ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Rehbersiz olmaz
(Şudur ki insanların hayırlısı, iyisi,
Çok olur o kimsenin kullara faidesi.)
Bu hadis-i şeriften alarak ders ve ibret,
Bir ömrü müddetince islama etti hizmet.
Çalışırdı bir günde, tam yirmiiki saat.
Yalnız iki saati olurdu istirahat.
Hocası Şehkubad’dan edip çok istifade,
Evliyalık yolunda gelmişti tam kemale.
O, Kur’an okuyorken, duyup onun sesini,
Kurt ve kuşlar toplanıp, dinlerdi kendisini.
Kitap mütalasıyla geçerdi çoğu vakti.
Öyle ki, fazlasına yetişmezdi takati.
Bir gece, yine böyle okuyorken bir kitap,
Okuduğu kitaptan, duydu şöyle bir hitap:
Dedi: (Ey Abdülmecid, şimdi sen beni dinle!
Kemale gelmek için, bir rehber bul kendine.)
Hayret içerisinde duyunca bu hitabı.
Çıkıp gitti dağlara, bırakıp o kitabı.
Girip, bir mağarada, gece gündüz ibadet,
Ederek, en sonunda oldu ehl-i keramet.
Kendisi anlatır ki: Geçince böyle dört yıl,
Bende, harikulade bir haller oldu hasıl.
Dışarı çıktığımda, dağda, vahşi hayvanlar,
Bana hiç saldırmaz ve yapmazlardı bir zarar.
Abdest aldığım sudan, kalanı içerlerdi.
Yaklaşıp, benim ile hergün söyleşirlerdi.
Daha sonra, uçardım vadiden bir vadiye.
Artık seviniyordum evliya oldum diye.
Bir gün, o mağaranın yakınına, bir gurup,
Gelip sohbet ettiler edeplice oturup.
Ben de, hemen giderek oturdum bir kenara.
Kalbimde çok muhabbet hasıl oldu onlara.
Hele bir üstadları var idi ki onların,
Sohbetinin tadına, hayran kaldım o zatın.
Öyle ki, o sürur ve lezzetten bayılmışım.
Uyandım ki, o zatın dizinde benim başım.
O, Şehkubad imiş ki, acıyıp bu miskine,
Alıp koymuş başımı, mübarek bir dizine.
Kalkıp öptüm elini ve ettim ki istirham,
(Beni, talebeliğe kabul edin ey hocam!)
Kabul edip ve bana bir teveccüh edince,
O fevkalade haller, gitti benden hemence.
Kalbime, nehir gibi aktı ki öyle ilim.
Hiç kaldı buna göre, o önceki hallerim.
Keramet zannettiğim o fevkalade haller,
İyice anladım ki, boş şeymiş hepsi meğer.
Ve yine anladım ki şunu da pek açıkça:
İnsan kâmil olamaz, bir rehber bulmadıkça
. Üstadsız çok zor
Abdülmecid Şirvani, büyük bir veli idi.
Sohbeti, insanlara pek çok faideliydi.
Bir müslüman, bu zata, insanlık icabiyle,
Muhalefet ederek, üzmüş idi haliyle.
Bu velinin kalbini kırmış olan bu adam,
Onun sohbetine de etmedi artık devam.
Lakin bakıp gördü ki, kalbindeki o nisbet,
Gitmiş ve hiç kalmamış bir feyiz ve bereket.
Ruhsuz bir ölü gibi kendini buldu güya.
O günün gecesinde, gördü şöyle bir rüya.
Som ve külçe halinde altını dolu olan,
Bir hazine içinde kendini gördü o an.
Lakin sikke olmamış, hem de mühürlenmemiş.
Olan külçe altınlar, görmüyordu hiçbir iş.
O sırada birisi, dedi ki kendisine:
(Niçin düşünüyorsun seninken bu hazine?)
Ona dönüp dedi ki: (Öyle ama kardeşim!
Bu külçe altınlarla, hallolmuyor bir işim.
Basılıp mühürlenmiş olmadıkça bir altın,
Bir kıymet kazanmıyor nazarında bu halkın.
Şimdi çıksam pazara külçe altınlar ile,
Hiç kimse vermez bana, bir kuruşluk mal bile.
Hatta şüphelenerek yakalayabilirler.
Nereden buldun? diye, bana ceza verirler.)
O, dinleyip dedi ki: (Bu sözün çok doğrudur.
Hemen sikkehaneye götür de damga vurdur.)
Dedi ki: (Peki ama, sikkehane nerdedir?)
O, eliyle gösterip dedi: (Şu ilerdedir.)
Sevinip, az gidince gösterdiği o yana,
Baktı ki, üstadının dergahıdır o bina.
O esnada uyanıp, düşündü ki: Vallahi,
Bu rüya oldu bana bir ikaz-ı ilahi.
Ben hocamdan ayrılıp, gitmedikçe sohbete,
Asla vasıl olamam ebedi saadete.
Ne kadar çok olsa da ilim ve ibadetim,
Bir rehberim yok ise, hüsrandır akıbetim.
Rüyanın tabirini, bu şekilde yaparak,
Gitti hemen dergaha, gayet pişman olarak.
Kimseye görünmeden, gizlendi bir köşeye.
Başladı başı önde, sohbeti dinlemeye.
O sırada vaz eden Abdülmecid Şirvani,
O içeri girince, dersini kesti ani.
Ve hemen buyurdu ki: (Bir kimsenin, faraza,
Bir hazine dolusu çok altınları olsa,
Lakin sikkesiz olup, yoksa mührü, damgası.
Olmaz o altınların sahibine faydası.)
O, bunları duyunca, gidip öptü elini.
Pek çok özür dileyip, affettirdi kendini
. Rehbersiz olmaz
Hindistan’da yetişen, bir büyük evliya zat.
Bindörtyüz otuzüçte, orada etti vefat.
Zahiri ilimleri öğrenip pek mükemmel,
Tasavvufa girmeyi istedi bir an evvel.
Bir mürşid aramaya başladı bu iş için.
Lakin bulamayınca, üzüldü için için.
Zirvesine çıkınca bu arzusu onun tam,
Uyurken, kendisine olundu şöyle ilham:
(Aradığın o rehber, Pani-püt şehrindedir.
Git ona hizmet et ki, o seni ilerletir.)
Sabahleyin uyanıp, bu huzur ve sevinçle,
Ona kavuşmak için, yola çıktı acele.
O zat, (Celaleddin-i Pani Püti) idi ki,
Keşf olundu ona da, onun yolda geldiği.
Hemen talebesine buyurdu ki: (Çocuklar!
Yemekler pişirin ki, bir misafirimiz var.
Çabucak donatın ki, çok mükemmel bir sofra,
O kıymetli misafir, teşrif eder az sonra.)
Hakikaten birazdan, misafir geldi atla.
Onu karşıladılar, büyük bir iltifatla.
Lakin o, görünce bu büyük tezahüratı,
Oradan geri dönüp, süratle sürdü atı.
Zira o düşündü ki: Aradığım bu değil.
Büyükler, debdebeye, dünyaya etmez meyil.
Gördüğü manzarayı, dünyalık zannederek,
İçeriye girmeyip, o yeri eyledi terk.
O gün akşama kadar, at sürdü bu niyetle.
Akşam vakti, bir yere ulaştı afiyetle.
Birisine sordu ki: (Bu şehrin adı nedir?)
O, dedi ki: (Buraya, Pani-püt şehri denir).
Hayret edip dedi ki: (Bu nasıl iş ki acep,
Bu gün aşama kadar, yoldayım halbuki hep.)
Dinlenip, sabahleyin at sürdü yine tekrar.
Yine akşam üzeri, bir yerde kıldı karar.
İlk gördüğü kişiye, sordu o vilayeti.
(Pani-püt’tür) deyince, daha arttı hayreti.
Sabahı bekleyerek, tekrar çıktı sefere.
Maksadı, Pani-püt’ten gitmekti başka yere.
O gün akşama kadar, hiç durmadan sürdü at.
Yine de Pani-püt’ten çıkamadı o fakat.
Aynı dergah önünde buldu yine kendini.
O zaman idrak etti, bu işin hikmetini.
Düşündü ki: Herhalde, bu zattır aradığım.
Ve onun elindedir demek ki benim bağım.
Zira ben istedikçe, terk edeyim bu yeri,
O, manevi bağ ile, çekti hep beni geri.
Büyük bir iştiyakla, inip girdi dergaha.
O zattan feyz alarak, vasıl oldu Allah’a.
. Bir veli arıyordu
İmam-ı Rabbani’yi, yetiştiren büyük zat.
Kırk yaşına gelince, eyledi Hakk’a vuslat.
Çocuk yaşta başladı, din ilmini tahsile.
Zahiri ilimleri, öğrendi tamamiyle.
Tasavvufa girmeye, pek çoktu muhabbeti.
Herkesi şaşırtırdı bu yoldaki gayreti.
Feyz alacak bir veli arıyordu gün gece.
Ömrünü, aramakla geçirmişti öylece.
Öyle çok arardı ki, böyle kâmil bir zatı,
Yetmezdi fazlasına, bir insanın takatı.
Hatta şehrin toprağı, killi idi ki hepten,
Çok çamurlu olurdu, yolları bu sebepten.
Bu çamurlu yollarda, bir miktar yol yürümek,
Çok meşakkatli olup, insanı yorardı pek.
Lakin o, hiç aldırış etmeden zerre bile,
Bir gönül erbabını arıyordu şevk ile.
Bir üstad bulmak için çırpınıp duruyordu.
Annesi, bu haline hiç dayanamıyordu.
Gece yarılarında, çıkarak sahralara,
Şöyle dua eder ve yalvarırdı Allah'a:
(Ya Rabbi, evladımın muradı neyse şayet,
Sevdiğin kullarının hürmetine ihsan et.
Ya kavuştur oğlumu, ne ise muradına,
Ya da al canımı ki, takatim yoktur buna.)
Böyle dua ederdi, göz yaşları dökerek.
Dergahta, her hizmeti o yapardı severek.
Mesela o yapardı dergahta yemekleri.
Ve bir hasır üstünde yatıyordu ekseri.
Oğlu bunu görerek, çok acıdı haline.
Yemek yapma işini, verdi başka birine.
Velakin öğrenince bu haberi annesi,
Üzüldü, kederlendi, kaçtı birden neşesi.
Dedi: (Ne kabahatim oldu ki, bilmiyorum.
Bu kıymetli hizmetten, mahrum ediliyorum.
Benim, hizmetten gayri, yok idi bir sermayem.
Bu idi bu dünyada yaşamakta tek gayem.
Ahirette kurtuluş ümidim, bu hizmetti.
Ne yazık ki kaçırdım, elimden o da gitti.)
Onun bu üzüntülü halini öğrenenler,
Gelip Baki Billah’a bunu haber verdiler.
Dediler ki: (Efendim, olsun ki haberiniz,
Hizmetten oldum diye, çok ağlıyor anneniz.)
Buyurdu ki: (Ben ona merhamet ettiğimden,
Yemek hizmetlerini, almıştım üzerinden.
Madem ki üzülüyor hizmetin gittiğine,
Eski hizmetlerini veriniz kendisine.)
Validesi sevinip, şükreyledi Allah'a.
Ve teşekkür eyledi, oğlu Baki Billah'a
Zira nimet bilirdi, o yaşta bu hizmeti.
Kuvveti az olsa da, pek fazlaydı gayreti.
. Aradığın o idi
Muhammed Baki Billah, mütevazı idi pek.
Halini, ekseriya gizler idi mübarek.
Talebe olmak için yanına gelenleri,
Tecrübe maksadıyla, gönderirdi hep geri.
Çok sadık biri ise o gelen kişi şayet,
Onu kabul eder ve gösterirdi merhamet.
Bir gün de, genç bir kişi, dedi ki: (Ya ilahi!
Bir insan-ı kâmile, kavuştur beni dahi.)
O gece, rüyasında dendi ki: (Durma daha.
Yarın gidip tâbi ol, hemen Baki Billah'a.)
Sabahleyin sevinçle, bu zata gitti hemen.
Talebesi olmayı, arz eyledi gönülden.
Ve lakin Baki Billah, özürler dileyerek,
Buyurdu: (Aradığın başkası olsa gerek.
Sen, kendine bir rehber arıyorsun, anladım.
Lakin o kâmil insan, ben değilim evladım.)
O genç (Peki) diyerek, döndü memleketine.
Fakat aynı rüyayı, o gece gördü yine.
Dendi ki: (Aradığın o idi, yine git sen.
O kabul etmese de, ayrılma eşiğinden.)
Genç sevinip, o sabah o zata gitti tekrar.
Bu sefer kabul edip, (Peki kal) buyurdular.
Talebesinden olan, Hace Hüsameddin de,
Diyor ki: (Üstadıma, ben de ilk gittiğimde,
Bana da, aynı şeyi buyurmuştu o zaman.
Ben dahi üzüntüyle, ayrıldım huzurundan.
Döndüm memleketime, şaşkın bir vaziyette.
Ben şimdi ne yaparım? diye kaldım hayrette.
Ben böyle üzüntülü, kederli düşünürken,
Hatırıma bu babta, bir beyit geldi birden.
(Aradığın o idi, ne için döndün geri?
Ayrılmaz tatlıcıdan, kovsalar da sineği.)
Bu beytin tesiriyle o zata tekrar gittim.
Çok şükür kabul etti, sevinip şükreyledim.
Yine bir başkası da vardı ki Hindistan’da,
Yükselmek ister idi, tasavvufi alanda.
Çok dua ettiyse de maksada ermek için,
Bir türlü olmuyordu arzusu bu kişinin.
Bir gün Baki Billah’ın, duyuverdi ismini.
Öğrendi tasavvufta, yüksek derecesini.
Bir gün bu mübarek zat, at üstünde giderken,
O da koşup, edeple, yaklaştı ona hemen.
Tutarak saygı ile, atının dizginini,
Dedi: (Talebeliğe kabul ediniz beni.)
Muhammed Baki Billah, indi hemen atından.
Şefkatle kucaklayıp, teveccüh etti bir an.
Sonra dua etti ki, ihlas ile Rabbine:
(Ya ilahi, sen bunu kavuştur isteğine.)
Bu duayla kalp gözü açıldı onun birden.
Zira Baki Billah'tı, ona dua eyleyen.
. Mürşidi olmayanın
Bir zaman lain şeytan, hizmetçi kılığında,
Cüneyd-i Bağdadi’nin gelip durdu yanında.
Dedi ki: (Ey efendim, şudur ki tek dileğim,
Sizin hizmetinizle, ben de şerefleneyim.
Lütfen bu dileğimi kabul buyurunuz da,
Ben de feyiz alayım, sizin huzurunuzda.)
(Peki, olur) deyince, sevindi lain şeytan.
Ve yalandan hizmete başladı hemen o an.
O, hizmet ettiyse de devamlı yirmi sene,
Vesvese veremedi, bir defa kendisine.
Nihayet bu hususta kesince ümidini,
Dedi ki: (Ey üstadım, tanır mısınız beni?)
Buyurdu ki: (Elbette, sen ne zannediyorsun?
İlk günü tanımıştım, sen iblis mel’unusun)
Şeytan dedi: (Ey Cüneyd, ben, senin kadar yüksek,
Dereceye kavuşan, bir kimse görmedim pek.)
Buyurdu ki: (Buradan def olup git, ey mel'un!
Beni, ucb'a ve kibre sürmek mi istiyorsun?)
Bir zarar veremeden, yanından uzaklaştı.
Korkusundan, bir daha ona yaklaşamadı.
Bir talebesi dahi vardı ki bu büyüğün,
Şeytan vesvesesine aldanarak o bir gün,
Düşündü ki: Ben artık kemale eriştim tam.
Bunun için, sohbete etmeyeyim hiç devam.
Sonra başını alıp, çekildi bir kenara.
Ve şeytani bir rüya görüverdi o ara.
Yeşillikler içinde gezinip duruyordu.
Leziz yemekler yiyip, şerbetler içiyordu.
Uyanıp, tabir etti (Cennete girdim) diye.
Bu hali, malum oldu Cüneyd-i Bağdadi’ye.
Kurtarmak gayesiyle ziyaret etti onu.
Bildi, onu şeytanın aldatmış olduğunu.
Buyurdu ki: (Cennete girer isen rüyanda,
La havle... duasını oku hemen o anda.)
O gece rüyasında, yine Cennete vardı.
Cüneyd'in buyurduğu duayı hatırladı.
(La havle...) duasını okudu hemen o an.
Gördüğü yeşillikler, kayboldular ortadan.
O şeytani halleri kaybolduğu için de,
Buluverdi kendini, birden çöplük içinde.
Sabah, namaz vaktinde uykusundan uyandı.
O hallerin, şeytani olduğunu anladı.
Hatasına üzülüp, etti tövbe istiğfar.
Sohbete katılmaya yeniden verdi karar.
Cüneyd-i Bağdadi’nin öperek ellerini,
Bir daha terk etmedi onun sohbetlerini.
Hocası buyurdu ki: (Evladım, beni dinle.
Her müslüman, muhtaçtır bir mürşid-i kâmile.
Yoksa, bu mel'un şeytan, bilerek bunu fırsat,
Gelir, o müslümana oluverir musallat.)
. Bir rehber şart
Abdülhakim Arvasi , bir Allah adamıdır.
Kalplere tesir eden nasihatleri vardır.
O, bir gün buyurdu ki: (Hamdolsun Rabbimize.
İslam âlimlerini tanıttı zira bize.
Onların sayesinde, öğrendik dinimizi.
Düzelttik bu sayede istikametimizi.
Zira rehber olmadan, gidilir mi bir yere?
Gidenler, maruz kalır bir çok tehlikelere.
Gece, ıssız bir çölde, yalnız giden bir insan,
Yırtıcı hayvanlara, yem olabilir her an.
Veyahut bir deryada, pusulasız, gemisiz,
Ufacık bir kayıkla gidebilir misiniz?
Kur'an-ı kerim’inde, cenab-ı Allah bize,
Buyurdu ki: (Vesile arayın kendinize.)
Yine buyuruyor ki Kur'anda cenab-ı Hak:
(Sadıklarla beraber bulununuz muhakkak.)
Öyleyse ey insanlar, hiç yalnız kalmayınız.
Hele kötüler ile, sakın bulunmayınız.
Yalnız kalanlar için, kurtulma ümidi var.
Lakin hiç kurtulamaz, kötülerle olanlar.)
Bir gün de buyurdu ki: (Biz, aciz birer kuluz.
Rabbimizin emrine itaate memuruz.
Zira yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Yalnız Hak teâlâya ibadet eylesinler.
Büyükler buyurur ki: (Bir insan, bir namazı,
Geçirirse, dünyada haramdır yaşaması.)
Yani buna üzülmez ve etmezse hiç tasa,
Ölse daha iyidir, böyle yaşamaktansa.
Bir gün Resulullaha, biri gelip çok üzgün,
Dedi: (Ya Resulallah, mahvolmuşum ben bu gün.)
(Ne oldu?) buyurunca, dedi ki: (Kervanımı,
Vurup aldı haydutlar, hem de bütün malımı.)
Onun bu sözlerine karşılık, Resulullah,
Ona buyurdular ki: (Buna elhamdülillah!
Korktum diyeceksin ki, namaz kaldı kazaya.
Meğerse malın gitmiş, uğramışsın zarara.)
Bu kıssayı anlatıp, buyurdu ki: (Din budur.
Mümin, namaz kılarak bulur rahat ve huzur.
Âlimler buyurur ki: (Namaz vakti geçerken,
Üzülmeyen kimsenin, imanı gider hemen.)
Eğer üzülüyorsa, imanı var demektir.
Maksat, Hakk’ın emrine ehemmiyet vermektir.
Bir insan, kul olarak nasıl namaz kılmaz ki?
(Nefes almak) gibidir bu dinde namaz sanki.
Namaz, dinin direği, müminin miracıdır.
Namaz, hasta ruhların, tesirli ilacıdır.
Namaz kılan, kurtarır yıkılmaktan dinini.
Kılmayan, kurtaramaz ateşten bedenini.
Kim, beş vakit namazı getirirse yerine,
Kavuşur ahirette, Cennet nimetlerine.)
. Bir rehbere kavuşmak
Fahreddin-i Iraki , hal ehli, veli bir zat.
Tesirli sözleriyle, ederdi çok nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Kibir , bir felakettir.
Gadab-ı ilahi'nin, gelmesine sebeptir.
İman etmemenin de temelinde bu vardır.
Hatta her iyiliğe, bu mani olmaktadır.
İmanı olsa bile, yapmıyorsa ibadet,
Sahibinin kibrine, bu da eder delalet.
Kalbinde, zerre kadar kibir olan kimseler,
Cehennemde yanmadan, Cennete giremezler.)
Derdi ki: (Kavuşursa bir kişi tek bir şeye,
O, kavuşmuş demektir, bütün güzel şeylere.
Hakiki bir mürşide kavuşsa biri eğer,
Ona, maddi manevi gelir her iyilikler.
Çünkü olgun mürşide kavuşmakla o adam,
Dinin emirlerine uymaya kavuşur tam.
Yani islamiyet’e, uymuş olur her işte.
Bütün saadetlerin başı da, budur işte.
Her amelde, islama edince tam riayet,
Bilcümle insanlar da, severler onu gayet.
Çünkü o, insanları bırakarak bir yana,
Çevirmiştir gönlünü, sadece Allah'ına.
Her bir ihtiyacını, Sahibinden ister hep.
Ondan gayri kimseden, hiç bir şey etmez talep.
Çünkü Rabbi iledir her bir işi mutlaka.
Yalnız Ona güvenir, itibar etmez halka.
Herkes onu methetse, yahut övmese de hiç,
Duymaz o bu şeylerden, bir üzüntü ve sevinç.
Çünkü iyi bilir ki, methetse de bu gün halk,
Yarın, hiç belli olmaz, söver düşman olarak.
Kimin, Rabbin emrine tam ise ittibası,
Onun, insanlarla da iyi olur arası.
Kâmil bir müslümanda, iki ziynet bulunur.
Bunlardan biri (edep ), diğeri (tevazu )dur.
İnsanlar, edep ile Allah'a yaklaşır hep.
Vasıl olamamıştır, Ona hiçbir bi-edep.
Peygamberlerden gayri, hiç kimsenin, elbette,
Garantisi yoktur ki, kurtulsun ahirette.
Hem çok korkmak gerekir, hem de ümitli olmak.
Ancak böyle mümkündür, ahirette kurtulmak.
Mutlak emin olmak yok, mutlak ümitsizlik de.
Müsavi olmalıdır, her ikisi birlikte.)
Bir gün de buyurdu ki: (Bu dünya, sanki hayal.
Yakında, ahirete edeceğiz intikal.
Zira ecel, kimseye, vakit bildirmemiştir.
Yani, erken veya geç gelirim dememiştir.
Nefesler sayılıdır, tükenir bir gün elbet.
Huzur-u ilahiye çıkacağız akıbet.
Seri-ül hesap tır ki Hak teâlâ hem dahi,
Gayet çabuk görülür hesabımız Vallahi.)
.
Bugün 307 ziyaretçi (446 klik) kişi burdaydı!