman etmeyip, küfürde kaldı artık.
Resul'ün validesi Âmine Hatun ile,
Safiyye’nin annesi, kardeşti birbiriyle.
Yani Safiyye Hatun hem baba, hem anneden,
Akraba oluyordu Peygambere önceden.
Hatun iken, cenklere katılırdı yine de.
Ve lakin Uhud günü kalmıştı Medine’de.
Hassan ibni Sabit’in köşkünde bulunurken,
Sokulmak istediler yahudiler gizliden.
Hatta köşkün dibine, göndererek birini,
Dinlemek istediler, ne olup bittiğini.
Safiyye, onu görüp, pencereyi açmadan,
Seslendi ki: (Ey Hassan, öldür şunu kaçmadan!)
Lakin o, sakat idi, özürlüydü bacağı.
Kendisi, bir kalası kapıp indi aşağı.
Yahudinin başına indirdi birdenbire.
Müşrik, ölü olarak devrildi hemen yere.
Sonra da, kılıcını asarak omuzuna,
Cenk etmek maksadıyla, düştü Uhud yoluna.
O sırada Uhud’da karışmıştı cenk yeri.
Sahabe, şaşkınlıktan çekildiler az geri.
İşte Safiyye Hatun yetişti tam o ara.
Kılıcını sıyırıp, hücum etti küffara.
Bir yandan da Eshaba cesaret veriyordu.
(Ey müminler toplanın, dağılmayın!) diyordu.
Peygamber Efendimiz, çağırarak Zübeyr’i,
Buyurdu ki: (Annene söyle de, çıksın geri.
Zira vakıf olursa Hamza’ya yapılana,
Dayanamaz, kederden halel gelir aklına.)
Onun bu şecaati, destan oldu dillere.
Bu güzel halleriyle, taht kurdu gönüllere.
Yetmişüç yaşındayken vefat etti mübarek.
Hayatı, nesillere oldu güzel bir örnek.
. Ondan gelene razıyım
Uhud cenginden sonra, o şanlı mücahidler,
Şehid olan Eshabı önce tesbit ettiler.
Ve Hazret-i Hamza’nın halini görür görmez,
Ağladı Resul ile Eshabtan hemen herkes.
Zira kesmişler idi burnunu, kulağını.
Bununla da kalmayıp, yarmışlardı karnını.
Resulullah ve Eshap, bu üzüntüde iken,
Bir kadını gördüler telaş içinde gelen.
Safiyye Hatun idi o gelen üstün kadın.
Halası oluyordu hem de Resulullahın.
Peygamber-i zişanın şehadetini, o da,
Medine’de işitip, koşturmuştu Uhud’a.
Kız kardeşi olurdu hem Hazret-i Hamza’nın.
Annesiydi ayrıca Zübeyr ibni Avvam’ın.
Resulullah, halası Safiyye’yi görünce,
Zübeyr ibni Avvam’a buyurdu ki hemence:
(Anneni geri çevir, görmesin şehidleri.
Kardeşini görürse, dayanamaz yüreği.)
Resul'ün bu emrini tebliğ etmek üzere,
Koştu Hazret-i Zübeyr, annesi Safiyye’ye.
O ise, heyecanla sordu ki ona hemen:
(Ey oğlum, bana önce haber ver Peygamberden.)
Dedi ki: (Anneciğim, şükür elhamdülillah.
Sağ ve selamettedir şu anda Resulullah.)
Ferahladı ise de alınca bu haberi,
Yine görmek istedi gözüyle Peygamberi.
Hazret-i Ali dahi gelmişti yanlarına.
Gösterdi o Server’i bu mübarek hatuna.
Safiyye, sağ ve salim görünce Peygamberi,
Sevinip ferahladı, kalmadı bir kederi.
Daha sonra, kardeşi Hamza’yı etti merak.
Onu görmek istedi şehidlere bakarak.
Lakin Hazret-i Zübeyr, durdurdu annesini.
Dedi: (Resulullahın bakmana yoktur izni.)
Safiyye Hatun ise, dedi ki: (Ey evladım!
Hamza'nın ahvalinden ben dahi haberdarım.
Bu hale, Allah için uğradı elbet o da.
Daha beterlerine razıyız biz bu yolda.
Allahü teâlâdan ne gelirse, razıyız.
Ne ki Ondan geliyor, sabredip katlanırız.)
O böyle söyleyince, gitti Hazret-i Zübeyr.
Annesinin sözünü Resule verdi haber.
Resulullah, duyunca onun bu haberini,
Buyurdu: (Öyle ise, görsün biraderini.)
Safiyye hazretleri, alınca buna izin,
Cesedinin başına geldi aziz şehidin.
Baş ucunda oturup, sessiz sessiz ağladı.
Takdire razı olup, sabıra bel bağladı.
. Melekler yıkadılar
O Server’in dünyaya teşrifleri anında,
Hazret-i Âmine’nin, o an için yanında,
Üç hatun var idi ki, yardıma gelmişlerdi.
Onlar dahi, o gece çok şeyler görmüşlerdi.
Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifa Hatun,
Diyor ki: (Ben de vardım, gecesinde doğumun.
Ne zaman ki o Server teşrif etti dünyaya,
Baktım ki, doğar doğmaz başladı bir duaya.)
O Server’in halası Safiyye Hatun dahi,
Şöyle anlatmaktadır o anı bizatihi:
Ne zaman ki dünyaya teşrif etti o Server,
Etrafı nur kaplayıp, her yer oldu münevver.
Secde edip, açıkça söyledi ki hem nagah:
(La ilahe illallah ve innî Resulullah.)
Doğduğunda, Resul'ü isteyince yıkamak,
Dendi: Onu gönderdik biz yıkanmış olarak.
Göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş idi hem.
Doğar doğmaz, Rabbine secde etti mukaddem.
Secdede, hafif sesle bir şeyler söylüyordu.
Kulak verdim, (Ümmetim! Ümmetim!) hep diyordu.
Beni Kureyza denen yahudiler de yine,
İhanet eylediler, Hendek’te müminlere.
Saldırmazlık akdini, tek yönlü feshederek,
Müşrik ordusu ile anlaştılar giderek.
Gece baskını için, bu hain yahudiler,
Küffardan bin kişilik kuvvet talep ettiler.
Savunmasız kadın ve çocuklara, böylece,
Hücum edeceklerdi Medine’de her gece.
Resulullah, anlayıp onların bu fikrini,
Derhal görevlendirdi beşyüz sahabisini.
Buyurdu: (Medine’de dolaşın sabaha dek.
Küffara korku salın, tekbirler getirerek.)
Mücahidler, her gece devriye dolaştılar.
Ve tekbir sesleriyle gökleri çınlattılar.
Şanlı mücahidlerin tekbir sedalariyle,
Korkuya kapıldılar yahudiler haliyle.
Yine şehre sızarak on kadar yahudiler,
Hazret-i Safiyye’nin bahçesine girdiler.
İçerde kadınlar ve çocuklar vardı yalnız.
Önce eve ok atıp, eylediler rahatsız.
O Server’in halası Safiyye Hatun, hemen,
Erkek kıyafetine bürünüp çıktı evden.
Kalınca bir odunu alarak bir eline,
Arkasından, şiddetle indirince birine,
Kâfir, kanlar içinde yere düştü aniden.
Daha sonra bıçakla, başını kesti hemen.
Onu erkek zannedip o namert yahudiler,
Korkup, alelacele orayı terkettiler.
.
64 - SAİD BİN AMİR (Radıyallahü Anh
.Ne imiş kusurları?
Sahabe-i kiramın önde gelenlerinden.
Ve Hazret-i Ömer’in ünlü valilerinden.
Hayber’den itibaren, Sahabenin gittiği,
Cenklerde, Resul ile savaştı arslan gibi.
Ve hazret-i Ömer’in halifelik devrinde,
Bulundu senelerce, Humus valiliğinde.
Öyle yapar idi ki milletin hizmetini,
Sırf bunu düşünmekten, unuturdu kendini.
Gayet fakir olarak, zühd ile yaşıyordu.
Onun bu durumunu görenler, şaşıyordu.
Halife Ömer Faruk, emretti bir kimseye:
(Humus fakirlerinin listesini yap!) diye.
Getirince, baktı ve hayret etti bir hayli.
Zira gelen listenin başındaydı o vali.
Humus’lular dedi ki o zaman Halifeye:
(Valimiz kabul etmez kimseden bir hediye.)
Halife Ömer Faruk vali için bir ara,
(Kusuru var mı?) diye sordu Humuslulara.
Dediler: (Ey Halife, var bazı kusurları.
Müsade ederseniz arz edelim onları.
Hergün kuşluk vaktinde gelir ancak işine.
Gece ise, hiç çıkmaz milletinin içine.
Hafta sonu, evinde kabul etmez kimseyi.
Görüşmez kimse ile, misafir olsa dahi.
Sahabeden Hubeyb’i hatırladığı zaman,
Öyle çok üzülür ki, bayılıp düşer o an.)
Davet etti Halife yanına valisini.
Geldiğinde, sorarak aldı ifadesini.
Vali, cevap olarak dedi ki Halifeye:
(Evet, kuşluk vaktinde giderim vazifeye.
Zira zevcem hastadır, yapamaz her hizmeti.
Ben yaparım evimde her işi bizatihi.
Geceleri, evimden çıkmam millet içine.
Zira gündüz ayırdım, milletimin işine.
Gündüz yapmış olduğum işlerimin, ekseri,
Muhasebelerini yaparım geceleri.
Hafta sonu, evime misafir gelse bile,
Kabul etmem onları, görüşmem kimse ile.
Zira tek elbisem var, yıkarım hafta sonu.
Kuruyuncaya kadar, beklerim evde onu.
Hubeyb’in ölümünü her hatırladığımda,
Üzüntümden, kendimi kaybederim anında.
Zira küffar, asarken o şehid sahabiyi,
Müşrikler arasında bulunurdum ben dahi,
Mani olabilirdim belki de ben onlara.
Lakin henüz imana gelmemiştim o ara.)
Halife, dinleyince bu mübarek valiyi,
Buyurdu ki: (Ey Said, bu hallerin ne iyi.)
.
65 - OSMAN BİN MAZ'UN (Radıyallahü Anh
.Afiyet olsun!
İslamın, gizli tebliğ olunduğu bir günde,
Resulullah dururken hanesinin önünde,
Osman bin Maz’un dahi, oradan geçmiş idi.
Resule, muhabbetle tebessüm etmiş idi.
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki o zaman:
(Biraz oturmaz mısın şuracıkta ya Osman?)
Hazret-i Cebrail de, geldi sonra o yere.
Vahiy getirmiş idi Hazret-i Peygambere.
Görülünce Resulde vahiy alametleri,
Sordu Osman az sonra Resule bu halleri.
Buyurdu ki: (Cebrail gökten indi teminden.
Bana vahiy getirdi âlemlerin Rabbinden.)
Dedi ki: (Anlamadım, Cebrail ne demektir?)
Buyurdu ki: (Allah’ın elçisi bir melektir.)
Dedi ki: (Melek sana ne dedi ya Muhammed?
Çok merak ettim bunu, bana dahi beyan et.)
Buyurdu ki: (Ya Osman, buyurdu ki Rabbimiz,
Akrabaya iyilik ve ihsan eyleyiniz.
Kaçının insanlara kötülük eylemekten.
Adaletle hükmedin, sakının zulmetmekten.)
Tesir etti bu sözler Osman’ın saf kalbine.
Şehadeti getirip, girdi islam dinine.
Sevindi Resulullah o gelince imana.
Kureyş’liler öğrenip, çok cefa etti ona.
Lakin öyle kuvvetli var idi ki imanı,
Bu cefalar, dininden döndürmedi Osman’ı.
Resulullah, hicreti emrettiği zamanda,
Çoluk çocuğu ile hicret etti Osman da.
İlk sene, Medine’de hasta oldu o fakat.
Tedavi gördüyse de, sonunda etti vefat.
O zaman Medine’de, ilk defa vefat eden,
Bu mübarek ve garip zat idi Sahabeden.
Kefene sarılırken bu Osman ibni Maz’un,
Resulullah yaklaşıp, alnından öptü onun.
Buyurdu ki: (Hiçbirşey edinmedin dünyadan.
Dünya da senden bir şey edinmedi ya Osman!)
Yaş aktı gözlerinden Allah’ın Habibinin.
Damladı yanağına o nurlu sahabinin.
Techiz ve tekfinini yaparak sonra yine,
Şerefli sahabiyi defnettiler kabrine.
O sırada zevcesi, geldi kabri başına,
Dedi: (Afiyet olsun ya Osman Cennet sana.)
İşitti Resulullah böyle söylediğini.
Buyurdu: (Nasıl bildin Cennete gittiğini?)
Dedi: (Ya Resulallah, çok ibadet yapardı.
Her gece namaz kılar, her gün oruç tutardı.)
Buyurdu ki: (Osman’ın, Allah ve Resulü'ne,
Sevgisini deseydin, kâfiydi buna yine.)
.
66 - MUS'AB BİN UMEYR (Radıyallahü Anh
.İman kuvveti
Ailesi, asil ve zenginiydi Kureyş’in.
Naz ve niyaz içinde büyüdü bunun için.
Resul'ün sözlerini işitince nihayet,
Kalbinde, Ona karşı hasıl oldu muhabbet.
Ona kavuşmak için, yanıp tutuşuyordu.
Nihayet iman edip, hidayete kavuştu.
Dininden dönsün diye, bir mahzene attılar.
Kendisini, günlerce aç susuz bıraktılar.
Kızgın güneş altında yaptılar çokça azap.
Ki, Resul'ün dininden vazgeçer belki Mus’ab.
Lakin o, sabrederek bu zor işkencelere,
Asla taviz vermedi imanından bir zerre.
Halbuki önceleri, çok müreffeh olarak,
Büyürdü ki, haline imrenirdi cümle halk.
Allah ve Resulü'ne vakta ki etti iman,
Günlük nafakasını, babası kesti o an.
Türlü işkencelere tâbi tuttu oğlunu.
Dünya nimetlerinden tam mahrum etti onu.
Bir gün geldi Resule, çok perişandı hali.
Şöyle anlatmaktadır bunu Hazret-i Ali:
(Bir gün oturuyorduk Resul-i zişan ile.
Geldi Mus’ab bin Umeyr, hal-i perişan ile.
Gözleri yaşla doldu Resul-i müctebanın.
Ve bize buyurdu ki: (Şu müslümana bakın.
Onu, anne babası besledi fevkalade.
İslamın sevgisiyle işte geldi bu hale.)
O zamanlar Mekke’de, çok gergin hava vardı.
Kâfirler, müminlere eziyet yaparlardı.
Sevgili Peygamberle görüşseydi kim eğer,
Yapıyorlardı ona çok feci işkenceler.
Medine’li bir gurup müslümanlar, bir gece,
Resulle, Akabe’de görüştüler gizlice.
Dediler ki: (Biz sana, her hususta teslimiz.
Her ne emir verirsen, yerine getiririz.)
Sonra bu müslümanlar, Medine’ye dönerek,
Halka, islamiyet’i anlattılar gezerek.
Bu halis müminlerin yaptığı bu davetle,
Yayıldı islamiyet Medine’de süratle.
İslamı, daha iyi öğrenmek için dahi,
Muallim istediler Resulden bizatihi.
Sahabeden Mus’ab bin Umeyr’i seçip bizzat,
Gönderdi Resulullah Medine’ye o saat.
Gitti Hazret-i Mus’ab Medine beldesine.
Es’ad bin Zürare’nin, yerleşti hanesine.
Onun ile birlikte, ev be ev dolaştılar.
Resul'ün sevgisini halka aşıladılar.
Hatta Resulullahı, düşmanların şerrinden,
Koruyacaklarına, söz aldılar hepsinden.
. Güler yüz, tatlı dil
Dini öğretmek için Medine’li müminler,
Hazret-i Peygamberden muallim istediler.
İşte bu maksat ile Allah’ın Peygamberi,
Gönderdi Medine’ye Mus’ab ibni Umeyr’i.
O, bir evi kendine, edinip bir merkez üs,
İslamı yaymak için çalıştı gece gündüz.
Müsait kimseleri o eve getirerek,
İslamı bildirirdi, güler yüz göstererek.
Bir reisi vardı ki, o zaman kabilenin,
İman ile müşerref olmamıştı o hemin.
Bu, Sa’d bin Muaz ki, vakıf oldu bu işe.
Mani olmak istedi bu hayırlı gidişe.
Lakin ev sahibiyle akraba olduğundan,
Bir şey diyemiyordu kendisine doğrudan.
Bu maksatla dedi ki Üseyyid bin Hudayr’e:
(Mani ol git şu evde, Mus’ab bin Umeyr’e.
Mekke’den, şehrimize ne için gelmiş o zat?
Onu görüp, haline vakıf ol gidip bizzat.)
Üseyyid, mızrağını alarak çıktı evden.
Mus’abın bulunduğu o eve vardı hemen.
Konuşmaya başladı girer girmez hiddetle.
Dedi ki: (Niçin geldin buraya, ne niyetle?
Yalan şeyler söyleyip, halkı aldatıyorsun.
Bilinmeyen bir dine onları sokuyorsun.
Olmak istemiyorsan eğer ki hayatından,
Acele ayrılıp git bizim vatanımızdan.)
Mus’ab, yumuşaklıkla eyledi ki şöyle arz:
(Safa geldin, hele gel, şuraya otur biraz.
Önce bizi dinleyip, vakıf ol gayemize.
Beğenirsen kabul et, mani ol yoksa bize.)
Onun bu nazikane ve yumuşak halini,
Görmek, yumuşatmıştı Üseyyid’in kalbini.
(Doğru söyledin) deyip, mızrağını bu kere,
Saplayarak oturdu gösterdiği bir yere.
Mus’ab, güler yüz ile onunla sohbet etti.
Anlattı tatlı tatlı ona islamiyet’i.
Kur’an-ı kerim’den de okudu birkaç âyet.
Üseyyid dinleyince, duygulandı begayet.
Bunlar ne güzel şeyler dedi kendi kendine.
Sordu: (Ne yapmak lazım girmek için bu dine?)
Mus’abın dediğini o da tekrar ederek,
İman etti orada, şehadet getirerek.
Ve dedi ki: (Bu yerde, var ki Sa’d bin Muaz,
O iman eder ise, iman eder cümle nas.)
Sonra huzur içinde, ayrılarak o evden,
Sa’d ibni Muaz’ın yanına geldi hemen.
. Sürur senesi
Üseyyid’e sordu ki Sa’d bin Muaz hemen:
(O Mekkeli adamı kovdun mu o haneden?)
Cevabında dedi ki: (Gittim onun yanına.
Sözlerini dinleyip, çok hayran oldum ona.
Bana, öyle hoş şeyler okudu ki ya Sa’d!
Onların tesiriyle bir hoş oldum o saat.)
Sa’d kalktı hışımla, vardı hemen o eve.
Girerek, çok hiddetle başladı söylenmeye.
Ve hazret-i Mus’aba dedi ki: (Sen bana bak!
Bu diyardan çekil git, yoksa fena olacak.)
Lakin Mus’ab bin Umeyr, onu, güler yüz ile,
Karşılayıp dedi ki: (Sakin ol, otur hele.)
Gayet nazik olarak dedi: (Ey ibni Muaz!
İstersen gayemizi eyleyeyim sana arz.
Sözlerimiz hoşuna gider ise, ne a’la.
Aksi halde bu yeri terk ederiz pekala.)
Bu yumuşacık sözler, onu sakinleştirdi.
Dedi: (Ne okuyorsan bana da oku haydi.)
Mus’ab, islamiyet’i anlattı ona önce.
Sa’d çok duygulandı Mus’abı dinleyince.
Kalbinde, tatlı tatlı birşeyler oluyordu.
Sanki temiz bir şeyle kalbi yıkanıyordu.
Sonra Kur’an okudu Mus’ab tatlı sesiyle.
Kendinden geçiyordu o, bunun tesiriyle.
Okuması bitince, dedi ki ona ilkin:
(Ne yapmam gerekiyor imana gelmek için?)
Kelime-i tevhidi öğrendi sevinerek.
O da iman eyledi şehadet söyleyerek.
Sonra koştu evine ve aldı abdestini.
Topladı etrafına cümle kabilesini.
Üseyyid bin Hudayr’ı dahi alıp yanına,
Şöyle hitab eyledi Eşhel oğullarına:
(Nasıl biliyorsunuz siz beni ey insanlar?)
Onlar, hep bir ağızdan şöyle cevapladılar:
Dediler: (Elbette sen, bizim reisimizsin.
Canımızı istesen, veririz senin için.
Bize, ne emredersen getiririz yerine,
Sana mutlak tabiyiz, muntazırız emrine.)
Dedi ki: (Öyle ise, olsun ki haberiniz,
Ben şimdi müslümanım, siz de iman ediniz.)
O böyle söyleyince, bilcümle kabilesi,
Hiç itiraz etmeden, imana geldi hepsi.
Kırdılar putlarını, hem kendi elleriyle.
Çınladı yer gök o gün, hep tekbir sesleriyle.
Bu hadiseden sonra, cümle Medineliler,
Evs ve Hazrec, tamamen hep imana geldiler.
Buna, Resulullah da pek çok sevindiğinden,
(Sürur senesi) dendi bu seneye bu yüzden.
. Ya Mus’ab, ileri!
Müşriklerden dört kişi, Allah’ın Resulü'nü,
Öldürmek hususunda ahdetti Uhud günü.
Peygamber-i zişanın etrafında, Eshaptan,
Sadece birkaç kişi bulunurdu o zaman.
Önünde, sancaktarı Mus’ab bin Umeyr vardı.
Resul'ün beyaz renkli sancağını tutardı.
Ayrıca, üzerine giyindiği zırhlardan,
Mus’ab, Resulullaha çok benzerdi o zaman.
Sağ eliyle, mübarek sancağı tutuyordu.
Sol eliyle, düşmana kılıç savuruyordu.
İbni Kami'a adlı bir müşrik de, o ara,
Geldi atlı olarak, hem bürünmüş zırhlara.
Maksadı, öldürmekti Server-i kainatı.
Bu yüzden Ona doğru süratle sürdü atı.
Hazret-i Mus’ab ile Nesibe Hatun, o an,
Korurlardı Resul'ü onun hücumlarından.
Kılıçlarını çekip, saldırdılar kâfire.
İkisi iki yandan kılıç vurdu habire.
Lakin zırhtan ötürü, hiç tesir etmiyordu.
Kâfir, Resulullahı öldürmek istiyordu.
Hazret-i Nesibe’ye bir kılıç vurdu birden.
Omuzu parçalandı o darbe tesirinden.
Yürüdü daha sonra Mus’abın üzerine.
İndirdi kılıcını sancak tutan eline.
Eli kopup, sancağı öbür eline aldı.
Yine islam sancağı, havada dalgalandı.
Lakin İbni Kami'a, saldırıp ona yine,
Kılıcını, bu sefer indirdi sol eline.
Her iki eli dahi kesilmişti Mus’abın.
Yine de düşürmedi sancağını islamın.
Kâfir, mızrak sapladı Mus’aba bu sefer de.
O zaman yere düşüp, şehid oldu o yerde.
Mus’abın suretine girip hemen bir melek,
Yükseltti o sancağı yere düşürmeyerek.
Onu böyle görünce Allah’ın Peygamberi,
Buyurdu ki: (Ya Mus’ab, yürü daha ileri!)
Melek, Resulullaha arz etti ki cevaben:
(Ey Allah’ın Resulü, o Mus’ab değilim ben.)
O böyle arz edince Resul-i kibriyaya,
Resul verdi sancağı Aliyyül Mürteza’ya.
Mus’ab, Resulullaha fazla benzediğinden,
Onu öldürdüğünü zannetti kâfir birden.
Acele müşriklerin arasına giderek,
(Muhammed’i öldürdüm!) dedi böbürlenerek.
Kâfirler, bu habere pek sevinip, şaştılar.
Bu sevinçle kudurup, daha azgınlaştılar.
Hadisenin aslını bilmeyen müminler de,
Düştüler çok büyük bir üzüntüye ve derde.
. Ne mutlu onlara!
Resulullah, Uhud’da, savaşı müteakip,
Şehid olan Eshaba, oldular çok muzdarip.
Hepsini, Eshabiyle gezdiler birer birer.
Ve Mus’ab bin Umeyr’in baş ucuna geldiler.
Bu zat, sancaktarıydı Allah’ın Resulü'nün.
Büyük kahramanlıklar göstermişti hep o gün.
En son şehid olmuş ve kesilmişti elleri.
Yaralar içindeydi vücudunun her yeri.
Kan gölü halindeydi etrafı bu şehidin.
Üzüldü Resulullah onun bu hali için.
Bir âyet-i kerime okudu sonra hemen.
Şöyle buyuruyordu Hak teâlâ mealen:
(Öyle yiğit müminler vardır ki, bugün onlar,
Allah’a verdikleri sözde sabit durdular.
Onlardan bazıları, Hak teâlâ yolunda,
Kahramanca çarpışıp, şehid oldu sonunda.
Bazısı da çarpışıp, şehidlik bekliyorlar.
Verdikleri o sözü değiştirmedi onlar.)
Peygamber Efendimiz, şehidlere hitaben,
Sonra buyurdular ki: (Şahidim ki şuna ben,
Siz, kıyamet gününde uyanınca, muhakkak,
Haşr olunacaksınız yine şehid olarak.)
Sonra da, Eshabına buyurdu ki: (Şimdi siz,
Bu aziz şehidlere gelip selam veriniz.
Yemin ediyorum ki, onlar da kıyamette,
Cevap vereceklerdir bu selama elbette.)
Mus’ab bin Umeyr için, kefenlik aradılar.
Lakin onu örtecek bir şey bulamadılar.
Gerçi kendi kaftanı vardı ki onun bizzat,
Mübarek vücudunu örtmüyordu o fakat.
Başına çekselerdi, ayağı açılırdı.
Ayağına çekseler, başı açık kalırdı.
Velhasıl, hayatını islam için harceden,
Ve yine bu uğurda feda-yı can eyleyen,
Bu mümtaz sahabiye, bulunamadı kefen.
Bir yarım kefen ile ayrıldı bu âlemden.
Diğer sahabiler de, namazları kılınıp,
Kanlı elbiselerle yerlerinden alınıp,
Sonra, ikişer üçer o mübarek şehidler,
Nurlu kabirlerine bir bir defnedildiler.
Uhud’da yetmiş şehid verilmişti o zaman.
Altısı Muhacir ve altmışdördü Ensar’dan.
Resulullah, onları teselli eylediler.
Buyurdu ki: (Vallahi, Eshabımla beraber,
Ben de şehid olarak, Uhud dağı bağrında,
Kalmayı çok isterdim, bu şehidler yanında.
Onlar, şehid olarak dünyadan ayrıldılar.
Allahü teâlânın rızasına vardılar.)
.
67 - MUHAMMED BİN MESLEME (Radıyallahü Anh
.Umre için çıktılar
Bir sene geçmişti ki Hudeybiye sulhünden,
Ve kurban bayramına bir ay zaman var iken,
Peygamber Efendimiz, emretti Eshabına.
Ki, hemen başlasınlar umre hazırlığına.
Lüzumlu hazırlığı yapıp tamamladılar.
Yanlarına, kurbanlık yetmiş deve aldılar.
Muhammed bir Mesleme hazretlerinin dahi,
Emrine, Sahabeden verildi yüz süvari.
Onlar da, yanlarına, ok kılıç, zırh ve mızrak,
Ve daha bunlar gibi harpte kullanılacak,
Silahları alarak, önden yola çıktılar.
Zira bu müşriklere güvenilmezdi zinhar.
Eshaptan bazıları, dedi: (Ya Resulallah!
Hani almayacaktık yanımıza hiç silah?)
Cevaben buyurdu ki o Server-i kainat:
(Biz bunları, Harem’e sokmayacağız fakat.
Bize bir saldırıda bulunurlarsa onlar,
Elimizin altında bulunsun bu silahlar.)
İki bin sahabiyle, o şerefli Peygamber,
O gün yola çıktılar, Mekke’ye hep beraber.
Eshabı, bir heyecan kaplamış idi gayet.
Zira edeceklerdi yurtlarını ziyaret.
Resulullah uğrunda bırakıp geldikleri,
İslamı yaymak için, hemen terk ettikleri,
Ev ve ocaklarını göreceklerdi zira.
Bu, sevinç ve heyecan vermiş idi onlara.
Yıllardır gözlerinden yaş değil, kan akıtan,
Ve onlara her türlü eza ve cefa yapan,
Kâfirlere, gösterip islamın şerefini,
Hayran kılacaklardı Kureyş müşriklerini.
Belki de, bunu gören müşrikler, bu sebeple,
Şerefleneceklerdi imana gelmek ile.
Zülhuleyfe denilen mevkiye gelince tam,
Durdu ve ihram giydi Resul aleyhisselam.
Şanlı sahabiler de, oldular Ona tâbi.
Beyazlara büründü Resul ve her sahabi.
Ve telbiye yaparak yola devam ettiler.
Tekbir sedalarıyla gökleri inlettiler.
Muhammed bin Mesleme, teçhizatlı olarak,
Mekke’ye yaklaşınca, korkuya kapıldı halk.
Baktılar ki, bir birlik silahlı gelmişlerdir.
Korku ile yaklaşıp, dediler ki: (Bu nedir?)
Dedi: (Askerleridir bunlar Resulullahın.
Allah izin verirse, onlar da gelir yarın.)
Dönüp, Mekkelilere bunu haber verdiler.
Onlar da bunu duyup, savaş var zannettiler.
İşin hakikatini öğrenmek maksadıyle,
Bir heyet tertib edip, gönderdiler Resule.
.
68 - MUAZ BİN CEBEL (Radıyallahü Anh)
.Amellerimiz
Peygamber Efendimiz, bir hadisleri ile,
Şöyle buyurmuşlardır Muaz ibni Cebel’e:
(Kulun, akşama kadar yaptığı amelleri,
Çıkarır gökyüzüne, hafaza melekleri.
Birinci kat semaya varınca, eyleşirler.
O semanın meleği, gelenlere şöyle der:
(Alın bu amelleri, götürün yeryüzüne.
Ve çarpın siz bunları sahibinin yüzüne.
Zira din kardeşinin, yapardı gıybetini.
Ben, geçirmem buradan onun amellerini.)
Başka amellerinden alarak o melekler,
Birince gökten geçip, ikinciye gelirler.
İkinci kat semada, vazifeli bir melek,
Durdurur gelenleri, şunları söyleyerek:
(Ey melekler, siz bunu götürün hemen geri.
Sahibinin yüzüne çarpın bu amelleri.
Zira o, bu işleri yaparken etti riya.
Ben, böyle amelleri çıkarmam yukarıya.)
Melekler, o kimsenin, başka amellerinden,
Alarak, yükselirler üçüncü göğe hemen.
Bu gökte de bir melek, durdurur gelenleri.
Der ki: (Bu amelleri alın da dönün geri.
Bu, büyük görüyordu kendini insanlardan.
Ben, bunun ameline geçit veremem buradan.)
Melekler, daha başka amelleri alırlar.
Üç semayı geçerek dördüncüye varırlar.
Geçmek isterlerse de daha yukarılara,
Vazifeli bir melek, şöyle söyler onlara:
(Alın bu amelleri, götürünüz geriye.
Geçirmem ben bunları buradan ileriye.
Zira o, Allah için yapmıyordu ibadet.
Kulların rızasını almaya etti gayret.
Gayesi, insanların methini kazanmaktı.
Kendini beğendirip, bir dünyalık almaktı.
Rabbim emreyledi ki, böyle amelleri, sen,
Sakın geçirmeyesin yukarıya bu yerden.)
Yine Muaz bin Cebel şöyle rivayet eder:
Hadis-i şeriflerde buyurdu ki o Server:
(Ateş, nasıl odunu yaka yaka kül eder,
Ali’nin sevgisi de, günahları temizler.
Ben ilmin şehriyim ve Ali de kapısıdır.
O, ilmi ümmetime, bir açıklayıcıdır.
Ve yine imandandır ona sevgi, muhabbet.
Ona bakmak rahmettir, sevgisi de ibadet.
Ali’nin sevgisinde birleşseydi eğer halk,
Rabbimiz, Cehennemi o zaman etmezdi halk.
Yer ve gök, kefesine konulsa terazinin,
Buna rağmen imanı, ağır gelir Ali’nin.)
. Günahtan sakının!
Muaz ibni Cebel ki, büyük Sahabedendi.
Hem dahi ilm-i fıkhı, iyi bilenlerdendi.
Onsekiz yaşındayken, girdi islam dinine.
Ve candan aşık oldu Hüdanın Habibine.
Nasihat istemişti bir gün Resulullahtan.
Buyurdu ki: (Ya Muaz, çok sakın her günahtan.
Allah’ı görür gibi, yap her ibadetini.
Malayani sözleri terk eyle, tut dilini.
Herkese, kıyamette sorulur şu dört şeyden:
Birincisi, ömrünü nerde tükettiğinden.
İkincisi, nerede harcadı gençliğini?
Üçüncüsü, ilmiyle ne amel ettiğini.
Dördüncüsü, malını nerden kazandı acep?
Ve bunu, nerelere ve nasıl harcadı hep?)
Muaz ibni Cebel’den nasihat istediler.
Buyurdu: (Muhakkak ki öleceksiniz sizler.
Dünyadaki rızkınız, arayıp bulur sizi.
Siz bunu düşünüp de yormayın zihninizi.
Zira Allah kefildir, her kişinin rızkına.
Biraz gayret etmekle, kavuşursunuz ona.
Ve lakin ahirette nimete konmak için,
Çok çalışmak gerekir, içyüzü budur işin.
Ey insanlar, Cennete girseniz de akıbet,
Üzüntü olmasa da, pişmanlık vardır elbet.
Dersiniz: Bir kez daha, keşke Allah deseydim.
Ve keşke, daha fazla ibadet eyleseydim.
Ey insanlar, bilin ki, birgün biter ömrünüz.
Hem de Hak teâlâya olur bu dönüşünüz.
Vardığınız o yerde, iki yer vardır ki hem,
Biri ebedi Cennet, biri sonsuz Cehennem.
İkisinden birinde kalırsınız siz ancak.
Zira yoktur başka yer ebedi kalınacak.)
Buyurdu: (Bilseniz de islamı ince ince,
Olmaz hiçbir faydası, amel eylemeyince.
Üstelik vebal olur, mahşerde o ilminiz.
Zira ben bilmiyordum deyip geçemezsiniz.)
Oğluna buyurdu ki: (Ölümü fazla yad et.
Her namazı, son namaz kılar gibi eda et.
Bir vaktini kılınca, şöyle söyle kendine:
Belki de yetişemem öbür namaz vaktine.
Ey oğlum, sahip isen iyi bir arkadaşa,
Sev onu canın gibi, hiç etme münakaşa.
Ortak ol kardeşinin her dert ve sevincine.
O seni gördüğünde, neşe gelsin içine.)
Buyurdu ki: (Muhakkak gelecek eceliniz.
Bir şey muhakkak ise, onu oldu biliniz.
Mümin, Sırat üstünden geçmeden güler mi hiç?
İman ile ölmeden, olmaz hiç neşe, sevinç.)
. Eshap isar ederdi
Bir gün Hazret-i Ömer, bir kesenin içine,
Bir miktar para koyup, verdi hizmetçisine.
Buyurdu: (Bu kesede para var, dörtyüz dinar.
Bunu, Ebu Ubeyde bin Cerrah’a götür ver.
De ki: Size Halife göndermiştir bunları.
Bak ki, Ebu Ubeyde ne yapacak onları?)
Hizmetçi de götürüp, vardı onun evine.
Para dolu keseyi, arz etti kendisine.
Dedi ki: (Halifemiz size bu dinarları,
Hediye göndermiştir, kabul edin bunları.)
O dahi: (Allah ondan razı olsun) diyerek,
Derhal hizmetçisini çağırdı seslenerek.
Gelince, ona verip o para kesesini,
Dedi ki: (Fakirlere dağıt bunun hepsini.)
O bunları görünce, Halifeye gelerek,
Ne gördü ise aynen bildirdi ona tek tek.
Bundan çok memnun oldu Halife hazretleri.
Para ile doldurup, yine başka keseyi,
Onu da, hizmetçiye teslim edip bu sefer,
Dedi: (Götür bunu da, Muaz bin Cebel’e ver.
Lakin hemen dönmeyip, yanında bekle biraz.
Bak ki, bu paraları ne yapar acep Muaz?)
Hizmetçi, onu dahi verdi o sahabiye.
Arz etti: Halifenin hediyesidir diye.
O dahi: (Allah ondan razı olsun) diyerek,
Çağırdı hizmetçiyi, ona el sürmeyerek.
Bir kısım fakirlerin sayıp isimlerini,
Dedi: (Bu kimselere, dağıt bunun hepsini.)
Hizmetçi, oradan da yine döndü geriye.
Ve gördüğü şeyleri, anlattı Halifeye.
Halife, hizmetçiye buyurdu ki bu sefer:
(Bak, Eshap birbirini ne kadar fazla sever.
Kendi ihtiyaçları var iken, onlar yine,
Seve seve verirler daha fakirlerine.)
Yine Ebu Ubeyde, yılmadan, yorulmadan,
Hep serhat boylarında cihad etti durmadan.
Bu zat veda edince bu dünya âlemine,
Muaz ibni Cebel’i vekil etti yerine.
Yaşı ellisekiz’di vefat ettiği zaman.
Ve bir hutbe okudu hazret-i Muaz o an.
Dedi: (Ey müslümanlar, yeminle söylerim ki,
Siz öyle bir kimseyi bu gün kaybettiniz ki,
Ben, ondan daha fazla dinine bağlı olan,
Merhametli bir kimse görmedim bunca zaman.
Ehemmiyet vermedi dünyaya zerre kadar.
Ömrünü, cihad ile geçirdi leyl-ü nehar.
İşte bu kardeşimiz Ebu Ubeyde’ye, siz,
Bütün haklarınızı lütfen helal ediniz.)
.
69 - HAZRET-İ MUGİRE (Radıyallahü Anh
.Bir adalet örneği
Bir gün Hazret-i Ömer, bir gurup Eshabiyle,
Çıktılar Medine’den, Şam’a gitmek azmiyle.
Var idi kendisinin sadece bir devesi.
Gelirdi yanı sıra, Mugire nam kölesi.
İkisinin bineği, bir tek deve olunca,
Sırayla binerlerdi deveye yol boyunca.
Bir saat biri biner, biri yaya giderdi.
Daha sonra o iner, ötekisi binerdi.
Şam’a yakın gelince kafile en nihayet,
Mugire’ye gelmişti binmede en son nöbet.
Lakin razı olmadı buna Eshab-ı güzin.
Hemence dediler ki: (Ya emirel müminin!
Her ne kadar bu nöbet gelse de Mugire’ye,
Şam’a gelmiş bulunduk, siz binseniz deveye.
Zira yaya görürse sizi merak edenler,
Yanılıp, kölenizi Halife zannederler.)
Fakat o buyurdu ki: (Mugire’nindir nöbet.
Ben deveye binersem, nerde kalır adalet?
Ey Resul'ün Eshabı, hamd olsun Rabbimize.
Eshap olmak şerefi kâfi gelmez mi bize?)
Ve şereflendirdiler nihayet Şam şehrini.
Halife, tellal ile bildirdi şu emrini:
(Sağ ve salim çıkmamız belli değil bu yerden.
Kimin bir hakkı varsa, istesin gelip benden.)
Mugire öne çıkıp, dedi ki: (Ey efendim!
Vaktiyle üstünüzde bir hakkım kaldı benim.
Zira çekmiş idiniz, bir zaman kulağımı.
Müsade ederseniz istiyorum hakkımı.)
Halife buyurdu ki: (Gel öyleyse kardeşim,
Sen de çek benimkini, dünyada ödeşelim.)
Eshap hayret ederek, tekbir aldı o anda.
Zira böyle bir adet vardı Arabistan’da.
Dediler: (Ey Halife, arzımız şudur ki ilk,
Gelmemiştir dünyaya sizin gibi bir melik.
Caizken efendinin köleyi terbiyesi,
Doğru mu onun sizden böyle hak istemesi?)
Buyurdu: (Bu iş mühim, sakın mani olmayın.
Bugün helallaşmazsak güç olur sonra yarın.)
Ve Hazret-i Mugire geldi ve çekti biraz.
Buyurdu: (Ey Mugire, ne için çekersin az?)
Dedi ki: (Ey efendim, fazla çekersem eğer,
Korkarım, senin hakkın bana geçer bu sefer.)
Mugire’nin bu işte şu idi ki gayesi,
Sevsin daha ziyade kendini Efendisi.
Zerre kadar şüphesi olsaydı bunda şayet,
Yapmazdı ona karşı asla böyle hareket.
Hakikaten Halife, o günden itibaren,
Mugire’ye daha çok oldu muhib ve yaren.
.
70 - ES'AD BİN ZÜRARE (Radıyallahü Anh)
.Birinci Akabe biatı
Bi’setin onbirinci senesinde, o Server,
Kâbe’de, bir gurupla karşılaşıverdiler.
Bunlar altı kişiydi, Resulullah o zaman,
Onlar ile oturup, konuştu kısa bir an.
Kur’an-ı kerim’den de okuyup birkaç âyet,
O altı Hazrecli’yi, islama etti davet.
Kelime-i şehadet getirip sonra hemen,
O an iman ettiler, hepsi can-ü gönülden.
Peygamber-i zişandan alarak sonra izin,
Döndüler Medine’ye islamı yaymak için.
Bu Mes'ud altı kişi, Medine’ye gelerek,
Halkı, islamiyet’e çağırdılar tek be tek.
Öyle ki, bu gayretler sonunda, Medine’de,
Konuşulur olmuştu islamiyet her evde.
Müslüman olmuşlardı tamamen Hazrec’liler.
Ve hatta Evs’ten dahi vardı iman edenler.
Es'ad bin Zürare ve oniki kişi daha,
Geldiler ertesi yıl, Hac için Beytullaha.
O zamanlar Mekke’de, çok gergin hava vardı.
Kâfirler, müminlere eziyet yaparlardı.
Sevgili Peygamberle görüşseydi kim eğer,
Yapıyorlardı ona çok feci işkenceler.
Allah’ın Resulü'yle onlar dahi gizlice,
Bir araya geldiler Akabe’de bir gece.
Dediler ki: (Biz sana, her hususta teslimiz.
Her ne emir verirsen, yerine getiririz.)
Tam bağlılıklarını söyleyip Ona bizzat,
O gün Resulullaha ettiler hepsi biat.
Es'ad bin Zürare’yi, Resulullah hepsine,
Emir yapıp gönderdi, Medine beldesine.
Bu oniki bahtiyar, Medine’ye gelerek,
Halka, islamiyet’i anlattılar gezerek.
Bu halis müminlerin yaptığı bu davetle,
Yayıldı islamiyet Medine’de süratle.
Önceden düşman iken Evs ile Hazrec’liler,
Müslüman olur olmaz, oldular hep can-ciğer.
İslamı daha iyi öğrenmek için dahi,
Muallim istediler Resulden bizatihi.
Sahabeden Mus’ab bin Umeyr adında bir zat,
Vardı ki, Resulullah gönderdi onu bizzat.
Gitti Hazret-i Mus’ab, Medine beldesine.
Es'ad bin Zürare’nin yerleşti hanesine.
Onun ile birlikte, ev be ev dolaştılar.
Resul'ün sevgisini halka aşıladılar.
Hatta Resulullahı, düşmanların şerrinden,
Koruyacaklarına söz aldılar hepsinden.
Böylece Resul ile yapılacak biata,
Zemin hazırladılar çalışarak adeta.
. İkinci akabe biatı
Onüç yıl geçmişti ki bi’setten itibaren,
Müşriklerin o zulmü sürüyor idi aynen.
Hatta işkenceleri son haddine varmıştı.
Öyle ki, dayanılmaz bir hale ulaşmıştı.
Ve lakin Medine’de, Es'ad ibni Zürare,
Ve Mus’ab bin Umeyr’in üstün gayretleriyle,
İslamla şereflendi Evs ile Hazrec’liler.
O imanla, huzur ve sevinç içindeydiler.
Mekke’de eza gören cümle müslümanlara,
Kucaklarını açmış, beklerlerdi o ara.
En büyük arzuları şu idi ki: O Server,
Hicretle Medine’ye teşrif ediverseler.
Hepsi, mal ve canını, Onun için ruz-ü şeb,
Feda edeceğine söz vermişler idi hep.
Nihayet Hac mevsimi gelmiş idi o sene.
Onların bu aşkları, çıkmıştı zirvesine.
Es'ad bin Zürare’yle birlikte hem o zaman,
Yetmişüç erkek ile, iki kadın müslüman,
Medine’den Mekke’ye gelip hac eylediler.
Resulle Akabe’de bir araya geldiler.
Görüşüp konuşarak o Server'le ayrıca,
Hicret etmelerini ettiler arz ve rica.
Peygamberin amcası Hazret-i Abbas dahi,
Hazır bulunuyordu orada bizatihi.
Dedi: (Bu, biliniz ki, kardeşimin oğludur.
İnsanlardan en fazla sevdiğim kişi Odur.
Siz Onu tasdik edip ve tâbi olduysanız,
Ve alıp götürmekte kati kararlıysanız,
Beni tatmin edecek söz verin şimdi bana.
Bir zarar gelmemeli asla Onun kılına.
Onu, layıkı ile koruyacak iseniz,
Ne a’la, yanınızda götürün, yoktur beis.
Yok, oraya gidince, Onu yalnız başına,
Bırakacak iseniz, götürmeyin boşuna.)
Onun sözü bitince, Es'ad ibni Zürare,
Resulden izin alıp, başladı şu sözlere:
(Ya Resulallah bizler, kalbimizle büsbütün,
İman edip ve size tâbi olduk topyekün.
Size kucak açmakta, olduk bütün ve birlik.
Bu şerefli görevi, vacib ve lazım bildik.
Kendi çocuğumuzu nasıl koruyor isek,
Sizi dahi öylece koruruz, bu bir gerçek.
Ve sizi, kanımızın son damlasına kadar,
Koruyacağımıza, yeminle verdik karar,
Bu babta, aramızda tam mutabakat vardır.
Dilimiz ne söylerse, kalbimiz de aynıdır.)
. Hepsi biat ettiler
Es'ad bin Zürare’nin konuşmasından sonra,
Abdullah bin Übade hitab etti onlara.
Dedi: (Ey Hazrec’liler, Resul'ü ne için siz,
Kabul ettiğinizi iyi bilir misiniz?)
Onlar, (Evet, biliriz) cevabını verdiler.
O, sözüne devamla dedi: (Ey Hazrec’liler!
Sizler Onu hem sulhta, hem savaş zamanında,
Koruyacak mısınız her tehlike anında?
Mallarınız zarara girse de tam olarak,
Ve akrabalarınız olsa da cümle helak,
Sevgili Peygamberi, eğer ki yardımcısız,
Bırakacak iseniz, şimdiden bırakınız.
Böyle yapar iseniz, biliniz ki elbette,
Helake uğrarsınız dünya ve ahirette.)
O böyle söyleyince, bilcümle Hazrec’liler,
Hepsi de, ittifakla onu tasdik ettiler.
Dediler ki: (Vallahi biz Peygamberimizi,
Hiç yalnız bırakmayız, öldürseler de bizi.
Mal ve can bakımından olsak da hayli mağdur,
Ondan ayrılamayız, ölmek var, dönmek yoktur.)
Bu sözleri, cümlesi kabul etti gönülden.
Allah’ın Resulü'ne söz verdiler o günden.
Ve Es'ad bin Zürare dedi ki ilk olarak:
(Ben, Allah ve Resule söz veririm ki mutlak,
Onu koruyacağım her zaman mal ve canla.
Ve biat ediyorum Peygamber-i zişanla.)
Müsafeha eyledi o böyle söyleyerek.
Sonra, diğerleri de biat etti tek be tek.
Resulullah uğrunda, böylece o gün onlar,
Hepsi, can ve malını hep ortaya koydular.
İki de kadın vardı aralarında, fakat,
Onlar ile, sadece söz ile oldu biat.
Resulullah, onlardan söz aldı ki bir daha:
(Bir şeyi şerik, ortak koşmayınız Allah’a.
Hiç hırsızlık, zina ve iftira etmeyiniz.
Kız çocuklarınızı asla öldürmeyiniz.
Yalan söylemeyin ki, kerihtir bu da gayet.
Ve hayırlı işlere etmeyin muhalefet.)
Onlar, Resulullahla ederken o gün biat,
Akabe tepesinden geldi şöyle bir feryat:
(Ey Kureyş, Muhammed ve Medine’li müminler,
Sizinle savaş için ittifaka girdiler.)
Resulullah buyurdu: (Duyduğunuz bu feryat,
Akabe şeytanıdır, eylemeyin iltifat.)
Sonra o müminlere, bunu müteakiben,
Buyurdu: (Yerinize dönünüz şimdi hemen!)
Medine’den Resul'ün yanına gelmek ile,
Onlar Muhacirinden oldular böylelikle.
.
71 - HABBAB BİN ERET (Radıyallahü Anh
.Demirden gömlek
Habbab ibni Eret de, ilk iman edenlerden.
Çok eziyet görürdü o dahi kâfirlerden.
Ümmü Emmar adında birinin kölesiydi.
Bu kadın, müşrik olup, onun efendisiydi.
Kimsesiz olduğundan hem de Habbab bin Eret,
Müşrikler, kendisine yapardı çok eziyet.
Soyup elbisesinden kâfirler bazan onu,
Dikenle tararlardı, mübarek vücudunu.
Bazan demirden gömlek ona giydirirlerdi.
Güneşte, uzun zaman öyle bekletirlerdi.
Bazan yassı taşları, güneşte kızdırarak,
Ve çıplak vücuduna kuvvetle bastırarak,
Derlerdi ki: (Dininden dön acele ey Habbab!
Sırf bizim putlarımız Lat ile Uzza’ya tap.)
O ise, (La ilahe illallah) deyip her an,
Hiç taviz vermez idi dininden imanından.
Müşrikler, onun için bir gün ateş yaktılar.
Çıplak, sırtı üzeri ateşe yatırdılar.
O derdi ki: (Ya Rabbi, görüyorsun halimi.
Kâfirler tarafına kaydırma sen kalbimi.)
Gündüzleri bu minval eza gören bu Habbab,
Gece, efendisinden görürdü ayrı azap.
O dahi, bir demiri ateşte kızdırarak,
Dağlardı onu her gün, başına bastırarak.
Bir gün Hazret-i Habbab, Sevgili Peygambere,
Bu acıklı halini arz eyledi bir kere.
Gösterip başındaki yanık izlerini hep,
Müstecap duasını eyledi Ondan talep.
Resul, çok üzülerek çektiği bu azaba,
Dedi ki: (Ya ilahi, yardım eyle Habbab’a!)
Anında kabul oldu Onun bu temennisi.
Bir derde yakalandı onun o efendisi.
Müşrikin habis başı, şiddetle ağrıyordu.
Bunun ızdırabıyla inleyip ağlıyordu.
Çare bulamadılar bu başının derdine.
Nihayet bir tanesi dedi ki kendisine:
(Ateşte kızdırarak bir demir parçasını,
Her gün dağlatacaksın o demirle başını.)
Çaresizlik içinde, Habbab’ı çağırarak,
Dedi: (Dağla başımı bir demir kızdırarak.)
Artık o, bir demiri her gün kızdırıyordu.
O kâfirin başına bastırıp dağlıyordu.
Bir gün de, bu sahabi gitti As bin Vail’e.
Ondan, alacağını istedi rica ile.
O ise müşrik olup, şöyle dedi kininden:
(Vermem alacağını dönmez isen dininden.)
Dedi: (Ben hayatta ve öldükten sonra dahi,
Bu din üzerindeyim, vazgeçemem Vallahi.)
.
72 - HALİD BİN SAİD (Radıyallahü Anh
.Hemen müslüman oldu
Henüz başlamıştı ki islam ilk yayılmaya,
Bir gün Halid bin Said gördü şöyle bir rüya.
Cehennem kenarında otururken bu kişi,
Babası, onu itip düşürmek istemişti.
O anda Resulullah, yakalayıp belinden,
Kurtardı kendisini Cehennem ateşinden.
Uyandı uykusundan, ederek hem de feryat,
Ve dedi ki: (Vallahi bu rüya bir hakikat.)
Evden çıkıp rastladı Hazret-i Ebu Bekr’e.
Rüyanın tabirini ona sordu ilk kere.
O dedi ki: (Bu rüyan, elbette hakikattır.
Allahü teâlânın Peygamberi o zattır.
Sen git Ona tâbi ol, bu rüyadaki gibi.
O, seni Cehennemden kurtaracak tabii.)
Rüyanın tesiriyle hemen Halid bin Said,
Gitti Resulullaha kaybetmeden hiç vakit.
Sordu ki: (Ya Muhammed, maksadın nedir senin?
Sen bu Kureyş halkını neye davet edersin?)
Buyurdu: (Tek Allah’a çağırırım ben halkı.
Ki, asla o Allah’ın yoktur eşi, ortağı.
Muhammed, o Allah’ın kulu ve Resulü'dür.
Bu taptığınız putlar ne işitir, ne görür.
Kendisine tapanla, tapmayanı bilemez.
Hiçkimseye ne fayda, ne de zarar veremez.
Bu taş parçalarına edilmez hiç ibadet.
İşte ben, insanları ederim buna davet.)
Bunları dinleyince Halid Resulullahtan,
Şehadeti söyleyip, oldu hemen müslüman.
Lakin onun babası olan Ebu Uhayha,
Kâfir olup, düşmandı Peygamber ve Allah’a.
Feci halde döverek Halid hazretlerini,
Dedi ki: (Terk et hemen Muhammed’in dinini.)
O dedi ki: (Versen de bana cefa ve elem,
Hazret-i Muhammed’in dinini terk edemem.)
Babası sinirlenip, daha da oldu gaddar.
Sopayla dövdü onu, kırılıncaya kadar.
Evinin mahzenine, aç susuz terkederek,
Dedi: (Vermeyeceğim sana ekmek ve yemek.)
O dedi: (Nafakamı kessen de, ne fark eder.
Hak teâlâ, rızkımı elbette ihsan eder.)
Hastalandı babası daha sonra aniden.
Lakin islamiyet’e olan adavetinden,
Dedi: (Bu hastalıktan kurtulursam ben şayet,
Herkes putlarımıza yapacaktır ibadet.)
Halid bunu duyunca, dua etti Allah’a:
(Ya Rabbi, kurtulmasın babam Ebu Uhayha!)
Duası kabul olup, kalkamadı yataktan.
Ve birkaç gün içinde, öldü o hastalıktan.
.
73 - HANZALA BİN EBİ AMİR (Radıyallahü Anh
.Melekler yıkadı
Medine’li Eshaptan, muhterem bir sahabi.
(Gasil-ül melaike) lakabının sahibi.
Resulullah, islamı tebliğ ettiği zaman,
Hiç tereddüt etmeden, severek etti iman.
Ne zaman ki yapıldı Bedir muharebesi,
Henüz genç ve bekardı o günlerde kendisi.
Lakin bir müddet sonra, Abdullah bin Übey’in,
Kızı Cemile ile nikahı oldu bir gün.
Bir hafta sonra dahi, olacaktı düğünü.
Hem de Uhud savaşı vardı ertesi günü.
Nihayet düğün olup, gerdeğe girdiğinde,
Bambaşka bir heyecan vardı onun içinde.
O, yarın yapılacak cengi düşünüyordu.
Büyük sabırsızlıkla yarını bekliyordu.
Hele şehid olursa, ne büyük saadetti.
O, gerdek gecesinde hep bunu hayal etti.
Sabahleyin kapıldı birden bir endişeye.
Ya savaşa vaktinde yetişemezsem! diye.
Kılıcını kaparak, acele çıktı evden.
Ve lakin gusletmeyi unuttu aceleden.
Resulullah safları düzelttiği zamanda,
O da koşup, süratle safa girdi son anda.
Gönlünde şehid olmak arzusu yatıyordu.
Bu arzusu, gitgide daha da artıyordu.
Müşriklerin ordusu bozuldu çok geçmeden.
Hep birden kaçışmaya başladılar bu cenkten.
O sırada küffardan Şeddad bin Esved adlı,
Bir kâfir, Hanzala’yı sırtından mızrakladı.
Kanları fışkırırken o mızrağın yerinden,
İkinci mızrağını sapladı yine birden.
Bu ikinci darbeyle, yıkılıp düştü yere.
Şehadet şerbetini içmiş oldu bu kere.
Allah’ın Sevgilisi, bu cengin sonrasında,
Buyurdu ki: (Ben bugün, yerle gök arasında,
Hanzala'yı gördüm ki, etrafında melekler,
Onu, Cennet suyuyla yıkayıp gaslederler.)
Sahabeden biri de, dedi: (Gördüm ben dahi.
Hanzala'nın başından su damlardı Vallahi.)
Resul'ün emri ile, zevcesi Cemile’ye,
Soruldu hadisenin hikmeti nedir? diye.
Dedi: (Düğün gecesi, o, başka âlemdeydi.
Ertesi gün olacak cengin hevesindeydi.
Harbe yetişemezsem halim ne olur? diye,
sabahleyin erkenden düştü bir endişeye.
İşte bu heyecanla geçirdi o geceyi.
Acele evden çıkıp, unuttu gusletmeyi.)
Böyle yüksek idiler işte Eshab-ı kiram.
Onların gayretiyle, ulaştı bize islam
. Tek tek şehid oldular
Başta Resulullah ve bütün Eshab-ı kiram,
Büyük bir mücadele verdiler Uhud’da tam.
Allah’ın yardımı ve Resul'ün himmetiyle,
Bozguna uğratıldı müşrikler tamamiyle.
Çaresizlik içinde kalan düşman, ansızın,
Kaçmaya başladılar arkaya bakmaksızın.
Müşrik kadınları da, ederek feryat figan,
Onlara yetişmeye çalışırlardı o an.
Geride bırakarak, hep ağırlıklarını,
Kaçarak kurtardılar güçlükle canlarını.
Mücahidler, onların düşerek peşlerine,
Yetişip, birçoğunu öldürdüler hep yine.
Kat be kat üstün iken, sayı, silah yönünden,
Şimdi kaçıyorlardı müminlerin önünden.
Perişan olmuşlardı müşrikler bu savaşta.
Kaçmaya başladılar, reisleri en başta.
Hatta birbirlerini adeta çiğneyerek,
Bu savaş meydanını ederlerdi şimdi terk.
Ebu Süfyan bin Harb de, kaçıyordu ki hızla,
Arkasından koşarak yetişmişti Hanzala.
Atının ayağına bir kılıç vurdu hemen.
Atı çöküp, kendisi yere düştü üstünden.
Ve bütün gücü ile bağırdı: (Gelin, gelin!
Hanzala’nın elinden beni halas eyleyin!)
O, seslendi ise de böyle feryad ederek,
Onlar ilgilenmedi onunla yine de pek.
Zira hep can derdine düşmüşlerdi cümlesi.
Ardlarına bakmadan kaçıyorlardı hepsi.
Arneyn geçidindeki elli okçu mücahid,
Bu durumu, onlar da görür görmez o vakit,
Savaşın bittiğini kuvvetle zannederek,
Vazife yerlerini bazısı eyledi terk.
Onların gittiğini gördü Halid bin Velid.
Zaten o, bu durumu bekliyordu o vakit.
Geçitteki erlerin gittiğini görünce,
Emrindeki birlikle hücum etti hemence.
Abdullah bin Cübeyr’i dinleyen mücahidler,
Oniki kişi olup, derhal safa geçtiler.
Önce, bitene kadar sadaktaki okları,
Müthiş ok yağmuruna tuttular hep onları.
Düşman süvarileri çok yaklaşınca ise,
Kılıçla çarpıştılar, artık göğüs göğüse.
Lakin hücum edenler, çok kalabalıklardı.
Hatta bire yirmibeş gibi bir nisbet vardı.
Müminler, kanlarının son damlasına kadar,
Çarpışıp, en sonunda hepsi şehid oldular.
Birbiri arkasından, mübarek vücudları,
Yere düşüp, Cennete kanat çırptı ruhları.
.
74 - VELİD BİN VELİD (Radıyallahü Anh
.Ayakları parçalandı
Bedir’de, esirlerden var idi ki bir kişi,
O, Halid bin Velid’in oluyordu kardeşi.
Gerçi o vakitlerde, Halid ibni Velid de,
Henüz erememişti iman ile tevhide.
İşte Halid bin Velid, kardeşi bu Velid’i,
Kurtarmak gayesiyle Medine’ye geldiydi.
Lakin ondan, kurtuluş fidyesi istediler.
(Onu ödemedikçe bırakmayız) dediler.
Halid, bu istenilen fidyeyi verdi hemen.
Ve kardeşini alıp, çıktılar Medine’den.
Mekke’ye varmak için, yürüdüler ileri.
Ve lakin az gidince, kardeşi döndü geri.
Ve doğruca gelerek Peygamber-i zişana,
Şehadeti getirip o gün geldi imana.
Tekrardan yola çıkıp, Mekke’ye vasıl oldu.
Onu, Halid bin Velid görünce şöyle sordu:
(Müslüman olacaktın ey Velid madem ki sen,
Bari önce olsaydın, fidyeyi ödemeden.)
Dedi ki: (Kureyşliler derlerdi ki o vakit,
Esaretten korktu da, müslüman oldu Velid.)
Halid sinirlenerek o zaman kardeşine,
Hapsetti onu hemen bir hücrenin içine.
O hücrede, (İyaş) ve (Seleme) adlarında,
İki müslüman daha kalırdı aynı anda.
Bir fırsatını bulup, Velid kaçtı o yerden.
Yine Resulullahın yanına vardı hemen.
Resulullah, İyaş ve Seleme’yi sordular.
Dedi: (Onlar, şiddetli işkence çekiyorlar.)
Resulullah üzülüp, buyurdu ki Eshaba:
(Bu iki müslümanı kim kurtarır acaba?)
Velid öne atılıp, dedi ki: (Ben gideyim.
Size, o ikisini kurtarıp getireyim.)
Tekrar geldi Mekke’ye ve gizledi kendini.
Sonra o müminlerin öğrendi yerlerini.
Tavansız bir odada, hapislerdi o vakit.
Düşündü: Bu iş için, gece daha müsait.
Ölümü göze alıp, gece olunca, hemen,
Duvardan içeriye atladı ses etmeden.
İplerini çözerek, bindirdi devesine.
Devenin yularını aldı kendi eline.
Resule varmak için, yaya ve yalın ayak,
Gizlice düştü yola, Mekke’den ayrılarak.
Çöllerin kavurucu sıcağında, böylece,
Yalın ayak ve yaya, gitti üç gün, üç gece.
Lakin çöl sıcağına hiç de aldırmıyordu.
Onu, Resul'ün aşkı, firakı yakıyordu.
Bu yolda ayakları parçalanıp begayet,
Gelip Resulullaha kavuştu en nihayet.
.
75 - HATİP BİN EBİ BELTEA (Radıyallahü Anh)
.Kâfirler mağlub oldu
Uhud’da Übey adlı bir müşrik var idi ki,
Atını, o Server’e doğru sürdü bu şaki,
Dedi ki: (O Peygamber olduğunu söyleyen,
Kim ise, çarpışmaya karşıma çıksın hemen!)
Müşrikin bu sözünü duydu Eshab-ı kiram.
Birisi, ona doğru yürüyor idi ki tam,
Müsade etmeyerek o Server buna fakat,
Kâfirin karşısına, kendisi çıktı bizzat.
O an Übey alçağı, atını mahmuzlayıp,
Resul'ün üzerine yürüdü nara atıp.
Dedi ki: (Ya Muhammed, sen kurtulursan eğer,
Bana nasib olmasın sağ kurtulmak bu sefer.)
Baştan ayağa kadar, bürünmüştü zırhlara.
Resulullaha doğru hücum etti o ara.
Peygamber Efendimiz, mızrağını alarak,
Müşriki nişan alıp, attı ani olarak.
Mızrak uçup, kâfirin tam boynuna saplandı.
Sığır gibi böğürüp, atından yuvarlandı.
Kaburga kemikleri kırıldı bu sebepten.
Müşrikler onu alıp, götürdüler o yerden.
Yolda, (Muhammed beni öldürdü!) diye diye,
Can verip, yuvarlandı azab-ı ebediye.
Peygamber Efendimiz, Eshabiyle o saat,
Uhud kayalığına çıkmayı etti murad.
Lakin çıkamadılar, zira çok yorulmuştu.
Vücuduna, yetmişten çok kılıç vurulmuştu.
Hatib İbni Beltea, Allah’ın Resulü'nü,
Yaralı halde görüp, çok üzüldü o günü.
Dedi: (Ya Resulallah, fedadır canım sana.
Kim yaptı sana bunu, haber ver lütfen bana.)
O Server buyurdu ki: (Utbe bin ebi Vakkas,
Taş ile bana vurup, dişimi kırdı esas.)
Nereye gittiğini sual etti Resulden.
O Server, işaretle gösterdi onu hemen.
Hatib ibni Beltea, (Peki) deyip bu defa,
Kılıcını sıyırıp, koşturdu o tarafa.
Ve araya araya Utbe’yi buldu o an.
Bir kılıçla, başını ayırdı vücudundan.
Sonra kesik başını alarak geldi yine,
Koydu Resulullahın ayakları dibine.
Dedi: (Ya Resulallah, bu, başıdır Utbe’nin.
Cezası, işte budur size eza edenin.)
Peygamber Efendimiz, buna çok sevindiler.
Ve (Allah razı olsun) diye dua ettiler.
Müşrikler, Sahabe-i kiramın karşısında,
Yine yenilmişlerdi bu Uhud savaşında.
Yetmiş ölü vererek, meydanı terk ettiler.
Yine Mekke’ye doğru, kaçıp geri gittiler.
. Onu tarif eder misin?
Peygamber Efendimiz, o günlerde Eshaba,
Buyurdu: (Şu mektubu, içinizden acaba,
Mısır hükümdarına kim götürüp iletir?
Onun mükafatını Rabbimiz kat kat verir.)
Ayağa fırlayarak Hatib adlı sahabi,
Dedi: (Ben götürürüm ey Allah’ın Habibi!)
Buyurdu ki: (Ey Hatib, Rabbimiz, bunu senin,
Hakkında çok hayırlı ve mübarek eylesin.)
Hatib mektubu alıp, evine gitti hemen.
Sefer hazırlığını yaparak çıktı evden.
Mukavkıs hükmederdi o zamanlar Mısır’a.
Ve İskenderiye’de bulunurdu o sıra.
Varıp Hazret-i Hatib, Resul'ün mektubunu,
Mukavkıs’a verince, okudu hemen onu.
Peygamber Efendimiz, bu mektubunda yine,
Davet buyuruyordu onu islam dinine.
Mukavkıs, o mektubu okuyunca dedi ki:
(Seni gönderen o zat Peygamber midir peki?)
O, (Elbette) deyince, dedi ki: (Öyle ise,
Bir şeyi sual etmek istiyorum ben size.
Kavmi, ana yurdundan Onu çıkardığında,
O, neden onlar için hiç etmedi beddua?)
O, cevaben dedi ki: (İsa Peygamber dahi,
Öldürülmek istendi kavmince bizatihi.
Yine İsa Nebi de, o sıkışık anında,
Beddua etmemişti o kişiler hakkında.)
Bu cevabı beğenip, dedi: (Sen, bir hakimsin.
Bir hikmet sahibinin yakınından gelirsin.)
Ve sordu ki: (Ey Hatib, o Peygamber ne diyor?
Yani O, insanları neye davet ediyor?)
Dedi: Peygamberimiz diyor ki insanlara:
(Tek Allah’a inanın, o Allah tektir zira.
Beş vakit namaz kılıp, orucunuzu tutun.
Bir söz verdiğinizde, o sözde elbet durun.)
Mukavkıs, daha sonra dedi ki: (Bana esas,
Onun şemailinden bahseder misin biraz?)
Hazret-i Hatib dahi, bu istek üzerine,
Bir miktar tarif etti Resul'ü kendisine.
Meğer Resulullahın evsafını, o dahi,
Semavi kitaplarda okumuş bizatihi.
Mukavkıs rica etti: (Az daha anlat) diye.
Dedi: (Sadaka almaz, kabul eder hediye.
Aynaya nazar eder ve tarar saçlarını.
Yanından hiç ayırmaz tarak ve misvakını.)
Mukavkıs tasdik etti sözlerini Hatib’in.
Dedi ki: (Bir Peygamber gelecektir ve lakin.
Şam’dan çıkacağını sanıyordum Onun ben.)
Dedi ve mahrum oldu iman ve hidayetten.
.
76 - HİFA HATUN (Radıyallahü Anha
.Çok güzeldi
Kadın sahabilerden Medineli bir hatun.
Rabbine tevekkül ve rızası tamdı onun.
Geçirirdi ömrünü ibadet ve taatle.
Güzellik ve ahlakta meşhur idi gayetle.
Hem dahi zengin olup, var idi çok serveti.
Lakin onun gözünde, yoktu malın kıymeti.
O, hep ahiretini düşünürdü durmadan.
Ve ölüm hazırlığı içindeydi her zaman.
Ayrıca çok severdi Allah’ın Resulü'nü.
Ona çok bağlı olup, dinlerdi her sözünü.
Ne müşkili olursa, danışırdı hep Ona.
Yine bir gün Resul'ün geldi huzurlarına.
Dedi: (Ya Resulallah, bana bir iş öğret ki,
Ben onu işlemekle, kazanayım Cenneti.)
Buyurdu: (Bir erkekle evlenmelisin önce.
Dininin yarısını hıfz edersin böylece.)
Dedi: (Ya Resulallah, kim olur benim eşim?
Padişah Necaşi’yi bile ben reddetmişim.
Nice verenler oldu yüz deve, hayli ziynet.
Lakin ben, her birini çevirip eyledim red.
Madem ki şimdi bana, bu yoldadır emriniz,
Razıyım, siz her kimi münasip görürseniz.)
Resulullah, birini tayin etseydi eğer,
Belki üzülürlerdi ismi söylenmeyenler.
Buyurdu: (Yarın sabah, mescide önce gelen,
Kim ise, onun ile nikahlan, sonra evlen.)
Böyle buyurduğundan Allah’ın Sevgilisi,
Alınıp üzülmedi Eshabın hiçbirisi.
Lakin bir uyku verdi Hak teâlâ onlara.
Biri hariç, hepsi de uyumuştu o ara.
Merak ile beklerken Allah’ın Peygamberi,
Süheyb adlı sahabi giriverdi içeri.
Süheyb ki, hiç kimsesi bulunmayan bir garip.
Dünyalık hiçbirşeye değildi hem de sahip.
Rengi siyaha yakın, yok idi güzelliği.
Uzun boylu ve lakin çelimsiz, zayıf idi.
Halbuki Hifa Hatun çok güzeldi ve zengin.
Resulullah buyurdu: (Ey Hifa, işte dengin.)
(Peki Ya Resulallah) diyerek kabul etti.
Zira Resulullaha tamdı teslimiyeti.
Onun bu cevabına sevindi Resulullah.
Bir hutbe okuyarak yapıldı akd-i nikah.
Sevindiler buna hep, o gün cümle sahabi.
Az sonra, Resulullah çağırarak Süheyb’i,
Buyurdu: (Kalk ya Süheyb, bir şeyler al geline.
Ve zevcenin elinden tut da götür evine.)
Dedi: (Ya Resulallah, dünyalık yok bir şeyim.
Malum yoktur evim de, nereye götüreyim?)
. Aynı kabre kondular
Süheyb, Resulullaha halini arz edince,
Gelip Hifa Hatuna söylediler hemence.
O zaman Hifa Hatun şöyle dedi cevaben:
(Filanca konağımı hibe ettim ona ben.
Şu bir kese dolusu altın da, onun olsun.
Gelip beni alarak, evimize götürsün.)
Allah’ın Sevgilisi, çok memnun oldu buna.
Dua etti o zaman hem Süheyb’e, hem ona.
Süheyb’le Hifa Hatun sonra veda ederek,
Geldiler o konağa Allah’a hamd ederek.
Akşam yemek yiyip de, gelince yatma vakti,
Hifa Hatun, Süheyb’e şu fikri teklif etti:
(Ey Süheyb, bilirsin ki bir nimetim ben sana.
Lakin buna mukabil, bir mihnetsin sen bana.
Şükretmen lazım gelir senin işbu nimete.
Benim dahi sabretmem gerekir bu mihnete.
İşte bu ikisini ifa için ey Süheyb!
Gel, seninle bu gece ibadet edelim hep.
Sana, şükredenlerin sevapları verilsin.
Bana da, sabredenler ecri ihsan edilsin.)
Hazret-i Süheyb dahi, onun bu teklifini,
Gayet münasip görüp, kabul etti fikrini.
İkisi de o gece, ibadet yaptılar hep.
Ve sabah namazında, mescide gitti Süheyb.
Ve lakin ondan evvel, gökten Cibril gelerek,
Onların bu halini haber verdi tek be tek.
Dedi: (Ya Resulallah, müjde ver ikisine.
Kavuştular Cennetin yüksek derecesine.)
Resulullah, Süheyb’e sual etti bu şeyi:
(Ya Süheyb, ne şekilde geçirdiniz geceyi?)
(Siz söyleyin) diyerek başını eğdi öne.
Anlattı Resul dahi ahvali kendisine.
Sonra da buyurdu ki: (Sizler Cennetliksiniz.
Rabbimizi Cennette mutlak göreceksiniz.)
Süheyb çok sevinmişti Resul'ün müjdesine.
Derhal yere kapandı, şükrane secdesine.
Dedi ki: (Ya ilahi, beni bağışladıysan,
Şu anda al ruhumu, günaha bulaşmadan.)
Kabul oldu duası bu mümtaz sahabinin.
Ruhu, secdede iken kabzolundu Süheyb’in.
Eshap bunu görünce, pek çok duygulandılar.
Onun bu durumunu görerek ağladılar.
Resulullah buyurdu: (Bu vefat etti, ancak,
Bir haberim yine var, daha çok şaşılacak.
Cebrail, şimdi gelip haber verdi ki şunu,
Hifa dahi evinde teslim etti ruhunu.)
Techiz ve tekfin gibi hizmetleri gördüler.
Sonra, ikisini de yan yana defnettiler.
.
77 - HİND BİN UTBE (Radıyallahü Anha)
.Bedr’in intikamı için
Müşrikler Bedir’deki bozgundan ders ve ibret,
Almadıkları gibi, olmuştu onlara dert.
Unutamıyorlardı hiç onun acısını.
Zira kaybetmişlerdi çoğu akrabasını.
Kureyş’te, itibarlı kim varsa o gün eğer,
Hepsi öldürülmüştü Bedir’de birer birer.
Şam ticaret yolunun kontrolü de hem yine,
Geçince tamamiyle müminlerin eline,
Çileden çıkmışlardı müşrikler bu sebepten.
İntikam ateşiyle yanıyorlardı hepten.
Bedir’de yakınları öldürülen kimseler,
Diyordu: (Onlar bizi öldürdü birer birer.
Biz de müslümanlardan almalıyız intikam.
Çok kuvvetli bir ordu toplarsak, bu iş tamam.
O büyük ordu ile, Medine’ye varalım.
Bedr’in intikamını çok şiddetli alalım.)
Ebu Cehil, Utbe ve Şeybe gibi kâfirler,
Öldürüldüğü için Ebu Süfyan’dı lider.
Yüzbin altın kâr ile dönülmüştü seferden.
Bu paranın yarısı, ayrıldı önce hemen.
Yani müslümanlarla yapılacak savaşta,
Lazım olan silahlar alınacaktı başta.
Kureyşliler, topyekün gayret sarfediyordu.
Her yerden, savaş için asker toplanıyordu.
Kadınlar, tef dümbelek çalarak aynen yine,
Yardım ediyorlardı işbu gayelerine.
Onların maksadı ve gayeleri bir tekti.
O da, islamiyet’i yıkmak ve yok etmekti.
Civar kabileleri tek be tek dolaşarak,
Harb için üçbin kişi topladılar çabucak.
Bunlardan yediyüzü tamamen zırhlılardı.
Ayrıca üçbin deve, ikiyüz de at vardı.
Çalgıcı kadınlar da iştirak ediyordu.
Nağmelerle orduyu cenge hazırlıyordu.
Bu muazzam ordunun başında da o zaman,
Başkumandan olarak var idi Ebu Süfyan.
Hanımı Hind de yine kadınların başında,
Gelip bulundu bizzat bu Uhud savaşında.
O dahi müşrikleri hep tahrik ediyordu.
(Müminlerden intikam alacağız) diyordu.
Kaybetmişti Bedir'de baba ve kardeşini.
Onların ızdırabı, yakıyordu içini.
Bazısı, kadınların karşıydı gelmesine.
Hind ise, kızıyordu böyle söylenmesine.
Onlara diyordu ki: (Siz, Bedir’den kaçtınız.
Şimdi bizden utanıp, kaçamayacaksınız.)
Mekke’nin fethi günü, bu hanım, en sonunda,
İmanla şereflendi Resul'ün huzurunda.
.
78 - HUBEYB BİN ADİY (Radıyallahü Anh)
.Muradım şehidliktir
Lityanoğullarının hiylesine uğrayan,
Sahabeden sekizi, şehid oldular o an.
Hubeyb bin Adiy ile, bir de Zeyd bin Desinne,
İkisi esir düştü müşriklerin eline.
Resulullah, onları, dini öğretmek için,
Lityanoğullarına göndermişti ve lakin,
İhanet eylediler kâfirler pusu kurup.
Saldırdılar bunlara, kalabalık bir gurup.
İkiyüz kişi olup, hepsi okçu idiler.
Müminlere seslenip, (Teslim olun!) dediler.
On sahabi dedi ki: (Hiç teslim olmayız biz.
Gelin de dövüşelim varsa cesaretiniz.)
Arslan gibi dövüşüp, şehid oldu sekizi.
Nihayet esir düştü geri kalan ikisi.
Mekke’ye götürdüler bunları o hainler.
Çok sevindi bu işe, Mekke’deki kâfirler.
İntikam hırsı ile, yanıyorlardı zira.
Hepsi diş biliyordu bütün müslümanlara.
Bedir ile Uhud’da, yakın akrabaları,
Ölenler, fırsat bilip satın aldı onları.
Maksat, bu ikisini öldürüp bir an önce,
O intikamlarını almak idi böylece.
Lakin haram aylarda bulunuyorlardı tam.
O aylarda savaşmaz, öldürmezlerdi adam.
Bekleyip, haram aylar tamamen geçsin diye.
Hapsettiler onları, ayrı birer hücreye.
Nihayet günler geçti ve çıktı haram aylar.
O iki sahabiyi hücrelerden aldılar.
Ve iki darağacı kurdular bir meydanda.
Müşrikler, seyir için toplandılar o anda.
Hubeyb’i asarlarken, dedi ki: (Durun biraz.
Önce eda edeyim iki rekat bir namaz.)
Daha sonra bağlayıp, onu darağacına,
Dediler: (Dön dininden, kıyma tatlı canına.)
Buyurdu ki: (Vallahi asla dönmem dinimden.
Dünyayı verseniz de, vazgeçmem bu fikrimden.)
Dediler ki: (Ey Hubeyb, cevap ver şu suale.
Seni, Peygamberiniz sokmadı mı bu hale?
Şimdi senin yerinde, O olsa idi eğer,
Daha iyi olurdu değil mi, bir cevap ver.
Eğer ki evet dersen, ölümden kurtulursun.
Ve şimdi eve gider, rahatça oturursun.)
Buyurdu: (Ben, değil ki Onun asılmasını,
İstemem ayağına bir diken batmasını.
Razı olmam zerrece bir zarar gelsin Ona.
Yüzbin canım olsa da, feda olsun yoluna.
Korkmam Onun uğrunda işkenceden, ölümden.
Muradım şehidliktir zira can-ü gönülden.)
. Bana selam getirdi
Hubeyb, darağacında sıkı bağlanmış iken,
Gözlerini kapayıp, şöyle dedi içinden:
(Benden selam ulaştır ya Rabbi Resulü'ne.
Bana bu yapılanı, göster Onun gözüne.)
O böyle dediğinde, o sıra Fahr-i cihan,
Eshabiyle bir yerde oturuyordu o an.
Zeyd bin Harise der ki: Resulullah ile biz,
Eshaptan birkaç kişi, oturuyorduk sessiz.
Bir ara, sanki biri selam verdi gaibden.
(Aleyküm selam!) dedi Resulullah aniden.
Lakin biz göremedik selam veren kişiyi.
Hemen Resulullahtan sual ettik bu işi.
Buyurdu ki: (Cebrail, biraz önce Mekke’den,
Bana selam getirdi kardeşimiz Hubeyb’den.)
O ara bağırdı ki, kâfirlerden birisi,
(İşte bu öldürmüştür baba ve annenizi.
Onların öclerini varsa almak isteyen,
Fırlatsın mızrağını üstüne bunun hemen.)
O öyle bağırınca, bir anda birçok mızrak,
Hubeyb’in vücuduna saplandılar uçarak.
Yüzü, başka tarafa doğru çevrili iken,
Hemen kendi kendine Kâbe’ye döndü birden.
Saplanınca mızraklar ard arda bedenine,
Halini, zerre kadar değiştirmedi yine.
Diyordu: (Bütün bunlar, Allah içindir ki hep,
Bu yüzden gam ve elem çekmeye yoktur sebep.)
Sonra bir nazar edip, kâfirlere aniden,
Dedi ki: (Ya ilahi, kahreyle bunları sen!)
Onlar bu bedduayı işitince Hubeyb’den,
Korkarak, herbirisi kaçıştılar o yerden.
Vücudundan sel gibi akarken kanları hep,
(La ilahe illallah) diyordu yalnız Hubeyb.
Vererek bu şekilde en son nefeslerini,
İçti masum olarak şehadet şerbetini.
Kırk gün, darağacında cesedi kaldı, lakin,
Kokmadı, çürümedi taze kan aktı her gün.
Emretti Resulullah Mikdad ile Zübeyr’e:
(Onun cenazesini alın da gelin!) diye.
Bu arslanlar, Mekke’ye girdiler geceleyin.
Cesedini oradan indirdiler Hubeyb’in.
Deveye yükleyerek, Medine’ye dönerken,
Müşrikler, önlerini kestiler gelip birden.
Onlar da, cenazeyi yere koyup o ara,
Mukabele ettiler o karşı koyanlara.
Onlar, kâfirler ile mücadele ederken,
Yer yarılıp, cesedi içine aldı hemen.
Hazret-i Mikdad ile Zübeyr bunu gördüler.
Gönül rahatlığıyle Medine’ye döndüler.
.
79 - HUZEYFET-ÜBNİ YEMAN (Radıyallahü Anh
.Kasırga başladı
Cibril haber verdi ki Hendek günü Resule:
(Allah, helak edecek küffarı rüzgar ile.)
O gece, ortalığı çok müthiş bir karanlık,
Bastırdı ki, göz gözü görmüyordu hiç artık.
Ve bir rüzgar esti ki, çok şiddetli ve ani,
Bunu, şöyle anlatır Huzeyfe-i yemani:
Bir karanlık bastı ki o gece bir aralık,
Bir gece görmemiştim ondan daha karanlık.
Ve gök gürültüsünü andıran bir ses ile,
Çok şiddetli bir rüzgar başlamıştı esmeye.
Biz, şiddetli açlık ve soğuktan titriyorduk.
Bulunduğumuz yerde, büzülmüş bekliyorduk.
O zaman Resulullah, Eshabına hitaben,
Buyurdu: (Kim küffarın yanına varıp hemen,
Onların ahvalini inceleyip de bir bir,
Ve oradan ayrılıp, bana haber getirir?)
Çok şiddetli açlık ve soğuktan, bizde fakat,
Ayağa kalkmak için, yok idi güç ve takat.
Resulullah, yanıma teşrif etti ki, o an,
Büzülmüş otururdum yerimde ben o zaman.
Omuzuma dokunup, buyurdu ki: (Sen kimsin?)
Dedim: (Ya Resulallah, Huzeyfe’yim, emredin.)
Buyurdu ki: (Kâfirler ne yapıyor, git de bak.
Lakin atma onlara ne bir ok, ne de mızrak.
Onların hallerinden, bana bir haber getir.
Soğuk ile sıcaktan olmazsın müteessir.)
Resul'ün himmetiyle titreme gitti benden.
Ve bir kuvvet geldi ki, fırlayıp kalktım hemen.
Sonra, küffara doğru başladım yürümeye.
Ne üşüme var idi ve ne de bir titreme.
Müşrik karargahına vasıl oldum nihayet.
Bir rüzgar eserdi ki, şiddetliydi begayet.
İleri gelenleri oturmuşlar Kureyş’in,
Isınırlardı o an yanında bir ateşin.
Onların arasında gördüm ki, Ebu Süfyan,
Derdi ki: (Hemen çekip gitmeliyiz buradan.)
Beni tanımadılar, karanlıktı haliyle.
Varıp, ateş yanında oturdum onlar ile.
Öyle çok şiddet ile esiyordu ki rüzgar,
Çivileri sökülüp, yıkılırdı çadırlar.
Hatta kap kacakları, yere devriliyordu.
Ve kum fırtınasından, göz gözü görmüyordu.
Bir ara Ebu Süfyan, seslenip: (Dikkat edin!
Casusu gelebilir buraya Muhammed’in.
Herkes yanındakine dikkat etsin!) deyince,
Anladım ki, o benden şüphelendi iyice.
Daha önce davranıp, ben, yanımdakilere,
Kimler olduklarını sual ettim ilk kere.
. Kâfirler yine kaçtılar
Huzeyfe-i Yemani diyor ki: Ben o gece,
Düşmanların yanına sokulmuştum gizlice.
Zira Peygamberimiz göndermişti ki beni,
Öğrenip bildireyim, küffarın hallerini.
Öyle sert bir fırtına esiyordu ki o an,
Çadırları sökülüp, devrilirdi rüzgardan.
Yaktıkları ateşler, anında sönüyordu.
Ve savrulan kumlardan, göz gözü görmüyordu.
Bir ara, Ebu Süfyan dedi: (Ey Kureyşliler!
Bu yerden gitmeliyiz artık birer ikişer.
Şu esen fırtınayı görüyorsunuz zira.
Hayvanlarımız bile, başladı kırılmaya.
İşte ben gidiyorum!) diyerek, sonra hemen,
Devesiyle, süratle uzaklaştı o yerden.
Müşrik ordusu dahi, toparlanıp nihayet,
Mekke yönüne doğru, eylediler hareket.
Huzeyfe-i Yemani diyor ki: Ben o zaman,
Geldim Resulullahın huzuruna oradan.
Vakta ki o Server’in yanına gittiğimde,
Baktım, namaz kılıyor o vakit bir kilimde.
Selam verip sordu ki: (Müşrikler ne haldedir?)
Dedim: (Kaçıp gittiler buradan hepsi bir bir.)
Allah’ın Sevgilisi, buna çok sevindiler.
Hatta sevinçlerinden bana gülümsediler.
Günlerdir uykusuzluk, açlık ve yorgunluktan,
Ayakta durmak için, takatim yoktu o an.
Resulullah, beni de alarak yanlarına,
Kilimin bir ucunu eliyle örttü bana.
Resulullah ile ben, tek bir kilimde artık.
Fecir sökene kadar, yatarak sabahladık.
Beni uyandırınca sabahleyin o Server,
Baktım ki, müşriklerden kalmamış hiçbir eser.
Müşrikler, ta Mekke’ye yaklaşıncaya kadar,
Hep esti peşlerinden rüzgar ve fırtınalar.
Ve yine o müşrikler, her an arkalarından,
Hep tekbir sedaları işittiler durmadan.
Velhasıl bu savaştan kaçınca Kureyş’liler,
Diğer kabileler de kaçıp firar ettiler.
Ağır bir mağlubiyet olmuştu bu onlara.
Ve zafer nasib oldu yine müslümanlara.
Tekbir sedalarıyla o şanlı sahabiler,
Medine’ye dönünce, müminler sevindiler.
İnsanlar, sokaklara dökülmüşler o günü,
Tebrik ediyorlardı Allah’ın Resulü'nü.
O Server de, onlara tebessüm buyurarak,
Karşılık veriyordu her birine bakarak.
Buyurdu: (Ey Eshabım, üstünlük geçti size.
Kureyş, artık gelemez sizin üzerinize.)
. Münafıkların suikastı
Vakta ki mücahidler, Tebük’ten ayrıldılar,
Ve nurlu Medine’nin yoluna koyuldular.
Az sonra münafıklar, gelince dar bir yere,
Gece, tuzak kurdular Sevgili Peygambere.
Peygamber Efendimiz, Kusva adlı devenin,
Üstünde, izzet ile giderdi geceleyin.
Devenin yuları da Ammar bin Yasir’deydi.
Ardından geliyordu Huzeyfe-i Yemani.
Lakin münafıkların bu fikrini, o gece,
Cebrail, o Server’e haber verdi hemence.
Dar yere yaklaşınca, Resulullah giderken,
Bir münafık gurubu, hücuma geçti birden.
Bu hali görür görmez Huzeyfe-i Yemani,
Onların üzerine hücuma geçti ani.
(Ey Allah düşmanları!) diyerek hem o ara,
Elindeki sopayla vurdu münafıklara.
Yüzleri maskelenmiş o oniki münafık,
Askerin arasına karıştılar o anlık.
Resulullah, onların isimlerini tek tek,
Hazret-i Huzeyfe’ye gizlice bildirerek,
Tembih buyurdular ki Hazret-i Huzeyfe’ye:
(Sakın söylemeyesin bunu başka kimseye.)
Üseyyid bin Hudayr da, Resul'ün huzuruna,
Gelip arz eyledi ki: (Onları bildir bana.
Ki, o münafıkların cezasını vereyim.
Başlarını kesip de, size teslim edeyim.)
Lakin Peygamberimiz kabul eylemeyince,
Üseyyid (Peki) deyip, geri gitti hemence.
Medine’li müminler, döndüğünü Resul'ün,
Öğrenip, istikbale çıktılar hepsi o gün.
Ve henüz bu seferden iki ay geçmişti ki,
Münafıkların başı Abdullah ölüp gitti.
Böylece birlikleri bozulup dağıldılar.
Cümle müslümanlar da artık rahatladılar.
Yine Peygamberimiz, ileride olacak,
Şeyleri, bildirirdi bir mucize olarak.
Sahabe-i kiramdan Huzeyfe hazretleri,
Der ki: Hak teâlânın Sevgili Peygamberi,
Ta kıyamete kadar, her ne olacak ise,
Hepsini, teker teker haber verdi hep bize.
Ve hatta kıyametin çok alametlerinden,
Bildirdi herbirini, henüz vefat etmeden.
Kendi ehl-i beytinin başlarına gelecek,
Musibetleri dahi, haber verdi tek be tek.
Hazret-i Ali için, (tam namaz kıldırırken,)
Hazret-i Osman için, yine (Kur’an okurken,)
(Şehid olacaksınız) diye buyurdular ki,
Bildirdiği bu şeyler, ayniyle oldu vaki.
.
80 - NUMAN BİN MUKARRİN (Radıyallahü An
.Nihavend zaferi
Peygamber Efendimiz, göçünce bu dünyadan,
Kavimler, üçer beşer mürted oldu her yandan.
Zamanın halifesi, bu fitne ateşini,
Söndürmek gayesiyle topladı askerini.
Hazret-i Numan’ı da, bir bölük asker ile,
Gönderdi Nihavend’e küffarın üzerine.
O gün islam askeri, otuzbin kişi vardı.
İran ordusu ise yüzellibin kadardı.
Numan ibni Mukarrin, kâfirleri görünce,
Yüksek bir seda ile bir tekbir aldı önce.
İslam ordusu dahi, tekbir aldı peşinden.
Yer ve gök inliyordu o gün tekbir sesinden.
Cuma günü gelince, Numan ibni Mukarrin,
Dedi: (Ey mücahidler şimdi beni dinleyin.
Allah rızası için çıktık biz bu sefere.
Niyeti düzeltirsek, ulaşırız zafere.)
Sonra dua eyledi kaldırıp ellerini:
(İlahi, mahcub etme şu islam erlerini.
İhsan et ordumuza zaferi neticede.
Bana da, şehadeti nasib eyle bu cenkte.)
Onun bu duasını dinleyen mücahidler,
Hep birden yüksek sesle (Âmin! Âmin!) dediler.
Dedi: (Ey gazilerim, beni takib eyleyin.
Sancağı sallayınca, küffara hamle edin.
Birimiz attan düşer, şehid olursa ya da,
Yanında toplanmayın, devam edin cihada.
Velev ki ben olsam da, o düşüp şehid olan,
Yine siz, cenginize devam edin durmadan.)
Böyle deyip, sancağı sallayınca dört yana,
Mücahidler, ok gibi hücum etti düşmana.
Çetin bir muharebe başlamıştı ki o an,
En önde çarpışırdı yine Hazret-i Numan.
Fakat o savaşırken, bir ara birdenbire,
Bir düşman mızrağıyle atından düştü yere.
Numan yere düşünce, Huzeyfe ibni Yeman,
Sancağı ondan kapıp, hücuma geçti o an.
Kâfirlerin başkanı, Firuzan da o ara,
Bir kılıç darbesiyle geberip gitti Nar’a.
Askeri bunu görüp, bozuldu moralleri.
Kimi orda toplandı, kimi de kaçtı geri.
Allah’ın yardımıyle erişildi nusrete.
Uğramıştı kâfirler büyük bir hezimete.
Ne zaman ki müminler, zafere ulaştılar,
Yerde yatan Numanın yanına koşuştular.
En son nefeslerini alıyordu o zaman.
Dediler: (Zafer bizim, müsterih ol ey Numan!)
Öğrenince son anda bu zafer haberini,
Rahatça içiverdi şehadet şerbetini.
.
81 - İKRİME BİN EBU CEHİL (Radıyallahü Anh
.Resulullah affetti
Peygamber Efendimiz, fethedince Mekke’yi,
Küffardan, ismi ile saydı altı kimseyi.
Buyurdu ki: (Bunları nerede görürseniz,
Asla aman vermeden, hemence katlediniz.)
Bunlardan biri dahi, İkrime’ydi o zaman.
O bunu öğrenince, Mekke’den kaçtı o an.
Yemen’e gitmek için bindiyse de gemiye,
Gemisi, fırtınadan girdi bir tehlikeye.
Dedi ki: (Boğulmaktan kurtulursam ben bugün,
Gidip, ayaklarına düşeceğim Resul'ün.)
Az sonra dindi rüzgar, erdiler selamete.
İkrime’nin sevgisi arttı islamiyet’e.
Hanımı Ümmü Hakim, Mekke’nin fethi günü,
İnanıp, gördü sonra Allah’ın Resulü'nü.
Dedi: (Ya Resulallah, verirsen şayet izin,
Senden eman isterim kocam İkrime için.)
Buyurdu ki: (Pekala, ben ona verdim eman.
Taarruz eylemesin ona bir ehl-i iman.)
Ümmü Hakim, Resulden alınca bu müjdeyi,
Derhal geldi Yemen’e ve buldu İkrime’yi.
Dedi ki: (Ey İkrime, Peygamber-i zişandan,
Senin için kurtuluş emanı aldım şu an.
Zira O, çok yumuşak, çok cömert, çok kerimdir.
O, herkese şefkatli ve çok merhametlidir.)
İkrime ısınmıştı islama daha önce.
Daha çok duygulandı bunu da öğrenince.
Dedi: (Ya Ümmü Hakim, gidelim hemen bu gün.
Varıp, ayaklarına kapanayım Resul'ün.)
Büyük sabırsızlıkla vardı Mekke şehrine.
Girdi Resulullahın mescid-i şerifine.
Resulullah, kapıda görünce İkrime’yi,
Ayakta karşılayıp, kucaklaştı hem dahi.
Resulullah, çok memnun oldu bu hadiseye.
Oturup, ona dahi emretti (Otur!) diye.
Resul'ün emri ile oturdu diz üzeri.
Dedi: (Ya Resulallah, o müjdeli haberi,
Alır almaz, Yemen’den huzura koştum o an.
Duyduğum doğru mudur, verdin mi bana eman?)
Buyurdu ki: (Doğrudur, benim emanımdasın.
Emrettim, artık sana hiç kimse dokunmasın.)
Dedi: (Ya Resulallah, geçmişten ta bugüne,
Yaptığım hataların pişmanım her birine.
Şimdi ben inandım ki, mabud, Allah’tır ancak.
Ve O vardır sadece ibadet olunacak.
Sen dahi, o Allah’ın kulu ve Resulü'sün.
Bize sen, hep iyilik, hep hayır söylüyorsun.)
Buyurdu: (Ya İkrime, tamam oldu imanın.
Ve kâmilen affoldu önceki hataların.)
. Böyle şerefliydiler
Ne zaman ki İkrime, Resule etti iman,
Olmuştu çok samimi, pek halis bir müslüman.
Artık o, islam için düştü büyük gayrete.
Ömrü hep, hizmet ile geçti islamiyet’e.
Sahabe-i kiramdan Huzeyfe hazretleri,
İkrime’yle ilgili, anlatır şu haberi:
Yermük harbi, çok sıcak bir günde yapılmıştı.
İnsan kanı, vadide, bir sel olup akmıştı.
Ok, kılıç ve mızrakla yaralanan gaziler,
Sıcak kumlar üstüne düşerdi birer birer.
Bir taraftan kan kaybı ve bir yandan hararet,
Yaralılar, tek be tek ölüyordu nihayet.
Ben dahi yaralıydım, güç bela kalktım yerden.
Zira benim yaralar, azdı diğerlerinden.
Mataramın içinde su vardı birkaç yudum.
Onu, amcaoğluna içirmek istiyordum.
Dolaştım, yerde yatan yaralılar içinde,
Gördüm, o da yatıyor bir kan seli içinde.
En son nefeslerini alıyordu o zaman.
Dudakları, adeta kavrulmuştu sıcaktan.
Suyu görüp sevindi, gayret etti içmeye.
Lakin henüz içmeden, ses duydu (Su! Su!) diye.
Hazret-i İkrime'ydi (Su!)diye feryad eden.
Diyordu: (Allah için yok mu biraz su veren?)
O, bu sesi duyunca, istemedi içmeyi.
Zira tercih etmişti kendine İkrime’yi.
Konuşmaya mecali yok iken bu gazi er,
İşaretle dedi ki: (Suyu götür ona ver!)
Şehidler arasından koşarak vardım ona.
Suyu alıp, iştahla götürürken ağzına,
Sesi geldi o ara Eshaptan bir kişinin.
Diyordu: (Bir yudum su, Allah rızası için!)
Bu feryadı duyunca, içmedi suyu o da.
İşaretle dedi ki: (Suyu götür ver ona!)
Şehidler arasından koşa koşa yine ben,
Seyirtip, son anında yetiştim ona hemen.
Ve lakin geç kalmışım, zira ben geldiğimde,
Şehadeti söyleyip şehid oldu o demde.
Bu defa düşündüm ki: Döneyim İkrime’ye.
Bu içemediyse de, o içsin bari diye.
Şehidler arasından, koşarak vardım heman.
Tekrardan İkrime’nin yanına vardığım an,
Gördüm ki, mateessüf şehid olmuş o dahi.
Dedim: Amcam oğluna vereyim suyu bari.
Bir ümitle koşarak şehidlerin içinden,
Arayıp, kendisini bir yerde buldum hemen.
Lakin o da şehadet şerbetini içmişti.
Ve malesef üçü de suyu içememişti.
.
82 - EBU TALHA (Radıyallahü Anh
.Feda olsun canımız!
Uhud günü, bir ara karışmıştı ortalık.
Müminler zor durumda kalmıştı o aralık.
Resul'ün etrafını, otuz kadar sahabi,
Çevirdiler anında, geçilmez duvar gibi.
Bu sebeple müşrikler, bir hayli uğraştılar.
Yine Resulullaha hiç yaklaşamadılar.
Mecburen ok atmaya başladılar o ara.
Mukabele ederdi müminler de onlara.
Sa’d bin ebi Vakkas hazretleri de o gün,
Düşmana ok atardı emri ile Resul'ün.
Mücahid gazilerden yine Hazret-i Talha,
Siper etti kendini o gün Resulullaha.
O Server'in önüne, gererek vücudünü,
Korudu her hücumdan Allah’ın Resulü'nü.
Ayrıca, ok atarak isabetli olarak,
Korkuturdu küffarı kavi nara atarak.
O Server buyurdu ki: (Bağırsa Ebu Talha,
Kâfirlere tesiri, yüz erden çoktur daha.)
Onun dahi her oku, ediyordu isabet.
Zira ok fırlatmakta mahirdi o da gayet.
Attığı her bir oku, merak edip o Server,
Öğrenmek istiyordu neticeyi her sefer.
Başını kaldırıp da, bakmak arzu edince,
Korkuya kapılırdı Ebu Talha bir nice.
Derdi ki: (Anam, babam ve ben sana fedayız.
Mübarek başınızı kaldırıp bakmayınız.
Size bir düşman oku değer ise mazallah,
Bu, bütün cihan için felaket olur Vallah.
Biz, bedenlerimizle sana birer kalkanız.
Feda olsun yoluna bir değil, bin canımız.
Düşman bizi geçmeden, sana yakın gelemez.
Bizi öldürmedikçe, seni hiç öldüremez.
Hepimiz teker teker can veririz de, yine,
Seni teslim etmeyiz asla düşman eline.)
Enes bin Malik der ki: Eshaptan Ebu Talha,
Ziyarete gelmişti bir gün Resulullaha.
Görünce o Server’in sevinçli olduğunu,
(Sebebi nedir?) diye, Resulden sordu bunu.
Cevaben buyurdu ki: (Nasıl sevinmeyeyim,
Biraz önce Cebrail yanıma geldi benim.
Dedi: Kim sana her gün, okursa bir salevat,
Allah da, on salevat gönderir ona bizzat.
Yine o müslümanın, siler on günahını.
Ve on ecir vererek, arttırır sevabını.)
Allah, Musa Nebi'ye buyurmuştur ki hem de:
(Salevat söyle her gün Habibim Muhammed’e.
Beni İsraile de söyle ki, Ona eğer,
İman etmezler ise, Cehenneme girerler.)
.
83 - EBU RAFİ (Radıyallahü Anh)
.İşte onlar meleklerdi!
Ebu Süfyan, Mekke’ye geldiğinde Bedir’den,
Kureyş’liler, başına üşüştüler hep birden.
Büyük merak içinde sordu ki Ebu Leheb:
(Bu hezimet doğru mu, ne oldu buna sebep?)
O dedi ki: (Sormayın, o gün öyle kimseler,
Bizimle savaştı ki, tanıdık değildiler.
Beyaz atlara binmiş, beyaz giymişlerdi hep.
Biz de anlayamadık, kim idi onlar acep?)
Dinleyenler içinde vardı ki bir müslüman,
Korkudan imanını gizliyordu o zaman.
Bu mümin, Ebu Rafi adında birisiydi.
Hem hazret-i Abbas’ın o zaman kölesiydi.
O da Ebu Süfyan’dan bunları dinleyince,
Mümin olduğu için duygulandı bir nice.
Sevincinden herşeyi birden unutuverdi.
Dedi ki: (İşte onlar, Vallahi meleklerdi.)
O zaman Ebu Leheb çok kızdı bu sözlere.
Onu tokatlayarak, kaldırıp çarptı yere.
Hazret-i Abbas’ın da hanımı oradaydı.
Onun bu yaptığını görüp dayanamadı.
Müslüman olmuş idi o da Çünkü önceden.
Kalınca bir kütüğü alarak yerden hemen,
Vurdu Ebu Leheb’in başına şiddetlice.
Kafası yarılarak, kanlar aktı bir nice.
Adı Ümmül Fadl idi, dedi: (Ya Eba Leheb!
Kimsesi yok diye mi döversin onu acep?
Güçsüz gördün diye mi yaptın bu hareketi?)
Deyip, Ebu Leheb’e hakaretler eyledi.
O, hiç cevap vermeden, hem de kanlar akarak,
Dönüp gitti evine, hor ve hakir olarak.
Yine Safer ayında, o Server-i enbiya,
Yakalandı aniden şiddetli bir sıtmaya.
Ateşi, gün geçtikçe daha yükseliyordu.
Hastalığın şiddeti ziyadeleşiyordu.
Buyurdu: (Ya Aişe, emir aldım Rabbimden.
Baki Kabristanına gideceğim şimdi ben.
Gidip o kabristanda yatanlara, bu gece,
İstiğfar edeceğim bu emir gereğince.)
Ebu Rafi’i dahi, alaraktan yanına,
Çıkıp gitti o gece, Baki kabristanına.
Orada, uzun uzun duada bulundular.
Onların affı için, Allah’a yalvardılar.
Sonra buyurdular ki: (Rabbim beni şu anda,
Seçmekte serbest kıldı, iki şey arasında.
Bütün nimetleriyle, dünya ile ahiret,
Arz edilip, dendi ki: Birisini tercih et.
Allahü teâlâya vasıl olmak için ben,
Ahiret nimetini seçtim bu ikisinden.)
.
84 - EBÜDDERDA (Radıyallahü Anh
.Affedici olunuz
Sahabe-i kiramdan Hazret-i Ebüdderda,
Yüksekti derecesi ilim ile irfanda.
Birgün, biri gelmişti onun ziyaretine.
Ne için geldiğini sual etti kendine.
Dedi: (Sizden bir hadis öğreneyim diyordum.
Gidip, başkalarına öğretmek istiyordum.)
Buyurdu ki: (Sadece, bu muydu tek dileğin?
Yok muydu bu gelişte bundan başka niyetin?)
(Yok efendim) deyince, buyurdu: Öyle ise,
Şu hadis-i şerifi nakledeyim ben size:
(Biri, öğrenmek için eğer islamiyet’i,
Birkaç adım yürürse, sırf bu ise niyeti,
Diğer insanlara da öğretmek için şayet,
Elinden geldiğince ederse sa’y-ü gayret,
Ayakları altına, kanat gerer melekler.
Onun için çok dua ve istiğfar ederler.)
Birinin de dişini kırmıştı bir müslüman.
O da, Ebüdderda’ya şikayet etti o an.
Buyurdu ki: Kardeşim, Allah’ın Sevgilisi,
Buyurdu ki: (Birinden, zarar görse birisi,
Eğer onu affedip, hakkını etse helal,
Affeder onu dahi, hem Allahü zülcelal.)
İşitince o kişi bunu Ebüdderdadan,
Dedi: (Ben de öyleyse, vazgeçtim bu davadan.)
Bir zaman da, birinin kusur ve hatasından,
Dolayı, herkes onun söylendi arkasından.
Görünce insanların bu kötü haletini,
Buyurdu: (Yapmayınız o zatın gıybetini.
Düşse idi o eğer bir kuyunun içine,
Yardım etmez miydiniz kurtarılma işine?)
Dediler: (Kurtarırdık o kuyudan kendini.)
Buyurdu: (Öyle ise, yapmayın gıybetini.)
Derdi ki: (kendinizi ölmüş kabul ediniz.
Kati olacak şeyi, şimdi olmuş biliniz.
Allah’ı görür gibi yapınız hep ibadet.
Siz görmüyorsanız da, sizi görür O elbet.
Ölümden sonra olan zamanlarda, eğer siz,
Başınıza gelecek şeyleri bilseydiniz,
Asla yiyemezdiniz hiçbir şeyi severek.
Hem de içemezdiniz su bile isteyerek.
Nasihat isterseniz, kâfidir ölüm size.
Zira ölüm, son verir dünya zevklerinize.
Şu üç şey olmasaydı eğer lezzet olarak,
İstemezdim dünyada, bir gün bile yaşamak.
Biri, oruç tutmaktır, sıcak yaz günlerinde.
Bir de namaz kılmaktır, uzun gecelerinde.
Üçüncüsü, bir âlim sohbetine gitmektir.
Dini, onun ağzından dinleyip öğrenmektir.)
.
85 - ABBAS BİN UBADE (Radıyallahü Anh)
.Perişan olursunuz!
Bu zat, Resulullahın dinini işitince,
Hiç tereddüt etmeden iman etti hemence.
O vakitler Mekke’de, müminlere çok zaman,
Eziyet ederlerdi müşrikler acımadan.
Her an Resulullahı takibe alırlardı.
Onunla kim konuşsa, işkence yaparlardı.
Duyunca bu haberi Medine’li müminler,
Bir gece, Akabe’de bir araya geldiler.
Abbas ibni Ubade, çıktı önce ileri.
Şöyle ikaz eyledi o gece müminleri:
Dedi: (Ey arkadaşlar, Muhammed’i acep siz,
Ne şartla aranıza alıp kabul ettiniz?)
(Sen beyan et) dediler müminler kendisine.
Şöyle devam eyledi tesirli sözlerine:
(Hem sulhta, hem savaşta, Allah’ın Habibini,
Korumanız gerekir, kendi canınız gibi.
Eğer ki malınıza bir zarar geldiğinde,
Veyahut canınıza bir halel erdiğinde,
Eğer Resulullahı kendi başına, yalnız,
Bırakacak iseniz, şimdiden bırakınız.
Fikriniz böyle ise, biliniz ki elbette,
Perişan olursunuz dünya ve ahirette.)
Dediler ki: (Ey Abbas, biz de Resulullahı,
Böyle koruyacağız, böyle inan sen dahi.
Malımız, canlarımız zarar ziyan görse de,
Bütün yakınlarımız, hepsi tek tek ölse de,
Biz Ondan hiçbir zaman ayrılmayız muhakkak.
Ölmek var, dönmek yoktur, biliyor cenab-ı Hak.)
Her biri, bu şekilde söz verdiler Resule.
Müsafeha ettiler sonra da sıra ile.
Yine Uhud harbinde, zafer görünmüş iken,
Harp meydanı, bir anda karışmıştı yeniden.
O anda Resulullah, Eshaba etti nida.
Koşup halka oldular, etrafında bir anda.
Abbas bin Ubade de, nida etti ki hemen:
(Koşun ey müslümanlar, hiç vakit kaybetmeden.
Resul'ün tembihini dinlemedik biz elbet.
Bu yüzden başımıza erişti bu musibet.
Çok şükür hayattadır Resul-i zişanımız.
Koşup Resulullahın yanında toplanınız.
Bizim kusurumuzdan, Ona zarar gelirse,
Rabbimizin katında, mazeret kalmaz bize.)
Abbas bin Ubade’nin sesini, mücahidler,
Duyup, Resulullahın etrafına geldiler.
Harise bin Zeyd ile Abbas ibni Ubade,
Yanlarında Evs ibni Erkam olduğu halde,
Tekbirlerle düşmanın arasına daldılar.
Resulullah uğrunda çok kılıç salladılar.
.
86 - ABDULLAH BİN SELAM (Radıyallahü Anh
.Bu, yalancı olamaz
Resul'ün, o mübarek nurlu yüzünü, bir an,
Görüp, aşık olanlar çok var idi o zaman.
Şerefli sohbetini bir kere dinleyince,
Hayran olup, müslüman olanlar vardı nice.
Abdullah bin Selam’dı biri bu kimselerden.
Yahudi âlimiydi henüz iman etmeden.
Kendisi anlatır ki: Ben, İncil ve Tevrat’ı,
Babamdan okuyarak, öğrendim hakikatı.
Yani ahir zamanda bir peygamber gelecek,
Diye, küçük yaşımda öğrenmiştim, bu gerçek.
Babam bana derdi ki: (Gelecek o peygamber,
Harun Nebi neslinden gelecek olsa eğer,
İnanır,tâbi olur, ederim mutabaat.
Başka soydan gelirse, inanmam Ona fakat.)
Lakin o, Resulullah Medine’ye gelmeden,
Bir gün vefat eyledi Ona iman etmeden.
Daha sonra Mekke’de, Onun, nübüvvetini,
Ve bunu, aşikâre ilan eylediğini,
Duyunca, iman ettim o Resul'e hemence.
Zira geleceğini bilirdim daha önce.
Lakin bu imanımı saklayıp, sükut ettim.
Ve Onun Medine’ye teşrifini bekledim.
Vakta ki teşrif etti o Resul Medine’ye,
Koştum hemen görüp de iman edeyim diye.
Mübarek cemalini, ilk defa görür görmez,
Düşündüm ki: Bu yüzün sahibi yalan demez.
Kalabalık içine karışmıştım o gün ben.
Nübüvvet nuru ile tanıdı beni hemen.
Ve şöyle buyurdu ki görünce beni ilkin:
(Medine’nin âlimi İbni Selam sen misin?)
(Evet, benim) deyince, bana, (Yaklaş!) buyurdu.
Yanına yaklaşınca, şöyle bir sual sordu:
(Benim geleceğimi, ismimi, Allah için,
Tevrat'ta okuyup da öğrenmemiş mi idin?)
Ben, (Okumuştum) deyip, arz ettim: (Efendim siz,
Allah’ın sıfatları nedir, söyler misiniz?)
Benim bu sualimin karşısında o Server,
Hemen cevap vermeyip, bir miktar beklediler.
Cibril aleyhisselam, inerek yeryüzüne,
Bir sure inzal etti Allah’ın Resulü'ne.
Okudu Resulullah o İhlas suresini.
Ben, edeble dinleyip, tasdik ettim hepsini.
Dedim: (Ya Resulallah, sen doğruyu söylersin.
Ve bizi, bâtıl yoldan Hakk'a davet edersin.
Şehadet ederim ki, Allah’tır asıl ilah.
Sen de, Onun kulu ve Peygamberisin Vallah.)
Şehadeti getirip o Server'in önünde,
Ona iman etmekle şereflendim o günde.
.
87 - ABDULLAH BİN SÜHEYL (Radıyallahü Anh
.Bu, onun bayramıydı
İlk müslüman olmakla şereflenen Eshaptan.
Lakin henüz babası olmamıştı müslüman.
İslamdan vazgeçirmek gayesiyle oğlunu,
Tehdit edip, mahzene hapsetti bir gün onu.
Çok şiddetli cefalar yaparak her gün ona,
Döndürmek istiyordu tekrar küfür safına.
Abdullah, bu çok çetin eza ve işkenceye,
Karşılık, imanını başladı gizlemeye.
Kalbi, Resulullah'ın aşkıyla yanıyordu.
Lakin bunu, dışından hiç belli etmiyordu.
Müminler, Medine’ye hicret etti nihayet.
O, Mekke’de kalınca, mahzun oldu begayet.
Bedeniyle, küffarın arasındaydı el'an.
Lakin kalbi ve ruhu, ayrı idi onlardan.
Bilmiyordu babası, onun iç âlemini.
Zira o, babasından saklıyordu halini.
O, Resul'ün aşkıyla, yanıp kavruluyordu.
Ona kavuşmak için hayaller kuruyordu.
Müminler, Medine’de güçleniyordu her gün.
Hazmedemiyorlardı müşrikler bunu lakin.
Onları yok eylemek maksat ve gayesiyle,
Hazırlanıyorlardı intikam hırsı ile.
Tamamlandı nihayet cenk için her hazırlık.
Yakında, Medine’ye gideceklerdi artık.
Bu, tam yarıyacaktı Abdullah’ın işine.
Bu yüzden, sığmıyordu onun içi içine.
Zira kavuşacaktı o gün Resulullaha.
Ona, bundan kıymetli bir nimet yoktu daha.
Nihayet beklenen gün gelmişti bir Ramazan.
Bedir’de, iki ordu karşılaştı o zaman.
O, müşrik ordusuyla gelmiş idi Bedir'e.
Lakin kavuşmuş idi, hazret-i Peygambere.
Cenk başladı birazdan ve kızıştı ortalık.
Koşarak, müminlerin safına geçti artık.
Günlerdir hayaliyle yaşadığı durumun,
Tam girmişti içine, bayramıydı bu onun.
Bu, başka bir dünyaydı, başka idi bu hava.
Zira o, kavuşmuştu artık Resulullaha.
Bu, ruhuna hem gıda, hem şifa veriyordu.
Zira küffara karşı, bu gün cenk ediyordu.
Resul'le aynı safta savaşıyordu artık.
Ya Rabbi, bu ne nimet, ne büyük bahtiyarlık.
Onun ile yan yana, omuz omuzaydı hep.
Bundan büyük bir nimet var mıydı ona acep?
Saldırdı arslan gibi Kureyş kâfirlerine.
Bu gün, onun günüydü, hamd ederdi Rabbine.
İslamın aşkı ile vururdu kâfirlere.
Nihayet müslümanlar, kavuştular zafere.
.
88 - ADİY BİN HATEM-İ TAİ (Radıyallahü Anh
.Vallahi doğru diyor
Kız kardeşi Sefane, Adiy’den daha evvel,
Resulullaha gelip, iman etti mükemmel.
Hemen geri gönderdi o Server Sefane'yi.
Ki, hemen kendisine, alıp gelsin Adiy’i.
Reisi oluyordu, o, Tay kabilesinin.
Güzel meziyetleri var idi kendisinin.
Mesela iman ile henüz şereflenmeden,
Daima kaçınırdı müslümanlarla cenkten.
Sefane, kardeşini bulur bulmaz, anında,
Güzel şeyler söyledi Resulullah hakkında.
Bu sözler, tesir etti Adiy’e ve böylece,
Medine’ye geldiler ikisi beraberce.
Zira Resulullahı, çok merak etmiş idi.
Sırf Onu görmek için Medine’ye gitmişti.
Girdi selam vererek, mescidden içeriye.
Sordu ona o Server, (İsminiz nedir?) diye.
(Ben Adiy bin Hatem'im) dedi o da cevaben.
Evine davet etti o Server onu hemen.
Çok müsbet tesir etti bu ziyaret Adiy'e.
Süzüyordu Resulü (Nasıl bir kimse?) diye.
Düşündü ki: Bu kişi, melik filan değildir.
Zira hükümdarlarda, olur gurur ve kibir.
Vallahi böyle olmaz melik olan bir kimse.
Bu zat, kerem sahibi bir kişidir öyleyse.
İmana davet etti Resul onu sonunda.
(Benim dinim var) dedi, o dahi cevabında.
O zaman Resulullah buyurdu ki: (Ey Adiy!
Ben, senin o dinini bilirim senden iyi.
Zira sen, Rakusiye dininin mensubusun.
Dörtte bir ganimeti nasıl alıp yiyorsun?
Bu, sizin dininizde caiz değil bir kere.)
O, bunları dinleyip, daldı bir tefekküre.
Ve şöyle düşündü ki: Vallahi doğru diyor.
Ve bizim dinimizi, bizden iyi biliyor.
Herhalde Peygamberdir bu zat, melik olamaz.
Melikte bu güzel yüz, bu tatlı söz bulunmaz.
Adiy, Resulullahı zevk ile dinliyordu.
Dinledikçe, kalbine bir huzur geliyordu.
O Server, bir kez daha teklif etti Adiy'e:
(Sen, o dini bırak da, gel müslüman ol!) diye.
Bu sefer tereddütsüz getirdi bir şehadet.
Resul'ün huzurunda iman etti nihayet.
Peygamberlerden başka, herkesten üstün olan,
Eshaptan olmak ile şereflenmişti o an.
İzin alıp dönünce tekrar kabilesine,
Sebep oldu, hepsinin imana gelmesine.
Uşur mallarını da, o topladı ilk sefer.
Verirdi Peygambere hep müjdeli haberler.
.
89 - ABDULLAH BİN REVAHA (Radıyallahü Anh
.Ordu yola çıktı
Resul'ün elçisini, Mute’de, o kâfirler,
Öldürünce, topladı Eshabını o Server.
Buyurdu: (Ey Eshabım, önce Şam'a varınız.
Zeyd ibni Harise’dir sizin kumandanınız.
Eğer harp esnasında Zeyd şehid olur ise,
Cafer bin Ebi Talip kumandan olsun size.
O da şehid olursa harp meydanında eğer,
Abdullah bin Revaha emir olsun bu sefer.
O da şehid olursa, bir araya geliniz.
Münasip bir kimseyi, emir tayin ediniz.)
İsimleri sayılan şahısların, derakab,
Şehid olacağını anladı cümle Eshap.
Velakin kendileri bunları işitince,
Bu müjdeden ötürü gark oldular sevince.
Zira tek gayeleri var idi ki hepsinin,
O da, şehid olmaktı bu yolda Allah için.
Resulullah, sancağı, Zeyd ibni Harise’ye,
Teslim edip, orduyu gönderdi bu sefere.
Üçbin kişilik ordu, Muhacirin ve Ensar,
Resul'ün duasıyla, o gün yola çıktılar.
Peygamber Efendimiz, Veda yokuşu denen,
Yere kadar, onların yürüdü peşlerinden.
Ve hatta Medine’de kalan sahabiler de,
Gelip uğurladılar onları bu mahalde.
Tekbirler getirerek ayrılıyorken ordu,
Kalanlar, onlar için dualar ediyordu.
Mücahidler ufuktan kayboluncaya kadar,
Onlara, gözyaşı ve gıbta ile baktılar.
Zeyd ibni Harise'nin taşıdığı o sancak,
Dalgalanıyor idi rüzgarda sallanarak.
Abdullah bin Revaha, giderken o arada,
Şiirlerle bir şeyler söylerdi şu manada:
(Ey devem, kumluktaki şu kuyuya beni sen,
Oradan da, dört konak ileri götürürsen,
Bundan başka sefere artık çıkmayacaksın.
Zira bu cenkten sonra, sahipsiz kalacaksın.
Çünkü ben, bu savaştan geri dönmeyeceğim.
Öyle umuyorum ki, ben şehid düşeceğim.)
Sonra kendi kendini, etti ki şöyle ikaz:
(Ey Abdullah’ın oğlu, geç kaldın, hızlan biraz.
Çok yavaş gidiyorsun, bak, diğer mücahidler,
Seni, çok gerilerde bırakıp da gittiler.)
Böyle deyip, deveyi hızlandırdı az daha.
Ve şöyle söylendi ki: (Bak ey İbni Revaha!
Sen artık düşünme ki, geride malların var.
Umurunda olmasın bağ, bahçe ve hurmalar.
Zira Allah yolunda cihada gidiyorsun.
Sonunda şehidlik var, sana müjdeler olsun!)
. Öyleyse cizye verin!
Küffar, Mute cenginde yüzbin kişi idi tam.
Üçbin kişi idiler lakin Eshab-ı kiram.
Şam'a girdiklerinde velhasıl müslümanlar,
Bu düşman ordusunun haberini aldılar.
Hemen Zeyd bin Harise, Sahabeyi bir yere,
Toplayıp, bu hususta eyledi istişare.
Bir kısım sahabiler, bu durum karşısında,
Dediler: (Bildirelim bunu Resulullaha.
Kâfirler yüzbin kişi, biz ise üçbin eriz.
Savaşa girelim mi? diye sual ederiz.
Ya geriye çağırır, döneriz Medine’ye.
Yahut yardım gönderir, yürürüz ileriye.)
Sonra da söz isteyip, Abdullah bin Revaha,
Dedi: (Niçin yazalım bunu Resulullaha?
Unuttuk mu, buraya niçin geldiğimizi?
Resulullah, cenk için göndermedi mi bizi?
Sonra, hiç mühim değil bizim için çok asker.
Kâfirler, Bedir’de de bizden fazla idiler.
Vallahi vardı o gün, yalnız iki atımız.
Yine de zafer verdi bizlere Allahımız.
İnşallah bu cenkte de, biz oluruz muzaffer.
Zira böyle vadetti hem Allah ve Peygamber.
Hak teâlâ, vadinden asla dönmez geriye.
Öyle ise durmayın, yürüyün ileriye.
Arkadaşlar, ne için tereddüt edersiniz?
Şehid olmak değil mi, zaten bizim gayemiz?
Bizi, cenge gönderdi o Sevgili Peygamber.
Haydi ilerleyiniz, ya şehadet, ya zafer.)
Abdullah’ın sözleri, coşturdu müminleri.
Kurulmuş yaylar gibi, fırladılar ileri.
Mute havalisine ulaştılar nihayet.
Dağ taş düşman doluydu, kalabalıktı gayet.
Üçbin kişi idiler o gün Eshab-ı kiram.
Düşman ordusu ise, yüzbin kişi idi tam.
Yani bir mücahide, otuz rum düşüyordu.
Lakin Eshab-ı kiram, bunu düşünmüyordu.
Bir heyet teşkil edip mücahidler o ara,
Muharebeden önce, gönderdiler rumlara.
O Server'in emrine imtisalen o heyet,
Gidip o kâfirleri, islama etti davet.
Ve lakin bu daveti reddedince kâfirler,
(Öyleyse cizye verin!) diye teklif ettiler.
Rumların kumandanı, bunu da reddedince,
Cenge karar verdiler müslümanlar hemence.
Önde Zeyd bin Harise, sancağı yükselterek,
Girdi cenk meydanına, (Allah Allah!) diyerek.
Peşinden mücahidler, saldırdılar topyekün.
Tekbir sedalarıyla inledi yer gök o gün.
. Ey nefsim!
Cafer bin Ebi Talip, Mute'de oldu şehid.
Abdullah bin Revaha, sancağı kaptı gidip.
Bir eliyle sancağı, göklere yükselterek,
Daldı düşman içine, şunları söyleyerek:
(Ey nefsim, Cafer gitti, sen hala dünyadasın.
Durma, cihad eyle ki, sen de şehid olasın.
Eğer ki seviyorsan köleni, hizmetçini,
Bilmiş ol ki, şu anda azad ettim hepsini.
Düşündürüyor ise seni bağın ve bahçen,
Onların hepsini de hibe ettim şimdi ben.
Velhasıl hiçbir şeyin kalmadı bu dünyada.
Yapacağın tek şey var, şehid olmaktır o da.
Düşün, öldürülmezsen bu savaşta eğer ki,
Hiç ölmeyecek misin ey nefsim, söyle peki?
Cafer bin Ebi Talip ve Zeyd bin Harise’nin ,
Yaptığını yaparsan, bil ki iyi edersin.
Onlar şehid oldular, sen dahi durma geri.
Sonra pişman olursun, haydi, atıl ileri.)
Abdullah bin Revaha, bunları söyleyerek,
Daldı düşman içine tekbirler getirerek.
Küffarla, amansızca mücadele ederken,
Parmağına, bir kılıç isabet etti birden.
Sallanmaya başladı elinde kesik parmak.
Sıçrayıp yere indi, attan acil olarak.
O parmağı, koyarak ayağının altına,
Koparıp, şimşek gibi tekrar bindi atına.
Zira çarpışmasına, o engel oluyordu.
Şimdi daha şiddetli, seri harbediyordu.
Çok saldırdı ise de düşmana hiç durmadan,
Şehadet nimetine erememişti o an.
Çok üzülüyordu ki şehid olmadığına,
O sırada, bir mızrak saplandı vücuduna.
Derhal kanlar içinde, yerlere serilmişti.
Şehadet şerbetini en son o da içmişti.
Yine Bedir cenginde, o Sevgili Peygamber,
Allah’ın yardımıyla, olmuş idi muzaffer.
Abdullah bin Revaha ve Zeyd bin Harise’yi,
Acele gönderdi ki, versinler bu müjdeyi.
İkisi, ayrı yerden Medine’ye girdiler.
Kapı kapı dolaşıp, zaferi bildirdiler.
Abdullah bin Revaha şairiydi Resul'ün.
Şöyle bildiriyordu müjdeyi halka o gün:
(Ey Ensar, müjde müjde, sevinin herbiriniz!
Sağ ve selamettedir Peygamber Efendimiz.
Müşrikler öldürüldü ve esir edildiler.
Var hem de içlerinde çok şöhretli kişiler.
Hem Rebia ve Haccacoğulları, bittamam,
Öldürüldü Bedir'de Ebu Cehil bin Hişam.)
. Çekilin ey müşrikler!
Peygamber Efendimiz, sevgili Eshabıyla,
Mekke’ye giriyordu tekbir sedalarıyla.
Kâbe’yi ziyaret ve tavaf yapacaklardı.
Müşriklerde hayranlık uyandıracaklardı.
Nitekim onlar bakıp, Sahabe-i kirama,
Kalplerinde bir meyil hissettiler islama.
Sonunda, Resulullah onlara galip geldi.
Bir günde, kalplerinden onları fetheyledi.
Darünnedve denilen bir mahalde, müşrikler,
Çoluk çocuklarıyla yollara dizilmişler,
Sevgili Peygamberle, yüksek sahabileri,
Seyredip, hayranlıkla doluyordu kalpleri.
Kusva'nın yularını, şair-i Nebi olan,
Abdullah bin Revaha tutuyordu ki o an,
Ağır adımlar ile ve vakarlı olarak,
Yürürdü şu şekilde beyitler okuyarak:
(Ey kâfirler, çekilin Peygamberin yolundan!
Ki, Allahü teâlâ gönderdi Ona Kur'an.
Vardır Onun dininde hep iyilik ve hayır.
Ona inananlara, ebedi cennet vardır.
O, gerçek peygamberdir, kabul ettik gönülden.
Biz bu yola baş koyduk, hiç korkmayız ölümden.
Ey müşrikler, Kur'anı inkâr ettiğinizde,
Nasıl patladı ise darbeler beyninizde,
Onun manasına da inanmazsanız eğer,
İner aynı şekilde başınıza darbeler.)
Hazret-i Ömer Faruk, bunları işitince,
İkaz etmek istedi Abdullah’ı şöylece:
(Sen, Resul'ün önünde Kâbe’ye giriyorsun.
Nasıl böyle şiirler söyleyebiliyorsun?)
Lakin Peygamberimiz buyurdular ki ona:
(Ya Ömer, mani olma onun okuduğuna.
Yeminle söylerim ki, müşriklere, bu sözler,
Ok'tan daha çabuk ve şiddetli tesir eder.)
Sonra da, Abdullah bin Revaha’ya hitaben,
Buyurdu: (Ey Abdullah, devam et yine aynen!)
Ona izin verince Resul aleyhisselam,
Abdullah bin Revaha, şiire etti devam.
Velhasıl Resulullah, Beytullaha girdiler.
Ve sağ omuzlarını, biraz açıverdiler.
Teninin güzelliği, gözleri alıyordu.
Sevgili Eshabına dönüp şöyle buyurdu:
(Kendinizi, küffara, gayet güçlü ve zinde,
Gösterin ki, Rabbimiz af buyursun sizi de.)
Bu emir üzerine, bilcümle sahabiler,
Hepsi, sağ omuzunu derhal açıverdiler.
Heybetli bir şekilde, hızlı hızlı bu defa,
Kâbe’nin etrafında başladılar tavafa.
.
Bugün 296 ziyaretçi (387 klik) kişi burdaydı!