ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
01 - HARAMDAN KAÇMAK
.Haram, ateş gibidir
Senaullah Dehlevi (Rahmetullahi Aleyh)
Tefsîr, hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, tasavvuf mütehassısı büyük velî. İsmi, Muhammed Senâullah olup, Şeyh Celâl-i Kebîr-i Çeştî’nin on ikinci torunudur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin en büyük talebelerinden olup, hazret-i Osmân bin Affân’ın soyundandır. 1730 (H.1143) senesinde Pâni-püt şehrinde doğdu. 1810 (H.1225) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin zevcesinin kabri yanındadır.
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Her gün, sevdiklerine ederdi çok nasihat.
Daima zühd ve takva üzereydi her hali.
Haram korkusu ile, terk etti çok helali.
O bir gün buyurdu ki: (Bir hayaldir bu dünya.
Yani bir görüntüdür, yahut kısa bir rüya.
Cennet nimetlerinin dünyadaki hayali,
Dinin emirleridir namaz, oruç misali.
Keza Cehennemin de misali var dünyada.
İçki ve Kumar gibi haramlardır bunlar da.
Öyleyse verme fırsat nefsine bir an bile.
Ve amel defterini, kirletme günah ile.)
Bir gün de, sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Bilin ki her amelden, ahirette hesap var.
O gün, bütün günahlar, olur hep aşikâre.
Mahcubiyet çok olur, bulunamaz bir çare.
Halbuki o işleri, lalettayin bir insan,
Görecek olsa eğer, mahvolur utancından.
Ve hele sevdikleri, anne, baba, kardeşi,
Görecek olsa eğer, ne hal alır o kişi?
Dünya ve ahirette mahcup olmamak için,
İsyan etmemelidir emrine Rabbimizin.
Zira buyuruldu ki: (Haram, ateş gibidir.
Ve günah işleyenler, ateşte yanabilir.
Dünyada haramları, gülerek işleyenler,
Mahşerde, ağlayarak Cehenneme girerler.)
Bir gün de buyurdu ki: (Müslüman, tembel olmaz.
Para kazanır, ama, ona gönül bağlamaz.
Rızkın onda dokuzu, ticarettedir, ama,
Yaparken düşmemeli bir günah ve harama.
Bütün ibadetlerin, onda dokuzu ise,
Helalden yemektir ki, bu lazım asıl bize.
Gömleğin bir düğmesi haramdan olsa şayet,
Kabul olmaz, onunla yapılan bir ibadet.
Haram ve günahlardan kaçmaya, takva denir.
Takva, ibadetlerin en faziletlisidir.
Haram ve günahlardan kaçmadıkça bir mümin,
Göremez faydasını hiçbir ibadetinin.
Yani ibadetleri, indallah kabul olmaz.
Borcunu ödese de, hiç sevap kazanamaz.
Temeli, takvadır ki bütün iyiliklerin,
Önce, takva sahibi olmalıdır her mümin.
Bu dünyada, rahata ve huzura kavuşmak,
Takvaya sarılmakla müyesser olur ancak.
Ebediyen Cennete girmek de ahirette,
Yine bu takva ile mümkün olur elbette.
Nefesler sayılıdır, tükenir bir gün elbet.
Allah’ın huzuruna çıkacağız akıbet.
. Kılı kırk yarmalıdır
Senaullah Dehlevi (Rahmetullahi Aleyh)
Tefsîr, hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, tasavvuf mütehassısı büyük velî. İsmi, Muhammed Senâullah olup, Şeyh Celâl-i Kebîr-i Çeştî’nin on ikinci torunudur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin en büyük talebelerinden olup, hazret-i Osmân bin Affân’ın soyundandır. 1730 (H.1143) senesinde Pâni-püt şehrinde doğdu. 1810 (H.1225) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin zevcesinin kabri yanındadır.
İslam âlimlerinden olan bu mübarek zat,
Bir gün, talebesine şöyle etti nasihat:
(Bir mümin, şirkten başka bir günahı işlerse,
Sonra, tövbe etmeden ahirete giderse,
Şefaatle ve yahut rahmetiyle Allah’ın,
Affolup, ahirette kurtulur belki yarın.
Velakin günahları affedilmezse eğer,
O kimse, Cehennemde bir miktar azap çeker.
Bunun için haram ve günahların hepsinden,
Sakınmak lazımdır ki, takvadır bu da zaten.
Ve ne emredildiyse bize islamiyet’te,
Terk eden kişiler de, azap görür elbette.
Mesela namaz kılmak, herkese farz-ı ayndır.
Kılmamak, en korkunç ve mühim günahlardandır.
Dünya ve ahirette saadete kavuşmak,
Günah ve haramlardan kaçmakla olur ancak.
Öyleyse her müslüman, kılı kırk yarmalıdır.
Dinin emirlerine, harfiyen uymalıdır.
Hatta bu hal, giderek bir müminin kalbinde,
Olmalıdır meleke ve tabiat halinde.
Kim bunu başarırsa, müttaki, salih kuldur.
Bunlar, Hak teâlânın rızasına kavuşur.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bir günah işleyince,
Nefse, ağır bir ceza vermelidir hemence.
Hatta kendi kendine demeli ki müslüman:
(Eğer Rabbime karşı işlersem günah, isyan,
Yapacağım şu kadar bir hayır ve hasenat.
Yahut gece namazı kılacağım yüz rekat.)
Bu şekilde nefsine bir Ceza vermelidir.
Ve hatta bu hususta, yemin de etmelidir.
Nefis, yapmamak için bu güç ibadetleri,
Terk eder yavaş yavaş o kötü adetleri.
İnsan böyle yapmaya devam ederse eğer,
Nefis de, günahları işlemekten vazgeçer.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kötü arkadaşlardan,
Uzaklaşmalı hem de kavga, münakaşadan.
Önce, islamiyet’i iyi öğrenmelidir.
Hep faydalı şeylerle iştigal etmelidir.
Ahlak bozan şeylerden, kaçmalıdır şiddetle.
Ve her türlü günahı terk etmeli elbette.
Haramın zararları, Cehennem azapları,
Sık sık hatırlanırsa, insan yapmaz bunları.
Mal ve mevki peşinde koşanlar çok olmuştur.
Velakin muradına kavuşan olmamıştır.
Nitekim mal ve mevki, sanki Deryaya benzer.
Ve lakin boğulmuştur bu suda çok kimseler.
Bu deryanın gemisi, sırf Allah korkusudur.
Bu takva gemisine binen ancak kurtulur.)
. Zengilik para etmez
Abdülhakim-i Siyalkuti (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan velîlerinden, Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdülhakîm bin Şemseddîn el-Hindî es-Siyalkûtî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1657 (H.1067) senesi Rabî'ül-evvel ayının on ikinci günü, Hindistan'ın Siyalkût şehrinde vefât etti.
Abdülhakîm-i Siyalkûtî, Hindistan'ın büyük âlimlerinden olup bütün ilimlerde imâm idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile Mevlânâ Kemâleddîn-i Kişmîrî'nin derslerinde bulundu. Fıkıh, kelâm ve daha birçok naklî ilimlerde yüksek derecelere kavuştu.
Beldesinin din ilimlerinde müşkili olanların tercümanı oldu. İnsanları durmadan Hakk'a davet ederdi. İslâm dînini sultanlara, emirlere açıkça tebliğ etmekten hiç çekinmezdi. Hind sultânı Harem Şah Cihân zamânında, âlimlerin reisi oldu. Sultan onun reyi ve fetvâsına başvurmadan hiç bir konuda karar vermezdi. Her ilimde mütehassıs ve zamânın bir tânesiydi. İlim tahsiline gençliğindeki gibi yaşlılığında da devâm etti ve hiç ara vermedi.
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Bir günkü sohbetinde, şöyle etti nasihat:
(Dünya ve ahirette saadete kavuşmak,
Günah olan işlerden kaçmakla olur ancak.
Zira kim, hiç önem ve ehemmiyet vermeden,
Günahları işlerse, imanı gider elden.
Hatta ibadet yapmak ve günahtan sakınmak,
Lazım değil diyen de, küfre düşer muhakkak.
Bir gün de buyurdu ki: (Allahü teâlânın,
Emir ve yasağına uymalıdır bihakkın.
Resulün bildirdiği farzlardan, haramlardan,
Birine inanmayan, imandan çıkar o an.
Ve mesela günah ve haramsa bir şey eğer,
Ona, (Ne güzel!) deyip beğenen, küfre girer.
Küçük günaha devam, olur hem büyük günah.
Büyükte ısrar ise, küfür olur mazallah.)
Bir gün, bu büyük zatın biri geldi yanına.
(Çok zenginim) deyince, nasihat etti ona.
Buyurdu ki: (Zenginlik, hiç mühim değil elbet.
Zira sırf zenginlikle gelmez kula saadet.
Mühim olan, parayı nereden kazandınız?
Ve onu, nerelere ve nasıl sarf ettiniz?
Haram yiyen bir kimse, doksanbin hacca gitse,
Sonunda, Cehenneme düşebilir o kimse.
Ve kılsa da o kişi, doksanbin rekat namaz,
Yine de Cehennemden kendini kurtaramaz.
Zira eğer haramla beslenirse bir beden,
Hiç sevap kazanamaz yaptığı ibadetten.
Farz borcu ödense de, verilmez asla sevap.
Hatta tövbe etmezse, çekebilir çok azap.)
. Biz başıboş değiliz
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı"Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Bir gence mektubunda buyurdu ki: (Evladım!
Seni, bu doğru yoldan ayırmasın Allah’ım.
Ey oğlum, sana pek çok lutfedip Hak teâlâ,
Şereflendirmiş idi tövbe ve istiğfarla.
Şimdi bilmiyorum ki, nefis ile şeytanın,
Din bilgisi olmayan kötü arkadaşların,
Arasında, o temiz halde kalabildin mi?
Bu üç güçlü düşmana karşı durabildin mi?
Gençlik var ve para bol, arkadaşlar uygunsuz.
Nefsin arzularını yapmak kolay ve ucuz.
Ey oğlum, benim sana diyeceğim, tek şudur:
Körpeciksin, yolun da begayet korkuludur.
Mubahları, zaruret kadar kullanmalıdır.
Haram ve günahlara hiç uzanmamalıdır.
Zira cenab-ı Allah, acıyıp bu kullara,
Mubahla zevklenmeye, izin verdi onlara.
Helal olan sayısız şeyleri bırakarak,
Onun haram kıldığı bir iki zevke sapmak,
Hakka karşı, ne kadar büyük edepsizliktir.
Ne derece bir inat, ne terbiyesizliktir.)
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Bir gün de, genç birine şöyle etti nasihat:
(Ey oğlum, haram ile beslenirse bir beden,
Hiç sevap kazanamaz yaptığı ibadetten.
Kazandığın maaşı helal ettirmemişsen,
Nasıl cevap verirsin mahşerde Rabbine sen?
Ey oğlum, bizler kuluz, Allah’ın emrindeyiz.
Kendi emrine buyruk ve başıboş değiliz.
Her istediğimizi yapamayız ki zinhar,
Zira Sahibimizin bize emirleri var.
Burada yaşamazsak Onun emirleriyle,
Mezarda, pişmanlıktan başka şey geçmez ele.
Ey oğlum, gençlik çağı, kâr ve kazanç vaktidir.
Mert olan, bu zamanı iyi değerlendirir.
İhtiyarlık zamanı, herkese olmaz nasip.
Olsa da, vakit olmaz elverişli, münasip.
Vakit dahi bulunsa, azalınca güç, kuvvet,
Yapılmaz gençlik gibi yarar iş ve ibadet.
Oğlum, nefsimiz için yaparız nice şeyler.
Onlar, hep sorulacak mahşerde birer birer.
O gün günahlarımız konunca önümüze,
Nasıl mahcup oluruz, o zaman Rabbimize.
Hazırdır ve nazırdır elbette cenab-ı Hak.
Ve senin her işini görmektedir muhakkak.
Bir kimsenin işinden, Rabbi razı olmazsa,
Ölmesi, hayırlıdır, onun yaşamaktansa.
Bunları bile bile haramları işlemek,
Müslümana yakışan bir hal olmasa gerek.)
.Keşke günah işlemeseydim
Abdülhakim-i Siyalkuti (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan velîlerinden, Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdülhakîm bin Şemseddîn el-Hindî es-Siyalkûtî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1657 (H.1067) senesi Rabî'ül-evvel ayının on ikinci günü, Hindistan'ın Siyalkût şehrinde vefât etti.
Abdülhakîm-i Siyalkûtî, Hindistan'ın büyük âlimlerinden olup bütün ilimlerde imâm idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile Mevlânâ Kemâleddîn-i Kişmîrî'nin derslerinde bulundu. Fıkıh, kelâm ve daha birçok naklî ilimlerde yüksek derecelere kavuştu. Beldesinin din ilimlerinde müşkili olanların tercümanı oldu. İnsanları durmadan Hakk'a davet ederdi. İslâm dînini sultanlara, emirlere açıkça tebliğ etmekten hiç çekinmezdi. Hind sultânı Harem Şah Cihân zamânında, âlimlerin reisi oldu. Sultan onun reyi ve fetvâsına başvurmadan hiç bir konuda karar vermezdi. Her ilimde mütehassıs ve zamânın bir tânesiydi. İlim tahsiline gençliğindeki gibi yaşlılığında da devâm etti ve hiç ara vermedi.
Bu zat bir sohbetinde buyurdu: (Ey cemaat!
Hep günah işlemekle geçip gitti bu hayat.
Ölenleri görüp de, hiç ibret almıyoruz.
Pişman olup, gafletten yine uyanmıyoruz.
İstiğfar etmiyoruz bir kusur ve günaha.
Günahlar yığılarak, artıyor her gün daha.
Bu nasıl imandır ve nasıl müslümanlıktır?
Müslümanlık, sadece isimde olmak mıdır?
Uzun yıllar beraber yaşadığı insanlar,
Şimdi, mezarlarında çürüyüp toz oldular.
Hepsi, yerin altında çekilirken hesaba,
Belki de, bir çokları duçar olur azaba.
Hepsi, günahlarına pişmanlık duyuyorlar.
(Keşke işlemeseydik bir günahı) diyorlar.
Bu feci hallerini düşünelim onların.
Zira aynı akıbet, gelecek bize yarın.
Öyleyse şu geçici, birkaç günlük hayatta,
Günahlardan sakınıp, bulunalım taatta.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ahireti kazanmak,
Günah işlememekle müyesser olur ancak.
Her sıkıntıya sebep, günahlara girmektir.
Çaresi, pişman olup, istiğfar eylemektir.
Allah, günahkârlara vermez muvaffakıyet.
Her başarı, islama uymakla olur elbet.
Ahireti kazanmak isterse insan eğer,
Vermemeli dünyaya fazla kıymet ve değer.
Dünya demek, Allah’ın sevmediği şeylerdir.
Yani yasak ettiği günah, çirkin işlerdir.
Dünyayı terk etmekle, kazanılır ahiret.
Lakin iki şekilde ele geçer bu devlet.
Birincisi şudur ki, haramlarla beraber,
Bütün mubahları da kullanmaz ve terk eder.
İkinci derecesi, yalnız günah ve haram,
Şeyleri terk etmeye gösterir sırf ihtimam.)
Bir gün de buyurdu ki: (İlim, amel içindir.
Yoksa, zordur mahşerde hesabı o kişinin.
Kuru ilim, insanın, yaramaz bir işine.
Sürükler sahibini Cehennem ateşine.
Kul günah işleyince, duymuyorsa ızdırap,
Aklına gelmiyorsa ölüm, mizan ve hesap,
Öncelerden namaza hazırlık yapmıyorsa,
Kalp kırıp, gıybet edip, iftira atıyorsa,
Ve hele kul hakkından korkmuyorsa bir kişi,
Allame olsa bile, haraptır yarın işi.
Kalbi titremiyorsa her günah işleyişte,
O kalp hasta olmuştur, nişanı budur işte.
Beynine doldurduğu bilgi de, bir vebaldir.
Bu, bir müslüman için gayet kötü bir haldir.)
. Kimdir günah işleyen?
Abdülehad Serhendi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Saîd Fârûkî'nin beşinci oğludur. "Hazret-i Vahdet" lakabıyla, kardeşleri arasında da "Hazret-i Meyân Gül" ismiyle meşhûr olmuştur. 1635 (H.1045) senesinde Serhend'de doğdu, 1710 (H.1122) senesinde vefât etti.
Âlim ve evliyâ bir âileden gelen Abdülehad Serhendî önce babasından ilim öğrendi. Onun terbiyesinde ve sohbetinde bulunup mânevî feyzlerine kavuştu. Sonra amcası Muhammed Ma'sûm Fârûkî'nin ilim meclisinde ve sohbetinde bulunarak zâhirî ilimlerde ve tasavvufta pek yüksek derecelere kavuştu. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimlerde ve fen ilimlerinde büyük âlim oldu.
Bu zat buyuruyor ki: Hakiki bir müslüman,
İşleyemez bir günah, Allah’tan korkusundan.
Bir gün Hazret-i Ömer, halife iken, yine,
Hücuma geçmiş idi bir düşman kalesine.
Lakin kale düşmedi, günler geçti aradan.
Topladı huzuruna askerini o zaman.
Buyurdu ki: (Bu küffar, dayanamaz bu kadar.
Öyleyse aramızda bir günah işleyen var.
Zira şimdiye kadar düşmeliydi bu kale.
Kim günah işliyorsa, son versin o bu hale.)
Sahabe çok üzülüp, ağladı cümlesi hep.
Dediler ki: (Acaba ne oldu buna sebep?)
O sırada, erlerden biri öne çıkarak,
Halini, halifeye arz etti ağlayarak.
Dedi ki: (Teheccüde kalktığımda bu gece,
Misvaksız abdest alıp, namaz kıldım öylece.
Ben, misvak sünnetine edemedim riayet.
Sebep bu olabilir, ne olur beni affet.)
Buyurdu ki: (Evladım, tövbe eyle Allah’a.
Terk etme bu sünneti bundan sonra bir daha.)
Bir gün de buyurdu ki: (Hakiki bir müslüman,
Asla Rabbine karşı edemez günah, isyan.
Çünkü o, ahireti düşünür gece gündüz.
Dinin sınırlarını edemez hiç tecavüz.
Siz de, haram önünde kapayın gözünüzü.
Yoksa kabul etmezler mahşerde özrünüzü.
Harama, bile bile bakan bir müslümanın,
Gözüne, kızgın kurşun dökülür sonra yarın.
Yalan ve gıybet dahi, haram ve çirkindir pek.
Bu iki günahtan da şiddetle kaçmak gerek.
Rabbimiz, iki kapak yarattı ki gözlerde,
Acele kapıyalım haram olan yerlerde.
İki dudak ile de yaptı ki ağza kapak,
Haramdan kaçınalım yerinde kapatarak.)
Bir gün de buyurdu ki: (İmanı olan kişi,
Nasıl işleyebilir günah olan bir işi?
Biri görecek olsa o fiili işlerken,
Utanır ve vazgeçer o işi işlemekten.
Halbuki Allah her an görüyor kendisini.
Ve biliyor kalbinden neler geçirdiğini.
O, Onu görmese de, görüyor onu Allah.
Bunu bilen bir kişi, nasıl işler bir günah?
Ve Allah, kendisine yakınken ondan daha,
O, nasıl bile bile isyan eder Allah’a?
Yaptığı her günahı, kaydediyor melekler.
Mahşerde, bunlar ona sorulur birer birer.
Günah işleyenleri görse idi o şayet,
Sonlarını düşünür, üzülürdü begayet.)
. Allah seni seviyor mu?
Abdülehad Serhendi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Saîd Fârûkî'nin beşinci oğludur. "Hazret-i Vahdet" lakabıyla, kardeşleri arasında da "Hazret-i Meyân Gül" ismiyle meşhûr olmuştur. 1635 (H.1045) senesinde Serhend'de doğdu, 1710 (H.1122) senesinde vefât etti.
Âlim ve evliyâ bir âileden gelen Abdülehad Serhendî önce babasından ilim öğrendi. Onun terbiyesinde ve sohbetinde bulunup mânevî feyzlerine kavuştu. Sonra amcası Muhammed Ma'sûm Fârûkî'nin ilim meclisinde ve sohbetinde bulunarak zâhirî ilimlerde ve tasavvufta pek yüksek derecelere kavuştu. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimlerde ve fen ilimlerinde büyük âlim oldu.
Bu zat buyuruyor ki: (Her şeyden daha önce,
Dinimizi öğrenmek lazım gelir iyice.
Sonra da, ihlas ile onu tatbik etmektir.
Çok küçük olsa bile, günah işlememektir.
Nefsinin haram olan arzularını, şayet,
Kim terk eder, yapmazsa, bulur sonsuz saadet.
Bir dünya lezzeti ki, değilse haram, yasak,
Ona izin vermiştir kullara cenab-ı Hak.
Onun için müslüman, ehl-i sünnet üzere,
Bir iman ve itikat edinmeli ilk kere.
Sonra, öğrenmelidir ne ise farz ve haram.
Farzları eda edip, günahtan kaçmalı tam.
Zira günahkârlara, Rabbimiz eder gazap.
Tövbesiz ölürlerse, görürler acı azap.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bir kulda edep, haya,
Var ise, o kavuşur Allahü teâlâya.
Bu gün, gaflet içinde yaşayan nice insan,
Kendi Yaradan’ına ediyor günah, isyan.
Nefsine tâbi olup, günahlara dalanlar,
Cennet nimetlerinden mahrumdur yarın onlar.
Bunlar, bilmiyorlar mı Allah’ın gördüğünü?
Ne cevap verecekler ölünce, mahşer günü?
O sorgu sual günü, elbette ki olacak.
Herkesin amelleri, önüne konulacak.
Dünyada haramlardan kaçınarak büsbütün,
Cennete girenlere, müjdeler olsun o gün.
Dünyanın zevklerine hiç aldanmayanlara,
Ve Allah’tan korkarak, günahtan kaçanlara,
Çoluk çocuğunu da koruyorlarsa eğer,
Bunlara, ahirette verilir çok nimetler.)
Yine bir gün, bir gence buyurdu ki: (Evladım,
Nefsine aldanıp da, harama atma adım.
Allahü teâlâyı seviyorsa kim eğer,
Onun emirlerini severek ifa eder.
Yani farzları yapıp, kaçınır her günahtan.
Haramlar karşısında, haya eder Allah’tan.
Büyükler buyurur ki: (Bir kimse etse merak,
Ki, beni seviyor mu acaba cenab-ı Hak?
Baksın, her gün yaptığı işlere, amellere.
Sevip sevmediğini, anlasın buna göre.)
Haram ve günahlarla uğraşıyorsa şayet,
Bilsin ki sevmiyordur, budur buna işaret.
Bir mümin de, islama hizmet edemiyorsa,
Bilsin ki, günahları mani olur bilhassa.
Ağlayıp sızlasın ki: (Acaba ne günahım,
Var ki, nasip olmuyor bana bu, ey Allah’ım?)
Zira cenab-ı Allah buyurur ki Kur’anda:
(İstiğfar ederseniz, yetişirim imdada.)
. Lokmana dikkat et
Muhammed Masum Faruki (Rahmetullahi Aleyh)
iki Evliyânın meşhûrlarından, büyük İslâm âlimi. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ıRabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine; "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi dördüncüsüdür. Mecdüddîn ve Urvet-ül-vüskâ lakablarıdır. Urvet-ül-vüskâ; sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim demektir. 1599 (H. 1007) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrine mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkıinde doğdu.
Bu zat buyuruyor ki: (Düşmandır bize nefis.
Onun tek arzusuna boyun eğmemeliyiz.
Bu nefs-i emmareyi terbiye etmek için,
İslama tam uyması lazım gelir kişinin.
Bu dinin beğendiği ufak bir işi yapmak,
Yahut yasak ettiği bir günahtan sakınmak,
Kendi arzusu ile, yıllarca işlediği,
Nafile ibadetten hayırlıdır ve iyi.
Mesela kim yer ise, bir lokma haram taam,
Yemek adabına da riayet etmezse tam,
Kıldığı namazlardan, alamaz manevi tad.
Elbette kendindedir bu kusur ve kabahat.)
Yine bir sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Sakın günah işleme saadet istiyorsan.
Bir iş yapacağın an, kalbin rahat etmezse,
Yani kalbin sıkılır, yahut da çarpar ise,
Sen onu yapma, terk et, o işte yoktur hayır.
Kalbin rahat olduğu işlerde hayır vardır.
Açık bildirilmiştir helal ve haram şeyler.
Haram ve günahlardan sakın ve eyle hazer.
Şüpheli bir şey ile eğer karşılaşırsan,
Kalbinin üzerine, koy elini o zaman.
Çarpıntı olmaz ise, hayırdır, o işi yap.
Helal şey yapılırken, sakin olur çünkü kalp.
Kusurlu ve noksan bil bütün taatlarını.
Düşün, hiçbir taati tam yapamadığını.
Yaptığı ibadeti beğenirse bir kişi,
Fasıkın günahından zararlıdır bu işi.)
Bir gün de bir talebe, huzuruna gelerek,
Dedi: (Alamıyorum namazdan manevi zevk.
Tasavvuf hallerim de, git gide kaybolmakta.
Bana bir tavsiyeniz olacak mı bu babta?)
Buyurdu ki: (Yediğin lokmalara dikkat et.
Yemek adabına da, eyle hem de riayet.)
Araştırdı talebe yedikleri taamı.
Gördü ki, helal yoldan kazanılmış tamamı.
Gelip arz eyledi ki: (Yediğimiz her yemek,
Helal olup, haram şey karışmış değildir pek.)
Buyurdu ki: (Evladım, git, az daha araştır.
Muhakkak bu hususta başka bir hata vardır.)
Nihayet öğrendi ki, o, araştırdığında,
Haramdan bir tek odun yakılmış ocağında.
Bu günahtan ötürü, etti tövbe, istiğfar.
O iyi hallerini kazandı yine tekrar.
Buyurdu ki: (Evladım, ye daim helal taam.
Uy namaz kılarken de tadil-i erkana tam.
Ve mutlaka düşün ki, namaza durduğunda,
Ben, kimin huzurunda duruyorum şu anda?)
. Takva, Allah’tan korkmaktır
Muhammed Masum Faruki (Rahmetullahi Aleyh)
iki Evliyânın meşhûrlarından, büyük İslâm âlimi. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ıRabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine; "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi dördüncüsüdür. Mecdüddîn ve Urvet-ül-vüskâ lakablarıdır. Urvet-ül-vüskâ; sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim demektir. 1599 (H. 1007) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrine mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkıinde doğdu.
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Her gün, talebesine ederdi çok nasihat.
Yine bir sohbetinde buyurdu ki bu âlim:
(Herhangi bir günahı işler ise eğer kim,
Hemence kalbi ile tövbe eylemelidir.
Sonra da, dili ile istiğfar etmelidir.
Gizli olan günaha, gizli tövbe etmeli.
Aşikâr olana da, aşikâr eylemeli.
Lakin her hal-ü kârda, bir günah ve seyyiat,
İşlenince, melekler günah yazmaz üç saat.
O, bu müddet zarfında tövbe ederse eğer,
Hiçbir günah yazmazlar o kimseye melekler.
Eğer tövbe etmezse, bir günah yazar melek.
Daha büyük günahtır tövbeyi geciktirmek.
Ta ölünceye kadar tövbe kabul edilir.
Kalp ile tövbe eden, elbette affedilir.
Takva hali, insanda huy ve ahlak olmalı.
Yani kendiliğinden, devamlı yapılmalı.
Hem sonra, haramlardan sakınmak tam ihlasla,
Emirleri yapmaktan, mühimdir daha fazla.
Zira iyi işleri, yapabilir her insan.
Fakat yalnız sıddıklar, yapmazlar günah, isyan.
Allahü teâlânın ihsanına da, ancak,
Zühd ve takva sahibi olanlar kavuşacak.
Takva demek, Allah’tan korkarak bir kimsenin,
Haram ve günahlardan kaçınmasıdır kesin.
Takva sahibi ile oturmak, ibadettir.
Onun ile konuşmak, rahmet ve berekettir.
Onun ile kılınan bir namaz iki rekat,
Gayriyle kılınandan, efdaldir, hem de kat kat.)
Bir genç öğüt istedi Hakkın bu velisinden.
Buyurdu ki: (Evladım, emin olma nefsinden.
Zira ondan başka bir düşman yok sana daha.
Hatta senden ziyade, o, düşmandır Allah’a.
Çünkü onun sevdiği, istediği ne ki var,
Dinin haram kıldığı şeylerdir hepsi onlar.
Yani bu alçak nefsi yola getirmek için,
Dine uymaktan başka, yolu yoktur kişinin.
Dinimizde olsa da birkaç şey yasak, haram,
Helaldir, faideli türlü şerbet ve taam.
Bir saatlik zamanı, namaza ayırmayıp,
Boş şeylerle uğraşmak, hem çok günah, hem ayıp.
Zengin olup, kırkta bir miktarda az bir zekat,
Vermemek, Hakka karşı, ne de büyük bir inat.
O kadar çok mubahı bırakıp da, bir anlık,
Harama el uzatmak, ne büyük insafsızlık.)
. Öyle pişman olur ki...
Muhammed Sadık (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'ın büyük velîlerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi ve müslümanların baştâcı olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin birinci oğludur. 1591 (H.1000) senesinde Serhend'de doğdu. 1599 senesinde pederi ile birlikte Hâce Muhammed Bâkî-billah ile görüştü. Ondan cenâb-ı Hakk'ı zikretmek, murâkabe etmek için vazife almakla ve ona bağlı bir talebe olmakla şereflendi. İstidâdı, fıtratı ve yaradılışı yüksek olduğundan, onların terbiyesi ve merhametli nazarlarının bereketleri sayesinde kıymetli hâllere, yüksek makamlara kavuştu. Daha çocukken, uzak yerlerdeki şeyleri, mezardaki hâlleri keşf ederdi. Sonra kendi peder-i âlîsinden feyz alarak, kemâl mertebelerinin sonuna erişti. Babasının esrarına mahrem oldu. 1616 (H.1025) senesinde tâûn hastalığından Serhend'de vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (Çok acizdir şu insan.
Buna rağmen Allah’a, o eder en çok isyan.
Öyle zelil olur ki o bu isyanlarıyle,
Ondan nefret ederler hatta şeytanlar bile.
Hayret ki, Rabbi ona ettikçe bol bol ihsan,
O, bunlara karşılık eder hep günah, isyan.
Halbuki olmasaydı Rabbin ona ihsanı,
Kim koruyabilirdi her şerden o insanı?
Kendisini yaratan, her an varlıkta tutan,
Odur hem kendisini koruyan her korkudan.
Beşikten ta mezara, rızkını verir de hep,
O, yine Sahibine isyan eder ruz-ü şeb.
Lakin tövbe edip de, ibadet etse eğer,
Öyle aziz olur ki, gıbta eder melekler.
Kardeşlerim, şudur ki akılsız, ahmak insan,
Kendi Yaradan’ına eder hep günah, isyan.
Buna rağmen görmeyip, kendi günahlarını,
Araştırır daima başkasının aybını.)
Allah adamlarından olan bu evliya zat,
Genç bir talebesine şöyle etti nasihat:
(Ey oğlum, nasihatim şudur ki sana şu an:
Allah korkusu ile yaşıyasın her zaman.
Çünkü her iyiliğin ve her hayrın kaynağı,
Allah korkusu ile yaşamaktır devamlı.
Onun emrine uyup, sakın ki haramlardan,
Sana, muvaffakıyet nasib etsin Yaradan.
Seni, nerede olsan, Allah görür elbette.
Öyleyse hiç bulunma günah bir harekette.
Kimin zerre miktarı kalbinde varsa iman,
Kurtulur ahirette Cehennem azabından.
O gün kâfirler ise, güruh güruh, peş peşe,
Yüz üstü sürüklenip, atılırlar ateşe.
Kan gelinceye kadar onlar iki gözünden,
Ağlayıp yaş dökerler küfürleri yüzünden.
(Vay halimize!) deyip, ederler feryat, figan.
Lakin bu feryatların faydası olmaz o an.
Kalplerin titrediği çok korkunç yerdir o yer.
Geçmez o gün katiyen özür ve behaneler.
Allah’ın huzurunda, o gün bütün ins ve cin,
Amel defterleriyle toplanır hesab için.
Kim Allah’tan korkmayıp, yapmışsa günah, isyan,
Öyle pişman olur ki, anlatamaz hiç lisan.
O gün cümle insanlar, korku, endişededir.
Anne kaçar evlattan, herkes can derdindedir.
Günah ağır basarsa, olur büyük pişmanlık.
Lakin olan olmuştur, çaresi yoktur artık.)
. Ya Rabbi, affet bizi
Muhammed Sadık (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'ın büyük velîlerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi ve müslümanların baştâcı olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin birinci oğludur. 1591 (H.1000) senesinde Serhend'de doğdu. 1599 senesinde pederi ile birlikte Hâce Muhammed Bâkî-billah ile görüştü. Ondan cenâb-ı Hakk'ı zikretmek, murâkabe etmek için vazife almakla ve ona bağlı bir talebe olmakla şereflendi. İstidâdı, fıtratı ve yaradılışı yüksek olduğundan, onların terbiyesi ve merhametli nazarlarının bereketleri sayesinde kıymetli hâllere, yüksek makamlara kavuştu. Daha çocukken, uzak yerlerdeki şeyleri, mezardaki hâlleri keşf ederdi. Sonra kendi peder-i âlîsinden feyz alarak, kemâl mertebelerinin sonuna erişti. Babasının esrarına mahrem oldu. 1616 (H.1025) senesinde tâûn hastalığından Serhend'de vefât etti.
Bu zat bir sohbetinde buyurdu: (Ey cemaat!
Günahlardan kaçmaya, eyleyin sabır, sebat.
İbadet yapmakta da yapmayın ki gevşeklik,
Zira esen yel gibi, geçip gider bu gençlik.
Bilin ki ahirette, herkese vardır hesap.
Tövbesiz ölenlere yapılır acı azap.
Asla işlemeyin ki haram ve günah işi,
Zira pek şiddetlidir Cehennemin ateşi.
Sizden önce gidenler, şimdi (Ah!) ediyorlar.
Keşke bu günahları yapmasaydık diyorlar.
Onların kaçırdığı o fırsat, elinizde.
Öyleyse günahlara dalmayın şimdi siz de.
Her kim günah işlerse bu dünyada gülerek,
Orada Cehenneme atılır ah ederek.)
Bu veli, Rabbimize sevgili, yakın zattır.
Bir gün, münacatında şöyle buyurmaktadır:
(Ya rabbi, sen tanıttın bize kendi zatını.
Saçtın üzerimize lütuf ve ihsanını.
Bize, bazı şeyleri ettinse de men, yasak,
Zararlı olduğundan haram kıldın muhakkak.
Yine de pek fazladır günah ve isyanımız.
Lakin günahımıza, çoktur pişmanlığımız.
Ya rabbi, affet bizi, iman ettik biz sana.
Lakin asi nefsimiz, aldattı bizi fena.
Bize güzel gösterdi günah ve haramları.
Biz nefse aldanarak, işledik hep onları.
Sen de ceza vermekte acele etmeyince,
Biz bundan da yüz bulduk ve şımardık iyice.
Affına güvenerek, sana isyan eyledik.
Nefsimiz de günaha eyledi bizi teşvik.
Halbuki bilirdik ki, çoksa da mağfiretin,
Fakat azabın dahi çetindir gayet senin.
Bunları bile bile, aldandık nefsimize.
Sonsuz merhametinle yine sen acı bize.
Ya rabbi, sana karşı çok isyan ettik, fakat,
Af için, biz yine de isteriz senden imdat.
Ya rabbi, mahşer günü, hesab için Mizana,
Varmaya, bu günahla yüzümüz yoktur sana.
Eğer ki affetmezsen bizi ey Allah’ımız!
Cehennem ateşine hiç yoktur takatımız.
Ya rabbi, sen bizleri eyle af ve mağfiret.
Zira senin affının sınırı yoktur elbet.
Sen bize akl-ı selim ve yakin eyle ihsan.
Sana ibadet edip, yapmayalım hiç isyan.
Çıkarıp kalbimizden bu dünya sevgisini,
Doldur onun yerine kendi muhabbetini.
Ahiret derdi ile dertlendir bizi esas.
Zira bu dert yanında, başka şey dert sayılmaz.)
. Onları sildi Allah
Abdurrahman Tafsunci (Rahmetullahi Aleyh)
Meşhûr velîlerden. Künyesi Ebû Muhammed'dir. Tafsûnc veya Tagsûnc denilen yerde yerleştiği için Tafsuncî nisbesi ile meşhur oldu. Tafsûnc Bağdâd'a bağlı ve Dicle kıyısında bir beldenin adıdır. Doğumu ve nesebi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin talebesidir. 1115 (H.550) senesinden önce hocası Abdülkâdir Geylânî'nin sağlığında vefât etti. Kabri Tafsûnc'da olup ziyâret yeridir.
Bir genç, bu veli zattan nasihat isteyince,
Buyurdu: (Kaç günahtan kuvvetin yettiğince.
Şu iki kimse ile yapma hiç arkadaşlık.
Birincisi şudur ki, günahkâr, yani fasık.
O, günah işlemekle, Allah’a isyan eder.
Seni de, peşi sıra Cehenneme sürükler.
Bir de yalancıdır ki, ona da olma yakın.
Zira o, bir zarara uğratır seni yarın.)
Bir gün de buyurdu ki: (Yaptığınız işleri,
Bir bir kayda geçiyor hafaza melekleri.
Velakin bir günaha, yapılırsa istiğfar,
O günah silinir ve boş kalır o sayfalar.
Eline geldiğinde mahşer günü defteri,
Görür ve merak eder o boş sahifeleri.
Ve bunu, meleklere sual eder hemence:
(Bu boş sahifelerde ne vardı daha önce?)
Derler ki: (Günahların yazılıydı, ve lakin,
Sen istiğfar edince, onları sildi Rabbin.)
Hak katında iyi kul, korkar Hak teâlâdan.
Kaçınır titizlikle her günah ve haramdan.
Hep ölümü düşünür ve ona hazırlanır.
Bilir ki, ahirette her şeyden hesap vardır.
Cehennemi düşünse, hemen kaçar uykusu.
Ağlatır devam üzre onu Allah korkusu.)
Bir gün de buyurdu ki: (Yapmayın asla şunu:
Sorup araştırmayın kimsenin kusurunu.
Gayriyi bırakın da, dönün siz kendinize.
Zira yarın onlardan sorulmayacak size.
Sizin günahlarınız sorulur size yarın.
Onların cevabını siz önce hazırlayın.
Eğer veremezseniz doğru dürüst bir cevap,
Sonra Allah korusun hak olur size azap.
Ey Allah’a inanan mümin ve müslümanlar!
Allah’tan korkunuz ki, ahiret var, hesap var.
Allahü teâlâdan korkmanın alameti,
Terk etmektir her türlü günah ve masiyeti.
(Hak teâlâ affeder) diyerek bir müslüman,
Korkmadan Sahibine ederse günah, isyan,
Veyahut da (Sonradan tövbe ederim) diye,
Kim ki tövbe etmeyi atarsa ileriye,
Bu kimseler, büyük bir gaflet içindedirler.
Zira umumiyetle ani gelir eceller.
Ölüme hazırlıklı olmalı ki gün gece,
Geri döndüremezsin zira ecel gelince.
Davud aleyhisselam, arz etti ki: (Ey Rabbim!
Seni aradığımda, nerde bulabilirim?)
Buyurdu: (Şu kulların yanındayım ki her an,
Ürperir hep kalpleri benden korkularından.)
. Allah’tan kork
Abdurrahman Tafsunci (Rahmetullahi Aleyh)
Meşhûr velîlerden. Künyesi Ebû Muhammed'dir. Tafsûnc veya Tagsûnc denilen yerde yerleştiği için Tafsuncî nisbesi ile meşhur oldu. Tafsûnc Bağdâd'a bağlı ve Dicle kıyısında bir beldenin adıdır. Doğumu ve nesebi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin talebesidir. 1115 (H.550) senesinden önce hocası Abdülkâdir Geylânî'nin sağlığında vefât etti. Kabri Tafsûnc'da olup ziyâret yeridir.
Bu zat Hak teâlâdan pek fazla korkuyordu.
Herkese de bu yolda nasihat ediyordu.
Derdi ki: (İşleyip de bir günahı bilerek,
Sonra uygun olur mu affolmayı beklemek?
Günah, ateş gibidir diye bilen bir insan,
Rabbine, bile bile eder mi günah, isyan?)
Bir gün yine bir gence buyurdu: (Kork Allah’tan.
Her günahı ateş bil, hiç ayrılma takvadan.
Herkesin tadacağı, çare bulamadığı,
Ölüm için, şimdiden iyi yap hazırlığı.
Aksi halde üzülür ve eyvah dersin, fakat,
O gün sana kimseden erişmez bir menfaat.
İyi insan odur ki, takva üzre olur hep.
Süslemiştir o kulu tevazu, haya, edep.
Yaptığı günahları düşünür ince ince.
Bunların affı için, tövbe eder gün gece.
Öyle kaplamıştır ki bu günah derdi onu,
Düşünemez gayrinin günah ve kusurunu.
O, devamlı bakarak günah ve kusuruna,
Der ki: (Nasıl çıkarım Allah’ın huzuruna?)
Allah korkusu ile ağlar, inler ve titrer.
Ahiret hesabını, o kendine dert eder.
O, her bir a’zasını, korur günah yapmaktan.
Zira çok korkmaktadır Cehennemde yanmaktan.)
Derdi ki: (Bir insanın, heva ve hevesine,
Uyarak iş yapması, zulümdür kendisine.
İşlediği günahı küçük görse o şayet,
Olamaz onun için bundan büyük felaket.
Kim Allah korkusundan işlerse bu gün günah,
Cehenneme atılır ahirette mazallah.
Ateş deyip geçmeyin, düşünün bunu biraz.
Cehennem ateşine dayanmak mümkün olmaz.
Mümin, iyi öğrenir, önce ilmihalini,
Sonra da buna göre düzeltir her halini.
Eğer günah işlerse, üzülür, kalbi yanar.
Unutmaz o günahı ta ölünceye kadar.
(Ben Rabbime nasıl da karşı geldim?) diyerek,
Pişman olur ve ağlar göz yaşları dökerek.
Çeker ki gün ve gece kendisini hesaba,
Düşmesin ahirette Cehenneme, azaba.
Büyükler buyurur ki, haram, ateş gibidir.
Cehennemin ateşi, hele çok şiddetlidir.
Haram şey konuşursan, ateş yemiş olursun.
Haram yersen, mideni ateşle doldurursun.
Harama uzanırsan, dokunursun ateşe.
Ve ateşe basarsın gidersen haram işe.
Bir harama bakarsan, bilmiş ol ki o dahi,
Yarın bir ateş olup, yakar seni Vallahi.)
. Her anımız imtihan
Ahmed Said Faruki (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Ahmed Saîd olup, babasının ismi Ebû Saîd'dir. Nesebi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine dayanır. Künyesi Ebü'l-Mekârim, lakabı Sirâc-ül-Evliyâ, evliyânın kandili ve ışığı olup, nisbesi Fârûkî, Müceddidî ve Serhendî'dir. 1802 (H.1217) senesi Ağustos ayında Hindistan'ın Rampûr şehrine bağlı Mustafa-âbâd beldesinde dünyâya geldi.
Bu zat buyuruyor ki: (Ya hayır söyle, ya sus.
Her a’zanı, hayırlı işlere eyle mahsus.
Allahü teâlâyı unutturacak olan,
Ne gibi işler varsa, uzak dur hep onlardan.
Haramdan gözlerini eyle tam muhafaza.
Yoksa ateşle dolar yarın Allah mahfaza.
Haramdan bir lokmacık yer ise eğer bir kul,
Tam kırk gün müddet ile, duası olmaz kabul.
Allah’ın kudretini düşünseydi şu insan,
Yapamazdı elbette Ona günah ve isyan.
Onun için islamda en güzel şey takvadır.
Yani Allah’tan korkup haramdan sakınmaktır.)
Bir gün de buyurdu ki (Bu dünya, imtihandır.
Hatta her anımızda, birer imtihan vardır.
An be an ya kazanır, yahut da kaybederiz.
Acı olan şudur ki, bunlardan bihaberiz.
Oturmada kalkmada, yemekte uyumakta,
Kul imtihan geçirir doğrusunu bulmakta.
Mesela kim sokakta görse bir güzel kadın,
Bulur yine kendini, içinde imtihanın.
Zira nefis ve şeytan, vesvese verip ona,
Derler ki: (Acele et, bak şu güzel kadına.)
Lakin kalbi ve ruhu derler ki: (Bu iş günah!
Sakın ona bakma ki, nehyetti onu Allah.)
O, kalbinin sesine kulak verip o anda,
Bakmazsa, o an için kazanır imtihanda.
Nefsini tercih edip verirse kararını,
O günahı işler ve kaybeder imtihanı.
Bunun gibi, bir günde, binlerce imtihan var,
İnsan hür iradeyle bunlara verir karar.
Bir yanda nefis, şeytan ve bir yanda Rabbimiz,
Böyle imtihanlarla geçiyor her vaktimiz.)
Bir gün de buyurdu ki: (Hak teâlâ, kullarda,
İki korkuyu birden cem etmez bir arada.
Bu dünyada günahtan kim kaçarsa, korkarak,
Korkutmaz ahirette o kulu cenab-ı Hak.
Her kim de hiç korkmadan yaparsa günah, isyan,
Ahirette çok fazla korkutulur o insan.
Bu korku, muhabbetle birlikte olmalıdır.
Yani onun kökünde, muhabbet, sevgi vardır.
Talebe, hocasından çekinir, korkar fazla.
Ama çok sevmektedir hocasını ihlasla.
Şu birkaç günlük ömrü bilerek büyük fırsat,
Allah’a ibadetle geçirmeli her saat.
Allah’ın kullarına iyilik etmelidir.
Bunu, kurtuluş için vesile bilmelidir.
Bütün haramlardan da kaçınmak pek evladır,
Bu dinde en kıymetli, en üstün şey, takvadır.)
. Ya Rabbi, yakma bizi!
Ahmed Said Faruki (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Ahmed Saîd olup, babasının ismi Ebû Saîd'dir. Nesebi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine dayanır. Künyesi Ebü'l-Mekârim, lakabı Sirâc-ül-Evliyâ, evliyânın kandili ve ışığı olup, nisbesi Fârûkî, Müceddidî ve Serhendî'dir. 1802 (H.1217) senesi Ağustos ayında Hindistan'ın Rampûr şehrine bağlı Mustafa-âbâd beldesinde dünyâya geldi.
İslam âlimlerinden olan bu mübarek zat,
Tesirli sözleriyle ederdi çok nasihat.
Derdi: (Bir müslüman ki, gelmiştir kırk yaşına.
Gitmiş gücü kuvveti ve ak düşmüş saçına,
Hatta hacca da gidip, Kâbe’yi etmiş tavaf.
Buna rağmen gafletten uyanmazsa, ne tuhaf.
O, hala oyun ile geçirirse ömrünü,
Ve hiç düşünmez ise ecel ve ölümünü,
Ne kadar şaşılacak bir haldedir o insan.
Eceli yaklaşmış da, o hala eder isyan.
Ey insanlar günahla ve dünya sevgisiyle,
Kararır, hastalanır kalpler ziyadesiyle.
Tedavi etmek için böyle hasta kalpleri,
Terk etmek lazım gelir günah olan işleri.)
Öyle sakınırdı ki bu zat haram işlerden,
Hatta pek çok mubahı terk ederdi bu yüzden.
Rabbinin rızasını düşünürdü her işte.
Derdi ki: (Ya ilahi, yakma bizi ateşte.)
Günahlarınız için, bir tövbe ederseniz,
İbadetlerinize bin tövbe eyleyiniz.
Havada uçtuğunu görseniz bir kimsenin,
Bu, onun kemalini gösterir zannetmeyin.
Öğrenmek isterseniz onun asıl halini,
Bakın ki, günahlardan tam çekmiş mi elini?)
Bir gün de buyurdu ki: (Ey gafil olan insan!
Hep günah işlemekle ömrünü ettin ziyan.
Daha ne güne kadar bu gaflet sürecek hep?
Ölüm hiç hatırına gelmez mi senin acep?
Haramdan mal yığmakla geçirdin bir ömrünü.
Hiç düşünmüyor musun peki sen ölümünü?
Elbette herkes gibi ölürsün sen de yarın.
Kabir suallerine hazır mı cevapların?
Eğer ki atılırsan Cehennemin içine,
Bir an dayanamazsın en hafif ateşine.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim muhakkak,
Bizim her halimizi görüyor cenab-ı Hak.
Onun için edep ve haya edip Allah’tan,
Kaçalım titizlikle her günah ve haramdan.
Herhangi bir günahı işlemek isteyince,
Allah görüyor deyip, vazgeçiniz hemence.
İbadet ederken de, O görüyor diyerek,
En güzel bir şekilde yapın tam öğrenerek.
Ve bir işi yaparken, deyin ki içinizden:
Acaba razı mıdır Allah bu işimizden?
Bilin ki, sizi her an görüyor Hak teâlâ.
O beğenir mi? diye düşünün ilk evvela.
Allahü teâlâdan titreyerek her saat,
Günahta, nefsinize vermeyin aman, fırsat.
. Günahına tövbe et
Abdullah bin Mübarek (Rahmetullahi Aleyh)
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden. İsmi Abdullah ibni Mübârek bin Vâdıh Hanzalî Temîmî; künyesi, Ebû Abdurrahmân'dır. Hadîs, fıkıh âlimi, mücâhid ve zâhid idi. Tâbiînin, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem görenlerin sohbetinde yetişti. Din düşmanları ile muhârebelerde bulundu. Dünyâya ve dünyâlığa rağbet etmezdi. Emevî halîfelerinden Hişâm bin Abdülmelik devrinde 736 (H.118) yılında Merv'de doğdu. 797 (H.181) senesi bir gazâ dönüşü, Bağdâd yakınlarındaki Hît adlı yerde vefât etti. Türk asıllıdır.
Bu zat, ilim sahibi ve büyük evliyadır.
Kalplere tesir eden nasihatları vardır.
Derdi: (Kim hazırlarsa ahiret azığını,
Gönderir Hak teâlâ onun dünyalığını.
Ve her kim çok korkarsa Allahü teâlâdan,
Gönderir Allah onun rızkını her taraftan.
Kalp günah işlemekle zayıflar, hasta olur.
Ancak tövbe etmekle hastalıktan kurtulur.
Bir mümin, günahına pişmanlık duysa eğer,
Bu, tövbe demektir ki, Allah onu affeder.
Günahtan kaçmak için birazcık gayret etmek,
Hayır iş işlemekten kıymetlidir daha pek.
İslama uygun işler, insana huzur verir.
Günah işlemek ise, gam ve elem getirir.
Bir kul, nefsine uyup, günaha girerse az,
Allah, onu o halde görmekten hoşnut olmaz.)
Bir gün de buyurdu ki: (İşleyince bir günah,
Hemen tövbe edin ki, affetsin onu Allah.
Nitekim Hak teâlâ buyurur ki: (Ey insan!
Semayı doldursa da yaptığın günah, isyan,
Tövbe edip, imanla gelirsen bana şayet,
Yaparım ben de sana yer dolusu mağfiret.)
Sen eğer bir kimseden görürsen bir hakaret,
Bil ki haram ve günah işlemişsindir elbet.
Ve eğer bir iyilik görürsen bir kişiden,
Bil ki, bu da olmuştur hayırlı bir işinden.
Çok günahkâr ve suçlu bilsen de sen kendini,
Yine Hak teâlâdan kesme hiç ümidini.
Zira ki gazabından, geniştir affı daha.
Çok günahkâr olsan da, tövbe et, dön Allah’a.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu insanlar acaba,
İnanmıyorlar mı ki Cehenneme, azaba?
Eğer biliyorlarsa azap var elbette ki,
Nasıl günah işlerler o halde onlar peki?
Bir kimse, bir günahı işler ise gizlice,
O günahın zararı kendinedir sadece.
Lakin işleniyorsa aşikâre olarak,
Çekerler zararını hem kendisi, hem de halk.
Eğer ki bir müslüman, günahını unutur,
Sevabını hatırda tutarsa, bu, gururdur.
Küçük günahları da büyük bil ki ey insan!
Zira sen, kime karşı eyledin günah, isyan?
İnsan, arkadaşına demeli ki: (Kardeşim,
Lütfen beni ikaz et, olursa günah işim.)
Mesela biri seni, günahta ikaz etse,
Başkası da, bir kese dolusu altın verse,
Senin için o ikaz, iyidir daha elbet.
Onunla kazanılır zira sonsuz saadet.)
. Kalp kırmak haramdır
Abdullah bin Mübarek (Rahmetullahi Aleyh)
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden. İsmi Abdullah ibni Mübârek bin Vâdıh Hanzalî Temîmî; künyesi, Ebû Abdurrahmân'dır. Hadîs, fıkıh âlimi, mücâhid ve zâhid idi. Tâbiînin, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem görenlerin sohbetinde yetişti. Din düşmanları ile muhârebelerde bulundu. Dünyâya ve dünyâlığa rağbet etmezdi. Emevî halîfelerinden Hişâm bin Abdülmelik devrinde 736 (H.118) yılında Merv'de doğdu. 797 (H.181) senesi bir gazâ dönüşü, Bağdâd yakınlarındaki Hît adlı yerde vefât etti. Türk asıllıdır.
Allah adamlarından büyük âlim ve veli.
Sohbeti, insanlara olurdu faideli.
Bir gün de sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Kul hakkı çok çetindir, zor kalkılır altından.
Mesela gönül yıkmak, haram ve kul hakkıdır.
Bunu, mahşer gününde ödemek çok ağırdır.
Kimlerin üzerinde kul hakkı varsa eğer,
Onu ödemedikçe Cennete giremezler.
Ey mümin olan kişi, öyle kaç ki günahtan,
Görmesin Hak teâlâ günahta seni bir an.
Öyle sıkı sarıl ki dine her a’zan ile,
Seni, taat dışında görmesin bir an bile.
Ve öyle haya et ki Allahü teâlâdan,
Hiç mahcup olmayasın Ona vardığın zaman.
Günah ve kusurunu çoğaltma ki bu günde,
Korkuya düşmeyesin yarın mizan önünde.)
Bir gün bazı kimseler, huzuruna geldiler.
(Bizlere Allah için nasihat et) dediler.
Buyurdu: (Kim kaçarsa günah ve haramlardan,
O, her bir arzusuna kavuşur yorulmadan.
Kabirdeki mevtalar, yapar ki şu hesabı,
Ah kıyamet kopsa da, bitse kabir azabı.
Öyle pişmandırlar ki, kabirdeki her mevta,
Derler ki: (Ah biz şu an bulunsaydık hayatta.
Başımızı secdeden kaldırmazdık Vallahi.
Dünyadaki insanlar bilseler bunu bari.)
Ne acı gerçektir ki, onlar dahi ölürler,
Bu feci pişmanlığa onlar da gömülürler.
Eğer düşünselerdi bu hali ihlas ile,
Hiç işleyemezlerdi bir günah çok az bile.
Lakin evliyaullah, görerek bunu her an,
Şiddetle kaçınırlar en ufak bir günahtan.
Haram ateş gibidir, yapmayın günah işi.
İnsanları bekliyor Cehennemin ateşi.
Aklı olan bir kimse, geçici bir zevk için,
Rabbini gücendirmez, esası budur işin.
Sonra haram edilen şeyleri, cenab-ı Hak,
Zararlı olduğundan, kıldı haram ve yasak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Darlıkta edin ikram.
Tenha yerlerde dahi, işlemeyin hiç haram.
Allah’ın kudretini düşünse eğer insan,
Korkusundan yapamaz Ona günah ve isyan.
Ey insan, gizliyorsan günahını sen nasıl,
İyiliklerini de gizlemeyi bil asıl.
Bir kimse, günahlardan tamamen kaçmaz ise,
Takva sahibi kişi denilmez o kimseye.)
. Allah seni görüyor
Abdullah Hayderi (Rahmetullahi Aleyh)
Bağdâd'da yetişen büyük velîlerden. Ubeydullah Hayderî diye de bilinir. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ilk hilâfet verdiği talebesidir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinememektedir. Bağdâd'da doğdu ve orada vefât etti. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında vefat ettiği tahmin edilmektedir.
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Bir gün şükür hakkında şöyle etti nasihat:
(Sadece ağız ile şükretmek, şükür olmaz.
Yahut da kifayetsiz şükür olur, gayet az.
Asıl şükür odur ki, vücudun her a’zası,
Günahtan kaçmalıdır, budur işin esası.
Mesela gözün şükrü, bakmamaktır harama.
Yani haram önünde, olmalı sanki a’ma.
Diğer a’zalar dahi işlemezse tek haram,
Ancak böyle yapanlar şükretmiş olurlar tam.)
Yine bir sohbetinde buyurdu ki: (Bir kimse,
Günah işlediğine pişmanlık duyar ise,
Bu hali, onun için bulunmaz bir nimettir.
Zira bu pişmanlığı, onun tövbe demektir.
Küçük günaha devam, olur günah-ı ekber.
Büyük günaha devam, kulu küfre sürükler.)
Bir gün de, bir genç geldi bu velinin yanına.
Dedi ki: (Ey efendim, dua ediniz bana.
Gözlerimi, yabancı kadınlara bakmaktan,
Hiç men edemiyorum, korkuyorum yanmaktan.
Ne olur, bu hususta bana yardım ediniz.
Bu babta nedir bana tavsiye ve emriniz?)
Buyurdu ki: (Evladım, sen ona baktığın an,
Bil ki, Hak teâlâ da sana bakar o zaman.
Ve senin, o kadını görmenden daha fazla,
Rabbin seni görüyor, unutma bunu asla.
Sen Onu görmesen de, görüyor seni Allah.
Öyleyse O görürken, işlenir mi hiç günah?)
Bu söz, ziyadesiyle tesir etti o gence.
Bütün günahlarına tövbe etti hemence.
Artık çirkinliğini gördü her bir günahın.
Rabbani tesir vardır sözünde evliyanın.
Bir gün de buyurdu ki: (Halis olan müslüman,
Sarılır emirlere, kaçınır her günahtan.
Bilir ki, imtihana gelmiştir bu dünyaya.
Eğiktir boynu her an Allahü teâlâya.
Kaçınır her günahtan, asla uymaz nefsine.
Bilir ki kendi nefsi, düşmandır kendisine.
Ey insanlar, haramdan kaçın tam hakkı ile.
Zira kulun kıymeti, ölçülür takva ile.
Nefis, bir canavardır, asla doymaz günahtan.
Karşı gelmekten başka, kurtuluş olmaz ondan.)
Bir gün de buyurdu ki: (Sevin birbirinizi.
Eğer ki bir müslüman, üzerse bir gün sizi,
Kusuru, kendinizde arayın önce hemen.
Hiç onda aramaya kalkışmayın katiyen.
Deyin: Ben yapmışım ki bir günahı muhakkak,
O kişi üzdü beni bu ameli yaparak.)
. Tövbeyi geciktirmeyin
Abdullah Hayderi (Rahmetullahi Aleyh)
Bağdâd'da yetişen büyük velîlerden. Ubeydullah Hayderî diye de bilinir. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ilk hilâfet verdiği talebesidir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinememektedir. Bağdâd'da doğdu ve orada vefât etti. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında vefat ettiği tahmin edilmektedir.
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Her gün, sevdiklerine ederdi çok nasihat.
Derdi ki: (Müslümanın, büküktür boynu daim.
Der ki: Bu günahlarla ne olur benim halim?
Onun, Rabbine karşı mahcuptur gönlü her an.
Allah korkusu ile kaçınır her günahtan.
O, iyi işlerini unutur tamamiyle.
Lakin günahlarını unutmaz bir an bile.)
Bir gün de buyurdu ki: (Saadete kavuşmak,
Bu nefis engelini aşmakla olur ancak.
Müslüman, zaman zaman demeli ki nefsine:
Senelerdir uydun hep heva ve hevesine.
Ey nefsim, keyfin için münasip ne ki buldun,
Kullandın fütursuzca, yedin içtin, uyudun.
Bunca yıl tatmin ettin her istek ve arzunu.
Şimdi, kesin olarak terk edeceksin bunu.
Kötü arzularının terk edip herbirini,
Artık hep ibadete vereceksin kendini.
Zira ben bilirim ki, sen ahmağın birisin.
Hep ateşe götüren işlerin talibisin.
Ne yapsan, hep pişmanlık olur neticesinde.
Bıraksam, yanacaksın Cehennem ateşinde.
Öyleyse beri gel ki şu günah eşiğinden,
Kurtulasın mahşerde Cehennem ateşinden.)
Bir gün de buyurdu ki: (Tövbe edin muhakkak.
Zira tövbe edeni, affeder cenab-ı Hak.
Tövbeyi, sırf günahta lazım bilme kendine.
İbadet yapınca da lazımdır tövbe yine.
İbadeti beğenmek, olur gurur ve kibir.
Bu dahi günah olup, tövbeyi gerektirir.
Bir âlim, kendisini gayriden bilse iyi,
Bu dahi günah olup, gerektirir tövbeyi.
Mümin, her adımını atarken bile hatta,
Günah işlerim diye titremeli adeta.
Köle, efendisine hizmette etse kusur,
Ona, mükafat değil, bir ceza lazım olur.
Kul da, Rabbine karşı bir kusur işlemekten,
Korkmalı, titremeli Cehenneme düşmekten.
Halis kul, bu korkuyla geçirir günlerini.
İdam mahkumu gibi görür her an kendini.
İşlediği günahlar, hatırından çıkmaz hiç.
Bunun ızdırabıyla bulamaz huzur, sevinç.
Azaba yakalanmak korku endişesiyle,
Geceleri kalkarak ağlar hep göz yaşıyle.
Günahım affolmazsa, ne olur halim acep?
Diye düşünerekten gözyaşları döker hep.
O kulun bu haline, gıbta eder melekler.
Öğünür onun ile basıp geçtiği yerler.)
. İki insana şaşarım
Tahir-i Bedahşi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerindendir. Önce subay idi. Resûlullah efendimizin rüyâda verdiği emirle, askerliği bırakarak tasavvuf yoluna girdi. Doğum ve vefât tarihleri belli değildir. On yedinci asrın sonlarında vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (Vazifeli melekler,
Her bir günahımızı, tek be tek kaydederler.
Lakin biz bu günahı, hiç de dert etmiyoruz.
Ve kendi kendimizi hesaba çekmiyoruz.
Hazret Ömer Faruk, buyurdu ki: (Her insan,
Tartmalı kendisini, gelmeden vakt-i Mizan.)
Her akşam, kamçı ile vurup o kendisine,
(Ne için böyle yaptın?) der idi hep nefsine.
Şu kula şaşarım ki, inanıyor kadere.
Yine de, rızık için düşüyor hep kedere.
Şuna da şaşarım ki, Cehennem vardır diyor.
Yine de, fütursuzca her günahı işliyor.)
Bir başka sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Çok hayret eylediğim iki türlü insan var.
Birincisi şudur ki, gündüz oruçludur hep.
Gece de, sabaha dek yapar daim ibadet.
Asla nefsine uyup, işlemez günah, isyan.
Yine de görürsün ki, hüzünlüdür o insan.
Uğraşmasına rağmen hep ahiret işiyle,
Yine ağlar görürsün onu hep gözyaşıyle.
İkincisi şudur ki, yapmaz ibadetini.
Oyun ve eğlenceyle geçirir her vaktini.
Korkmadan her günaha dalar da o malesef,
Yine de, bu haline üzülüp etmez esef.
Yaşamasına rağmen islamın haricinde,
Görürsün onu dahi yine neşe içinde.)
Derdi: (İnsan dünyada, ahiret yolcusudur.
Varacağı yer ise, dehşetli, korkuludur.
Burada o yer için yapmazsa bir hazırlık,
Azaba atılarak, kendine eder yazık.
Kim haramdan kaçınıp, yaparsa farzı eğer,
Azaplardan kurtulup, ebedi rahat eder.)
Bu zata sordular ki: (Efendim, yemek yemek,
Allah için olmalı diyorlar, bu ne demek?)
Cevaben buyurdu ki: (İnsan yemek yiyince,
Vücuduna enerji, kuvvet gelir bir nice.
İki yerde kullanır bu kuvveti insan da.
Ya taatta kullanır, veyahut da isyanda.
Kim hak yolda harcarsa, işbu enerjisini,
Ahiret azabından kurtarır kendisini.
Kim de bu kuvvetini, hep nefsinin peşinde,
Harcarsa, azap çeker Cehennem ateşinde.
Zira en büyük günah, Allah’ı unutmaktır.
Gaflet ile yapılan bir işten gelmez hayır.
Bir iş, sırf Allah için yapılırsa, bir iştir.
Allah’ı unutarak yapılırsa, bir hiçtir.
Kim kurtulmak isterse Cehennemden, azaptan,
Mutlak sakınmalıdır her haram ve günahtan.)
. Günah, Cehenneme sürükler
Tahir-i Bedahşi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerindendir. Önce subay idi. Resûlullah efendimizin rüyâda verdiği emirle, askerliği bırakarak tasavvuf yoluna girdi. Doğum ve vefât tarihleri belli değildir. On yedinci asrın sonlarında vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (En büyük düşmanınız,
Sizin içinizdedir, onunla uğraşınız.
O düşman nefistir ki, içinizdedir her an.
Eğer kızacaksanız, ona kızın durmadan.
Çünkü o uğraşır ki, soksun sizi günaha.
Dünyada ondan ahmak bir mahluk yoktur daha.
Çünkü her bir arzusu, kendi aleyhinedir.
Onun peşinde giden, helake sürüklenir.
(Harama yaklaşmayın!) buyuruyor Rabbimiz.
Nefis de, haramlardan zevk alıyor bilakis.)
Yine bir sohbetinde buyurdu ki: (Ey kişi!
Bir iş eğer günahsa, sakın yapma o işi.
Zira müslüman demek, teslim olan demektir.
Müminin, her günahtan kaçınması gerektir.
Kalbinin ürperdiği bir işi yapma sakın.
Haramda, kalbi titrer halis bir müslümanın.
Günah işleyenlerden, uzak durmak gerektir.
Yani böyleleriyle pek görüşmemelidir.
Zira o kimselerle kim olursa arkadaş,
Zararı, ona dahi dokunur yavaş yavaş.
Hakiki bir müslüman, günahtan uzak durur.
Rabbini düşünmekle o yalnız rahat bulur.
O, öyle çok görür ki kendi günahlarını,
Vakit bulmaz görmeye başkasının aybını.
Takva sahibi olup, günahtan kaçmalıdır.
Bu yol ile Allah’a daha yaklaşmalıdır.
Zira müslüman için, kaçınmak her günahtan,
Daha çok faydalıdır, emirleri yapmaktan.
İslam âlimlerimiz buyurdu: Büyük, küçük,
Günahtan kaçmak gibi, olamaz bir üstünlük.)
Bir gün de buyurdu ki: (Sahibinden gayriye,
Tutulan kalp hastadır, muhtaçtır tedaviye.
Böyle kulun, islama sarılması güçleşir.
Farzlar zor ve zahmetli, haramlar tatlı gelir.
Kalbin bu hastalığa yakalanmasına, hep,
Nefse uyup, günaha dalmaktır asıl sebep.
Nefis, Hak teâlâya düşmandır, hem de fazla.
Ona ibadet etmek, arzu etmez o asla.
Nefis, haddi zatında kendine de düşmandır.
İnsana haramları işletmekten zevk alır.)
Bir gün de buyurdu ki: (Günah, ateş gibidir.
Günahlar sebebiyle Cehenneme girilir.
Bizim büyüklerimiz takvaya sarıldılar.
Haram ve günahları, ateş bilip kaçtılar.
Bir Allah adamına kavuşursa bir kimse,
Kavuşur o sayede çok bereket ve feyze.
Hiç işleyemez olur bir günahı, hem de az.
Bu, öyle bir nimet ki, herkese nasib olmaz.)
. Dinin temeli, takvadır
Behaeddin Zekeriya (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Kutbüddîn bin Kemâleddîn el-Kureşî el-Esedî el-Mültânî es-Sühreverdî, lakabı Şeyhülislâm ve Behâeddîn'dir. Künyesi Ebû Muhammed, nesebi (soyu) Peygamber efendimizin mensûb olduğu Kureyş kabîlesine dayandığı dedelerinin, 815 (H.200) yıllarında Hindistan'a geldikleri rivâyet olunmaktadır. Behâeddîn Zekeriyyâ, 1169 (H.565) senesinde Hindistan'da Mültân şehrinde doğdu. Yüz sene ömür sürdükten sonra, 1266 (H.665) senesinde orada vefât etti. Namazını Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ kıldırdı. Türbesi tanınmakta olup, halkın ziyaretgâhıdır.
Bu zat buyuruyor ki: (Haramları terk etmek,
Her mümin üzerine farzdır ki, mühimdir pek.
Nitekim bu hususta, Kur'anda cenab-ı Hak,
(Allahü teâlâdan korkunuz!) buyurarak,
Yasaklardan kaçmanın, emirleri yapmaktan,
Çok mühim olduğunu ediyor bize beyan.
Zira Allah’tan korkmak, günah işlememektir.
Yani vera ve takva, dinde temel demektir.
İslamda en kıymetli, üstün şey, takva oldu.
(Dininizin temeli, takvadır) buyuruldu.
Haramlardan kaçmaya, böyle çok ehemmiyet,
Verilmesinde ise, şudur ki asıl hikmet,
Sakınacak şeylerin, daha çok olmasıdır.
Faidesinin dahi fazla olmasındandır.
Bir işte nefse uymak, ne kadar az olursa,
Faydası da, o kadar fazla olur hülasa.
Hem de günah işlemek, nimete nankörlüktür.
Bu da, Allah indinde pek fena ve kötüdür.)
Bir gün de buyurdu ki: (Öldükten sonra dahi,
Hiç unutulmamayı istiyorsan eğer ki,
Sakın Rabbine karşı eyleme günah, isyan.
Günah işlememekle yükselir çünkü insan.
Ve onun bu işini Rabbimiz beğenerek,
O kul için, hususi yaratır ki bir melek,
O melek, mahşer günü, o kimsenin elinden,
Tutup, Cennet içine götürür ebediyen.
Kim Allah korkusundan ağlarsa göz yaşıyle,
O göz, yanmayacaktır Cehennem ateşiyle.
Gözlerden bir damla yaş düşerse Allah için,
Allah, çok günahını affeder o kişinin.
Ey Allah’a ihlasla iman eden insanlar!
Gafletten uyanın ki, şiddetlidir azaplar.
Hem de insanlar için yanıyorken Cehennem,
Siz nasıl rahat rahat uyursunuz böyle hem?
Cehennem şimdi vardır, bekler günahkârları.
Öyleyse ateş bilin haram ve günahları.)
Bir gence buyurdu ki: (Oğlum, senin maksadın,
Sadece yemek içmek olmasın aman sakın!
Dünyada bir günahı terk ederse bir insan,
Cennette, onun aslı edilir ona ihsan.
Oğlum, şöyle düşün ki, ölürsün bir gün artık.
Bu düşünce içinde, yap ölüme hazırlık.
Allah’ı sevdiğini söylüyorsun ey insan!
Peki nasıl yaparsın Ona günah ve isyan?
Ölüm ve ahireti düşün ki ey evladım!
Ecelin yaklaşıyor ardından adım adım.
Henüz ecel gelmeden kendine gel ki artık,
Zira öldükten sonra, fayda etmez pişmanlık.)
. Oğlum, sen ne garipsin
İmam-ı Rabbani (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı"Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Bu zat buyuruyor ki: (Oğlum, sen ne garipsin.
Kulları memnun edip, Rabbi gücendirirsin.
Daha mı mühimdir ki sence kulun rızası,
Günahlara dalarak, edersin onu razı.
Her sıkıntıyı aşmak arzu edersen şayet,
Günahını düşünüp, istiğfara devam et.
Sağlamlar hasta olur, gençler olur ihtiyar.
Ecel, her bir insanı, bir gün gelip yakalar.
Çıkar senin ruhun da cesedinden bir zaman.
Anında ayrılırsın evladından, malından.
Kefenlenip, mezara konursun belki yarın.
Malların taksim olur, yetim kalır evladın.
Günahın karşılığı, ateş olur o günde.
Öyleyse iyi sakın bir günah gördüğünde.)
Bir gün de buyurdu ki: (Şimdi vardır Cehennem.
Dünya ateşlerinden daha şiddetlidir hem.
Bu şiddetli azaptan kurtulabilmek için,
Haramdan sakınması lazım gelir kişinin.
Kim haramdan kaçarsa, bulur izzet ve şeref.
Kim de günah işlerse, zelil olur malesef.
Her kişi, dünyadaki her amelinden, bizzat,
Hesaba çekilecek, gün gün ve saat saat.
O, amel defterini görünce satır satır,
Yaptığı günahlardan mahcup olur, utanır.
Öyle çok üzülür ki, pişman olur bin kere.
Lakin yoktur faydası, olan olmuş bir kere.)
Asla dünya kelamı edilmezdi yanında.
Biri gıybet etseydi, sustururdu anında.
Derdi: (Kötülenecek biri varsa, o benim.
Gıybet büyük günahtır, cezası da pek elim.)
Birisi gıybet yaptı bir gün onun önünde.
Bu mübarek zat ise oruçluydu o günde.
Gıybet eden adama buyurdu ki o bizzat:
(Bu gün oruçlu idim, sevabı gitti fakat.)
O kimse hayret edip, şöyle arz eyledi ki:
(Efendim, siz kimseyi gıybet etmediniz ki.)
Buyurdu: (Öyle ama, dinledim onu ben de.
Bu gıybet günahında, ortaktır dinleyen de.)
Birisine yazdığı mektupta buyurdu ki:
(Gafletle yaşıyoruz, öleceğiz halbuki.
Hep günah işlemekle geçiyor günlerimiz.
Karardı isyan ile amel defterlerimiz.
Dedikodu, iftira, yalan gıybet su-i zan.
Gece gün Rabbimize eyledik günah, isyan.
Böyle günah içinde biterse bu ömrümüz,
Yarın kabul görür mü behane ve özrümüz?
Bu cihan bahçesine gül için geldik, fakat,
Hep diken toplamakla ömrümüz geçti, heyhat!)
. Ebedi saadet için
Salih Gülabi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1628 (H.1038) senesinde Hindistan'da vefât etti. Fakirlik ve gurbet (garîblik) sâhibi olup, devamlı susmayı tercih edenlerdendi.
Allah adamlarından bu büyük evliya zat,
Bir gün, sevdiklerine şöyle etti nasihat:
(Kardeşlerim, müslüman iyi insan demektir.
Tek derdi, Hakka karşı günah işlememektir.
Allah korkusu ile, daima ağlar, inler.
Günahından utanıp, gece gün tövbe eder.
Yapacak olsa eğer o herhangi bir işi,
Günah olmasın diye, çırpınır, titrer içi.)
Bir gün de buyurdu ki: (Helalden az yemeği,
Gece ibadetinden, bilirim daha iyi.
Mide dolu olunca, gaflet gelir kişiye.
O, Rabbini unutur, meyleder haram işe.
Helalin ziyadesi olursa buna sebep,
Haramla dolduranın, ne olur hali acep?
Ebedi saadete kavuşabilmek için,
Günahtan kaçınması lazım gelir kişinin.
Ey insanlar şunu da biliniz ki pekala,
Günahı olanları, affeder Hak teâlâ.
Lakin azabı dahi vardır ki Rabbimizin,
Senet yok elimizde, ondan kurtulmak için.
Kur'an-ı keriminde buyurur kendi hem de:
(İnsanların bir çoğu, yanacak Cehennemde.)
O gün çoğu insanlar, düşecektir azaba.
Bilmeyiz ki, onlara dahil miyiz acaba?
Bir kısmı da Cennete gireceklerdir, fakat,
Ona girmek için de, elimizde yok berat.
Cennete mi gireriz, yoksa Cehenneme mi?
Henüz belli değilken, ağlamamak elde mi?
Bu günden tövbe edip ağlayın ey insanlar!
Burada ağlamayan, ahirette çok ağlar.)
Bir gün de, birisine ediyorken nasihat,
Buyurdu: (Ahirettir asıl gaye ve maksat.
Rabbini sevdiğini söylüyorsun ey insan!
Bu nasıl sevgidir ki, edersin Ona isyan?
Seven, hiç sevdiğini getirir mi gazaba?
Bil ki günah işleyen, duçar olur azaba.
Zira yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Allahü teâlâya ibadet eylesinler.
Sırf Ona kulluk iken yaratılış gayemiz,
Nasıl bunu unutup, isyan edebiliriz?
Bir de helal yemektir dinimizin esası.
Zira haram yiyenin kabul olmaz duası.
Nitekim bir müslüman, haramdan yerse eğer,
Onun yedi uzvu da, Allah’a isyan eder.
Helalinden yer ise bir müslüman da şayet,
Onun da yedi uzvu, yapar halis ibadet.
Eğer Rabbine karşı edepliyse bir insan,
Nasıl yapabilir ki Ona karşı bir isyan?)
. Hiç günah işleme ki...
Salih Gülabi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1628 (H.1038) senesinde Hindistan'da vefât etti. Fakirlik ve gurbet (garîblik) sâhibi olup, devamlı susmayı tercih edenlerdendi.
İslam âlimlerinden olan bu evliya zat,
Bir gün, talebesine şöyle etti nasihat:
(Ey insan, sen ne kadar edersen Hakka taat,
İnsanlar da, o kadar sana eder itaat.
Sen Allah’a ne kadar edersen günah, isyan,
Sana dahi o kadar karşı gelir çok insan.
Eğlenmeyi bırak da, ibadet yapmaya bak.
Zira zevk ve eğlence, ahirette olacak.
Cehenneme götüren amelleri işleyip,
Sonra kalkıp, Cennete talip olmak ne garip.
Ahmak, şu kimsedir ki, çok günah işler de hep,
Sonra, Hak teâlâdan Cenneti eder talep.
Akıllı da şudur ki, dünyayı terk etmeden,
Ahiret azığını hazır eder gitmeden.)
Derdi ki: (Sen, Allah’ın çok aciz bir kulusun.
Hiç günah işleme ki, sonra pişman olursun.
Ölüm var, ahiret var, asilere azap var.
Günahlardan el çek ki, şiddetlidir azaplar.
Öyle çok korkmalı ki bir müslüman haramdan,
İçi kan ağlamalı günaha girdiği an.)
Bir gün, bu büyük zata gelerek bir müslüman,
Sordu ki: (Halis mümin, nasıl olur bir insan?)
Buyurdu: (Halis mümin, korkudadır daima.
Titrer ki, günah, isyan ederim Allah’ıma.
Hisseder tam başının üzerinde bir kılıç.
Bir kıl’la asılmıştır, ayrılmaz oradan hiç.
Çok keskindir o kılıç, çok incedir kıl da hem.
Der ki: (O düşebilir, eğer günah işlersem.)
Kapının önünde de, var ki bir vahşi hayvan,
Üstüne saldırmaya fırsat kollar an be an.
Der ki: (Rabbime karşı işlersem az bir günah,
Üstümdeki o kılıç, başıma düşer nagah.)
Yine o düşünür ki: (Eğer günah işlersem,
Kapıdaki canavar, üstüme saldırır hem.)
Velhasıl her işinde düşünür ince ince.
Ki, o iş caiz olsun mutlaka dinimizce.
Bir iş, islamiyet’e uygun değilse eğer,
Katiyen yapmaz onu, başlamışsa vazgeçer.)
Dediler ki: (Efendim, tövbe nasıl olmalı?)
Buyurdu: (Pişmanlıkla, ağlayıp sızlamalı.
Hakiki bir müslüman, işleyince bir günah,
Der ki: (Bu günahımı, elbette gördü Allah.)
Öyle pişman olur ki yaptığı o günaha,
Der ki: (Yapmayacağım o günahı bir daha.)
Haram olan bir şeyi terk ederse bir insan,
Ondan daha iyisi, edilir ona ihsan.
Rabbin beğenmediği şeylere, dünya denir.
Bu şeyler günah olup, hep felaket getirir.)
. Yanmak istemiyorsan
Bedreddin Serhendi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Hindistan'ın Serhend şehrinden olup, babası Şeyh Muhammed İbrâhim'dir. 1593 (H.1002) senesinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hânegâhında, ilim tahsîl ederek yetişti. Hocasının teveccühlerine kavuşup, sohbetlerinde bulunmakla şereflendi. 1688 (H.1098) senesinde vefât etti.
İslam âlimlerinden olan bu mübarek zat,
Her gün, sevdiklerine ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Çok tövbe etmelidir.
Haramlar, öldürücü zehir bilinmelidir.
Bu kıymetli ömrümüz, kusurla, kabahatla,
Geçiyor, tükeniyor her gün günah yapmakla.
Herkese farz-ı ayndır, günaha tövbe etmek.
Hiç kimse kurtulamaz tövbeden, kadın erkek.
Hadiste buyuruldu: (Günah işleyen kimse,
Pişman olup, Rabbinden affını diler ise,
Allahü teâlâyı çok merhametli bulur.
Onun bu pişmanlığı, affına sebep olur.)
Bir gün de buyurdu ki: (Düşerseniz günaha,
Derhal pişman olarak, tövbe edin Allah’a.
Lakin geciktirmeyin tövbeyi bir an bile.
Zira kul ölebilir bir nice günah ile.
Bu dünyada ne kadar kalacaksanız eğer,
Buna siz, o miktarda verin kıymet ve değer.
Ahirette ne kadar kalacaksanız şayet,
Ona da, o miktarda edin siz sa’yü gayret.
Ateşe de, ne kadar tahammül ederseniz,
O miktarda Allah’a günah, isyan ediniz.)
Bir gün de, bir dostunun gitti ziyaretine.
Ağlayıp, gözyaşları akıverdi yüzüne.
Kabristandan dönünce, dedi: (Ey müslümanlar!
Sonunda hepimizin yeri işte şu mezar.
Dünya konaklarının sonu olan bu kabir,
Ahiret menzilinin, henüz daha ilkidir.
Madem bir gün girecek şu mezara her insan,
Öyleyse bir günahı nasıl işler müslüman?)
Derdi ki: (Uzak durun günahtan kardeşlerim.
Zira günahkârlara azap var, pek de elim.
Ve siz, başkalarının işlediği günaha,
Bakıp da, sizinkini küçük görmeyiniz ha!.
Zira o gün, o günah, çok küçük olsa dahi,
Çok büyük olacaktır sizin için Vallahi.
Bu dünya, senin için imtihandır ey insan!
Ve aldatmak istiyor seni nefis ve şeytan.
Allah korkusu ile titresin her an kalbin.
Zira Ona malumdur her düşüncen ve halin.
Kurtulmak istiyorsan Cehennem ateşinden,
Uzak dur, büyük küçük günah olan her işten.
Çünkü yarın girersen Cehennem ateşine,
Düşersin çok büyük bir pişmanlığın içine.
Uğraşsan da, çıkmaya bulunmaz bir kolaylık.
Zira olan olmuştur, çaresi yoktur artık.
Öyleyse ahirette pişman olmamak için,
İslama uygun olsun her amelin ve işin.)
. Günah, kalbi karartır
Bedreddin Serhendi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Hindistan'ın Serhend şehrinden olup, babası Şeyh Muhammed İbrâhim'dir. 1593 (H.1002) senesinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hânegâhında, ilim tahsîl ederek yetişti. Hocasının teveccühlerine kavuşup, sohbetlerinde bulunmakla şereflendi. 1688 (H.1098) senesinde vefât etti.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Büyük bir hazinedir günahlara istiğfar.
Benim, tövbe edecek ne günahım var? demek,
Müslümana yakışan bir kelam değildir pek.
Şöyle ki, rağbet etse bir kişi bu dünyaya,
Girer her nefesinde o kimse bir günaha.
Zira Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
(Dünyaya düşkün olmak, günahların başıdır.)
Bir saatte bin nefes insan alıp veriyor.
Bu, yirmidört saatte, yirmidörtbin oluyor.
İşte bu nefesleri, kul alırsa gafletle,
Yani sarılmış ise dünyaya muhabbetle,
Ve bir günah işleyip, üzülmüyorsa şayet,
Onun her nefesine, yazılır bir masıyet.
Bir günde, yirmidörtbin günah olur bu ise.
Demek ki tövbe etmek ne de çok lazım bize.
Eğer tövbe edersek şartlarına uyarak,
Günahları, sevaba çevirir cenab-ı Hak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Korkunuz, sakınınız.
Dünya adamlarına, pek yakın olmayınız.
Dünya malı, geçici, hem de aldatıcıdır.
Bu gün senin ise de, yarın başkasınındır.
Aklı olan, buna hiç gönül vermez velhasıl.
Ahiret derdi ile dertlenmiştir o asıl.
Bu dert, onun öyle çok sarmıştır ki içini,
Düşünür gece gündüz Cehennem ateşini.
Günah ve kusurları, dağ gibi gelir ona.
Bu yüzden boynu bükük, mahcuptur Allah’ına.
O, Rabbinin katında affa kavuşmak için,
Gece sessizliğinde, ağlar hep için için.)
Bir gün de buyurdu ki: (Dinleyin ey insanlar!
Gönüller kararıyor işlendikçe günahlar.
Bu günah kirlerinin temizlenmesi için,
Çok tövbe etmelidir, yolu budur bu işin.
Kâfir de olsa bile, sakının kalp kırmaktan.
Zira daha günahtır, bu, Kâbe’yi yıkmaktan.
Ey insan, unutma ki, öleceksin sen dahi.
Hiç günah işleme ki, azap çetin Vallahi.
Her ne işledin ise dünyada hata, günah,
Hepsinin hesabını soracak senden Allah.
İyi kul şöyledir ki, büküktür boynu daim.
Der ki: (Bu günahlarla, ne olur benim halim?)
Mahcubiyet içinde, haya eder Allah’tan.
Allah korkusu ile kaçınır her günahtan.
İyi amellerini unutur, hatırlamaz.
Lakin günahlarını, hiç hatırdan çıkarmaz.
Unutur kendisine yapılan eziyeti.
Ve lakin hiç unutmaz ölüm ve ahireti.)
. Her günah büyüktür
Rükneddin-i Çeşti (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'ın meşhur velîlerinden. Doğum tarihi bilinmemekte olup, 1546 (H.953) senesinde vefât etti. İmâm-ı Rabbânî'nin babası Abdülehad'ın hocasıdır. Evliyânın meşhûrlarından Şeyh Abdülkuddûs'ün ikinci oğlu ve tasavvufda halîfesidir. Babasından sonra irşâd makâmına geçmişti. Babasından başka, zamânın meşhûr âlimlerinden olan Seyyid İbrâhim Ebherî Kadirî'den veŞeyh Nizâmeddîn-iHâlidî'den icâzet ve hilâfet aldı.Dînin emirlerine uymakta çok gayretli, yüksek hâller sâhibi ve sözleri çok tesirli idi. Çok kitap yazdı. Mecz-ül-Bahreyn adlı eseri, din ve yakîn ilmindeki sırlar hakkındadır. Mektûbât adlı eseri de çok bereketlidir.
Bu zat bir sohbetinde buyurdu: (Kardeşlerim,
Size, iki günahtan haber vermek isterim.
Hem bunlar şirk ve küfre yakındır ki o kadar,
Sanki aralarında, bulunur ince bir zar.
Biri kibir bunların, sihirdir ötekisi.
Yok, günahlar içinde daha tehlikelisi.
Kibir, öyle büyük bir beladır ki, mazallah,
Kibirli olanlara, düşmandır bizzat Allah.
Eğer ki kibirli ve gururluysa bir kişi,
Temizler bunu ancak Cehennemin ateşi.)
Derdi ki: (Bir günahı işlerse bir müslüman,
Derhal tövbe eyleyip, geçirmesin hiç zaman.
Eğer ki şartlarına edilirse riayet,
Hak teâlâ o kulu, eder af ve mağfiret.
Öyle üzülmeli ki hem de günah sahibi,
Ağlayıp, yaş akmalı gözünden ırmak gibi.
Günahlar, büyük, küçük diye ayrılırsa da,
Yine hepsi büyüktür, günah küçük olsa da.
Çünkü günah, Allah’a karşı isyan etmektir.
Bir kulun, Sahibine isyanı ne demektir?
Mümin, her günahını çok büyültür gözünde.
Asılmış bir dağ gibi görür başı üstünde.
Hatta tek bir kıl ile duruyor onu sanır.
Ve her an düşebilir olduğuna inanır.
Münafık, ehemmiyet vermez hiç günahına.
Günah büyük olsa da, pek küçük gelir ona.
Burnunun üzerine konmuş sanki bir sinek.
Elini kaldırırsa, hemen uçup gidecek.)
Bir gün, yeni ve temiz elbise giyerekten,
Cuma namazı için, acele çıktı evden.
Bir kadın da vardı ki o mahallede yine,
Düşmanlık besliyordu Hakkın bu velisine.
Çamaşır yıkamıştı evde sabah erkenden.
Kirli ve pis sularla doluydu hem de leğen.
Birikmiş pis suları, bilerek büyük fırsat,
Tam kapının önünden geçerken bu büyük zat,
Devirdi o leğeni başından aşağıya.
Yoktu hiç kendisinde çünkü edep ve haya.
Islandı pis sularla o velinin her yeri.
Ve kirlendi tamamen temiz elbiseleri.
Başını kaldırıp da bakmadı (Bu kim?) diye.
Evine gitmek için, hemen döndü geriye.
Hem de, kendi kendine düşündü ki o hatta:
(Demek ki, işlemişim ben bir günah ve hata.
Eğer ben etmeseydim Rabbime günah, isyan,
O da, bu hakareti yapmazdı bana şu an.
O halde, ben kendimi düzelteyim) diyerek,
Tövbe istiğfar etti gözyaşları dökerek.)
. Cehennemde yanmamak için
Rükneddin-i Çeşti (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'ın meşhur velîlerinden. Doğum tarihi bilinmemekte olup, 1546 (H.953) senesinde vefât etti. İmâm-ı Rabbânî'nin babası Abdülehad'ın hocasıdır. Evliyânın meşhûrlarından Şeyh Abdülkuddûs'ün ikinci oğlu ve tasavvufda halîfesidir. Babasından sonra irşâd makâmına geçmişti. Babasından başka, zamânın meşhûr âlimlerinden olan Seyyid İbrâhim Ebherî Kadirî'den veŞeyh Nizâmeddîn-iHâlidî'den icâzet ve hilâfet aldı.Dînin emirlerine uymakta çok gayretli, yüksek hâller sâhibi ve sözleri çok tesirli idi. Çok kitap yazdı. Mecz-ül-Bahreyn adlı eseri, din ve yakîn ilmindeki sırlar hakkındadır. Mektûbât adlı eseri de çok bereketlidir.
Bu zat buyuruyor ki: (İlim, bir ganimettir,
Hiç günah işlememek, hakiki afiyettir.)
Dediler: (Hak teâlâ, bir kuldan razı mıdır?
Bunu anlamak için, bir alamet var mıdır?)
Buyurdu ki: (Zevk alır o kişi ibadetten.
Nefret edip kaçınır günahlardan da hepten.
Hadiste buyuruldu: (Tam, hakiki müminler,
İbadetten zevk alır, günahtan nefret eder.)
Her sıkıntıya girmek, günah sebebiyledir.
Çaresi, pişman olup, istiğfar eylemektir.
İki ziynet vardır ki, süsler insanları hep.
Birisi tevazudur, diğeri, haya, edep.
Zira kibirlenecek neyin var ki ey insan!
Gece gündüz Rabbine edersin günah, isyan.
Rabbimizin gadabı, günahlar içindedir.
Lakin belli olmaz ki, acep hangisindedir?
Bunun için hepsinden kaçmalı ki müslüman,
Gadab-ı ilahiye düşmesin hiçbir zaman.)
Bir gün de talebeye, bu mübarek âlim zat,
Yine bir sohbetinde buyurdu: (Ey cemaat!
Yarın mahşer yerinde, korkusuzluk, emniyet,
İçinde bulunmayı istiyorsanız şayet,
Hem dahi Cehennemden kurtulabilmek için,
Bu günden, çaresine bakmalıdır bu işin.
Bu ömür sermayesi, günahla geçerse hep,
Kul, yarın Sahibine ne cevap verir acep?
Ey insanlar bilin ki, işlenen her günahın,
Her biri, Cehennemde bir ateş olur yarın.
Yapılan her iyilik, hayır ve ibadet de,
Bir nimet olacaktır ebediyen Cennette.)
Bir gün de, sohbetinde buyurdu: (Ey müslüman!
Merhameti elinden bırakma hiçbir zaman.
Resulün ahlakıyla tezyin et ahlakını.
Hep onun sünnetine uydur harekatını.
Günahlardan uzak dur, kork ve titre Rabbinden.
Dünya muhabbetini, çıkarıp at kalbinden.
Eğer islamiyet’e uymaz ise işlerin,
Yarın mahşer gününde, geçmez hiç mazeretin.
Kurtulmak istiyorsan Cehennemden, ateşten,
Uzak dur, büyük küçük günah olan her işten.
Aklı olan, günahta heba etmez ömrünü.
Takva üzre yaşayıp, düşünür ölümünü.)
. Günah, zehir gibidir
Ubeydullah Serhendi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük İslâm âlimlerinden ve evliyânın en üstünlerinden. İsmi, Muhammed Ubeydullah Serhendî olup, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve İmâm-ı Muhammed Ma'sûm'un üçüncü oğludur. Güzel ahlâkı, kıymetli vasıfları, üstünlüğü, yazı ile anlatılamaz. 1628 (H.1038) senesinde dünyâya geldi. Rahmetler hazînesi olan amcası Muhammed Saîd, Muhammed Ubeydullah'ın doğumuyla ilgili olarak şöyle buyurdu: "Muhammed Ubeydullah'ın doğum zamânına yakın, bir meleğin; "Doğduğu gün, öldüğü gün ve tekrar diriltildiği gün, Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun." (Meryem sûresi: 15) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuduğunu duydum."
Bu zat buyuruyor ki: (Çok korkunuz Allah’tan.
Sakının, çok sakının her haram ve günahtan.
Nitekim evliyadan bir mübarek zat vardı.
Allah korkusu ile, her günahtan kaçardı.
Gençliğinde, bir kadın geldi bir gün yanına.
Konuşup, çirkin bir iş teklif eyledi ona.
O bunu işitince, kan beynine sıçradı.
Hiç cevap vermeyerek, oradan uzaklaştı.
Ve başladı kaçmaya o kadının şerrinden.
O ahlaksız kadın da, koştu onun peşinden.
Günah korkusu ile kadından kaçar iken,
Birden bire önüne, bir çukur çıktı birden.
Şöyle bir nazar etti, derindi içerisi.
Haram işlemektense, yoktu başka çaresi.
O edepsiz kadın da geliyordu ardından.
O çukura atlayıp, kurtuldu o kadından.
Bu hadiseden sonra, geçti çok uzun yıllar.
Yaşı da ilerleyip, oldu hem çok ihtiyar.
Gençlikte yaşadığı halleri düşünürken,
Bir ara hatırına bu kadın geldi birden.
Duydu bir an nefsinin şöyle söylediğini:
(Niçin kabul etmedin onun o teklifini?
Peki deyip, o çirkin fiili işleseydin.
Sonra da pişman olup, istiğfar eyleseydin.)
Nefsinden bu düşünce gelince kendisine,
Çok fazla üzülerek, şöyle dedi nefsine:
(Ey günahlarla dolu habis ve alçak nefis!
Senin böyle düşünmen, ne çirkindir ve ne pis.
Kırk yıl önce, genç iken böyle düşünmedin de,
Şimdi mi düşünürsün, bu ihtiyar halinde?
Kırk senedir çektiğin mücahede, riyazet,
Ne oldu gece gündüz o çalışma, o gayret?
Gençken yüzvermedin de sen o adi kadına,
Pişman mı oluyorsun şimdi o yaptığına?
Ey nefsim, sen ne alçak, ne hainmişsin meğer.
Şu ihtiyar halinle düşünürsün bak neler.)
Öyle çok üzüldü ki nefsinin bu sözüne,
Günlerce rahat uyku girmez oldu gözüne.
Halbuki girmemişti o günaha o zaman.
Sırf bu düşüncesine üzülüp oldu pişman.
O kadar yükseldi ki bu pişmanlığı ile,
Böyle yükselemezdi hiçbir ibadetiyle.
Peygamber Efendimiz hadiste bildirmiştir:
(Günaha tövbe eden, hiç yapmamış gibidir.)
Kalp gözüyle bakanlar, açıkça görürler ki,
Günah zehir gibidir, yahut da ateş gibi.
Zehir yiyebilir mi bir insan bile bile?
Yahut tutabilir mi ateşi, eli ile?)
. Allah affetmeyebilir
Ubeydullah Serhendi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük İslâm âlimlerinden ve evliyânın en üstünlerinden. İsmi, Muhammed Ubeydullah Serhendî olup, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve İmâm-ı Muhammed Ma'sûm'un üçüncü oğludur. Güzel ahlâkı, kıymetli vasıfları, üstünlüğü, yazı ile anlatılamaz. 1628 (H.1038) senesinde dünyâya geldi. Rahmetler hazînesi olan amcası Muhammed Saîd, Muhammed Ubeydullah'ın doğumuyla ilgili olarak şöyle buyurdu: "Muhammed Ubeydullah'ın doğum zamânına yakın, bir meleğin; "Doğduğu gün, öldüğü gün ve tekrar diriltildiği gün, Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun." (Meryem sûresi: 15) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuduğunu duydum."
Bu zat buyuruyor ki: (Bir fırsattır bu ömür.
Kıymeti bilinmezse, pişmanlık büyük olur.
Gönüller, temiz ayna gibidir sanki birer.
Siyah leke bırakır onda kötü fiiller.
Peşinden, iyi bir iş icra edildiğinde,
Birer nur peyda olur o ayna üzerinde.
Resulullah buyurdu: (Günahtan sonra, hemen,
Bir iyi amel yap ki, silsin onu tamamen.
Su nasıl temizlerse, elbisenin kirini,
Sevaplar da temizler, günahın pisliğini.
Göke varacak kadar olsa da fazla günah,
Halis tövbe edince, affeder onu Allah.)
Bir gün tövbe hakkında buyurdu: (Ey müminler!
Muhakkak affedilir halis tövbe edenler.
Lakin halis tövbenin, şudur ki işareti:
Pişmanlık ateşiyle kavrulur, yanar içi.
Ne kadar çok olursa pişmanlığı kişinin,
Öyle çok tesirlidir, affa kavuşmak için.
Günahlar sebebiyle, kalpteki siyah izler,
Pişmanlık ateşiyle, ancak temizlenirler.
Bir gönül, ne kadar çok temiz ve safsa eğer,
O kişi, günahından o kadar nefret eder.
Vaktiyle bir Peygamber, günahkâr bir kişinin,
İsteğiyle, Allah’a yalvardı affı için.
Ona vahiy geldi ki: (Yerde ve göktekiler,
O kulun affı için şefaat etse eğer,
Affetmem yine onun günahını ben asla.
Çünkü pişman olmuyor günahına ihlasla.)
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Bir gün, günah hakkında şöyle etti nasihat:
(Günahlarda ısrarda, şudur ki mühim sebep:
O kimse, istiğfarı, sonraya bırakır hep.
Der ki: Şu da olsun da, öyle tövbe edeyim.
Böylelikle tövbeyi geciktirir her daim.
Çünkü o, uzak görür ölümü kendisine.
Halbuki çok yakındır ölüm ona aksine.
Doktor yasak edince çok sevdiği bir şeyi,
Sıhhatini düşünüp, terk eder o yemeyi.
Halbuki buyurur ki Kur'anda cenab-ı Hak:
(Günah işleyenleri yakacağım muhakkak.)
Allah’ın kelamına, bir doktor sözü kadar,
Ehemmiyet vermeyip, işleniyor günahlar.
(Yarın tövbe ederim) diyene demeli ki:
(Yarına çıkmak için, senedin var mı peki?)
(Allah affeder) diye düşünürse biri de,
Bilsin ki, Hak teâlâ affetmeyebilir de.
İman, ibadetlerle kuvvetlenmezse eğer,
Susuz ağaç misali, bir gün kurur ve biter.)
. Ne için tokat yedi?
Muhammed Sıddık (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yaşayan büyük velîlerden. Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin torunu, Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin en küçük oğludur. 1649 (H.1059) senesinde Serhend'de dünyâya geldi. Babasının mübârek teveccühleri altında yetişti. Zamânındaki ilimleri öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuşarak zamânın kutublarından oldu. 1719 (H.1131) senesinde vefât etti.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Ölümü, yadınızdan çıkarmayınız zinhar.
İnsanlar uykudadır, uyanırlar ölünce.
Hesaba çekilirler herşeyden ince ince.
Aşikâre olacak o gün her günah, isyan.
Ne kadar mahcub olur, görünce onu insan.
Ben bunu düşünerek, hep dua ediyorum.
(Ya Rabbi, bizi o gün mahcub etme) diyorum.
Hadiste buyuruldu: (İman eden bir kimse,
Bir saatlik vaktini, günahta geçirirse,
Bunun için, ne kadar üzülse, yeri vardır.
Çünkü affolunmazsa, azaba yakalanır.)
Haram işleyen biri, dese ki: (Kalbim temiz.
Sen benim kalbime bak, kalbe bakar Rabbimiz.)
Onun böyle demesi, boş ve faidesizdir.
Hatta müslümanlıkla, bu, istihza etmektir.
Zira bir müslümanın kalbinin temizliği,
Günahtan kaçmasıyle anlaşılır tabii.
Bir genç, halis niyetle sefere çıktı evden.
Yolda, bir kasabaya uğradı çok geçmeden.
Lakin bir kötü kadın, bu genci gördüğünde,
Onun güzelliğine aşık oldu o günde.
Onu aldatmak için çok gayret etti, fakat,
Genç, o kötü kadına hiç etmedi iltifat.
Lakin kadın, sonunda bir çok hiyle yaparak,
Meylettirdi kendine o genci aldatarak.
Genç adam, tam elini uzatırken kadına,
Bir kavi tokat indi gaibten suratına.
Ve bir ses işitti ki: (Sen, niçin gidiyordun?
Neden bir kadın için, nefsine mağlub oldun?)
Bu ikaz üzerine, mahcub oldu genç kişi.
Dedi: (Evet, ben nasıl yaparım haram işi?)
Çekti hemen elini, ona hiç dokunmadan.
Devam etti yoluna, ayrılarak oradan.
Genç, işbu hadiseden, pek fazla duygulandı.
Dönünce, hocasının huzurlarına vardı.
Hocası buyurdu ki: (Sen o kötü kadına,
Rastlayıp, aldanarak tam düşerken ağına,
Şu tertemiz elini, ona hiç dokunmadan,
Kurtardı Allah seni, o günah ve haramdan.)
Genç adam dinleyince onun bu sözlerini,
Anladı, o tokatın o zattan geldiğini.
Bir gün de, sohbetinde buyurdu ki: (Bir kimse,
Günah işlediğine pişmanlık duyar ise,
Bu hali, onun için bulunmaz bir nimettir.
Zira bu pişmanlığı, tövbe etmek demektir.
Eğer Allah korusun üzülmezse hiç eğer,
İmanı zayıflar ve sonunda elden gider.)
. Testi kırılmasaydı
Muhammed Sıddık (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yaşayan büyük velîlerden. Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin torunu, Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin en küçük oğludur. 1649 (H.1059) senesinde Serhend'de dünyâya geldi. Babasının mübârek teveccühleri altında yetişti. Zamânındaki ilimleri öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuşarak zamânın kutublarından oldu. 1719 (H.1131) senesinde vefât etti.
Allah adamlarından bir büyük evliyadır.
Ruhlara tesir eden nasihatları vardır.
Bu zata sordular ki: (Dua ediyoruz hep.
Lakin kabul olmuyor, sebebi nedir acep?)
Buyurdu ki: (Haramdan yer ise eğer bir kul,
Hak teâlâ indinde, duası olmaz kabul.
Hiç günah işlemeyen bir ağız ile şayet,
Her kim dua ederse, kabul olur o elbet.
Bir hadis-i şerifte buyuruldu: (Bir kimse,
Haram karıştırmadan, kırk gün helal yer ise,
Allah, nurla doldurur o kişinin kalbini.
Ve giderir gönlünden dünya muhabbetini.)
Kardeşlerim, sakının her haram ve günahtan.
Zira daha kıymetli bir amel yok takvadan.
Nasıl ki, beldeleri ayıran hudut vardır.
Dinin hududu ise haram ve günahlardır.
Ve nasıl ceza varsa, hududu geçenlere,
Allah da, ceza verir günah işleyenlere.)
Bir gence buyurdu ki: (İstediğin şeyi yap.
Ve lakin herbirine, hazırla birer cevap.
Her ne yapsan, melekler yazıyor birer birer.
Mahşere geldiğinde, sana arz edilirler.
Ve hatta ey evladım, şunu bil ki muhakkak,
Seni, günah işlerken görüyor cenab-ı Hak.
Kalbinden geçirdiğin şeyleri de pekala,
En gizlisine kadar, biliyor Hak teâlâ.
Haram ateş gibidir, günaha olma yakın.
Aksi halde pişmanlık, hak olur sana yarın.
Hakiki dost, Allah’tır, unutma Onu bir an.
Ve şiddetle hazer et, her günah ve haramdan.
Bu fırsat elde iken, hakikati gör artık.
Yarın mahşer gününde, fayda etmez pişmanlık.)
Yine sevdiklerinden, vardı ki genç bir kişi,
Tam yapacak idi ki haram olan bir işi,
Bu velinin sesiyle, toparlandı ansızın.
Demişti ki: (Dur yapma, günahtır o yaptığın!)
O genci sonra görüp işbu Allah adamı,
Buyurdu ki: (Ateş bil, her günah ve haramı.
Bizi yoktan yaratıp, vermişken her nimeti,
Kul, nasıl Ona karşı işler bir masiyeti?)
Aynı genç, başka bir gün, yine uyup nefsine,
Şarap almış giderken bir akşam, hanesine,
Elindeki o testi çarparak bir duvara,
Kırılıp, içindeki döküldü hep yollara,
Ertesi gün, o gence buyurdu ki: (Evladım,
Bir kul, günah yolunda atmamalı bir adım.
Bilesin ki o testi kırılmasaydı şayet,
Benim kalbim kırılıp, üzülecektim gayet.)
. Günah iki türlüdür
Abdülkahir Sühreverdi (Rahmetullahi Aleyh)
Irak'ta yetişen büyük velîlerden. Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Abdülkâhir bin Abdullah bin Sa'd bin Hüseyin bin Kâsım bin Alkame bin Nadr bin Muâz bin Abdurrahmân bin Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anhüm), künyesi Ebü'n-Necîb'dir. Yaklaşık 1097 (H.490) senesinde İran'ın Sühreverd kasabasında doğdu.
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Her gün, sevdiklerine ederdi çok nasihat.
Bu zat, bir gün dergahta olan hizmetkârına,
Dedi ki: (Semerkant’tan biraz bal getir bana.)
Hizmetçi (Peki) deyip, sefere çıktı derhal.
Emredildiği gibi, satın aldı biraz bal.
Sonra, tam dışarıya çıkıyorken, ansızın,
Dükkandan içeriye, girdi bir güzel kadın.
Şehvet nazarı ile, kadına baktı bir an.
Sonra da ayrılarak yoluna oldu revan.
Vasıl oldu nihayet üstadının evine.
Takdim etti o balı hemen kendilerine.
Lakin o büyük veli, kaşlarını çatarak,
O hizmetçi adama bir sitemle bakarak,
Buyurdu ki: (Sen gittin bal alıp gelmek için.
Lakin şarap getirdin sen bize, acep niçin?)
Hizmetçi çok şaşırıp, verdi ki şöyle cevap:
(Efendim, bu kutuda bal vardır, değil şarap.)
Ve lakin o kutuyu açar açmaz hizmetçi,
Gördü ki hakikaten şarapla dolu içi.
Utanıp, hatasını tahmin etti o anda.
Düşündü: (Semerkant’ta bakmıştım o kadına.
Demek ben, o günahı eyleyince irtikap,
Kutudaki bu bal da, değişip oldu şarap.)
Bir gün de buyurdu ki: (İki tür günah vardır.
Birisi, Allah ile kullar arasındadır.
İkinci tür günahlar, kulların birbiriyle,
Münasebetlerinden olurlar tamamiyle.
Birinci tür günahı, olsa da büyük, ufak,
Ya ceza verir, ya da affeder cenab-ı Hak.
Kullar arasındaki günahlara gelince,
Bunlarda, kulların da hakkı vardır bir nice.
Bu türlü günahlarda, adalet olacaktır.
Alacaklı, borçludan hakkını alacaktır.
Lakin geçmez orada dünyadaki paralar.
Verilir sevap ecir, yüklenilir günahlar.
Bir liralık hak için, yetmiş yıllık namazın,
Ecri, karşı tarafa verilir varsa yarın.
Yoksa, alacaklının günahları alınır.
Borçluya yükletilip, Cehenneme atılır.
Dünyada, her ne amel yaparsanız siz eğer,
Herbirine, mahşerde hesap var birer birer.
Her söz ve hareketin, hatta her düşüncenin,
Soracak hesabını bize Rabbil âlemin.
Her bir günah, Allah’ın nehyettiği bir iştir.
Eğer ki affetmezse, karşılığı ateştir.
Bu dünyada, gülerek günahlara girenler,
Mahşerde, ağlayarak Cehenneme girerler.)
. Hiç ağlamamak için
Abdülkahir Sühreverdi (Rahmetullahi Aleyh)
Irak'ta yetişen büyük velîlerden. Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Abdülkâhir bin Abdullah bin Sa'd bin Hüseyin bin Kâsım bin Alkame bin Nadr bin Muâz bin Abdurrahmân bin Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anhüm), künyesi Ebü'n-Necîb'dir. Yaklaşık 1097 (H.490) senesinde İran'ın Sühreverd kasabasında doğdu.
Bu zatı sevenlerden biri dedi: (Efendim,
Manevi hallerimde bir tutulma var benim.
Kalbimde bir karartı hissediyorum, fakat,
Bilmem ki nedir acep işlediğim kabahat?)
Buyurdu ki: (Bu haller, günahtan hasıl olur.
Bilhassa yemeklerde olabilir bir kusur.)
Arz etti ki: (Efendim, lakin yemeklerimiz,
Hep helal kazançtandır, asla haram yemeyiz.)
Buyurdu ki: (Kardeşim, siz düşünün bir yine.
Belki uyulmamıştır dinin bir edebine.)
Eve gelip düşündü, araştırdı o zat da.
Bir kusur bulamadı dine mutabaatta.
Sonunda öğrendi ki, birkaç gün önce meğer,
Ocağa, abdestsizken, odun konmuş bir sefer.
Çok ibadet eder ve çok korkardı Allah’tan.
Kaçardı, büyük küçük her haram ve günahtan.
Geceleri ağlar ve derdi ki: (Ya ilahi!
Bilerek hiçbir günah işlemedim Vallahi.
Eğer bağışlamazsan günahımı ey rabbim!
Yarın mahşer gününde, ne olur benim halim?)
Bir gün onu gördüler, durmadan ağlıyordu.
Gözlerinden sel gibi, yaşlar akıtıyordu.
Niçin ağladığını sordular kendisinden.
Buyurdu ki: (Ağlamam, azap endişesinden.
Rabbimin huzuruna çıkarılacağım gün,
Hatırıma geldikçe, derdim artar büsbütün.
Ey insanlar, siz dahi ağlayın ki bu günde,
Hiç ağlamayasınız yarın mahşer gününde.
Kardeşlerim, Vallahi ölüm var, ahiret var.
Günah işlemeyin ki, şiddetlidir azaplar.)
Günahını düşünüp, çok ağlardı hüznünden.
Gözlerinin görmesi, azalmıştı bu yüzden.
Okurken rastlasaydı bi azap âyetine,
Tekrar edip ağlardı, ta ki sabah vaktine.
Bir gece, çok ağladı şu âyet tesirinden:
(Ey mücrimler, ayrılın bugün sevdiklerimden.)
Derdi ki: (Mühim olan, değildir çok ibadet.
Günahlardan sakınmak mühimdir daha elbet.
Hak teâlâ indinde kıymetli olmak için,
Helalinden yemesi lazım gelir kişinin.
Helalle beslenirse bir beden tam olarak,
Ölünce, o bedeni çürütemez hiç toprak.)
Yine bir sohbetinde buyurdu: (Ey insanlar!
Günah işlemeyin ki, ahirette azap var.
Evvela kendimize merhametli olalım.
Azaptan, kendimizi evvela kurtaralım.
Sonra, evladımızı koruyalım ateşten.
Yani sakındıralım onları günah işten.)
. En kıymetli ibadet
Ahmed bin Mesruk (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velîlerden. İsmi Ahmed bin Muhammed, künyesi Ebü'l-Abbâs nisbesi et-Tûsî'dir. İbn-i Mesrûk diye meşhurdur. Tûs'ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdât'ta yaşadı. 910 (H.298) senesi Safer ayında vefât etti. Kabr-i şerîfi Bağdât'ta Bâb-ü Harb mezarlığındadır.
Bu zat bir sohbetinde buyurdu ki bir ara:
(Ne mutlu bu dünyada haramdan kaçanlara.
Mahşerde, ızdıraptan kıvranırken cümle halk,
Onlar Cennette olur pek neşeli olarak.
Zira en kıymetli şey, çok korkarak Allah’tan,
Kaçmaktır, büyük küçük her haram ve günahtan.)
Geceleri ağlar ve derdi ki: (Ya ilahi!
Varsın, birsin, büyüksün, iman ettim Vallahi.
Bile bile emrine etmedim muhalefet.
Hep bilmeden işledim, eyle beni mağfiret.
Eğer bağışlamazsan günahımı ey rabbim!
Yarın mahşer gününde, ne olur benim halim?
O gün günahsızlara, (Siz geçin!) dendiğinde,
Onlar, neşe içinde Cennete gittiğinde,
Sonra, günahkârlara dendiğinde (Siz durun!)
Hangisinde olurum ben bu iki gurubun?)
Bir gün de buyurdu ki: (haram, ateş gibidir.
Cehennemin ateşi, hele çok şiddetlidir.
Buna rağmen bir kişi, etmeyip hiç endişe,
Kendini, bile bile nasıl atar ateşe?
Yarın mahşer gününde, soracak kula Allah:
(Ne için, bile bile işledin bunca günah?)
Cevap veremez ise bu suale o kişi,
Mazallah yakar onu Cehennemin ateşi.
Bu dünya sıcağına bile zordur dayanmak.
Öyleyse her günahtan kaçmalıdır muhakkak.)
Bir gün takva hakkında, bu mübarek veli zat,
Sevdiği insanlara şöyle etti nasihat:
Takva demek, bu dinde, Allahü teâlânın,
Haram ettiklerinden sakınmaktır bihakkın.
Resulullah buyurdu: (Takva sahibi olan,
En kıymetli kişidir müminler arasından.)
Bir başka âlim dahi buyurdu ki: (Muhakkak,
Bu dinde, zerre kadar takva sahibi olmak,
Bin nafile namaz ve oruçtan kıymetlidir.
Yani alır bunlardan daha fazla bir ecir.)
Ebu Hüreyre dahi buyurdu ki bir günde:
(Ey insanlar bilin ki, yarın mahşer gününde,
Allah’ın huzurunda toplanınca hepimiz,
Takva sahipleridir en kıymetli ve aziz.)
Hak teâlâ Kur'anda, bunu beyan etmekte.
Şöyle buyurmaktadır mealen bir âyette:
(Sevgime kavuşanlar içinde, en nihayet,
Takva sahibi gibi yaklaşan olmaz elbet.)
Her kim ki, günahına tövbe ederse eğer,
Sonra da, takva hali olur ise müyesser,
Ele geçirmiş olur büyük nimet ve devlet.
Zira en kıymetli iş, indallah budur elbet.
. Yazık bana, vah bana!
Ahmed bin Mesruk (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velîlerden. İsmi Ahmed bin Muhammed, künyesi Ebü'l-Abbâs nisbesi et-Tûsî'dir. İbn-i Mesrûk diye meşhurdur. Tûs'ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdât'ta yaşadı. 910 (H.298) senesi Safer ayında vefât etti. Kabr-i şerîfi Bağdât'ta Bâb-ü Harb mezarlığındadır.
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Bir gün, Hak teâlâya şöyle etti münacat:
(Yazık bana, vah bana, ne zordur benim işim.
Ben, bu kadar günahı nasıl da işlemişim?
Halbuki ben bunları işlerken utanmadan,
Bana, Rabbin nimeti yağıyordu durmadan.
Beni fena aldattı günahların lezzeti.
Şimdi gitti o lezzet, kaldı mesuliyeti.
Bir anlık zevkler idi, kayboldu şimdi ancak.
Günah mesuliyeti asla kaybolmayacak.
Zira kayda geçtiler hep amel defterime.
Bunun için vah bana, vah şu kötü halime.
Ne yazık, nefse uydum, düşünmedim Rabbimi.
Günah pislikleriyle hep kararttım kalbimi.
Ben ölümden kaçarım, unutmaz ecel beni.
Ensemde hissederim her an onun elini.
Yazık bana, var iken bu kadar çok günahım,
Nasıl tövbe etmeden duruyorum Allah’ım?
Mahşer günü, yüzüme bakmazsa eğer Allah,
Ne olur benim halim, şu garip halime vah!
O gün şahit olunca, ayaklarım, ellerim,
Rabbimin huzurunda, ne hallere girerim?
Ey nefsim, unutmazsın kendi isteklerini.
Lakin hep unutursun Rabbin emirlerini.
Günah, haram demeden erersin her arzuna.
Yarın, nasıl çıkarsın Rabbinin huzuruna?
Ey nefsim, istersin ki, sıkıntıya girmeden,
Cennet nimetlerine eresin ebediyen.
Anında yaparsın da her istek, arzunu hep,
Tövbeyi, ne özürle geciktirirsin acep?
Sonra bakıyorum ki, sıhhatin bozulsa az,
Ölümü, sırf o zaman hatırlarsın, bu olmaz.
Sıhhatli anlarında niçin gaflet edersin?
Ölüm, sıhhatli iken gelmez mi zannedersin?
Niçin namazlarını kılarsın gaflet ile?
Halbuki o namazın son namazdı belki de.
Öyle ise ey nefsim, uyan da kendine gel.
Zira bil ki insana ani gelir hep ecel.)
Bir gün de buyurdu ki: (Şaşarım şu insana.
Korkmadan isyan eder kendi Yaradanına.
Şuna da şaşarım ki, Cehennem vardır diyor,
Buna rağmen korkmadan her günahı işliyor.
Şaşarım dünya fani diyen şu insana ki,
Sarılmıştır dünyaya, ayrılmayacak sanki.
Şaşarım şuna dahi, günah işler malesef.
Yine de, bu haline üzülüp etmez esef.
Yaşamasına rağmen islamın haricinde,
Görürsün onu dahi yine neşe içinde.)
. Delinin cevabı
Ali bin Muvaffak (Rahmetullahi Aleyh)
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ali bin Muvaffak, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Bağdat'ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Zünnûn-ı Mısrî ve başka evliyâ ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti.
Ali bin Muvaffak, Allah aşkı ile çok yerler dolaştı. Pekçok velî ile görüşüp sohbet etti. Çok hac yaptı. Yetmiş dört defâ hac ettiği rivâyet edilmiştir. Kendisinden Mansur bin Ammâr, Ahmed ibni Ebi'l-Havârî hadîs rivâyetinde bulunmuşlardır. Duâları makbûl, rüyâları meşhûr bir zât idi.
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Her gün, talebesine ederdi çok nasihat.
Bir gün de, bir yaz günü, birkaç talebesiyle,
Gezintiye çıktılar dinlenmek gayesiyle.
Bir tımarhane görüp, içeriye girdiler.
Oranın doktoruna şöyle sual ettiler:
(Günah hastalığıyla dertli olanlar için,
Şifa, deva olacak bir ilaç bilir misin?)
O doktor, bu suale cevap veremeyince,
Bunu duyan bir deli, söze girdi hemence.
Bir teveccühü ile bu âlim ve velinin,
Dedi: (Ben biliyorum ilacını bu derdin.
Önce tövbe kökünü, istiğfar yaprağıyla,
Kalp havanına koyup, döv tevhid tokmağıyla.
Sonra onu geçirip, bir insaf eleğinden,
Pişmanlık gözyaşıyle hamur hap onu hemen.
Aşkullah ateşinde pişirip kurutarak,
Aşk-ı Muhammediyye balından da katarak,
Kanaat kaşığıyla yer isen gündüz gece,
Günah hastalığından kurtulursun böylece.)
Müslüman, temiz bir genç, gelerek bu veliye,
Rica etti: (Bana bir nasihat eyle) diye.
Buyurdu: (Sen Allah’ın çok aciz bir kulusun.
Hiç günah işleme ki, sonra pişman olursun.
Ölüm var, ahiret var, asilere azap var.
Günahlardan el çek ki, şiddetlidir azaplar.
Öyle çok korkmalı ki kul günah ve haramdan,
İçi kan ağlamalı, bir günah gördüğü an.)
Yumuşak, güleryüzlü idi umumiyetle.
Herkese davranırdı, şefkat ve merhametle.
Hiç yağmur yağmıyordu o beldede bir sene.
Dua etmesi için, geldiler kendisine.
Kabul edip çıktılar sahraya dua için.
Zira sıkıntıları pek çoktu her kişinin.
O, bütün ahaliye seslendi: (Ey insanlar!
Günahı sebebiyle kula gelir belalar.
Bizim günahımızdan, bu bela geldi bize.
Gelin tövbe edelim birlikte Rabbimize.)
Sonra da el kaldırıp, dua etti: (İlahi!
Kur'an-ı keriminde bize sen bizatihi,
Şöyle buyurursun ki: (Doğru söylerse bir kul,
Onun dualarını ederim elbet kabul.)
Biz de, günahımızı itiraf ediyoruz.
Pişmanız, tövbe ettik, mağfiret diliyoruz.
Dileğimiz odur ki, olalım cümle mağfur.
Ve sonsuz hazinenden, ihsan et bize yağmur.)
Onun bu duasıyla öyle yağmur yağdı ki,
Böyle yağmur yağması, olmamıştı hiç vaki.
. Günah işleyeceksen...
Ali bin Muvaffak (Rahmetullahi Aleyh)
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ali bin Muvaffak, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Bağdat'ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Zünnûn-ı Mısrî ve başka evliyâ ile görüştü. 878 (H.265) senesi vefât etti.
Ali bin Muvaffak, Allah aşkı ile çok yerler dolaştı. Pekçok velî ile görüşüp sohbet etti. Çok hac yaptı. Yetmiş dört defâ hac ettiği rivâyet edilmiştir. Kendisinden Mansur bin Ammâr, Ahmed ibni Ebi'l-Havârî hadîs rivâyetinde bulunmuşlardır. Duâları makbûl, rüyâları meşhûr bir zât idi.
İslam âlimlerinden olan bu evliya zat,
Bir gün talebesine şöyle etti nasihat:
(Halis mümin odur ki, ödü kopar günahtan.
Ufak bir günah için, haya eder Allah’tan.
Kötü bilmez kimseyi, asla etmez su-i zan.
Bunun çirkinliğini bilmiyor çoğu insan.
Halbuki bir müslüman, çok nafile ibadet,
Yaparak, ömür boyu eylese buna gayret,
Bunlardan kazandığı o sevapları, yine,
Mesela terazinin konsa bir kefesine,
Öbürüne de bir tek su-i zan seyyiesi,
Konulsa, ağır gelir işbu günah kefesi.
Çünkü kul hakkı olup, vebali çok büyüktür.
Ahirete kalırsa, tahammülü zor yüktür.)
Bir gün de, huzuruna gelerek bir müslüman,
Nasihat isteyince, buyurdu ki o zaman:
(Günah işleyeceksen, iyice düşün, taşın.
Allah’ın gönderdiği bir rızkı yeme sakın.
Ona isyan etmeyi düşünüyorsan şayet,
Onun mülkünden çık da, başka yerde isyan et.
Hem mülkünde oturup, hem rızkını yiyerek,
Hem de gördüğü yerde, olur mu isyan etmek?
Melekül mevt gelince almak için ruhunu,
Müsade etme sakın ve yanından kov onu.)
O müslüman dedi ki: (Efendim, nasıl olur.
İmkan var mı hiç buna, melek nasıl kovulur?)
Buyurdu ki: (Öyleyse tövbe eyle durmadan.
Zira ölüm meleği ani gelir çok zaman.
Mezarda Münker-Nekir ismindeki melekler,
Gelirse, kov onları süale çekmesinler.)
Dedi ki: (Ey efendim, kovamam ben onları.)
Buyurdu ki: (Öyleyse hazırla cevapları.)
Bir gün de bir müslüman, gelerek bu veliye,
Rica etti: (Bana bir nasihat eyle) diye.
Buyurdu: (Bir günaha, deme sakın bu ufak.
Sen onunla Rabbine asi oldun, ona bak.
Günahın küçüğü de büyüktür, eyle haya.
Çünkü isyan etmektir o da Hak teâlâya.)
Birine mektup yazıp, buyurdu ki: (Evladım,
Ecel, hep ardımızdan geliyor adım adım.
Hesaba çekilmeden, görün hesabınızı.
Ölmeden tövbe edip, isteyin affınızı.
Zira kıyamet günü, mazeret kabul olmaz.
Tövbe için, bu günden müsait gün bulunmaz.
Herkes, amelleriyle gelir mahşer yerine.
İnsanların halleri, benzemez birbirine.
Ne mutlu şu kula ki, çok azdır günahları.
Ne yazık şunlara ki, Arş’a çıkar ahları.)
.
02 - İMAN NİMET
.En sevgili ibadet
Abdullah-ı Dehlevi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan evliyâsından. Silsile-i aliyye denilen büyüklerden olup, seyyiddir. 1745 (H. 1158)'te Hindistan'ın Pencab şehrinde doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi'de vefât etti. Kabri Şâhcihân Câmii yakınındaki dergâhındadır. Binlerce seveni her zaman ziyâret edip, feyz almaktadır.
Bu zat, bir sohbetinde şöyle buyurmaktadır:
(Şereflerin büyüğü, iman ehli olmaktır.)
Başka bir sohbetinde, buyurdu ki oğluna:
(Bakma kötü göz ile, hiçbir Allah kuluna.
Bir kâfiri görürsen, şöyle düşün ey oğul:
Olur ki, bu dünyadan, imanla gider bu kul.
Oysa benim, imanla gidip gitmeyeceğim,
Kesin belli değildir, neye güveneceğim?
Belki o, ileride iman eder, kim bilir.
O takdirde o benden, daha faziletlidir.
Müminler arasında, varsa sevgi, muhabbet,
İşte odur, Allah’ın en sevdiği ibadet.
Ve hatta bu muhabbet, şartıdır imanın da.
Yani bu sevgi yoksa, yok olur o iman da.
Bir mümin, bir mümine, sırf müslümanlığından,
Ötürü buğz ederse, o, olamaz müslüman.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çok sakının küfürden.
Zira küfr’ün cezası, yanmaktır ebediyen.
Müminin, çok günahı olsa da, o gün yine,
Sonsuz azapta kalmaz, imanı hürmetine.
Ebedi saadete kavuşabilmek için,
İman ile ölmesi lazım gelir kişinin.
Birinin, çok nadide inci, mücevherleri,
Olursa, koyacak yer bulamaz o şeyleri.
Hırsız çalmasın diye, arar türlü çareler.
Hatta kaçar uykusu bu yüzden çok geceler.
İşte imanımız da, böyle çok kıymetlidir.
Onu korumak için, tir tir titremelidir.
Öyle kötü devirde yaşıyoruz ki şu an,
İmanını, bir anda kaybedebilir insan.
Kişi, bir kelimeyle, nasıl ki mümin olur,
Bir kelime ile de, o imanı kaybolur.
Dinin kıymet verdiği bir şeyi, tahkir etmek,
Tahkir ettiğine de, aksine kıymet vermek,
Küfr-i hükmi olur ki, gayet tehlikelidir.
Yani hükmen, o kişi, imanını yitirir.
İslam bilgilerine ve din âlimlerine,
Hakaret etmek dahi, küfürdür elbet yine.
Biri, kâfir olmaya mazallah etse niyet,
Niyet ettiği anda, kâfir olur o elbet.
Küfre sebep olacak bir kelimeyi, insan,
Bile bile söylerse, imanı gider o an.
Bilmeyerek söylerse, yine tehlikelidir.
Çoğu âlime göre, bu da küfre sebeptir.
Küfre sebep olacak bir işi de, kim eğer,
Bile bile yaparsa, mazallah küfre girer.
Bilmeyerek yapınca, çoğu âlime göre,
Çok tehlikeli olup, o dahi girer küfre.)
. En şerefli mertebe
Abdullah-ı Dehlevi (Rahmetullahi Aleyh )
Hindistan evliyâsından. Silsile-i aliyye denilen büyüklerden olup, seyyiddir. 1745 (H. 1158)'te Hindistan'ın Pencab şehrinde doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi'de vefât etti. Kabri Şâhcihân Câmii yakınındaki dergâhındadır. Binlerce seveni her zaman ziyâret edip, feyz almaktadır.
Bu zat buyuruyor ki: (Hakiki iman etmek,
Kul için, en şerefli mertebe olsa gerek.
İman da, ehl-i sünnet üzere olmalıdır.
İmanın sıhhati de, iki şarta bağlıdır.
Nasıl vakit girmesi, şart ise namaz için,
İki şarta bağlıdır imanı da kişinin.
Birincisi şudur ki, can boğaza gelmeden,
Allah ve Peygambere inanmaktır önceden.
Çünkü perde kalkınca, her şey olur aşikâr.
O zaman inansa da, edilmez hiç itibar.
Çünkü inanmamıştı Peygamberin sözüne.
Hakikati görünce, inandı gördüğüne.
Fir’avun boğulurken, kalktı gözden perdesi.
(İnandım!) dediyse de, olmadı faidesi.
Öbür şart, (hubb-u fillah), hem de (buğd-u fillah)tır.
Yani sırf Allah için sevip düşman olmaktır.
Müslümanı, imanı olduğu için sevmek,
Kâfiri de, küfründen ötürü hiç sevmemek,
İmanın altı şartı geçerli olmak için,
Lazımdır bu iki şart, doğrusu budur işin.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çok sakının küfürden.
Zira küfrün cezası, yanmaktır ebediyen.
Müminin, çok günahı olsa da, o gün, yine,
Sonsuz azapta kalmaz imanı hürmetine.
Ebedi saadete kavuşabilmek için,
İman ile ölmesi lazım gelir kişinin.)
Bir gün, evliyalıktan sordu ona cemaat.
O dahi cevabında, şöyle verdi izahat:
Evliyalık, Allah’a yakın olmak demektir.
Herkesten yüz çevirip, Ona gönül vermektir.
Kavuşabilmek için bu nimet ve ihsana,
Sahip olmak gerekir önce doğru imana.
Sonra, ibadetleri, şartlarına uyarak,
İhlasla yapmalıdır, hem de doğru olarak.
Bu doğru itikat ve tam halis ibadet de,
Bir âlim sohbetinde kazanılır elbette.
Yahut o âlimlerin kitabını okumak,
Suretiyle mümkündür, halis bir mümin olmak.
Kulu, Hak teâlânın rızasına, velhasıl,
Ehl-i sünnet âlimi erdirir, eder vasıl.
Yani Hak teâlânın, (Vesile arayınız!),
Emrindeki vesile, bu âlimlerdir yalnız.
İşte bu âlimlere, ihtiyaç var muhakkak.
Vesile bulmayı da emreder cenab-ı Hak.
Nasıl ki bu dünyada, bir dünya işi bile,
Kolay halledilirse, bir aracı kişiyle,
Allah’ın rızasına ermek için de, bizzat,
Lazımdır yol gösteren âlim ve veli bir zat
. Hak din islamiyet’tir
Abdülvehhab Buhari (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülvehhâb'dır. Buhârî nisbetiyle bilinir. Seyyid Celâl Buhârî'nin torunlarındandır. Seyyid Celâl'in, Seyyid Ahmed ve Seyyid Mahmûd adında iki oğlu vardı. Abdülvehhâb-ı Buhârî, Seyyid Ahmed'in oğullarındandır. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1525 (H. 932)'de Delhi'de vefât etti. Kabri, Şâh Abdullah'ın kabri yanındadır. Hindistan'daki Mültan'da, Seyyid Sadreddîn Buhârî'den naklî ilimleri ve tasavvuf ilmini tahsil edip, yüksek derecelere kavuştu. Mültan'da bulunduğu zamanlarda, hocası ve eniştesi Seyyid Sadreddîn Buhârî'den şu sözleri duydu:
Eshab-ı kirama hürmet etmeyen kimse, Muhammed aleyhisselama iman etmiş olmaz. (Kelam-ı kibar)
Allah adamlarından olan bu mübarek zat,
Bir günkü sohbetinde, şöyle etti nasihat:
(Ehl-i sünnet üzere inanan bir müslüman,
Dünya ve ahirette huzurludur her zaman.
Nitekim Hak teâlâ, Kur’an-ı keriminde,
Buyurdu: (Din islamdır Hak teâlâ indinde.)
Bu gün islamiyet’in dışında olan dinler,
Hak katında, makbul ve muteber değildirler.
Zira İncil ve Tevrat, tahrif edilmişlerdir.
Papazlar tarafından değiştirilmişlerdir.
Doğru olsalar bile, islamiyet geleli,
Yine bu kitapların kalmadı hükümleri.
Bu gün makbul olan din, yalnız islamiyet’tir.
Bu dine mensub olmak, en yüce bir nimettir.
Bir insanın müslüman olabilmesi için,
Önce iman etmesi lazımdır o kişinin.
Ehl-i sünnet üzere bir iman ve itikat,
Müslüman olmak için gereklidir, yani şart.
Sonra, Hak teâlânın emirlerini, bir bir,
Öğrenip, ona göre amel eylemelidir.
Yine Resulullahın getirdiği ne varsa,
Hepsini beğenmek de, çok mühimdir bilhassa.
Resulün sözlerinden birini beğenmemek,
Yahut doğruluğunda, bir an şüphe eylemek,
Mazallah imanını götürür o kişinin.
Buna çok dikkat etmek lazımdır bunun için.
Ufak bir şüpheyi de götürmez çünkü iman.
Müslümanın imanı, kaya gibidir her an.
Şüphe hasıl olursa, bir âlime sorarak,
Hemen kurtulmalıdır şüpheden tam olarak.
Eğer gideremezse o şüphesini hemen,
Büyük iman nimeti çıkabilir elinden.
İmandan mahrum kişi, en talihsiz insandır.
Çünkü o, Cehennemde ebedi yanacaktır.
Ey mümin, imanını koru ki şimdi sen de,
Ebedi yanmayasın Cehennem ateşinde.)
Bir gün de buyurdu ki: (Dikkat et ey müslüman!
İman’ını kaybetmek, çok kolaydır bu zaman.
Din’in tazim ettiği bir şeyi tahkir etmek,
Yahut tahkir ettiği şeyi tazim eylemek,
Küfr-i hükmi olur ki, mazallah o müslüman,
Kaybeder imanını böyle söylediği an.
Hatta namaz kılsa ve yapsa her ibadeti,
Hak teâlâ indinde, olmaz artık kıymeti.
Hatta geceleri de, kalkıp etse ibadet,
Ağlayıp, gözlerinden yaş dökse de begayet,
Bunların hiç birini beğenmez yine Allah.
Çünkü o, imanını kaybetmiştir mazallah.)
. La ilahe illallah
Abdülvehhab Buhari (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülvehhâb'dır. Buhârî nisbetiyle bilinir. Seyyid Celâl Buhârî'nin torunlarındandır. Seyyid Celâl'in, Seyyid Ahmed ve Seyyid Mahmûd adında iki oğlu vardı. Abdülvehhâb-ı Buhârî, Seyyid Ahmed'in oğullarındandır. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1525 (H. 932)'de Delhi'de vefât etti. Kabri, Şâh Abdullah'ın kabri yanındadır. Hindistan'daki Mültan'da, Seyyid Sadreddîn Buhârî'den naklî ilimleri ve tasavvuf ilmini tahsil edip, yüksek derecelere kavuştu. Mültan'da bulunduğu zamanlarda, hocası ve eniştesi Seyyid Sadreddîn Buhârî'den şu sözleri duydu:
Eshab-ı kirama hürmet etmeyen kimse, Muhammed aleyhisselama iman etmiş olmaz. (Kelam-ı kibar)
Bu zat buyuruyor ki: (İmanın çıkmasından,
Allahü teâlâya sığınmalıdır insan.
Ve sık sık La ilahe illallah söyleyerek,
İcab eder, imanı an be an yenilemek.
Günah işler için de, tövbe edip her sefer,
Allahü teâlâya yalvarmak icab eder.
Ehl-i sünnet üzere imanı olmayanın,
Yeri, sonsuz olarak Cehennem olur yarın.
Eğer inanıyorsak, ne güzel bir nimettir.
İmanla ölenlerin yeri, sonsuz Cennettir.
İman, Resulullahın, Allahü teâlâdan,
Getirip bildirdiği hükümlere, bittamam,
Kalp ile inanmak ve dille ikrar etmektir.
Yani bu imanını, dil ile söylemektir.
İmanın yeri kalptir, yani kalpte bulunur.
İkrara mani varsa, söylememek affolur.
İman hasıl olması için de, hem islamın,
Küfr saydığı şeylerden kaçmalıdır bihakkın.
İbadetler, imandan değilse de esasen,
Küfre girer, namazı bile bile terk eden.
Farzları, sünnetleri beğenmemek de yine,
Küfr olup, böyle yapan, düşer küfr’ün içine.
İmanı muhafaza etmek için, müslüman,
Uyanık ve dikkatli olmalıdır her zaman.)
. Doğru imanın alameti
Abdülhakim Arvasi (Rahmetullahi Aleyh)
Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te Van vilâyetinin Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri, Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
Bu zat ömrü boyunca, çok gayret sarf ederek,
İmanı anlatırdı gençlere vâz ederek.
Derdi: (Allah bir kula, verdiyse eğer iman,
Öyle ise, nedir ki etmedi ona ihsan?
Ve Allah, bir kula ki, imanı vermemiştir,
O olmadıktan sonra, ne ki ona vermiştir?)
Bir gün de buyurdu ki: (Mümin olan bir kimse,
Korkmadan günah işler, hem de hiç üzülmezse,
Ayrıca, Hak emrine aldırış etmeyerek,
Günahı beğenirse hem (Ne güzel!) diyerek,
Mazallah imanını kaybedip, küfre düşer.
Bu hal üzre ölürse, ebedi azap çeker.
Ama önem verir de, sırf nefsine uyarak,
Haramları işlerse şeytana aldanarak,
Sonra da toparlanıp, pişman olursa eğer,
Yine mümin sayılır böyle olan kimseler.
Belki yanar ise de Cehennem ateşinde,
Sonsuz kalmayacaktır lakin azap içinde.)
Bir gün de buyurdu ki: (Hiç günah işlememek,
Kâmil müminler için basit ve kalaydır pek.
Velakin kalplerinde, bir maraz-ı manevi,
Olanlara güç gelir, çok kolay olsa dahi.
Şudur ki kalpte olan maraz-ı maneviyye:
Tam iman etmemektir ahkamı diniyyeye.
Kalpte, doğru imanın olduğuna alamet,
İslamı yaşamaktan, almaktır tad ve lezzet.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu dünya, hiçtir elbet.
Hiç ile uğraşan da, hiç olur en nihayet.
Ölüm ve sonrasına, her kim inanır ise,
Odur Allah indinde hayırlı, iyi kimse.
Biz her an, her saatte, bir işler yapıyoruz.
Ve her bir işimizde, bir niyet taşıyoruz.
Bu da, ya nefis için, ya da Allah içindir.
Yani kul, her işinde imtihan içindedir.
Yani kalp, her saniye, sağa sola döner hep.
Ya hayra karar verir, ya şerri eder talep.
Nitekim Resulullah ederdi şöyle dua:
(Ya rabbi, sen kalbimi sabit kıl doğru yolda.)
Ey insan, son nefeste döner de eğer kalbin,
Mazallah küfr üzere durursa, n’olur halin?
İman üzre durması isteniyorsa eğer,
Hep salih kimselerle bulunmak icab eder.
Hep iyilerle olup, edersek çok ibadet,
İnşallah iman ile gideriz en nihayet.
Ebedi saadeti ele geçirmek için,
Doğru iman lazımdır, çaresi budur işin.
Ehl-i sünnet üzere iman edilmedikçe,
Azaptan kurtulunmaz ahirete gidince.)
. Şehadetin manası
Abdülvehhab-ı Mısri (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsından. İsmi, Abdülvehhâb, babasının ismi Ahmed'dir. Lakabı Tâcüddîn, künyesi Ebû Nasr'dır. İbn-i Arabşah ismiyle meşhur oldu. 1410 (H.813) senesinde Türkistân'da bulunan Hâc-ı Tarhân'da doğdu. 1516 (H.922) senesinde Mısır'da vefât etti. Bâb-ı Züveyle dışında, kendi dergâhı bahçesine defnedildi.
Bu zat buyuruyor ki: (Her şeyden daha evvel,
Doğru iman, itikat edinmektir mükemmel.
Sonra, Resulullaha tam tâbi olmalıdır.
Zira Ona uymakla üstünlük kazanılır.
Lazım ve zaruridir herkese iman etmek.
Zira bu, Rabbimizin emridir bize tek tek.
İman eden bir kimse, yapar bütün farzları.
Ve terk eder bilcümle haram ve günahları.
Resule iman etmek, kime olsa müyesser,
Onu, mal ve canından daha çok fazla sever.
Onun bu sevgisinin, şudur ki işareti,
Her mekruhtan kaçınır ve yapar her sünneti.
Resulullah, her ne ki beyan eylemişlerdir,
Beğenip, kalben kabul etmeye iman denir.
Onun tek bir sözüne bile inanmamaya,
Veya doğruluğunda, biraz duraklamaya,
Yani şüphe etmeye, küfür adı verilir.
Böylece inanmayan kimseye, kâfir denir.)
Bir gün de buyurdu ki: (Resulullaha uymak,
Allahü teâlâya itaattır muhakkak.
Ebedi saadete kavuşmak için, insan,
Olması lazım gelir önce halis müslüman.
İman etmek için de, hiçbir formaliteye,
Lüzum yok, bir imama, bir müftiye gitmeye.
Der ki: (Ben iman ettim Allahü teâlâya.
Ve inandım, resulü Muhammed Mustafa’ya.
Onun, Hak teâlâdan bize tebliğ ettiği,
Şeylere de inandım, hepsi doğru ve iyi.
Allah ve Resulünün dostlarını severim.
Düşmanlarını ise, sevmez, nefret ederim.)
Şehadet’in manası, kısaca işte budur.
Her kim böyle söylerse, o, müslüman olmuştur.
Bundan sonra, en mühim şey şudur ki, en önce,
Doğru iman, itikat edinmektir güzelce.
Ehl-i sünnet denilen islam âlimlerinin,
Kitaplarından bunu öğrenmelidir ilkin.
Onlar anlar Kur’andan, murad-ı ilahiyi.
Ve onlar, hadislerden anlar doğru bilgiyi.
Yıllarca, gece gündüz, çalışıp didinerek,
İstirahatlerini bile feda ederek,
İslamı, bize kadar, onlar ulaştırdılar.
Versin Allah onlara, en iyi karşılıklar.
İman ve itikadı sağlam ettikten sonra,
Emir ve yasaklara uymaya gelir sıra.
İlim ve iş'ten sonra, lazımdır bir de ihlas.
Azaptan kurtulmak da, bununla olur esas.
İhlas, temiz etmek ve pislikten arınmaktır.
Yani her yaptığını, Allah için yapmaktır.
Sözün özü şudur ki, ahirette kurtulmak,
Doğru iman ve halis amelle olur ancak.)
Mümine hüsn-ü zan edilir
Abdülvehhab-ı Mısri (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsından. İsmi, Abdülvehhâb, babasının ismi Ahmed'dir. Lakabı Tâcüddîn, künyesi Ebû Nasr'dır. İbn-i Arabşah ismiyle meşhur oldu. 1410 (H.813) senesinde Türkistân'da bulunan Hâc-ı Tarhân'da doğdu. 1516 (H.922) senesinde Mısır'da vefât etti. Bâb-ı Züveyle dışında, kendi dergâhı bahçesine defnedildi.
Bu zat buyuruyor ki, (İtikat ve ameli,
Bozuk olanlar ile, asla görüşmemeli.
Bid’at sahipleriyle olmayın ki arkadaş,
Sizi de felakete sürükler yavaş yavaş.
Kendisini şeyh diye tanıtırsa bir kimse,
Velakin yaşayışı, dine uygun değilse,
Hiç ona yakın olma, yakınsan ayrıl hemen.
Hatta kaç o kimsenin bulunduğu beldeden.
Zira o, çok sinsi bir hırsızdır, ondan çekin.
Dinini, imanını çalar o zira senin.
O kişi, gösterse de binbir türlü keramet,
Şeytanın tuzağına düşürür seni elbet.
Böyle sahtekârlarla, olma sakın arkadaş.
Arslandan kaçar gibi, yanlarından uzaklaş.
Kim ki, islamiyet’e uymuyorsa ihlasla,
Onu, Allah adamı sanmayınız siz asla.
Zahid gibi görünüp, âlim de olsa namı,
İslama uymadıkça, olmaz Allah adamı.)
Buyurdu: (Günahların en çirkini, küfürdür.
Yani imansız olan, her kötüden kötüdür.
İmanı olmayanlar, yapsa da çok hasenat,
Göremez ahirette bir ecir ve mükafat.
Günahları işlemek, ruhları hasta eder.
Bu hastalık artarsa, o ruh ölür bu sefer.
Ruhun ölmesi ise, imanı kaybetmektir.
Ruhu ölen bir kimse, küfre düştü demektir.
İmanı olmayanın, (kalbim temiz) demesi,
Boş laf olup, aldatır kendini ve herkesi.
Çünkü ölmüş olan kalp, temizlikten mahrumdur.
Kalpler, ancak imanla nurlu ve temiz olur.)
Buyurdu: (Günahların en başında, şirk gelir.
Bu da, Hak teâlâya ortak koşmak demektir.
Allahü teâlâdan başkasına, kim eğer,
(Yaratıcı) der ise, mazallah küfre girer
Çünkü yoktan yaratmak, sırf Allah’a mahsustur.
Bunu, insanlar için kullanmak, çirkin olur.
Yine bir müslümanın, bir söz veya işinde,
Yüz çeşit mana olup, bunların da içinde,
İmanlı olduğunu gösterse tek birisi,
Lakin küfrü bildirse doksan dokuz tanesi,
Müslüman olduğunu söylemelidir yine.
Çünkü hep hüsn-ü zanla bakmalıdır mümine.
Yalnız mümin olana böyle hüküm verilir.
Müslüman olmayanlar, buna layık değildir.
Son nefeste imansız gitmeye sebep olan,
Sözlerden de sakınmak lazımdır yine her an.
Velhasıl imanını, ehl-i sünnet üzere,
Düzeltmesi lazımdır her müslüman ilk kere.)
. Ahirette kurtulmak için
Abdülhakim Arvasi (Rahmetullahi Aleyh)
Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te Van vilâyetinin Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri, Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Evlatlarım,
Ebedi saadetler versin size Allah’ım.
Bizlere, doğru yolu ihsan etti Rabbimiz.
O göstermese idi, bulamazdık onu biz.
Allah’ın, biz kullara gönderdiği Resule,
İnandık, iman ettik bin canla, bin gönülle.
Zira iman etmekle umulur sonsuz necat.
İman etmeyenlerin, sonu olur fecaat.
Senelerdir imanı anlattım camilerde.
Anlayan, üçü beşi geçmemiştir yine de.)
Dediler ki: (Efendim, anlamadık bunu biz.
Bu sözü, biraz daha izah eder misiniz.
İmanın altı şartı, kitaplarda yazar hep.
Okuyup ezberlemek, bu kadar zor mu acep?)
Buyurdu: (Amentü’yü bilip ezberlemekle,
İmanın hakikati, kolayca geçmez ele.
Asıl iman şudur ki, kul, korkarak Allah’tan,
Çok küçük olsa bile, kaçınır her günahtan.
Mesela kul hakkını düşününce bir mümin,
Ayağını uzatıp, yatamaz rahat, emin.)
Bir gün de buyurdu ki: (İman eden bir insan,
Kendi Yaradanına eder mi günah, isyan?
İman’ın, görünüşü vardır çok müslümanda.
Yani hakiki iman, bulunmaz her insanda.
Zira buyuruyor ki Kitabında Rabbimiz:
(Ey iman sahipleri, kâmil iman ediniz!)
Yani cenab-ı Allah buyurur ki mealen:
(Ey hakiki imana erişmeyenler halen,
Günahtan kaçarak ve çok yaparak ibadet,
İman-ı hakikiye kavuşun en nihayet. )
İmanın hakikati, bir sevgidir, bir haldir.
Böyle iman edene, isyan etmek muhaldir.
Çünkü o, içtenlikle inanmıştır Rabbine.
Asla isyan edemez Onun emirlerine.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kim isterse tam huzur,
Doğru iman, itikat edinmeye mecburdur.
Yani inanan insan, ehl-i sünnet üzere,
Bir iman ve itikat edinmeli ilk kere.
Sonra da, öğrenerek ne ise farz ve haram,
Farzları eda edip, günahtan kaçmalı tam.
Çünkü asıl maksat ve gaye de şu dünyada,
Kavuşmaktır doğru bir iman ve itikada.
Bir insanın şerefi, zira iman iledir.
Asla mal ve makamda ve mevkide değildir.
Kuvvetli bir imana kavuşabilmek için,
Çok gayret sarfetmesi lazım gelir kişinin.
Ahirette, imanı olanlar kurtulacak.
Ehl-i sünnet üzere olmalı bu da ancak.)
.
. İnsanın şerefi
Abdülvehhab-ı Mısri (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsından. İsmi, Abdülvehhâb, babasının ismi Ahmed'dir. Lakabı Tâcüddîn, künyesi Ebû Nasr'dır. İbn-i Arabşah ismiyle meşhur oldu. 1410 (H.813) senesinde Türkistân'da bulunan Hâc-ı Tarhân'da doğdu. 1516 (H.922) senesinde Mısır'da vefât etti. Bâb-ı Züveyle dışında, kendi dergâhı bahçesine defnedildi.
Bu zat buyuruyor ki: (Şudur ki bir müslüman,
Elinden ve dilinden, kimseye gelmez ziyan.
Bir insanın şerefi, İnançta, imandadır.
Yani bütün üstünlük, imanı olandadır.
Çünkü o, bağlanmıştır Allah ve Resulüne.
Bir mesuliyet taşır mahlukatın hepsine.
Birine, bir fenalık düşünse de o bilfarz,
Kalbindeki o iman, mani olur, yaptırmaz.
La teşbih bir köpeğin tasması varsa şayet,
Ondan, hiçbir insana, bir zarar gelmez elbet.
Lakin yoksa tasması, o, sahipsiz demektir.
İmansız olanlar da buna benzemektedir.
Sahipsiz bir köpeğin, her an ne yapacağı,
Belli olmaz ne zaman, kime saldıracağı.
Bunun gibi imanı olmayan kimseler de,
Zarar yapabilirler her insana, her yerde.
Halbuki şöyledir ki kâmil olan bir mümin,
Elinden ve dilinden, insanlar olur emin.)
Yine bir sohbetinde buyurdu ki: (İns ve cin,
Yaratıldı sadece ibadet etmek için.
İbadet yapmaktan da maksat ve gaye asıl,
Tam, hakiki imana olmaktır sonra vasıl.
Bu hakiki imana kavuşabilmek için,
Nefsi iman etmesi lazımdır o kişinin.
Nefis inkâr ederken hasıl olan o iman,
İmanın suretidir, bulmamıştır itminan.
Yani hep devamdadır küfrüne nefis yine.
Hala düşmanlıktadır inatla Sahibine.
Eğer ki vazgeçerse nefis bu inadından,
Hakiki iman olup, hiç yok olmaz o iman.
O zaman, ameller de hakiki, gerçek olur.
Kul için, asıl maksat ve gaye, işte budur.
Çünkü buyuruyor ki Kitabında Rabbimiz:
(Ey iman sahipleri, gerçek iman ediniz!)
Yine bir sohbetinde buyurdu ki: (Bu devir,
Küfrün, bir sel misali aktığı bir devirdir.
Küfre girip girmemek zamanıdır bu zaman.
Küfürden çok korkarak yaşamalı müslüman.
Kim imansız ölmekten korkmuyor ise eğer,
O, imansız olarak ruhunu teslim eder.
Lalettayin, rastgele yaşamak, uygun değil.
Küfre düşürebilir kulu bir söz, bir fiil.
Mesela bir günaha, (Ne güzel!) dese insan,
Kaybeder imanını böyle söylediği an.
Mümin için, imanı, çok kıymetli servettir.
Çünkü sonsuz Cenneti temin eden sebeptir.
Onu korumak için, titremeli adeta.
Onunla nail olur çünkü sonsuz rahata.)
.Önünü ilikle de geç
Abdülaziz Dirini (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsından. İsmi Abdülazîz, babasının adı Ahmed'dir. Künyesi Ebû Muhammed, lakabı İzzeddîn'dir. 1216 (H.613) yılında doğdu. 1295 (H.694) senesinde Kahire'de vefât etti. Kabri Kahire'dedir.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abdülazîz Dîrînî, zamânındaki âlimlerden ilim öğrendi. Ebü'l-Feth bin Ebi'l-Ganîm Rasânî'nin sohbetinde bulundu ve Şeyh İzzeddîn'den tasavvuf ilmini öğrendi. Tasavvuf yolunda yüksek mertebelere kavuştu. Abdülazîz Dîrînî dünyâya düşkün olmayan ve birçok kerâmeti görülen, edebiyât, kelâm ve Şâfiî mezhebi fıkhı âlimiydi.
Bu zat buyuruyor ki: (İmanı olan kişi,
Nasıl işleyebilir günah olan bir işi?
Biri görecek olsa o fiili işlerken,
Haya edip, vazgeçer o işi işlemekten.
Halbuki Allah her an, görüyor kendisini.
Hem biliyor kalbinden neler geçirdiğini.
O, Onu görmese de, görüyor onu Allah.
Bunu bilen bir mümin, nasıl işler bir günah?
Ve Allah, kendisine yakınken ondan daha,
O, nasıl bile bile isyan eder Allah’a?)
Bir gün de buyurdu ki: (En büyük nimet, iman.
İmanı olmayanın, farkı yoktur hayvandan.
İmanı muhafaza edebilmek için de,
İslama uymalıdır mutlaka her işinde.
Zira tek gaye ile yaratıldı ins ve cin.
O da, yalnız Allah’a ibadet etmek için.
İbadetsiz iman da, fenersiz mum gibidir.
Zamanla zayıflar ve sonunda sönebilir.)
Yine sevdiklerine buyurdu ki bir zaman:
(Beş şeyin kıymetini bilmeli her müslüman.
Bunlardan birincisi şudur ki: Bir insanın,
Doğru iman sahibi olmasıdır bihakkın.
Çünkü iman olmadan, girilemez Cennete.
İnsanı, bu götürür ebedi saadete.
İkincisi şudur ki, bu iman ve itikat,
Ehl-i sünnet üzere olmalıdır, bu da şart.
Yetmişüç fırka var ki, bunlardan biri haktır.
Diğer yetmiş ikisi, azaba müstehaktır.)
Bir gün de buyurdu ki: (Mümini çekiştirmek,
Allah’ın men ettiği iştir ki, çirkindir pek.
Kaldı ki o büyükler, yazdı ki kitaplarda:
(Bir müminin, ismini görsen eğer duvarda,
O müminin ismine saygı, hürmet yönünden,
Önünü ilikleyip, geç o duvar önünden.)
Neden? Çünkü orada, Allah’a iman etmiş,
Bir müminin ismi var, işte budur asıl iş.
Bir insan ki, doğru bir itikat edinmiştir,
O, hürmet edilmeye, en layık bir kişidir.)
. La ilahe illallah
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı"Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Bu zat, her sohbetinde imandan bahsederdi.
(Bir insanın şerefi, imandan gelir) derdi.
Onun nasihatini dinleyen talebeler,
(Mümin nasıl olmalı?) diye sual ettiler.
Buyurdu: (O, Allah’tan korkup, benzi sararır.
Kaçınır her günahtan, emirlere sarılır.
Düşünür, mahşer günü verecek hesabını.
Titrer, hatırladıkça Cehennem azabını.
İşlemiş bulunduğu günahlar sebebiyle,
Ayıplar kendisini, uğraşır nefsi ile.
İşlediği günahlar, üzer ki öyle onu,
Göremez başkasının ayıp ve kusurunu.
O, öyle kimsedir ki, elinden ve dilinden,
Yanında bulunanlar, zarar görmez katiyen.)
Yine bir sohbetinde buyurdu: (Bir insana,
Önce lazım olan şey, ermektir tam imana.
Yani itikadını, imanını düzeltmek,
Her şeyden daha önce lazımdır insana pek.
Ehl-i sünnet denilen islam âlimlerinin,
Bildirdikleri gibi bir iman lazım ilkin.
Doğru iman olmadan, insana, ahirette,
Cehennemden kurtuluş, mümkün olmaz elbette.
Hak teâlâ bizlere, eyledi lütf-u ihsan.
Onun ihsanı ile biz Ona ettik iman.
Lütfu ile değil de, adaletiyle eğer,
Muamele etseydi, mahvolurduk hep bizler.)
Bir gün de buyurdu ki: (La ilahe illallah.
Bu tevhid hürmetine, affolur nice günah.
Her kim bu kelimeye inanırsa gönülden,
İmanın bir zerresi verilir ona hemen.
O kimse, kalbindeki zerre kadar o iman,
Sayesinde, kurtulur Cehennem azabından.
Bu ümmetin günahı çok olsa da, ve lakin,
Affı ve mağfireti sonsuzdur Rabbimizin.
Zira O, doksandokuz rahmet hazinesini,
Bu günahkâr ümmete ayırmıştır hepsini.
Zira bir hadisinde buyurdu ki o Server:
(La ilahe illallah diyen, Cennete girer.)
Bazıları derler ki düşüp büyük gaflete:
(İnsan, bir kelimeyle nasıl girer Cennete?)
Halbuki bu cahiller, bilmez ki şunu daha,
Kelime-i tevhidi söyleyince bir defa,
Dünyada mevcut olan bilcümle kâfirleri,
Affedip de, Cennete koysalar, vardır yeri.
Bu büyük kelimenin bereketini, eğer,
Bilcümle mahlukatın herbirine bölseler,
Bir güne mahsus değil, ta kıyamete kadar,
Hepsine kâfi gelip, doyurur, hem de artar.)
. Tasavvufun gayesi
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı"Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Bu zat buyuruyor ki: (Tasavvufa girmekten,
Maksat, gerçek imana kavuşmaktır esasen.
Ve hiç kıymet vermeyip bu geçici dünyaya,
Tam kul olmak içindir Allahü teâlâya.
Bu yolun nihayeti, kulluk makamıdır ki,
Burada nasib olur tam islam-ı hakiki.
Nefisten hasıl olan gevşeklik, onda olmaz.
Çünkü nefs, kazanmıştır artık iman ve ihlas.
İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.
Lakin o uyanmanın, faydası olmaz zinhar.)
Bir gün de buyurdu ki: (Saadete kavuşmak,
Doğru iman etmekle müyesser olur ancak.
İman ve itikadı doğru yaptıktan sonra,
Emir ve yasaklara uymaya gelir sıra.
Kim ki, Resulullaha hakkıyla tâbi olmaz,
Yarın mahşer gününde, azaptan kurtulamaz.
Şu birkaç günlük ömrü, Allahü teâlânın,
Beğendiği şekilde geçirmeye bakalım.
Bir kimsenin işinden, Rabbi razı olmazsa,
Ölmesi, hayırlıdır, böyle yaşamaktansa.
Uydurmamış olsan da islama her halini,
Hak teâlâ görüyor, senin her ef’alini.
Öyleyse La ilahe illallah söyleyerek,
Lazımdır sabah akşam, imanı tazelemek.)
Bir gün de buyurdu ki: (Allahü teâlânın,
Sevgisine kavuşmak isteyen bir insanın,
Önce, itikadını düzeltmesi lazımdır.
Sonra, haramdan kaçıp, farzları yapmalıdır.)
Nasihat istemişti biri de kendisinden,
Buyurdu: (Emin olma küfür tehlikesinden.
Nasıl, bir kelimeyle iman elde edilir,
Bir sözle de, mazallah o iman gidebilir.
İmanı tehlikeden korumak için, önce,
Küfrü mucip şeyleri öğrenmeli iyice.
Zira hangi kapıdan çıktıysa iman eğer,
Yine aynı kapıdan, geriye avdet eder.
Hak teâlâ imanı, bizlere etti ihsan.
Cennete, bunun ile gidecek cin ve insan.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki bu bapta:
(Müminler geçerlerken mahşer günü Sırat’ta,
Cehennem seslenir ki: Biraz çabuk olunuz!
Ki, zira ateşimi söndürüyor nurunuz.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ahirette kurtulmak,
Doğru iman ve halis amelle olur ancak.
Oğlum, dünyada kalmak zamanı pek kısadır.
Çoğu boş yere geçti, kalan ise pek azdır.
Gençlikte yaptığımız çirkin, fena fiiller,
Tövbe ve gözyaşıyla affedilebilirler.)
. İmanla ölmek için
Abdülaziz Dirini (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsından. İsmi Abdülazîz, babasının adı Ahmed'dir. Künyesi Ebû Muhammed, lakabı İzzeddîn'dir. 1216 (H.613) yılında doğdu. 1295 (H.694) senesinde Kahire'de vefât etti. Kabri Kahire'dedir.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abdülazîz Dîrînî, zamânındaki âlimlerden ilim öğrendi. Ebü'l-Feth bin Ebi'l-Ganîm Rasânî'nin sohbetinde bulundu ve Şeyh İzzeddîn'den tasavvuf ilmini öğrendi. Tasavvuf yolunda yüksek mertebelere kavuştu. Abdülazîz Dîrînî dünyâya düşkün olmayan ve birçok kerâmeti görülen, edebiyât, kelâm ve Şâfiî mezhebi fıkhı âlimiydi.
Bu zat buyuruyor ki: (Bir gevşeklik ve gaflet,
İçinde yaşıyorlar insanlar bu gün, hayret!
Uyanmamız lazımdır acele bu gafletten.
Yoksa, olmaz kurtuluş ebedi felaketten.
İbadetten kaçmanın, iki sebebi vardır.
Biri, islamiyet’e kesin inanmamaktır.
İkincisi, islama inansa da faraza,
Pek önem vermemektir emirlere, farzlara.
Yani bu emirleri, mevki sahibi olan,
Kimselerin emrinden, hafif görür çok insan.
Her iki sebeple de ibadetten kaçınmak,
Mümine yakışmayan kötü bir haldir ancak.
Zira iman etmenin işareti, bir tektir.
O da, ibadetleri yerine getirmektir.
Nitekim Resulullah, açıkça, tekrar tekrar,
O sonsuz azapları bildiriyor aşikâr.
O, sadık ve emindir, söylemez asla yalan.
O, hak söyleyicidir, doğru söyler her zaman.
Şimdi bazı insanlar, Ona inanmıyorlar.
Yahut inansalar da, hiç önem vermiyorlar.
O halde o Resule, bir yalancıya olan,
Güven dahi olmazsa, nasıl olur o iman?
(İmanım vardır) demek, insanı kurtaramaz.
Dinin emirlerine uymak da lazım esas.
Öyleyse ey müslüman, eyle hemen istiğfar.
Şehadeti söyleyip, iman et şimdi tekrar.)
Biri ona sordu ki: (İman ile dünyadan,
Gitmek için, acaba ne yapmalı müslüman?)
Buyurdu: (Bunun yolu, en son Allah demektir.
Son söz Allah olmazsa, o zaman felakettir.)
Adam bunu öğrenip, gidiyorken evine,
Çağırdı o adamı yanına tekrar yine.
Buyurdu ki: (Evladım, öğrendin cevabını.
Ne zaman anacaksın peki Allah adını?)
Dedi ki: (Son nefesim gelince, işte o an,
Hemen Allah demeye başlarım ben o zaman.)
Buyurdu: (Ne zamandır o dediğin son nefes?)
Dedi: (Allah’tan başka, onu kimse bilemez.)
Buyurdu: (Şu anda da gelebilir mi yani?)
Dedi: (Hiç belli olmaz, çok zaman gelir ani.)
Buyurdu: (Şimdi ecel gelebilir diyorsun.
Niçin Allah demeyi, sona bırakıyorsun?
Şimdiden acele et, an Rabbinin adını.
Belki ölebilirsin, ne beklersin yarını?
Ecel, öyle aniden gelebilir ki evlat,
Bir kez Allah demeye bulunmaz belki fırsat.
Öyleyse sen şimdiden başla Allah demeye.
Belki olmaz zamanın, son anda söylemeye.)
.Kendine tapınanlar
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı"Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu ki: (İns ve cin,
Yaratıldı, sadece ibadet etmek için.
İbadet yapmaktan da, maksat ve gaye asıl,
İman-ı hakikiye olmaktır sonra vasıl.
Bu hakiki imana kavuşabilmek için,
Nefsi iman etmesi lazım gelir kişinin.
Bunu temin etmenin yolu ise, bir tektir.
O da, islamiyet’e tam riayet etmektir.
Yani nefs-i emmare, bulmadıkça itminan,
O kimsenin imanı, değildir gerçek iman.
Nefsi iman edince gerçekten bir insanın,
O zaman hakikati hasıl olur imanın.)
Bir gün de buyurdu ki: (Çok korkunuz Allah’tan.
Kaçının titizlikle her haram ve günahtan.
Tenhada da günahtan kaçmalı ki muhakkak,
Her gizliyi, elbette görüyor cenab-ı Hak.
Nitekim Hak teâlâ buyurur ki: (Ey insan!
Bilmiyor musun seni görüyorum her zaman.)
Biri, Resulullaha dedi: (Çoktur günahım.
Şimdi tövbe edersem, affeder mi Allah’ım?)
(Affeder) buyurunca, dedi: (Ya resulallah!
Ben onları işlerken, görüyor muydu Allah?)
(Görüyordu) deyince, bir (eyvah!) dedi o an.
Ve yıkılıp can verdi, budur haya ve iman.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bir kulun kalbi eğer,
Hastaysa, kabul olmaz yaptığı ibadetler.
Kalbin hastalığı da, şudur ki asıl yine,
Tutulmuş olmasıdır Allah’tan gayrisine.
Belki de kendisine tutulmuş olmasıdır.
Bu, onun, başta gelen mühim hastalığıdır.
Çünkü kul, kendi için ister esas her şeyi.
Nefsi için arzular, mal, mevki ve rütbeyi.
Ve hatta çocuğuna besliyorsa muhabbet,
Bu da, kendi nefsini sevdiğindendir elbet.
Malesef onun nefsi, ona mabud olmuştur.
Çünkü o, sırf nefsinin ardında koşup durur.
İnsan, kurtulmadıkça kendisine tapmaktan,
Kurtulamaz mahşerde, Cehennemde yanmaktan.
Nefsin esaretinden, kurtulursa bir kimse,
Sırf Allah’a kul olur, Rabbine yönelirse.
Yani nefse değil de, Rabbine uyarsa hep,
Nefsin arzusu için, etmezse bir şey talep,
Gitmiştir kalbindeki o şiddetli hastalık.
Mabudu, nefsi değil, Allah’tır onun artık.
Çünkü o, Allah için yapar her bir işini.
Zira hakiki iman kaplamıştır içini.
Sırf Allah rızasını düşünür her bir işte.
Kendine tapınmaktan kurtulmak budur işte.)
. Üç büyük düşman
Abdülvehhab-ı Şa’rani (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi. İsmi ve nesebi; Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed Tilimsânî Ensârî'dir. İmâm-ı Şa'rânî ve Kutb-i Şa'rânî lakabıyla meşhurdur. Nesebi, Peygamber efendimize dayanır. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî Mısır'ın Kalkaşend kasabasında 1493 (H.898) de doğdu. 1565 (H.973) de Mısır'da vefât etti.
Bu zat, her sohbetinde, (İman)dan bahsederdi.
(Eli sünnet üzere iman ediniz) derdi.
Bir gün de buyurdu ki: (Son nefese bakılır.
Mahşerde, buna göre muamele yapılır.
Müslüman, büyük günah işlese de pek fazla,
Üzülüyorsa eğer, imanı gitmez asla.
Yani kul, günahına pişman olur, sıkılır,
Hemen tövbe ederse, o yine imanlıdır.
Günahı, fütursuzca işler ise bir kimse,
Lakin buna üzülmez, aldırış etmez ise,
Yani önem vermezse günaha her kim eğer,
Onun, Allah korusun imanı elden gider.)
Başka bir sohbetinde buyurdu ki: (Müslüman,
Mümin olmayanları sevemez hiçbir zaman.
Âyet-i kerimede buyuruldu ki zira:
(Muhabbet beslemeyin mümin olmayanlara.)
Yine buyuruldu ki: (Kimin varsa imanı,
Allah ve Resulünün, sevmez düşmanlarını.)
İki şekilde olur kâfirlere muhabbet.
Küfrünü beğenirse, kâfir olur o elbet.
Velakin herkes ile iyi geçinmek için,
Dost görünmek, küfrüne sebep olmaz kişinin.
Ya rabbi, sen ayırma bizi imanımızdan.
Sana, kâmil imanla gelelim bu dünyadan.)
Yine bir genç, nasihat istedi bir gün ondan.
Buyurdu ki: (Çok sakın, zararlı arkadaştan.
Üç azılı düşmanın vardır ki zira senin,
Bunlar, kötü arkadaş, şeytan ve kendi nefsin.
Bu üçünden, en fazla sana zararı olan,
Kötü arkadaştır ki, iyi sakın onlardan.
Sapıkların yazdığı her kitap ve neşriyat,
Kötü arkadaştır ki, ilk bundan sakınman şart.
Boş vakit geçirmene sebep olan ne varsa,
Onlar da, senin için bir düşmandır bilhassa.
Bunlar, arslandan dahi daha zararlıdırlar.
Çünkü senin dinini, imanını alırlar.)
. Cehennemden kurtulmak
Abdülvehhab-ı Şa’rani (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi. İsmi ve nesebi; Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed Tilimsânî Ensârî'dir. İmâm-ı Şa'rânî ve Kutb-i Şa'rânî lakabıyla meşhurdur. Nesebi, Peygamber efendimize dayanır. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî Mısır'ın Kalkaşend kasabasında 1493 (H.898) de doğdu. 1565 (H.973) de Mısır'da vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (Ahirette kurtulmak,
Doğru iman sahibi olmakla olur ancak.
İman doğru olmadan, kurtuluş olmaz asla.
Ayrıca, amelleri yapmalıdır ihlasla.
Tasavvufa girmekten, şudur ki asıl maksat,
Görmüş gibi, kuvvetli olsun iman, itikat.)
Bir gün de buyurdu ki: (İbadet ve taatlar,
Yapılınca, iman da cilalanır ve parlar.
Allah’ın men ettiği haramlar işlenince,
Bu sefer lekelenir ve kararır iyice.
O halde bir imanda, azalmak ve çoğalmak,
Amellerden, işlerden ileri gelir ancak.
Yani iyi amel ve ibadet yapılması,
Suretiyle imanın çoğalır parlaması.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kâfir veya müslüman,
Son nefeste bilinir, mühimdir yani son an.
Kimi, küfür içinde hayat sürer bir ömür,
Lakin son nefesinde, iman eder ve ölür.
Kiminin de ömrü hep, geçerse de imanda,
Mazallah kâfir olup ölebilir son anda.
Yani son nefesteki, en son hale bakılır.
Mahşerde, buna göre muamele yapılır.
Ya rabbi, ihsan ettin bizlere doğru iman.
Bizi, kıl ucu kadar ayırma bu iman’dan.
Son nefesimizde de imanla öldür bizi.
İmandan, bir an bile ayırma cümlemizi.)
Bir gün de buyurdu ki: (Cehennemden kurtulmak,
Ehl-i sünnet üzere imanla olur ancak.
İmansız car vermenin iki sebebi vardır.
Birisi batıl inanç, yani bozuk imandır.
Zira bozuk olunca eğer iman, itikat,
Cehennem ateşinden, olamaz o kul azad.
Hatta iman, itikat doğru değilse eğer,
Hiçbir ibadetine verilmez kıymet, değer.
İman, ehl-i sünnete uymalı ki bu dinde,
Ancak böyle itikat makbuldür Hak indinde.
Son nefeste, imanı tehlikeye düşüren,
Bir sebep de dünyaya muhabbettir gönülden.
İlk önce doğru iman, sonra da salih amel.
İşte bu ikisidir islamda iki temel.
Ahirette, bunlardan bize hesap sorulur.
Cehennemden kurtulmak, bunlarla mümkün olur.)
. Şeytan aldatamaz
Abdülvehhab-ı Şa’rani (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi. İsmi ve nesebi; Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed Tilimsânî Ensârî'dir. İmâm-ı Şa'rânî ve Kutb-i Şa'rânî lakabıyla meşhurdur. Nesebi, Peygamber efendimize dayanır. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî Mısır'ın Kalkaşend kasabasında 1493 (H.898) de doğdu. 1565 (H.973) de Mısır'da vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (İman, bir muma benzer,
Ve cam fener gibidir etrafında ameller.
Nasıl çabuk sönerse, mum, feneri olmadan,
İman da çabuk söner, ibadet yapılmadan.
Din, Allah tarafından gönderilen bir yoldur.
Ebedi saadeti sağlayan yalnız odur.
Din diye, insanların uydurduğu ne varsa,
Hepsi de dinsizlik ve kâfirliktir bilhassa.
Hak teâlâ kullara, her bin senede bir,
Bir Peygamberi ile yeni din göndermiştir.
Her kim iman edip de, yapacağı her işi,
İslama uydurursa, müslümandır o kişi.
Kim de, islamiyet’i, nefsani arzulara,
Uydurmaya kalkarsa, kâfir denir onlara.
Her din, kendinden önce her ne ki din gelmiştir,
Onları nesh eylemiş, yani değiştirmiştir.
Bizim dinimiz ise, kendinden önce gelen,
Dinleri, kendisinde toplamıştır kâmilen.
Hiç değişmeyecektir kıyamet gününe dek.
Hak teâlâ, bu dinden razıdır şimdi bir tek.
Bu dinde üç şey var ki, ilim, amel ve ihlas.
Bu üçü bulunmazsa, müslümanlık olamaz.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu din, ilim dinidir.
Dinini bilmeyenin, imanı gidebilir.
Nasihatların özü, şudur ki en evvela,
Birlikte bulunmaktır Allah adamlarıyla.
Çünkü bu âlimlerin bildirdikleri gibi,
İman edilmedikçe, her şey boştur tabii.
Dinin bekçisi olan bu büyük âlimlerin,
Yolunda yürüyenler, azaptan olur emin.
Çünkü onların yolu, ehl-i sünnet yoludur.
Sağa sola sapmayan, orta ve doğru yoldur.)
. Cehennem kâfirler için
Abdülvehhab-ı Şa’rani (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi. İsmi ve nesebi; Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed Tilimsânî Ensârî'dir. İmâm-ı Şa'rânî ve Kutb-i Şa'rânî lakabıyla meşhurdur. Nesebi, Peygamber efendimize dayanır. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî Mısır'ın Kalkaşend kasabasında 1493 (H.898) de doğdu. 1565 (H.973) de Mısır'da vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (Saadete kavuşmak,
Allah’ın Habibine uymakla olur ancak.
Ona uymak demek de, yoluna sarılmaktır.
Küfür ve kâfirliği, pis, aşağı tutmaktır.
Çünkü islam ve küfür, zıddır birbirlerine.
Bir kalpte biri varsa, yer kalmaz diğerine.
Bir kimse, kötülerle yaparsa arkadaşlık,
Git gide o da bir gün, olur asi ve fasık.
O kötü kimselerin yanında dura dura,
Kararır temiz ruhu, hasret kalır huzura.
Onların zulmetiyle, bozulup azar azar,
Mazallah imanını kaybedip küfre kayar.
O, hala kendisine der ki: (Ben müslümanım.)
Lakin küfrün içine girmiştir adım adım.
Kim böyle kimseleri edinirse arkadaş,
Küfür bataklığında boğulur yavaş yavaş.)
Bir gün de buyurdu ki: (Rabbimiz, bir çok sebep,
Halk edip, onlar ile yaratır işleri hep.
Kim kavuşmak isterse her hangi dileğine,
Allahü teâlânın, uyar bu adetine.
Yani para kazanmak istiyorsa kim şayet,
Yapar elbet o kişi bir sanat ve ticaret.
Bunun gibi yemek yer, olursa bir kimse aç.
Hasta da, bir tabibe gider ve alır ilaç.
İlacı, bir cahilden alır ise kim şayet,
Şifa bulmaz ve ölür o kimse en nihayet.
Öğrenmek isteyen de dinini, imanını,
Bir islam âliminin okur kitaplarını.
Bu da, cahil birinin, bir bid’at sahibinin,
Kitabını okuyup öğrenirse eğer din,
Dini de, imanı da bozulur bu sebepten.
Ebedi felakete duçar olur o hepten.
Hakiki bir âlimin kitabını okumak,
Saadete erdirir, hem de sonsuz olarak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ey insan, etme gaflet.
Bu dünya bir gün biter, yani kopar kıyamet.
O gün, Mizan denilen kurulur bir terazi.
Tartılır iyi kötü amellerin cümlesi.
Sonra, Sırat kurulur Cehennem üzerine.
Ve herkes, bu köprüden geçerler o gün yine.
Bu bildirilen şeyler, olacaktır muhakkak.
Öyleyse lazım gelir tereddütsüz inanmak.
Hesaplar görülünce, inanmayan kâfirler,
Hiç çıkmamak üzere, Cehenneme girerler.
Müminler ise o gün, imanın hürmetine,
Kavuşur ebediyen Cennet nimetlerine.
Günahı, sevabından çok olan müslümanlar,
Cehennem azabına düşse de her ne kadar,
Zerre kadar imanı, kimin varsa içinde,
Sonsuz kalmayacaktır Cehennem ateşinde.)
. Sen bir müslümansın
Ali bin Şihab (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsından. Doğum târihi belli değildir. Nesebi dördüncü dedede Tilmsan sultânı Ebû Abdullah'a, sonra da Seyyid Muhammed bin Hanefiyye'ye ulaşır. Büyük âlim İmâm-ı Şa'rânî'nin dedesidir.
Bu zat, her sohbetinde bahsederdi (iman)dan.
Sohbetiyle çok kâfir, ettiler bir bir iman.
Derdi ki: (İki türlü kula gelir hidayet.
Kimine ihsan olur, kimine de adalet.
Bir kimse dua edip, dese ki: (Ya ilahi!
İman ve hidayete kavuştur beni dahi.)
Onun, hüsn-ü niyetle yaptığı bu duayla,
O kulu, hidayete erdirir Hak teâlâ.
İnsan, ömrü boyunca istese bunu bir an,
Ölmeden, o kimseye nasib olur bu iman.
İşte dua edip de, hidayete kavuşmak,
Adalet-i ilahi sayesindedir ancak.
Bazı kimseler dahi vardır ki bu dünyada,
İmana gelmek için, bulunmaz bir duada.
Tanıtır Allah ona sevdiği bir kulunu.
Onun vasıtasıyla, kendine çeker onu.
Bu da, Hak teâlânın ihsanıdır ki elbet,
Dünyada, yoktur daha bunun gibi bir nimet.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bizler çok talihliyiz.
Ehl-i sünnet üzere iman ettik çünkü biz.
Doğru imana ermek, en büyük bir rütbedir.
Bu rütbe, her makam ve mevkiin üstündedir.
Bu rütbenin önüne, eğer mesleğinizi,
Alacak olursanız, bu, zelil eder sizi.
Eğer sen tabip isen, tek tabip sen değilsin.
Onbinlerce tabipten, ancak bir tanesisin.
Ama sen, bundan önce, ehl-i sünnet üzere,
Doğru iman sahibi müslümansın bir kere.
Sonra, Resulullahı ve Hak dostlarını, sen,
Candan seviyorsun ki, şeref, budur esasen.
Bu şerefin yanında, diğer makam ve mevki,
Gibi şeyler, kıymetten mahrumdur elbetteki.
Vardı Sahabeden de, meslek ehli kişiler.
Lakin bahis konusu olmazdı böyle işler.
Onlarda, tek ve ortak bir hususiyet vardı.
O da, Resulullahın sahabisi olmaktı.
Zira hazret-i Ömer, buyurur ki bu babta:
(Bizler bulduk şerefi, asıl Eshab olmakta.
Eğer Eshab olmanın üstünde, başka şeref,
Ararsanız, çok zelil olursunuz malesef.)
Çünkü Eshabtan olmak, zirvede bir noktadır.
Daha çıkmak isteyen, aşağı yuvarlanır.
Bizler, Resulullahı görmedikse de, fakat,
İslam âlimlerini tanıdık, bu hakikat.
Dünyada, bundan büyük bir nimet yoktur daha.
Bu nimete kavuşan, şükreylesin Allah’a.
Eğer islamiyet’e sarılırsa bir insan,
Nimetlerin şükrünü yapmış olur o zaman.)
. Ne için oynuyorsun?
Ali bin Şihab (Rahmetullahi Aleyh)
Mısır evliyâsından. Doğum târihi belli değildir. Nesebi dördüncü dedede Tilmsan sultânı Ebû Abdullah'a, sonra da Seyyid Muhammed bin Hanefiyye'ye ulaşır. Büyük âlim İmâm-ı Şa'rânî'nin dedesidir.
Bu zat buyuruyor ki: (Âlimleri, eğer biz,
Tanımamış olsaydık, ne olurdu halimiz?
Onların kitabını, dikkatle okuyarak,
Dinimizi öğrendik, hem de doğru olarak.
Ayırdık bu sayede, hakkı bâtıl olandan.
Dünyada, büyük nimet var mıdır daha bundan?
Küfürden kurtardılar bizleri o kitaplar.
Yoksa, sonsuz azaba olacaktık giriftar.
Âlimler buyurur ki: (Eğer mümin kimseler,
Cennette verilecek nimetleri bilseler,
O an, kendilerini unuturlar neşeden.
Sokakta oynarlardı, hiçbir şey düşünmeden.)
Nitekim Sahabeden, Bilal-i Habeşi de,
Oynamaya başladı bir gün mescit içinde.
Hazret-i Ömer görüp, buyurdu ki: (Ya Bilal!
Hiç mescidin içinde oynanır mı, ne bu hal?)
O ise, oynamaya yine devam ederek,
Ve Resul-i zişanı eliyle göstererek,
Buyurdu ki: (Bu dinin sahibi oradadır.
Bana mani olmaya, sırf onun hakkı vardır.)
Hazret-i Ömer Faruk, şaşırdı buna daha.
Hemen gidip arz etti bunu Resulullaha.
Çağırdı Resulullah, Bilal’i yanlarına,
Niçin oynadığını sorunca bizzat ona.
Dedi: (Ya resulallah, sevinçten oynuyorum.
Rabbime, bir şey için teşekkür ediyorum.)
(O nedir?) buyurunca, dedi: (Ya resulallah!
Sana, bir şey müstesna, her şeyi verdi Allah.
O vermediği şey de, kullara hidayettir.
İnsanların kalbine, iman ilka etmektir.
Bu, elinde olsaydı, ederdi herkes iman.
Hep müslüman olurdu bilcümle Arabistan.
Hem önce, akrabanı getirirdin imana.
Onlardan, sıra bile gelmezdi belki bana.
Senin akrabaların, seni inkâr ederken,
Ben sana iman ettim, bir habeş’li köleyken.
Allah ve Resulüne inandım, iman ettim.
Bu habeş’li köleye, bahşetti bunu Rabbim.
Bu, Onun ihsanıdır, şükür elhamdülillah.
Bu yüzden oynuyorum işte ya resulallah!)
Bir gün de buyurdu ki: (Hakiki bir müslüman,
Asla Rabbine karşı, edemez günah, isyan.
Herhangi bir ameli yapacak olsa eğer,
İlk aklına gelen şey, acaba Rabbim ne der?
Ve Rabbinin rızası yoksa eğer o işte,
Vazgeçer, yapmaz onu, tam iman budur işte.)
. Kimler sonsuz yanacak?
Ali bin Şihab rahmetullahi aleyh
Mısır evliyâsından. Doğum târihi belli değildir. Nesebi dördüncü dedede Tilmsan sultânı Ebû Abdullah'a, sonra da Seyyid Muhammed bin Hanefiyye'ye ulaşır. Büyük âlim İmâm-ı Şa'rânî'nin dedesidir.
Bu zat buyuruyor ki: (Müminin alameti,
İkidir, biri, sevmez küfrü ve kâfirleri.
Öbürü, ibadetler ona pek zevkli gelir.
Haram ve günahlardan, nefret eder, iğrenir.
Kalpte iman nurunun kuvvetlenmesi için,
İki şeyi yapması lazım gelir kişinin.
Biri, sohbet etmektir Allah dostları ile.
Zira kalp temizlenir, onların sohbetiyle.
Bir de, kitaplarını okumaktır onların.
Çünkü kalbi parlatır sözleri o zatların.)
Bir gün de buyurdu ki: (İmanda altı şart var.
İman etmiş sayılır bunlara inananlar.
Ancak bunlardan başka, vardır ki üç şart daha,
O iman makbul olmaz, bu üçü bulunmazsa.
Birisi, can boğaza gelmeden inanmaktır.
İkincisi, küfr olan sözde bulunmamaktır.
Bir de hubb-u fillah ve buğd-u fillah var ki hem,
İnanmış olmak için, bu da mühim ve elzem.
Yani müslümanları, Allah için sevmektir.
Kâfirleri, küfründen dolayı sevmemektir.
Bu üç şarttan birisi bulunmuyorsa eğer,
O kişinin imanı, olmaz makbul, muteber.)
. İman etmek kolay değil
Ebül Hasen Harkani (Rahmetullahi Aleyh)
Allahü teâlâya ve âhirete âit ilimler yâni mârifetler sâhibi büyük âlim ve velî. Künyesi Ebü'l-Hasan, ismi Ali bin Câfer'dir. Bistâm'ın bir kasabası olan Harkân'da dünyâya geldi. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî, uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral idi. Hazret-i Ömer'e benzerdi. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. Büyük İslâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmî'nin rûhâniyetinden istifâde ederek kemâle gelmiş, yükselmişti. Zamânının kutbu idi. 1034 (H.425) senesinde Harkân'da vefât etti. Kabri Harkân'dadır.
Büyük islam sultanı, o Gazneli Mahmut Han,
Harkan vilayetine gelmiş idi bir zaman.
Orada, Ebül Hasan Harkani diye bir zat,
Vardı ki, ziyarete gitmişti onu bizzat.
Harkani hazretleri, Mahmud-u Gaznevi’ye,
Hocasından bahsetti, çok büyük zattı diye.
Dedi: (Hocam Bayezid Bistami, ayriyeten,
Öyle kâmil bir veli idi ki hakikaten,
Onu bir defa gören, küfürden kurtulurdu.
Ve bir defa konuşan, hidayeti bulurdu.)
Mahmut Han çok şaşırıp, dedi: (Ya Ebel Hasen!
Böyle nasıl söylersin Bayezid hakkında sen?
Zira Resulullahı gördü nice kâfirler.
Yine de iman ile şereflenemediler.
Bahusus Ebu Cehil ve keza Ebu Leheb,
Allah’ın resulünü sık sık görürlerdi hep.
Bunlar gelemedi de iman ve hidayete,
Bayezid’i gören mi erecek bu devlete?
Senin üstadın olan Bayezid-i Bistami,
Server-i kainattan yüksek mi daha yani?
O Resulü görenler, etmediler de iman,
Nasıl onu görenler imana gelir o an?)
Dinledi Ebül Hasen, sultanın bu sözünü.
Dedi: (Onlar görmedi Allah’ın Resulünü.
Yani Ebu Cehil’le onun gibi çok ahmak,
Onu göremediler bir Peygamber olarak.
Anlamadıklarından Peygamber olduğunu,
Yalnız görmüş oldular, Abdullahın oğlunu.
Yahut Ebu Talib’in yetimidir diyerek,
Baktı ve aldandılar peygamber bilmeyerek.
Onlar inkâr gözüyle ona baktı yalnızca.
Bu yüzden aldandılar, imanla bakmayınca.
Sıddık-ı ekber gibi, onlar da, inanarak,
Görmüş olsalar idi bir Peygamber olarak,
Onlar da, onun gibi imana gelirlerdi.
Onun gibi yükselip, kemale ererlerdi.
Araf suresinde de, Hak teâlâ mealen,
Şöyle buyurmaktadır, Habibine hitaben:
(Sana baktıklarını görürsün çok kimsenin.
Fakat üstünlüğünü görmezler onlar senin.)
Hükümdar, bu cevabı dinleyince dikkatle,
Pek hoşuna gitti ve memnun oldu gayetle.
Silindi kalbindeki o itiraz ve inat.
Dedi: (Eder misiniz bana biraz nasihat.)
Buyurdu ki: (Günahtan geri çek her a’zanı.
Kıl her gün cemaatle, beş vakit namazını.)
. İman, muma benzer
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, "Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiş.
Bu zat buyuruyor ki: (Bizi, Rabbil âlemin,
Resule uymak ile şereflendirsin, âmin.
Ona tâbi olmanın ufak bir zerresi hem,
Üstündür ahiret ve dünya lezzetlerinden.
Ona tâbi olmak da, ona iman etmektir.
Ve gösterdiği yolda, dosdoğru yürümektir.
Onun yolu, Kur’an-ı kerimin yoludur tam.
Bu da islamiyet’tir veyahut din-i islam.
Ona uymak için de, önce iman edilir.
Sonra da, müslümanlık iyice öğrenilir.
Sonra farzlar yapılıp, kaçılır her haramdan.
Ve sünnetler yapılıp, kaçılır mekruhlardan.
İman etmek, mutlaka her insana lazımdır.
Hatta bu, herkes için zaruri, yani farzdır.
Yine Resulullaha, her kim ki iman eder,
Onu, mal ve canından daha ziyade sever.
Lakin bu sevgisinin alameti olarak,
Onun sünnetlerine tâbi olur muhakkak.
O Server ne dediyse, hepsini beğenerek,
Kalben kabul etmeye, denilir iman etmek.
Böylece iman eden kimseye mümin denir.
Mümin, Resulullahın her sözünü beğenir.
Birisine inanmaz, yahut şüphe ederse,
İmanını kaybedip, küfre düşer o kimse.)
Bir gün de buyurdu ki: (Mümin, her şeyden önce,
İman bilgilerini öğrenmeli iyice.
Sonra ,fıkıh bilgisi öğrenmek, iyi bilmek,
Her mümin üzerine farzdır ki, mühimdir pek.
İslamın şartı beştir: Namaz, oruç, hac, zekat.
Ve başta imandır ki, bunlardır işte beş şart.
Her kim iman edip de, ibadet yapar ise,
Mümin veya müslüman denilir o kimseye.
Bu dört farzı yapıp da, hem kaçarsa haramdan,
Olmuş olur o kimse, tam, olgun bir müslüman.
Bunlardan bir tanesi bozuk olursa eğer,
O müslümanlık dahi bozuk olur bu sefer.
Böyle iman, insanı, dünyada belki korur.
Ama imanla ölmek, çok müşkil ve zor olur.
İman, açık havada yanan bir muma benzer.
Çabucak sönüverir, feneri yoksa eğer.
Ahkam-ı islamiye, işte fener gibidir.
İkisine birlikte, islamiyet denilir.
Çıplak mum çabuk söner, imansız islam olmaz.
İslam olmayınca da, o iman elde kalmaz.
Hem kuvvetli bir iman, hem de salih bir amel,
Lazımdır ki, bunlarla insan olur mükemmel.
İman edip, ihlasla amel eden bir insan,
Olur Allah katında, olgun, halis müslüman.
Kim de islamiyet’i, heva ve hevesine,
Uydurmaya kalkarsa, düşer küfrün içine.
. Ehl-i sünnetin manası
Ebu Ali Rodbari (Rahmetullahi Aleyh)
Dokuzuncu asrın sonlarında, onuncu asrın başlarında Bağdât'ta ve Mısır'da yaşamış evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed'dir. Künyesi Ebû Ali olup Rodbârî nisbesiyle meşhurdur. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdât'ta doğdu. 933 (H.321) senesinde Mısır'da vefât etti. Kabri, Karafe kabristanında Zünnûn-ı Mısrî'nin kabri yakınındadır.
Bu zat buyuruyor ki: (En önce lazım olan,
Edinmektir dosdoğru bir itikat ve iman.
İman da, ehl-i sünnet denilen âlimlerin,
Bildirdikleri gibi olmalıdır, bu mühim.
O Resulün yolunu, doğru, açık anlatan,
Ve Kur’an-ı kerimden doğru mana çıkaran,
Hadis-i şerifleri, yine doğru olarak,
Anlayan, ehl-i sünnet âlimleridir ancak.
Allah’ın resulünün ve onun Eshabının,
Yolunu, kitaplara onlar geçti bihakkın.
İşte ehl-i sünnetin reisi, kurucusu,
İmamı a’zam Ebu Hanifedir doğrusu.
İşte bu büyük İmam ve talebelerinin,
Yetiştirmiş olduğu binlerce âlimlerin,
Yazdığı milyonlarca kitabın sayesinde,
Yayıldı islamiyet dünyanın her yerinde.
Bu islam âlimleri, çalışıp didinerek,
Başlarını, yastığa koyup dinlenmeyerek,
Allah’ın bu dinini, doğru olarak yine,
Yaydılar kitaplarla dünyanın her yerine.
İslamı işitince, onu doğru olarak,
Öğrenmek isteyene, bildirir cenab-ı Hak.
Velhasıl Kur’andan ve hadis-i şeriflerden,
Çıkarılan ilimler içinde, her cihetten,
Sadece bir tanesi, kıymetli ve doğrudur.
Bu da, ehl-i sünnetin bildirmiş olduğudur.
Çünkü ehl-i sünnetin bu büyük âlimleri,
Sahabe-i kiramdan aldı bu ilimleri.
Eshab da, Peygamberi zişandan öğrenerek,
Bu yüksek âlimlere bildirdiler tek be tek.
Yani bu ehl-i sünnet denilen âlimlerin,
Bildirdiği tek yoldur, doğru, sağlam ve emin.
Onların bildirdiği iman ve itikattan,
Kıl kadar ayrılanlar, kurtulamaz azaptan.
Bunun böyle olduğu, çok kesin ve doğrudur.
Öyle ki, yanlış olma ihtimali hiç yoktur.)
. Hangi kitaplar okunur?
Ebu Ali Rodbari (Rahmetullahi Aleyh)
Dokuzuncu asrın sonlarında, onuncu asrın başlarında Bağdât'ta ve Mısır'da yaşamış evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed'dir. Künyesi Ebû Ali olup Rodbârî nisbesiyle meşhurdur. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdât'ta doğdu. 933 (H.321) senesinde Mısır'da vefât etti. Kabri, Karafe kabristanında Zünnûn-ı Mısrî'nin kabri yakınındadır.
Bu zat buyuruyor ki: (Her müslüman, en evvel,
Bir iman ve itikat edinmeli mükemmel.
Ehl-i sünnet denilen o büyük insanların,
Bildirdiği imandan, kıl kadar ayrılanın,
Azaptan kurtulması, asla mümkün değildir.
Bunun böyle olduğu, pek kati ve bellidir.
Zira Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler,
Ve din büyüklerimiz verdiler böyle haber.
Yani ehl-i sünnetden biraz ayrılanların,
Maksatları din değil, dünyalık olanların,
Sözleri, kitapları, sanki zehir gibidir.
Onlara aldananlar, imanını yitirir.
Dünya makamı için, dini alet ederek,
Kendine, din adamı edasını vererek,
Her aklına geleni söyleyip yazanların,
Hepsi din hırsızıdır, onlara aldanmayın.
Yazdıkları kitap ve dergiler ile, bunlar,
Okuyan kimselerin, imanını çalarlar.
Bu bozuk kitaplara aldanan nice insan,
Vardır ki, kendisini sanır yine müslüman.
Oruç tutar ve kılar beş vakit namazını.
Bilmez ki, çaldırmıştır dinini, imanını.
Yaptığı ibadetler, indallah kabul görmez.
Hiçbir iyiliğine, sevap, ecir verilmez.
İman varsa, bunların olur faideleri.
O ise, imanını çaldırmış, yok haberi.
O halde her müslüman, uyanık olmalıdır.
Bu kabil kitapları, hiç okumamalıdır.
Bir kitabı alırken, değil sırf kapağına,
Bakmalıdır bilhassa (kim yazmış?) olduğuna.
Ehl-i sünnet bir âlim yazmışsa, almalıdır.
Çünkü o âlimlerden, insana fayda vardır.
Dinde reformcu veya bid’at ehli bir insan,
Yazmışsa, kaçmalıdır o kitabın yanından.
Çünkü iki cihanda saadete kavuşmak,
Ehl-i sünnet olmaya bağlıdır bugün ancak.
Bu da, Hak teâlânın resulü, sevgilisi,
Dünya ve ahiretin iyisi, efendisi,
Olan Resulullaha uymakla olur mümkün.
Bu da, ehl-i sünnetin yoludur ancak bu gün.
Mühim olan, doğru bir iman ve itikattır.
Sonra, ibadetleri öğrenmek ve yapmaktır.
Kalpte doğru imanın olduğuna alamet,
Müminlere sevgidir, kâfirlere adavet.
Çünkü islam ve küfür, zıddır birbirlerine.
Bir kalpte biri varsa, yer kalmaz diğerine.
İki zıt şey, bir anda, bir yerde bulunamaz.
Bunlardan biri varsa, öteki gider, durmaz.)
. Akıllı olmanın alameti
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (Saadete kavuşmak,
Müslüman olmak ile müyesser olur ancak.
Mümin olmak için de, inanmak lazım gelir.
Önce inanmalı ki, Allah vardır ve birdir.
Görür, bilir, işitir O her bir hadiseyi.
O, yapar ve yaratır kainatta her şeyi.
Ve hazret-i Muhammed, Onun peygamberidir.
Ancak Ona uymakla, Rabbe kulluk edilir.
Öldükten sonra tekrar, kalkılacak kabirden.
Ve öteki âlemde hayat var ebediyen.
Ya Cennet denen yerde, olacak sonsuz nimet,
Yahut da Cehennemde sonsuz azap, eziyet.
Bu dünyada yaşayan insanlar, yüzde doksan,
Bütün yahudilerle, bilcümle hıristiyan,
Hatta bütün dünyaca isim yapmış kişiler,
Devlet adamlarıyla, meşhur siyasetçiler,
Bütün fen adamları, nice meşhur kumandan,
Brehmenler, budistler, ateşe, puta tapan,
Kimseler, inanır ki, öldükten sonra elbet,
Tekrar dirilmek olup, hayat var ilel ebed.
Her kişi, ya Cennette sonsuz yaşayacaktır,
Yahut da Cehennemde ebedi yanacaktır.
Bazı cahiller var ki, islamı bilmiyorlar.
Lakin müslümanlarla istihza ediyorlar.
Gündüzleri plaj ve spor sahalarında,
Gece, kızlı oğlanlı, otel odalarında,
Zevk ve sefa içinde, çalgı, oyun ve kumar,
İçki ve eğlenceyle ömür çürütüyorlar.
Lazım olan parayı, hak hukuk tanımadan,
Hiyleli yollar ile topluyorlar durmadan.
Bunlar, dinsiz olmaya, derler (ilericilik).
Ahlaksızlığa ise, diyorlar (aydın gençlik).
(Biz Avrupalılara benziyoruz) diyorlar.
Onlara benzemekle, iftihar ediyorlar.
Lakin biri imanlı ve namusluysa şayet,
(Gerici, yobaz) diye, ediyorlar hakaret.
Halbuki Avrupalı ve Amerikalılar,
Allah’ın varlığına, kesin inanıyorlar.
İnandıkları için, bunlar akılsız da hep,
O inanmayanlar mı akıllıdırlar acep?
Bunların tuzağına düşenler, ne ahmaktır.
Bu, kendini, ebedi Cehenneme atmaktır.
Aklı olan, uyarak ilim, fen ve aklına,
İnanması gerekir Allah’ın varlığına.
Yahut bütün dünyanın inandığı şu gerçek,
Cehennemde ebedi yanmayı düşünerek,
Korkup, hemen imana gelmesi lazım gelir.
Bu, akıllı olmanın icab ve gereğidir.)
. İnsan, akla tâbi olur
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (Bu gün, din düşmanları,
Tek hedef seçmişlerdir, müslüman çocukları.
Onların imanını çalmak için gizlice,
Yalan ve iftiralar uydururlar bir nice.
Derler ki: (Cin ve melek, hatta Cennet, Cehennem,
Hep uydurma şeylerdir, hiç var mı gidip gören?
Göz ile görülmeyen bir şeye var denir mi?
Var diyen bir kimseye, akıllı denilir mi?)
Halbuki görülmeyen şeye inanmamakla,
Güvenmemiş oluyor bunlar ilim ve akla.
Yani göz, kulak gibi uzuvlarına, bunlar,
Tâbi olduklarını bildirmiş oluyorlar.
Halbuki insan uyar, ilmi ile aklına.
Hayvanlar tâbi olur duyu organlarına.
Nitekim insanların his uzuvları, zaten,
Hayvanlara kıyasla, geridedir esasen.
Hem insan, her hususta göze nasıl inanır?
Çok yerde akıl gözün, yanlışını çıkarır.
Mesela göz, güneşi, pencerenin içinden,
Görünce, küçük sanır güneşi pencereden.
Akıl ise, doğruyu bularak işbu babta,
Der ki: (Güneş büyüktür, dünyadan bile hatta.)
Burada, kâfirler de bizim gibi diyorlar.
Böylece hayvanlıktan kurtulmuş oluyorlar.
Keşke ahirete de inanıp böyle yine,
Yükselmiş olsalardı, insanlık şerefine.
Bir komünist muallim, talebeye Rusyada,
Der ki: (Ben, şimdi sizi görüyorum burada.
Elbette ki sizler de, beni görüyorsunuz.
O halde bizler varız, çünkü görülüyoruz.
Hem bakın, görülüyor karşıdaki şu dağlar.
Yok olan şey görülmez, öyleyse onlar da var.
Söylediğim bu sözler, ilme, fenne dayanır.
İlerici aydınlar, elbet fenne inanır.
Velakin gericiler, der ki: Bu kainatı,
Yaratan kuvvet vardır, Allah’tır onun adı.
Onların bu sözleri, fenne uygun değildir.
Görülmeyen şeylere var demek, deliliktir.)
O sırada, bir Türkmen çocuğu söz alarak,
Der ki: (Bu sözleriniz, akıldan gayet uzak.
Ben inanıyorum ki, hiç akıl yoktur sizde.
Zira akıl olsaydı, görürdük onu biz de.)
O komünist muallim, o Türkmen çocuğuna,
Hiç cevap veremeyip, öfkelenir çok ona.
Ve mağlubiyetinin öfkesiyle sırf o an,
Çocuğu, tekme tokat çıkarır o sınıftan.
Yavrucak, ya ölmüştür, ya hapse atılmıştır.
Çünkü onu bir daha, hiç gören olmamıştır.)
. La ilahe illallah
Ebu Ali Rodbari (Rahmetullahi Aleyh)
Dokuzuncu asrın sonlarında, onuncu asrın başlarında Bağdât'ta ve Mısır'da yaşamış evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed'dir. Künyesi Ebû Ali olup Rodbârî nisbesiyle meşhurdur. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdât'ta doğdu. 933 (H.321) senesinde Mısır'da vefât etti. Kabri, Karafe kabristanında Zünnûn-ı Mısrî'nin kabri yakınındadır.
Bu Allah adamına sordu ki bazı gençler:
(Rahat yaşamak için, ne yapmak icab eder?)
Dedi: (İki cihanda rahat yaşamak için,
Önce iman etmesi lazım gelir kişinin
İman eden bir kimse, kaçarsa hem haramdan,
İbadet de yaparsa, olur kâmil müslüman.
İman, altı esasa inanmakla beraber,
Diğer hükümlere de inanmak icab eder.
Hakiki müslümandan, razıdır Hak teâlâ.
Bu nimete kavuşmak için de, en evvela,
Ehl-i sünnet üzere, doğru inanmalıdır.
İbadetleri dahi, ihlasla yapmalıdır.)
Bir gün de buyurdu ki: (İman, büyük nimettir.
Elden çıkacak diye, tir tir titremelidir.
Bir müslüman, imansız ölmekten korkmaz ise,
Son nefeste imansız ölebilir o kimse.)
Buyurdu: (Ahirette kurtulmak için, insan,
Olması lazım gelir, önce halis müslüman.
Yani doğru bir iman, itikat edinmeli.
Sonra, islamiyet’i iyice öğrenmeli.
Bir müslüman evladı, evlenecek bir çağa,
Geldiğinde, islamı öğrenip yaşamağa,
Lüzum görmez veyahut vermezse ehemmiyet,
Mazallah imanını kaybedip olur mürted.
Dinin temeli üçtür, ilim, amel ve ihlas.
Üçüncüyü, insana tasavvuf sağlar esas.
Ve hatta tasavvufun gayesi iki şeydir.
Birincisi odur ki, iman vicdanileşir.
Yani insan, dinine sarılır tam ihlasla.
İmanı, şüphelerden bir zarar görmez asla.
Akıl ve delil ile ve isbat edilerek,
Elde edilen iman, böyle kavi olmaz pek.
Nitekim buyurdu ki Kur’anda cenab-ı Hak:
(İmanın sağlamlığı, zikr ile olur ancak.)
Buradaki zikirden murad da, bir kişinin,
Her şeyi yapmasıdır, sadece Allah için.)
. İyi insan olmak için
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Nasihat istemişti bir kimse bu veliden.
Buyurdu: (Emin olma küfür tehlikesinden.
Nasıl bir kelimeyle girilirse imana,
Bir sözle de, bu iman gidebilir yabana.
İtikat bilgileri, herkese zaruridir.
Öğrenmek, her müminin asli vazifesidir.
Her kim, çocuklarına iman bilgilerini,
Vermezse, yapmamıştır insanlık görevini.)
Bir gün de buyurdu ki: (İyi bir insan olmak,
Yedi şeyi, sırayla yapmakla olur ancak.
Birincisi, dosdoğru bir iman edinmektir.
Zira imansız olmak, sonsuz bir felakettir.
İkincisi, dinini öğrenmektir mükemmel.
Zira ilim olmazsa, yapılamaz bir amel.
Üçüncüsü, her çeşit haramdan sakınmaktır.
En büyük haram ise, bu dinde kalp kırmaktır.
Dördüncü mühim esas, farzı ifa etmektir.
Farzlar, Hak teâlânın emirleri demektir.
Beşincisi, mekruhtan kaçınmaktır iyice.
Bunlar da, kerih olan şeylerdir dinimizce.
Bundan sonra, sünneti yapmaya sıra gelir.
Bunlar, Resulullahın beğendiği şeylerdir.
Bütün bu altı şeye edince tam riayet,
Yedinci, tasavvufa sıra gelir nihayet.
Bunlardan bir tanesi yapılmaz ise eğer,
Ondan sonrakilere verilmez hiçbir değer.
Mesela bir kimsenin imanı yoksa şayet,
Yapsa da, kabul olmaz yüzbin sene ibadet.
Ve eğer haramlardan sakınmazsa bir kişi,
Faide vermez ona, yaptığı hiçbir işi.
Farzları yapmayanın, sünneti kabul olmaz.
Sünneti yapmayan da, tasavvufcu olamaz.
Bir müminin kalbini kırsa biri mesela,
Yaptığı zikirlerin, faydası olmaz asla.)
Bir gün de buyurdu ki: (Saadete kavuşmak,
Allah’ın resulünü sevmekle olur ancak.
Zira Peygamberimiz buyurdu ki bir zaman:
(Allah ve resulünü çok sevmeli müslüman.)
O, onları her şeyden daha çok sever hale,
Gelmedikçe, imanı asla gelmez kemale.
Kul, sık sık La ilahe illallah söyleyerek,
Gerekir imanını an be an yenilemek.)
. İtikat bilgileri -1
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, "Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
İmam-ı Rabbani’nin, birine mektubunda,
Şöyle buyuruluyor itikat mevzuunda:
İtikat edilmesi çok lazım olanları,
Âlimler, şu şekilde bildirdi ayrı ayrı:
Hak teâlâ, elbette, kendi zatıyla vardır.
Yani kendi kendine varlıkta durmaktadır.
Nasıl şimdi var ise, hep var idi önceden.
Ve hep var olacaktır, devamlı, ebediyen.
Varlığının önünde, sonunda yokluk olmaz.
Çünkü Onun varlığı lazımdır, Onsuz olmaz.
O, vacib-ül vücuddur, varlığı lazımdır hep.
Ve herkes, Onun ile varlıkta duruyor hep.
O, birdir, şeriki ve benzeri yok elbette.
Ve Onun, hiç ortağı yoktur uluhiyette.
İbadet olunmaya hakkı olmakta da bir,
Yoktur hiçbir ortağı, yoktur Ona bir nazir.
Ortağı olmak için, müstakil, yani kâfi,
Olmaması lazım ki, bir kusurdur bu dahi.
O, uluhiyetinde müstakildir muhakkak.
O halde lüzumsuzdur Ona şerik ve ortak.
Lüzumsuz olmak ise, bir kusurdur elbette.
Kusur ve noksanlık da, olmaz uluhiyette.
Şerik olacağını düşünmek yani Ona,
Olamayacağını çıkarıyor meydana.
Onda, noksan olmayan, kâmil sıfatlar vardır.
Bunlar da, sübuti ve hakiki sıfatlardır.
Hayat, ilim, sem', basar, irade, kudret, kelam.
Ve tekvin sıfatıyla, sekiz olur hepsi tam.
Bunlar dahi kadimdir, sonradan olma değil.
Kendinden ayrı vardır, böyle dedi ehl-i dil.
Allah, cisim değildir, değil hem madde ve hal.
O, zamanlı değildir, olmaz Ona yer, mahal.
Bir cihette değildir, yoktur Onun bir yeri.
Yoktur misli ve zıddı, yoktur hiçbir benzeri.
Ana, baba, zevcesi, yoktur çocukları hem.
(Allah baba) diyenin, imanı gider o dem.
Bunlar, hep mahluklarda bulunan nesnelerdir.
Hepsi, birer noksanlık, kusur alametidir.
Her şeyi bilicidir, zerreden Arş’a kadar.
Kainatta ne varsa, bilir gizli, aşikâr.
Çünkü Odur yaratan ne varsa yer ve gökte.
Zira yaratmak için, bilmek lazım elbette.
O, önceki sonsuzdan, sonraki sonsuza dek,
Yalnız bir kelam ile söyleyicidir elbet.
. İtikat bilgileri -2
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, "Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Müslümanlar, Cennette Allah’ı görecektir.
Bilinmeyen görmekle lakin göreceklerdir.
Zira nasıl olduğu anlaşılamayanı,
Görmenin, olmaz elbet anlaşılır bir yanı.
Belki gören kimse de, anlaşılmaz bir hale,
Girer de, öyle erer bu devlet ve kemale.
Bu, derin bir muamma, anlaşılmaz bir iştir.
Lakin seçilmişlere, bu sır bildirilmiştir.
Bu mesele, herkese gizlidir gerçi, fakat,
Bu seçilmiş zatlara, olmuştur bir hakikat.
Buna inanmayanlar, göremeyeceklerdir.
Zira (İnkâr edenler, mahrumdur) demişlerdir.
Her şey gibi, Allah’ın bir mahlukudur Cennet.
O, hiçbir mahlukunun içine girmez elbet.
Fakat bazılarında, zuhur eder nurları.
Bu nimetten mahrumdur ve lakin bazıları.
Aynada, cisimlerin sureti görünüyor.
Lakin taş ve toprakta bu görüntü olmuyor.
Resulullah Mirac’da gördüyse de, ne var ki,
O, bu dünyada değil, Cennette oldu vaki.
Yani dünyadan çıkıp, karıştı ahirete.
Ahiret âleminde kavuştu bu devlete.
Yerleri ve gökleri, dağları, denizleri,
Hep Allahü teâlâ yarattı bu şeyleri.
Ağaç, meyva, madenler, hücre, atom, molekül,
Onun yaratmasıyla ederler hep teşekkül.
Nasıl ki yıldızlarla süslediyse semayı,
İnsanı yaratmakla süsledi bu dünyayı.
Ondan başka hiçbir şey yok idi bu cihanda.
Hepsini, hiç yok iken, O yarattı bir anda.
İnsanlar, yaratılmış, mahluk olduğu gibi,
İşleri de, Allah’ın mahlukudur tabii.
Yaratılmak damgası yemiştir ki bu insan,
Bu, aciz olduğuna bir delildir ve nişan.
Kul, bu acizliğiyle hiçbir şey yaratamaz.
Kula (Yarattı) demek, çirkindir, caiz olmaz.
Bir insanın işinde, kendine düşen husus,
Yalnız kesb etmesidir, yaratmak Rabbe mahsus.
Kulun, cüz’i kudreti ve iradesi vardır.
İşi yapan, yaratan, Allahü teâlâdır.
İhtiyari işler de, insanın kesb’i ile,
Hasıl olur yine de Onun yaratmasıyle.
İnsan, işi kesb eder, yani seçer, beğenir.
Allah da yaratarak, o iş meydana gelir.
İnsanın beğenmesi olmasaydı işinde ,
Titremeden bir farkı olmazdı o işin de.
İhtiyari işleri, titremeden ayıran,
(Kesb)dir ki, mesul olur insan her yaptığından.
. İtikat bilgileri -3
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, "Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Hak teâlâ kullara, ettiğinden çok şefkat,
Peygamberler gönderdi aleyhimüssalevat.
Bunlarla, doğru yolu gösterip kullarına,
Çağırdı onları hep, sevgi ve rızasına.
Yani razı olduğu, sevdiği bir yer olan,
Cennete davet etti, kurtulup bu dünyadan.
Onun bu davetini, kim kabul etmez ise,
Ne kadar ahmaktır ve zavallıdır o kimse.
Bütün Peygamberlerin, Allahü teâlâdan,
Getirdiği haberler, doğrudur, olmaz yalan.
Akıl, hakkı, doğruyu bulmaya yarayan bir,
Alet ise de fakat, noksandır, tam değildir.
Doğruyu, tek başına bulamaz yani akıl.
Peygamber gelmesiyle tamamlanmıştır asıl.
Peygamberlik nuruyla, o ancak görebilir.
O ışık olmadıkça, hep yanlış karar verir.
Nitekim gözümüz de, görmüyor karanlıkta.
Görebilmesi için ışık lazım ona da.
Onların gelmesiyle, akıl tamamlanmıştır.
Kullara, bir özür ve bahane kalmamıştır.
Peygamberlerin ilki, Adem aleyhisselam.
Habibullah ile de, nübüvvet buldu hitam.
Hepsine iman edip, tasdik eylemeliyiz.
Hepsini, masum yani günahsız bilmeliyiz.
Birine inanmamak, inkârdır tamamını.
Çünkü söylemişlerdir hepsi aynı imanı.
İsa aleyhisselam ölmeyip, şimdi sağdır.
Dünya hayatı ile Cennette, hayattadır.
Yahudiler, öldürmek istedi onu, ancak,
Allah, göke kaldırdı onu diri olarak.
Kıyamete yakın bir zamanda, gökten Şam’a,
İnip, tâbi olacak bu dine, bu islama.
Melekler, Rabbimizin kıymetli kullarıdır.
Onların da içinde Peygamberleri vardır.
Onlar vahiy getirir, ya sair meleklere,
Yahut insandan olan, bütün Peygamberlere.
Emr olunduklarını yapar, isyan etmezler.
Emin olduklarından, yanlış iş işlemezler.
Gökten inen Kitap ve Sahifeleri de hep,
Onlar getirmiştir ki, doğrudur hepsi elbet.
Yemeye ve içmeye, yoktur ihtiyaçları.
Evlenmeleri yoktur, olmaz hiç çocukları.
Çünkü yoktur onlarda erkeklik ve dişilik.
Hep itaat ederler, yapmazlar hiç gevşeklik.
Bütün bunlara rağmen, insanların yükseği,
En üstün melekten de, olur yüksek ve iyi.
Çünkü insan, nefis ve şeytanla savaşıyor.
İhtiyacı var iken, böyle çok yükseliyor.
. İtikat bilgileri -4
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, "Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Ahirete inanmak, Allah’a iman gibi,
Müslüman olmak için mühim şarttır tabii.
Her kim ki, ahirete iman eylememiştir,
Allahü teâlâyı inkâr etmiş gibidir.
Kabir azabı ile, vardır kabir sıkması.
Buna da, her müminin lazımdır inanması.
Çünkü Resulullahın meşhur hadisleriyle,
Haber verilmiştir ki, vuku bulur ayniyle.
Kabirde, Münker-Nekir adında iki melek,
Çok korkunç suretlerde, her mevtaya gelerek,
Belli bazı şeyleri sual edeceklerdir.
Kabir suallerine cevap vermek bir derttir.
Kıyamet günü vardır, o gün elbet olacak.
Gökler parçalanarak, yıldızlar dağılacak.
Bu yer yüzü ve dağlar, toz olup savrulurlar.
Parça parça olur ve sonra da yok olurlar.
Bu, Kur’an-ı kerimde haber verilmektedir.
Bunlara inanmayan, küfre kaymış demektir.
Kıyamette, her mahluk yok olup, sonra tekrar,
Hepsi yaratılarak, mezardan kalkacaklar.
Her mahlukun çürümüş et ve kemiklerine,
Hak teâlâ can verip, diriltecektir yine.
O gün, Mizan denilen kurulur bir terazi,
Tartılır iyi, kötü amellerin cümlesi.
Amel defterleri de, uçarak o gün yine,
Sağ veya sol taraftan gelir sahiplerine.
İyiler, sağdan alır, kötüler sol yanından.
Mazallah kâfirlere, gelir arkalarından.
Sonra, Sırat kurulur Cehennem üzerine.
Ve herkes, bu köprüden geçerler o gün yine.
İyiler kolay geçip, Cennetlere girerler.
Kötüler geçemeyip, Cehenneme düşerler.
Bu bildirilen şeyler, olacaktır muhakkak.
Öyleyse tereddütsüz lazım gelir inanmak.
Hayale kapılarak, şüphe etmemelidir.
Yoksa, inanmamanın cezası pek elimdir.
Allahü teâlânın yine iznine göre,
Şefaat edecektir iyiler, kötülere.
Zira Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:
(Şefaatim, günahı büyük olanlaradır.)
Hesaplar görülünce, inanmayan kâfirler,
Hiç çıkmamak üzere, Cehenneme girerler.
Müminler ise o gün, (iman)ın hürmetine,
Kavuşur ebediyen Cennet nimetlerine.
Günahı, sevabından çok olan müslümanlar,
Cehennem azabına düşse de her ne kadar,
Bir müddet azap görüp, sonra çıkacaklardır.
Yine Cennete girip, sonsuz kalacaklardır.
. İtikat bilgileri -5
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, "Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
(Zemherir) diye bir yer vardır ki Cehennemde,
Soğuk Cehennem olup, pek şiddetlidir hem de.
Kâfirlere, bir sıcak, bir soğuk, sonra sıcak,
Cehenneme sokulup, çok azap yapılacak.
Bazı din cahilleri, yalan uyduruyorlar.
Ve islama, alçakça iftira ediyorlar.
Diyorlar: (Peygamberler, güney memleketlerde,
Geldiği içindir ki, hep sıcak bölgelerde,
Cehennem azabının, sırf, ateş olduğunu,
Söyleyip, korkutmuşlar insanların çoğunu.
Soğuk memleketlerde gelseydi onlar eğer,
Buzla korkuturlardı insanları bu sefer.)
Bu kâfirler, çok cahil, hem de çok ahmaktırlar.
Böylelikle islama çamur atmaktadırlar.
Kur’andan bir zerrecik haberleri olsaydı,
Ve bir islam kitabı alıp okusalardı,
Biraz da akılları olsa idi, o zaman,
İnsafa gelirler ve olurlardı müslüman.
Ve yahut hiç olmazsa, yalan söylemezlerdi.
Ve iftira etmekten, az haya ederlerdi.
Zira buyurulur ki âyet-i kerimede:
(Zemherir azapları mevcuttur Cehennemde.)
Hem sonra Peygamberler, sadece sıcak değil,
Soğuk bölgelere de hep gönderilmişlerdir.
Yüzyirmidörtbin kadar Resul, Nebi, Peygamber,
Sıcak, soğuk heryere gönderilmiş idiler.
Son anda belli olur kâfir veya müslüman.
Bunun için, mühimdir son nefes, yani son an.
Çok kimseler vardır ki, kâfir yaşar bir ömür.
Lakin son nefesinde, iman eder ve ölür.
Veyahut bütün ömrü geçerse de imanda,
Tersine, kâfir olup ölebilir son anda.
Lakin son nefesteki, en son hale bakılır.
Mahşerde, buna göre muamele yapılır.
Müslüman, büyük günah işlese de çok fazla,
Üzüldüğü müddetçe, imanı gitmez asla.
Yani kul, günahına pişman olur, sıkılır,
Hemen tövbe ederse, o yine imanlıdır.
Günahı, fütursuzca işler ise bir kimse,
Lakin buna üzülmez, aldırış etmez ise,
Ehemmiyet vermemiş olur ki, o, bu zaman,
Mazallah kâfir olur, elde kalmaz o iman.
Müslüman, (Ben elbette müminim) demelidir.
Bu hususta, (İnşallah) bile dememelidir.
Son nefesteki iman kastedilirken gerçi,
Söylenebilirse de inşallah kelimesi,
Bunda, şüphe manası belki çıkacağından,
(Ben, elbette müminim) demelidir her zaman.
. Kötü huyların en fenası
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Hadimi hazretleri (kötü ahlak) babında,
Şöyle buyurmaktadır, Berika kitabında:
Kötü huy ve ahlakın en meşhur olanları,
Kırk olup, anlatalım hepsini ayrı ayrı:
Bunların en kötüsü, (küfür) yani inkârdır.
Allah'a inanmamak ve ateist olmaktır.
Hazret-i Muhammed'in Peygamber olduğuna,
İnanmamak, küfr olup, dahildir yine buna.
İman, Resulullahın, Allahü teâlâdan,
Getirip bildirdiği hükümlere, bittamam,
Kalp ile inanmak ve dille ikrar etmektir.
Yani bu imanını, dil ile söylemektir.
İmanın yeri kalptir, yani kalpte bulunur.
İkrara mani varsa, söylememek affolur.
Mesela bir müslüman, eğer korkutulursa,
Veyahut hasta olur, yahut dilsiz olursa,
Yahut söyleyemeden vefat ederse eğer,
Dil ile söylemekten, affolur bu kimseler.
Bildirilen şeylerden, inanmazsa birine,
İnanmamış sayılır hükümlerin hepsine.
Hepsini ayrı ayrı bilmeden, anlamadan,
(Herbirine inandım) demek de olur iman.
İman hasıl olması için de, hem islamın,
Küfr saydığı şeylerden kaçmalıdır bihakkın.
Mesela bir müslüman, islamın ahkamından,
Birini hafif görse, imandan çıkar o an.
Kur'an-ı kerim ile, Peygamberle, melekle,
Hâşâ alay etmek de küfr olur böylelikle.
Küfr, yani inkâr etmek, esasen üç nevidir.
Bunlar, cehli, cühudi, üçüncüsü hükmidir.
Küfr-i cehli şudur ki, işitmediği için,
İman nurundan mahrum olmasıdır kişinin.
Bu da iki nev' olup, (basit cehil)dir biri.
Bunlar, çok cahil olup, yoktur hiç bilgileri.
Cahil olduklarını, bilip farkındadırlar.
Hayvan gibi ve hatta daha aşağıdırlar.
Çünkü her insan ile hayvanı ayıran fark,
İlim ile idraktir, bu, böyledir muhakkak.
Cehl'in ikincisine, cehl-i mürekkeb denir.
Yani yanlış ve sapık itikat edinmektir.
Bu cehil, birinciden daha tehlikelidir.
İlacı bilinmeyen bir hastalık ve derttir.
Cehlini kemal sanır zira böyle kimseler.
Cahil ve ruh hastası olduğunu bilmezler.
Batıla sarılmıştır bu kimseler, hak diye.
Bunun için tövbeye lüzum görmezler bile.
Allahü teâlânın fadlına kavuşarak,
Hastalığını bilen, kurtulur bundan ancak.
. Küfrün çeşitleri
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Bir insan, ya bilmeden girer küfür içine,
Maruz kalır böylece Cehennem ateşine.
Veyahut bile bile bazısı küfre girer.
Yani inad ederek, islamı inkâr eder.
(Küfr-i inadi) denir bunun için bu küfr’e.
Buna sebep olarak, kibir gelir ilk kere.
Yahut mevki sahibi olmayı çok sevmektir.
Bir de ayıplanmaktan korkmak ve çekinmektir.
Fir'avn ve avenesi, gayet kibirliydiler.
Hatta kibir yüzünden, iman edemediler.
Musa aleyhisselam, gösterdi çok mucize.
Ama kibirlerinden, inanmadı hiç kimse.
(Bizim gibi insana, inanmayız!) dediler.
Kibir ve inad edip, imana gelmediler.
Halbuki Fir'avun da insandı onlar gibi.
Ona, ilah diyerek, tapındılar her biri.
Yine Herakliyus da, mahrum kaldı imandan.
Ayrılmak istemedi çünkü saltanatından.
Nitekim okuyunca Resulün mektubunu,
Anladı, Onun hak bir Peygamber olduğunu.
Lakin iman edersem, tahtım gider diyerek,
Tercih etti dünyayı, ahirete, bilerek.
Mahrum olmamak için, dünya saltanatından,
İmandan mahrum olup, sonunda oldu hüsran.
Küfr’ün üçüncü nev'i, (küfr-i hükmi)dir ki hem,
Sebeplerini bilmek, çok lazımdır ve elzem.
Bu, öbürlerinden de daha tehlikelidir.
Çünkü bir kelimeyle, hemen küfre girilir.
Yani islamiyet’in, küfr saydığı sözleri,
Söyleyen, yahut yapan küfr dediği işleri,
Kalbinde tasdik olup, (müminim) dese bile,
Küfr’e düşer mazallah o iş ve sözleriyle.
Dinin tazim ettiği bir şeyi, tahkir etmek,
Yani kıymet verdiği bir şeyi kötülemek,
Yahut tahkir ettiği şeyi tazim etmektir.
Bu, küfr-i hükmi olup, imanı kaybetmektir.
Allahü teâlânın şanına yakışmayan,
Bir şeyi söyleyenin, imanı gider o an.
O kimse, namaz kılsa, yapsa her ibadeti,
Hak teâlâ indinde, olmaz artık kıymeti.
Çünkü o, imanını kaybetmiştir bir kere.
Asla sevap verilmez, imansız kimselere.
Ama o, kendisini müslüman sanmaktadır.
Beş vakit namazını muntazam kılmaktadır.
Hatta geceleri de, kalkıp etse ibadet,
Ağlayıp, gözlerinden yaş dökse uzun müddet,
Bunların hiçbirini beğenmez yine Allah.
Çünkü o, imanını kaybetmiştir mazallah.
. Küfr-i hükmi -1
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Dinin küfür saydığı sözleri söyleyenin,
Yahut küfür sayılan işi icra edenin,
Kalbinde tasdik olup, (inanıyorum) dese,
Yine imanı gidip, küfre düşer o kimse.
Mesela, (Hak teâlâ, Arş'dan veya göklerden,
Bize bakıyor) demek, küfürdür bu sebepten.
Yine, (Filan müslüman, benim nazarımda, bir,
Yahudiden farksızdır) diyen de, olur kâfir.
Yalan olan bir söze, eğer ki, (Bu, doğrudur.
Allah dahi biliyor) derse, bu, küfür olur.
Melekleri veyahut Kur'anı tahkir etmek,
Küfr olur, hem Kur'anın bir harfini küçültmek.
Yine, çalgı çalarak Kur'an tilaveti de,
Asla caiz olmayıp, küfür olur elbette.
Hakiki Tevrat ile İncil'e inanmamak,
Kötülemek de yine, küfür olur muhakkak.
Yine, Peygamberleri tahkir etmeye varan,
Söz söyleyenin dahi, imanı gider o an.
Kur'anda isimleri geçen Peygamberlerden,
Birine inanmamak, küfr olur yine hemen.
Çok iyilik yapana, (Peygamberden iyidir.)
Diyen dahi, mazallah, imanını yitirir.
Peygamber olduğunu söylese biri şayet,
O ve inananlar da, girerler küfre elbet.
Ahirette olacak şeyler ile istihza,
Yani alay etmek de, küfürdür yine keza.
Kabir ve kıyamette olacağı bilinen,
Azaba, (akla, fenne hiç uygun değil) diyen,
Yani aklın ve fennin ardına sığınarak,
Bunları inkâr eden, küfre düşer muhakkak.
Hak teâlâ Cennette, elbet görülecektir.
Bunu inkâr eden de, küfre düştü demektir.
Yine, (Fen bilgileri, islami bilgilerden,
Hayırlıdır) diyenin, imanı gider hemen.
Yine, (Namaz kılsam da, hiç kılmasam da, birdir.)
Diyen de küfre girip, imanını yitirir.
(Zekat vermem) demek de, alamet-i küfürdür.
Bu söz de, söyleyenin imanını götürür.
(Keşke helal olsaydı faiz ile zulmetmek.)
Demek de küfürdür ki, bundan da kaçmak gerek.
Haramdan olan malı vererek bir fakire,
Bundan sevap bekleyen kimse de, girer küfre.
Haram'dan olduğunu bile bile o fakir,
Verene, hayır dua ederse, olur kâfir.
Ve meşhur sünnetlerden birini beğenmemek,
Küfr olur ki, bu gibi hallerden kaçmak gerek.
. Küfr-i hükmi -2
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Kalbinde tasdik olup, inansa da bir insan,
İmanını, bir anda kaybedebilir bazan.
İnsan, bir kelimeyle nasıl ki mümin olur,
Bir kelime ile de, o imanı kaybolur.
Dinin kıymet verdiği şeyleri tahkir etmek,
Tahkir ettiğini de, beğenip kıymet vermek,
(Küfr-i hükmi) olur ki, gayet tehlikelidir.
Yani hükmen o kişi, imanını yitirir.
Mesela bir hadis-i şerifinde o Server,
(Kabrim ile minberim arasında olan yer,
Cennetten bir bahçedir) diye buyurmaktadır.
Bu hadise, her mümin elbet inanmaktadır.
Ve lakin biri eğer, bunu duyduğu anda,
(Ben, hiç Cennet bahçesi görmüyorum burada.
Görünen, bir minberle, bir hasır, bir de kabir.)
Der ise, küfür olup, o anda olur kâfir.
(Bana yaptığın gibi, Allah da sana aynen,
Zulm ediyor) diyenin, imanı gider hemen.
Ve, (İmam-ı a’zamın kıyası hak değildir.)
Demek dahi, insanın imanını giderir.
Biri, kâfir olmaya mazallah etse niyet,
Niyet ettiği anda kâfir olur o elbet.
Bunu, başkası için arzu ederse eğer,
Küfrü beğendiğinden isterse, küfre girer.
Küfre sebep olacak kelimeleri, insan,
Bile bile söylerse, imanı gider o an.
Bilmeyerek söylemek, yine tehlikelidir.
Şaşırarak söylerse, o, küfürden beridir.
Küfre sebep olacak bir işi de, kim eğer,
Bile bile yaparsa, o dahi küfre girer.
Bilmeyerek yapınca, çoğu âlime göre,
Çok tehlikeli olup, o dahi girer küfre.
Beline, zünnar denen bir papaz kuşağını,
Bağlamak da küfr olup, zayi eder imanı.
Küfre mahsus bir şeyi, hiç mazeret olmadan,
Giyen müslümanın da, imanı gider o an.
Başkasını güldürmek, latife, şaka, mizah,
Diyerek kullanan da, kâfir olur mazallah.
Ve yine kâfirlere ait bayram günleri,
Özellikle o güne mahsus olan şeyleri,
Onlar gibi kullanıp, bunları bir kâfire,
Hediye etmek dahi, sebeptir yine küfre.
Akıllı ve bilgili olduğunu göstermek,
Ve yanındakileri sevindirmek, güldürmek,
Veyahut da hayrete düşürmek gayesiyle,
Veya istihza için söylenen sözler ile,
Öfke, gadap, kızgınlık ve hırs ile söylenen,
Sözlerde de, korkulur yine küfr-i hükmiden.
. Küfr-i hükmi -3
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
(Küfr-i hükmi) odur ki, kalpte iman var iken,
Onu zayi etmektir bir söz ve iş yüzünden.
Buna misal olarak, faraza bir müslüman,
Bir mümin kardeşini, gıybet ettiği zaman,
Duyanlar, o kimseye, (Gıybet etme!) deseler,
O ise, (Yaptığımda ne var ki?) derse eğer,
(Ben gıybet etmedim ki, yalnız onda var olan,
Şeyi söyledim) derse, imanı gider o an.
Çünkü o, bu sözüyle, bu gıybet günahını,
Hafife almıştır ki, kaybeder imanını.
Bir kız, nikah edilse çocukluk günlerinde.
Yıllar sonra, nihayet büluğa erdiğinde,
İmandan ve islamdan olur ise bihaber,
Yani sorulduğunda, anlatamazsa eğer,
O anda mürted olur ve boş olur zevcinden.
Erkek dahi böyledir, imanı gider hemen.
Bir kimse, bir mümini, hiç sebepsiz öldürse.
Yahut öldürsün diye, birine emir verse,
Biri de, (İyi yaptın) der ise ona eğer,
Böyle söyleyen kimse, o anda küfre girer.
Katli vacip olmayan kimse için, bir insan,
(Öldürülmesi lazım) der ise, gider iman.
Bir zalim, haksız yere bir kimseyi döverse,
Veyahut haksız yere, birini öldürürse,
Biri de, (İyi yaptın, o bunu etmişti hak.)
Derse, küfr-i hükmiyle kâfir olur o mutlak.
Bir kimse, diğerine, (Biliyor ki Allah da,
Seni çok seviyorum çocuğumdan da hatta.)
Demiş olsa ve lakin bu sözü olsa yalan.
Küfr olup, o kimsenin imanı gider o an.
Vazife olduğuna, kalben inanmayarak,
Yani hafife alıp, namazları kılmamak,
Yine oruç tutmayıp, vermemek zekatını,
Küfr olup, o kimsenin giderir imanını.
Allah'ın rahmetinden, kim ümit kesse eğer,
Bu hali küfür olup, imanını kaybeder.
Leş, domuz, şarap gibi, kendisi haram olan,
Şeye (helal) diyenin, imanı gider o an.
Kim ki, kesin olarak bildirilen bir haram,
Hakkında (helal) derse, küfre düşer o adam.
Fıkıh kitaplarıyla, yine cami ve ezan,
Bunlara, kıymet verir islamiyet her zaman.
Kim bu aziz şeyleri, aşağılarsa eğer,
Mazallah küfre girip, imanını kaybeder.
Biri, bildiği halde, kıbleden başka yöne,
Doğru namaz kılarsa, küfürdür bu da yine.
. Küfr-i hükmi -4
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
İslamda (küfr-i hükmi) addedilen hallerden,
Sakınmayan kimsenin, imanı gider hemen.
Mümine, kötülemek kastıyla (kâfir) demek,
Küfür olmaz ise de, sakınmak lazımdır pek.
Eğer onun küfrünü isteyerek dediyse,
O zaman küfür olup, kâfir olur o kimse.
Hiç günah olduğuna ehemmiyet vermeden,
Günah işleyenlerin, imanı gider hemen.
Yine, (İbadet yapmak ve günahtan sakınmak,
Lazım değil) diyen de, küfre düşer muhakkak.
Ve yine kâfirlerin dini ayinlerini,
Beğenip, kullanmak da küfr alametlerini,
Mesela bir zaruret yokken zünnar kuşanmak,
Küfr olur, hem bunları sevip, el kavuşturmak.
(Falan şey filandadır) veyahut (Yoktur) dese,
Sonra, (Kâfir olayım) diye yemin eylese,
O şey, o kimselerde olsa da, olmasa da,
O, kendi rızasıyla küfre düşer o anda.
Ve yine bir müslüman, zina, faiz ve yalan,
Gibi, her dinde dahi, günah ve yasak olan,
Bir şey için, (Keşke bu, helal olsa idi de,
Ben de yapsaydım) diye, bulunsa temennide,
Bu temenni küfr olup, çirkin ve çok kötüdür.
Zira bu, o kişinin imanını götürür.
Yine, (Peygamberlere inanıyorum, ama,
Adem aleyhisselam Peygamber mi acaba?
Bilmiyorum) demek de, küfürdür yine aynen.
Kaybeder imanını yani böyle düşünen.
Kim ki Resulullahın, ahir zaman Nebisi,
Olduğunu bilmezse, küfre düşer o kişi.
(Eğer Peygamberlerin dediği doğru ise,
Kurtulduk) diyen kimse, şüphe ile dediyse,
Yani Peygamberlere itimat etmeyerek,
Söylediyse, küfürdür, dikkatli olmak gerek.
Ve yine bir kimseye, (Gel namaz kıl!) deseler.
O dahi (Kılmam!) dese, o anda küfre girer.
Ve lakin bu şekilde söylemekle o kimse,
(Senin sözünle kılmam!) demek istemiş ise,
Yani, (Hak teâlânın emriyle kılarım ben.)
Demek istemiş ise, beri olur küfürden.
Birine, (Tırnağını kes!) diye söyleseler.
(Zira Resulullahın sünnetidir) deseler.
O dahi (Kesmem!) dese, küfr olur yine hemen.
Her sünnet için dahi, böyledir durum aynen.
Ama, (Senin sözünle kesmem) derse eğer ki,
O takdirde, küfürden kurtulur elbette ki.
. Küfr-i hükmi -5
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Dinin kıymet verdiği bir şeyi tahkir etmek,
Tahkir ettiğini de, tazim ve kıymet vermek,
Çok tehlikeli olup, küfr-i hükmiye girer.
Böyle yapan, mazallah imanını kaybeder.
Mesela bıyığını kırktığında bir kimse,
Başkası, (Bu, bir şeye yaramadı) der ise,
O kimsenin küfründen korkulur bundan sebep.
Müslüman, konuşurken dikkatli olmalı hep.
Zira bıyık kısaltmak, dinimizde sünnettir.
O, bu sözle, sünneti hafif görmüş demektir.
Bir erkek de, üstüne giyse ipek elbise,
Biri de, bu haline, (Mübarek olsun) dese,
Onun da, yine küfre düşmesinden korkulur.
Zira bu, bir haramı kıymetli tutmak olur.
Biri, kıbleye karşı ayağını uzatsa,
Yahut o yöne doğru, tükrüğünü fırlatsa,
Başkaları, onun bu yaptığını görseler,
Ve ona, (Böyle yapma, bu, mekruhtur) deseler,
O da, (Her yaptığımız, bu kadar olsa) dese,
Böylece o mekruha ehemmiyet vermese,
Onun dahi küfründen, bu suretle korkulur.
Zira dinin hükmünü, hafife almış olur.
Birinin hizmetçisi, içeri girse yine,
Peşinden, selam verse hemen efendisine.
Lakin o hizmetçiye, bir kimse (Sus!) diyerek,
Dese ki, (Efendiye olur mu selam vermek?)
O kişi, bu sözüyle mazallah kâfir olur.
Maksadı başka ise, o takdirde kurtulur.
Selamı küçük görmek değilse gaye şayet,
Ona öğretmek ise, adab-ı muaşeret,
(Kalben selam verseydin) demek istedi ise,
O zaman, imanını zayi etmez o kimse.
(İman artar, azalır) demekten de korkulur.
Yakin itibariyle olursa, caiz olur.
Biri, (Kıble ikidir, Kâbe ve Kudüs) dese,
Küfür olur, şimdiki hali murad ederse.
Ama, (Beyt-i mukaddes, kıble idi evvelden.
Şimdi Kâbe’dir) derse, kurtulur tehlikeden.
Bir islam âlimine, kim söverse eğer ki,
O kimsenin küfründen korkulur elbette ki.
Biri de, (Yemek yerken konuşmamak iyidir.
Bu hal, mecusilerin iyi bir adetidir.)
Der ise, onun küfre girmesinden korkulur.
Zira bu, kâfirliği beğenmek demek olur.
Yine, (Sen mümin misin?) deseler bir kimseye,
O da, (İnşallah) deyip, tevil edemez ise,
Yani onun muradı, son nefesteki iman,
Değil ise, mazallah küfre girer o zaman.
Oğlu ölen birine, bir kimse gelip eğer,
(O, Allah'a gerekti) der ise, küfre girer.
. Küfr-i hükmi -6
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Kim haram bir şey yerken, (Bismillah) derse eğer,
O kimse küfre girip, imanını kaybeder.
Ancak bu hususiyet, haram-ı li aynihi,
Olan şeyler içindir, leş veya şarap gibi.
Mesela gasbedilmiş şey de haramdır esas.
Bunu yerken Besmele çekilse, küfür olmaz.
Çünkü aslı, kendisi haram değil o şeyin.
Sonra haram olmuştur, gasb edildiği için.
Bir kimsenin küfrüne razı olmak, küfürdür.
Yani bu, o kimsenin imanını götürür.
Ve yine bir kimseye beddua eyleyerek,
(Allah senin canını, küfürle alsın!) demek,
Hususunda, âlimler ihtilaf eylediler.
(Küfrüne razı olmak, küfür olur) dediler.
Ama daim, şiddetli azap olunsun diye,
Öyle beddua etmek, sebep olmaz küfür’e.
Biri, (Allah biliyor, o işi yapmadım) der,
Halbuki yaptığını bilirse, küfre girer.
Bir kimse, bir kadını, şahitsiz nikah etse,
Sonra, nikah olunan o kadınla o kimse,
(Şahidimiz Allah ve Peygamberdir) deseler,
İkisi de, bu sözden, hemen küfre girerler.
Zira Peygamberimiz bilmezdi gayb olanı.
(Gaybı bilirdi) demek, kaybettirir imanı.
Gaybı, yalnız Allahü teâlâ bilicidir.
Ve Onun bildirdiği kimseler ancak bilir.
Biri, (Çalınanları ve hem de gayb olanı,
Bilirim) derse eğer, gider hemen imanı.
Hatta onun sözüne, inansa biri eğer,
İnanan kimse dahi, imanını kaybeder.
(Bana, cin haber verdi) dese dahi farketmez.
Zira Peygamberler de, cinler de gaybı bilmez.
Allahü teâlâdır sadece gaybı bilen.
Bir de, bildirdikleri bilirler ayriyeten.
Biri, (Allah adına) yemin etmek istese,
Bir başka kimse dahi, bunu kabul etmese,
Ve, (Ben, senin Allah'a yeminini istemem.
Şerefe ve namusa yemin eyle) dese hem,
O kimsenin bu sözü, gayet tehlikelidir.
Zira böyle söylemek, imana zarar verir.
(Bana, senin didarın, can alıcı gibidir.)
Demek de küfür olup, gayet tehlikelidir.
Hazret-i Azrail’dir zira can alan melek.
Meleklerin hepsine, tazim ve hürmet gerek.
Biri, (Namaz kılmamak, hoş iştir) dese eğer,
O kimse, bu sözüyle imanını kaybeder.
Küfr-i hükmi -7
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
.Kim (Allah, gökte benim şahidimdir) der ise,
Kaybeder imanını, bu söz ile o kimse.
Zira bu söz, Allah'a mekan isnad etmektir.
Halbuki Hak teâlâ, mekandan münezzehtir.
(Allah baba) diyenin, imanı gider yine.
Çok dikkat etmelidir müslüman, sözlerine.
(Peygamber siyah idi) derse hem biri eğer,
O dahi, bu sözüyle imanını kaybeder.
Siyah kedi köpeği, (Arap Arap!) diyerek,
Çağırmak, çok çirkindir, sakınmak lazımdır pek.
Kim, (Rızık Allah'tandır, ve lakin kuldan dahi,
Hareket lazım) derse, şirk olur bu söz dahi.
Kulun hareketi de, zira hep Allah'tandır.
O, kuvvet vermedikçe, kul elbet aciz kalır.
Yine, (Nasrani olmak, yeğdir yahudilik’ten.)
Diyen, küfre girer ve imanı gider hemen.
(Yahudi, nasrani’den şerlidir) demelidir.
Mümin, konuşmasına çok dikkat etmelidir.
Ve yine, (Kâfir olmak, hiyanet eylemekten,
İyidir) demek dahi, küfürdür bu sebepten.
Kim derse, (İlim ile, âlim’le ne işim var?)
Veyahut (Âlimlerin sözü ne işe yarar?)
Ve yahut bir fetvayı yere atarsa eğer,
Böyle yapan bir kimse, imanını kaybeder.
Bir kimse, küfre sebep olan bir şey söylese,
Duyanlardan biri de, bu sözüne gülerse,
Onun o gülmesinde, zaruret yoksa eğer,
Söyleyen de, gülen de, mazallah küfre girer.
(Evliyanın ruhları hep hazırdır, bilirler.)
Demek dahi küfr olup, söyleyen küfre girer.
Çünkü Hak teâlâdır her zaman hazır olan.
Evliyanın ruhları, hazır olmaz her zaman.
Onlar, anıldıkları yerde hazır olurlar.
Daha önce ve sonra, o yerlerde yokturlar.
Kim ki, (İslamiyet’i bilmem veya istemem.)
Der ise, küfre girip, imanı gider hemen.
(Adem aleyhisselam, buğday yemese idi,
Biz günahkâr olmazdık) der ise eğer biri,
Bu söz, bir Peygamberi küçültmek olduğundan,
Bunu diyen kimsenin, imanı gider o an.
Ve yine bir müslüman, küçük günah işlese,
Biri de onu görüp, (Hemen tövbe et!) dese.
O da, (Tövbe edecek ne yaptım?) derse eğer,
O, günahı hafife alır ki, küfre girer.
Zira islamiyet’in her hükmü kıymetlidir.
Birini hafif gören, imanını yitirir.
. Küfr-i hükmi -8
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Birine, (Gel, bir islam âlimine gidelim.)
Yahut, (Bir ilmihalden okuyup öğrenelim.)
Dendiğinde, o dahi cevaben (İstemem!) der,
Yani (Ben, ilmihali n'apayım?) derse eğer,
İlmi ve âlimleri hafife almış olur.
Böylece imanının gitmesinden korkulur.
Bunun gibi tefsir ve fıkıh kitaplarını,
Kötüleyen kişi de, kaybeder imanını.
Birine sorsalar ki: (Mezhebin nedir senin?
Kimin zürriyetinden, kimin milletindensin?
İtikatta, amelde mezhep imamın kimdir?)
Bilmese, o, mazallah imanını yitirir.
Kim kati bir harama, (helaldir) derse eğer,
O da, Allah korusun imanını kaybeder.
Dinde helal ve haram, açık açık bellidir.
Tütüne haram demek, gayet tehlikelidir.
Yine zina, livata ve faiz alıp vermek,
Karnı doyduktan sonra yemeğe devam etmek,
Gibi, bütün dinlerde haram ve yasak olan,
Şey için, (Keşke helal olsaydı) derse insan,
Böyle bir temennide bulunmak, çok kötüdür.
Zira bu, o kişinin imanını götürür.
Şarap için, bulunmak böyle bir temennide,
Küfür olmaz, çünkü bu, haram değil her dinde.
Kur'anı, laf latife arasından okuyan,
Bir kimsenin, mazallah imanı gider o an.
Çünkü Kur'an, Allah'ın kelamıdır ki elbet,
Ona göstermelidir okurken saygı, hürmet.
Kur'anı, çalgı oyun ve şarkı arasında,
Okumak da, imana zarar verir aslında.
Birine, (Şimdi sana sövmem) derse bir kimse,
Ve (Sövmenin adını günah koymuşlar) derse,
Böyle söylemek dahi, gayet tehlikelidir.
Zira Allah korusun, imanı gidebilir.
Kim Kur'an ve mevlidi okurken, çalgı çalar,
Bu, mazallah imanın gitmesine yol açar.
Kur'an, mevlid, ilahi, salevatı şerife,
Okurken, yapmamalı asla şaka, latife.
Kim bunları okursa, eğlence ve keyf için,
İslamdan çıkmasına yol açar o kişinin.
Sünnet üzre okunan bir ezanı, kim eğer,
Dinlemez, hürmetsizlik yaparsa, küfre girer.
Kim Kur'an-ı kerime, kendi aklına göre,
Mana verirse eğer, o dahi girer küfre.
Kim Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerin,
Ve içtihat sahibi islam âlimlerinin,
Bildirdiği şekilde iman etmezse eğer,
Bunların imanı da, olmaz yine muteber.
Küfr-i hükmi -9
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Müslüman olmayana, saygıyla selam vermek,
Küfrü mucip olur ki, bundan sakınmalı pek.
Ve bir gayr-i müslime, saygı ifade eden,
Söz, mesela (Üstadım!) demek de, yine aynen,
İtikat yönü ile, gayet tehlikelidir.
Zira böyle yapanlar, imanını yitirir.
Başkasının küfrüne, kim razı olur ise,
Mazallah imanını zayi eder o kimse.
Kur'an kaydı bulunan bantlar ile plaklar,
Mushaf-ı şerif gibi, hürmete layıktırlar.
Bunlara saygısızlık, asla caiz değildir.
Zira bu, o kimsenin imanını giderir.
Cinniler’le tanışan falcı, büyücülere,
Yıldızname’ye bakıp, söyleyen kimselere,
Gidip, bu kişilerin her sözüne inanmak,
Bazan doğru çıksa da, küfür olur muhakkak.
Zira Hak teâlâdan başkası gaybı bilmez.
Ve her şeyi yapmaya, insanın gücü yetmez.
Yalnız Hak teâlâdır, her şeyi bilen, yapan.
Mazallah küfre düşer, başka türlü inanan.
Resulün sünnetini, kim ki hafif görerek,
Yani hiç ehemmiyet ve kıymet vermeyerek,
Terk ederse, bu hali, mazallah çok kötüdür.
Bu hal, o kimselerin imanını götürür.
Zünnar denen bir papaz kuşağını bağlamak,
Putlara, heykellere tazim etmek ve tapmak,
Ve islamı anlatan kitaplardan birini,
Aşağı, hakir görmek, hem din âlimlerini,
Bunlar da, mümin için gayet tehlikelidir.
Zira o kimselere, imanı kaybettirir.
(Bir sahir, sihir ile istediğini yapar.)
Diye kim inanırsa, mazallah küfre kayar.
Birine, (Kâfir!) diye seslense biri eğer,
Bunu, hemen anında reddetmek icab eder.
Şayet (Efendim!) gibi, kabul manası olan,
Bir cevap verir ise, imanı gider o an.
Ve kesin haram olan bir mal ile, bir kimse,
Cami veya başka bir hayır yaptırır ise,
Ve bunlara karşılık, sevap beklerse eğer,
Mazallah küfre girip, imanını kaybeder.
Biri de haram maldan, yine sadaka verse,
Ve bundan, kendisine sevap, ecir beklese,
Fakir de, onun haram olduğunu bilerek,
Dua etse hem (Allah razı olsun) diyerek,
Veren de, o duaya (Âmin) der ise eğer,
Hem veren, hem de alan, mazallah küfre girer.
Çünkü bu, islam ile istihza eylemektir.
İslamın her hükmüne, tazim etmek gerekti
. Küfr-i hükmi -10
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Allahü teâlâdan başkasına kim eğer
(Yaratıcı) der ise, mazallah küfre girer.
Çünkü yoktan yaratmak, sırf Allah’a mahsustur.
Bunu, insanlar için kullanmak, çirkin olur.
Mübarek isimleri, alay için, kim eğer,
Başka türlü telaffuz ederse, küfre girer.
Mesela (Abdülkadir) yerine, (Abdülkoydur),
Diyenin, imanının gitmesinden korkulur.
Muhammed'e, (Memo) ve Hasan'a, (Hasso) demek,
Ve yine İbrahim'e, (İbo) diye seslenmek,
İstihza kastı ile olsa, tehlikelidir.
Yani böyle diyenin, imanını giderir.
Bu gibi mübarek ve muhterem isimleri,
Ayakkabı ve terlik içine yazmak dahi,
Bunu yapanlar için, çok tehlikeli olur.
Zira imanlarının gitmesinden korkulur.
Abdestsiz olduğunu bilerek namaz kılmak,
Küfr olup, o kimsenin imanı gider mutlak.
Sünnet olan bir şeyi beğenmemek de, yine,
Küfr olup, sebep olur imanın gitmesine.
Başkasının küfrüne, kim sebep olsa eğer,
Onun kendisi dahi, mazallah küfre girer.
Zina ve livataya, caiz derse bir insan,
Kaybeder imanını, böyle söylediği an.
Kim büyük günahlara devam ederse eğer,
Bu hal, Allah korusun, onu küfre sürükler.
Namaza ehemmiyet vermemek, çok kötüdür.
Zira bu, o kimsenin imanını götürür.
Üstünde dini yazı ve Kur'an âyetleri,
Bulunan örtüleri, yahut seccadeleri,
Hakaret niyetiyle, yere serip kullanmak,
Küfür olup, yapanın imanı gider mutlak.
(Hazret-i Ebu Bekir ile hazret-i Ömer,
Hak halife değildi) demek de, küfre girer.
Hak teâlâdan ayrı,ölü veya diriden,
Bir şey bekleyenin de, imanı gider hemen.
(Tezveren dede) demek, gayet tehlikelidir.
Böyle söyleyenlerin imanı gidebilir.
Meyyitleri toprağa gömmek farz olduğundan,
Ehemmiyet verirler bu farza her müslüman.
İlmi, fenni ileri sürüp bazı kimseler,
Ölüleri gömmeye, (gericilik) deseler,
Yahut (Buda, brehmen ve komünistler gibi,
Yakmak, daha iyidir) derlerse ölüleri,
Böyle söyleyenlerin, imanı gider o an.
Yani o, mürted olup, çıkar müslümanlık’tan.
Yine evliya ile islam âlimlerine,
Düşmanlık, bu bakımdan tehlikelidir yine.
. Küfr-i hükmi -11
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
(Nikahı haram olan kadınla) biri eğer,
(Evlenmek helal) derse, mazallah küfre girer.
Yine meyhanelerde ve oyun yerlerinde,
Veya günah işlenen fısk meclislerinde,
Radyo ile Kur'an ve ilahi dinleyerek,
Keyflenmek, küfür olup, sakınmak lazımdır pek.
Yine çalgı çalarak, Kur'an okumak dahi,
Küfr olup, bunu yapan, dinini eder zayi.
Kur'anın, radyoda ve hoparlörde söylenen,
Tam benzerine dahi, saygısızlık gösteren,
Bizatihi Kur'anın kendine olmuş gibi,
İmanın gitmesine sebep olur bu dahi.
Bir kimse. imanının devam edeceğinden,
Şüphe ederse eğer, imanı gider hemen.
İmanın gitmesinden korkmak ise, iyidir.
Bu, imanın kuvvetli olduğuna delildir.
Her kim, bir Peygamberi inkâr ederse eğer,
Hepsini inkâr etmiş olur ki, küfre girer.
Bunun için, (Şu kadar Peygamber vardır) demek,
Yani Peygamberlerin sayısını söylemek,
Peygamber olmayanı, Peygamber yapmak olur.
Yahut bazılarını, mazallah inkâr olur.
Resulün sünnetini beğenmezse kim eğer,
O dahi küfre girip, imanını kaybeder.
Yine dinde, en ufak bir değişiklik yapmak,
Küfür, yani dinsizlik olur bu da muhakkak.
Kim küfrü, haramı ve mekruhları, beğenir,
Severse, bu da onun imanını giderir.
Farzları, sünnetleri beğenmezse kim eğer,
Küfür olup, o dahi imanını kaybeder.
(Ölen insan ruhunun, bir çocuğa geçerek,
Onun, tekrar dünyaya gelmesi mümkün) demek,
Yani kim, tenasuha inanır ise eğer,
Küfr olup, o kişi de imanını kaybeder.
Namaza ehemmiyet vermemek de küfürdür.
Yani bu, o insanın imanını götürür.
Küfre mahsus şeyleri, harpte, hiyle olarak,
Kullanmak, küfür olmaz, caizdir çünkü mutlak.
Kur'an ve hadislerde açıkça bildirilen,
Bir şeye inanmamak, küfürdür ayriyeten.
(Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider) demek de,
Çok tehlikeli olup, küfür olur elbette.
(Faiz helal olsaydı) diye temenni etmek,
İmanı giderir ki, sakınmak lazımdır pek.
Yemesi ve içmesi, her dinde helal olan,
Ekmek veya su gibi şeylerin de, bir insan,
(Haram olsa) diyerek, temenni etse eğer,
Küfre girip, mazallah imanını kaybeder.
. Küfr-i hükmi -13
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Birden fazla evlenmek, dinde emir değildir.
Bu, Allah'ın sadece müsadesi, iznidir.
Müstehab da olmayıp, bu, mubahdır islamda.
Zira böyle yazıyor, hem (Nimet-i islam)da.
Allah'ın bu iznini kötülemenin dahi,
Caiz olmadığına inanmak farzdır tabii.
Kur'an-ı kerimde de, bildirdi bunu Allah.
Bu izni beğenmemek, küfür olur mazallah.
Putlara, heykellere, güneş, ay ve yıldıza,
Tapınıp secde etmek, küfürdür yine keza.
(Küfre rıza, küfürdür) demiştir ki âlimler,
Yani küfrü beğenen bir kimse, küfre girer.
Her kim, müslümanları aldatmak için, şayet,
Hadis uydurur ise, küfre düşer o elbet.
(Mirac bedenle değil, ruh ile oldu) diyen,
Ve buna inananlar, düşerler küfre hemen.
Yine Resulullahın bir söz ve bir işine,
İnanmayan kimse de, düşer küfrün içine.
Yine üç halifeyi sövmek ve lanet etmek,
Mazallah küfürdür ki, sakınmak lazımdır pek.
Hem de Resulullahı incitmek, çok kötüdür.
Zira bu, o kimsenin imanını götürür.
İnsan için, (Yarattı, yarattık, yarattılar.)
Gibi söylemek dahi, yine küfre yol açar.
Her kim, bir kâfir için, (Cehennemliktir) dese,
Kendininse, (Cennetlik) olduğunu söylese,
O, gaybı bildiğini iddia etmiş olur.
Böylece küfre düşer ve imanı kaybolur.
Yine her kim, Allah'a ve Onun Resulüne,
Karşı gadaplanırsa, sebep olur küfrüne.
Birinin gıybetini yaparsa biri eğer,
Başkaları da ona, (Gıybet etme!) deseler,
(Bu, bir şey midir?) dese, buna karşı o dahi,
Mazallah küfre düşüp, imanı olur zayi.
Bir kimse, (Allah bana, Cennetini verirse,
Yine de, sen olmadan Cennete girmem) dese,
Veyahut da (Cennete, filan ile beraber,
Gir dense, girmem) dese, o dahi küfre girer.
(İstemem, Allah bana Cennetini verirse.
Ve lakin didarını görmek isterim) derse,
Bu sözü söylemek de, gayet tehlikelidir.
Zira bu, küfür olup, imana zarar verir.
Ve yine, (Kâfirlerin, dinimize uymayan,
Amelleri güzeldir) denirse, gider iman.
Biri de, (Hak teâlâ göktedir) derse eğer,
Bu sözü sebebiyle, mazallah küfre girer.
İbadetler, imandan değilse de esasen,
Küfre girer, namazı bile bile terk eden.
Farzları, sünnetleri beğenmemek de, yine,
Küfr olup, böyle yapan, düşer küfrün içine.
. Küfr-i hükmi -14
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Bazı felsefeciler diyorlar ki: (Dünyada,
Var olan şey yok olmaz, var olmaz yok olan da.)
Onların bu sözleri, doğrudan çok uzaktır.
Zira bu söz, Allah'ın kudretini inkârdır.
Çünkü cenab-ı Allah, dünya ve ahireti,
Sonsuz kudreti ile, hiç yoktan halk eyledi.
Yine yok edecektir hepsini sonra tekrar.
Ve kıyamet gününde, edecektir yine var.
Bir lahzada var ve yok olması da her şeyin,
Hiç şaşılacak bir şey değildir Allah için.
Çünkü Onun kudret ve azameti, sonsuzdur.
Aksini söylemek ve inanmak, küfür olur.
Dünya sıkıntısından kurtulup, rahat etmek,
Kastıyla intiharda, küfürden korkulur pek.
Sonra insan, dünyadan ayrılmak ile hemen,
Asla kurtulamaz ki sıkıntı ve kederden.
Allahü teâlânın sevmediğini, eğer,
Kim sevmeye kalkarsa, mazallah küfre girer.
Kabre secde ederek, hem saygı göstermek de,
Ona tapınmak olup, küfür olur elbette.
Allahü teâlâdan başka şeye, bir insan,
Yemin etse, bu yemin, küfür olmaz her zaman.
Yemin olunan şeye, eğer tazim olursa,
Yani Allah'a şerik ve ortak tutulursa,
O zaman böyle yemin, gayet tehlikelidir.
Yani bu, küfür olup, imanı kaybettirir.
Bazısı, evliyanın mezarına gidiyor.
(Ya Filan, Allah için bana şunu ver!) diyor.
Doğrudan o velinin, söyleyerek adını,
Ondan talep ediyor, derdinin dermanını.
Halbuki o velinin hürmetine diyerek,
Yalnız Hak teâlâdan istenir her bir dilek.
(Ya Rabbi, şu velinin hürmet ve hatırına,
Bana şunu ver!) diye, yalvarılır Allah'a.
Yani bir evliyayı vesile eyleyerek,
Onun hatırı için, caizdir dua etmek.
Ancak o evliyanın, tesir edeceğine,
Her istenilen şeyi, hemen vereceğine,
Gaybı bileceğine inanmak, çok kötüdür.
Zira bu, o kişinin imanını götürür.
Yine Hak teâlânın velisi olan kullar.
İlmiyle amil olan âlimlerdir ki onlar,
Bunlardan, ölü veya diri olan birine,
Hakaret, o kimsenin, zarar verir dinine.
İcma-ı ümmete de karşı gelse kim eğer,
O dahi bu haliyle, mazallah küfre girer.
Dört mezhep âlimleri, bunda edip ittifak,
Şöyle bildirdiler ki, bu, küfürdür muhakkak.
. Küfr-i hükmi -15
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
İman, Resulullahın, Allah'tan getirdiği,
Zaruri bilgilere inanmaktır tam, kati.
İşte bu bilgilerden birine, her kim eğer,
İnanmaz ve inkâra kalkarsa, küfre girer.
Hatta inanmamayı gösteren, belli eden,
Bir söz ve hareketi olmasa da kalbinden,
İster şaka, isterse gönülden olmayarak,
Olsa dahi, o yine küfür olur muhakkak.
Kim, (Kur'an-ı kerimin, bir zahir, anlaşılan,
Manası vardır ama, lazım değil o şu an.
Bir de gizli, batıni, bir iç manası vardır.
Ki, işte bize asıl, bu manası lazımdır.)
Der ve buna, kalbinden inanır ise eğer,
Küfre düşüp, mazallah imanını kaybeder.
Küçük günaha devam, büyük günaha girer.
Büyükte ısrar ise, kulu küfre sürükler.
Hiç dinden ve imandan habersiz bir kişinin,
Mevki sahiplerine, sırf yaltaklanmak için,
Yani bir dünyalığa kavuşmak için, eğer,
Ona, (Yarattın!) derse, o anda küfre girer.
İsa aleyhisselam, Rabbimiz tarafından,
Göke çıkarıldı ve orada sağdır şu an.
Kıyamete yakın da, dünyaya tekrar iner.
Bunu inkâr eden de, mazallah küfre girer.
(Cihat, islamiyet’te nasihat ile olur.
Kılıç ile, top ile savaşmak bizde yoktur.)
Diyerek, kim Kur'anın cihat âyetlerini,
Eğer inkâr ederse, küfre atar kendini.
Hazret-i Mehdi’yi de inkâr etse kim eğer,
O da, bu inkârıyla, mazallah küfre girer.
(Resulullah sayıklar, söz söyler faidesiz.)
Diye inanan dahi, küfre düşer şüphesiz.
Zira bu söz, gösterir Ona güvenmemeyi.
Hem de Onun dinine itimat etmemeyi.
İbadeti, harama benzetip, öyle yapmak,
Mesela çalgı ile, şarkıyla namaz kılmak,
Yahut çalgı çalarak okumak da Kur'anı,
Küfr olup, böyle yapan zayi eder imanı.
Nevruz, mecusilerin bayramlarıdır yine.
Müslüman, kıymet vermez onların günlerine.
Kim o gün, onlar gibi yaparsa beğenerek,
Kıymet vermek olur ki, küfür’den korkulur pek.
Yine bir müslümana, kim (kâfir!) derse eğer,
O sözü geri dönüp, kendisi küfre girer.
. Küfr-i hükmi -16
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Bir kimse, hinduların o bayram günlerine,
Ve hıristiyanların, noel gecelerine,
Onlar gibi verirse kıymet ve ehemmiyet,
Çok tehlikeli olup, küfürden korkulur pek.
Yani o müşriklerin, çirkin adetlerini,
Kim severek yaparsa, küfre atar kendini.
Hiç yoktan yaratmıştır âlemi cenab-ı Hak.
Yani önce yok idi, sonra da yok olacak.
Buna rağmen, âlemin, kim kadim olduğuna,
İnansa, girer o da küfür karanlığına.
Ve kim, bir hak mezhebi, beğenmeyerek eğer,
O mezhepten çıkarsa, mazallah küfre girer.
Çünkü beğenmemektir o mezhep imamını.
Bu yüzden küfre düşüp, kaybeder imanını.
Bazı cahil şeyhlerle, sahte tasavvufcular,
İslama hiç uymayan icraat yapıyorlar.
Bunlar kendilerine söylenince de, hemen,
Diyorlar ki: (Bu bize, haram değil esasen.
Bunlar, ilm-i zahirde haramdır, bu hakikat.
Bizlerse ilm-i batın sahipleriyiz fakat.
Siz öğreniyorsunuz islamı kitaplardan.
Bizse öğreniyoruz, direk Resulullahtan.
Hatta buna kanaat etmezsek bizler eğer,
Direk Hak teâlâdan soruyoruz bu sefer.
Bizim ihtiyacımız yok kitap okumaya.
Çünkü biz, nasıl olsa kavuşmuşuz Allah'a.
Kavuşmak isterseniz Allah'a siz de eğer,
İslamı öğrenmeyi terk ediniz, bu yeter.
Hem bizim yaptığımız bu günah şeyler için,
Allah, bize rüyada veriyor ruhsat, izin.)
İşte böyle diyerek, küfre düşmektedirler.
Bunlara inanan da, mazallah küfre girer.
Cebriye fırkasına mensup olanlar dahi,
İnkâr etmektedirler kuldaki iradeyi.
Derler: (Yoktur insanda seçmek, yani dilemek.
Her işini yapmaya, mecburdur insan elbet.
Kul, rüzgarda sallanan ağaç ve dal gibidir.
İnsan bir işi yaptı demek doğru değildir.)
(İnsanların işini, Allah yapar) diyorlar.
Böylece doğru yoldan ayrılmış oluyorlar.
Yine inanmayarak hiç günah olduğuna,
Onu işlemek dahi, zarar verir imana.
Hem Kur'an-ı kerime, kim ederse hakaret,
Mesela yere atsa, küfre girer o elbet.
Yahut islamiyet’in ulvi hükümlerinden,
Biriyle alay eden, yani aşağı gören,
Bu maksatla, söz, yazı, film ve karikatür,
Ve temsil yapmak dahi, mazallah olur küfür.
. Küfr-i hükmi -17
Muhammed Hadimi (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük velî, fıkıh ve tasavvuf âlimi. İsmi, Muhammed bin Mustafa, künyesi Mevlânâ Ebû Saîd'dir. 1701 (H.1113) senesinde Konya'nın Hâdim kasabasında doğdu.
Mevlânâ Ebû Saîd Muhammed Hâdimî'nin dedeleri Buhârâlıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'nın tanınmış asîl âilelerinden olup, âlim ve velî bir zâttı. Anadolu'ya gelerek, Hâdim kasabasında yerleşti.
Muhammed Hâdimî hazretleri, 1762 (H.1176) senesinde Hâdim'de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helallaşıp, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasiyetini bildirdikten sonra; "Vefât ettiğimde, daha önce vasiyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın." buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendinin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları, uzak yakın yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.
Her kim, Resulullahtan eğer yüz çevirirse,
Başkasını, Resulden daha büyük bilirse,
Bu hali, onun için gayet tehlikelidir.
Yani bu, küfür olup, imanını yitirir.
Hazret-i Ali’yi de, yine Resulullahtan,
Üstün gören bir kimse, düşmüştür küfre o an.
Yani Resulullahın sevgisini, bir kimse,
Hiç araya katmadan, yalnız onu severse,
Bu, Resulü bırakıp, ona yüz çevirmektir.
Böyle yapan, mazallah küfre girmiş demektir.
(Allahü teâlâ'nın Resulünün dinine,
İhtiyaç yoktur) demek, küfürdür elbet yine.
Yine, (Fiillerinde, tesiri yoktur kulun.)
Diye kim inanırsa, imanı gider onun.
Küfre sebep olacak bir söz veya bir işi,
Bile bile yapar ve söyler ise bir kişi,
Bunu, isteği ile, yani cebr olunmadan,
Şaka dahi söylerse, imanı gider o an.
Tövbe için, yetişmez şehadeti söylemek.
Lazımdır o şeyden de, ayrıca tövbe etmek.
Yani hangi kapıdan çıktı ise o eğer,
Yine aynı kapıdan girmesi icab eder.
Bir şeyin, küfre sebep olduğunu bilmemek,
Özür değil, çok büyük günahtır, bilmek gerek.
Çünkü islamiyet’in temeli, üç esastır.
Bunlar da ilim, amel, üçüncüsü ihlastır.
Bir kâfir, kelime-i tevhidi söylemekle,
Şerefleniyor ise nasıl iman etmekle,
Mümin de, küfrü mucip söylerse bir söz eğer,
Bu bir kelime ile, mazallah küfre düşer.
Yine bir müslümanın, bir söz veya işinde,
Yüz çeşit mana olup, bunların da içinde,
İmanlı olduğunu gösterse tek birisi,
Lakin küfrü bildirse, doksan dokuz tanesi,
Müslüman olduğunu söylemelidir yine.
Çünkü hep hüsn-ü zanla bakmalıdır mümine.
Yalnız mümin olana, böyle hüküm verilir.
Müslüman olmayanlar, bu hükümden beridir.
Son nefeste imansız gitmeye sebep olan,
Şeylerden de sakınmak lazımdır yine her an.
Mesela imanını, ehl-i sünnet üzere,
Düzeltmesi lazımdır müslümanın bir kere.
Sonra da, öğrenerek hemen ilmihalini,
Buna uydurmalıdır, muhakkak her halini.
İmansız ölmekten de korkmalı ki her zaman,
Yoksa küfür üzere ölebilir her insan.
Beş vakit namazını, vaktinde kılmak dahi,
İmanla ölmek için, bir sebeptir en iyi.
.
.
03 - NAMAZIN EHEMMİYETİ
. Elli vakit namaz
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Resulullah , mirac’ta, Cehennemi görünce,
(Burası kimler için?) diye sordu hemence.
Cibril, (Ümmetin için) dedi Resulullaha.
Bunu ondan duyunca, başladı ağlamaya.
Gökteki melekler de, ağladılar hep o an.
Ve bir hitap erişti, Hak teâlâ katından:
(Ey sevgili habibim, indimde, bil ki senin,
Pek büyük ve âlidir izzetin ve şerefin.
Hatırını hoş tut ki, duan kabul olunur.
Her ne ki niyaz etsen, katımda makbul olur.
Şefaat makamını veririm ki ben sana,
Senden başka kavuşan olmadı bu ihsana.
Ey habibim, her kim ki emrine muti olur,
Azaptan emin olup, rahmetime kavuşur.
Sana ve ümmetine, gece gündüz, her daim,
Elli vakit namazı farz kıldım ey Habibim!)
Resulullah buyurdu: Bu makamdan sonra ben,
Ayrılarak, hazret-i Musa’ya vardım hemen.
Sordu ki: (Hak teâlâ, sana ve ümmetine,
Ne gibi bir taati farz kıldı her bir güne?)
Dedim ki: (Her gün için, bir ibadet olarak,
Elli vakit namazı farz kıldı cenab-ı Hak.)
Dedi ki: (Ya Muhammed, geriye dön de yine,
Hafifletmesi için, niyaz eyle Rabbine.
Çünkü çok fazla gelir elli vakit ibadet.
Onlar bunu yapmakta, zorlanırlar begayet.)
Avdet edip, Rabbime ettim ki şöyle niyaz:
(Ya Rabbi, ümmetime hafiflet bunu biraz.)
Beş vakit tenzil etti Rabbim bu ibadetten.
Dönüp, Musa Nebiye söyledim bunu hemen.
Dedi ki: (Ya Muhammed, tekrar dön de Allaha,
Niyaz et, bunu dahi hafifletsin az daha.
Zira senin ümmetin yapamaz bunca amel.
Ben, beni İsraili denedim daha evvel.)
O böyle söyleyince, döndüm yine geriye.
Arz eyledim: (Bunu da, biraz hafiflet) diye.
Hafifletti Rabbimiz beş vakit daha namaz.
Gelip Musa Nebiye eyledim bunu da arz.
Rabbimle Musa Nebi arasında, böylece,
Bu tahfif hususunda gidip geldim bir nice.
Nihayet Hak teâlâ buyurdu: (Ey habibim!
Elli vakit namazı, beş vakite indirdim.
Lakin her namaz için, on namaz ecri vardır.
Kılanlar, elli vakit namaz ecri kazanır.)
Dönüp, Musa Nebiye söyledim bunu böyle.
Dedi: (Dön, biraz daha kolaylık talep eyle.)
Dedim ki: (Bu hususta, çok talepte bulundum.
Bunun için, Rabbimden artık utanıyorum.)
.Namaz adlı kapıdan
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Aişe validemiz buyurur ki şöylece:
(Yumuşak yatak serdik o Resule bir gece.
Sabahleyin uyanıp, kalkınca Efendimiz,
Buyurdu: (Bu yatağı bir daha sermeyiniz.
Zira bunun yüzünden, gece uyanamadım.
Teheccüd namazını kılmaktan mahrum kaldım.)
Peygamber Efendimiz, çok ibadet yapardı.
Farzların haricinde, çok da namaz kılardı.
Mübarek ayakları şişene kadar hatta,
Kıyamda, namaz için duruyordu ayakta.
Dediler: (Hak teâlâ, senin, gelmiş, gelecek,
Bütün kusurlarını affetti, bu bir gerçek.
O halde niçin böyle yaparsın çok ibadet?
Ve ne için kendine edersin böyle zahmet?)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki cevaben:
(Rabbime şükredici kul olmayayım mı ben?)
Aişe validemiz buyurdu ki: (O Server,
Kalkıp namaz kılmaya başlayınca her sefer,
Onun mübarek göğsü, hemen hırıldıyordu.
Su fokurduyor gibi sesler duyuluyordu.)
Sahabeden biri de anlatıyor ki yine:
Bir gün, bir a’ma geldi o Server’in evine.
Dedi: (Ya resulallah, bana bir dua edin.
Şu a’ma gözlerimi açsın Rabbil âlemin.)
Şöyle buyurdular ki ona Fahr-i kainat:
(Sen şimdi abdest alıp, namaz kıl iki rekat.
Sonra de ki: Ya Rabbi, sevgili Habibinin,
Hürmetine, gözünü açıver bu garibin)
O, böyle dua etti o Resulün yanında.
Açılıp, görüverdi iki gözü anında.
Yine Resul-i ekrem şöyle buyurmuşlardır:
(Sekiz adet Cennette, bir çok kapılar vardır.
Beş vakit namazını, titizlikle kılanlar,
Namaz adlı kapıdan Cennete çağrılırlar.
Her kim de, cihad için etmişse fazla gayret,
Cihad adlı kapıdan olunur o da davet.
Oruç ve sadakaya ehemmiyet verenler,
Bu adlı kapılardan davet edilecekler.)
Resul, bu hadisini buyurduğu saatte,
Hazret-i Sıddık dahi var idi cemaatte.
Şöyle arz eyledi ki müsade isteyerek:
(Kapıların birinden çağrılmak zor değil pek.
Acaba bir müslüman var mıdır ki dünyada,
Kapıların hepsinden çağrılsın aynı anda.)
Buyurdular ki: (Evet, vardır öyle kimseler.
Onları, her kapıdan davet eder melekler.
Ümid ediyorum ki, sen, o kimselerdensin.
Her kapıdan çağrılıp, Cennetlere girersin.)
. Hacet namazı
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz, yine,
Şöyle buyurmuşlardır Sahabe-i güzine:
(Ümmetimden bir kimse, Rabbine sığınarak,
Herhangi arzusuna isterse vasıl olmak,
Kılsın gece yarısı iki rekat bir namaz.
Okusun her rekatta bir Fatiha, üç İhlas.
Selam verip, başını secdeye koysun yine.
Secdede, şu şekilde dua etsin Rabbine:
Ebu Bekr-i Sıddık’ın hürmetine ilahi!
Şu dilek ve arzuma kavuştur beni dahi.
Çünkü kalkar secdede, aradan perde, hicab.
Secdedeki dualar, mutlak olur müstecap.)
Rivayet edilir ki: Ömer Faruk devrinde,
Muhasara edildi bir kale, Şam şehrinde.
Günler geçtiği halde fethedilmediğinden,
Hazret-i Ömer Faruk, gadaba geldi birden.
İslam askerlerini toplayarak acele,
Buyurdu ki: (Ne için fethedilmez bu kale?
Küffar , dayanamazdı karşımızda bu kadar.
Aramızda mutlaka bir günah işleyen var.)
Bilcümle mücahitler, üzüldüler buna hep.
Hepsi düşündüler ki, bu günah nedir acep?
O ara, ağlayarak biri geldi erlerden.
Dedi: (Aradığınız o hata oldu benden.
Zira ben, teheccüde kalktığımda bu gece,
Misvaksız abdest alıp, namaz kıldım öylece.
Karanlık olduğundan, bu hata etti zuhur.
Sizin aradığınız o günah belki budur.)
Buyurdu ki: (Öyleyse, tövbe et bu günaha.
Terk etme bu sünneti bundan sonra bir daha.)
Yine buyurdular ki Resul bir hadisinde:
(Gökleri geçiyorken, ben mirac gecesinde,
Hayret ile gördüm ki, içinde bir mihrabın,
Bir sureti duruyor Osman ibni Affan’ın.
Melekler, bölük bölük gelirlerdi oraya.
Bakıp şükrederlerdi Allahü teâlâya.
Sordum ki: (Ya Cebrail, ne zamandan beridir,
Bu suret, bu mihraba konulmuş, belli midir?)
Dedi ki: (Bu yeryüzü, henüz yaratılmadan,
Dörtyüz bin sene önce, bu, var idi o zaman.
Zira o, gündüzleri oruçluydu ekseri.
Ve çok namaz kılardı seherde, geceleri.
Yine bela, musibet gelseydi ona şayet,
Sabreder ve kimseye etmezdi hiç şikayet.)
Yine Resul buyurdu: Miraca vardığımda,
Osman’ın suretini gördüm bir gök katında.
Dedim: (Bu mertebeye, ne ile eriştin sen?)
(Gece namaz kılmakla) dedi bana cevaben.
. Bu yaptığınız nedir ?
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Hatice hatun ile Allah’ın Sevgilisi,
Namaz kılıyorlardı cemaatle ikisi.
Gördü hazret-i Ali onları bu hal ile.
Henüz on yaşındaydı, merak etti haliyle.
O Resule sordu ki: (Bu yaptığınız nedir?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, Allah’a ibadettir.
O Allah ki, birdir ve hiç şerik yoktur Ona.
Seni davet ederim o Allah’a imana.)
Dedi ki: (Babam ile, meşveret eyleyeyim.
Sonra gelip bu babta, size cevap vereyim.)
Buyurdu ki: (Ya Ali, imana gelmez isen,
Bu sırrı, başkasına söyleme yine de sen.)
İki adım atınca, geldi ki hatırına,
Nasihat eylemişti bu babta babam bana.
Demişti ki: (Ya Ali, her ne derse Muhammed,
Hiç tereddüt etmeden tasdik eyle, kabul et.)
Şehadeti getirip, müslüman oldu hemen.
O oldu çocuklardan, ilk önce iman eden.
Resulullah uğrunda, yaptı çok fedakârlık.
Onu, kendi nefsine tercih etti o artık.
Bir gün yine mescitte, kılıyorken o namaz,
Sadaka talep etti, bir fakir ondan biraz.
Hatta hazret-i Ali, rükuda idi o an.
Yüzüğünü çıkarıp, bıraktı parmağından.
Onun bu hareketi, makbul geldi Allah’a.
Bir âyet nazil oldu hemen Resulullaha.
Maide suresinden, ellibeşinci âyet,
Gelerek, kendisini, Rabbimiz eyledi meth.
Hazret-i Hüseyin’le, yine hazret-i Hasan,
Henüz abdest almaya başladıkları zaman,
Benizleri sararır, korkudan titrerlerdi.
Onların bu halini gören, hemen sezerdi.
Bazısı sorardı ki: (Ey Hasan, ey Hüseyin!
Siz abdeste kalkınca titrersiniz, ne için?)
Derlerdi ki: (Az sonra, namaza duracağız.
Düşünün ki o zaman, kimin huzurundayız?)
Hazret-i Hüseyin de, kalkınca namaz için,
Adeta titriyordu üstünde seccadenin.
Derdi ki: (Kul, dünyada, büyük hükümdarlardan,
Birine, bir derdini arz edeceği zaman,
Korkarsa, benim dahi Rabbimden istediğim,
Gizli dileklerim var, nasıl titremeyeyim.)
Namaz vakti gelince, hem de hazret-i Hasan,
Titrer, şöyle söylerdi Allah’tan korkusundan:
(Allahü teâlânın, dağlara arz ettiği,
Lakin dağların bile kabul eylemediği,
Kulluk emanetini, tam yapmak üzereyim.
Bilmem ki, layıkıyla yapabilecek miyim?)
. Son namaz
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Muaz ibni Cebel ki, büyük Sahabedendi.
Hem dahi ilm-i fıkhı iyi bilenlerdendi.
Bu büyük sahabiden nasihat istediler.
Buyurdu: (Muhakkak ki, öleceksiniz sizler.
Vardığınız o yerde, iki yer vardır ki hem,
Biri ebedi Cennet, biri sonsuz Cehennem.)
Oğluna buyurdu ki: (Ölümü fazla yad et.
Her namazı, son namaz kılar gibi eda et.
Bir vaktini kılınca, şöyle de ki kendine:
Belki de yetişmezsin öbür namaz vaktine)
Yine sahabilerden, hazret-i Ebüdderda,
Yüksekti derecesi, ilim ile irfanda.
Derdi ki: (Kendinizi ölmüş kabul ediniz.
Kati olacak şeyi, şimdi olmuş biliniz.
Allah’ı görür gibi yapınız hep ibadet.
Siz görmüyorsanız da, sizi görür O elbet
Nasihat isterseniz, kâfidir ölüm size.
Zira ölüm, son verir dünya zevklerinize.
Şu üç şey olmasaydı eğer lezzet olarak,
İstemezdim, dünyada bir gün bile yaşamak.
Biri, oruç tutmaktır sıcak yaz günlerinde.
Bir de namaz kılmaktır uzun gecelerinde.
Üçüncüsü, bir âlim sohbetine gitmektir.
Dini, onun ağzından dinleyip öğrenmektir.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bir hayaldir bu dünya.
Yani bir görüntüdür, yahut kısa bir rüya.
Aynada, görüntünün olması için dahi,
Bir aslının olması lazım gelir tabii.
İşte o asıllar da, Cennette bulunurlar.
Dünyadaki her şeyin, Cennette bir aslı var.
Cennet nimetlerinin dünyadaki hayali,
Dinin emirleridir, namaz, oruç misali.
Keza Cehennemin de, misali var dünyada.
İçki, kumar misali haramlardır bunlar da.)
Bir veli buyurur ki: (Sonuna dek ömrümün,
Cemaatsiz bir namaz kılmadım asla bir gün.)
. Namazı hafife almak
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Namazı, bile bile kılmayıp, üzülmeyen,
Ve kaza etmeyi de, malesef düşünmeyen,
Azap çekmekten dahi korkmazsa bunun için,
Küfre girip, imanı kaybolur o kişinin.
İbadeti, harama benzetip öyle yapmak,
Mesela çalgı ile, şarkıyla namaz kılmak,
Yahut çalgı çalarak okumak da Kur’anı,
Küfr olup, böyle yapan, zayi eder imanı.
Bir veli buyurur ki: (İnsanı, cenab-ı Hak,
Oyun, eğlence için yaratmadı muhakkak.
Yiyip içmek, keyf sürmek için yaratılmadık.
Yalnız ibadet için yarattı bizi Halık.
Resulün bildirdiği ibadetlerin hepsi,
İyi düşünülürse, bizedir faidesi.
Kullara yaradığı için emr olunmuştur.
Yoksa, ibadetlerin, Ona faydası yoktur.
Allah, muhtaç değildir kulun ibadetine.
Onları, emirlerle şereflendirdi yine.
Her şeye muhtaç olan ve çok aciz olan biz,
Bu büyük ihsan için teşekkür etmeliyiz.
Oğlum, bu gün mesela, bir müdür, bir işçiye,
Emir verse, herhangi bir işi yapsın diye.
İşçi, o vazifeye, ne de çok kıymet verir.
Bana, müdür bu işi verdi diye sevinir.
Seve seve, zevk ile yapar onu o işçi.
İftihar vesilesi yapar hem de o işi.
Şimdi, yazıklar olsun, Allah’ın yüksekliği,
O müdürünki kadar acep değil midir ki,
Onun emirlerine böyle çalışılmıyor.
Ve (Evvela vazife, sonra namaz) deniyor.
Halbuki amirlerin amiridir Rabbimiz.
Önce, Onun emrini ifa eylemeliyiz.
Namaz, Hak teâlânın emridir, yani farzdır.
Özürsüz kılmayana, çok büyük ceza vardır.)
. Namaz, dinin direği
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Bu zat buyuruyor ki: Bu dünyada, insana,
Önce lazım olan şey, ermektir tam imana.
Bundan sonra, salih ve yarar iş yapmalıdır.
Bunların içinde de en mühimmi, (namaz)dır.
Resulullah buyurdu bir hadis-i şerifte:
(Namaz kılmak, bu dinin direğidir elbette.)
Namaz kılan bir kimse, dinini doğrultmuştur.
Namaz kılmayan ise, dinini yıkmış olur.
Namazı, doğru dürüst kılarsa eğer insan,
Kurtulur, günah olan kötü işler yapmaktan.
İnsanı kötülükten korumayan bir namaz,
Görünüşte namazdır, doğru namaz olamaz.
Velakin doğrusunu yapıncaya kadar tam,
Görünüşü yapmaya, etmeli yine devam.
Buyuruldu: (Bir şeyin, hepsi yapılamazsa,
Hepsini de elinden kaçırma hiç olmazsa.)
Allah’ın merhameti sonsuzdur çünkü evlat.
O, kabul edebilir görünüşü, hakikat.
(Böyle kılacağına, hiç kılma) dememeli.
(Böyle kılacağına, dosdoğru kıl) demeli.
Namazı, cemaatle eda etmeli ki hep,
Azaptan kurtulmaya, namazdır çünkü sebep.
Müminun suresinin başındaki âyette,
Buyuruldu: (Müminler, kurtulacak elbette.)
Âyetin devamında, şöyle buyurmaktadır:
(Onlar, namazlarını dosdoğru kılanlardır.)
Bir kadı, heyecanla gelerek bir veliye,
Yalvardı: (Oğlum için bir dua edin) diye.
Oğlu, taun derdine birden yakalanmıştı.
Diğerleri hep ölmüş, bir bu oğlu kalmıştı.
Cevaben buyurdu ki: (Ben, aciz bir kimseyim.
Onun kurtulmasına, yok elimde bir şeyim.)
Sonra geçti içeri, iki rekat bir namaz,
Kılıp, Hak teâlâya eyledi dua, niyaz.
Sonra kalkıp dedi ki: (Oğlunuz buldu sıhhat.
Evinde, sapa sağlam oturuyor şu saat.)
Ayrılıp, sevinerek evine koştu kadı.
Gördü ki, hakikaten sıhhat bulmuş evladı.
Bu zat, bir sohbetinde buyurdu: (Bu camiler,
Allahü teâlânın sevdiği mahaldirler.
Hatta Allah’ın evi addedilir bu yerler.
Allah’ın misafiri sayılır müdavimler.
Rabbimiz buyurur ki: (Herkes, misafirini,
İktidarına göre ağırlar tabii ki,
Zengin, zenginliğine göre çok ikram yapar.
Fakir de, ona göre mütevazı ağırlar.
Benim misafirimdir cami cemaatları.
Ben de, şanıma göre ağırlarım onları.)
. Namaz, başın tacıdır
Emir Hüsrev Dehlevi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Künyesi Ebü'l-Hasan, lakabı Azimüddîn'dir. Babası Seyfeddîn Emir Mahmûd Şemsî, o devrin mühim simâlarından idi. Laçin beylerinden olan babası, Cengiz'in müslümanlara yaptığı zulüm ve katliâm sırasında Mâverâünnehr bölgesinden Hindistan'a göç etti. Seyfeddîn Mahmûd, göçten sonra Ganj Nehri kenarında bulunan ve şimdiki ismi Patıyalı olan Mü'minâbâd kasabasına yerleşti. Dehli sarayındaki devlet adamlarından İmâdülmülk'ün kızı ile evlendi. İkinci çocuğu olarak 1253 (H. 651)'de Emir Hüsrev doğdu.
Bu zat buyuruyor ki: (Kul, Rabbine ihlasla,
Yalvarırsa, her şerden kurtarır onu Mevla.
Kim kulları bırakıp, Rabbinden etse talep,
Onu, her sıkıntıdan halas eder Rabbi hep.
Zira buyuruyor ki temasla Allah buna:
(Kâfidir elbette ki Hak teâlâ kuluna.)
Ubeydullah Ahrar’ın, vardı bir talebesi.
Çoktu bu üstadına muhabbeti, sevgisi.
Bu genç, bir gün dergahtan dönüyorken evine,
Aniden bir düşmanı çıkıverdi önüne.
Tam öldürmek isterken, dedi ki: (Biraz dur da,
İki rekat bir namaz kılayım ben burada.)
O müsade edince, hemence kıldı namaz.
Sonra da el kaldırıp, Rabbine etti niyaz.
Dedi ki: (Senden başka kimsem yok ya ilahi!
Yine sen kurtarırsın kulunu bundan dahi.)
O anda, yalın kılıç biri geldi yanına.
O zalimi öldürüp, dedi ki sonra ona:
(Ben, yedinci kat gökte bulunan bir meleğim.
Rabbimin emri ile, sana yardıma geldim.
Duydum senin sesini, bulunduğum mekanda.
Emir alıp, yetiştim imdadına bir anda.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bizler, kuluz nihayet.
İhlasla yapmalıyız Rabbe kulluk, ibadet.
İbadetler içinde, namaz, başın tacıdır.
O, kalplerin süruru, müminin miracıdır.
Hatta namaz hakkında buyurdu ki o Server:
(En çok, secdede olan kulunu Allah sever. )
Onun için, beş vakit namazını, bir kimse,
Cemaatle kılmaya eğer devam ederse,
İyilerle haşr olur o kimse mahşer günü.
Ve geçer şimşek gibi, o Sırat köprüsünü.
Dertlerden, belalardan muhafaza olunur.
Ve bin şehid sevabı, o kula ihsan olur.)
Bir gün de buyurdu ki: (Namaz, büyük ibadet.
Onu hakkıyla kılan, zevk alır ondan elbet.
Namazda hasıl olan manevi lezzet ve tad,
Hariçteki hallerden üstündür, hem de kat kat.
Namazları, zevk ile kılmaya çalışınız.
Evvel vaktinde kılıp, sona bırakmayınız.
Tadil-i erkana da ederek tam riayet,
Cemaatle kılmaya ediniz hem de gayret.
Hadiste buyuruldu: (Her namaz esnasında,
Kalkar bütün perdeler Rab’la kul arasında.)
Mümin, her emredilen işleri yapmalıdır.
Emirlerin içinde en mühimmi namazdır.
Mümin için, bir günde, beş vakit namaz kılmak,
Kulluk görevidir ki, kılmalıdır muhakkak.)
. Namazdan tad almak
Emir Hüsrev Dehlevi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Künyesi Ebü'l-Hasan, lakabı Azimüddîn'dir. Babası Seyfeddîn Emir Mahmûd Şemsî, o devrin mühim simâlarından idi. Laçin beylerinden olan babası, Cengiz'in müslümanlara yaptığı zulüm ve katliâm sırasında Mâverâünnehr bölgesinden Hindistan'a göç etti. Seyfeddîn Mahmûd, göçten sonra Ganj Nehri kenarında bulunan ve şimdiki ismi Patıyalı olan Mü'minâbâd kasabasına yerleşti. Dehli sarayındaki devlet adamlarından İmâdülmülk'ün kızı ile evlendi. İkinci çocuğu olarak 1253 (H. 651)'de Emir Hüsrev doğdu.
İslam âlimlerinden Hak dostu bir veliydi.
Söz ve nasihatları pek çok faideliydi.
Bir gün, bir talebesi, huzuruna gelerek,
Dedi: (Alamıyorum namazdan manevi zevk.
Zevk almak şöyle dursun, zor geliyor bu hatta.
Bana bir tavsiyeniz olacak mı bu babta?)
Buyurdu ki: (Yediğin lokmalara dikkat et.
Yemek adabına da, eyle hem tam riayet.)
Bir talebesi dahi eyledi ki şöyle arz:
(Nasıl kılabiliriz huşu ile bir namaz?)
Buyurdu: Şöyle düşün namaza durduğunda:
(Ben, kimin huzurunda duruyorum şu anda?)
Ey oğlum, Hak teâlâ, bir yirmidört saatte,
Sırf beş vakit ayırmış bu mühim ibadete.
Bu beş vakit namazın kılınması da zaten,
Kulun, bir saatini almaz bile esasen.
Bir saatlik zamanı, namaza ayırmayıp,
Boş şeylerle uğraşmak, hem çok günah, hem ayıp.
Bir gün hazret-i Ömer, bir sabah namazını,
Cemaate kıldırıp, gözetti eshabını.
Lakin göremeyince birini o saatte,
Buyurdu: (Filan kimse, yok mudur cemaatte?)
Dediler: (Geceleri, o, ibadet yapar hep.
Şimdi uyukluyordur belki de bundan sebep.)
Buyurdu ki: (Keşke o, gece hep uyusaydı.
Ve sabah namazını cemaatle kılsaydı.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim, bu namaz,
Doğru kılınmaz ise, indallah kabul olmaz.
Farzına, sünnetine, ne kadar çok riayet,
Edilirse, ecri de çok olur öyle gayet.
Başka şey düşünmekle bozulmasa da namaz,
Elde edilen sevap, o nisbette olur az.)
Bir gün, cemaatinden sual etti birisi.
Dedi ki: (Ey efendim, nedir zikir meclisi?)
Buyurdu ki: (Allah’ın emirleri nelerdir?
Bu gibi hususların konuşulduğu yerdir.
Namaz nasıl kılınır, oruç nasıl tutulur?
Bunlar konuşulursa, tamamı zikir olur.)
. Kılmayan pişman olur
Emir Hüsrev Dehlevi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Künyesi Ebü'l-Hasan, lakabı Azimüddîn'dir. Babası Seyfeddîn Emir Mahmûd Şemsî, o devrin mühim simâlarından idi. Laçin beylerinden olan babası, Cengiz'in müslümanlara yaptığı zulüm ve katliâm sırasında Mâverâünnehr bölgesinden Hindistan'a göç etti. Seyfeddîn Mahmûd, göçten sonra Ganj Nehri kenarında bulunan ve şimdiki ismi Patıyalı olan Mü'minâbâd kasabasına yerleşti. Dehli sarayındaki devlet adamlarından İmâdülmülk'ün kızı ile evlendi. İkinci çocuğu olarak 1253 (H. 651)'de Emir Hüsrev doğdu.
Bir gün, genç bir kimseye, buyurdu ki: (Evladım,
Geçirme namazını, budur ilk nasihatım.
Namaz, ruhun gıdası, kalplerin şifasıdır.
Hatta bu, Rabbimizin bir emri, yani farzdır.
Buna rağmen bir mümin, namazı kılmıyorsa,
Bunun için, Rabbinden, korkup utanmıyorsa,
Ondan daha hayırsız bir kimse olmaz elbet.
O kimse, ahirette pişman olur begayet.)
Derdi ki: (Kim beş vakit namazı kılar ise,
En büyük sermayenin sahibidir o kimse.
Zira namaz kılmamak, çok büyük bir günahtır.
Onlar, henüz kabirde azaba yakalanır.
İşte ey kardeşlerim, pişman olmamak için,
Beş vakit farz namazı, muhakkak eda edin.
Müslüman, namazını kılmalıdır muhakkak.
Yoksa, mahşer gününde azap görür o mutlak.
Bir müminin izzeti, günahtan kaçınmaktır.
Şerefi, geceleri kalkıp namaz kılmaktır.)
Yine bir sohbetinde buyurdu ki: (Ey insan!
Dikkat et, ahiretin olmasın sakın ziyan.
Dinin emirlerini yapmaya eyle gayret.
Zira dünya geçici, ebedidir ahiret.
Dünyayı, ahirete niçin tercih edersin?
Niçin nefsin peşinden, akılsızca gidersin?
Dünya işleri için, geç kılarsın namazı.
Hatta Allah korusun, kazaya kalır bazı.
Lakin namaz, kazaya kalırsa dünya için,
Nefse esir olduğu bellidir o kişinin.)
Derdi: (Nasıl yağmurla, can gelirse yerlere,
Namaz kılmak ile de, nur dolar gönüllere.
Şu iki şey vardır ki, çok büyük bir nimettir.
Bu fırsat elde iken, kaçırmamak gerektir.
Biri, veli kulların sohbetinde bulunmak.
Öbürü, geceleri kalkarak namaz kılmak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Oğlum, sen ne garipsin.
Kulları memnun edip, Rabbi gücendirirsin.
Daha mı mühimdir ki sence kulun rızası,
Kazaya bırakırsın, onlar için namazı.
Her sıkıntıyı aşmak arzu edersen şayet,
Beş vakit namazına, titizlikle devam et.)
. Eğer namaz kılmıyorsa...
Kutbüddin Bahtiyar Kaki (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Asıl ismi, Bahtiyâr el-Ûşî Dehlevî, babasınınki Mûsâ'dır. Lakabı Kutbüddîn'dir. Ayrıca Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-İslâm, Melik-ül-meşâyih, Sultân-üt-tarîkat, Bürhân-ül-hakîkat, Reîs-üs-sâlikîn, İmâm-ül-âmilîn, Sirâc-ül-evliyâ ve Tâc-ül-asfiyâ diye de tanınır. Nesebi hazret-i Ali'ye dayanmakta olup seyyiddir.
1173 (H.569) senesinde, Mâverâünnehir'de Ûş veya Avaş denilen kasabada doğdu. 1235 (H.633) senesinde Hindistan'da Dehlî'de vefât etti. Kabri orada olup, en tanınmış ziyâret yerlerindendir. Kâbrini ziyâret edenler, mübârek rûhundan feyz almakta, nûr saçılan kabrinden istifâde etmektedirler.
Bu zat buyuruyor ki: Biz, aciz birer kuluz.
Rabbimizin emrine itaate memuruz.
Zira yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Yalnız Hak teâlâya ibadet eylesinler.
Nitekim bir büyük zat buyurmuş ki: (Bir kişi,
Namaz kılmıyor ise, dünyada ne ki işi?)
Yani hiç üzülmüyor, etmiyorsa hiç tasa,
Ölmesi hayırlıdır onun yaşamaktansa.
Sahabeden biri de, Resule geldi bir gün.
Dedi ki: (Ben mahvoldum, bana dua buyurun.)
(Ne oldu?) buyurunca, dedi ki: (Kervanımı,
Vurup aldı haydutlar, para ve mallarımı.)
Onun bu sözlerine karşılık, Resulullah,
Ona buyurdular ki: (Şükür elhamdülillah.
Korktum diyeceksin ki, Ben, bir namaz vaktine,
Yetişemedim bu gün, iftitah tekbirine.
Böylece bu tekbirin ecrinden mahrum oldum.
Bu yüzden çok üzülüp, diyorsun ki mahvoldum.)
Bu kıssayı anlatıp, buyurdu ki: Din budur.
Mümin, namaz kılarak bulur rahat ve huzur.
Âlimler buyurur ki: (Namaz vakti geçerken,
Üzülmeyen kimsenin, imanı gider hemen.
Eğer üzülüyorsa, imanı var demektir.
Maksat, Onun emrine ehemmiyet vermektir.)
Bir mümin, kul olarak, nasıl namaz kılmaz ki?
Nefes almak gibidir bu dinde namaz sanki.
Yine bir sohbetinde buyurdu: (Ey müslüman,
Beş vakit namazını geçirme sakın, aman!
Çünkü bu, Rabbimizin, biz kullara emridir.
Mümin olan, bu emri tam yerine getirir.
Nitekim buyurdu ki o Resul-i kibriya:
(Kim, özürsüz bir namaz bırakırsa kazaya,
O kişi, seksen hukbe ateşte yanacaktır.
Bir hukbe, seksen yıllık bir zaman olacaktır.)
Her vakit geçtikçe de kaza edecek kadar,
Bu bir namaz terkinin günahı kat kat artar.
Birkaç namaz olursa, çetin olur bir hayli.
Yarın mahşer gününde, çok zordur onun hali.
Her ne olursa olsun, bir an geciktirmeden,
Kaza namazlarını bitirmelidir hemen.
Namaz kılmayan kimse, Hakkın azametini,
Düşünüp, anlamalı işin vahametini.
Bu hadis-i şerifin şiddeti karşısında,
İnsanın erimesi lazım gelir aslında.
Hadiste buyuruldu: (Günah işleyen kimse,
Pişman olup, Rabbinden affını diler ise,
Allahü teâlâyı çok merhametli bulur.
Onun bu pişmanlığı, affına sebep olur)
. En büyük hırsız
Kutbüddin Bahtiyar Kaki (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Asıl ismi, Bahtiyâr el-Ûşî Dehlevî, babasınınki Mûsâ'dır. Lakabı Kutbüddîn'dir. Ayrıca Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-İslâm, Melik-ül-meşâyih, Sultân-üt-tarîkat, Bürhân-ül-hakîkat, Reîs-üs-sâlikîn, İmâm-ül-âmilîn, Sirâc-ül-evliyâ ve Tâc-ül-asfiyâ diye de tanınır. Nesebi hazret-i Ali'ye dayanmakta olup seyyiddir.
1173 (H.569) senesinde, Mâverâünnehir'de Ûş veya Avaş denilen kasabada doğdu. 1235 (H.633) senesinde Hindistan'da Dehlî'de vefât etti. Kabri orada olup, en tanınmış ziyâret yerlerindendir. Kâbrini ziyâret edenler, mübârek rûhundan feyz almakta, nûr saçılan kabrinden istifâde etmektedirler.
Öyle tesirliydi ki bu velinin sohbeti,
Onu dinleyen herkes, bulurdu hidayeti.
Dediler: (Evladına karşı bir anne baba,
Ne gibi sorumluluk altındadır acaba?)
Buyurdu ki: (Çocuklar, onlara emanettir.
Allah’ın bahşettiği, çok büyük bir nimettir.
Temiz toprak gibidir kalpleri çocukların.
Ne tohum ekilirse, o mahsul çıkar yarın.
Nedir helal ve haram, nedir sünnet, nedir farz?
En mühim vazifemiz, her gün beş vakit namaz.
Bunlar öğretilir ve yaptırılırsa eğer,
Dünya ve ahirette saadete ererler.)
Bir gün de buyurdu ki: (Birinci nasihatim,
Beş vakit farz namazı kılınız her gün derim.
Yani bir müslümanın en birinci görevi,
Namaz kılmasıdır ki, budur işin temeli.
Hem de namaz kılarken, farzına, sünnetine,
Riayet etmeli ki, kavuşulsun ecrine.
Bu gün, namaz kılanlar fazla da olsa gayet,
Pek tadil-i erkana etmiyorlar riayet.
Halbuki Resulullah, şöyle buyurmaktadır:
(Hırsızların büyüğü, namazından çalandır.)
Eshap bunu duyunca, sordular ki o zaman:
(Nasıl çalabilir ki bir kimse namazından?)
Buyurdu: (Erkanına etmezse kim riayet,
O kimse, namazından çalmış olur nihayet.)
Bir gün de buyurdu ki: (Her kim, namaz kılarken,
Rükuda, secdede ve kalkınca bu yerlerden,
Belini yerleştirip, durmazsa eğer biraz,
Hak teâlâ indinde, kabul olmaz o namaz.)
Bir gün, namaz kılarken, gördü bir müslümanı.
Ki, tamam yapmıyordu o, tadil-i erkanı.
Rükudan doğrulunca, dikilip durmuyordu.
Secdeler arasında, biraz oturmuyordu.
Buyurdu: (Böyle namaz kılarsan, öldüğünde,
Ümmetimden demezler sana mahşer gününde.)
Namaz, düzgün ve doğru kılınır ise eğer,
O namaz, sahibine şöylece dua eder:
(Nasıl ki kusurlardan korudunsa sen beni,
Allah da, her kusurdan korusun öyle seni.)
İbadetler içinde, en üstünü namazdır.
Namaz, dinin direği, müminin miracıdır.
O halde, tam kılmalı müslüman, namazını.
Getirmeli yerine, adab ve erkanını.
Yani farzı, vacibi, hatta sünnet ve edep,
Layık olduğu gibi, hepsini yapmalı hep.
Tadil-i erkanına tam dikkat etmelidir.
Zira bunu yapanlar, kazanır büyük ecir.)
. Namaz, büyük ibadet
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Bu zat, bir sevdiğine yazdığı mektubunda,
Buyurdu ki: (Ölüm var bu hayatın sonunda.
Beş vakit farz namazı, hiç gevşeklik etmeden,
Cemaatle kılmalı, biraz geciktirmeden.
Tadil-i erkan ile kılınırsa hem eğer,
Hak teâlâ indinde bulur kıymet ve değer.)
Biri dedi: (Efendim, kılıyorum ben namaz.
Lakin alamıyorum manevi lezzet ve haz.)
Buyurdu ki: (Rabbini, yalnız namazda değil,
Her zaman hatırla ve Ondan hiç olma gafil.
Günah işlemekten de kurtarırsan kendini,
Ancak alabilirsin namazın lezzetini.
İmam-ı a’zam diye tanınan yüce İmam,
Gösterirdi abdest ve namaza çok ihtimam.
Abdest edeplerinden yapmayınca birini,
Kaza etti, kırk yıllık namaz ibadetini.)
Yine bir sevdiğine yazdığı mektubunda,
Şöyle buyurmaktadır, namaz kılmak hakkında:
(Ey kardeşim bu dünya, iş, ibadet yeridir.
Ücret alınacak yer, elbette ahirettir.
Salih, iyi işleri yapmaya uğraşınız.
Allah’ın beğendiği amelleri yapınız.
Bu ameller içinde, en mühimmi, namazdır.
Namaz, dinin direği, müminin miracıdır.
Tadil-i erkan ile kılınmazsa bir namaz,
Borç ödenir ise de, hiç sevap kazanılmaz.
Şunu unutmayın ki, namaz, büyük ibadet.
Tadil-i erkanına lazımdır tam riayet.
Namaz, doğru ve düzgün eda olunduğunda,
O namaz, sahibine eder hem hayır dua.
Güzel kılınmaz ise, olur çirkin ve siyah,
O da, beddua eder o kimseye mazallah.)
. Namaz, en mühim iş
Kutbüddin Bahtiyar Kaki (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Asıl ismi, Bahtiyâr el-Ûşî Dehlevî, babasınınki Mûsâ'dır. Lakabı Kutbüddîn'dir. Ayrıca Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-İslâm, Melik-ül-meşâyih, Sultân-üt-tarîkat, Bürhân-ül-hakîkat, Reîs-üs-sâlikîn, İmâm-ül-âmilîn, Sirâc-ül-evliyâ ve Tâc-ül-asfiyâ diye de tanınır. Nesebi hazret-i Ali'ye dayanmakta olup seyyiddir.
1173 (H.569) senesinde, Mâverâünnehir'de Ûş veya Avaş denilen kasabada doğdu. 1235 (H.633) senesinde Hindistan'da Dehlî'de vefât etti. Kabri orada olup, en tanınmış ziyâret yerlerindendir. Kâbrini ziyâret edenler, mübârek rûhundan feyz almakta, nûr saçılan kabrinden istifâde etmektedirler.
Bu zat buyuruyor ki: (Her iyiliğe engel,
İnsanın kendisidir her şeyden daha evvel.
Düşmanı, dışarıda aramayın siz sakın,
Düşman içinizdedir, ondan iyi sakının.
İnsanlar bir yolcudur, aynı yere giderler.
Yolcular, birbirine yardım etmelidirler.
Herkese faideli olmaya edin gayret.
O zaman her işiniz, olur büyük ibadet.
Zira dünya işini yaparken bir müslüman,
Beş vakit namazını kaçırmaz hiçbir zaman.
Rabbimiz buyurur ki: (Mal ve çocuklar, sakın,
Allah’a ibadetten, sizi alıkoymasın.)
Önceki müslümanlar, çok titizlerdi bunda.
Camiye koşarlardı, ezan okunduğunda.
Demirciler vardı ki, döverken demirleri,
Ezanı işitseydi, bırakırdı dövmeyi.
Çekici havadaysa, vurmazda onu daha.
Yerde ise kaldırmaz, koşarlardı namaza.
Terziler var idi ki, soktuğunda iyneyi,
Ezanı işitseydi, çekmezdi onu geri.
Yani ne halde ise, kalırlardı o halde.
İtina ederlerdi namaza fevkalade.
Çünkü bilirlerdi ki, herkese farzdır namaz.
O vakitte, namazdan daha mühim iş olmaz.
Ahiret işlerine verince böyle kıymet,
Allah dahi onlara verirdi çok bereket.
Halbuki ehemmiyet vermeselerdi dine,
Kazançları, daha çok olmazdı elbet yine.
Üstelik, Allah’a da olurlardı isyankâr.
Çok kazansalardı da, neye yarar öyle kâr?)
Derdi ki: (Namaz kılmak ve her türlü ibadet,
Tabiatı icabı, zor gelir nefse gayet.
İşte bu yüzdendir ki, bazı din büyükleri,
Nefisle uğraşmakta, gitmişlerdi ileri.
Sahabe-i kiramdan, Abdullah ibni Ömer,
Bir vakit cemaate yetişmeseydi eğer,
Bir gece, uyumadan, yapardı hep ibadet.
Zira o, kendisine etmişti böyle adet.
Yine aynı şekilde hazret-i Ömer dahi,
Bir gün yetişemeyip, kaçırdı cemaati.
Yüzbin dirhem kıymette malını, o bu kere,
O gün tasadduk edip, dağıttı fakirlere.
Sahabeden biri de, bir gün, bila ihtiyar,
Bir akşam namazını geciktirdi bir miktar.
Öyle çok üzüldü ki buna o mübarek zat,
İki kölesi vardı, onları etti azad.
Bunlar, binlercesinden, bir iki nümunedir.
Zira ufacık bir su, deryayı haber verir.)
.. İşin başı, namazdır
Mazhar-ı Can-ı Canan (Rahmetullahi Aleyh)
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarındandır. İsmi, Şemseddîn Habîbullah'tır. Babası Mirzâ Cân'dır. Onun ismine izâfeten Cân-ı Cânân denilmiştir. 1699 (H.1111) veya 1701 (H.1113) senesinde Ramazân-ı şerîfin on birinde Cumâ günü doğdu. 1781 (H.1195) senesinde şehîd edildi. Hazret-i Ali'nin neslinden olup, seyyiddir.
Bu zat buyuruyor ki: (Namaz mühim ibadet.
Mümin olan, beş vakit kılmalı onu elbet.
Resulullah buyurdu: (Birisinin, faraza,
Kapısının önünde, akan bir nehir olsa,
O kişi, o nehirde, beş defa günde eğer,
Yıkansa, üzerinde kalır mı kirden eser?)
Arz ettiler ki: (Hayır, o böyle yapsa şayet,
Kir kalmaz üzerinde, temiz olur o gayet.)
Buyurdu ki: (Beş vakit namaz dahi böyledir.
Onu güzel kılanlar, günahtan temizlenir.)
Namazı, Allah için kılmalı ki ihlasla,
Aksi halde, hiç ecir alınmaz ondan asla.
Evlenmek, bir iş kurmak, yiyip içmek ve namaz,
Allah için olmazsa, hiçbir işe yaramaz.
Bunun gibi mesela, hacca giden bir kişi,
Sadece Allah için yapmalıdır bu işi.
(Filan kes, yirmi defa hacca gitti) desinler,
Niyetiyle giderse, verilmez hiçbir değer.
Bir nafile hac için, bir namaz kaçar ise,
O hacdan, sevap değil, günah alır o kimse.
Zira nafile için, farz namazı terk etmek,
Aklı olan kimseye yakışır iş değil pek.)
Bir gün de buyurdu ki: (Namaz, dinde direktir.
Zira müslüman demek, sanki namaz demektir.
İşin başı namazdır, mümindir namaz kılan.
Eğer kılmıyor ise, şüphelidir o zaman.
Hiç özrü olmaksızın, sırf tembellik ederek,
Beş vakit namazından kazaya kalsa bir tek,
Cezası, affolmazsa, Cehennemde yanmaktır.
Zira Rabbin emrini, bu, hafife almaktır.
Acele kaza etmek lazımdır o namazı.
Zira zaman geçtikçe, kat kat artar cezası.
Yani o farz namazı, kaza edecek kadar,
Sonradan boş, müsait geçtikçe dakikalar,
Ateşte yanacağı müddet de çoğalır hep.
Öyleyse kul Rabbinden etmeli haya, edep.)
Bir gün de buyurdu ki: (Namaz, gayet mühimdir.
Onu kılmak, Allah’ın biz kullara emridir.
Allah, namaz kılana verir çok ecir, sevap.
Kılmayanlara ise, yapar çok acı azap.)
Bir gün de buyurdu ki: (Namaz, mühim ibadet.
Şartlarına uyarak kılmalı onu elbet.
Hırsızların büyüğü, namazından çalandır.
Yani onu, hakkıyla edadan kaçınandır.
Namazı, doğru dürüst kılarsa bir müslüman,
Rıza-i ilahiye mazhar olur o zaman.
Hem sonra öyle fazla alır ki ecir, sevap,
Cennette, nimetlere nail olur bi-hesab.)
. Namaz nurdur
Mazhar-ı Can-ı Canan (Rahmetullahi Aleyh)
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarındandır. İsmi, Şemseddîn Habîbullah'tır. Babası Mirzâ Cân'dır. Onun ismine izâfeten Cân-ı Cânân denilmiştir. 1699 (H.1111) veya 1701 (H.1113) senesinde Ramazân-ı şerîfin on birinde Cumâ günü doğdu. 1781 (H.1195) senesinde şehîd edildi. Hazret-i Ali'nin neslinden olup, seyyiddir.
Allah adamlarından, büyük âlim ve veli.
Bir gün, (namaz) hakkında buyurdu şu sözleri:
Namaz, dinin direği, müminin miracıdır.
Namaz, hasta ruhların tesirli ilacıdır.
Namaz kılan, kurtarır yıkılmaktan dinini.
Kılmayan, kurtaramaz Cehennemden kendini.
Namaz, korur insanı çirkin, kötü her işten.
Namaz kılan, kurtulur Cehennem ateşinden.
Namaz, nurdur, ışıktır insanların kalbine.
Namaz, Münker-Nekir’in cevaptır sualine.
Namaz kılan kimsenin, kalbi temiz, pâk olur.
Namaz kılan, her zaman bulur rahat ve huzur.
Namaz’la geçer insan, şimşek gibi Sıratı.
Namaz’la insan bulur, huzur ile rahatı.
Namaz’dır insanları doğru yola getiren.
Namaz’dır insanlara günahı terk ettiren.
Namaz, ruhlara gıda, namaz ruhlara şifa.
Namaz’dır üzüntülü kalplere nur ve safa.
Namaz, kalbi parlatır, Sıratı aydınlatır.
Namaz’ını kılmayan, çok pişman olacaktır.
Namaz’dır müminleri birbirine bağlayan.
Namaz’dır küskünleri barıştırıp dost yapan.
Namaz kılan, öyle çok yaklaşır ki Allah’a,
Başka ibadetlerle, fazlası olmaz daha.
Namaz kılan, yapar hep faydalı, iyi amel.
Namaz, kötülüklere olur mani ve engel.
Camide, cemaatle kılarsa bunu herkes,
Sevgi ile bağlanıp, tutmazlar kin ve garez.
Büyükler, küçüklere eder şefkat, merhamet.
Onlar da, büyüklere gösterir saygı, hürmet.
Zenginler, vakıf olur fakirlerin haline.
Yardımda bulunurlar derhal kendilerine.
Camide, hastaları görmeyince sağlamlar,
Merak edip, onları, evlerinde ararlar.
Şartlarına uyarak, kılarsa onu bir kul,
Hak teâlâ indinde, olur iyi ve makbul.
Hepsi namaz kılmıştır bilcümle peygamberler.
Namaz kılan kimseyi, sever gökte melekler.
Beş vakit namazını tam kılarsa bir insan,
Melekül mevt, ruhunu alır kolay ve asan.
Nur olur ona namaz, girdiğinde kabrine.
Kolay olur cevabı, sual meleklerine.
Kıyamette ilk önce, sorulacak namazdan.
Hesabını verenler, kurtulacak azaptan.
Kim beş vakit namazı, getirirse yerine,
Kavuşur ahirette Cennet nimetlerine.
Kimler de kılmayıp da, etmezlerse hiç esef,
Azap göreceklerdir Cehennemde malesef
. Cennete giden yol
Mazhar-ı Can-ı Canan (Rahmetullahi Aleyh)
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarındandır. İsmi, Şemseddîn Habîbullah'tır. Babası Mirzâ Cân'dır. Onun ismine izâfeten Cân-ı Cânân denilmiştir. 1699 (H.1111) veya 1701 (H.1113) senesinde Ramazân-ı şerîfin on birinde Cumâ günü doğdu. 1781 (H.1195) senesinde şehîd edildi. Hazret-i Ali'nin neslinden olup, seyyiddir.
Allah adamlarından, âlim ve veli bir zat.
Tesirli sözleriyle ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki (Namaz, gayet mühimdir.
Onu kılmak, Allah’ın biz kullara emridir.
Allah, namaz kılana verir çok ecir, sevap.
Kılmayanlara ise, yapar çok acı azap.
Bir evlat, babasına isyan ederse eğer,
Babası, o evlada ne kadar öfke eder.
Der ki: (Bunca hizmetler eyledim de ben sana,
Sen, nasıl bana karşı kalkışırsın isyana?)
Halbuki ikisi de, birer kuldur nihayet.
Yalnız baba, oğluna yapmıştır biraz hizmet.
Allah ise, yerde ve gökte ne yarattıysa,
Hepsini, bizim için yaratmıştır bilhassa.
Bu gözle gördüğümüz ve göremediğimiz,
Her ne ki halk ettiyse kainatta Rabbimiz,
Mesela Ay ve Güneş, ve sayısız Yıldızlar,
Hepsinin, muhakkak ki insana faydası var.
Denizlerin dibinde yaşayan canlıların,
Yaratılması bile, faydasına insanın.
Ya doğrudan doğruya, ya dolaylı olarak,
Herbirinin , insana faydası var muhakkak.
Allah’ın kudretiyle çalışıyor kalbimiz.
Her uzvu çalıştıran, yine yüce Rabbimiz.
Şu malik olduğumuz her şey, Onun nimeti.
Kendi de bildiriyor bize bu hakikati.
Kur’an -ı keriminde buyuruyor ki zira:
(Ben, o kadar nimetler verdim ki insanlara,
Yazmak için, ormanlar, eğer kalem olsa hep,
Ve bilcümle deryalar, olsalar da mürekkep,
Benim nimetlerimi hiç durmadan yazsalar,
Nimetlerim bitmeden, tükenir o deryalar.
Bir daha getirseler, o dahi hemen biter.
Tükenmez yine benim verdiğim o nimetler.)
Böyle yüce bir Allah, namazı emrediyor.
Kul ise karşı gelip, (Kılmayacağım!) diyor.
Müezzin, sesleniyor beş kez (Hayyalessalah!)
Namaza çağırıyor kulları yani Allah.
Buna rağmen, özürsüz kim kılmazsa namazı,
(Kılmıyorum!) demektir bunun açık manası.
(Hayyalelfelah!) diye sesleniyor bir daha.
Yani Allah, bizleri çağırıyor felaha.
Kim gitmezse Allah’ın bu namaz davetine,
Açıkça (Gelmiyorum!) demektir bu da yine.
Bu, Rabbe isyandır ki, ne fenadır ve çirkin.
Bundan büyük küstahlık olur mu bir kul için?
Halbuki Cennet için köprüdür her ibadet.
Yani Cennete giden bir yoldur islamiyet.)
. Namaz kılmıyorsa...
Muhammed Baki Billah (Rahmetullahi Aleyh)
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisidir. İkinci bin yılının müceddidi ve İslâm âlimlerinin gözbebeği olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin hocasıdır. Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zâttı. Annesi ise hazret-i Hüseyin'in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanımdı. Muhammed Bâkî-billah hazretleri 1563 (H.971) senesinde Kâbil şehrinde doğdu.
1603 (H.1012) senesinde bir hastalığa tutuldu ve şöyle buyurdu: Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ı rüyâda gördüm ve bana; "Gömlek giyiniz." buyurdu. Bu rüyâyı anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; "Eğer yaşarsam öyle yaparım, yaşamazsam, gömleğim kefenimdir." buyurdu. O tarihte vefat etti.
Bu zat buyuruyor ki: (Biz, aciz birer kuluz.
Rabbimizin emrine, itaate memuruz.
Zira yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Yalnız Hak teâlâya ibadet eylesinler.
Büyükler buyurur ki: (Bir insan ki, namazı,
Kılmıyorsa, haramdır dünyada yaşaması.)
Yani buna üzülmez ve etmezse hiç tasa,
Ölse daha iyidir, böyle yaşamaktansa.
Namaz dinin direği, müminin miracıdır.
Namaz, hasta kulların, tesirli ilacıdır.
Namaz’dır insanları gafletten uyandıran.
Hem fenalık yapamaz, ihlasla namaz kılan.)
Yine bir gün vâzında buyurdu: (Kardeşlerim!
Size, mühim bir şeyi izah etmek isterim.
Her kalpten başka kalbe, bir yol vardır manevi.
Bu yolla, birbirine feyiz akar bir nevi.
İki mümin, bir yerde eğer karşılaşsalar,
Kalpleri arasında, hemen bir akım başlar.
Onların ellerinde değildir bu hareket.
Haberleri olmadan kurulur münasebet.
Manen yüksek olanın kalbinde olan nurlar,
Aşağıda olanın kalbine doğru akar.
Cemaatle namazın, şudur ki bir faydası,
Mümkün olmaz, herkesin, her an agah olması.
Bazısının Allah’tan gafil oldukları an,
Bulunur cemaatte mutlaka agah olan.
Birisi gafil iken, agahtır bir diğeri.
Uzak bir ihtimaldir gafil olsun her biri.
Böylece cemaatte, kesintisiz olarak,
Bir huzur ve agahlık devam eder muhakkak.
Böyle olan namaz da, olur daha müstecap.
Cemaat, daha fazla alır ecir ve sevap.)
. En büyük ibadet
Muhammed Baki Billah (Rahmetullahi Aleyh)
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisidir. İkinci bin yılının müceddidi ve İslâm âlimlerinin gözbebeği olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin hocasıdır. Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zâttı. Annesi ise hazret-i Hüseyin'in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanımdı. Muhammed Bâkî-billah hazretleri 1563 (H.971) senesinde Kâbil şehrinde doğdu.
1603 (H.1012) senesinde bir hastalığa tutuldu ve şöyle buyurdu: Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ı rüyâda gördüm ve bana; "Gömlek giyiniz." buyurdu. Bu rüyâyı anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; "Eğer yaşarsam öyle yaparım, yaşamazsam, gömleğim kefenimdir." buyurdu. O tarihte vefat etti.
Bu zat buyuruyor ki: (Çok şükür Rabbimize.
Çok maddi ve manevi nimetler verdi bize.
Bir keşmekeş içinde inlerken bütün âlem,
Bizler, rahat ve huzur içindeyiz tamamen.
Çünkü iman, ibadet, huzurun kaynağıdır.
En büyük ibadet de, elbet namaz kılmaktır.
Çünkü namaz, Allah’ı hatırlatıyor bize.
Günde, en az beş kere geliyor kalbimize.
Onu hatırlamak da zikir ve ibadettir.
Namaz kılan, Allah’ı zikrediyor demektir.
Hatta beş defa değil, anılır daha fazla.
Zira her şey zikirdir, ilgiliyse namazla.
(Ezan kaçta oluyor?), (Vakite ne kadar var?)
(Kalkıp abdest alayım) şeklinde konuşmalar,
Namazla alakalı olduğundan dolayı,
Hatırlatır bizlere Allahü teâlâyı.
Çünkü zikir, Allah’ı kalben hatırlamaktır.
Bu da, namaz kılmakla müyesser olmaktadır.
Kim beş vakit namazı, her gün eda ederse,
Ve bir vakti kılınca, ötekini beklerse,
Yani hep düşünürse her kim namaz kılmayı,
O, zikretmiş sayılır her an Hak teâlâyı.
Kalp hastalıklarının ilacı, bu zikirdir.
Allah’ı hatırlamak, kalbin temizliğidir.
Kimin kalbi, Allah’ı zikrederse eğer ki,
Yerleşir o kalplere Allah’ın muhabbeti.
İşte namaz kılmakla bu zikir hasıl olur.
Allah’ın sevgisi de, bu kalplerde bulunur.
Muhabbet-i ilahi, bir kalbe girse eğer,
Bu dünyanın sevgisi, o kalpten çıkar, gider.
İşte bu yüzdendir ki, en kıymetli ibadet,
İhlas ile beş vakit namaz kılmaktır elbet.)
Bir gün de buyurdu ki: (Namaz büyük ibadet.
Namaz’la hasıl olur Rabbe sevgi, muhabbet.
Nefis de güçsüz kalır kılındıkça her namaz.
Git gide zayıflayıp, insanı aldatamaz.
Sevdiği içindir ki Allah müslümanları,
Hep mükellef kılmıştır namaz ile onları.
Bir lütf-i ilahi ki namaz bize aslında,
Nefis kahrolmaktadır namaz kılındığında.
Bir de, yapıldığında bir amel ve ibadet,
Emredildiği gibi yapmalı onu elbet.
Mesela bir namazın sahih olması için,
Abdestin, doğru sahih olması lazım ilkin.
Doğru dürüst bir abdest alınmamışsa eğer,
Buna bağlı olarak, namaz da olur heder.
Şartlarına uyarak, emredildiği gibi,
Yapılan bir ibadet, sahih olur tabii.)
. Namazı geciktiriyordu
Mirza Hüsameddin Ahmed (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Hüsâmeddîn Ahmed'dir. Babası ilimler hazînesi meşhûr Kâdı Nizâmüddîn Bedahşî'dir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1634 (H.1043) senesinde vefât etti. Kabri, Delhi'de Hâce Bâkî-billah hazretlerinin türbesinin yanındadır.
Allah adamlarından, âlim ve veli bir zat,
Bir gün namaz hakkında şöyle etti nasihat:
Namaz kılmak, islamın beş şartından biridir.
İbadetler içinde, hatta en mühimidir.
Zira buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
(Çoluk çocuğunuza namazı öğretiniz.
Çocuk, yedi yaşına girince, ayrıyeten,
Namaz kılması için, emredin ona hemen.)
İmam-ı Gazali de buyurdu ki bir derste:
(Nefse ceza vermeli, her günahta elbette.
Eğer göz yumulursa, daha azar, şımarır.
Önüne geçilemez, tehlikeli hal alır.
Mesela haram yerse, aç bırakmalı biraz.
Harama baktı ise, mubaha baktırılmaz.)
Ebu Talha vardı ki Sahabe-i kiramdan,
Namaz kılıyor idi bağ içinde bir zaman.
O ara güzel bir kuş, gelip kondu yanına.
Kaç rekat kıldığını, şaşırdı bakıp ona.
O da, kendi kendine dedi ki: (Bak ey nefsim!
Benim dünya malında, asla yok bir hevesim.
Rabbimin huzurunda ederken Ona taat,
Ondan gayri bir şeye edilir mi iltifat?
Madem ki düşüyorsun sen böyle bir hataya,
Ben de, tasadduk ettim bu bağı fukaraya.)
Amr bin dinar vardı hem, evliyadan bir kişi.
Der ki: (Vefat etmişti, birinin kız kardeşi.
Defini müteakip, kardeşi eve varıp,
Baktı, para cüzdanı düşmüş ve olmuş kayıp.
Defnederken düşmüştür diyerek hemen sonra,
Birisini alarak, geldi aynı mezara.
Cüzdanı bulmak için, o kabri tekrar açtı.
Ve lakin çok feci bir şey ile karşılaştı.
Ateşler içindeydi mezarı kardeşinin.
Aklı gidecek oldu korkudan o kişinin.
Mezarı tekrar örtüp, koştu hemen evine.
Gördüğü hadiseyi, anlattı annesine.
Dedi: (Hangi günahı ederdi ki irtikab,
Kabirde, ateş ile olunur böyle azap?)
Dedi: (Namazlarını geciktiriyordu hep.
Azap olunmasına, bu haldir belki sebep.)
. Hırsızın hidayeti
Mirza Hüsameddin Ahmed (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Hüsâmeddîn Ahmed'dir. Babası ilimler hazînesi meşhûr Kâdı Nizâmüddîn Bedahşî'dir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1634 (H.1043) senesinde vefât etti. Kabri, Delhi'de Hâce Bâkî-billah hazretlerinin türbesinin yanındadır.
Hadiste buyuruldu: (Namazını, bir kimse,
Cemaatle kılmaya eğer devam ederse,
İyilerle haşr olur o kimse mahşer günü.
Ve geçer şimşek gibi hem Sırat köprüsünü.
Dertlerden, belalardan muhafaza olunur.
Ve bin şehid sevabı, o kula ihsan olur.)
Bir gece hırsız girdi, bir velinin evine.
Ve lakin bulamadı götürecek bir nesne.
Geri dönüyordu ki, üzüntülü ve meyus,
Bu veli onu görüp, oldu gayet huzursuz.
Dedi ki: (Abdest alıp, biraz namaz kılsana.
Sabah bir şey gelirse, veririm onu sana.)
Hırsız (Peki) dedi ve, abdest aldı o zaman.
Gece, sabaha kadar namaz kıldı durmadan.
O sabah, zengin biri gelerek bu veliye,
İkiyüz elli altın etti ona hediye.
O da, o altınları, hırsıza verdi hemen.
O dahi tövbe edip, vazgeçti bu işlerden.
Hadiste buyuruldu: (Çocukları çok olan,
Ve tadil-i erkanla namazlarını kılan,
Hiç gıybet, dedikodu yapmayan müslümanlar,
Kıyamette, benimle birlikte haşrolurlar.)
Bahaddin Buhari’nin halis bir talebesi,
Vardı ki, şu vakayı anlatıyor kendisi:
Ben, Kasr-ı arifan’da çiftçilik yapar idim.
Lakin müslümanlıkla yok idi fazla ilgim.
Tam cehalet içinde geçirirdim bir hayat.
Yiyip içip yatmaktan, alırdım sadece tad.
Behaeddin Buhari, giderken namazlara,
Beni görüp, tebessüm ederdi ara sıra.
Bir gece de rüyamda gördüm bu evliyayı.
Yaklaşıp verdi bana elindeki aynayı.
Bakıp gördüm aynada, kendi suretimi ben.
Ve lakin çok çirkindim, ben iğrendim kendimden.
Ertesi gün evime gelip sordu sadece:
(Rüyada, o aynayı kim verdi sana gece?)
(Siz verdiniz) deyince, buyurdu: (Peki niçin,
Yüzünü, o aynada gördün iğrenç ve çirkin?)
(Bilmiyorum efendim) diye ben edince arz,
Buyurdu ki: (Ne için kılmıyorsun sen namaz?
Eğer ifa etseydin sen bu ibadetini,
Aynada, gayet güzel görürdün suretini.
Namaz nurdur, ışıktır insanların kalbine.
İhlas ile kılanlar, yakın olur Rabbine.
Namaz kılan kimsenin, kalbi olur temiz, pâk.
Namaz kılan, yüzünden anlaşılır muhakkak.)
. Namaz gelir imdada
Şah Veliyullah Dehlevi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan’ın büyük velîlerinden. Tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Abdürrahîm bin Vecîhüddîn, künyesi Ebü'l-Feyyâz, Ebû Abdullah ve Ebû Abdülazîz’dir. Soyu, baba tarafından hazret-i Ömer’e, anne tarafından ise hazret-i Hüseyin’e ulaşır. Lakabı Kutbüddîn, Şâh Veliyyullah ve Şâh Sâhib; nisbesi ise Hindî, Dehlevî ve Fârûkî’dir. Daha çok Şâh Veliyyullah Ahmed Sâhib-i Dehlevî diye tanınır. 1702 (H.1114) senesi Şevvâl ayında Hindistan’ın Delhi şehrinde doğdu. 1762 (H.1176) senesi Muharrem ayının yirmi dokuzuncu günü öğleden sonra orada vefât etti. Şehrin dışında, bugün Mehdiyân diye bilinen yerde, babasının yanında medfûndur. Kabri belli olup, ziyâret edilmektedir. Doğum ve vefât târihleri, (1699-1766) olarak da rivâyet edilmiştir.
Bu zata sordular ki bir zaman şu suali:
(İnsan kabre girince, nasıl olur ahvali?)
Buyurdu: (Kardeşlerim, bir kimse etse vefat,
Başlar o kimse için değişik, başka hayat.
Defin bitip, cemaat dağılırken yanından,
O, ayak seslerini işitir mezarından.
O mevta yalnız kalır artık o mezarında.
Amellerinden başka kimse olmaz yanında.
İnsanlar ayrılınca, seslenir ona mezar.
Der ki: (Ey Ademoğlu, kıldın mı bende karar?
Bilir miydin buranın nasıl yer olduğunu?
Yoksa hissetmedin mi öğrenmek lüzumunu?
Görürsün ki burası, hem dardır, hem karanlık.
Bulunmaz hem bu yerde ne yatak, ne de yastık.
Dün, üstümde gezerdin, pek gururlu olarak.
Kabir nasıl bir yerdir, etmedin mi hiç merak?
Benim içim doludur, böcek ve akrep ile.
Hazırlıksız geldiysen, şimdi her şey nafile.
Üstümde, günahları eyledinse irtikap,
Şimdi benim içimde, revadır sana azap.
Hem de hiç hazırlıksız geldinse bu mezara,
Kurtarmaz bu azaptan seni ne mal, ne para.)
Eğer o ölen kişi salih bir kimse ise,
Gaibten başka bir ses, cevap verir o sese.
Der ki: (Ne söylüyorsun bu mümine ey kabir!
Bu, öyle bir kimse ki, eyleme onu tahkir.
O, Rabbine inanıp, gece gün etti taat.
Hep islama muvafık dünyada sürdü hayat.
Beş vakit namazını kıldı hem de ihlasla.
Özürsüz tek namazı, geçirmedi o asla.
Emr-i maruf yaparak, hizmet etti bu dine.
En ufak bir sıkıntı gösterme bu mümine.)
Bu sesin arkasından, genişler kabri hemen.
Cennet yaygılarıyla tefriş olur tamamen.
Daha sonra yanına, biri gelir pek güzel.
Çok nurlu ve sevimli, her bakımdan mükemmel.
Der ki: (Sen kimsin acep, ne güzelsin ve şirin.
Bu tenha yerde gelip, beni sevindirirsin.)
O der ki: (Amellerin, salih idi dünyada.
Beni, o amellerden halk etti Hak teâlâ.)
O ameller, dört yandan kuşatırlar o zatı.
Ondan ırak ederler, gelecek mazarratı.
Azap melaikesi gelirlerse faraza,
(Namaz) karşı koyarak, eder tam muhafaza.
Sonra, başka cihetten yaklaşırlarsa eğer,
(Oruc)u karşı çıkıp, mani olur bu sefer.
Onlar bunu görünce, giderler dönüp derhal.
Ve derler ki: (Ne güzel, mübarek olsun bu hal.)
. Namaz, birinci vazife
Şah Veliyullah Dehlevi (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan’ın büyük velîlerinden. Tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Abdürrahîm bin Vecîhüddîn, künyesi Ebü'l-Feyyâz, Ebû Abdullah ve Ebû Abdülazîz’dir. Soyu, baba tarafından hazret-i Ömer’e, anne tarafından ise hazret-i Hüseyin’e ulaşır. Lakabı Kutbüddîn, Şâh Veliyyullah ve Şâh Sâhib; nisbesi ise Hindî, Dehlevî ve Fârûkî’dir. Daha çok Şâh Veliyyullah Ahmed Sâhib-i Dehlevî diye tanınır. 1702 (H.1114) senesi Şevvâl ayında Hindistan’ın Delhi şehrinde doğdu. 1762 (H.1176) senesi Muharrem ayının yirmi dokuzuncu günü öğleden sonra orada vefât etti. Şehrin dışında, bugün Mehdiyân diye bilinen yerde, babasının yanında medfûndur. Kabri belli olup, ziyâret edilmektedir. Doğum ve vefât târihleri, (1699-1766) olarak da rivâyet edilmiştir.
Bir gün buyurdular ki o Server, Eshabına:
Eskiden birkaç kişi, gittiler kabristana.
Dediler ki: (Bir dua edelim Rabbimize.
Ölülerden birini, diriltsin şimdi bize.
Ölüm ve ahiretten haber versin azıcık.
Ona göre dünyada yapalım bir hazırlık.)
Evvela abdest alıp, kıldılar hepsi namaz.
Sonra da el kaldırıp, ettiler dua, niyaz.
Hak teâlâ izniyle, bu dua akabinde,
Bir mevta dirilerek, kalkıverdi kabrinde.
Ve hemen dile gelip, dedi ki: (Ey insanlar!
Gafletle yaşamayın, ahiret var, hesap var.
Yatarım şu mezarda doksan küsür senedir.
Mevtin o sarsıntısı, hala üzerimdedir.
Siz ölümü tatmadan, kulluk edin Allah’a.
Ve mutlak devam edin, her gün namaz kılmaya.)
Tabiin-i izamdan Müslim bin Yesar vardı.
Büyük bir âlim olup, çok ibadet yapardı.
Namazı, öyle güzel kılardı ki her zaman,
Hemen hayran kalırdı, onu gören her insan.
Namaz dışında dahi, namazdaymış gibi hem,
Sakınırdı lüzumsuz söz ve hareketlerden.
Kendini Hakk’a verir, olurdu hareketsiz.
Etrafta olanlardan, bulunurdu habersiz.
Basra’da bir camide, bir gün namaz kılarken,
Bir zelzele oldu ve kubbe çöktü aniden.
Camide bulunanlar, hep kaçtılar dışarı.
Müslim bin Yesar ise duymadı olanları.
Cemaat, kendisini kurtarmaya geldiler.
Onu, sağ ve sıhhatte, namaz kılar gördüler.
Namazını bitirip, sonra selam verince,
(Geçmiş olsun) dediler kendisine hemence.
Sordu (Ne oldu?) diye onlara o da hemen.
Dediler: (Görmedin mi, kubbe çöktü aniden.)
Buyurdu ki: (Ne zaman oldu bu dediğiniz?
Ben hiçbir şey duymadım, siz neler söylersiniz?)
Bir veli, bir sohbette buyurdu: (Kardeşlerim,
Beş vakit namazına, çok düşkündü pederim.
Bana vasiyetinde dedi ki: (Ölüm hariç,
Beş vakit namazını eda et, bırakma hiç.
Eğer buna uymazsan, hakkımı etmem helal.
Mahşerde, yakandadır ellerim behemehal.)
Vefat ettikten sonra, bir gün ruhu gelerek,
Dedi ki: (Ey evladım, ben senden razıyım pek.)
Çünkü ben, tuttum onun bu son nasihatini.
Çok şükür geçirmedim bir tek namaz vaktini.
Birinci vazifedir insana zira namaz.
Namaz kılınmadıkça, müslümanlık olamaz.)
. Devamlı namaz kılardı
Seyfeddin Faruki (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'ın büyük velîlerinden. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak, onların dünyâda ve âhirette, saâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesîle olan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen âlim ve velîlerin yirmi beşincisidir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve Urvetü'l-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin beşinci oğludur. İsmi, Muhammed Seyfeddîn, nisbesi Fârûkî'dir. Muhyissünne lakabıyla meşhûr olmuştur. 1639 (H.1049) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrinde doğdu. l684 (H.1096) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri, babası Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin türbesinin yakınındaki türbededir.
Bu zat anlatıyor ki: Tabiin-i kiramdan,
Amir ibni Abdullah var idi evliyadan,
Namaza durduğunda, geçerdi kendisinden.
Tamamen sıyrılırdı, dünya düşüncesinden.
Yanında çocukları, bağırıp çağırsalar,
Bunlardan, hiç haberi olmazdı zerre kadar.
Dediler ki: (Efendim, siz durunca namaza,
Hiç dünya düşüncesi gelmez mi yadınıza?)
Buyurdu ki: (Allah’ın huzurundayım artık.
Başka bir şey düşünmek, hiç olur mu muvafık?
Namazlarda, daima şu gelir ki kalbime:
Nasıl cevap veririm mahşer günü Rabbime?
Cennete mi giderim, yoksa Cehenneme mi?
Çok zaman, bu düşünce meşgul eder kalbimi.)
Gündüz oruçlu idi, kılardı gece namaz.
Bunlardan başka bir şey, vermezdi ona bir haz.
Bir kimse, kendisini, gelmiş idi görmeye,
Baktı, namaz kılıyor, başladı beklemeye.
Selam verip dedi ki: (Safa geldin kardeşim.
Biraz çabuk söyle ki, acildir zira işim.)
Şaşırdı gelen adam, arz etti ki: (Hayırdır.
Bu kadar acil olan ne gibi işin vardır?)
(Ölümü bekliyorum) buyurup o gelene,
Başka şey söylemeden, namaza durdu yine.
Ruhunu, namazdayken vermeyi istiyordu.
Bunun için, namazdan çıkmak istemiyordu.
Vefatlarından sonra, bir mübarek veliyi,
Bir gece, rüyasında görmüştü bir sevdiği.
Sordu: (Ne muamele eyledi Allah size?)
Buyurdu: (Keşf, keramet gibi neyim var ise,
Hiç işe yaramadı onların bir tanesi.
Olmadı hiç birinin bana bir faidesi.
Yalnız bir gece vakti, iki rekat bir namaz,
İmdadıma yetişti, azaptan oldum halas.)
Sehl -i Tüsteri vardı, asrının bir tanesi.
Ve Zünnun-i Mısri’nin makbul bir talebesi.
Namaza, fevkalade verirdi ehemmiyet.
Talebesine dahi bunu öğütlerdi hep.
Ömrünün sonlarında, nihayet oldu hasta.
Eli ve ayakları tutmaz oldu adeta.
Lakin günde beş defa, namaz vakitlerinde,
Olurdu a’zaları, eski kuvvetlerinde.
Yine Hallac-ı Mansur vardı ki evliyadan,
O, hep namaz kılardı gece gündüz durmadan.
Öyle çok yapardı ki o ibadet ve taat,
Her gün namaz kılardı istisnasız bin rekat.
Hatta bu adetini, bir gün aksatmamıştı.
Yalnız öldüğü gece, beşyüz rekat kılmıştı.
. Namazı vaktinde kıl
Ata bin Meysere (Rahmetullahi Aleyh)
Tâbiîn devrinin tanınmış, hadîs ve tefsîr âlimlerinden. Ebû Eyyûb, Ebû Osman, Ebû Muhammed, Ebû Sâlih Belhî künyeleri vardır. 670 (H.50) senesinde doğup, 752 (H.135) târihinde Eriha'da vefât etti. İbn-i Abbâs, Adiy bin Adiy el-Kindî, Mugîre bin Şu'be, Ebû Hüreyre, Ebüdderdâ, Enes bin Mâlik, Ka'b bin Ucre, Muaz bin Cebel ve daha başka sahâbeden r.anhüm hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan da, Şu'be, Ebû Abdurrahmân, İshak bin Useyd el-Horasânî, Dâvûd bin Ebî Hind, Evzâî, Mâlik bin Enes gibi büyük âlimler, r.aleyhim hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır. İbn-i Muîn, İbn-i Ebî Hâtim, Nesâî ve Dârekutnî, onun hadîs ilminde sika, güvenilir, sağlam bir âlim olduğunu söylemişlerdir. Atâ bin Ebî Müslim'in rivâyet silsilesinde yer aldığı hadîs-i şerîfler, Sahîh-i Müslim, Sünen-i Ebî Dâvûd, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Nesâî ve Sünen-i İbn-i Mâce'de mevcuttur. İlmi ile amel eden mübârek bir zâttır.
Ata bin Meysere ki, kendisi tabiinden.
O zamanın tanınmış hadis âlimlerinden.
Geceleri uyumaz, hep ibadet ederdi.
Hane halkını dahi kaldırıp şöyle derdi:
(Kalkın namaz kılın ki, namazda vardır hayır.
Zira gece namazı, uykudan hayırlıdır
Tatlı uykudan kalkıp, yapılan bu ibadet,
Cehennem azabından kolaydır daha elbet.)
Bayezid -i Bistami, dinde günah ve haram,
Yani yasak ne varsa, hepsinden kaçardı tam.
Ve emirlere dahi ederdi tam riayet.
Bilhassa namaz için, ederdi fazla gayret.
Bir sabah namazına, bir defa geç uyandı.
Baktı ki güneş doğmuş, üzülüp içi yandı.
Zira sabah namazı kalmış idi kazaya.
Buna üzüntüsünden başladı ağlamaya.
Göz yaşları dökerek inledi üzgün üzgün.
Zira bu, kendisine dert olmuştu büsbütün.
O sırada şöyle bir nida duydu gaibten:
(Senin bu günahını mağfiret eyledim ben.
Sen, çok pişman olarak ağlayıp sızlayınca,
Yetmişbin namaz ecri ihsan ettim ayrıca.)
Birkaç ay geçmişti ki, bir sabah vakti, yine,
Çok az zaman kalmıştı güneş doğma vaktine.
O ara şeytan gelip, onu uyandırarak,
Dedi ki: (Ey Bayezid, namazın geçiyor, kalk!)
Bayezid -i Bistami, fırladı yatağından.
Namazı kıldı ama, hayrette kaldı o an.
Bir mana veremedi, şeytanın bu işine.
Çağırıp sual etti bu işi kendisine.
Buyurdu ki: (Ey mel’un, sen hiç böyle yapmazdın.
Beni uyandırmakta, neydi asıl maksadın?
Kazaya kalsın diye uğraşırken durmadan,
Ne için uyandırdın beni güneş doğmadan?)
Dedi ki: (Sen namaza kalkamadın geçen gün.
Bu yüzden çok üzülüp, ağladın üzgün üzgün.
Affetti Hak teâlâ günahını o zaman.
Ve yetmişbin namazın ecrini etti ihsan.
Seni uyandırdım ki, kalkıp namaz kılasın.
Yine öyle çok fazla sevap kazanmayasın.)
Lokman Hakim, oğluna ederdi ki nasihat:
(Namazı vaktinde kıl, aksatma sakın evlat.
Nasıl ki her binayı tutan bir direk vardır,
Namazın da dindeki yeri bunun aynıdır.
Siz, amellerinizi nurlandırın namazla.
Zira namazdan üstün bir taat yoktur daha.
Beş vakit namazını eda eden müslüman,
Kurtulur ahirette Cehennemde yanmaktan.)
. Namaz, kalbe nur verir
Safvan bin Süleym (Rahmetullahi Aleyh)
Tabiinden tanınmış bir hadis alimi. Künyesi için, Ebu Abdullah ve Ebu Hâris rivayetleri vardır. Doğum tarihi bilinmemektedir. 132 (m. 749) tarihinde, Medine-i münevvere’de vefat etti. Hadis ilminde sika (güvenilir) bir alimdir.
Safvan ibni Süleym ki, tabiinden bir zattır.
Her hali, insanlara öğüt ve nasihattır.
Rabbine, öyle kulluk ederdi ki severek,
Geçerdi her gecesi, hep ibadet ederek.
Yani öyle çoktu ki ibadet ve taati,
Az daha fazlasına, yetişmezdi takati.
Çok namaz kıldığından dolayıdır ki hatta,
Şişerdi ayakları çok durmaktan ayakta.
Namazlarda ağlayıp, gözyaşı dökerdi hep.
Seccadesi, devamlı ıslaktı bundan sebep.
Hatta kurumasına, hiç fırsat kalmıyordu.
Zira ertesi gece, yine ıslanıyordu.
Derdi ki, Resulullah buyurdu ki bir defa:
(Her göz ağlayacaktır kıyamette mutlaka.
Yalnız şu gözlerdir ki, o gün hiç ağlamazlar.
Allah korkusu ile hiç harama bakmazlar.
Ve bir de, Allah için uyumayan gözlerdir.
Ve Allah korkusundan, göz yaşı dökenlerdir.)
Hazret-i Ebu Bekir buyurdu ki şöylece:
Beş namaz vakitleri, ard ardına girince,
Melekler seslenir ki: (Ey insanlar, kalkınız!
Üstünüze farz olan bu namazı kılınız.
Böylece sizi yakmak üzere hazırlanan,
Ateşi, namaz ile söndürün hemen şu an.
Bilin ki, namazını kılmayanlar, elbette,
Kızgın göreceklerdir Allah’ı ahirette.)
Büyüklerden birisi, şeytana rast gelerek,
Dedi ki: (Senden bir şey istiyorum öğrenmek.
Senin gibi bir mel’un olmak istiyorum ben.
Bunun için acaba, nedir bana tavsiyen?)
İblis buna sevinip, dedi: (Bu, kolay gayet.
Namaza önem verme, ayrıca çok yemin et.)
Bazı din büyükleri, şöyle buyurmuşlardır:
(Şu beş şeyi yapmayan, beş şeyden mahrum kalır.
Malının zekatını vermezse her kim eğer,
Mallarının hayrını görmeyip, olur heder.
Bunun gibi, uşrunu vermezse biri şayet,
Tarla ve kazancında, kılmaz yümün, bereket.
Sadaka vermeyenin, vücudu sıhhat bulmaz.
Dua etmeyen ise, muradına kavuşmaz.
Namaz vakti girince, kılmak istemeyen de,
Son nefeste, şehadet getiremez o demde.)
Yani namaz kılmamak, ne fenadır ve çirkin.
İmansız gitmesine sebep olur kişinin.
Namaza devam ise, kalbe şifa, nur verir.
Kılanları, ebedi saadete erdirir.
Zira Peygamberimiz buyurdu: (Nurdur namaz.)
Namazını kılmayan, bu nura kavuşamaz.
. İki rekat namaz
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Abdullah bin Tahir ki, çok salih birisiydi.
Hem de çok adil olup, Horasan valisiydi.
Bir gün jandarmaları, birini, hırsız diye,
Yakalayıp, acele bildirdiler valiye.
O gece, hırsızlardan biri kaçtı hapisten.
Hirat’lı bir demirci, o mahalden geçerken,
Memurlar onu görüp, derhal yakaladılar.
Hırsızlarla beraber valiye çıkardılar.
Vali, (Hapsedin!) dedi, hiç de incelemeden.
Demirci, hücresinde bir abdest aldı hemen.
Kırık, mahzun kalp ile, iki rekat bir namaz,
Kıldı ve göz yaşıyle eyledi şöyle niyaz:
(Ya rabbi, suçum yoktur, sırf sen buna vakıfsın.
Ve beni bu zindandan, ancak sen kurtarırsın.)
O, gözyaşı içinde yalvarırken böylece,
Vali, gayet korkulu rüya gördü o gece.
Kuvvetli dört pehlivan, yanına gelip birden,
Tahtını, tam kaldırıp, tersine çevirirken,
Uyanıp kalktı hemen, sonra namaza durdu.
Tövbe istiğfar edip, sonra yatıp uyudu.
Velakin rüyasında görünce aynı hali,
Yatağından, korkuyla fırladı yine vali.
Bildi ki, kendisinde bir mazlumun ahı var.
Acele abdest alıp, namaza durdu tekrar.
Sonra da el kaldırıp, dedi ki: (Ya İlahi!
Bilirim ki, sadece büyük sensin Vallahi.
Sen öyle büyüksün ki, büyükler ve küçükler,
Sıkışınca, sadece senden yardım isterler.)
Çağırdı hapishane müdürünü acele.
Sordu: (Hapishanede bir mazlum var mı?) diye.
Dedi: (Onu bilemem, velakin bir kimse var.
Ağlayıp, gözyaşıyle ediyor çok dualar.)
Vali (Eyvah!) diyerek, getirtti derhal onu.
Sorup, anladı hemen hiç suçsuz olduğunu.
Sonra özür dileyip, dedi: (Bakma kusura.
Bir yanlışlık yapmışlar jandarmalar o sıra.
Hakkını helal edip, şu bin gümüşü de al.
Bir sıkıntın olunca, bana gel yine derhal.)
Helal etti demirci hakkını o valiye.
Dedi: (Gelmem, işimi senden talep etmeye.)
Vali (Niçin?) deyince, dedi ki: (Ey sultanım!
Şu garip fakir için, sen gibi bir sultanın,
Tahtını ters çeviren Rabbimi bırakıp da,
Başkasına gidersem, yakışır mı kulluğa?
Namazların sonunda ettiğim dua, niyaz,
İle, nice dertlerden eyledi beni halas.
Ve nice muradıma kavuşturmuşken Rabbim,
Ondan başka birine nasıl gidebilirim?)
. Namaz, temizliktir
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Hadiste buyuruldu: (Her kim, özrü yok iken,
Namazı terk ederse, kurtulmaz başı dertten.
Ömründe hiç bereket olmaz onun mesela.
Çok iyilik yapsa da, sevap almaz o asla.
Kimseler sevmez onu, kabul olmaz duası.
Hem iyi duaların, olmaz ona faydası.
Zelil, kötü ve çirkin ölür hem aç olarak.
Susuzluk acısıyla o can verir muhakkak.
Mezarı, iki yandan sokar onu bir nice.
Kabri ateşle dolup, yakar onu gün gece.
Gayet büyük bir yılan, gelir onun yanına.
Öyle ki, hiç benzemez dünya yılanlarına.
Her gün, her namaz vakti, sokar onu durmadan.
Hatta kendi haline bırakmaz onu bir an.
Azap melaikesi, devamlı yanındadır.
Hor ve hakir olarak, Cehenneme atılır.)
Yine bir hadisinde buyurdu ki o Server:
(Bir namazı, vaktinde kılmazsa biri eğer,
O kişi, seksen sene ateşte yanacaktır.
Ahiretin bir günü, bin sene olacaktır.)
Bir vakit kılmayanın cezası bu olursa,
Hiç kılmayanın hali, nasıl olur acaba?
Özürsüz namazını terk ederse kim eğer,
Onun şahitliği de sayılmıyor muteber.
Hele farz olduğunu etmezse eğer kabul,
O zaman, imanını zayi eder böyle kul.
Bazıları çok yanlış bir kelam ediyorlar.
Yani (Önce vazife, sonra namaz) diyorlar.
Tabii ki vazife kutsaldır, bu hakikat.
Büyük amirin emri, daha mühimdir fakat.
En büyük amir ise, Allahü teâlâdır.
O halde, en birinci vazife de namazdır.
Namaz, maddi manevi temizliktir mükemmel.
Zira günde beş defa abdest almak, ne güzel.
Yine her gün, kırk defa secde edince insan,
İdman etmiş sayılır her uzvu muntazaman.
Bir insan ki, temiz ve böyle hareketlidir.
Her yaşta, sıhhatini o koruyor demektir.
Zira ömrü boyunca namaz kılan kimseler,
Genellikle hep sağlam, yani sıhhatlidirler.
Namazın, manen olan faydasına gelince,
Bu, maddi faydasından ziyadedir bir nice.
Bir kul, günde beş defa, Allah’ın huzuruna,
Çıkınca, manevi bir huzur verin bu ona.
Nefse uyup, bir günah yapacak olsa eğer,
Namaz saatlerinde, bunu anlar, vazgeçer.
Kur’an -ı kerimde de buyurulur ki zaten:
(Namaz, korur insanı uygunsuz fiillerden.)
. Namaz, temel taşıdır
Nizameddin evliya (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden. İsmi Muhammed, babasınınki Ahmed Buhârî'dir. Lakabları; Mahbûb-i İlâhî (Allah'ın sevgilisi), Sultân-ül-Meşâyıh ve Nizâmeddîn Evliyâ'dır. Nizâmeddîn Evliyâ, 1238 (H.636) senesinde Bedâyun'da doğdu. 1325 (H.725) senesinde Hakk'ın rahmetine kavuştu. Doğar doğmaz Kelime-i şehâdet söylediği bildirilen babası Seyyid Ahmed Buhârî, doğuştan velî idi. Aynı şekilde, annesi Bibi Züleyha Hâtun, dindar bir hanımdı. Zamânını dâimâ duâ ve ibâdetle geçirirdi. Duâsının kabûl olduğu meşhûrdur. Nizâmeddîn Evliyâ'nın baba tarafından dedesi Hâce Seyyid Ali Buhârî ile, anne tarafından Hâce Arab Buhârî kardeş çocuklarıydı. Her ikisi de, Hindistan'a Buhârâ'dan Sultan et-Tamîs zamânında hicret etmişler, Lâhor'da kısa bir müddet eğleştikten sonra, dâimî olarak yerleştikleri Bedâyun'a gelmişlerdi. Birçok büyük ulemâ ve evliyâ, dâimî olarak bu şehre yerleşmişlerdi.
Bu zat namaz hakkında buyurdu ki bir derste:
(Namaz, müslümanlığın temelidir elbette.
Nasıl sağlam bir temel lazımsa bir binaya,
Namazsız müslümanlık, mahkumdur yıkılmaya.
Namaz, sık sık Allah’ı hatırlatırsa nasıl,
Namazı terk etmek de, unutturur velhasıl.
Onu unutanları, affetmez cenab-ı Hak.
Öyleyse namazları kılmalıdır muhakkak.
Hem dünya, hem ahiret saadetinin zaten,
Kapı anahtarıdır namaz kılmak esasen.
Her kim, bu anahtarı geçirirse eline,
Girer iki cihanın, tüm saadetlerine.
Bunu ele geçirmek, herkesin elindedir.
İnanan insan için, bu, hiç de zor değildir.
Sonra, namaz kılmanın zevkine varan insan,
Artık hiç bırakamaz, kılar hep muntazaman.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bilcümle ibadetler,
Namaz içerisinde mevcuttur birer birer.
Hem tesbih, hem salevat, hem de Kur’an okumak.
Kıyam, rüku ve secde, hem kade’de oturmak.
Mesela gördüğümüz şu ağaçlar ve otlar,
Kıyamda durur gibi, hepsi dik duruyorlar.
Dört ayaklı hayvanlar, başları önlerinde,
Yürür ve dolaşırlar rüku vaziyetinde.
Diğer cansızlar ise, dağlar, taşlar, hep bir bir,
Kade’de durur gibi, yere serilmişlerdir.
Namaz kılan bir kimse, işte bütün bunları,
Bir ibadet olarak, yapar hep ayrı ayrı.
Hem amelleri yazan vazifeli melekler,
Herkese, sabah akşam, iki defa gelirler.
Birinin vazifesi bitmiştir döner geri.
Henüz başlayacaktır göreve diğerleri.
O dönen meleklere, sorar ki Hak teâlâ:
(Ne halde bıraktınız kullarımı dünyada?)
Onlar, Hak teâlâya ederler ki şöyle arz:
(Biz ondan ayrılırken, kılıyordu o namaz.)
Rabbimiz, meleklere buyurur ki cevaben:
(Sizler şahit olun ki, affettim onları ben.)
Yine, (Evlerinizi kabir yapmayın!) diye,
Buyurmuştur o Server hadiste Sahabeye.
Yani namaz kılmamak suretiyle, siz sakın,
Evinizi, mezarlık ve kabristan yapmayın.
Zira özrü olmadan, sırf tembellik ederek,
Bir mümin, beş vakitten ederse birini terk,
Bir namaz terki için, o kişi, Cehennemde,
Azap çeker mazallah yetmişbin sene hem de.
Bu korkunç akıbeti düşünen bir müslüman,
Kılar namazlarını, beş vakit muntazaman.)
. Namaz, hayattır
Mevlana Hasan-ı Berki (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük evliyâdan. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerde âlim idi. Tasavvuf yolunda yetişip evliyâlık derecelerinde yükselmek için, Şeyh Ahmed-i Berkî’nin talebesi oldu. Onun hizmetinde, yüksek makamlara, ilâhî ma’rifetlere kavuştu. Hocasının işâreti ile Serhend’e giderek, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetine girdi. Onun talebesi olmakla şereflendi. sohbetleriyle yüksek hâllere ve makamlara erişti. Sonra vatanına dönerek eski hocası Ahmed-i Berkî’nin sohbetlerine devâm etti. Onyedinci asrın sonlarında Osmanpur'da vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (Hiçbir özrü olmadan,
Bir namazı terk etmek, büyük günahtır, aman!
Kazasını, acele, hemen kılmak lazımdır.
Hemen kılınmaz ise, o da büyük günahtır.
Kaza edecek kadar geçtikçe boş zamanlar,
Kazaya bırakmanın günahı kat kat artar.
Dört rekatlık bir farzı kaza etmek, faraza,
Onun, beş dakikalık bir zamanını alsa,
Her beşer dakikalık boş zaman dilimleri,
Geçtikçe, katlanarak artar bu günah dahi.
İşte, islamiyet’te, bir vakit farz namazı,
Özürsüz bırakmanın, bu olursa cezası,
Aylarca, senelerce kılınmayan namazlar,
Cezası nasıl olur, düşünen bunu anlar.
Bu çok korkunç günahtan kurtulabilmek için,
Herşeye başvurması lazım gelir kişinin.
Aklı olan bir mümin, düşünerek bunları,
Gece gündüz durmadan, kılar hep kazaları.
Böylece, borçlarını bitirip bir an önce,
Kurtulmaya çalışır Cehennemden böylece.
Çünkü tembellik ile, yani sırf üşenerek,
Beş vakit farz namazdan, kazaya kalsa bir tek,
Eğer tövbe etmeden ölürse, Cehennemde,
Yanacaktır o kişi, yetmişbin sene hem de.
Bu, bir vakit namazı kılmamak cezasıdır.
Yıllarca kılmayanın hali acep nasıldır?
İşte bu hakikati düşünen bir müslüman,
Yiyemez, uyuyamaz, dünyası olur zindan.
Bu gün verilmeyince namaza ehemmiyet,
Azaldı hep rızıklar, kalmadı bet bereket.
Nitekim Hak teâlâ buyurdu: (Ey kullarım!
Beni unutursanız, rızkınızı kısarım.)
İman, sıhhat ve gıda, insanlık ve merhamet,
Daha nice rızıklar, azaldı bugün gayet.
Hâşâ, hiç zulmeder mi kullarına Hüdası?
Her insanın çektiği, elbet kendi cezası.
İslamı yaşamayan, bu gün, bir çok hanede,
Kadınlı ve erkekli çalıştıkları halde,
Yine bir ailenin, rahat hayat sürecek,
Bir gelir temininden acizdirler, bu gerçek.
Önceki müminlerin, imanları kaviydi.
Cehennem azabından korkudaydı herbiri.
İşte bu yüzdendir ki, hiçbir özrü olmadan,
Bir namazı kılmamak, düşünülmezdi o an.
Ancak, bir özür ile geçerdi namaz belki.
O da, büyük üzüntü olurdu elbette ki.
Nefes almak gibidir aslında namaz kılmak.
Bir mümin hayattaysa, kılacaktır muhakkak.
. Namazın sevabı
Mevlana Hasan-ı Berki (Rahmetullahi Aleyh)
Büyük evliyâdan. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerde âlim idi. Tasavvuf yolunda yetişip evliyâlık derecelerinde yükselmek için, Şeyh Ahmed-i Berkî’nin talebesi oldu. Onun hizmetinde, yüksek makamlara, ilâhî ma’rifetlere kavuştu. Hocasının işâreti ile Serhend’e giderek, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetine girdi. Onun talebesi olmakla şereflendi. sohbetleriyle yüksek hâllere ve makamlara erişti. Sonra vatanına dönerek eski hocası Ahmed-i Berkî’nin sohbetlerine devâm etti. Onyedinci asrın sonlarında Osmanpur'da vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (Okunur iken ezan,
Düşünün ki: (İsrafil, Sur’a üfler şu zaman.)
Abdest almak üzere kalktığınız zaman da,
Düşünün ki: (Kabrimden kalkıyorum şu anda.)
Camiye giderken de, düşünün ki hem yine:
(Gidiyorum şimdi ben, sanki mahşer yerine.)
Müezzin, ikameti okuyup da o saat,
Safa girdiklerinde namaz için cemaat,
(Mahşerde, insanların yüzyirmi saf halinde,
Toplandığını) düşün o mahşer mahallinde.
İmam namaza durup, Fatihayı okurken,
De ki: (Sağımda Cennet ve solumda Cehennem.
Ensemde Azrail ve karşımda Beytullah var.
Ayağımın altında, Sırat ve önüm mezar.)
Düşün sonra: (Mizanda, sualim nasıl geçer?
Bana yoldaş olur mu yaptığım ibadetler?
Yoksa, kabul olmaz da onların bir tanesi,
Yüzüme mi çarpılır bir paçavra misali?)
Bir gün, Resulullaha sordu biri Ensar’dan.
Dedi: (Bize beyan et, namazın esrarından.)
Buyurdu: (Ey Eshabım, namaz, büyük ibadet.
Rabbin hoşnut olduğu bir ameldir o elbet.
Meleklerin sevdiği, nebilerin sünneti.
Amalin efdalidir, kalbinizin lezzeti.
Namaz, canın nuru ve bedenin kuvvetidir.
Duaların kabulü, rızkın bereketidir.
Namaz, melekül mevte şefaatçıdır hem de.
Ayrıca aranızda perdedir Cehennemde.
O, karanlık kabirde çırağ olur, yani nur.
Kıyamet sıcağında, serin bir gölge olur.
Namaz, Münker-Nekir’e, cevaptır esasında.
Kolaylıktır, hesabın görülme esnasında.
Sıratı, şimşek gibi geçiren bir araçtır.
Cennetin anahtarı, başlarımıza taçtır.)
Yine buyurdular ki: (İmam ile beraber,
İftitah tekbirini alırsa her kim eğer,
Nasıl kuru yapraklar, dökülür rüzgar ile.
Onun günahları da, dökülür işte böyle.
Namaza başlayıp da, Euzü söyleyince,
Çok sevaba kavuşur, kılları adedince.
Fatiha okuyunca, hac sevabı kazanır.
Rüku için, bir nice sadaka ecri alır.
Rüku tesbihlerinden, yüz suhuf, dört kitabı,
Kıraat etmiş gibi, alır ecr-ü sevabı.
Semi’allahü limen hamideh derse eğer,
Allah onu, tam rahmet deryasına gark eder.
Secdeye vardığında, insan ve cinnilerin,
Adedince sevap ve ecir alır o mümin.)
. İftitah tekbiri
Mevlana Seyyid Hasan (Rahmetullahi Aleyh)
Türkistan'da yetişen velilerden Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin talebelerindendir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bilgi olmayan Mevlânâ Hasan, on beşinci asrın sonlarında yaşadı. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetlerinde kemâle geldi.
Küçük bir çocukken babası onu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine götürdü. Küçük Hasan odaya girdiğinde, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yanında duran balı görünce hemen ona koştu ve yemeye başladı. Hâce Ubeydullah gülümseyerek durumu seyretti ve Küçük Hasan'a; "Yavrum senin ismin ne?" diye sordu. Bal yemekle meşgûl olan Mevlânâ Hasan; "Bal." cevâbını verdi. Hâce Ubeydullah bu cevaptan çok hoşlandı ve; "Kâbiliyeti, yeteneği çok kuvvetli. Zîrâ küçücük bir bal lezzetini almakla ona kendisini öyle verdi ki, onun sevgisinde eridi ve kendisini o zannetti. Başka bir şey tadınca, onda da öyle olacak." buyurdu.
Bu zat der ki: Bir kişi, Sahabe-i kiramdan,
İftitah tekbirine geç kalmıştı bir zaman.
Keffareti olarak, bir köle etti azad.
Resulün huzuruna geldi hem de o saat.
Dedi: (Yetişemedim iftitah tekbirine,
Bir köle azad ettim, kavuştum mu ecrine?)
Hazret-i Ebu Bekr’e sordu Resul o anda:
(Sen ne dersin, iftitah tekbirinin hakkında?)
Dedi: (Ya resulallah, benim olsa kırk devem,
Kırkının da yükleri, sırf cevahir olsa hem,
Fakirlere tasadduk eylesem de hepsini,
Kazanamam, iftitah tekbirinin ecrini.)
Daha sonra, hazret-i Ömer’e de, o Server,
Sordu ki: (Sen ne dersin bu hususta ya Ömer?)
Dedi ki: (Mekke ile Medine arasında,
Dolu, cevahir yüklü develerim olsa da,
Fakirlere tasadduk eylesem tamamını,
Yine de, bu tekbirin alamam sevabını.)
Resulullah , hazret-i Osman’a sordu hatta.
Buyurdu ki: (Ya Osman, sen ne dersin bu bapta?)
Dedi ki: (Namaz kılsam, bir gece iki rekat.
Herbirinde , Kur’anı hatmetsem tam olarak.
Yine de, imam ile beraberce alınan,
İftitah tekbirinin sevabını alamam.)
Resulullah , bakarak hem hazret-i Ali’ye,
Sordular: (Bu hususta, senin fikrin ne?) diye.
Dedi ki: (Mağrib ile meşrikın arası, hep,
Kâfir ve mürtedlerle dolu olsa lebalep,
Bunlar, müslümanların, saldırsa üzerine.
Rabbim de, kuvvet verse bu kulun bileğine.
Bunlarla cihad edip, katletsem cümlesini.
Kazanamam, iftitah tekbirinin ecrini.)
Bu cevap üzerine, Peygamber Efendimiz,
Buyurdu: (Ey ümmet-i eshabım, dinleyiniz.
Yedi kat yer ve gökler, cümle kağıt olsa hep.
Ve bilcümle deryalar, olsalar hem mürekkep.
Cümle ağaçlar kalem, katip olsa melekler.
Ta kıyamete kadar durmadan kaydetseler.
Yine de, imam ile beraberce alınan,
Bu tekbirin ecrini, acizlerdir yazmaktan.)
Eğer ki, (Meleklerin sayısı ne kadardır?)
Diye soran olursa, deriz ki: (Hesapsızdır.)
Resulullah , miracda gördü ki, hep melekler,
Bir bir Beyt-i mamur’u ziyaret etmekteler.
Cebrail arz etti ki: (Halk olunduğum günden,
Ta kıyamete kadar, işte bu meleklerden,
Tavaf edip bir giden, bir daha etmez avdet.
Çünkü o gidenlere, bir daha gelmez nöbet.)
. Namaz, günahları temizler
Mevlana Seyyid Hasan (Rahmetullahi Aleyh)
Türkistan'da yetişen velilerden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerindendir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bilgi olmayan Mevlânâ Hasan, on beşinci asrın sonlarında yaşadı. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetlerinde kemâle geldi.
Küçük bir çocukken babası onu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine götürdü. Küçük Hasan odaya girdiğinde, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yanında duran balı görünce hemen ona koştu ve yemeye başladı. Hâce Ubeydullah gülümseyerek durumu seyretti ve Küçük Hasan'a; "Yavrum senin ismin ne?" diye sordu. Bal yemekle meşgûl olan Mevlânâ Hasan; "Bal." cevâbını verdi. Hâce Ubeydullah bu cevaptan çok hoşlandı ve; "Kâbiliyeti, yeteneği çok kuvvetli. Zîrâ küçücük bir bal lezzetini almakla ona kendisini öyle verdi ki, onun sevgisinde eridi ve kendisini o zannetti. Başka bir şey tadınca, onda da öyle olacak." buyurdu.
Hadiste buyurdu ki bir gün Resul-i ekrem:
(Beş vakit namaz ile, Cuma namazları hem,
Bunları kılanların, öbür cumaya kadar,
Küçük günahlarının, keffareti olurlar.
Büyük günahlardan ve haramdan kaçanların,
Affına sebep olur küçük günahlarının.
Yani bu günahlardan, kul hakkına girmeyen,
Ne varsa, affedilip, yok olurlar tamamen.
Küçük günahlarından temizlenmişse eğer,
Büyük günahlarının azapları hafifler.
Büyük günahları da affolup bitmişse hep,
Olur derecesinin yükselmesine sebep.)
Abdullah bin Mes’ud da nakleder şöyle aynen:
Ensar’dan bir tanesi, bir gün hurma satarken,
Genç bir kadın gelerek, hurma talep edince,
Hayvani duyguları, kıpırdadı hemence.
Dedi: (Daha iyisi, evde var bu hurmanın.
Gel de, ondan vereyim istiyorsan ey hanım!)
Sonra eve geldiler o kadınla birlikte.
Kucakladı ve öptü kadını şehvet ile.
Kadın çok şaşırdı ve üzüldü bu olandan.
Dedi: (Ne yapıyorsun, korkmaz mısın Allah’tan?)
Utandı, pişman oldu o dahi yaptığına.
Koştu hemen Resulün nurlu huzurlarına.
Yaptığı bu günahı arz edince Ona hem,
Bir cevap vermediler o zata Fahr-i âlem.
Maksadı şu idi ki adamın arz etmekte,
Cezasını çeksin de, kalmasın ahirete.
Bu hususta, bir vahiy bekliyordu o Server.
Sonra, öğle namazı kılındı hep beraber.
Nihayet vahiy geldi Resule çok geçmeden.
O âyette, Rabbimiz buyurdu ki mealen:
(Kim beş vakit namazı, her gün eda etse hep,
O günkü günahların affına olur sebep.)
Resulullah , o zata bunu haber verince,
Çok sevinip, Resule sual etti hemence.
Dedi ki: (İşbu müjde, sırf bana mı aittir?
Yoksa, bütün ümmetin hepsine şamil midir?)
Allah’ın Sevgilisi buyurdular ki yine:
(Bu müjde, ümmetimin, aittir herbirine.)
. Namaz kılmayanlar
Alaeddin-i Sabir (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. 1196 (H.592)'da Rebîülevvel ayının on dokuzuncu Cumâ gecesi Hirat'ta doğdu. 1291 (H.690)'de vefât etti. İsmi, Ali Ahmed Sâbir bin Şah Abdürrahîm'dir. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir diye tanınmıştır. Lakabı Alâeddîn'dir. Annesi asil bir âileye mensûbtu. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker'in kız kardeşi olan bu hanım, 1175 (H.571)'de Şah Abdürrahîm hazretleri ile evlendi. Abdürrahîm Efendi, Gavs-ül-a'zam Abdülkâdir-i Geylânî'nin torunu idi. Abdürrahîm Efendi, evlendikten sonra Bağdâd'dan gelen hocası Muhammed Ebü'l-Kâsım ile Hirat'a yerleşti.
Enes bin Malik der ki: Bir gün ben, o Server’le,
Dururken biri geldi, üzüntü ve kederle.
Dedi: (Ya resulallah, ben bir günah işledim.
Bunun cezası neyse, onu çekmek isterim.)
Ne günah yaptığını hiç sormadı o Server.
Az sonra vakit girdi, namaz kıldık beraber.
Namazdan sonra yine, arz eyledi o kimse.
Dedi: (Verin cezamı, çekeyim her ne ise.)
Peygamber Efendimiz, sordu ki ona hemen:
(Bizim ile birlikte namaz kılmadın mı sen?)
(Evet kıldım) deyince, buyurdu ki: (Ne a’la.
Senin o günahını, affetti Hak teâlâ.)
Zira beş vakit namaz, aralarda işlenen,
Her bir küçük günahı temizliyor tamamen.
Abdullah bin Mes’ud da, sordu Resulullaha:
(En çok hangi ameli seviyor Hak teâlâ?)
Bu suale cevaben, buyurdu ki o Server:
(İlk vaktinde kılınan namazı en çok sever.)
Başka gün sorduğunda, buyurdular ki hemen:
(Kalkıp namaz kılmaktır, gece herkes uyurken.)
Yine Peygamberimiz, buyurdu: (İnsanla küfr,
Arasındaki sınır, namazı terk etmektir.
Çünkü namaz, perdedir kul’la küfr arasında.
Kulu küfre düşmekten, o korur esasında.
Bu koruyucu perde kalkar ise aradan,
O insan, zor kurtulur yani küfre varmaktan.)
Bu hadiste, özürsüz namazı terk etmenin,
Tehlikeli olduğu bildiriliyor kesin.
Nitekim dediler ki bir kısım sahabiler:
(Hiç namaz kılmayanın, imanı elden gider.)
Yine Peygamberimiz buyurdu ki bir ara:
(Beş vakit namaz kılmak, farzdır müslümanlara.
Kim muntazam kılarsa, şartlarına uyarak,
Onları affetmeyi, söz verdi cenab-ı Hak.
Elbette Hak teâlâ, vadinden dönmez asla.
Muhakkak af buyurur, kim kılarsa ihlasla.)
Yine bir hadisinde buyurdu ki o Server:
(Namazı terk edenin, imanı olur heder.)
Yani her kim namaza, vermezse ehemmiyet,
Ve vazife bilmezse, küfre girer o elbet.
Ebu Zer-i Gıfari, naklediyor ki bir de:
Resulle, bir sonbahar günlerinden birinde,
Sokakta dolaşırken, gördü ki Resul o an,
Bütün kuru yapraklar, dökülmüş ağaçlardan.
Bir ağaçtan, iki dal koparıp aldığında,
Hemen dökülüverdi yaprakları anında.
Buyurdu: (Kim kılarsa, namazını bihakkın,
İşte, böyle dökülür günahları o şahsın.)
. Namaz, dinin direğidir
Alaeddin-i Sabir (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. 1196 (H.592)'da Rebîülevvel ayının on dokuzuncu Cumâ gecesi Hirat'ta doğdu. 1291 (H.690)'de vefât etti. İsmi, Ali Ahmed Sâbir bin Şah Abdürrahîm'dir. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir diye tanınmıştır. Lakabı Alâeddîn'dir. Annesi asil bir âileye mensûbtu. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker'in kız kardeşi olan bu hanım, 1175 (H.571)'de Şah Abdürrahîm hazretleri ile evlendi. Abdürrahîm Efendi, Gavs-ül-a'zam Abdülkâdir-i Geylânî'nin torunu idi. Abdürrahîm Efendi, evlendikten sonra Bağdâd'dan gelen hocası Muhammed Ebü'l-Kâsım ile Hirat'a yerleşti.
Bir hadis-i şerifte, Peygamber-i ins ve cin,
Buyurdu: (Bir müslüman, Allah rızası için,
Dosdoğru iki rekat namaz kılarsa eğer,
Küçük günahlarından, kalmaz hiç iz ve eser.)
Yine Peygamberimiz buyurdu: (Bir müslüman,
Namazını dosdoğru eda ettiği zaman,
Bu namaz, kıyamette nur olur, burhan olur.
Cehennem azabından bu sayede kurtulur.
Ve lakin şartlarına riayet etmez ise,
Nur ve burhan olmaz ve necat bulmaz o kimse.
Fir’avun’la , Karun’la, Haman ile bulunur.
Ve Übey bin Halef’e yakın ve yaran olur.
Yani namaz, farzına, vacib ve sünnetine,
Uyarak kılınırsa tadil-i erkan ile,
O takdirde nur olur, burhan olur o namaz.
Yoksa o, ahirette azaptan kurtulamaz.
Bulunur hep o alçak kâfirlerle beraber.
Yani o, Cehenneme girer ve azap çeker.)
Ebüdderda diyor ki: Resulullah, bir zaman,
Buyurdu: (Parça parça velev ki parçalansan,
Ateşte yakılsan da, şerik koşma Allah’a.
Bir de, farz namazları, hiç terk etme aman ha!
Çünkü farz namazları, bile bile terk eden,
Kaybeder imanını, önem vermediğinden.)
Farz, Allah’ın mühim bir emridir ki hem bize,
Mazallah küfre kayar, kim önem vermez ise.
Yine Peygamberimiz, bir hadisinde dahi,
Buyurdu ki: (Üç şeyi geciktirme ya Ali!
Namaz vakti gelince, kıl, hiç geciktirmeden.
Ve dengini bulunca, evlendir kızı hemen.)
Yine buyurdular ki: (İlk vaktinde namazı,
Kılan müslümanlardan, Rabbimiz olur razı.
Geciktirip, vaktinin sonunda kılsa eğer,
Böyle yapanları da, bağışlayıp affeder.)
Aişe validemiz diyor ki: (O Serverin,
Geç namaz kıldığını, iki defa görmedim.)
Yine Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
(Namaz, dinin direği, hem de temel taşıdır.
Kim onu, şartlarına uyarak kılar ise,
Yapar elbet dinini, yıkmış olur değilse.)
Yine buyurdular ki: Mirac gecesinde, ben,
Cibril-i emin ile Cehennemi gezerken,
Baktım, bazı insanlar, şiddetli azap ile,
Muazzep oluyorlar, sual ettim Cibril’e.
Dedim ki: (Ya Cebrail kardeşim, bu insanlar,
Niçin bu azaplara olmuşlardır giriftar?)
Dedi: (Ya resulallah, mümindir bu cemaat.
Namaza ehemmiyet vermiyorlardı fakat.)
. Müslüman, namaz kılar
Muhibbullah Mankpuri (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Muhibbullah, nisbeti Mankpûrî'dir. Mîr Seyyid Muhibbullah-ı Mankpûrî ismiyle tanınır. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. On yedinci asrın sonlarına doğru vefât ettiği bilinmektedir.
İlk zamanlarında, o zamânın evliyâsının büyüklerinden Muhammed bin Fadlullah-i Bürhânpûrî'nin hizmetinde bulundu. Ona çok güzel hizmet eden Seyyid Muhibbullah-ı Mankpûrî, o zâttan icâzet ve hilâfet aldıktan sonra, yine aynı şehirde bulunan Mîr Muhammed Nûmân'ın hizmet ve huzûru ile şereflendi. Ondan tasavvuf yolunun edeb ve inceliklerini öğrenmeye başladı.
Bir gün buyurdular ki Peygamber Efendimiz:
(Namazları, ihlasla, güzel eda ediniz.
Çünkü yanınızdaki vazifeli melekler,
Kıldığınız namazı, göklere iletirler.
O kişi yalancıysa, birinci gök meleği,
Gelenleri durdurur ve geçirtmez ileri.
Namazda dünya işi düşünürse kim eğer,
O da, ikinci gökten geçmeyip geri döner.
Kimin de, namazında var ise eğer riya,
O da, üçüncü gökten geçemez yukarıya.
Ve eğer bir kimsede var ise gurur, kibir,
Dördüncü gök meleği, onu geri çevirir.
Her kim de, başkasını haset ederse eğer,
Beşinci kat gökten de, o namaz geri döner.
Şefkat ve merhameti yok ise bir kişinin,
Döner altıncı gökten namazı bunun için.
Hırs ve tamah sahibi bir kişiyse o şayet,
O da, yedinci gökten geriye eder avdet.)
Bu hali, Resulullah beyan buyurduğunda,
Bütün Eshab-ı güzin ağladılar o anda.
Yine buyurdular ki: (Rabbimiz, müminlere,
Namazı emretmiştir, hem de günde beş kere.
Kim ihlasla kılarsa, şartlarına uyarak,
Cennete girecektir, söz verdi cenab-ı Hak.
Her kim de ehemmiyet vermezse, o, elbette,
Çok acı azaplara atılır ahirette.)
Namaz, kalbi temizler, kötülüklerden korur.
Ve küçük günahların, affına sebep olur.
Lakin kılınmamışsa bu namazlar ihlasla,
Dünya ve ahirette, faydası olmaz asla.
Namazı, özenerek kılan kimse, mümindir.
Kılmayan, belli olmaz, ya mümin, ya değildir.
Namazda hasıl olan manevi lezzet ve haz,
Başka ibadetleri yapmakla hasıl olmaz.
Âlimler buyurur ki: (Namazların hepsinde,
Hasıl olan lezzetten, payı yoktur nefsin de.
Namazdan, bu lezzeti duyarken bir müslüman,
Nefsi feryad etmekte, inlemektedir o an.
Bu dünyada, namazın derecesi, elbette,
Hak teâlâyı görmek gibidir ahirette.
İnsan namaz kılarken, Allah’a en yakındır.
Çünkü namaz kılarken, perdeler kaldırılır.
Ahirette en yakın olduğu da, nihayet,
Tam Rabbini gördüğü an olacaktır elbet.)
. Namazsız din olmaz
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruh)
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
İmam-ı Rabbani’nin Mektubat kitabında,
Şöyle buyuruluyor namaz kılmak hakkında:
(Hak teâlâ, kullara, çok merhamet etmiştir.
Bütün emirlerinde kolaylık göstermiştir.
Şöyle ki, biz kullara, bir yirmidört saatte,
Onyedi rekat namaz emretmiştir sadece.
Bu onyedi rekatın kılınması da zaten,
Bir saatlik bir zaman bile tutmaz esasen.
Bunları kılarken de, en kolay ve kısa bir,
Sure okumayı da kabul eylemektedir.
Ayakta kılamayan, kılar hem oturarak.
Buna da gücü yoksa, kılabilir yatarak.
Rüku ve secdeleri yapamayan müminler,
İma ve işaretle eda edebilirler.
Hem abdest almak için, su zarar verir ise,
Toprak ile teyemmüm edebilir o kimse.)
Yine bir mektubunda buyuruyor ki bu zat:
(Allah’a hamd ederim, Resulüne salevat.
Bil ki namaz, islamın, beş şartından biridir.
Bu, bütün taatleri kendinde cem etmiştir.
Bu hususiyetinden dolayı namaz kılmak,
İslamı temsil eder olmuştur tek olarak.
Hem Rabbin sevgisine kavuşturacak olan,
İşlerin birincisi, namazdır yine şu an.
Sonra namaz hakkında, o Server-i kainat,
Buyurmuştur: (Müminin miracıdır bu taat.)
Yani namaz, insanı, dünyadan ahirete,
Yükselten bir merdiven gibidir hakikatte.
İnsan, sanki namazda, Rabbi ile konuşur.
Dünya ve ahirette saadete kavuşur.
Bir hadis-i şerifte buyurdu ki o Server:
(Cennette, müminlere vardır ki öyle köşkler,
Dıştan içi, içten de dışarı seyredilir.
Bunlar, gece namazı kılanlara verilir.)
Adem Nebi’den beri her dinde vardı namaz.
Herbiri toplanarak, kılındı bizlere farz.
Peygamber Efendimiz, şöyle buyurmuşlardır:
(Dininizin başı ve esası, bu namazdır.
Nasıl ki bu dünyada, başsız insan olamaz,
Namaz olmayınca da, din olmaz, islam olmaz.)
Kim vazife bilmezse namazı hakikaten,
Nasibi yok demektir onun islamiyet’ten.
Mümin ile kâfiri ayıran fark, namazdır.
Namaz kılmak, Allah’ın emridir, yani farzdır.
Yani müslüman kılar, kâfirler kılmaz namaz.
Münafığa gelince, onun pek belli olmaz.
Beş vakit namazını kılmayanlar, elbette,
Kızgın bulacaklardır Allah’ı ahirette.)
. Güneş geri döndü
Muhibbullah Mankpuri (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Muhibbullah, nisbeti Mankpûrî'dir. Mîr Seyyid Muhibbullah-ı Mankpûrî ismiyle tanınır. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. On yedinci asrın sonlarına doğru vefât ettiği bilinmektedir.
İlk zamanlarında, o zamânın evliyâsının büyüklerinden Muhammed bin Fadlullah-i Bürhânpûrî'nin hizmetinde bulundu. Ona çok güzel hizmet eden Seyyid Muhibbullah-ı Mankpûrî, o zâttan icâzet ve hilâfet aldıktan sonra, yine aynı şehirde bulunan Mîr Muhammed Nûmân'ın hizmet ve huzûru ile şereflendi. Ondan tasavvuf yolunun edeb ve inceliklerini öğrenmeye başladı.
Bir gün hazret-i Ali, ikindi namazını,
Kılmamıştı ki gördü, güneşin battığını.
Öyle çok üzüldü ki namazın geçtiğine,
Atıverdi kendini Resulün eşiğine.
Onun ağladığını görünce Fahr-i cihan,
Üzülüp, ağlamaya başladı o da o an.
Sonra, dua eyledi âlemlerin Rabbine.
O anda batan güneş, geriye döndü yine.
Buyurdu ki: (Ya Ali, kaldır da bak başını.
Güneş hala batmamış, kalk da kıl namazını.)
Allah Arslanı Ali, kapıldı bir sevince.
Kalktı ve namazını eda etti hemence.
Yine aynı şekilde, hazret-i Ebu Bekir,
Vitri kılamayınca, oldu çok müteessir.
Öyle çok üzüldü ve ağladı ki o buna,
Koştu hemen Resulün mübarek huzuruna.
Sanki dünya yıkılmış, o, altında kalmıştı.
Göz yaşları sel olup, üstünü ıslatmıştı.
Dedi: (Ya resulallah, ben mahvoldum, ben yandım.
Zira kazaya kaldı gece vitir namazım.)
O Server öğrendi ki, namaz kalmış kazaya.
O dahi çok üzülüp, başladı ağlamaya.
O esnada Cebrail, Rabbinden emir alıp,
Bir anda o Serverin huzurlarına varıp,
Dedi: (Ya resulallah, Sıddık’a de ki şu an,
Affetti günahını Allahü azimüşşan.)
Yine büyük zatlardan, Bayezid-i Bistami,
Gece ibadetinde, uyuyakaldı ani.
Sonra uyanamadı o sabah namazına.
O kadar üzüldü ve ağladı ki o buna,
Hoş geldi Rabbimize onun bu üzülmesi.
O esnada, gaibden duyuverdi şu sesi:
(Ey Bayezid üzülme, kusurunu affettim.
Hem de sana, yetmişbin namaz sevabı verdim.)
Peygamber Efendimiz buyurdu: (Bir müslüman,
Bir vakit namazını, hiçbir özrü olmadan,
Bile bile kazaya bırakırsa eğer ki,
Ateşte, seksen hukbe yanar o elbetteki.)
Hukbe , seksen ahiret senesinin ismidir.
Ahiretin bir günü, bin dünya senesidir.
O halde ey müslüman, boş geçirme vaktini.
İyi bil zamanının, ömrünün kıymetini.
Namazları, vaktinde eda et ki bu günde,
Hiç pişman olmayasın yarın mahşer gününde.
Çünkü bir namazını, bile bile terk eden,
Yani onu kılmayıp, ölse kaza etmeden,
Kabrine, Cehennemden yüz pencere açılır.
Ta kıyamete kadar, ona azap yapılır.
. İlk farz olan ibadet
Behaeddin Zekeriya (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Kutbüddîn bin Kemâleddîn el-Kureşî el-Esedî el-Mültânî es-Sühreverdî, lakabı Şeyhülislâm ve Behâeddîn'dir. Künyesi Ebû Muhammed, nesebi (soyu) Peygamber efendimizin mensûb olduğu Kureyş kabîlesine dayandığı dedelerinin, 815 (H.200) yıllarında Hindistan'a geldikleri rivâyet olunmaktadır. Behâeddîn Zekeriyyâ, 1169 (H.565) senesinde Hindistan'da Mültân şehrinde doğdu. Yüz sene ömür sürdükten sonra, 1266 (H.665) senesinde orada vefât etti. Namazını Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ kıldırdı. Türbesi tanınmakta olup, halkın ziyaretgâhıdır.
İslamın beş şartından ikincisi, namazdır.
Bu, Allah’ın bizlere bir emri, yani farzdır.
Dinde, imandan sonra, en kıymetli ibadet,
İhlas ile beş vakit namaz kılmaktır elbet.
Allah’ın, amellerden en fazla beğendiği,
Ve Kur’an-ı kerimde, tekraren emrettiği,
Amel, günde beş vakit farz namazı kılmaktır.
Ve dinde ilk farz olan ibadet de, namazdır.
Hem de imandan sonra ilk sual, ahirette,
Beş vakit farz namazdan olacaktır elbette.
Kim namaz hesabını iyi verirse eğer,
Diğer hesapları da, kolay ve asan geçer.
Cehennemden kurtulmak ve Cennete kavuşmak,
Beş vakit farz namazı kılmakla olur ancak.
Evvela kusursuz bir abdest alınmalıdır.
Ve gevşeklik etmeden, namaza durmalıdır.
Namazı, doğru dürüst kılarsa bir müslüman,
Korunur, çirkin, kötü fiilleri yapmaktan.
Namazı, cemaatle kılmalıdır ki hatta,
Zira yalnız kılmaktan, kıymetlidir sevapta.
Dünya ve ahirette, kulu, felaketlerden,
Kurtaracak amel de namazdır hakikaten.
Maniler arasında yapılan her bir taat,
Kolay yapılanlardan sevaptır hem de kat kat.
Düşman saldırdığında, askerin ufacık bir,
Hareketi, çok mühim ve pek çok kıymetlidir.
Yapsalar sulh zamanı ne kadar çok talimler,
Yine de kazanamaz bu kadar kıymet, değer.
İşte bu yüzdendir ki, gençlikteki ibadet,
Hak teâlâ indinde kazanır fazla kıymet.
Çünkü nefis ve şeytan, gençlere saldırarak,
Namaz kılmalarına, isterler mani olmak.
Gençler, namazlarını yine de aksatmazsa,
Pek çok kıymet kazanır, Hak katında bilhassa.
Sevap ve ecirleri, yazılır hem de kat kat.
Az ibadetlerine, alırlar çok mükafat.
Hadiste buyurdu ki Peygamber Efendimiz:
(Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz.)
Öyleyse anne baba, çocuklarına, önce,
İmanı ve namazı öğretmeli güzelce.
. Allah dostlarının namazı
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren fazîletli babalarından ve amcası Seyyid Tâhâ Efendiden ilim tahsîline başladı. Medrese tahsîlini bitirdikten sonra yine babasından zâhirî ilimlerin inceliklerini alarak icâzetle şereflendi. Yüksek teveccühlerine ve himmetlerine mazhar olarak evliyâlık yolunda kemâl mertebelere ulaştı.
Evliya-yı kiramdan, Hamid-i Tavil vardı.
Kendi namazgahında bir gün namaz kılardı.
O sırada evinde, yangın çıktı aniden.
Komşular koşuşturup, söndürdüler acilen.
Sonra da, hayret ile gördü ki o cemaat,
Huşuyla namaz kılar içerde bu veli zat.
Dediler: (Olmadı mı yangından haberiniz?)
Buyurdu: (Ne yangını, siz neler söylersiniz.
Ben namaz kılıyordum az önce ey komşular!
Namazda bir şey duymam, selam verene kadar.)
Evet, Allah dostları, namaza durduğunda,
Hemen kendilerinden geçerler bu durumda.
Nitekim bir sahabi, nakleder ki şöylece:
(Ben namaz kılıyordum, o Server’le bir gece.
Ses gelirdi mübarek göğsünden o esnada.
Sanki su kaynıyordu fokur fokur kazanda.)
Hazret-i Ali dahi namaza durduğu an.
Hiçbir şeyden haberi olmuyordu o zaman.
Nitekim bir savaşta, ayağının birine,
Bir ok gelip, şiddetle saplandı kemiğine.
Bir türlü çıkmayınca o kemiğin içinden,
Bazıları dedi ki: (Cerrah anlar bu işten.)
Nihayet cerrah gelip, görür görmez bu hali,
Dedi: (Bayıltmam lazım sizi hemen ya Ali!
Zira çok fazla girmiş bu ok kemiğinize.
Bayıltmadan çekersem, çok elem verir size.)
Buyurdu: (Bayıltmana, şu an hiç lüzum yoktur.
Bir miktar bekleyiniz, şimdi ezan okunur.
Namaza duracağım zira vakit olunca.
Çekip çıkarırsınız ben namaza durunca.)
Sonra ezan okundu fazla vakit geçmeden.
Hazret-i Ali kalkıp, namaza durdu hemen.
Cerrah ise, almıştı zaten talimatını.
Neşterle yardı hemen mübarek ayağını.
Oku, kemik içinden, çekip çıkardı hemen.
Ve sardı yarasını, henüz selam vermeden.
O, namazı bitirip, sual etti cerraha:
(Ne oldu, yoksa oku çıkarmadın mı daha?)
Cerrah arz eyledi ki: (Çıkarıldı efendim.)
Buyurdu: (Zerre kadar, bir acı hissetmedim.)
Yine bir müslüman da, bir harpte düştü esir.
Namaz vakti geçince, oldu çok müteessir.
Nöbetçiye dedi ki: (Her bir namazım için,
Bir altın vereceğim, verirsen eğer izin.)
O izin verdiyse de, arttırdı ücreti hep.
Öyle ki, bir namaza, on altın etti talep.
Sonunda insaf edip, değişti kalbi birden.
Şehadeti getirip, müslüman oldu hemen.
. Senden şahit olmaz
Ahmet Şeybani (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan evliyâsından. İsmi Ahmed olup, babasının ismi Kâdı Mecdüddîn'dir. İmâm-ı A'zam hazretlerinin en yüksek talebelerinden olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin soyundandır. Hindistan'ın Nârnûl beldesinde doğup yetişti. Doğum târihi belli değildir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Ahmed Şeybânî Hâce Hüseyin Nâgûrî'nin talebesi oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsîl etti. Ayrıca başka âlimlerin de sohbetlerinde bulundu. İlim tahsîlini tamamladıktan sonra, Ecmîr'e yerleşti. Orada yetmiş seneden fazla kaldı. Ölüm hastalığında durumu ağırlaşınca, ellerini kaldırarak namaza başlıyormuş gibi tekbîr aldı ve kendinden geçti. 1521 (H.927) senesi Şubat ayının dördünde Cumâ günü bu hâlde iken, "Allahü ekber" diye diye rûhunu teslim eyledi. Hocasının kabrinin ayak ucuna defnedildi.
Resulullah buyurdu: (Cemaatle kılınan,
Namaza, daha fazla sevap verir Yaradan.)
Ve yine buyurdu ki: (Abdest alıp bir kimse,
Camiye, cemaatle namaz kılmaya gitse,
Allah, her adımına verir bir sevap, ecir.
Ve her bir adımında, bir günahı silinir.)
Kimin gönlü olsa hep cami ve cemaatte,
Yükselir makamı ve derecesi Cennette.
Namazlar, cemaatle kılınırsa hep şayet,
Müminler arasında artar sevgi, muhabbet.
Birlik ve beraberlik sağlanır bu sayede.
Sohbet etme fırsatı bulur hep cemaat de.
Bir derdi, sıkıntısı olanlar varsa eğer,
Bunları öğrenir ve ziyarete giderler.
Cemaat, müminlerin, tek vücut ve tek yürek,
Olduğunun, en güzel örneği olsa gerek.
Ebu Yusüf, halife Harun Reşid devrinde,
Kadı, yani hakimlik yapardı mahkemede.
Bir gün Harun Reşid’in yanında otururken,
Gelip davacı oldu bir kimse diğerinden.
Sual etti adama, (Şahidin var mı?) diye.
Meğerse Harun Reşid, vakıfmış meseleye.
Dedi ki: (Ben şahidim, eğer kabul edersen.)
Ebu Yusüf dedi ki: (Hayır, kabul edemem.)
Halife, (Niçin?) diye sorunca da hayretle,
Dedi: (Sen kılmıyorsun namazı cemaatle.)
Şaşırdı Harun Reşid, dedi ki: (İyi, ama,
Ben, milletin işiyle uğraşırım daima.)
Buyurdu: (Yapılırken bir yerde Hakk’a taat,
Onun mahuklarına edilir mi itaat?)
Çok beğendi Halife onun bu cevabını.
Emretti, sarayda bir mescit yapılmasını.
Sonra tayin eyledi bir müezzin ve imam.
Beş vakit, cemaate eyledi artık devam.
Bu zat buyuruyor ki: (Amel ve ibadetler,
İkidir, biri farzlar, diğeri nafileler.
Farz ibadet yanında, nafilenin kıymeti,
O kadar cüz’idir ki, yoktur ehemmiyeti.
Ve bir farzı, vaktinde yapmak da, bu sebepten,
İyidir, bin senelik nafile ibadetten.
İster nafile namaz, ister zikir ve fikir,
Farz ibadet yanında, kıymeti yok gibidir.
Hatta bir farz yaparken, bir edebe riayet,
Diğer nafilelerden üstündür daha elbet.
Yine farz yapılırken, sakınmak bir mekruhtan,
Üstündür, zikir, fikir, hem de murakabadan.
Bunun için bir lira zekat vermek, bu dinde,
Bin lira sadakadan, üstündün Hak indinde.)
. Ey Bilal, beni ferahlandır
Ahmet Şeybani (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan evliyâsından. İsmi Ahmed olup, babasının ismi Kâdı Mecdüddîn'dir. İmâm-ı A'zam hazretlerinin en yüksek talebelerinden olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin soyundandır. Hindistan'ın Nârnûl beldesinde doğup yetişti. Doğum târihi belli değildir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Ahmed Şeybânî Hâce Hüseyin Nâgûrî'nin talebesi oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsîl etti. Ayrıca başka âlimlerin de sohbetlerinde bulundu. İlim tahsîlini tamamladıktan sonra, Ecmîr'e yerleşti. Orada yetmiş seneden fazla kaldı. Ölüm hastalığında durumu ağırlaşınca, ellerini kaldırarak namaza başlıyormuş gibi tekbîr aldı ve kendinden geçti. 1521 (H.927) senesi Şubat ayının dördünde Cumâ günü bu hâlde iken, "Allahü ekber" diye diye rûhunu teslim eyledi. Hocasının kabrinin ayak ucuna defnedildi.
Bu zat buyuruyor ki: (Bilcümle ibadetler,
Namaz içerisinde toplanmıştır hep birer.
Allah’ın rızasına kavuşturacak olan,
Amellerin başında, namaz gelir her zaman.
Hem Kur’an-ı kerimde, namazı, Hak teâlâ,
İman ile birlikte bildirir ekseriya.
Demek ki bir müslüman, kılmazsa namazını,
Korumak kolay olmaz kalbindeki imanı.
Nitekim Resulullah, şöyle buyurmaktadır:
(Göz nurum, kalp huzurum, hep namaz kılmaktadır.)
Yine buyurdular ki o Server-i kainat:
(Ya Bilal, ezan oku ve kalbimi ferahlat.)
Yine bir hadisinde şöyle bildirmişlerdir:
(Namaz, gözümün nuru kalbimin neşesidir.)
İnsan namaz kılarken, manevi lezzet alır.
Yani müminin kalbi, namazla ferahlanır.
Ama nefsi üzülür ve olur çok mükedder.
Kalbi lezzet alırken, nefsi hep feryat eder.
Namaz, her ibadetten, oruçtan kıymetlidir.
Namaz, mahzun kalplere, ferahlık ve zevk verir.
Doğru kılınan namaz, yok eder günahları.
Ve namaz, kötülükten alıkor kılanları.
Üzüntülü ruhlara lezzet verir, haz verir.
Namaz, ruhun gıdası, bedenin kuvvetidir.
İmam-ı Rabbani’nin, Mektubat kitabında,
Şöyle buyuruluyor, namaz kılmak hakkında:
Hak teâlâ buyurdu: (Salih amel işleyen,
Müslümanlar, Cennete girecektir külliyen.)
Bu salih amellerden, ne anlamak lazımdır?
Bütün iyi işler mi, yoksa bazısı mıdır?
Hepsi olsa, bunları tam yapamaz insanlar.
Bir kaçıysa, acaba hangileridir bunlar?
Cevabı şöyledir ki, bu işler beş tanedir.
Bunlar da, dinimizin aslı ve temelidir.
Namaz, oruç, hac, zekat, hem şartıdır bu dinin.
Hem de yapmak, boynunun borcudur her müminin.
Bunları tam yapanlar, bulur rahat ve huzur.
Ahirette, Cehennem azabından kurtulur.
Çünkü bunlar, aslında salih amellerdir ki,
İnsanı günahlardan korurlar elbetteki.
Hak teâlâ buyurdu: (Hiç kusursuz kılınan,
Namaz, korur insanı her türlü günahlardan.)
İslamın beş şartını, kim ifa eder ise,
Nimetlerin şükrünü yapmış olur o kimse.
Zira Nisa suresi, yüzkırkaltıncı âyet,
Bize bu hakikati bildirir açık ve net.
Şöyle ki, (İman eder, sonra şükrederseniz,
Niye azap edeyim?) buyuruyor Rabbimiz
. Namazın faydaları
Abdülkebir evliya (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan velîlerinden. Babası meşhûr âlim ve evliyâ Abdülkuddûs hazretleridir. Ne zaman doğduğu bilinmemektedir. Aslen Pâni-püt şehrindendir. "Şeyh-i kebîr", "Vâlâ pîr" lakabları verildi. On yedinci asrın ilk yarısında Pâni-püt şehrinde vefât etti.
Bir günkü sohbetinde, bu zat şöyle bildirir:
(Namaz kılmak, islamın beş şartından biridir.
Şartlarına uyarak kılmalı ki onu hep,
Saadete ermeye, namazdır çünkü sebep.
Beş vakit namaz kılan, bulur rahat ve huzur.
Ve dinin temelini, sapsağlam kurmuş olur.
Cehennemden kurtaran ip namazdır elbette.
Onu kim yakalarsa, kurtulur ahirette.
Bir insanın, Rabbine, en yakın olduğu an,
Yine namaz kıldığı zamandır ey müslüman!
Namaz kılan bir kimse, konuşur Rabbi ile.
Onun büyüklüğünü hem düşünür kalbiyle.
Müslüman, namazını kılar, ama ne için?
Bir emri olduğundan elbette Rabbimizin.
Onun her bir emrinde, mutlak bir fayda vardır.
Eğer yasaklamışsa, o da mutlak zarardır.)
İşte bu söz konusu zarar ve faideler,
Tıp’ta tesbit edildi bir kısmı birer birer.
İslamiyet, sağlığa öyle önem verir ki,
Hiçbir din ve düşünce, veremez onun gibi.
Sağlığa faydalıdır namaz ibadeti de.
Kılanlar, faydasına kavuşurlar elbette.
Namazda, hareketler yavaştır, kalbi yormaz.
Ve dinç tutar insanı, hiç uyuşukluk olmaz.
Bir günde, seksen defa secde eden kişinin,
Beynine, daha fazla kan gider bunun için.
İyi beslendiğinden beyin hücreleri de,
Hafıza bozukluğu olmaz bu kimselerde.
Hem muntazam olarak eğilip doğrulmaktan,
Gözlerde, kan daha bir seri eder deveran.
Göz içi tansiyonu artmaz bu sebeple de.
Katarakt ve kara su olmaz bu kimselerde.
Yani namaz kılarken yapılan hareketler,
Sayesinde, vücutta olur çok faideler.
Mesela midedeki gıdalar tam karışır.
Sonra, idrar yolları iyice çalkalanır.
Mesane, tamamiyle boşaldığı için de,
Böbrek taşı az olur namaz kılan kişide.
Beş vakit namazdaki o ritmik hareketler,
Sayesinde, çalışır adale ve eklemler.
Böylece kireçlenme, eklem hastalıkları,
Önlenir hem adale ve kas tutulmaları.
Vücut sağlığı için, temizlik çok mühimdir.
İşte abdest ve gusül, bunu temin içindir.
Hem maddi, hem manevi temizliği sağlayan,
Namazdır ki, temizdir beş vakit namaz kılan.
İşbu faydalarına kavuşabilmek için,
Çok da temiz olması lazımdır o kişinin.
. Namaz deyip vefat etti
Abdülkebir evliya (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan velîlerinden. Babası meşhûr âlim ve evliyâ Abdülkuddûs hazretleridir. Ne zaman doğduğu bilinmemektedir. Aslen Pâni-püt şehrindendir. "Şeyh-i kebîr", "Vâlâ pîr" lakabları verildi. On yedinci asrın ilk yarısında Pâni-püt şehrinde vefât etti.
Bu zat buyuruyor ki: (İbadetler içinde,
En mühimmi namazdır Hak teâlâ indinde.
Hele savaş anında onu eda edenler,
Tam iki milyon katı ecir elde ederler.
Mescid -i Nebevide kılanlara gelince,
Onbin misli sevaba kavuşurlar bir nice.
Mahşer günü, küffara öyle uzun gelir ki,
Tam elli bin senelik bir zamandır o sanki.
Lakin müminler için aynı gün, çok kısadır.
Dört rekatlık bir namaz kılmaktan daha azdır.
Kıyamette ilk önce, namazdan sual olur.
O kolay geçer ise, kurtulması umulur.
Namaz, dinin direği, temelidir islamın.
Ve en bariz farkıdır, kâfirle müslümanın.
Hatta namaz, hedeftir, bir maksat ve gayedir.
Diğer ibadetlerse, araçtır, vesiledir.
Namazı, cemaatle eda eden kimseler,
Sıratı, şimşek gibi, bir lahzada geçerler.
Hem namaz esnasında söylenilen her tekbir,
(Bu ibadet, Allah’a layık değil) demektir.
Yani Allah o kadar yücedir ki, bu namaz,
Asla Ona yakışır bir ibadet olamaz.
Resulullah , namazda, safları düzeltirdi.
(Bu, namazın bir cüz’ü, bir parçasıdır) derdi.
Tadil-i erkan ile kılmalı ki muhakkak,
Terk edenler, azaba olurlar hep müstehak.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki bir zaman:
(Namaz kılmak üzere kalkarsa bir müslüman,
Açılır onun için Cennetteki kapılar.
Rabbiyle arasında olan perdeler kalkar.)
Namaz, kırık kalpleri, neşe ile doldurur.
Günahları yok eder, kötülüklerden korur.
Namazın, dünyadaki derecesi, esasen,
Ahirette, Allah’ı görmek gibidir zaten.
Evliya-yı kiramdan Malik bin Dinar vardı.
Bu zat, her gece kalkar ve hep namaz kılardı.
Bir gece, kalkamadı teheccüt namazına.
Rüyada, biri geldi ve sokuldu yanına.
Dedi ki: (Kalk ya Malik, uykuda yoktur hayır.
Bilmez misin ki namaz, uykudan hayırlıdır.)
Bu veli buyurur ki: (Kim gevşekse namaza,
Diğer ibadetleri aksatır daha fazla.)
Bu zat, her sohbetinde namazdan bahsederdi.
(Namaz kılmak, islamın temel taşıdır) derdi.
Nerede ve ne şartta bulunsanız da, yine,
Namaz ibadetini, hep getirin yerine.
Hatta son nefesinde, bu büyük evliya zat,
En son (Namaz!) diyerek, eyledi Hakka vuslat.
. Dörtbin senelik namaz
Ahmet Mekki Efendi (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren fazîletli babalarından ve amcası Seyyid Tâhâ Efendiden ilim tahsîline başladı. Medrese tahsîlini bitirdikten sonra yine babasından zâhirî ilimlerin inceliklerini alarak icâzetle şereflendi. Yüksek teveccühlerine ve himmetlerine mazhar olarak evliyâlık yolunda kemâl mertebelere ulaştı.
Bu zatın babası da, büyük velilerdendi.
O da, her sohbetinde namazdan bahsederdi.
Derdi: (Bir namazımın vakti geçeceğine,
Yüzbin defa ölmeyi tercih ederim yine.)
Bir gün bir talebesi, sual etti bu zata:
(Ey efendim, Cennette namaz var mı acaba?)
Buyurdu ki: (Ahiret, amel yeri değildir.
Orası, ceza yahut bir mükafat yeridir.
Dünyada yaptığımız amellere karşılık,
Cennete girilir ki, orda namaz yok artık.)
Talebe bir (Ah!) deyip, çok ağladı o ara.
Dedi: (Yazıklar olsun namaz kılmayanlara.
Allahü teâlâya kul olur da bir insan,
Yakışır mı, Rabbinin emrine etsin isyan?)
Bir gün, bir hırsız girdi bu zatın hanesine.
Ve lakin bulamadı götürecek bir nesne.
Tam çıkacak idi ki, seslendi o veli zat.
Dedi: (Ey genç, abdest al, namaz kıl iki rekat.
Sana bir şey veririm, hele bir sabah olsun.
Hem böylece evimden, boş dönmemiş olursun.)
Genç çok mahcup olmuştu, (Peki) dedi cevaben.
Abdestini alarak, namaza durdu hemen.
Sabahleyin bir zengin, gelerek bu veliye,
Bir kesede yüz altın etti ona hediye.
O veli de, onları, o gence verdi hemen.
Buyurdu ki: (Al bunu, vazgeç şu mesleğinden.)
Genç hırsız, pişman olup, tövbe etti bihakkın.
Talebesi olmakla, şereflendi bu zatın.
İki rekat namazı, Cibril aleyhisselam,
Dörtbin sene zarfında kıldı ve etti tamam.
Sonra, kendi kendine düşündü ki: Şu anda,
Var mıdır benim gibi namaz kılan cihanda?
O zaman cenab-ı Hak buyurdu: (Ey Cebrail!
Senin böyle düşünmen, elbette doğru değil.
Muhammed ümmetinin, türlü kusurlar ile,
Kılacağı bir iki rekatlık namaz bile,
Senin şimdi kıldığın dörtbin yıllık namazdan,
İndimde, daha makbul ve hayırlıdır şu an.
Çünkü sende, nefis ve şeytan yok aldatacak.
Senin ibadetine, yok bir engel olacak.
Lakin o kullarıma, nefis ve şeytan verdim.
Onlar, bu düşmanlarla savaşırlar her daim.
Ve bu iki düşmanın engellemelerine,
Rağmen, namazlarını kılarlar her gün yine.
Maniler arasında yapılan bir ibadet,
İndimde, daha üstün ve kıymetlidir elbet.)
Ancak namaz, ihlasla, şartlarına uyarak,
Kılınırsa, üstün ve kıymetli olur ancak.
. Namaz kılan kurtulur
Seyyid Fehim Arvasi (Rahmetullahi Aleyh)
Doğu Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Silsile-i aliyye adı verilen büyük evliyânın otuz üçüncüsüdür. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamıştır. Seyyiddir. "Hazret-i Şeyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvâsî" denmekle meşhûr olmuştur. Babası, Seyyid Abdülhamîd Arvâsî'dir. Annesi aynı âilenin Doğu bâyezid kolundan Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin kızı Seyyide Emine Hanımdır. 1825 (H.1241) senesinde Van'ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Arvas (Doğan yayla) köyünde doğdu. 1895 (H.1313) senesinde aynı köyde vefât etti. Kabri oradadır ve sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
İnsanı, dünyada ve âhirette felaketlerden, sıkıntılardan kurtaracak şey, ancak namazdır.
Bu zat buyuruyor ki: Namazı, tam huşuyla,
Kılmalı ki, o zaman erilir kurtuluşa.
Nitekim buyurdu ki Kur’anda cenab-ı Hak:
(Müminler, kurtuluşa erecektir muhakkak.)
Âyetin devamında şöyle buyurmaktadır:
(Onlar, namazlarını huşuyla kılanlardır.)
Resul de buyurdu ki: (Şartlarına uyarak,
Bir mümin, huşu ile ve Allah’tan korkarak,
İki rekat bir namaz kılar ise ihlasla,
Küçük günahlarını affeder Hak teâlâ.)
Sordular ki: (Efendim, namazda huşu nedir?)
Buyurdu: (Korku üzre namaz kılmak demektir.)
Peygamber Efendimiz namaza durduğunda,
Göğsünün kemikleri gıcırdardı o anda.
Hatta bir tencerede su kaynıyormuş gibi,
Fokurtu seslerini duyardı her sahabi.
İbrahim Peygamber de, namaz kılsa ne zaman,
Kalbinin hışırtısı duyulurdu uzaktan.
Hazret-i Ali dahi, namaza durduğunda,
Vücudu titremeye başlıyordu o anda.
Korkudan, yüz rengi de değişirdi aşikâr.
Bu hal devam ederdi namaz bitene kadar.
Süfyan -ı Sevri dahi demiştir ki: (Bir namaz,
Huşuyla kılınmazsa, indallah makbul olmaz.)
Tadil-i erkan ile kılmalı ki elbette,
O namaz, sahibini kurtarsın ahirette.
Şartlarına uyarak kılınmazsa o eğer,
Hak teâlâ indinde, bulamaz kıymet, değer.
Nitekim Resulullah şöyle buyurmaktadır:
(Hırsızların büyüğü, namazından çalandır.)
Eshap sual etti ki o Server’e o zaman:
(Nasıl çalabilir ki bir kimse namazından?)
Buyurdu ki: (Rüku ve secdesini, kim şayet,
Tam yapmazsa, hırsızlık etmiş olur o elbet.)
Ve buyurdu: (Kim eğer, rüku ve secdelerde,
Belini yerleştirip, durmazsa bu yerlerde,
Kıldığı o namazı, noksan olur muhakkak.
Onun o namazını beğenmez cenab-ı Hak.)
Bir gün, yine o Server, gördü ki birisini,
Tam yapmıyor, namazın rüku ve secdesini.
Buyurdu: (Sen namazı, böyle kılarsan eğer,
Ölürsen, sana benim ümmetimden demezler.)
Bir gün de buyurdu ki: (Rükudan kalktığınız,
Zaman dik durmadıkça, tam olmaz namazınız.)
Yine buyurdular ki: (Secdeler arasında,
Tam dik oturmadıkça, tam olmaz o namaz da.)
Tadil-i erkandır ki işbu emredilenler,
Vacip, hatta farz dedi buna bazı âlimler.
. Namaz, dua demektir
Seyyid Fehim Arvasi (Rahmetullahi Aleyh)
Doğu Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Silsile-i aliyye adı verilen büyük evliyânın otuz üçüncüsüdür. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamıştır. Seyyiddir. "Hazret-i Şeyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvâsî" denmekle meşhûr olmuştur. Babası, Seyyid Abdülhamîd Arvâsî'dir. Annesi aynı âilenin Doğu bâyezid kolundan Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin kızı Seyyide Emine Hanımdır. 1825 (H.1241) senesinde Van'ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Arvas (Doğan yayla) köyünde doğdu. 1895 (H.1313) senesinde aynı köyde vefât etti. Kabri oradadır ve sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
İnsanı, dünyada ve âhirette felaketlerden, sıkıntılardan kurtaracak şey, ancak namazdır.
Bu zat buyuruyor ki: Namaz, mühim ibadet.
Tadil-i erkan ile kılmalı onu elbet.
Resulullah buyurdu: