ABDULHAMİD HAN
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
01 - İMAM-I GAZALİ (Rahmetullahi Aleyh
.O, Hüccet-ül islam’dı
Büyük islam âlimi, müctehid ve imamdır.
Her fende söz sahibi ve hüccet-ül islamdır.
Bu âlim, Tus şehrinin, Gazal nahiyesinde,
Doğdu, binellisekiz miladi senesinde.
Yaşı ellibeş iken yine bu mübarek zat,
Tus’ta, binyüzonbir’de eyledi Hakk'a vuslat.
İlk defa Tus şehrinde, başladı tahsiline.
Sonra, Gürcan’a gidip, ilim aldı üç sene.
Gürcan’dan ayrılıp da, Tus’a geri dönerken,
Bir gurup yol kesici, önüne çıktı birden.
Para ve eşyasıyla birlikte eşkıyalar,
Ders notlarını dahi alıp uzaklaştılar.
Arkalarından gidip, yalvardı ki ihlasla:
(O notlar, işinize yaramaz sizin asla.
Ben o ilimler için, eyledim terk-i diyar.
Nice sıkıntılara hem de oldum giriftar.
Üç senede topladım, hem de o ilimleri.
Ne olur, o notları almayın, verin geri.)
Eşkıyanın reisi, o notları vererek,
Şöyle dedi İmam’a, biraz gülümseyerek:
(Bu nasıl ilimdir ki, bağlıdır bu notlara?
Peki nasıl maliksin sen bu malumatlara?
Bunlar elden gidince, boş bulursan kendini.
Nasıl iddia edersin, bunları bildiğini?)
Eşkıyanın bu sözü, ona çok etti tesir.
Gidince, o notları ezberledi hep bir bir.
Sonra da, Nişabur’da tahsile etti devam.
Bilcümle ilimleri öğrenip, etti tamam.
Selçuklu devletinin veziri Nizamülmülk,
Duydu ki, Nişabur’da bir âlim var, çok büyük.
Bağdat’a davet etti acele kendisini.
Verdi ona medrese baş müderrisliğini.
Bu günkü tabir ile, Nizamiye adında,
Bir üniversiteye rektör oldu anında.
O devrin âlimleri, cümle erkân ve eşraf,
İlmî üstünlüğünü hep ettiler itiraf.
O zaman Avrupa’da vardı ki filozoflar,
Dünyayı, tepsi gibi düz zannederdi onlar.
İmam, müsbet ilimle reddedip derhal bunu,
İsbat etti düz değil, yuvarlak olduğunu.
Akıllı zannedilen, o pis filozofların,
Allah’ı inkâr eden, o sefih insanların,
O iddialarını çürüterek evvela,
Ahmak olduklarını isbat etti pekala.
Felsefe dedikleri, gülünç bilgilerini,
İlim ile nakzedip, rezil etti hepsini.
Bunun için Gazali, bir filozof değildir.
O, dinde bir müctehid, bir islam âlimidir.
. Bin adet kitap yazdı
Bağdat’ta, baş müderris idi hem bu büyük zat.
Bir ara istedi ki, eylesin terk-i Bağdat.
Düşündü ki: Bu kadar ilimler tahsil ettim.
Lakin bilmiyorum ki, halis midir niyetim?
Allah için değilse edindiğim ilimler,
Sonunda, helakime sebep olabilirler.
Niyetimde az dahi, dünya hırsı ve şöhret,
Var ise, benim için olur bu bir felaket
Bu türlü düşünceler geldiğinde içine,
Ders verirdi tam üçyüz ilim talebesine.
İmam’ın düşüncesi, sezilince Bağdat’ta,
Buna mani oldular, eşraftan çok zevat da.
Bütün devlet erkânı, talebe ve cümle halk,
Dediler ki: (Gitmeyin bizleri bırakarak.)
Lakin o, kararlıydı gitmek için büsbütün.
Haccı bahane edip, Bağdat’tan çıktı bir gün.
Onbir sene sürünce bu inziva hayatı,
Tamamlandı nihayet, manevi kemalatı.
Zahiri ilimlerde eşsiz iken, bu sefer,
Tasavvuf yolunda da, aldı çok mesafeler.
Hem zahir, hem batında kâmil oldu nihayet.
Sonra, memleketine eyledi artık avdet.
Zira feyiz aldığı gönül ehli kişiler,
Kendisine, bu yolu işaret eylediler.
Dediler ki: (Uzlette, kendine fayda vardır.
Lakin ilim neşrinde, faide umumadır.
Kendini düşünenden, zira bizim dinimiz,
Gayriyi düşüneni, tutar üstün ve aziz.)
O da, bu nasihati candan kabul ederek,
Döndü ilim neşrine, uzleti terk ederek.
Yaşı elli olmuştu geriye döndüğünde.
Artık Tus’da geçirdi, bakiye ömrünü de.
Vefat edene kadar, durmadan çalışarak,
Bin kitap telif etti, hiç durmadan yazarak.
Yazdığı kitapların sayfa yekunu, eğer,
Ömrüne bölünürse, onsekiz sayfa eder.
(İhya-i ulum) ile, bir (Kimya-yı saadet),
İlmini göstermeye, eder yalnız kifayet.
Ve hatta bu mevzuda demiştir ki âlimler:
(Sırf İhya-yı ulum’u, bir gayr-i müslim, eğer,
Severek çevirirse, sayfalarını bir bir,
Onun bereketiyle, imanla şereflenir.)
Dokuzyüz ellidokuz miladi senesinde,
Vukua gelmiş idi, bunun tecrübesi de.
Dört alman ordinaryüs profesör, o zaman,
İmam-ı Gazali’nin alıp kitaplarından,
Okumak suretiyle, nur dolup kalplerine,
Dördü de girmişlerdi, hemen islam dinine
. Rüyadaki sopa
Bir imam var idi ki Ebül Hasen adında,
Hatırı sayılır bir kimseydi zamanında.
İmam-ı Gazali'nin, (İhya-yı ulum)unu,
Bir gün biraz okuyup, beğenmedi pek onu.
Zira kendine göre, yanlış vardı içinde.
Yakmayı tasarladı, bunların hepsini de.
O kitaptan ne kadar varsa o mahallede,
Söyledi ki: (Toplansın cümlesi bir mahalde.)
Aynı gün, hanelerden kitaplar toplanıldı.
Ve bir Cuma gününde, bir mahalde yığıldı.
Ertesi gün, hepsini yakacaklardı ki tam,
O gece yattığında, rüya gördü o imam.
Hem namaz kıldırdığı camiinden içeri,
Girince, gördü birden hazret-i Peygamberi.
Hazret-i Ebu Bekir ve hazret-i Ömer de,
Resul'ün huzurunda otururlardı yerde.
İmam-ı Gazali de ayakta duruyordu.
Ve İhya-yı ulum’u elinde tutuyordu.
Onu, Resulullaha göstererek uzaktan,
Dedi: (Ya Resulallah, davacıyım şu zattan.
Zira yakmak istiyor benim şu kitabımı.
Güya bulmuş içinde, bir kusur ve hatamı.
Siz de tetkik buyurun bu kitabı efendim.
Eğer hata var ise, davamdan vaz geçeyim.
Yoksa, niçin yakacak o benim kitabımı?
O zaman bu adamdan, alın benim hakkımı.)
Resulullah, kitabı, baştan ta sona kadar,
Mütalaa buyurup, sonunda verdi karar.
Buyurdu ki: (Vallahi, bu, çok güzel kitaptır.
Hepsi doğru ve iyi, hata yok tek bir satır.)
Sonra da uzatarak Ebu Bekr ve Ömer’e,
Buyurdu ki: (Siz dahi, tetkik edin bir kere.)
Onlar da inceleyip, o İhya-yı ulum’u,
Ve tasdik ettiler ki: (Doğrudur bil-umumu.)
O zaman Resulullah buyurdu: (Öyle ise,
Soyun şu kimseyi de, kalmasın üst elbise.
İftira edenlere vuruluyorsa nasıl,
Buna dahi vurun ki, cezası budur asıl.)
Bu emir gereğince, hemen Ebül Hasen’i,
Getirip, çıkardılar önce elbisesini.
Resul'ün emri ile, başladılar vurmaya.
Lakin beşincisinde, Sıddık girdi araya.
Dedi: (Ya Resulallah, affedin bu kişiyi.
Zira yanıldığından yapmış idi bu işi.)
İmam-ı Gazali'ye sordu Resul-i zişan.
O dahi arz etti ki: (Affettim ben de şu an.)
Uyandı Ebül Hasen, sabah kan ter içinde.
Ve hemen tövbe etti, bunun neticesinde.
. Ahiret sultanlığını ara
Sultan Sencer vardı ki, Gazali zamanında,
Altmış sene kalmıştı, padişahlık tahtında.
Dinine bağlı olup, severdi âlimleri.
Kendi de, ilim ile uğraşırdı ekseri.
İmam-ı Gazali’yi, birçok çekemeyenler,
Onu, Sultan Sencer'e şikayet eylediler.
O dahi, haber salıp, İmam’a, birisiyle,
Görüşmek isteğini bildirdi kendisiyle.
Lakin o, bu davete icabet etmeyerek,
Mazeret beyan etti, bir mektup göndererek.
Sultana, o mektupta yazdı ki: (Cenab-ı Hak,
Seni, iyi işlerde eylesin hep muvaffak.
İhsan etsin sana hem, ahiret sultanlığı.
Ki, hiçtir ona göre dünya padişahlığı.
Bu dünya saltanatı, geçicidir, fanidir.
O da, birkaç seneden daha fazla değildir.
Hem sonra, bu dünyanın var mıdır ki kıymeti,
Sultanlığının dahi olsun ehemmiyeti?
İnsan, sahip olsa da bütün dünya mülküne,
Onunla övünmeye değer mi dünya yine.
Öyleyse gönül verme, sen bu dar-ül gurura.
Ebedi sultanlığa gönül ver, onu ara.
Bu saadete ermek, çok güç ise de, lakin,
Sana göre kolaydır sultan olduğun için.
Hadiste buyuruldu: (Bir günlük bir adalet,
Altmış yıllık taatten üstündür daha elbet.)
Herkesin, altmış yılda kazanacağı şeyi,
Bahşetti Allah sana, bir günde kesb etmeyi.
Dünyanın kötülüğü, açık ve ortadadır.
Ondan daha ortada ve aşikâr ne vardır?
Şimdi çağırırsınız beni sarayınıza.
Lakin arz edeyim ki halimi zatınıza,
Ben, elliüç senelik bir ömür sürdüm ki tam,
Bunun da kırk senesi, ilimle geçti tamam.
Sonra ben, Melikşah’ın yanında, yirmi sene,
Bulundum ve gayetle yakındım kendisine.
Çok ilgi ve iltifat gördüm kendilerinden.
Görmediğim kalmadı dünya nimetlerinden.
Fakat şimdi hepsini, terk ettim seve seve.
Ahdim var, sultanların yanına gitmemeye.
Kabul edilir ise eğer bu mazeretim,
Lütfetmiş olursunuz, bozulmaz eski ahdim.
Kabul olunmazsa da, sizindir emir, ferman.
Geleyim yanınıza, bu ahdi bozup heman.)
Sultan cevap yazdı ki: (Olmazsa size zahmet,
Teşrifiniz, nimet ve şereftir bize elbet.)
. İki vaiz bıraktım
Sultan Sencer, İmam’ı saraya etti davet.
O da kabul ederek, etti buna icabet.
Girince, sultan onu karşıladı ayakta.
Kucaklayıp, tahtına oturttu onu hatta.
İmam dahi oturdu, Besmele söyleyerek.
Buyurdu ki: Herkese nasihat etmek gerek.
Ve lakin insanlara nasihat etmek için,
Risalet kaynağından alınır ruhsat, izin.
Resulullah buyurdu: (Bir susan, bir konuşan,
İki nasihatçıyı bıraktım size şu an.
Bunlardan birincisi, ölümdür ki, konuşmaz.
Diğeri Kur'andır ki, konuşup eder vaaz.)
Susan vaiz diyor ki lisan-ı hali ile:
(İnsanları, pusuda beklerim her an böyle.
Ecelleri gelince, çıkarak o pusudan,
Aniden yakalarım, vermeden fırsat, eman.)
Bu hali, şimdi görmek isteyen varsa eğer,
Eski padişahların halini düşünsünler.
Alparslan ve Melikşah, Çağrı bey nerde, hani?
Şimdi toprak altında, oldular hepsi fani.
Lisan-ı halleriyle diyor ki şimdi onlar:
(Gafletle yaşamayın ey şimdiki sultanlar!
Biz dahi sizin gibi bir vakit sultan idik.
Lakin hiç tanımıyor ecel sultan ve melik.)
Ey sultan, Allah sana bahşetti doğru iman.
Güler yüz, güzel ahlak ihsan etti sonradan.
Sultanlık nimetini verdiyse Allah sana,
Sen de amel yaparak, şükreyle bu ihsana.
Bu gün sultanlığınla mağrur olma ki zinhar,
Senden daha kudretli, sultanlar Sultanı var.)
Daha sonra dedi ki: (Ben, oniki senedir,
Halktan uzaklaşmış ve halen uzletteyimdir.
Şimdi, Nişabur’daki ilim medresesine,
Müderris olmam için, ısrar edilir yine.
Lakin arz edeyim ki şu hususu ey sultan!
Benim hak sözlerimi, kaldırmıyor bu zaman.
Bu zamanda, hak bir söz söylerse biri eğer,
Kapı ve duvar bile, aleyhine geçerler.
Bana söylenenleri rüyada görse idim,
Bu, karışık bir rüya, yahut kâbustur derdim.
İmam-ı a’zama da söz demişim aleyhte.
İşte, buna tahammül edemem katiyetle.
Bunun için, siz beni af edin ki tedristen,
Tus’da, kendi halimle yaşıyayım artık ben.)
Bu hadiseden sonra, Tus’a döndü o yine.
Ve iki sene daha, hizmet etti bu dine.
Ellibeş yaşına da girince bu büyük zat,
Binyüzonbir yılında, eyledi Hakk'a vuslat
. Vefatı
Mustafa Bekri diye, bir seyyid var idi ki,
Mescid-i Nebevi'nin temizleyicisiydi.
Bu zat anlatıyor ki: Her gece, hemen hemen,
Resul-i kibriyayı rüyada görürdüm ben.
Tebessüm buyururdu her gece gördüğümde.
Hizmetten memnun diye, seviniyordum ben de.
Fakat gördüm bir gece, ağlardı Resulullah.
Onu öyle görünce, üzülüp dedim: (Eyvah!
Yoksa bir hizmetimde, kusur mu oldu vaki?
Acep hangi hizmette, ne gibi hatam var ki?)
O zaman Resulullah dönüp benden tarafa,
Buyurdu ki: (Kusurun olmadı ey Mustafa!
İsmi, benim ismimden, mübarek, âlim bir zat,
Vefat etti, işte ben ağlarım ona bizzat.)
Sonradan öğrendik ki oradan gelenlerden,
İmam-ı Gazali’ymiş o zaman vefat eden.
Binyüzonbir senesi, Cemazil evvel’inde,
Ondördüne rastlayan Pazartesi gününde,
Gece, sabaha kadar zikir, fikir, ibadet,
Yaparak, Kur'anı da eyledi çok tilavet.
Sabah vakti olunca, tazeledi abdesti.
Sonra yakınlarından kefenini istedi.
Öpüp koydu başına, sonra sürdü yüzüne.
Dedi ki: (Ya ilahi, emrin baş göz üstüne.)
Sonra da, odasına girdi yalnız olarak.
Bir daha çıkmayınca, ehli çok etti merak.
Kapısını açıp da, girdiler ki odaya,
Kavuşmuş büyük İmam, Allahü teâlâya.
Baş ucunda, yazılı bir kağıt vardı ancak.
Ona, şu beyitleri yazmıştı son olarak:
(Ey beni ölmüş görüp, ağlayan ehl-i beytim!
Şunu iyi bilin ki, gerçekten ben ölmedim.
Öldü zannedersiniz siz beni şimdi, fakat,
Benim için, şu anda başladı asıl hayat.
Bir fatiha okuyun ruhuma bu arada.
Ben gittim, biliniz ki, siz varsınız sırada.)
İmam-ı Gazali’yi, vasiyeti üzere,
Şeyh Ebu Bekr-i Nessac koymuş idi kabire.
Mezardan çıktığında, gördü ki o ahali,
Yüzü, kül gibi olmuş değişmiş, onun hali.
(N’oldu?) diye sorunca kendisine insanlar,
Dedi ki: (Çok mübarek bir şey gördüm aşikâr.
Ben, İmam’ın naşını koyduğumda mezara,
Çok nurlu bir sağ eli görüverdim o ara.
Gaibden denildi ki: Bu mübarek İmam’ın,
Elini, eline koy Seyyid-ül Enbiya'nın.
Bunu gördüm gözümle, işittim kulağımla.
Sonsuz rahmet eylesin İmam’a Hak teâlâ.)
. İşe giderken niyet
İmam-ı Gazali'nin, Kimya-yı saadet nam,
Kitabında, şunları buyurur yüce İmam:
Dünya ticaretini yaparken dikkat et ki,
Zarara uğramasın ahiret ticareti.
Sabah evden çıkarken, niyet et: (Ya ilahi!
Rızkımı temin için gidiyorum ben dahi.
Helal götürmek için çocuğuma, eşime,
Senin emrine uyup, gidiyorum işime.)
Çalışırken, dine de edersen tam riayet,
Yaptığın dünya işi, olur ayrı ibadet.
Düşün ki, senin gibi binlerce kimse, şu an,
Senin faiden için çalışıyor durmadan.
Eğer çiftçi olmasa, fırıncı çalışmasa,
İnsanlar ne yiyecek her gün ekmek çıkmasa?
Dokumacı, demirci, manav, kasap ve berber,
Düşün ki, senin için hep hizmet etmekteler.
Eğer onlar olmasa, rahat yaşayamazsın.
Öyleyse sen bunların herbirine muhtaçsın.
Madem ki, senin için çalışır bunca insan,
Sen de çalış, boş durma, vaktini etme ziyan.
İnsanlar bir yolcudur, aynı yere giderler.
Yolcular, birbirine yardım etmelidirler.
İşte böyle düşünüp, çalışır her müslüman.
Gayrinin zararını istemez hiçbir zaman.
Herkese faideli olmaya eder gayret.
Bilir ki böyle yapmak, sayılır bir ibadet.
Hem dünya işlerini yaparken bir müslüman,
Beş vakit namazını kaçırmaz hiçbir zaman.
Zira Allah buyurur: (Mal ve çocuklar, sakın,
Rabbinizi anmaktan sizi alıkoymasın.)
Önceki müslümanlar, çok titizlerdi bunda.
Camiye koşarlardı ezan okunduğunda.
Demirciler vardı ki, döverken demirleri,
Ezanı işitseydi, bırakırdı dövmeyi.
Çekici havadaysa, vurmazdı onu daha.
Yerde ise kaldırmaz, koşarlardı namaza.
Terziler var idi ki, soktuğunda iyneyi,
Ezanı işitseydi, çekmezdi onu geri.
Yani ne halde ise, kalırlardı o halde.
İtina ederlerdi namaza fevkalade.
Çünkü bilirlerdi ki, herkese farzdır namaz.
O vakitte, namazdan daha mühim iş olmaz.
Ahiret işlerine verince böyle kıymet,
Allah dahi, onlara verirdi çok bereket.
Halbuki ehemmiyet vermeselerdi dine,
Kazançları daha çok olmazdı elbet yine.
Üstelik de Allah’a olurlardı isyankâr.
Çok kazansalardı da, neye yarar öyle kâr?
. En kıymetli sermaye
İmam-ı Gazali’nin buyurmuş oldukları,
Güzel nasihatlardan, şunlardır bazıları:
Şükür, Hakkın verdiği ne varsa nimet, hayır,
Onun sevdiği yerde harcayıp kullanmaktır.
Nimet, Onun rızası dışında harcanırsa,
Küfran-ı nimet olur Ona karşı bilhassa.
Musibet gelince de, sabretmek lazım gelir.
Çünkü o, senin için, belki de bir nimettir.
Belaların içinde, yoktur ki bir tanesi,
Olmasın onun sana, gizli bir faidesi.
Ey insan, Hak teâlâ görür her işimizi.
Ve bizden iyi bilir, niyet ve içimizi.
Madem ki Allah bizi biliyor, görüyor hep,
O halde etmek lazım Ondan haya ve edep.
Aklı olan bir kişi, demeli ki nefsine:
(Ey nefsim, fazla uyma heva ve hevesine.
Çünkü asıl sermayem, ömrümdür bir tek benim.
Ve bu kısa ömürden, başkaca yok bir şeyim.
Öyle ki, bu dünyada verdiğim her bir nefes,
Çıkınca, hiçbir şeyle, bir daha geri gelmez.
Bu anlar, bu nefesler, sayılıdır hem dahi.
Yani ömür, gün be gün azalıyor Vallahi.
Ebedi saadeti ele geçirmek ise,
Bu günkü işlerinle ilgili bir hadise.
Öyle ise ey nefsim, sonsuz saadet için,
Ne yaptın geçen günler? Ne oldu bu gün işin?
Bir şey yapamadınsa bu yolda eğer şu an,
Var mıdır senin için, bundan büyük bir ziyan?
Eğer (Yarın yaparım) diyorsan, aldanırsın.
Ecel önce gelir de, pişman olup kalırsın.
Çünkü ölüm, kimseye vakit bildirmemiştir.
(Şu gün, yahut şu zaman gelirim) dememiştir.
Bir şey yapacak isen, çabuk tut ki elini,
Bilmiyorsun ecelin ne gün geleceğini.
Hadiste buyurdu ki zira Peygamberimiz:
(Yarın yaparım diyen, helak oldu, biliniz!)
O halde şu anının, iyi bil kıymetini.
Günahları terk edip, tam yap ibadetini.
Zor geliyor ise de bunları bu gün yapmak,
Nerden biliyorsun ki, yarın kolay olacak?
Kabul olan ibadet, vaktinde yapılandır.
Geciktirmekte ise, itiraz, inat vardır.
Ey nefsim, sen Allah’ın pek aciz bir kulusun.
Ve Onun her emrini yapmaya da mahkumsun.
Eğer inanıyorsan ahkam-ı diniyyeye,
Ne lüzum görüyorsun onu geciktirmeye?
Emri geciktirmek de, suçtur halis kul için.
Öyleyse hep vaktinde olmalı her bir işin.
. Nefis muhasebesi
İmam-ı Gazali ki, müctehid, âlim bir zat.
Kimya-yı saadet’te, şöyle eder nasihat:
Hak teâlâ, Kur'anda buyurdu bir âyette:
(Terazi kuracağım, mahşer günü elbette.
O gün, asla kimseye zulmedilmeyecektir.
Herkes ne işlediyse, ortaya gelecektir.
Zerre kadar olsa da, her ameli, muhakkak,
Mizana koyacağım meydana çıkararak.)
Bunu haber verdi ki, mahşer günü gelmeden,
Her kişi, hesabına baksın henüz ölmeden.
Zira hazret-i Ömer buyurdu ki: (Ey insan!
Gör kendi hesabını, gelmeden vakt-i mizan.)
İşte bu yüzdendir ki, eski din büyükleri,
Saydılar bu dünyayı, sanki bir pazar yeri.
Kendi nefislerini, koyup ortak yerine,
Şirket kurup, şartname yaptılar hemen yine.
Henüz işe girmeden, dediler ki: (Ey nefsim!
Herbiri hazinedir benim her bir nefesim.
Çünkü o nefeslerden ibarettir sermayem.
Yani ömrümden başka, bir şeyim yok benim hem.
Öyle kıymetlidir ki bu ömür, bu nefesler,
Zira geçen her anım, artık geri gelmezler.
Her nefes alışta da, azalır bu sermayem.
Halbuki saadete ermektir benim gayem.
Öyleyse ticarete başlayalım, vakit az.
Ahiret uzunsa da, ticaret yapılamaz.
Aman nefsim, dikkat et, yitirme sermayeyi.
Giderse, ne yapsan da gelmez o tekrar geri.
Farz et ki ecel geldi, istedin bir gün izin.
Ve lakin verilmedi, o zaman ne edersin?
Farz et ki, daha sonra verdiler sana onu.
Düşün şimdi o günün içinde olduğunu.
Ne yapacak idiysen ey nefsim o son günde,
Yap onu işte bu gün, zira fırsat elinde.
Cenneti, o günde de eğer kazanamazsan,
Olur mu senin için, bundan büyük bir ziyan?
Yedi adet kapısı vardır ki Cehennemin,
Onlar da, yedi adet uzvundur işte senin.
Sen bunları, haramdan korumaz isen şayet,
Ve onlarla, Allah’a yapmazsan çok ibadet,
Sana ceza veririm, kendine gel ey nefsim!
Bil ki, Cehennemdeki azaplar gayet elim.
Zira Resul buyurdu: (Aklı olan bir insan,
Ölmeden, hesabını görendir zaman zaman.
Ve ölüm'den sonraki hayatı düşünerek,
Kulluğunu yapandır, Allah’a şükrederek.)
Nefis asi ise de, nasihat dinler ancak.
Ona çok tesir eder, isteğini yapmamak.
. Nefsi kontrol etmek
Nefsi, her an kontrol altında tutmalıdır.
Ondan bir lahza bile, gafil olmamalıdır.
Eğer bırakılırsa nefis kendi haline,
Acele dönmek ister, kendi şehvetlerine.
Tenhada da günahtan kaçmalı ki muhakkak,
Herşeyi görüyor ve biliyor cenab-ı Hak.
İnsanların, sadece dışını görürüz biz.
Lakin içlerini de görür elbet Rabbimiz.
Buna, kati olarak inanırsa bir kişi,
Edepli, düzgün olur her niyeti ve işi.
Zaten inanmayanın, imanı yok demektir.
İnanarak isyan da, ne büyük bir cürettir.
Zira cenab-ı Allah buyurur ki: (Ey insan!
Bilmiyor musun, seni, görüyorum her zaman.)
Biri, Resulullaha dedi: (Çoktur günahım.
Şimdi tövbe edersem, affeder mi Allah’ım?)
(Affeder) buyurunca, dedi: (Ya Resulallah!
Ben onları işlerken, görüyor muydu Allah?)
(Görüyordu) deyince, bir (Eyvaah!) dedi o an.
Ve yıkılıp can verdi, budur haya ve iman.
Hadiste buyurdu ki yine Peygamberimiz:
(Allah’ı görür gibi ibadet eyleyiniz.
Siz görmüyorsanız da, görmektedir O sizi.
Sizden iyi biliyor, O sizin içinizi.)
Allah’ın gördüğüne inanan bir müslüman,
Asla yapabilir mi Ona günah ve isyan?
Büyüklerden birisi, talebesi içinden,
Birini, daha fazla severdi cümlesinden.
Diğer talebeleri, buna üzülürlerdi.
(Niçin onu daha çok seviyor ki?) derlerdi.
Üstadları, onların böyle düşündüğünü,
Anlayıp, herbirine bir kuş verdi bir günü.
Dedi ki: (Bu kuşları, alın şimdi hepiniz.
Kimsenin görmediği yerde kesip geliniz.)
Gidip, tenha bir yerde kesip geldi herbiri.
Lakin o, hiç kesmeden getirdi kuşu geri.
Hemen sual etti ki hoca o talebeye:
(Sen ne için kesmeden alıp geldin geriye?)
Dedi ki: (Bulamadım öyle tenha bir yeri.
Zira cenab-ı Allah, görüyor her yerleri.)
Diğer talebeleri duyunca bunu ondan,
Onun üstünlüğünü anladılar o zaman.
Cüneyd-i Bağdadi'ye, bir genç gelip bir ara,
Dedi: (Çok bakıyorum kadınlara, kızlara.
Hiç koruyamıyorum gözümü namahremden.
Ne ile kurtulurum acaba ben bu halden?)
Buyurdu: (Sen onları görmenden daha fazla,
Düşün ki, seni her an görüyor Hak teâlâ.)
. Nefsi hesaba çekmek
Nefse karşı yapacak, üçüncü bir iş vardır.
O da, her bir amel'den, ona hesap sormaktır.
Her gün akşam yatarken, o günkü işler için,
Nefsine sormalı ki: (Bunu niçin işledin?)
İnsan, iş ortağına aldanmaması için,
Nasıl hesaplaşırsa onunla peşin peşin,
Nefse karşı, daha da uyanık olmalıdır.
Çünkü nefis, hiyleci, hain ve yalancıdır.
Kendi arzularını, sana iyi ve güzel,
Gösterip, yaptırmaya çalışır pek mükemmel.
Onun için her şeyi, ona sual etmeli.
(Bu işi ne niyetle, niçin yaptın?) demeli.
Zararlı, fena bir iş yapmışsa o gün eğer,
Ona bir ceza verip, ödetmek icab eder.
İbni Samed, âlim ve büyüklerden bir zattı.
Altmış yıllık ömrünün, bir hesabını yaptı.
Yirmibirbin altıyüz gün idi geçen hayat.
Bu rakamı görünce, şaşırdı birden o zat.
Derin bir (Ah!) ederek, dedi ki o gam ile:
(Her gün, en az bir günah işlemiş olsam bile,
Yirmibirbin altıyüz günah eder bu cem’an.
Ben nasıl kurtulurum bu kadar çok günahtan?
Hem de öyle günlerim oldu ki benim eyvaah!
İşlemiştim bir değil, yüzlerce hatta, günah.
O halde, yüzbinlerce günah oldu şu anda.
Öyleyse benim halim, ne olacak Mizan’da?)
Yıkıldı sonra yere, düşünerek o bunu.
Halk gelip baktılar ki, teslim etmiş ruhunu.
Lakin herkes, günahı, böyle dert etmiyorlar.
Yani kendilerini hesaba çekmiyorlar.
Bir tane kum koysaydı, odaya her günahta,
Birkaç sene içinde, dolardı kumla oda.
Omuzlarımızdaki vazifeli melekler,
Her bir günahımızı tek be tek kaydederler.
Bir günaha, bir lira isteselerdi bizden,
Malımızın tamamı giderdi elimizden.
Halbuki arada bir, hem de pek gaflet ile,
Bir iki (Sübhanallah) diyecek olsak bile,
Tesbih alır ve sayar, onu hesab ederiz.
Sonra da, (Ben şu kadar, şunu söyledim) deriz.
Hazret-i Ömer Faruk buyurdu ki: (Her insan,
Tartmalı kendisini, gelmeden vakt-i mizan.)
Her akşam, kamçı ile vurarak kendisine,
(Ne için böyle yaptın?) der idi hep nefsine.
Ve derdi ki: (Ey nefsim, gaflete gelme zinhar.
Bak, emir-ül müminin diyor sana insanlar.
Buna layık olmazsan, yazıklar olsun sana.
Allah’tan kork, yahut da hazırlan azabına.)
. Nefse ceza vermek
İmam buyuruyor ki Kimya-yı saadet’te:
(Nefse, ceza vermeli her günahta elbette.
Hiç affetmemelidir onun bir hatasını.
Her günah işledikte, vermeli cezasını.
Eğer göz yumulursa, daha azar, şımarır.
Önüne geçilemez tehlikeli hal alır.
Mesela haram yerse, aç bırakmalı biraz.
Harama baktı ise, mubaha baktırılmaz.
Biri, cünüb olmuştu rüyasında bir gece.
Ve lakin tembellikten, gusl etmedi hemence.
Çünkü nefsi dedi ki: (Hava soğuk bu vakit.
Sabret, sabah olsun da, o zaman hamama git.)
Nefsi, bu vesveseyi verince kendisine,
Fırladı yatağından inad için nefsine.
Gusledip, hem nefsine ceza olsun diyerek,
İbadetle geçirdi geceyi sabaha dek.
Ve dedi ki: (Rabbinin emrettiği bir işte,
Gevşek davranan nefsin cezası budur işte.)
Ebu Talha vardı ki Sahabe-i kiramdan,
Namaz kılıyor idi bağ içinde bir zaman.
O ara, güzel bir kuş gelip kondu yanına.
Kaç rekat kıldığını şaşırdı bakıp ona.
O da, kendi kendine dedi ki: (Bak ey nefsim!
Benim, dünya malında, asla yok bir hevesim.
Rabbimin huzurunda ederken Ona taat,
Ondan gayri bir şeye edilir mi iltifat?
Madem ki düşüyorsun sen böyle bir hataya,
Ben de tasadduk ettim bu bağı fukaraya.)
Biri de anlatır ki: Babamız uyuyordu.
O sırada birisi, geldi ve onu sordu.
Ben de, (Babam uyuyor) deyince o kimseye,
(Bu zaman uyunur mu?) deyip döndü geriye.
Merak edip, ardından gidince onun biraz,
Baktım, kendi kendine diyor ki: (Ey boşboğaz!
Nene gerek, gayrinin işine karışırsın.
Niçin bir başkasının haliyle uğraşırsın?
Eğer uygun değilse akşama yakın yatmak,
Zararı ona olur, sana ne behey ahmak!
Bu günden itibaren bir sene müddet ile,
Her gecen, uyumadan geçecek ibadetle.)
Temim-i Dari vardı, Sahabedendi o da.
Bir akşam namazını, kaçırmıştı uykuda.
Uyanıp, çok üzüldü ve dedi ki nefsine:
(Sana, ceza olarak uyku yok tam bir sene.)
Yine Mecma adında bir kimse vardı ki hem,
Bir gün, bir pencerede kadın gördü namahrem.
O andan itibaren ahd etti ki o dahi:
(Artık bakmayacağım yukarıya Vallahi.)
. Nefs ile mücadele
Mücahede şudur ki, nefse acı, zor gelen,
şeyleri yaptırmaktır ona mütemadiyen.
Mesela namaz kılmak ve her türlü ibadet,
Tabiatı icabı, zor gelir ona gayet.
Halbuki dinimizin men ettiği ne varsa,
Yani ona, her günah tatlı gelir bilhassa.
İşte bu yüzdendir ki, bazı din büyükleri,
Nefisle uğraşmakta gitmişlerdi ileri.
Mesela nefisleri yapsaydı bir kabahat,
Hemence cezasını verirlerdi kat be kat.
Ceza olarak ise, ibadet ederlerdi.
Çünkü nefs-i emmare, istemez ibadeti.
Sahabe-i kiramdan Abdullah ibni Ömer,
Bir vakit cemaate yetişmeseydi eğer,
Bir gece, uyumadan yapardı hep ibadet.
Zira o, kendisine etmişti böyle adet.
Sahabeden biri de, birgün, bila ihtiyar,
Bir akşam namazını geciktirdi bir miktar.
Öyle çok üzüldü ki buna o mübarek zat,
İki kölesi vardı, onları etti azad.
Bunlar, binlercesinden bir iki nümunedir.
Zira ufacık bir su, deryayı haber verir.
Nefsin, ibadetlerden lezzet alması için,
Yanında olmalıdır bir evliya kişinin.
Onun ibadetlerden zevk, lezzet aldığını,
Görüp, o da zevk ile yapar her yaptığını.
Zira biri diyor ki: (Nefsimde ne zaman ki,
İbadet ve taatte gevşeklik olsa vaki,
Bir Allah adamının sohbetine giderim.
Çıkınca, tatlı gelir bana ibadetlerim.)
Böyle kâmil bir veli bulunmuyorsa eğer,
Onların hayatını okumak icab eder.
Ahmed bin Zerrin vardı, gönül ehli evliya.
Hep önüne bakardı bu kişi ekseriya.
Sebebini sordular, dedi ki: (Cenab-ı Hak,
İbretle bakmak için gözleri eyledi halk.
Zerreden Arşa kadar, herşey nasıl muntazam.
Karışık hiçbir şey yok, bu, ne ahenk, ne nizam!
Bu muazzam sanata, bu sonsuz kainata,
İbretle bakılmazsa, olur büyük bir hata.
Her zerre, bir mabudun varlığını bildirir.
Ve her şey, o Allah’ın emriyle oluverir.)
Tabiinden Alkame adında bir zat vardı.
Nefsi ile çok fazla mücahede yapardı.
Dediler ki: (Efendim, acaba ne ki sebep,
Nefsinizle bu kadar uğraşıyorsunuz hep?)
Buyurdu ki: (Nefsimi çok fazla savdiğimden,
Kurtarmak istiyorum, onu Nar-ı cahim'den.)
. Nefsi azarlamak
Bu nefs-i emmare ki, kaçar hep iyilikten.
Koşar kötülüklere, hoşlanır tembellikten.
Saadete ermeye büyük engel, kendidir.
Yani kendi gafleti, kendi cahilliğidir.
Bazan tatlı sözlerle, nasihat eylemeli.
Bazan de sert söyleyip, haddini bildirmeli.
Demeli ki: (Ey nefsim, akıllıyım diyorsun.
Sana ahmak diyene, darılıp kızıyorsun.
Halbuki senden ahmak kim var ki şu cihanda,
Ömrünü, boş şeylerle geçirirsin şu anda.
Sen şuna benzersin ki, katil olmuş bir adam.
Polisler tarafından aranıyor durmadan.
Bilir ki, yakalanıp hemen idam edilir.
O yine zamanını, eğlenceyle geçirir.
Ey nefsim şunu bil ki, ecel ani geliyor.
Cennet ve Cehennemden biri seni bekliyor.
Ne malum biraz sonra ecelin gelmeyecek?
Bu gün gelmese bile, elbet bir gün gelecek.
Çünkü ölüm, kimseye, vakit bildirmemiştir.
Gece gündüz, erken geç gelirim dememiştir.
Eğer hazır değilsen, ne için duruyorsun?
Ne ahmaksın ey nefsim, sana yazıklar olsun!
Senin halin benziyor, şu çocuğun haline.
Talebedir ve lakin çalışmaz derslerine.
Zanneder ki, hepsini öğrenirim bir anda.
Lakin günü gelince, kaybeder imtihanda.
Eğer hafif görürsen Allah’ın azabını,
Bir kibrit alevine yaklaştır parmağını.
Bir zerrecik ateşe, bak, dayanamıyorsun.
Cehennem ateşini, sen ne zannediyorsun?
Oradan bir kıvılcım dünyaya gelse eğer,
Onun hararetinden, bu dünya erir, biter.
Sonra buyuruyor ki kitabında Rabbimiz:
(Bazı günahkârlara, biz azab ediciyiz.)
Bunu bildiğin halde, kendine gelmiyorsun.
Biraz utan ey nefsim, sana yazıklar olsun!
Eğer ki (O rahimdir, O kerimdir) diyorsan,
Affeder ümidiyle, günaha giriyorsan,
Bil ki, mahluklarına çok ise de şefkati,
Lakin azabının da, pek fazladır şiddeti.
Belki diyeceksin ki: (İnanırım bunlara.
Lakin gelemiyorum fazla sıkıntılara.)
Fakat bu sıkıntılar, çok olsa da, nihayet,
Ahiret sıkıntısı yanında hiçtir elbet.
Eğer dayanamazsan bu az sıkıntılara,
Nasıl dayanacaksın mahşerde olanlara?
Bunları bile bile, günaha giriyorsun.
Kendine gel ey nefsim, sana yazıklar olsun!)
. Sana yazıklar olsun!
(Ey nefsim, kış gelmeden odun kömür alırsın.
Kışın soğuklarına, böyle hazırlanırsın.
Halbuki Cehennemde, zemherir soğuğu var.
Hiç kalır buna göre, dünyadaki soğuklar.
Tedbir alıyorsun da, kış için çok önceden,
Ahireti, ne için düşünmezsin ölmeden?
Yoksa sen, ahirete iman etmiyor musun?
Allah’tan kork ey nefsim, sana yazıklar olsun!
(Sonra tövbe ederim) diye düşünüyorsan,
Ölüm ani gelir de, olursun sonra pişman.
İstiğfar edeceksen, bu günden etmelisin.
Yarına bırakma ki, belki ölebilirsin.
Bu ömrün kıymetini ne için bilmiyorsun?
Biraz düşün ey nefsim, sana yazıklar olsun!
Zannetme ki, Allah’ı kızdırıyor günahın.
Azabı, bu sebepten yapıyor sanma sakın.
Seni yakacak olan o ateş, kendindedir.
Süfli şehvetlerinden meydana gelmektedir.
İçindeki ateşle kendini yakıyorsun.
Öyle ise ey nefsim, sana yazıklar olsun!
Dünya nimetlerinden bir gün ayrılacaksın.
Ve firak ateşiyle, tutuşup yanacaksın.
İstediğin şeyi sev, bir gün elbet yok olur.
Ayrılık ateşi de, sevgin kadar çok olur.
Sen bu hakikatleri hiç mi düşünmüyorsun?
Kendine gel ey nefsim, sana yazıklar olsun!
Niçin sarılıyorsun dünya mal-ü mülküne?
Bu dünyanın tamamı senin olsa, hükmü ne?
Zira buna, Rabbimiz, sinek kanadı kadar,
Bir kıymet vermiyor ki, öyleyse neye yarar?
Hani zenginliğiyle mağrur Karun ve Haman?
Şimdi acep onları var mı hiç hatırlayan?
Halbuki bu dünyadan, nasibin azdır senin.
Onlar da azalmakta, bozulmakta gün be gün.
Bunlar için Cenneti feda mı ediyorsun?
Biraz utan ey nefsim, sana yazıklar olsun!
(Müslümanım) diyorsun, bilmiyorsun dinini.
Öğrenmedin namazın farzını, sünnetini.
Ahlakın iyi değil ve kötü huyların var.
Günahların dağ gibi, etmiyorsun istiğfar.
Çocuğunu döversin, hanımını üzersin.
Bunların haklarını, bilmem nasıl ödersin?
Bak, önünde ölüm var, ahiret var, hesap var.
İnsanları bekliyor Cehennemde azaplar.
Artık bırak gafleti, yoksa pişman olursun.
Allah’tan kork ey nefsim, sana yazıklar olsun!
. Dünyayı tanımak
Ahiret yolcusudur esasında bu kullar.
Dünya, bir konaktır ki, burada az dururlar.
Asıl maksat şudur ki bu dünyada durmaktan:
Hep hazırlık yapılsın ahirete durmadan.
Bu dünyada, insana iki şey gereklidir.
Biri kalp, yani (gönül), ötekisi (beden)dir.
Kalbin asıl gıdası, Allah sevgisidir ki,
Gıdası verilmezse, ölür o, kalmaz diri.
Bir gönül, tutulmuşsa Halık'ından gayriye,
O kalp hasta demektir, muhtaçtır tedaviye.
Bedeni de koruyup, beslemek lazım elbet.
Çünkü onunla olur Hakk’a kulluk ve hizmet.
Lakin lüzumu kadar uğraşmalı ki buna,
Zira maksat bu değil, kalp ve ruhtur bir kula.
Bu beden fanidir ki, akıbet ölecektir.
Lakin ölmez kalp ve ruh, insan da ruh demektir.
Hacca giden insanın olur ya bir bineği,
İşte bunun gibidir ruh'a göre bedeni.
Ne miktar uğraşırsa bu binekle o yolda,
O kadar uğraşmalı kendi vücuduyla da.
Hep ona ayırırsa bütün vakitlerini,
Yolundan geri kalıp, helak eder kendini.
Zaruri ihtiyaçlar ne ise beden için,
Bu kadar uğraşması kâfi gelir kişinin.
Bunlar da (yemek) ile, (elbise) ve (mesken)dir.
Bunları temin etmek, elbette ki elzemdir.
Lakin bundan daha çok harcederse vaktini,
İhmal eder bu sefer, ruhu ile kalbini.
Halbuki beden değil, kalp idi gaye asıl.
Cennet nimetlerine, onunla olur vasıl.
Dünya, devamlı gibi gösterir kendisini.
Lakin yok olacaktır, aldatır öyle seni.
Dünya, sana dost gibi görünürse de şu an,
Halbuki sonra sana kesilir büyük düşman.
Dünyanın dışı süslü, taze, güzel sanılır.
Lakin zehirdir içi, yiyenleri aldatır.
Dünyaya, lüzumundan daha çok sarılanlar,
Sonunda pişman olup, hakikati anlarlar.
Kalbi, dünya malına bağlı ise kulun hem,
Ölürken, daha fazla çeker acı ve elem.
Onlar, deniz suyunu içenlere benzer ki,
Tuzlu suyu içtikçe, çoğalır harareti.
Yandıkça daha içer, içtikçe daha yanar.
İçe içe ölür de, suya kanmaz o zinhar.
Bir misafirhanedir bu dünya esasında.
Yolcunun, gözü olmaz bu yerin eşyasında.
Çünkü o, muvakkaten ikamet etmektedir.
Birkaç gün kalıp sonra, ayrılıp gidecektir.
Bu hanın eşyasına gönül bağlarsa eğer,
Onlardan ayrılınca, üzülür, feryad eder.
Lakin hiç göz dikmezse, hanın eşyalarına,
Ayrılıp gittiğinde, üzüntü olmaz ona.
Çünkü insan, dünyada ahiret yolcusudur.
Varacağı yer ise, dehşetli, korkuludur.
Burada o yer için yapmazsa bir hazırlık,
Azaplara düşerek, kendine eder yazık.
Kul, haramdan kaçınıp, yaparsa farzı eğer,
Azaplardan kurtulup Cennete duhul eder.
. Ölümü hatırlamak
İmam-ı Gazali’den, (Ölüm )ü sordu bir zat.
Cevaben o kimseye şöyle etti nasihat:
Bir mümin bilirse ki muhakkak ölecektir.
Kabir, Mahşer, Mizanı, Sıratı görecektir.
Ebedi kalacak yer, ya Cehennem, ya Cennet.
Ya ebedi bir azap, ya da sonsuz saadet.
Bunu iyi bilir ve inanırsa bir kişi,
Ölümü düşünmekten, olamaz mühim işi.
Nitekim Resulullah buyurdu: (Aklı olan,
Ölüm'ü hatırlayıp, hazırlanır durmadan.)
Kim hazırlık yaparsa mahşer için bu günde,
Cennet bahçesi olur mezarı öldüğünde.
Ve her kim de ölüm'ü etmezse hiç tasavvur,
Olur onun kabri de, Cehennemden bir çukur.
Zira buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
(Lezzetlere son veren ölüm'ü yad ediniz.)
Yine ölüm hakkında buyurdu: (Ey insanlar!
Ölüm'ü, sizin gibi bilse idi hayvanlar,
Bir lokmacık yağlı et, asla yiyemezdiniz.
Zira kederlerinden olurlardı hiç etsiz.)
Biri sual etti ki Allah’ın Resulünden:
(Şehidlik rütbesine olur mu hiç yükselen?)
Cevaben buyurdu ki: (Kim ölüm'ü, bir günde,
Yetmiş kez hatırlarsa, şehiddir öldüğünde.)
Yine buyurdular ki Resulullah bir ara:
(Ölüm, vaiz olarak kâfidir insanlara.)
Başka gün de, methini yaptılar bir kişinin.
Buyurdu ki: (Kalbinde ne vardır ölüm için?)
Dediler ki: (Ölüm'den bahsetmez hiç o kimse.)
Buyurdu: (İyi adam değildir öyle ise.)
Bir gün, Resulullaha sordu biri Ensar’dan:
(En akıllı kimlerdir acaba insanlardan?)
Buyurdu ki: (Ölüm'ü en çok yad edenlerdir.
Ve hazırlık yapmakta acele edenlerdir.)
Bir veli buyurdu ki: (Kalbim sıkıldığında,
Ölüm'ü hatırlayıp, rahatlarım anında.)
Ömer bin Abdülaziz, toplayıp âlimleri,
Ölüm ve ahiretten konuşurdu ekseri.
O kadar ağlardı ki sonra da kederinden,
Cenaze çıkmış gibi olurdu evlerinden.
Hasan-ı Basri dahi otursaydı bir yere,
Ölüm ve ahiretten bahsederdi ilk kere.
Hazret-i Aişe’ye sual etti bir hanım.
Dedi ki: (Kalbim katı, acaba ne yapayım?)
(Ölüm'ü çok hatırla, yumuşar) dedi ona.
Dediği gibi yapıp, kavuştu muradına.
Rebi bin Heysem dahi, bir mezar kazdı evde.
Çoğu vakitlerini geçirirdi o yerde.
Derdi ki: (Az bir zaman unutsam ölüm'ü ben,
Kalbimin karardığı belli olur halimden.)
Ömer bir Abdülaziz buyurdu ki bir zata:
(Ölüm'ü düşünürsen, kavuşursun rahata.)
Resulullah gördü ki bir gurup insanları,
Çalıp oynamak ile geçiyor zamanları.
Yaklaşıp buyurdu ki: (Siz, bu toplantınızda,
Lezzetleri bozanı hatırlayın biraz da.)
(O nedir ki?) deyince, buyurdu ki: (Ölüm'dür.
O, bütün lezzetleri, temelinden götürür.)
. Dört çeşit hatırlamak
Ölüm'ü hatırlamak, esasen dört kısımdır.
Birincisi, (gafil )in ölüm'ü anmasıdır.
O, hatırlasa bile ölüm'ü zaman zaman,
Alamaz kendisini dünyaya sarılmaktan.
Hatta hatırladıkça, sarılır daha fazla.
Ayrılığı düşünüp, ölüm'ü sevmez asla.
Bu yüzden kötü bilip, zemmeder ölüm'ü hep.
Der ki: (Bu, başımıza ne zaman gelir acep?
Yazık ki, ben de bir gün ölüp ayrılacağım.
O zaman ne olacak evim, barkım, ocağım?
Arzu ve emellerim, hep yarıda kalacak.
Benim kazandığımı, varislerim alacak.)
Ölüm'ü düşündükçe, keder çöker içine.
Ve düşer bu dünyadan ayrılık ateşine.
Gafillerin, ölüm'ü bu türlü anmaları,
Daha uzaklaştırır Rablerinden onları.
İkinci kısım ise, (tövbe eden bir kul )dur.
Ölüm'ü hatırlayıp, pişmanlığı çok olur.
Yaptığı günahlara üzülüp, olur nadim.
Der ki: (Bu günahlarla ne olur benim halim?)
Kaçırdığı fırsatı çalışır telafiye.
Çok ister kavuşmayı gufran-ı ilahiye.
O, kötü bilmese de, ölüm'ü onlar gibi,
Erken gelmesini de istemez tabii ki.
Çünkü hazır değildir ölüm için o daha.
İstemez o haliyle, vasıl olsun Allah’a.
Her ne kadar ölmeyi istemese de erken,
Lakin olmaz zararı, bu halis niyetinden.
Çünkü arzu eder ki, baksın hazırlığına.
Öyle çıksın mahşerde, Rabbinin huzuruna.
Üçüncü kısım ise, arif ve velilerdir.
Bunlar istemezler ki, eceli etsin tehir.
Çünkü onlar, aşıktır Allahü teâlâya.
Can atarlar ölüp de Rablerine varmaya.
Ölüm'ü, yadlarından çıkarmazlar bunlar hiç.
Çünkü ölüm'le gelir bunlara büyük sevinç.
Kavuşmaktan başkaca olmaz bir gayeleri.
Bundan ileri gelir ölmek istemeleri.
Bunlar, yalnız ölümle bulurlar huzur, rahat.
Çünkü ancak ölüm'le mümkün olur bu vuslat.
Zaten ölüm, köprüdür, dünyadan ahirete.
Bunlar da ölüm ile kavuşurlar rahmete.
Bunların da üstünde bir derece vardır ki,
Onlar da düşünürler ölüm'ü, şu farkla ki,
Ölüm'ün gelmesinde, bu çok yüksek zevatın,
Yoktur bir fikirleri, geç olmuş, ya da yakın.
Hakk’a bırakmışlardır, onlar her hadiseyi.
O, ne takdir ederse, beğenirler o şeyi.
Kendi arzularından ileri geçmişlerdir.
Murad-ı ilahiyi, murad edinmişlerdir.
Rıza derecesine varmışlardır ki onlar,
Kalmamıştır onlarda şu veya bu arzular.
Takdir-i ilahiye eğmişlerdir tam boyun.
O, ne takdir ederse, derler ki: (Budur uygun.)
Ölüm ile hayatın, onlarca farkı yoktur.
Ancak böyle bulurlar onlar rahat ve huzur.
Öyle dalmışlardır ki aşkullaha bu kullar,
Onları, başka şeyler etmez pek alakadar.
. Sen de öleceksin!
İmam-ı Gazali’nin halka nasihatında,
Şöyle buyurmaktadır (ölüm, kabir ) hakkında:
Ölüm, büyük bir iş ve korkunç bir tehlikedir.
Lakin bunu insanlar iyi bilmemektedir.
Hatırlasalar bile ölümü ara sıra,
Fazla tesir etmiyor gafletten insanlara.
Öyle dalmışlardır ki, dünya meşgalesine,
Başka şey gelmez olmuş malesef kalplerine.
Hatta onlar, Allah’ı ansalar da bir müddet,
Lakin hiç alamazlar bundan bir tad ve lezzet.
Bundan kurtulmak için çekilip bir kenara,
Şöyle söylemelidir nefsine ara ara:
(Ey nefsim, ömür geçti, yakında öleceksin.
Lakin görüyorum ki, sen hala gaflettesin.
Sana, hiç bilmediğin karanlık bir dehlize,
Gir deseler, girmezsin, tehlike vardır diye.
Halbuki bir gün ölüp, sen de kabre girersin.
Bu, aşağı değildir ondan, iyi bilesin.
Eğer uzak görürsen şimdi henüz eceli,
Düşün ani olarak ölüp de gidenleri.
Birlikte oturduğun, yiyip içip güldüğün,
Nice tanıdıkların, nerdeler hani bu gün?
Düşün o senden önce ölen yoldaşlarını.
Nasıl kara toprağa koydular başlarını.
Onlar da, senin gibi yaşarlardı dünyada.
Nasıl ölüp gittiler hiç ummadık bir anda.
İşte, nasıl yuttuysa onları kara toprak,
Çok yakında, seni de yutacaktır muhakkak.
Mezardaki halini hiç düşünmüyor musun?
Nasıl birbirlerinden ayrılacak her uzvun.
Sonra mezarındaki o kurtlar, o böcekler,
Gözlerini, dilini kemirip yiyecekler.
Sen o vaziyetteyken, gelirler varislerin.
Hemen taksim edilir bıraktığın servetin.
Hatta hanımın dahi, başkasıyle evlenir.
Bunları göreceksin yakında sen de bir bir.
Senden evvel ölenler pişmansa nasıl şu an,
Sen de gaflet edersen, olursun öyle pişman.
Halbuki sen onlardan kaldın da az geriye,
Hala bir ders ve ibret almazsın, acep niye?
Her gün görüyorsun da geçen cenazeleri,
Niçin düşünmüyorsun hiç ölüm ve eceli?
Zannetme ki onları seyredersin böyle hep.
Bir gün götürmezler mi seni de böyle acep?
Ey nefsim uyan artık, ömrün sona geldi bak.
Az daha yaşasan da, öleceksin muhakkak.
Bir şey muhakkak ise, onu oldu bilmeli.
O halde uzak değil, yakında bil eceli.
Düşün ki, ona göre yapasın bir hazırlık.
Sonsuz bir yolculuğa çıkıyorsun sen artık.
Pişman olmamak için yarın Mizan önünde,
Bütün hazırlığını yap ve bitir bu günde.
Zira o gün, mahşerde, hesap var her bir işten.
Hesap kötü giderse, kurtulunmaz ateşten.
Öyleyse çok oku da öğren ilmihalini.
Ve hemen buna göre düzelt bütün halini.
İlim, amel ve ihlas lazımdır önce sana.
Yoksa, kavuşamazsın ahirette ihsana.
. Ölüm, çok yakın
İmam buyuruyor ki: İnsan kendi ömrünü,
Çok uzun farzederse, düşünmez ölümünü.
İnanmış olsa bile ahirete gönülden,
Lakin yapmaz hazırlık şöyle düşündüğünden.
Der ki: (Daha vakit var, bak şimdi rahatına.
Sonra hazırlanırsın ahiret hayatına.)
Bir kul da yakın görse ecel ve ölüm'ünü,
Hep hazırlık yapmakla geçer gece ve günü.
Onun tek düşüncesi, ölüm ve ahirettir.
İşte bu, insan için en büyük saadettir.
Resulullah buyurdu Abdullah bin Ömer’e:
(Hazırlan, çok yakında öleceğine göre.)
Sabahleyin kalkınca, o gün akşama kadar,
Yaşıyacağım deme, çok yakında ölüm var.
Ve yine buyurdular: (Vardır ki iki haslet,
Bunlardan, sizin için korkudayım begayet.
Biri, her arzunuza hemence uymanızdır.
Öteki, çok yaşamak hırsında olmanızdır.)
Üsame hazretleri, satın alıp bir malı,
Dedi ki: (Bir ay sonra vereceğim parayı.)
Lakin vakıf olunca Resul bu meseleye,
Hemen buyurdular ki: (Şaşılır Üsame’ye.
Parayı, bir ay sonra öderim demektedir.
Bu kadar uzun ömür ümit eylemektedir.
Şunu söyleyeyim ki size ben yemin ile,
Ne zaman gözlerimi yumacak olsam bile,
Henüz göz kapaklarım birbirine değmeden,
Vefat edeceğimi düşünürüm ben hemen.
Sonra da, gözlerimi açacak olsam dahi,
Yine, aynı şekilde düşünürüm Vallahi.
Yani göz kapaklarım ayrılmamışken daha,
Hemen öleceğimi düşünürüm o ara.
Ve ne zaman ağzıma, bir lokmacık ekmeği,
Alıp, düşünmediğim olmamıştır ölmeyi.)
Buyurdu: Ey insanlar, siz akıllı iseniz,
Dünyada kendinizi , ölmüş kabul ediniz.
Yeminle söylerim ki, sizlere vadolunan,
Bu ölüm, gelecektir, kurtuluş yoktur ondan.
Peygamber-i zişanın şöyleydi ki adeti,
Bozulsaydı, anında tazelerdi abdesti.
Ve hatta küçük abdest yapsaydı her ne zaman,
Teyemmüm alırlardı hemence arkasından.
(Su yakındır) denseydi, buyururdu Eshaba:
(Yaşıyabilir miyim suya kadar acaba?)
Bir gün de buyurdu ki yine Resul-i zişan:
(Her geçen gün, az daha ihtiyarlar şu insan.
Fakat iki şey var ki, daha gençleşiyorlar.
Yaşamak arzusu ve para hırsıdır onlar.)
Birine buyurdu ki o Resul-i mücteba:
(Sen Cennete girmeyi ister misin acaba?)
(Evet ya Resulallah) dediğinde o kimse,
Buyurdu: (Kısa olsun emelin öyle ise.
Ölüm'ü de, yadından çıkarma, hatırla hep.
Ve her zaman Allah’tan eyle haya ve edep.)
Velilerden birisi buyurdu ki: (Bu dünya,
Sanki hayal gibidir, yahut kısa bir rüya.
Uyanıklık diyarı, ahirettir ki esas,
Bu uykudan, ölümle uyanırlar cümle nas.)
. Çok yaşama arzusu
İmam-ı Gazali ki, âlim ve veli bir zat.
(Dünya hırsı ) hakkında şöyle eder nasihat:
Çok yaşamak hırsının sebepleri ikidir.
Biri (dünya sevgisi), öteki (cahillik)tir.
Birinci şöyledir ki, kim severse dünyayı,
Bu sevgiden ötürü, istemez ayrılmayı.
Ölüp ayrılanları görünce de, bu sefer,
Hiç sevimli bulmayıp, ölümden nefret eder.
Uzaklaştırmak ister ölüm'ü kendisinden.
Hatırlamak istemez, silmek ister zihninden.
Onu unutmak için, dalar yeme içmeye.
Verir hem kendisini oyun ve eğlenceye.
İster ki, bu dünyada çok uzun yaşayayım.
Didinip fazla para, fazla eşya yığayım.
Hep bunları düşünür, hep buna kafa yorar.
Dünyalık ne görürse, elde etmek arzular.
Hatırına gelse de ahiret arada bir,
Der ki: (Daha vakit var, o, sonra olabilir.)
Yaşı ilerledikçe, der ki o bu sefer de:
(Sabret, ahiret için çalışırsın ilerde.)
Az daha yaşlanınca, der ki: (Henüz çok erken.
Şu işlerimi dahi bitireyim ölmeden.
Çocuklarımı dahi iş sahibi yapayım.
Ve onları, kimseye muhtaç bırakmayayım.
Şu dünya işlerine vereyim de nihayet,
Daha sonra oturup, yaparım hep ibadet.)
Onları da yapınca, der ki: (Kaldı bir işim.
Onu da yapayım da, rahat etsin şu içim.
Sonra ben yığamazsam yeterince mal, servet,
Yaptığım ibadetten, alamam tad ve lezzet.)
Bitirmeye bakarken lakin o bu işleri,
Bitenlerin yerine, eklenir yenileri.
Ahiret işlerini tehir eder durmadan.
Lakin hiç kurtulamaz, düştüğü bu bataktan.
Yarın, öbürgün derken, nihayet ölüm gelir.
Hasret ve üzüntüyle ayrılıp gidiverir.
Ekseri dolduranlar Cehennemin içini,
Bu tehir edenlerdir hep ahiret işini.
Nitekim Resulullah buyurdu ki: (Ey insan!
Her neyi seversen sev, ayrılacaksın ondan.)
Çok yaşamak arzusu, cahillikten de gelir.
İlmi olmadığından, gençliğine güvenir.
Bilmez ki bu ölenler, değil sırf ihtiyarlar.
Çocukken ve genç yaşta ölen nice insan var.
Çünkü ecel, tanımaz genci ve ihtiyarı.
Hatta genç ölenlerin daha çoktur miktarı.
Sonra o zanneder ki, ölmeden daha önce,
Bir hastalık gelir de vefat eder öylece.
Halbuki niceleri vardır ki ölenlerden,
Aniden ölmüşlerdir, bir hastalık gelmeden.
Nitekim bir çokları otururken, ayakta,
Yürürken, yemek yerken ölüyor kimi hatta.
Hastalık gelse dahi, ani gelir o da hep.
Bunları görmemeye, cahilliktir tek sebep.
O halde ölüm her an, herkese gelebilir.
Ahiret işlerini etmemeli hiç tehir.
Güneş gibi, daima tutmalı göz önünde.
Böyle yapan, kurtulur yarın mahşer gününde.
. Tul-i emel
(Tul-i emel) şudur ki, dünyayı sevenlerin,
Burada, çok yaşamak arzusudur zevk için.
Emel ve arzuları, hem uzun, hem de çoktur.
O, bu emellerinin ardınca koşup durur.
Kurtulabilmek için insan tul-i emel’den,
Dünya muhabbetini atmalı kalpten hemen.
Söküp atmak için de dünya muhabbetini,
İyi tanımalıdır onun hakikatini.
Dünyanın içyüzünü anlarsa biri eğer,
Bunu, kendi nefsine anlatıp şöyle söyler:
(Ey nefsim, ne ki Hak’tan uzaklaştırır seni,
İşte dünya onlardır, zararlı bil hepsini.
Dinin yasak ettiği haram ile günahlar,
Bu tarif mucibince, hepsi dünya olurlar.
Dünyanın zevkleri de, kısa sürer esasen.
Onlar da, ölüm ile elinden çıkar zaten.
Dünya gölge gibidir, önün sıra gider hep.
Gölgesine yetişen bir kimse var mı acep?
Ey nefsim, sen kaçarsan eğer dünya malından,
Aksine, dünya senin koşup gelir ardından.
Dünya, çok vefasızdır, bir üzüntü, bir sevinç.
Böyle bir yalancıya insan inanır mı hiç?
Böyle iken, bir mümin, bırakıp ahireti,
Dünyaya sarılırsa, ne olur akıbeti?
Bak, ömrün azalıyor, ölüme gidiyorsun.
Hazırlığın bile yok, niçin üzülmüyorsun?
Ey nefsim, bu dünyanın böyledir işte hali.
Niçin hala gezersin uyur-gezer misali?
Dünyanın bu halini madem ki biliyorsun,
Peki, tul-i emele niçin sarılıyorsun?)
Lakin bu tul-i emel, farklıdır her insanda.
Bazısı (devam üzre ) kalmak ister dünyada.
Böyle istemese de, yine bazı kimseler,
(Yaşlanıncaya kadar ) yaşamayı isterler.
Bazı müslümanlar da vardır ki yine fakat,
İstemez bir seneden fazla sürsün bu hayat.
En çok, (bir sene ) için yapar her hesabını.
Daha ilerisine, hiç yormaz kafasını.
Bazısı da, (bir gün )ün bakar hazırlığına.
Ertesi günü bile, getirmez hatırına.
Bazısı da vardır ki bunlardan da ileri,
(Bir saat )tır onların dünya düşünceleri.
Yine bazıları da vardır ki müminlerden,
Ölüm'ü, bir an bile unutmazlar katiyen.
Her insan, kendisini sanır kısa emelli.
Lakin bu, her insanın halinden olur belli.
Kim ahiret işine veriyorsa öncelik,
Ve yoksa gevşekliği dininde bir zerrecik,
Eğer unutmuyorsa ölüm'ü kısa bir an,
İşte kısa emelli, böyle olur bir insan.
Şöyle der ki eshaptan Huzeyfe hazretleri:
Zaman-ı saadette, muhakkak her gün biri,
Çıkıp, seslenirdi ki şöylece: (Ey insanlar!
Göç için hazırlanın, ölüm'e az zaman var.)
Hazret-i Ömer’in de şöyleydi ki adeti,
Her gün, biri, kendine hatırlatırdı mevti.
O kimse, ücret ile, her gün gelip bir sefer,
Şöyle seslenirdi ki: (Öleceksin ya Ömer!)
. Can verme acısı
İmam-ı Gazali'nin, İhya-yı ulum’unda,
Şöyle buyurmaktadır (can verme ) hususunda:
Can verme'nin acısı öyle şiddetlidir ki,
Başka bütün acılar, ona göre nedir ki?
Bir kimsenin önünde, yalnız bu olsa şayet,
Dünyada hiçbir şeyden alamaz tad ve lezzet.
Bir kimse düşünse ki, çok zalim, gaddar biri,
Her an için, evinden girebilir içeri.
Hatta vurup bir şeyle, kendisini öldürür.
O kimse, her an için ancak bunu düşünür.
Ve asla bu korkuyla yatamaz, uyuyamaz.
Yediği yemekten de hiçbir lezzet alamaz.
Hatta yemek yiyemez, bunun düşüncesinden.
Yatıp uyuyamaz da, ölüm endişesinden.
Ölüm de, her an için gelebilir herkese.
Hatta ecel, herşeyden yakındır daha bize.
Ayrıca can vermenin öyledir ki şiddeti,
Yoktur onun yanında, başka şeyin kıymeti.
Yetmiş kılıç darbesi vurulsa da birine,
Can verme acısının yanında hiçtir yine.
Susuyor görünse de, can çekişen bir insan,
Tükendiği içindir takati o acıdan.
Çünkü o şiddet ile, çekilir el ve ayak.
Bunun ne olduğunu, tadanlar bilir ancak.
Resulullah, gitmişti bir hastanın yanına.
Gördü ki, onun ruhu dayanmış boğazına.
Buyurdu: (Ben bilirim, bunun ne olduğunu.
Damarları içinden çekiyorlar ruhunu.)
Hazret-i Ali dahi buyurdu ayriyeten:
(Bana, kılıç darbesi kolaydır can vermekten.)
Peygamberlerden biri, bir gün bir kabristanda,
Gelip durdu, herhangi bir mezarın yanında.
Allahü teâlâya yalvardı ki o vakit:
(Ya Rabbi, bu mevtaya hayat ver, onu dirilt!)
Onun bu duasıyle, dirilip kalktı hemen.
Dedi: (Buyur efendim, emriniz nedir benden?)
Ona, ölüm hakkında sorunca o Peygamber,
Dedi: (Bu büyük işten, vereyim sana haber.
Öleli, elli sene olduğu halde bu gün,
Hala unutamadım acısını ölüm'ün.)
Mümin, ameli ile bazı derecelere,
Kavuşsa da, eremez daha da yücelere.
Lakin can acısını çekince o an insan,
O yüksek dereceler, edilir ona ihsan.
Bir kâfir de, dünyada yaptıysa bir iyilik,
Ona da, bu acıdan verilir bir hafiflik.
Onun karşılığını, dünyada almış olur.
Ahirette rahmetten, onlara zerre yoktur.
Teslim eylediğinde Musa Nebi ruhunu,
Sordu Allah, acının ne miktar olduğunu.
Dedi: (Sanki içimde, bir dikenli çalı var.
Onu tutup, ağzımdan kuvvetle çekiyorlar.
Çalının her dikeni, takılmış bir yerlere,
Çektikçe, o yerleri ediyor pare pare.)
İsa Peygamber ise buyurdu ki bir zaman:
(Bana dua edin de, can vermem olsun asan.)
Resul-i ekrem dahi dua etti ki şöyle:
(Ya Rabbi, can vermeyi bana da kolay eyle.)
. Mezara girince
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: İnsanlar,
Ölüp kabre girince, konuşur ona mezar.
Der ki: (Ey insan oğlu, beni biliyordun da,
Niye gururlanırdın, geldiğin o yurdunda?
Benim, dar ve karanlık, içimde yılan, akrep,
Böcekler olduğunu, duymadın mı sen acep?)
Eğer salih biriyse, o an bir ses işitir:
(Ey mezar öyle deme, bu, salih bir kişidir.
Dinin emri üzere geçirdi hayatını.
Bırakmadı elinden öğüt nasihatını.
Yani emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker,
Yaptı ki, dokunmayın buna siz ey melekler!)
Eğer münafık ise, yaparlar türlü azap.
Kabir komşuları da, ederler ona gazap.
Derler: (Ey kötü kişi, biz senden önce geldik.
Niçin ibret alıp da, yapmadın bir tedarik?
Bizden sonra, dünyada kaldın da bunca zaman,
Niçin tövbe etmeyip, eyledin yine isyan?)
Resulullah buyurdu: Ölü, kabre girince,
Mezar, dile gelerek nida eder ilk önce.
Der ki: Benim hakkımda, nice şeyler duyardın.
Öyleyse, benim için şimdi ne hazırladın?)
Yine Resul buyurdu: (Ölünce, Münker-Nekir,
Adında iki melek, az sonra kabre gelir.
Siyah renkli, gök gözlü, gözleri şimşek çakar.
Gök gürültüsü gibi gelip sual sorarlar.
Doğru cevap verirse, büyültürler yerini.
Öyle ki yetmiş arşın olur boyu ve eni.
Derler ki: (Müsterih ol, yat uyu haşr’e kadar.
Zira sana burada, kimseden gelmez zarar.)
Eğer münafık ise, çok sıkar onu yeri.
Öyle ki, birbirine geçer hep kemikleri.
Resulullah buyurdu: (Kâfir ise ölen zat,
İki azap meleği, olur ona musallat.
Bulunur ellerinde, iri demir topuzlar.
Ta kıyamete kadar, hiç durmadan vururlar.
Onun feryatlarından, olmazlar mutazarrır,
Zira iki melek de, hem kördürler, hem sağır.)
Yine buyurdular ki: (Kâfirse ölen insan,
Doksan dokuz ejderha, sokar onu durmadan.
Kabir, bu yolculuğun, henüz ilk konağıdır.
Bu kolay geçer ise, sonu, daha kolaydır.
Eğer zorluk olursa bir insana kabirde,
Daha çok çetin olur ondan sonrakilerde.
Sonraki konaklardan ilki, Sur korkusudur.
Öyle şiddetlidir ki, olunmaz hiç tasavvur.
Sonra mahşer yerinde durdurulur cümle halk.
Günahlarına göre herkes olur tere gark.
Güneş, bir mızrak boyu yaklaşır o zamanda.
Bin sene beklenilir o müthiş izdihamda.
Bu vaktin sonunda da, başlar hesap ve mizan.
Her işten, ince ince hesap verir her insan.
Burada, korku ile başlar öne eğilir.
Beklerler, haklarında nasıl hüküm verilir?
Sonra Sırat köprüsü ve altında Cehennem.
Bir an dayanılmayan ateş, acı ve elem.
Sırat’ta, yedi yerde vardır sual durağı.
Kul hakkında, herkesin çözülür dizi bağı. )
. Su-i hateme (kötü akıbet)
Âlimler buyurdu ki: Mühim olan (son an)dır.
Bundan, büyükler bile çok fazla korkudadır.
Çünkü iyi olsa da önceleri bir insan,
Lakin değişebilir mazallah kalbi son an.
Zira ölüm zamanı, gayet tehlikelidir.
Ne yöne döneceği kalbin belli değildir.
Bir veli buyurdu ki: (Kırk yıllık bir müslüman,
Yanımdan, bir şey için ayrılsa kısa bir an,
Ben şahitlik edemem onun hüsn-ü haline.
Zira değişebilir son anda kalbi yine.)
Bir veli de, bu bapta buyurur şunu keza:
(Bana, şöyle bir sual sorulsa ki faraza:
Şu kapıda, imanla ölmeyi mi istersin,
Yoksa, biraz ilerde şehidlik mi, ne dersin?
Şu kapıda, imanla ölmeyi derim hemen.
Zira biraz ilerde ne olur, hiç bilemem.)
Hazret-i Ebüdderda buyurdu: (Hiçbir mümin,
Son andaki halinden olamaz rahat, emin.)
Sehl-i Tüsteri dahi buyurdu ki: (Sıddıklar,
Bu su-i hateme’den, her an korkudadırlar.)
Hem Süfyan-ı Sevri de, ağladı son anında.
İnsanlar bunu görüp, şaşırdılar yanında.
Dediler ki: (Allah’ın affı ve mağfireti,
Sonsuzken, ağlamanın nedir acep hikmeti?)
Buyurdu: (İman ile öleceğimi bilsem,
Dağlar kadar günahım olsa da, hiç üzülmem.)
Bir kimse de ölürken, şu oldu vasiyeti:
(Ölünce, varsa bende saadet alameti,
Alınız şu parayla badem içi ve şeker,
Şehrin çocuklarına dağıtın teker teker.
Sorarlarsa, deyin ki: Bu, filanca müminin,
Hakiki bayramıdır, bol bol alın ve yiyin,)
(Su-i hateme )nin de, iki sebebi vardır.
Birisi, bâtıl inanç, yani bozuk imandır.
Zira bozuk olursa eğer iman, itikat,
Yarın mahşer gününde, ateşten olmaz azad.
Hatta iman, itikat doğru olmazsa eğer,
Hiçbir ibadetine verilmez kıymet, değer.
İman, ehl-i sünnete uymalı ki bu dinde,
Ancak böyle itikat makbuldür Hak indinde.
Son nefeste, imanı tehlikeye götüren,
Bir sebep de, dünyaya muhabbettir gönülden.
Ölüm, onu dünyadan ayıracağı için,
Onu kötü bilir ve buğz eder için için.
Eğer ki olmasaydı dünyaya muhabbeti,
Ayıracağı için, kötü bilmezdi mevti.
İşte dünya sevgisi, başıdır her günahın.
En büyük zararı da, ölürken olur yarın.
İnsan, dünyada iken neyi çok söyler ise,
Son nefesinde dahi onu söyler o kimse.
Ömrü, para saymakla geçerse bir insanın,
Elbet para sayıklar ölürken yine yarın.
Kim (Allah ) kelamını çok anarsa ömründe,
O da, normal olarak (Allah) der son gününde.
Kumar oynamak ile geçirdiyse ömrünü,
Ona ait kelamlar sayıklar ölüm günü.
(Allah ) demek isterse kim ölüm zamanında,
Başlasın söylemeye şimdiden her anında.
. Tövbe etmek
Tövbe, pişman olmaktır işlenilen günaha.
Halisen boyun büküp, sığınmaktır Allah’a.
Hiç kimse kurtulamaz tövbe ve istiğfardan.
Zira uzak değildir kul kusur ve hatadan.
Hiç günah işlememek, meleklere mahsustur.
Günah işleyemezler, çünkü onlar masumdur.
Bütün Peygamberler de, günahtan uzaktırlar.
Onlar, Hak teâlânın korumasındadırlar.
Fakat lain şeytanın, ahvali şudur ki hep,
Allahü teâlâya isyan eder ruz-ü şeb.
İkisi arasında yer alır bu insanlar.
Günah işler ve lakin eder tövbe, istiğfar.
Tövbe için, Kur'anda buyurur ki Rabbimiz:
(Ancak tövbe etmekle kurtulabilirsiniz.)
Ve şöyle buyurur ki hadiste Resulullah:
(Hiçbir insan yoktur ki, yapmasın hata, günah.
Lakin tövbe ederse her günahın peşinden,
Onlardır en iyisi, günahkârlar içinden.)
Yine buyurdular ki o Server buna dair:
(Günaha tövbe eden, hiç yapmamış gibidir.)
Marifet nuru ile bakan şöyle anlar ki,
Günah zehir gibidir, yahut da ateş gibi.
Zehir yiyebilir mi bir insan bile bile?
Yahut tutabilir mi ateşi eli ile.?
Lakin nefis ve şeytan, zehiri bal gösterir.
Ancak arif olanlar, bu sırrı görebilir.
Süleyman-ı Darani buyurur ki şöylece:
(Kul, boşa geçirdiği ömrü için sadece,
Gözünden, yaş yerine kan gelinceye kadar,
Ağlasa, yeri vardır devamlı leyl-ü nehar.)
Çok kıymetli cevhere sahip olan bir kimse,
Üzülür, içi yanar onu kaybetti ise.
Ceza da görecekse hele o bunun için,
Daha fazla üzülür, doğrusu budur işin.
İşte insan ömrünün her nefesi de aynen,
Çok kıymetli mücevher hükmündedir esasen.
Çünkü o nefeslerin bilinirse kıymeti,
Ele geçirebilir ebedi saadeti.
Gelince melek-ül mevt kula mevt zamanında,
(Ölüyorum) diyerek, telaşlanır anında.
Ve der ki: (Ey Azrail, bir miktar ver de izin,
İstiğfar eyleyeyim Rabbime affım için.)
O der ki: (Nice günler vardı senin önünde,
Ve lakin şimdi bitti, kalmadı bir tek gün de.)
Halisane bir tövbe, elbet kabul edilir.
Ve lakin şartlarına uymak da lazım gelir.
Şüphe etme, tövbenin kabul edildiğine.
Şüphe et ki, şartları getirdin mi yerine?
Gönüller, temiz ayna gibidir sanki birer.
Siyah leke bırakır onda kötü fiiller.
Peşinden iyi bir iş icra edildiğinde,
Birer nur peyda olur o ayna üzerinde.
Resulullah buyurdu: (Günahtan sonra, hemen,
Bir iyi amel yap ki, silsin onu tamamen.
Su, nasıl temizlerse, elbisenin kirini,
Sevaplar da, temizler günahın pisliğini.
Göke varacak kadar yapsan da fazla günah,
Halis tövbe edince, affeder onu Allah.)
. Tövbe kabul edilir
Resulullah buyurdu: (Vardır ki bazı kullar,
Günahı sebebiyle, Cenneti kazanırlar.)
(Nasıl olur?) denildi, buyurdu ki: (Günaha,
Tövbe istiğfar edip, unutmaz onu daha.
Öyle pişman olur ki, şeytan da hayret eder.
Ve keşke bu günaha sokmasaydım onu der.)
Allah, bir Peygambere buyurdu: (Git müjde ver.
Mümini affederim, tövbe ederse eğer.)
Bir veli buyurdu ki: (Tövbe edip yatınız.
Ertesi güne dahi, tövbeyle başlayınız.)
İsrailoğulları zamanında bir kişi,
Vardı ki, fasık olup, günah idi her işi.
Fakat günün birinde, oldu nadim ve pişman.
Tövbe etmek istedi bütün günahlarından.
Ve lakin düşündü ki: Pek fazladır günahım.
Acaba tövbe etsem, affeder mi Allah’ım?
Bunu öğrenmek için, acele bir âlime,
Gidip dedi: (Cevap ver benim şu sualime.
Doksandokuz kişiyi öldürmüş bir adamım.
Eğer tövbe edersem, affeder mi Allah’ım?)
(Hayır etmez) deyince, öldürdü onu dahi.
Yüz oldu böylelikle onun öldürdükleri.
Gitti başka âlime, sordu yine durumu:
(Yüz kişiyi öldürdüm, tövbem kabul olur mu?)
Dedi: (Olur ve lakin terk et sen bu diyarı.
Filan köye hicret et, iyidir insanları.)
Tövbe edip, o köye giderken fakat bu zat,
Ömrü nihayet bulup, o yolda etti vefat.
Azap melekleriyle, rahmet melaikesi,
Ruhunu götürmeye, oraya geldi hepsi.
Ve lakin bir hususta eylediler ihtilaf.
(Bu mevta, bize ait) diyordu iki taraf.
Hak teâlâ buyurdu: (Tartışmayı bırakın!
Ölçün iki tarafı, nereye daha yakın?)
İyi köye, bir karış yakın bulunca onu,
Rahmet melaikesi aldı onun ruhunu.
Lakin halis tövbenin vardır ki işareti,
Pişmanlık ateşiyle kavrulur, yanar içi.
Ne kadar çok olursa pişmanlığı kişinin,
Öyle çok tesir eder affa kavuşmak için.
Günahlar sebebiyle, kalpteki siyah izler,
Pişmanlık ateşiyle ancak temizlenirler.
Resulullah buyurdu: (Tövbekârlarla otur.
Çünkü o kimselerin kalpleri ince olur.)
Bir gönül, ne kadar çok temiz ve safsa eğer,
O kişi, günahlardan o kadar nefret eder.
Vaktiyle bir Peygamber, günahkâr bir kişinin,
İsteğiyle, Allah’a yalvardı affı için.
Ona vahiy geldi ki: (Yerde ve göktekiler,
O kulun affı içir şefaat etse eğer,
Affetmem o kimsenin günahını ben asla.
Zira pişman olmuyor günahına ihlasla.)
Günahlar, ayrılsa da büyük-küçük diyerek,
Günahların hepsi de, aslında büyüktür pek.
Zira düşünmeli ki, günah ile o insan,
Kime karşı gelmiştir, kime etmiştir isyan?
Madem ki Halık'ına isyan etti o kimse,
Günahın küçüğü de, büyüktür öyle ise.
. Günahta ısrar etmek
Günahta ısrar etmek, iki sebepledir ki,
Dinin haberlerine inanmamaktır ilki.
İkinci sebep ise, nefsi çok kuvvetlidir.
Günahın lezzetinden vazgeçememektedir.
Lakin nefis, güçlü bir düşmanıdır insanın.
Gayesi, sahibini yakmaktır çünkü yarın.
Resulullah buyurdu: Ateşi, cenab-ı Hak,
Yaratınca, Cibril’e emretti ki: (Ona bak!)
Cehenneme bakınca Cibril-i emin dahi,
Dehşet ve şiddetinden dedi ki: (Ya ilahi!
Bunu, bu hali ile insanlar bilse eğer,
Bu şiddetli azaba, asla girmez kimseler.)
Bu sefer etrafında şehvetler eyledi halk.
Ve Cibril-i emine buyurdu: (Bir daha bak!)
Baktığında gördü ki, nefse tatlı, hoş gelen,
Ne varsa, Cehennemin etrafında tamamen.
Dedi ki: (Bu kadar çok olunca lezzet ve haz,
Cehenneme girmeyen, bir kişi bile kalmaz.)
Daha sonra Cenneti yarattı cenab-ı Hak.
Ve Cibril-i emine buyurdu: (Buna da bak!)
Cennet nimetlerini görünce etti ki arz:
(Bu Cennete girmeyen, bir kişi bile olmaz.)
Onun da etrafında bu sefer cenab-ı Hak,
Çeşitli sıkıntılar, mihnetler eyledi halk.
Sonra da buyurdu ki: (Bir daha eyle nazar!)
Baktı ki, orada hep her dert ve sıkıntılar.
Dedi ki: (Bu kadar çok sıkıntı, dert ve bela,
Olunca, buna giden bir kimse olmaz asla.)
Günahlara ısrarda, ikinci mühim sebep,
Tövbe ve istiğfarı sonraya bırakır hep.
Der ki: (Şu da olsun da, sonra tövbe ederim.)
Böylelikle tövbeyi, tehir eder her daim.
Çünkü o, uzak görür ölüm'ü kendisine.
Halbuki çok yakındır ölüm ona aksine.
Ölüm'ü, göz önüne her an getirmelidir.
Çünkü hiç belli olmaz, belki de şimdi gelir.
Hayır! diyemiyorsa nefsinin şehvetine,
Nasıl dayanacaktır Cehennem ateşine?
Doktor, yasak edince çok sevdiği bir şeyi,
Sıhhatini düşünüp, terk eder o nesneyi.
Lakin buyuruyor ki Kur'anda cenab-ı Hak:
(Günah işleyenleri, yakacağım muhakkak.)
Allah’ın kelamına, bir doktor sözü kadar,
Ehemmiyet vermeyip, işleniyor günahlar.
(Yarın tövbe ederim) diyene, demeli ki:
(Yarına çıkmak için, senedin var mı peki?)
Resulullah buyurdu: (Cehennemdekilerin,
Çoğu, tehir yüzünden feryad eder pek hazin.)
Bunlar şuna benzer ki, bir kimseye, faraza,
(Şu ağacı kes!) diye, bir emir veren olsa,
Der ki: (Onu kesmeye, şimdi yoktur kuvvetim.
Dursun da, öbür sene daha kolay keserim.)
Lakin öbür seneye, kök salar daha fazla.
Daha da kavi olup, kesemez onu asla.
(Allah affeder) diye düşünürse biri de,
Denir ki: (Hak teâlâ affetmeyebilir de.)
İman, ibadetlerle kuvvet bulmazsa eğer,
Susuz ağaç misali, bir gün kurur ve biter.
. İhlaslı olmak
Hak teâlâ buyurdu: (Kul, Allah’a ihlasla,
Taatten başka şeyle emr olunmadı asla.)
Yine buyuruyor ki: (İhlas, sırrımdır benim.
Dostlarımın kalbine, onu yerleştiririm.)
Muaz bin Cebel der ki: (İhlas ile amel et.
Az da olsa, mahşerde eder sana kifayet.)
Maruf-i Kerhi der ki: (Ey nefsim, bakma halka.
İhlas ile amel et, kurtulursun mutlaka.)
Ebu Süleyman der ki: (İhlas ile bir adım,
Atana müjde olsun, budur benim muradım.)
Bir âlim de diyor ki: (Niyet etmek ihlasla,
O işin kendisinden müşkildir daha fazla.)
Rüyada sordular ki büyüklerden birine:
(Hak teâlâ ne yaptı senin amellerine?)
Buyurdu: Allah için yapmışsam her ne amel,
Onların hiç birine, gelmemiş asla halel.
Bir yoldan, ihlas ile aldığım bir taş vardı.
O bile, mizanımın sevap tarafındaydı.
Fakat buna mukabil, bin altın değerinde,
Verdiğim sadakayı, göremedim yerinde.
Dedim ki: (Ya ilahi, sebep ne, bilmiyorum.
O hayrım, mizanımda yoktur, göremiyorum.)
O sırada gaibden geldi ki şöyle nida:
(Gönderdiğin yerdedir, ne ararsın burada!)
Hemen hatırladım ki, verirken o şeyi ben,
Birisi görmüştü de, sevinmiştim içimden.
Süfyan-ı Servi der ki: (İşlediğin bir işin,
Aleyhinde değilse, nimettir senin için.)
Biri de, cihad için, ihlasla gitti harbe.
Bir kimseyi gördü ki, satıyor ucuz heybe.
Dedi ki: (Şu heybeyi, bu fiyata alayım.
Filan yerde satarak, para da kazanayım.)
Onu aldı ise de, rüya gördü o gece.
Baktı ki, iki melek yere indi hemence.
Birisi, diğerine dedi ki: (Bu gaziler,
Allah için cihada ederler seyr-ü sefer.
Tek tek isimlerini yazıver her kişinin.
Ve not et ki: Cihada giderler Allah için.
Ve lakin filan adam, giderse de cihada,
Onun bu niyetine, karışıyor riya da.
Çünkü desinler diye ve gösteriş olarak,
Gidiyor ki, bu hali beğenmez cenab-ı Hak.)
Sonra onu gösterip, dedi ki: (Şu kimse de,
Ticarete gidiyor, kendisi bilmese de.)
O bunu işitince, dedi ki: (Ey melekler!
Ben dahi Allah için ederim seyr-ü sefer.)
Melek dedi: (Ey filan, niyetin madem iyi,
Ne için satın aldın öyleyse o heybeyi?)
O kimse ağlayarak, dedi ki ona tekrar:
(Bunu ilerde satıp, edecektim biraz kâr.)
O melek, diğerine dedi ki: (Yaz öyleyse.
Bu, önce Allah için yola çıktı ise de,
Yolda, satın almıştır bir heybeyi, kâr için.
Allah nasıl isterse, öylece hükmeylesin.)
O kimse uyanınca, anladı hatasını.
Silip attı kalbinden para ve kâr faslını.
Bunun için büyükler, şöyle buyurmuşlardır:
(Yalnız halis işlerden insana fayda vardır.)
. İhlas bozulursa
İsrailoğulları zamanında, bir kişi,
Vardı ki, hep ibadet yapmaktı onun işi.
Halk ona dediler ki: (Filan yerde bir put var.
Tanrı diye tapıyor ona bazı insanlar.)
O bunu işitince, içerledi pek fazla.
O putu kırmak için, yola çıktı ihlasla.
O, halis niyet ile giderdi ki o yöne,
Bir insan kılığında (şeytan) çıktı önüne.
Ve mani olmak için, dedi ki: (Ey arkadaş!
Böyle nere gidersin, balta ile pür telaş?)
Dedi ki: (Bir put varmış, gidiyorum kırmaya.
Böylece insanları, o puttan kurtarmaya.)
Dedi ki: (Onu kırmak, senin işin değildir.
Sana, ibadet etmek daha faidelidir.
Sen onu kırsan bile, yenisini yaparlar.
Hemen dön ki geriye, bu, çok yanlış bir karar.)
Lakin o, ihlas ile çıktığından yoluna,
Aldanmadı şeytanın bu alçak oyununa.
Bu sefer şeytan dedi: (Geçemezsin buradan!)
Şiddetli bir kavgaya tutuştular o zaman.
Abid, onu bir anda tuttu ve yere vurdu.
Sonra, öldürmek için üzerine oturdu.
Şeytan dedi: (Ey abid, müsade et de biraz,
Çok mühim bir hususu edeceğim sana arz.)
O müsade edince, ayağa kalktı şeytan.
Dedi ki: (Beni dinle, o putu kırma şu an.
Çünkü onu kırmayı etseydi Allah murad,
Elbet Peygamberine verirdi bir talimat.)
Abid yine dedi ki: (Kıracağım mutlaka!)
Şeytan (Olmaz!) deyince, başladı yine kavga.
Abid, yine şeytanı kaldırıp vurdu yere.
Şeytan dedi: (Ey abid, bak dinle son bir kere.
Sen fakir bir kimsesin, muhtaçsın el eline.
O putu kırmak ile, ne geçecek eline?
Yastığının altına, her sabah, iki altın,
Bırakayım, al kullan, o putu kırma sakın!)
Bu defa aldanarak, bu fikre etti meyil.
Dedi: (Doğru söylüyor, bu benim işim değil.
Altınların birini, kendime sarfederim.
İkincisini dahi bir muhtaca veririm.)
Eve gelip yattı ve sabaha kalktığında,
Gördü iki altını yastığının altında.
İkinci gün de yine, yastığının altından,
Aldı iki altını, memnundu hayatından.
Ve lakin üçüncü gün, altın göremeyince,
Kaçtı bütün neşesi, hiddetlendi bir nice.
Baltasını kaparak, bir an beklemeksizin,
Düştü yine o yola, o putu kırmak için.
Az ilerde, önüne çıktı yine o şeytan.
Dedi ki: (Dön geriye, geçemezsin buradan!)
Kavgaya tutuştular, lakin şeytan bu kere,
Abidi, bir tutuşta kaldırıp vurdu yere.
Abid dedi: (Pekala, senindir şimdi zafer.
Fakat nasıl oldu da, galip geldin bu sefer?)
Dedi: (Önce, ihlasla gidiyordun kırmaya.
Yetmez bizim gücümüz ihlaslı insanlara.
Şimdiyse, gidiyordun nefse tâbi olarak.
Nefse uyanı ise, biz yeneriz muhakkak.)
. Güzel ahlak
Habibine, Kur'anda buyurdu cenab-ı Hak:
(Sen elbet yaratıldın, güzel huylu olarak.)
Çok insanın, islama girmelerine sebep,
Onun iyi huyu ve güzel ahlakıdır hep.
Resulullah buyurdu: (Mizana konanların,
İçinde en ağırı, güzel ahlaktır yarın.)
Biri, Resulullaha (Din nedir?) diye sordu.
Resulullah cevaben, (Güzel huydur) buyurdu.
Sordu aynı suali, sağdan, soldan, arkadan.
Aldı aynı cevabı yine Resulullahtan.
(Amellerin üstünü nedir?) diye sordular.
Buna da, (Güzel huylu olmaktır) buyurdular.
Bir kimse de, Resul'den isteyince nasihat,
Buyurdu ki: (Herkesle iyi geçin her saat.)
Bir kadını, Resul'e methedip dediler ki:
(Gece, hep namaz kılar, oruçtur gündüzleri.
Lakin komşularını incitir bazı işte.)
Buyurdu ki: (O kadın, Cehennemliktir işte.)
Buyurdu: (Güneş nasıl eritirse karları,
Güzel huylu olmak da, yok eder günahları.)
Ve buyurdu ki: (Sirke, bozarsa balı nasıl,
Kötü huy da, ameli öyle bozar velhasıl.)
Buyurdu ki: (Her kimin ahlakı güzel ise,
İbadet yapmış gibi, sevap alır o kimse.)
Abdullah bin Mübarek, ahlakı kötü olan,
Biriyle, bir seferde yoldaş oldu bir zaman.
Ondan ayrıldığında, başladı ağlamaya.
Niçin ağladığını sordular gidip ona.
Buyurdu ki: (Ayrılıp gittiyse de yanımdan,
Lakin kötü huyları ayrılmadılar ondan.)
Hasan-ı Basri der ki: (Ahlak iyi değilse,
Eziyet etmiş olur kendisine o kimse.)
Enes bin Malik der ki: (Güzel huy sahipleri,
Kazanırlar Cennette yüksek dereceleri.
Huyu kötü olan da, etse de çok ibadet,
Cehennem azabına düşebilir nihayet.
Nasıl ki her binanın temeli, aslı vardır,
İslamın temeli de, yine güzel ahlaktır.)
Bir gün Hasan Basri’ye sual etti bazı halk.
Dediler ki: (Efendim, nedir bu güzel ahlak?)
Buyurdu: (Güler yüzlü, tatlı dilli olmaktır.
Ve bir de hiç kimseye kötülük yapmamaktır.)
Hazret-i Ali der ki: (Üç şeydir güzel ahlak.
Haramları terk edip, emirlere sarılmak.
Biri de, ev halkıyle olarak alakadar,
Kolaylık göstermektir mümkün olduğu kadar.)
Güzel huy, fıtrat ile yakından ilgilidir.
Lakin çalışmakla da elde edilebilir.
En kolay yolu ise, ahlakı güzel olan,
Kimselerin yanında bulunmaktır çok zaman.
Yani salihler ile bulunmalıdır ki hep,
Huyun düzelmesine, en iyi budur sebep.
Kötü kimselerle de arkadaşlık yapmaktan,
Arslandan kaçar gibi kaçmalıdır her zaman.
Çünkü arslan, insanın alırsa da canını,
Alır kötü arkadaş, dinini, imanını.
Bu mübarek zatların hürmetine ilahi!
İyi huylu olmayı ihsan et bize dahi.
. Amelsiz ilim
İmam-ı Gazali’nin talebesinden bir zat,
Mektup yazıp, İmam’dan istedi bir nasihat.
O dahi cevap yazıp, buyurdu ki: Evladım!
Sana, sonsuz saadet ihsan etsin Allah’ım.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: (Bir insan,
Dünya ve ahirete faidesi olmayan,
Şeylerle uğraşırsa, bu, vakti öldürmektir.
Bu da, Allah o kulu hiç sevmiyor demektir.)
Ve yine buyurdu ki: (İman eden bir kimse,
Bir saatlik vaktini günahta geçirirse,
Bunun için, ne kadar üzülse yeri vardır.
Çünkü af olunmazsa, azaba yakalanır.)
Oğlum, kolay ise de, nasihat, öğüt vermek,
Lakin nefse zor gelir, dinleyip kabul etmek.
Hele dünya zevkleri ardınca koşanlara,
Nasihat acı gelip, hiç bakmazlar bunlara.
Oğlum, kurtulmak için ahirette, en evvel,
Emir ve yasakları bilmelidir mükemmel.
Sonra da, buna göre amel eylemelidir.
Zira amelsiz ilim, insana zarar verir.
Çünkü mahşer yerinde, bu ilim sahipleri,
(Bilmiyordum) dese de, geçmez bu özürleri.
Cüneyd-i Bağdadi’yi, biri görüp rüyada,
Sordu: (Sizin haliniz nice oldu burada?)
Buyurdu: (Tasavvufta edindiğim bilgiler,
Keşf ve kerametlerim, heba olup gittiler.
Yalnız bir gece vakti, kıldığım iki rekat,
Namazım var idi ki, o bana etti imdat.)
Oğlum, insan, çok ıssız bir dağda ilerlerken,
Karşısına, yırtıcı bir arslan çıksa birden,
Yanındaki silahı kullanamazsa eğer,
O arslandan kurtuluş olur mu hiç müyesser?
Ve yahut da bir kişi, hasta olsa faraza,
Teşhisini öğrenip, ilacını da alsa,
İlaç, o hastalığa gelse de gayet iyi,
Onu kullanmadıkça yapar mı tedaviyi?
Bunun gibi bir insan, her ilmi, ince ince,
Bilse de, fayda görmez amel eylemeyince.
İman, kalben inanmak olsa da her ne kadar,
Fakat ibadetlerle cilalanır ve parlar.
Hatta iman, bir (mum)a benzetilirse eğer,
(Cam fener) gibidirler etrafında ameller.
Nasıl çabuk sönerse, mum, feneri olmadan,
İman da çabuk söner, ibadet yapılmadan.
İbadet yapmak dahi, gerektirir ihlası.
İhlassız amellerin, olmaz kula faydası.
İyi bir iş yaparken, bir kimse görse eğer,
Sevinç hasıl olursa, bu, ihlası zedeler.
Çünkü amel, yapılır, sadece Allah için.
Bu ihlas olmadıkça, kurtulamaz ins ve cin.
İlim, amel, ihlası edinse de bir insan,
Cennete girmek için, gerekir yine ihsan .
Hiçbir kimse, Cennete giremez ameliyle.
Ancak girebilirler ihsan-ı ilahiyle.
Fakat Hak teâlânın ihsanına kavuşmak,
Onun emirlerini yapmakla olur ancak.
Kim ihlasla yaparsa Rabbine ibadeti,
Elbette vasıl olur ona Hakk’ın rahmeti.
. İstikbali kazanmak
İmam-ı Gazali’den nasihat isteyene,
İmam, bir mektup ile buyurdu şöyle yine:
Ey oğlum, iyi bil ki, biz aciz birer kuluz.
Allahü teâlâya ibadete memuruz.
Kavuşabilmek için ebedi saadete,
Sarılmamız lazımdır taat ve ibadete.
Günahtan da şiddetle lazımdır ki kaçınmak,
Cehennemden kurtuluş, umulur böyle ancak.
Resulullah buyurdu: (Ölün, ölüm gelmeden.
Görün hesabınızı, hesaba çekilmeden.)
Hazret-i Ali dahi buyurur ki: (Bir kimse,
Çalışmadan, Cennete girmeyi arzu etse,
O kişi, boş hayale kapılıyor demektir.
Çünkü kavuşmak için, çalışmak lazım gelir.)
Hasan-ı Basri dahi buyurdu: (Çalışmadan,
Cenneti talep etmek, günahtır, kaçın bundan.)
Büyüklerden biri de bu bapta buyurdu ki:
(Aklı olan bir kimse, bırakmaz ibadeti.
Gece gündüz, daima ibadete sarılır.
Çünkü sonsuz rahata, ibadetle varılır.)
Oğlum, kitap okuyup ilim öğrenmek için,
Bir çok gecelerini harcadın, acep niçin?
İlim öğrenmekteki asıl maksat ve gayen,
Dünya menfaatleri idi ise esasen,
Yani bu ilim ile, diğer bazı insana,
Caka satmak idiyse, yazıklar olsun sana!
Demek ki, bunca sene boşa gayret etmişsin.
Ve kendini azaba, kendin sürüklemişsin.
Yok eğer bunda gayen, islama hizmet ise,
Ve huy ve ahlakını temizlemek idiyse,
Ne güzel eylemişsin, müjdeler olsun sana.
İnsan, böyle kavuşur sonsuz olan ihsana.
İşte muvaffak insan, buna denilir ancak.
Buna denir hakiki istikbali kazanmak.
Ey oğlum, bu dünyada yaşasan da ne kadar,
Sonunda öleceksin, bu, açık ve aşikâr.
Sımsıkı sarılsan da bu dünya zevklerine,
Bir gün ayrılacaksın hepsinden tek tek yine.
Ve yine bu dünyada ne istersen onu yap.
Lakin bil ki, sorarlar hepsinden bir bir hesap.
İmanı, ibadeti tam öğrenmeden önce,
Para kazanmak için çalışırsan gün gece,
Ömrünü, boş şeylerle heba etmiş olursun.
Eğer böyle edersen, sana yazıklar olsun!
İncil’de okudum ki, öldüğünde insanlar,
Tabuta konulup da, ta ki mezara kadar,
Hak teâlâ, o kula kırk sual soracaktır.
Bunlara cevap vermek, kolay olmayacaktır.
Birincisi şudur ki: (Ey kulum, ne ki sebep,
Yaşadığın müddetçe, dünyaya çalıştın hep?
İnsanlar sevsin diye uğraştın da bu kadar,
Neden benim sevgime etmedin hiç itibar?
Halbuki düşünseydin, görürdün ki esasen,
Benim ihsanlarıma gark olmuşsun tamamen.)
Ey oğlum, Allah bunu soracaktır tabii,
Lakin sen, oyunlara dalmışsın çocuk gibi.
Dünya lezzetlerine bir türlü doymuyorsun.
Sağır ve Körler gibi görmüyor, duymuyorsun
. Nasihatin özü
İmam-ı Gazali’nin birine nasihati,
Şudur ki: Ey evladım, geçirme boşa vakti.
Öğren ilmihalini her şeyden daha evvel.
Sonra da, mucibince yap ibadet ve amel.
Bu gün, seni günahtan korumazsa bu ilmin,
Yarın Cehennemden de korumaz, var mı bilgin?
Öyle ise aklını başına al da önce,
Oraya, sermayesiz gitmeyesin ölünce.
Hazret-i Ebu Bekir buyurdu: (Bu bedenler,
Ya bir kuş kafesine, ya da ahıra benzer.
Kapısını açınca, kuş uçar ve kurtulur.
Hayvansa, yük çekmeye, zahmetlere koşulur.)
Düşün ki, sen bunlardan hangisine benzersin?
(Kafes) isen, kuş gibi uçar ve yükselirsin.
Eğer Allah korusun, benziyorsan (ahır)a,
Allah, şöyle buyurur kitabında onlara:
(Düşünmediklerinden onlar olacakları,
Hayvanlara benzerler, hatta daha aşağı.)
Bir gün Hasan-ı Basri, serin şerbet içerken,
Birdenbire bayılıp, bardak düştü elinden.
Ayılınca, sordular kendisine bu hali.
Buyurdu: Hatırladım Cehennemdekileri.
Onlar seslenirler ki: (Şu sizin içtiğiniz,
Cennet şerbetlerinden, bize de içiriniz!)
Bir gün, Resulullaha birinden bahsettiler.
(Şöyle iyi halleri var) diye methettiler.
Buyurdu ki: (İyidir, biliyorum ben dahi.
Teheccüd de kılsaydı, olurdu daha iyi.)
Lokman Hakim, oğluna şöyle etti nasihat:
(Horoz, senden akıllı olmasın sakın evlat!
Zira tesbih ediyor o her sabah Rabbini.
Sen ise uyuyorsun, ıslah et bu halini.)
Velhasıl ey evladım, nasihatların özü,
İslama uydurmaktır her bir işi ve sözü.
Eğer Resulullaha uymaz ise bir işin,
İbadet olsa bile, günahtır senin için.
Nitekim bayram günü, oruç tutmak günahtır.
Zira dinin sahibi böyle buyurmaktadır.
Yine haksız alınan, haram elbise ile,
Namaz kılmak, günahtır, ibadet olsa bile.
Nikahlı hanımıyla latife yapsa fakat,
Oyun olduğu halde, alır ecir, mükafat.
Yine bir adetleri var idi ki Resul’ün,
Kaylule yapar idi, öğleden önce her gün.
Yani gün ortasında, uyurdu ki bir müddet,
Bu niyetle uyursa, bu da olur ibadet.
Şibli hazretleri de buyurur ki şöylece:
Dörtyüz kadar hocadan ders gördüm senelerce.
Onlardan dört bin hadis öğrenip ezberledim.
Lakin bir tanesini, kendime rehber ettim.
Çünkü diğer hadisler, vardır onun içinde.
Şöyle buyurmaktadır Resul bu hadisinde:
(Dünya için, dünyada ne kadar kalacaksan,
Ona göre çalış ki, kısa sürer bu devran.
Ahiret için ise, o kadar gayret et ki,
Asıl hayat oradır, sonsuzdur elbette ki.
Allah’a ibadet et, muhtaç olduğun kadar.
İsyan et, Cehenneme dayanacağın miktar.)
. Ahiret hayatı
İnsan öldükten sonra, bir hayat daha vardır.
O hayat sonsuz olup, (ahiret hayatı )dır.
Et ve kemik çürüyüp, olsa da toz ve toprak,
Sonra diriltecektir herkesi cenab-ı Hak.
Her insan dirilince, kalkacak mezarından.
İşte kıyamet günü başlayacak o zaman.
Bu dünya hayatına hiç benzemez ahiret.
Hatta Akıl ile de anlaşılmaz o elbet.
Öyle yaratmıştır ki bu aklı cenab-ı Hak,
Bu dünya işlerini anlayabilir ancak.
Bunda bile çok defa, hata eder büsbütün.
Bu gün yaptığı işi, beğenmez ertesi gün.
Ahirette olacak bütün işleri ise,
Yalnız Peygamberler ve Kitap vasıtasıyle,
Hak teâlâ, haberdar etmiştir biz kulları.
Başka yolla anlamak, mümkün değil onları.
Dışında olduğundan bunlar aklın ve fennin,
İnanmaktan başka bir çare yok insan için.
Bu yolda söz sahibi, yalnız Peygamberlerdir.
Onlara da, melekle Hak teâlâ bildirir.
Haber verdiği için onlara cenab-ı Hak,
Bildirdikleri şeyler, tam doğrudur muhakkak.
Birer amel defteri vardır ki her insanın,
Mahşer günü, herkese verilir bunlar yarın.
Salihlerin defteri, verilir sağ taraftan.
Kâfir ve fasıklara, gelir sol ve arkadan.
İyi kötü, az ve çok, gizli ve aşikâre,
Her amel, yazılmıştır tek be tek bu deftere.
Allah’ın dilediği her türlü gizli şeyler,
Meydana çıkacaktır mahşerde birer birer.
İnsan, cin ve meleğe, hatta Peygamberlere,
O gün sorulacaktır, mevkilerine göre.
Meleklere denir ki: (Yerde ve göklerde siz,
Vazifelerinizi nasıl icra ettiniz?)
Ve sual edilir ki, Peygamberlere dahi:
(Nasıl tebliğ ettiniz siz emr-i ilahiyi?)
İnsan ve cinlere de sorulur ki: (Peki siz,
Bu dini hükümleri nasıl tatbik ettiniz?)
O gün bütün insanlar, melekler, şeytan ve cin,
Hatta cümle hayvanlar, toplanır hesap için.
O gün boynuzsuz koyun, hak ister boynuzludan.
Alır bütün hakkını zalimden, mazlum olan.
Kimin, kimde bir hakkı var ise zerre kadar,
Huzur-u ilahide, hesaplaşıp alırlar.
Hem o gün kurulur ki, (Mizan ), yani terazi,
Tartılır büyük küçük, her taat ve measi.
Kimin ağır gelirse, sevabı günahından,
Cennete gönderilir bu hesabın ardından.
Her kimin de günahı, gelirse eğer ağır,
Şefaat olunmazsa, Cehenneme atılır.
Sonra (Sırat ) kurulur, Cehennem üzerine.
Herkese emredilir, burdan geçmelerine.
Müminler kolay geçip, Cennete kavuşurlar.
Kâfirler Nar’a düşüp, azaba olur duçar.
. Ölüm nedir?
(Ölüm ), ruhun bedene olan bağlılığının,
Sona ermesi olup, vuku bulur ansızın.
Ölüm, kulun bir halden bir hale dönmesidir.
Bir evden, başka eve göç etmesi demektir.
Zira buyuruyor ki Rabbimiz bir âyette:
(Her bir canlı, ölüm'ü tadacaktır elbette.)
Bir şeyi tatmak ise, hayatla mümkün olur.
Öyleyse kul ölmekle, yok olmaz, hayat bulur.
Ölüm ile, bu hayat sona eriyorsa da,
Başka hayat başlıyor bu sefer de mezarda.
(Ahiret )e nazaran bu dünya, bir hayaldir.
Ahiret asıl olup, dünya gölge gibidir.
Her şeyin hakikati, bulunur ahirette.
Dünyadakiler ise, hepsi bozuk ve sahte.
Hakikat âlemidir, hiç yok olmaz ahiret.
Bu dünya fani olup, yok olur en nihayet.
(Kabir ), ahiret ile dünya arasındadır.
Ahirete, dünyadan hem daha da yakındır.
İşte bu yüzdendir ki, kabirdeki o hayat,
Daha aşikâr olup, asıldır ve hakikat.
Herkesin bir eceli, ölüm zamanı vardır.
O vakit, ne ileri, ne de geri alınır.
Her bir ecel, bellidir doğmadan daha önce.
Her insan, ölecektir ecelleri gelince.
Bir insanın, dünyada rızkı biterse eğer,
Eceli gelmiştir ki, ruhunu teslim eder.
Ve ansızın terk edip evladını, malını,
Hazret-i Azrail’e teslim eder canını.
Nerede, ne vakitte ve hangi memlekette,
Öleceği, bellidir her insanın elbette.
Doğuda öleceği takdir olduysa eğer,
O, muhakkak o yere gider ve vefat eder.
Zira anlatılır ki, bir zaman melek-ül-mevt,
Süleyman Peygamberi eylemişti ziyaret.
Bir kimse var idi ki orada olanlardan,
Melek, onun yüzüne dikkatle baktı bir an.
Hazret-i Azrail’in, ona böyle dikkatle,
Bakması, çok korkuttu o kimseyi gayetle.
Melek-ül mevt gidince, düşünüp bunu biraz,
Hazret-i Süleyman’a bu işi eyledi arz.
Dedi: (Ey Nebiyyallah, emredin de rüzgara,
Götürsün beni hemen çok uzak bir diyara.
Zira bu gün, çok korktum hazret-i Azrail’den.
Çok uzağa gidip de, kurtulayım elinden.)
Süleyman Peygamberin emriyle, rüzgar dahi,
Hindistan’a götürdü acele o kimseyi.
Bir miktar zaman geçti, ölüm meleği yine,
Süleyman Peygamberin geldi ziyaretine.
Peygamber sordu ona: (Ey Azrail, ne için,
Yüzüne, dikkatle ve sert baktın o kişinin?)
Dedi: (Emir aldım ki, o kimsenin ruhunu,
Hindistan’da alayım, burada gördüm onu.
Sonra emir üzere, o memlekete vardım.
Onu orada görüp, ruhunu teslim aldım.)
. Ölüm hali
İnsan ölüm haline yakınlaştığı anda,
Dört melek gelip durur, o insanın yanında.
O kimsenin ruhunu, el ve ayaklarından,
Tutarak, kuvvetlice çekerler hiç durmadan.
Ruh, kalbe geldiğinde, birden dili tutulur.
O andan itibaren hiç konuşamaz olur.
Parmakları ucundan, ruhunu, o dört melek,
Çekerler devam üzre, ta ki çıkıncaya dek.
O zamanki soluğu, bir saka kırbasından,
Su boşalır misali gır gır öter durmadan.
Facirlerin ruhları öyle çetin çıkar ki,
Yaş keçeye takılan bir dikendir o sanki.
Zanneder ki, karnında bir dikenli çalı var.
O çalıyı, ağzından kuvvetle çekiyorlar.
Kimi de zanneder ki, ölüm halinde iken,
Çıkıyor ruhu sanki, bir iyne deliğinden.
Yerle gök birleşiyor zanneder bazısı da.
Kalıyor kendisi de onların arasında.
Hastanın her a’zası, çok terleyip bu defa,
Gözleri, sürat ile gider iki tarafa.
Burnunun iki yanı çekilip, solar benzi.
Soluğu kabarır ve kalkar göğüs kafesi.
Nefesleri, git gide azalır, seyrek olur.
Bedenin harareti düşer ve ceset soğur.
Ruh, kalpte karar kılıp, hiç çıkmayı istemez.
O zaman melek ona, harbeyle vurur bir kez.
O harbeyi vurmanın hikmeti de şudur ki,
O, ölüm denizine daldırılmıştır çünki.
O hastanın kalbine harbe temas edince,
Zehir gibi, her uzva tesir eder hemence.
Zira kalpte bulunur hayatın sırrı asıl.
Ruh, bedenden çıkmaya, mecbur olur velhasıl.
Lakin henüz çıkmadan, şeytan, bunu bir fırsat,
Bilip, avanesini eder ona musallat.
Bu, en güçsüz, en zayıf anıdır ki insanın,
Şeytanın avanesi ona gelir ansızın.
Önceden vefat etmiş ana, baba, birader,
Gibi sevdiklerinin suretine girerler.
Ona şöyle derler ki: (Ey oğlumuz, kızımız!
Sen şimdi ölüyorsun, seni geçtik bunda biz.
Senden önce gelmekle ahiret âlemine,
Daha iyi vakıfız buranın ahvaline.
Sen, yahudi dininde vefat et ki bu zaman,
Hak teâlâ indinde, bu dindir makbul olan.)
Şeytanın bu sözüne aldanmazsa o eğer,
Onlar gidip, yerine başkaları gelirler.
Derler ki: (Ey oğlumuz, yahut ey kardeşimiz!
Ahirete gitmekte, seni geçtik hepimiz.
Sen şimdi vefat et ki, hıristiyan dininde,
Makbul olan bu dindir Hak teâlâ indinde.)
Aldatabilmek için, bir nice dil dökerler.
Her dini methederek, ona teklif ederler.
Eğer islamiyet’e tam uymuşsa ömründe,
Şeytanın fitnesine hiç aldanmaz o günde.
. Şeytanın hiylesi
İnsan ölüm halinde, öyle fazla susar ki,
İçi, bu hararetten tutuşur, yanar sanki.
Bunu, büyük bir fırsat bilerek lain şeytan,
İmanını çalmaya çalışır onun o an.
Elinde buz gibi su, yaklaşır hiyle ile.
Kadehteki o suyu çalkalar hem eliyle.
Onun kim olduğunu bilemediği için,
Der ki: (O soğuk sudan, bana da verir misin?)
Şeytan, fırsat bilerek der ki: (Veririm, fakat,
De ki: Kendi kendine olmuştur bu kainat.)
Eğer ki o kimsenin, kuvvetliyse imanı,
Der ki: (Bu kainatın, Allah’tır yaratanı.)
Şeytan bakar olmadı, geçer öbür tarafa.
Elindeki kadehi başlar çalkalamaya.
Başka bir surettedir, mümin yine tanımaz.
Ve der ki: (Verir misin o sudan bana biraz.)
Der ki: (Veririm ama, de ki: Kitap, Peygamber,
Uydurma ve yalandır, hiç yoktur böyle şeyler.)
Mazallah aldanıp da söylerse dediğini,
Sonsuz bir felakete atmış olur kendini.
Lakin hayatta iken, islama uymuşsa tam,
Şeytana aldanmayıp, söylemez böyle kelam.
İnsan, ölüm halinde, his ve duygularından,
En son kaybedeceği, işitmesidir o an.
Evliyadan bir kişi, Ebu Zekeriya ki,
Ölüm hastalığına yakalandı vakta ki.
Dostları, o halinde toplandı baş ucuna.
Kelime-i tevhidi telkin ettiler ona.
Fakat onlar, ilk defa söyleyince tevhid’i,
(Hayır!) deyip, başını yan tarafa çevirdi.
Dostları bunu görüp, pek fazla üzüldüler.
Şehadeti, bir daha ona telkin ettiler.
O, ikinci defa da yine (Hayır!) diyerek,
Başını, öbür yana çevirdi söylenerek.
Herkes, birbirlerine baktılar şaşkın halde.
Üzülüp, mahvoldular hepsi de fevkalade.
Hatta bayılanları oldu üzüntüsünden.
Ki, Allah’ın velisi bu hale düşsün, neden?
Söylediler tevhidi ona üçüncü defa.
(Hayır!) deyip,başını çevirdi yan tarafa.
Dostları, çaresizlik içinde bekleşirken,
Ebu Zekeriya da kendine geldi birden.
Etrafındakilere sual etti hemence:
(Bir şey söylediniz mi bana siz biraz önce?)
Onlar arz eyleyince vaki olan bu şeyi,
Buyurdu: Söyleyeyim ben gerçek hadiseyi:
Az önce, hararetten yanıyordu yüreğim.
Şeytan, soğuk su ile, yanıma geldi benim.
Dedi: (İsa Allah’ın oğludur dersen şu an,
İçiririm ben dahi sana bu soğuk sudan.)
Ben (Hayır!) deyince de, geçti öbür tarafa.
(Allah yoktur) dememi teklif etti bu defa.
Ben yine (Hayır!) dedim, şeytan çok kızdı bundan.
Kadehi yere çalıp, uzaklaştı buradan.
. Hoş safa geldin
Eğer ölü ağzından, akmış ise tükrüğü,
Alt dudağı sarkmış ve kararmışsa hem yüzü,
O kişi, ihtimal ki, şakavetle ölmüştür.
Cehennemde, yerini görmüş de üzülmüştür.
Eğer ki ağzı açık, sanırsın ki gülüyor.
Yüzü balmumu rengi, güzel ve gülümsüyor.
Büyük bir ihtimalle, saadetli kişidir.
Cennetteki yerini görüp de sevinmiştir.
Melekler, böyle ruhu, Cennet ipeklerine,
Sararak, iletirler (a’la-yı illiyyin)e.
Bu meleklerin başı, hazret-i Cebrail’dir.
Birinci kat semaya, o ruh ile yükselir.
(Kimsin?) diye sorulur, der ki: (Ben Cebrail’im.
Filan oğlu filandır yanımda getirdiğim.)
Onlar dahi derler ki: (Hoş geldi, safa geldi.
İman ve itikadı doğru ve pek güzeldi.)
İkinci kat semaya çıkınca (Kimdir?) denir.
Cibril, hem kendisini, hem de onu bildirir.
Onlar dahi derler ki: (Hoş geldi, safa geldi.
Tadil-i erkan ile namaz eda ederdi.)
Üçüncü kat semaya, daha sonra varılır.
Aynı sual ve cevap, orda da tekrarlanır.
Onlar dahi derler ki: (Hoş safa geldi bu zat.
Seve seve verirdi malından uşur, zekat.)
Dördüncü kat semaya çıkılınca sonra da,
Aynı sual ve cevap tekrarlanır orda da.
Derler ki: (Safa geldi, ne iyi müslümandı.
Oruçlarını tutup, haramlardan kaçardı.)
Sonra, beşinci kata varınca (Kimdir?) denir.
Yine aynı şekilde Cebrail cevap verir.
Derler ki: (Safa geldi, biliriz kendisini.
Allah için yapardı, o Hac farizesini.)
Altıncı kat semaya, varıp kapı vurulur.
Yine aynı şekilde, sual cevap olunur.
Derler ki: (Safa geldi, ederdi çok istiğfar.
Yetim ve acizlere yapardı çok hayırlar.)
Oradan varırlar ki, Sidre-tül münteha’ya,
Sual cevaptan sonra, yükselirler oraya.
Denir ki: (Safa geldi, ne hoştur ki bu kişi,
Allah rızası için yapıyordu her işi.)
Oradan da yükselir nur ve zulmet, su ve kar,
Ateş deryalarından yukarlara çıkarlar.
Bir nida olunur ki, o sırada onlara:
(Bu, kimin ruhudur ki, getirdiniz buraya?)
Cibril aleyhisselam, bunu cevaplandırır.
Ve der ki: (Evliyadan, filan oğlu filandır.)
Denir ki: (Yaklaştırın, daha da yakın olsun.)
Sonra nida olunur: (Sen, ne iyi bir kulsun!)
Bu makama varanlar, evliya-yı kiramdır.
Arif-i billah olan çok yüksek insanlardır.
Yoksa çoğu veliler, ulaşınca Kürsi’ye,
Bir nida işiterek döndürülür geriye.
Bazı evliya dahi, daha alt perdelerden,
Red olunup, geriye döndürülür o yerden.
. Mevtaya gelen sesler
Facirlerin ruhları, şiddet ile alınır.
Yüzleri Ebu Cehil karpuzunu andırır.
Melekler ona der ki: (Ey habis ruh, haydi çık!
Bu habis bedenini, cesedi terk et artık.)
O an kâfirin ruhu merkep gibi bağırır.
Ve hazret-i Azrail, onu eline alır.
Sonra da teslim eder onu bir zebaniye.
Yani verir o ruhu, bir azap meleğine.
Yüzü çok çirkin olup, simsiyahtır abası.
Dünyada her kokudan kerihtir rayihası.
Cibril aleyhisselam o ruh ile yükselir.
Ve dünya semasının birincisine gelir.
Sorulur ki: (Sen kimsin ve kim vardır yanında?)
Der ki: (Ben Cebrail’im, filan kâfirdir bu da.)
Melekler işitince, o kâfirin adını,
Şöyle deyip, açmazlar semanın kapısını:
(Bir deve, geçmedikçe iynenin deliğinden,
Bu gibiler, Cennete giremezler katiyen.)
Cibril bunu işitip, ruhu bırakıverir.
Rüzgar onu alarak, uzaklara iletir.
O ruh yere düşünce, bir zebani alarak,
Ta (Siccin )e indirir, hor ve hakir olarak.
Cehennemin dibinde bir yerdir ki bu Siccin,
Orada habs olunur ruhları her facirin.
Ruh bedenden çıkınca, kendisine, semadan,
Bir münadi, şöylece nida eder o zaman:
(Ey Ademoğlu, sen mi terk ettin bu faniyi?
Yoksa, dünya mı seni terk etti böyle ani?)
Bir nida daha gelir sonra gasilhanede.
Der ki: (Ey Ademoğlu, kuvvetin hani nerde?
Nerde güçlü bedenin, seni kim zaifletti?
Nerede o dostların, hepsi de terk mi etti?)
Sonra kefenlenirken, yine gelir bir nida.
Der ki: (Ey Ademoğlu, çıkıyorsun bir yola.
Hiç dönmemek üzere, evinden gidiyorsun.
İlk kez tahta bir at’a, tabuta biniyorsun.)
Teneşire konurken, bir nida gelir yine.
Der ki: (Ey Ademoğlu, gidiyorsun kabrine.
İmanın varsa eğer, sana müjdeler olsun.
Yok eğer kâfir isen, kötüdür senin sonun.)
Musallaya konunca, şöyle nida edilir:
(Dünyada ne yaptıysan, karşına gelir bir bir.
Eğer hayır yaptıysan, onun mükafatını,
Yok, günah işlediysen, bulursun cezasını.)
Kabristana girince, denir ki ona artık:
(Ey kişi, mezar için getirdin mi bir azık?
Çok karanlık bir yerdir gireceğin bu kabir.
Onu aydınlatacak ışığın var mı ki bir?)
Kabire konduğunda, seslenir ona mezar.
Der ki: (Ey Ademoğlu, kıldın mı bende karar?
Dün, benim üzerimde, gülüyor, oynuyordun.
Şimdi benim içimde, ne için ağlar oldun?
Konuşup duruyordun üstümde bülbül gibi.
Şimdi sesin çıkmıyor, acaba sebep ne ki?)
. Kabir hayatı
İmtihan etmek için kulları cenab- Hak,
Yaratıp, bu dünyaya gönderdi ilk olarak.
Öldükten sonra ise, ta kıyamete kadar,
Onları, kabirlerde bulundurur bir miktar.
(Kabir hayatı ) diye bir hayat var ki yarın,
İnanması lazımdır buna her müslümanın.
Hadiste buyuruldu: (Bir konaktır ki kabir,
Ahiret yolundaki konakların ilkidir.)
Buradan, kolaylıkla kurtulursa bir kişi,
Sonraki konaklardan, kolay olur geçişi.
Kolay kurtulamazsa her kim eğer kabirde,
Daha çok zahmet çeker daha sonrakilerde.
Haktır kabir azabı, elbet yapılacaktır.
Hem ruha, hem bedene birlikte olacaktır.
Olur hem de bu azap, laf, söz taşıyanlara.
Ve helada, üstüne idrar sıçratanlara.
Hakiki azap olup, rüya gibi değildir.
Bir görüntü olmayıp, azabın kendisidir.
Geçici olsa bile dünya azabı gibi,
Ahiret azapları cinsindendir tabii.
Yani çok şiddetlidir ahiret azapları.
Hiç kalır buna göre dünya sıkıntıları.
Dünyaya bir kıvılcım gelse hem Cehennemden,
Dünyadaki her şeyi, yakar, yok eder hemen.
Bir gün Hasan-ı Basri buyurdu: (Bu kabirler,
Size, bu sonsuz yolda bir konak gibidirler.)
Ata-i Horasani buyurdu ki: (Bu kabir,
İnsanın, ölümünden sonraki ilk halidir.
Başka bir hayat ile hayattadır bu yerde.
Ya azap içindedir, yahut da nimetlerde.)
Şa’biye dediler ki: (Filanca etti vefat.)
Buyurdu ki: (Kabirde başladı ona hayat.
Şimdi o, ne dünyada, ne de ahirettedir.
İkisi arasında, kabir âlemindedir.)
Enes bin Malik dahi buyurdu ki: (Bu toprak,
Her gün, insanoğluna nida eder muhakkak.
Der ki: Ey Ademoğlu, bu gün günah işlersin.
Ve lakin yarın ölür ve içime girersin.
Bu gün, Rabbine karşı kalkışırsın isyana.
Lakin bunun hesabı, sorulur yarın sana.
Gülüp oynuyorsun da bu gün sen üzerimde,
Girip ağlayacaksın yarın benim içimde.
Helal haram demeden, yersin her bulduğunu.
Yarın, benim içimde kurtlar yer vücudunu.
Sen, bu gün üzerimde, neşe ve sevinçtesin.
Ama yarın içimde, pek çok üzüleceksin.
Bu gün, mal toplasan da, helal haram demeden,
Yarın, benim içimde sorarlar bunu senden.
Bu gün, büyüklenirsin hep benim üzerimde.
Lakin zelil olursun yarın benim içimde.
Bu gün, aydınlıklarda hep gezinip durursun.
Lakin yarın içimde, karanlıkta olursun.
Bu gün, sık sık gidersin, dost ve arkadaşına.
Yarın, benim içimde kalırsın tek başına.)
. Beni yavaş götürün
Hazret-i Aişe’den radıyallahü anha,
Nakledilir: Evimde idim ki tek ve tenha,
İçeri, Resulullah teşrif etti bir yerden.
Saygı için, ayağa kalkıyordum ki hemen,
(Kalkma!) deyip, oturdu gelip yanıbaşıma.
Sonra, koyup uyudu başını kucağıma.
Sakal-ı şerifinde saydım tam dokuz adet,
Beyazlanmış kıl vardı, mahzun oldum begayet.
Düşündüm ki: Dünyadan giderse benden önce,
Ümmeti, Peygambersiz kalacaktır böylece.
Ağlayıp, gözlerimden boşandı yaşlar o gün.
Düştü bir damlası da, nur yüzüne Resul'ün.
O zaman Resulullah uyanarak uykudan,
Buyurdu: (Ya Aişe, nedir seni ağlatan?)
Arz ettim düşüncemi, buyurdu: (Ya Aişe!
Hangi hal şiddetlidir ölü olan kişiye?)
Dedim ki: (Hanesinden götürüldüğü hali,
Çok üzüntülü olup, ağlar bütün iyali.)
Buyurdu: (Ya Aişe, doğru, bu çok çetindir.
Bundan daha şiddetli acaba hangisidir?)
Dedim: (Kabre konup da, üzeri örtülünce,
Ameliyle başbaşa kalır, herkes gidince.)
Buyurdu: (Ya Aişe, doğrudur söylediğin.
Bundan daha şiddetli ne vardır meyyit için?)
Sükut edip, edeple arz ettim ki hem dahi:
Allah ve Resulullah bilirler daha iyi.
Buyurdu: Ya Aişe, daha da zoru vardır.
Gasilin yıkamaya başladığı zamandır.
Parmağından, yüzüğü çıkarıp, başlar işe.
Elbisesi, rütbesi, çıkarır ne var ise.
O zaman çıplak görüp, ruh kendi bedenini,
Bir üzüntü, pişmanlık kaplar hemen kendini.
O kederli haliyle eder ki öyle feryat,
İnsan ve cinden gayri işitir her mahlukat.
Bu çıplak hali, ona, gelir ki öyle acı,
Başucuna gelir ve der ki: (Ey yıkayıcı!
Yavaş tut bedenimi, zira çok çekti zahmet.
Dikkat et de, çekmesin daha fazla eziyet.)
Teneşire gelince, der ki: (Ricam var benim.
Suyu sıcak etme ki, incinmesin bedenim.)
Kefene sarılırken, nida eder bir daha.
Der ki: (Yakınlarımı göreyim son bir defa.
Beni bu halde görüp, hiç feryat etmesinler.
Onlar da, çünkü yarın ölürler birer birer.)
Musallaya gelince, seslenir: (Ey iyalim!
Bakın, ibret alın ki, böyledir işte halim.
Ayrılık günü yoktur bunun gibi dünyada.
Elveda! kıyamette görüşürüz bir daha.)
Namazı kılınıp da, omuzlarda giderken,
Der ki: (Yavaş götürün, incinirim yoksa ben.)
Kabirde seslenir ki: (Ey dostlarım, şimdi siz,
Beni, bu ıssız yerde bırakıp gidersiniz.
Başbaşa kalırım ki mezarda amelimle,
Olmaz hiç ilgilenen bu kabirde benimle.)
. Kabir sualleri
Abdullah bin Mes’ud ki, Sahabe-i kiramdan.
Şöyle sual eyledi bir gün Resulullahtan:
Dedi: (Ya Resulallah, ölü, kabre girince,
Ne ile karşılaşır her şeyden daha önce?)
Resul şöyle buyurdu bu sualine onun:
Bana, bunu ilk defa sual eden sen oldun.
Dinle ya İbni Mes’ud, ölü kabre girince,
Vazifeli bir melek, yanına gelir önce.
Onun adı Ruman’dır, eder ki şöyle avaz:
(Ey Abdullah, dünyada ne yaptıysan şimdi yaz.)
O der ki: (Yoktur benim ne kağıt, ne kalemim.
Mürekkebim bile yok, nasıl yazabilirim?)
Melek der ki: (Bu sözün, değildir hiç muteber.
Amellerini yazman, elbette icab eder.
Kefenin kağıdındır, tükrüğün mürekkebin.
Parmakların kalemdir, yaz ne ise amelin.)
Kefeninden bir parça koparıp, ona verir.
O da, amellerini oraya yazıverir.
O kefen parçasını, alır sonra o melek,
O mevtanın boynuna, asar hemen dürerek.
Sonra da gayet korkunç iki melek gelirler.
Bir insan suretinde mevtaya görünürler.
Yüzleri siyah olup, yere değer saçları.
Ve gök gürlemesine, benzer konuşmaları.
(Münker-Nekir ) denir ki, bu gelen meleklere,
Bunlar, kabir suali sorarlar ölenlere.
Ruh bunları görünce, korkar ve hemen kaçar.
Ve burnundan girerek, göğsünde karar kılar.
Göğsünden yukarısı, bir lahzada dirilir.
Ve tıpkı öleceği zamandaki gibidir.
Kadir olamasa da harekete o kimse,
Lakin görür, işitir, ona ne söylenirse.
Melekler sorarlar ki: (Rabbin kim, dinin nedir?
Ve kimdir Peygamberin, kıblen dahi neredir?)
Saadetli kimseler, derler ki: (Rabbim Allah.
Peygamberim, hazret-i Muhammed Resulullah.
Dinim din-i islamdır, Kur'andır hem imamım.
Kıblem Kâbetullah’tır, müslümanlar ihvanım.)
Melekler, tasdik edip onun dediklerini,
Derler ki: (Halas ettin elimizden kendini.)
Kabrini ,yetmiş arşın büyütüp o kimsenin,
Cennetten iki kapı açarlar onun için.
Sonra güzel kokular, nadide fesleğenler,
Getirip, mezarını güzel tezyin ederler.
Cennetin kokuları, açılan kapılardan,
Meyyitin üzerine yayılır hiç durmadan.
Hayatında yaptığı amelleri de yine,
Sevdiği bir dostunun girerek suretine,
Çok neşeli olarak yanına geliverir.
Güzel şeyler söyleyip, onu hep eğlendirir.
Kabri nur ile dolar onun bu gelişinde.
Ta kıyamete kadar olur neşe içinde.
Asırlar geçse bile, ona, çok kısa gelir.
Hem kıyamet kopması, ona çok sevgilidir.
. Kâfirlerin cevabı
İtikadı bozuksa bir kimsenin mazallah,
(Rabbin kim?) sualine, diyemez (Rabbim Allah .)
Melekler, bu kimseye çok şiddetli vururlar.
O anda, o kimsenin kabrine ateş dolar.
Çok kimse de vardır ki, diyemez (Dinim islam .)
Bunun da itikadı değildir çünkü sağlam.
Melekler, buna dahi vururlar şiddet ile.
Onun da kabri dolar Cehennem ateşiyle.
Bazısı da (İmamım Kur’andır ) diyemezler.
Çünkü Kur'an yolunda gitmezdi o kimseler.
Kimi de, (Peygamberim, hazret-i Muhammed’dir )
Demek istese bile, olamaz buna kadir.
Çünkü dünyada iken yapmıyordu sünneti.
Tam tatbik etmiyordu dini, islamiyet’i.
Modaya uymuş idi o islamdan ziyade.
Haram ve günahlara dalmıştı fevkalade.
Kimi, (Kıblem Kâbe’dir ) diye söyleyemezler.
Çünkü az yönelmişti kıbleye o kimseler.
Ve yahut almazlardı usulünce bir abdest.
Ve tadil-i erkana etmezlerdi riayet.
Ve yine kâfirlere, kabirde Münker-Nekir,
Sual ettiklerinde: (Rabbin kim, dinin nedir?)
Onlar, buna (La edri), yani (Ben bilmem) derler.
O zaman, kamçı ile vurur ona melekler.
Girerler o vuruşta yedi kat yer dibine.
Yer silkinip, çıkarlar yine kabirlerine.
Ve yine her kâfire sorar ki Münker-Nekir:
(Muhammed Resulullah hakkında fikrin nedir?)
Derler: (Ben bilmem ama, çoğundan duyar idim.
Bir şeyler söylerlerdi, ben de onu söylerdim.)
Melekler ona der ki: (Olmazsan Ona tâbi,
Onun kim olduğunu bilemezsin tabii.)
Toprağa, (Sıkış!) diye emr olunur o zaman.
Ve mezar, sıkıştırır onu iki yanından
Öyle feci sıkar ki mezarı o kâfiri,
Birbirine geçer hep kaburga kemikleri.
Onlar, yattığı yerde, kıyamete kadar hep,
Çeşitli azaplarla olurlar hep muazzep.
Sonra çirkin suratlı, pis, kirli elbiseli,
Ve gayet fena kokan biri girer içeri.
Bu geleni görünce, iğrenir, nefret eder.
(Sen de nereden çıktın, yanımdan çekil git!) der.
O da der ki: (Ben senin, kötü amellerinim.
Ta kıyamete kadar seninle beraberim.)
Bazısının ameli, bir (köpek ) şekli alır.
Ta kıyamete kadar, devam üzre ısırır.
Kimisinin ameli, olup büyük bir (yılan ).
Kıyamet gününe dek, sokar onu durmadan.
Kiminin ameli de, girer (hınzır ) şekline.
Ta kıyamete kadar ısırır onu yine.
Kimisinin ameli, olur koca bir (akrep ).
Devamlı o kâfiri ısırır kabrinde hep.
Sevdiğin kullarının hürmetine ya Rabbi!
Bizi, mezarımızda eyleme bunlar gibi.
. Kabir azabının sebebi
Kabirde, kâfirlerle günahkâr müminlere,
Azap yapılacaktır günahlarına göre.
Hem ruha, hem bedene olacaktır bu azap.
Dünya azaplarına benzemez bu ızdırap.
Geçici olsa bile dünya azabı gibi,
Ahiret azapları cinsindendir tabii.
Kabir azaplarından kurtulabilmek için,
Dört şeyi, tam yapması lazım gelir kişinin.
Yine kurtulmak için kabir azaplarından,
Dört şeyden de kaçınmak lazım gelir her zaman.
Yapması lazım gelen o dört husus şunlardır:
Beş vakit farz namazı, vaktinde kılmalıdır.
Zengin ise, malının uşur ve zekatını,
Verip, kurtarmalıdır her zarardan malını.
Ve Kur'an-ı kerim’i, tecvide riayetle,
Devamlı okuyarak, zevk almalı gayetle.
Allahü teâlâyı çok hatırlamalıdır.
Bunları tamam yapmak, mezarı nurlandırır.
Kaçınmak icab eden dört şeyden, ilki yine,
(İdrar sıçratmamak )tır helada üzerine.
İkinci, (koğuculuk ), yani söz taşımaktır.
Bunu yapanlara da, kabirde azap vardır.
Üçüncüyle dördüncü, (yalan ) ile (hıyanet ).
Bu iki günahtan da kaçınmak lazım elbet.
Peygamber Efendimiz, Baki kabristanında,
Bir gün, gelip durdular iki kabir yanında.
Oradaki Eshaba, sordu: (Bu iki kabir,
Falanca erkek ile kadının değil midir?)
(Evet ya Resulallah) deyince ordakiler,
Resulullah, onlara şöyle beyan ettiler:
(Ben, yemin ederim ki Allahü teâlâya,
Öyle bir vurdular ki şu anda bu mevtaya,
Bilcümle uzuvları, param parça oldu hep.
Bu kişi, devam üzre olur böyle muazzep.
Canının acısından etti ki öyle feryat,
İns ve cin haricinde, duydu bütün mahlukat.
Gizleyebilseydiniz bu sırrı eğer biraz,
Allahü teâlâya ederdim dua, niyaz.
Kabirlerinden çıkan bu feryat seslerini,
Siz de işitirdiniz benim duyduğum gibi.)
Oradaki Sahabe, sordu: (Ya Resulallah!
Onların işlediği acaba hangi günah?)
Buyurdu: (Falan erkek, üstüne bevil, idrar,
Sıçratırdı, bu yüzden azaba oldu duçar.
Falanca kadın ise, gıybet ederdi ki hep,
Onun azabına da, bu günah oldu sebep.)
Ebu Said-i Hudri, rivayet ediyor ki:
Resulullah, hadiste şöyle buyuruyor ki:
(Kâfire, mezarında, tam doksan dokuz yılan,
Musallat olunur ki, sokarlar onu her an.)
Ve yine buyurdu ki: (Ölürken bir müslüman,
Cennetteki yerini görüp olur şadüman.
Ölüp, Hak teâlâya kavuşmak ister ancak.
Allahü teâlâ da, ister ona kavuşmak. )
. Keşke namaz kılsaydım
Abdullah ibni Ömer, Resul’ün Eshabından.
Şöyle naklediyor ki mübarek babasından:
Bir gün uğramış idim müşrik kabirlerine.
Manen bir nazar ettim onların hallerine.
O sırada gördüm ki, kabirlerin birinden,
Ateş içerisinden birisi çıktı birden.
Ateşten zincir vardı boynu ve ayağında.
Su dolu bir kap vardı benim dahi yanımda.
Beni görüp dedi ki: (Ne olur bana su ver!
Ne olursun o suyu, üzerime döküver.)
Tam verecek idim ki o sudan ona biraz,
O kabirden bir Melek eyledi beni ikaz.
Dedi ki: (Aman sakın, su verme bu kâfire!)
Zincirinden tutarak, çekti onu kabire.
Gidip, gördüm acilen Resul-i müctebayı.
Arz ettim kendisine gördüğüm bu vakayı.
Buyurdu: (Ebu Cehil idi ki o gördüğün,
Böyle mahşere kadar, azap çeken o her gün.)
Amr bin Dinar vardı hem, evliyadan bir kişi.
Der ki: (Vefat etmişti, birinin kız kardeşi.
Definden sonra, kızın abisi eve varıp,
Baktı, para cüzdanı düşmüş ve olmuş kayıp.
Defnederken düşmüştür diyerek hemen sonra,
Birisini alarak, geldi yine mezara.
Cüzdanı bulmak için, o kabri tekrar açtı.
Ve lakin çok feci bir şey ile karşılaştı.
Ateşler içindeydi mezarı kardeşinin.
Aklı gidecek oldu korkudan o kişinin.
Mezarı tekrar örtüp, koştu hemen evine.
Gördüğü hadiseyi anlattı annesine.
Dedi: (Hangi günahı ederdi ki irtikab,
Kabirde, ateş ile olunur böyle azap?)
Dedi: (Namazlarını geciktiriyordu hep.
Azap olunmasına, bu haldir belki sebep.)
Abdullah bin Muhammed adındaki biri de,
Diyor ki: (Bir eşyamı kaybettim ben bir yerde.
Onu aramak için, o gün dolaşıyordum.
Nihayet bir mezarın yanına vasıl oldum.
Akşam ezanı dahi okunmuştu o anda.
Ve kıldım namazımı o mezarın yanında.
Dua ediyordum ki namazdan sonra fakat,
Duydum kabir içinden bir inilti ve feryat.
Dinledim, diyordu ki: (Ne olaydı, dünyada,
Beş vakit namazımı edeydim her gün eda.
Ah keşke uysaydım da dinime tam olarak,
Bu kabir azabına olmasaydım müstehak.
Keşke çok ehemmiyet verseydim de namaza,
Bu gün yapılmasaydı kabirde böyle eza.)
Bunun gibi, toprağın altında nice emvat,
Yer yüzündekilere ederler şöyle feryat:
(Ey dünyada gafletle hayat süren insanlar!
Gafletten uyanın ki, elinizde fırsat var.
Biz fırsatı kaçırdık, bari siz kaçırmayın.
Çok pişman olursunuz siz dahi yoksa yarın.)
. Kabirdeki nimetler
Ubade bin Samit’den edilir ki rivayet:
Kim Kur'an-ı kerim’i ederse çok tilavet,
Vakta ki o müslüman, gelse ölüm haline,
Kur'an dahi, acilen gelir onun yanına.
Ne zaman ki o mevta, yıkanıp kefenlenir,
Kur’an-ı kerim dahi, hep o kimse iledir.
Vakta ki tekfin bitip, giderken kabristana,
Gelip girer, göğsüyle kefeni arasına.
Kabre konulduğunda, az sonra Münker-Nekir,
Adında iki melek, o kabre geliverir.
Kabir suallerini sorarken o mevtaya,
Kur'an çıkıp yerinden, gelip girer araya.
Melekler ona der ki: (Sen çık ki aramızdan,
Biz sual soracağız bu kimseye bu zaman.)
Meleklere cevaben Kur'an-ı kerim dahi,
Der ki: (Ben, bu kimseden ayrılamam Vallahi.
Çünkü çok okuyordu, o beni hayatında.
Ben de, garip bırakmam onu garip anında.)
Bir gün de, çadır kurdu eshaptan bir tanesi.
Sonra duydu o yerde, okunan Kur'an sesi.
Bir kabir yeri imiş o çadır kurduğu yer.
Tebareke suresi okurmuş ölü meğer.
Gelip, Resulullaha arz etti hadiseyi.
Dedi: (Duydum, o mevta, okurdu bu sureyi.)
Buyurdu: (Tebareke suresini okuyan,
Korunur öldüğünde, o kabir azabından.)
Hak teâlâ, lütfedip, bazı salih kullara,
Şefaat izni verir hem-civar mevtalara.
Fasıklardan birisi, etmişti bir gün vefat.
Rüyada gördü onu, hal ehli iyi bir zat.
Azaplar içindeydi, hüzün çöktü kalbine.
Aradan zaman geçti, rüyada gördü yine.
Baktı ki hali iyi, sevinip buna derhal,
(Hikmeti nedir?) diye eyledi ondan sual.
O dedi: (Yanımıza geldi bir mübarek zat.
O gelince, azaptan kurtulup oldum rahat.)
Ölüler, kabirlerde görür ve işitirler.
Ziyaret edenleri görür, tanır, bilirler.
Zira Peygamberimiz buyurdular ki yine:
(Bir kimse vefat edip, konulunca kabrine,
Defin işi bitip de dağılırken insanlar,
Halkın ayak sesini, kabrinden o da duyar.)
Bedir’de öldürülen yetmiş kadar kâfirin,
Hepsini, bir çukura doldurdu eshap o gün.
Bundan birkaç gün sonra, Allah’ın Sevgilisi,
O çukurun başına gelip durdu kendisi.
Her birinin adını söyleyip birer birer,
O çukurdakilere şöyle hitab ettiler:
(Ben, kavuştum Rabbimin vadettiği zafere.
Siz de kavuştunuz mu azap ve elemlere?)
Sordu hazret-i Ömer: (Ey Hakkın Peygamberi!
Çürümüş leşlere mi söylersin bu sözleri?)
Buyurdu ki: (Ya Ömer, yemin ederim ki, siz,
Beni, onlardan fazla duyucu değilsiniz.)
. Kıyamet alametleri
Kıyamet kelimesi, Kıyam kökünden gelir.
Yani ayağa kalkmak ve dirilmek demektir.
İmanın bir şartı da yine islamiyet’te,
Ahiret hayatına inanmaktır elbette.
Et ve kemik, çürüyüp olsa da toz ve toprak,
Sonra, diriltecektir onları cenab-ı Hak.
Ruhlar, bu bedenlere girip canlanacaktır.
Ve herkes, mezarından, dirilip kalkacaktır.
Ne şekilde idiyse her kişi öldüğünde,
Yine, aynı şekilde dirilirler o günde.
Eğer sorulursa ki: (Bu, ne zaman olacak?)
Kıyametin vaktini, Rabbimiz bilir ancak.
Yalnız alametleri vardır ki kıyametin,
Çoğu çıktı meydana küçük alametlerin.
Bazısı şunlardır ki: İlim irfan yok olur.
İnsanların başına, cahiller hakim olur.
Düşerler itibardan, ilim ehli kimseler.
Cahiller, her tarafta olur üstün, muteber.
İnsanlar arasında, kalmaz olur emanet.
Sözüne emin kişi bulmak zor olur gayet.
Şerrinden halas için, ikram görür zalimler.
Erkek kadına uyup, anaya isyan eder.
Her evde çalgı çalar, ezan duyulmaz olur.
İnsanların cahili, mecliste ferman okur.
Köpek dişi misali, yüksek olur binalar.
Yolculuk seri olup, yakın olur uzaklar.
Hiç ilmi olmayanlar, âlim diye tanınır.
Hayasızlık çoğalıp, meydan deyyusa kalır.
Herkes der: (Ben haklıyım, haksız bana uymayan.)
Çok övülen kimsede, bulunmaz zerre iman.
Sonra gelen, beğenmez, atasını, ceddini.
Onları ahmak bilip, büyük sanır kendini.
Adam öldürmelerle, çoğalır hem fitneler.
Bid’atler revaç bulup, terk olunur sünnetler.
Deccal vekilleri de çıkıp daha sonradan,
İnsanları aldatıp, çıkarır doğru yoldan.
Her yerde, her köşede bulunur çok zalimler.
Mazlumların malını, zor ile gasbederler.
İnsanlar arasında, kalmaz sevgi, muhabbet.
Doğru konuşanlara edilir hem hakaret.
Kadınlar çok azıtıp, kalmaz hiç haya, edep.
Ve hatta erkekleri, kadınlar saptırır hep.
Ayıp diye bilinir, islama uygun işler.
Yeme ve içmesinde israf eder kişiler.
Kadınlar, kocasını dinlemez, eder isyan.
Sadece bir ses için dinlenir yüce Kur'an.
Hep islama muhalif fena işler yapılır.
Hatta islamiyet’in sadece adı kalır.
Mescitler olsa bile, bulunmaz cemaati.
Dıştan mamur olsa da, haraptır lakin içi.
Erkekler, kadın gibi giyer ipek elbise.
Ve hatta kadınlığa özenir çoğu kimse.
Zina sanat sayılıp, revaç bulur o zaman.
Kadınlar dar giyinir, açılır baldır, gerdan.
. Büyük alametler
Kıyamet kopmasının büyük alametleri,
On olup, aşağıda beyan oldu her biri.
Birisi (Deccal )dir ki, çıkar ahir zamanda.
Şaşı, kör ve kâzip’tir, kırk gün kalır dünyada.
Adem safiyyullah’tan, ta kıyamete kadar,
Gelmemiştir dünyaya, böyle hain, sahtekâr.
Alır hükmü altına hatta bazı diyarı.
(Ben ilahım) diyerek, aldatır insanları.
İsa aleyhisselam, bu dünyaya inince,
Mehdi ile birleşip, öldürür onu önce.
İkinci, (Mehdi )dir ki, Resul’ün soyundandır.
Kendi adı Muhammed, babası Abdullah’tır.
Mutlak müctehid olup, çok yüksek velidir hem.
İdaresi altına girer hep bütün âlem.
Zamanın halifesi ve devlet reisidir.
Allah, onu dünyaya kurtarıcı gönderir.
Üçüncü alamet de, (İsa aleyhisselam ).
Gökten yere inerek, kırkbeş sene yaşar tam.
Evlenir, oğlu olur ve vefat eder yine.
O da, Resulullahın defn olunur kabrine.
Dördüncü alamet de, (Ye’cüc ile Me’cüc )tür.
Kulakları çok büyük, gözleri küçücüktür.
Yüzleri yassı olup, hem kısadır boyları.
Hepsi bin çocukludur, pek çoktur sayıları.
Ardında kaldıkları seddi her gün oyarlar.
Lakin eski halini alır o gece tekrar.
Çıkar ve saldırırlar bu sedden insanlara.
Halk, kaçıp saklanırlar şehir ve binalara.
Yiyerek bitirirler bilcümle hayvanları.
Ve içip kuruturlar nehir ve ırmakları.
İsa aleyhisselam, eder dua ve niyaz.
Hepsi bir anda ölüp, insanlar olur halas.
Beşincisi, (batıdan doğmasıdır güneşin ).
Bunu görüp, imana gelir bütün ins ve cin.
İnanır hatta o gün kâfirlerin cümlesi.
Lakin o inanmanın, olmaz bir faidesi.
Altıncı, (Dabbet-ül erd ) denen büyük hayvandır.
Her hayvandan bir renk ve benzerlik onda vardır.
Mekke'de, Safa dağı altından çıkar hem de.
Onunla bir olamaz kimse güç ve kuvvette.
Yedinci, (Duhan )dır ki, bir dumandır büyükçe.
Gök yüzünden yayılıp, kalır kırk gün, kırk gece.
Öyle müthiş sarar ki kâfirleri o duman,
Çıkar hep burun, kulak, hem de arkalarından.
Sekizinci alamet, (Harab olur Medine.
Habeş renkli kimseler Kâbe'yi yıkar yine.)
Dokuzuncu, (Şarkta ve garb ve Arabistan’da,
Üç yer, harab olur ve yıkılır o zamanda.)
Onuncusu şudur ki, (Ateş çıkar Aden’den).
İnsanlar, güruh güruh kaçarlar ondan hemen.
Lakin o, kaçanları kuşatır çepe çevre.
Ve bütün insanları, cem’eder tek bir yere.
Büyük alametlerin sonudur bu alamet.
Sur üfürülmesiyle, kopar birden kıyamet.
. Kıyametin kopması
Alametlerin hepsi, çıkıp sona erince,
Kıyametin kopması, yakınlaşır iyice.
Sonra, ferahlatıcı, serin bir rüzgar eser.
Ne kadar mümin varsa, böylece vefat eder.
(Allah) diyen bir kimse, kalmaz olur dünyada.
Ve kalkar bu dünyadan, büyük nimet (Kur'an ) da.
Yer yüzünde, sadece kâfirler kalır artık.
Kaplar bütün dünyayı fesat, zulüm, sapıklık.
Kâfirler, azgın, şaşkın dolaşırken nihayet,
Onların üzerine kopar birden kıyamet.
İsrafil adındaki melek de, bundan sonra,
Hak teâlâ emriyle, üfürür o an (Sur )a.
Öyle bir ses çıkar ki, o sesin şiddetinden,
Ne kadar canlı varsa, ölürler hepsi birden.
Dört büyük melek ile, Arş’ı tutan dört melek.
Kainatta, sadece bunlar canlı kalır tek.
Hazret-i Azrail’e, Hak teâlâ emreder.
O yedi meleğin de ruhlarını kabzeder.
Onun dahi ruhunu kabzeder cenab-ı Hak.
Her canlı, tatmış olur ölüm'ü yok olarak.
Hak teâlâdan başka, hiçbir şey yoktu önce.
O gün, yine yok olup, kendi kalır sadece.
Kıyamet kopmasını irade edince Hak,
Yollarından çıkarak, dağılır cümle eflak.
Bu gökler yarılır ve yıldızlar dağılırlar.
Dağlar da, parça parça olur ve yok olurlar.
Denizlerin bazısı, karışır bazısına.
Âlemlerin bazısı, girer bazılarına.
Dizili bir incinin dağılmaları gibi,
Perakende olurlar yıldızların her biri.
Yeryüzünde, ne kadar büyük dağ varsa eğer,
Pamuk gibi atılıp, toz haline gelirler.
Gökler, gülyağı gibi erir ve akar hatta.
Güneşin nuru gidip, siyah olur adeta.
Yedi kat yer ve gökte, Hak teâlâdan gayri,
Melek, cin ve insandan, hiç kimse kalmaz diri.
Bu kainat içinde ne varsa, hep yok olur.
Sadece Allah kalıp, şöyle nida buyurur:
(Ey dünya, nerde hani sana gönül verenler?
Nerde senin içinde Rab’lık dava edenler?
Senin güzelliğine bağlayıp da kalbini,
Ahireti unutan gafiller nerde, hani?
Verdiğim rızkı yiyip, bana ortak koşanlar,
Nerdedir bana karşı o haddini aşanlar?
Rızkımla kuvvet bulup, rab bilenler kendini,
O cebbar ve zalimler, nerdedir şimdi, hani?
O acizlikleriyle kibirlenen ahmaklar,
Büyüklenenler hani, nerdedir şimdi onlar?)
Sonra da, (Mülk kimindir?) buyurur ki mealen,
O zaman, bu suale olmaz bir cevap veren.
Zira cenab-ı Hakkın böyle sorduğu anda,
Ondan gayri bir varlık bulunmaz kainatta.
Sonra da, bu suali kendi cevaplandırır:
(Vahid ve kahhar olan cenab-ı Allah’ındır.)
. Mahlukatın dirilmesi
Hak teâlâ her şeyi, kıyamette yok edip,
Yine yaratacaktır hepsini bir (Ol) deyip.
Çürümüş, toprak olmuş insan ile hayvanat,
Ot gibi yerden bitip, bulurlar taze hayat.
Kuyruk sokumu diye, insanlarda bir kemik,
Vardır ki, bu kemikten yaratılmışlardı ilk.
Ve yine o kemikten yaratılırlar bu kez.
Çünkü her şey çürüse, o kemik hiç çürümez.
En son kemiğidir ki, omurganın bu kemik,
Bir nohut kadar olup, içinde yoktur ilik.
Her insan, mezarından, ot gibi sanki aynen,
Bitip, çıkar ortaya her a’zası tamamen.
Bazısı bazısına girmiştir ağ misali.
Karma karışık olur herkesin o gün hali.
Bir mezardan, çok insan çıkar ki bundan sebep,
Böyle, birbirlerine dolanmış olurlar hep.
Dirilip mezarlardan çıktığında insanlar,
Çocuk, yine çocuktur, pirler yine ihtiyar.
Yani öldüklerinde, her kim ne halde ise,
Yine, o suret ile hayat bulur o kimse.
Sonra Arş-ı a’ladan latif bir rüzgar eser.
Yeryüzünü kaplayıp, pürüzsüz, dümdüz eder.
Rabbimiz, İsrafil’i diriltir daha sonra.
O, ikinci olarak üfürür yine Sur’a.
Nurdan ve boynuz gibi bir borudur ki bu Sur,
Ruhlar ondan çıkarak, mahlukat hayat bulur.
Hak teâlâ, o zaman ruhlara ilham eder.
Kendi bedenlerini bulup ona girerler.
Denizde boğulsa da, kurtlar kuşlar yese de,
Ruh, kendi cesedini bulup girer yine de.
Yanıp kül olsa bile, olsa da hatta buhar,
Yine o bedenleri bulurlar yine ruhlar.
İnsanlar, kabirlerden kalkınca görürler ki,
Yeryüzü dümdüz olmuş, sanki bir kağıt gibi.
Bütün dağlar, tepeler, pamuk gibi atılmış.
Denizlerin suları çekilip, susuz kalmış.
Kabirleri üstünde, hayretlerde kalarak,
Bakar ve düşünürler herkes çıplak olarak.
Zira Peygamberimiz buyurdu ki hadiste:
(Çıplak haşr olunurlar insanlar kıyamette.)
Aişe validemiz, sordu ki buna ait:
(Bazısı, bazısına bakmazlar mı o vakit?)
Buyurdu: (Kıyametin o günkü şiddetinden,
Bakmaz kimse kimseye, kendi meşakkatinden.)
Herkes, mezarlarında hayretle otururlar.
Böyle şaşkın şekilde, tam bin sene dururlar.
Sonra, garb cihetinden büyük ateş çıkarak,
Onun gürültüsüyle, mahşere sürülür halk.
İnsan ile cinlerin amelleri, o vakit,
Kendi sahiplerine der ki: (Kalk, mahşere git!)
Bazısının ameli, girer (merkep) şekline.
Sahibi ona binip, gider mahşer yerine.
Bazısının (koç) olur, bazısı (deve) ve (at).
Ona binip giderler mahşere gayet rahat.
. Mahşere gidiş
O gün, mahşer yerine giderken cümle kullar,
Amellerine göre, gurup gurup olurlar.
Mesela mahşer yeri çok karanlık olsa da,
Müminin nuru olur hem önünde, hem sağda.
Bazısının nuru çok, kiminin ise azdır.
Nurlarının miktarı, imanları kadardır.
Nitekim mahşerdeki halleri de, o zaman,
Amellerine göre güç olur, yahut asan.
İki kişi, beş kişi, on kişi bir devede,
Olarak haşrolurlar çoğu mümin mahşerde.
Onların amelleri az olduğundan gayet,
Bir binek olmak için çünkü etmez kifayet.
Allah’tan korkanlarla, dine hizmet edenler,
Müstakil bineklerde ve süratli giderler.
Küffar, bineksiz olup, bazısı yürüyerek,
Haşrolur bazısı da yüz üstü sürünerek.
Müminlerin nurundan mahrumdur hem de onlar.
Mahşer karanlığında, (kör ) gibi haşrolurlar.
Nur-u ilahi ile, mahşer nurlandığında,
Kâfirlerin gözleri görmez olur anında.
Perde gelir onların kulaklarına dahi.
Ve asla duyamazlar kelam-ı ilahiyi.
Nitekim müminlere, bir nida gelir o gün:
(Sizin üzerinize, yoktur korku ve hüzün.
Siz ve zevceleriniz, duyun ki neşe, sevinç,
Cennete dahil olup, çıkmazsınız hem de hiç.)
Müminler bunu duyup, bulurlar huzur, rahat.
Kâfirler (sağır ) olup, duymazlar bunu fakat.
Onlar, konuşmaktan da o gün men olunurlar.
Bir şey söyleyemeyip, (dilsiz ) gibi olurlar.
Mürselat suresinde denir ki onlar için:
(O gün, konuşmaya da, onlara olmaz izin.)
Kim dünyada en fazla, ne hal üzre idiyse,
Mahşerde, o hal ile haşrolunur o kimse.
Kim çalgı dinlemekle yitirdiyse vaktini,
O gün, elinde bulur o çalgı aletini.
Onu alıp atarak, der ki: (Defol ey lanet!
Seninle meşgul olup, yapamadım ibadet.)
Lakin o, geri gelir ve der ki: (Hak teâlâ,
Hükm edinceye kadar, yanından gitmem asla.)
Her kim ömrü boyunca, hep içki içti ise,
O gün, içki içerek haşrolunur o kimse.
Ve yine açık saçık gezen kadın ve kızlar,
Bu yerlerden, kan irin akarak haşr olurlar.
İslamdan, kim ne hal’le ayrılmış ise asıl,
O kişi, o hal ile haşrolunur velhasıl.
Allah için can verip şehid olan kimseler,
O gün, yaralarından kan akarak gelirler.
Rengi (kan) olsa bile, kokusu (misk ) gibidir.
Mahşer bitene kadar, hep bu hal üzeredir.
Gece gün islam için çalışanlar da hatta,
Ölünce şehid olur, ölseler de yatakta.
Sevdiğin şehid kullar hürmetine ilahi!
Şehidler zümresine ilhak et bizi dahi.
. Mahşerdeki sıkıntılar
İnsan, cin ve hayvanat, hem yırtıcı hayvanlar,
Kurt ve kuş, mahşer günü, bir yerde toplanırlar.
Ve yedi kat göklerin bilcümle melekleri,
Sararlar çepe çevre, o gün ehl-i mahşeri.
O gün, mahşer halkına olur ki bir izdiham,
Bu hal, zaman geçtikçe, artarak eder devam.
Bir ayak üzerinde, bulunur binbir ayak.
Günahlarına göre, tere batar cümle halk.
Güneş, bir mızrak boyu insanlara yaklaşır.
Bu günkü sıcaklığı, yetmiş kat fazlalaşır.
Arasat meydanında, bir zaman, ehl-i mahşer,
İzdiham ve sıcaktan, şiddetli azap çeker.
Lakin müslümanlara, o gün ikram olunur.
O şiddetli günde de, bulurlar yine huzur.
Resulullah buyurdu: (Yedi sınıf kimseler,
Arş-ı a’la altında, o gün gölgelenirler.
Birincisi, adl ile hükmeden amirlerdir.
İkincisi, genç iken ibadet edenlerdir.
Üçüncü şunlardır ki, bu dünyada, ruz-ü şeb,
Mescit ve camilere bağlıdır kalpleri hep.
Dördüncü, birbirini, Hak için sevenlerdir.
Bu sevgiyle birleşip, hasbihal edenlerdir.
Beşincisi, bir haram teklif edildiğinde,
Ondan kaçınanlardır Hak’tan korku içinde.
Altıncısı, verirken bir sadaka ve zekat,
Hiç beklemeyenlerdir kullardan bir iltifat.
Yedinci şunlardır ki, bir kez Allah deseler,
Onun muhabbetiyle, ağlayıp yaş dökerler.)
O zaman mahşer halkı, çok değişik haldedir.
Dünyada kibr edenler, olurlar hor ve hakir.
Sıkıntı içindeyken sıcaktan ehl-i mahşer,
Bazısı, sabilerden serin sular içerler.
Onlar, çocuk yaşında etmişlerdi ki vefat,
Anne babalarına, su verirler o saat.
Bir kısım insanların başında gölge vardır.
Bu, onların dünyada verdiği zekatlardır.
İnsanlar, tam bin sene bekleşirken bu halde,
Sıkışıklık, git gide artar daha ziyade.
Ve hazret-i İsrafil, Sur’a, üçüncü defa,
Üfürünce, mahşerin şiddeti artar daha.
O sesin dehşetinden, ürperir ehl-i mahşer.
Ne yapacaklarını bilemez hiç kimseler.
O kadar çok artar ki sıkıntılar o ara,
Takat getiremezler mahşer halkı onlara.
Bu, ehl-i mahşer için begayet ağır gelir.
O dehşet ve şiddetten, başlar öne eğilir.
Hiç yetiremeyince azaba güç ve takat,
Çaresizlik içinde ararlar bir şefaat.
Onlar bu halde iken, azap, daha güçleşir.
Mahşer sıkıntıları, daha ziyadeleşir.
Bu sıkıntı içinde dururlar (bin sene ) tam.
Hak’tan, kendilerine sudur etmez bir kelam.
Mahşerde yükselince ah-ü figan ve feryat,
Gidip, Peygamberlerden isterler bir şefaat
. Şefaat arayışı
Mahşerin sıkıntısı olunca gayet çetin,
Şefaatçi ararlar, halk bundan halas için.
Önce, Adem Nebinin varırlar huzuruna.
Bu sıkıntılarını, söylerler önce ona.
Derler ki: (Ey babamız ve ey hazret-i Adem!
Sen, Allah’ın Resul'ü, aziz ve şerifsin hem.
Halimiz pek fenadır, şefaat et ki bize,
İşlesin Hak teâlâ, ne hüküm verir ise.
Artık hesabımıza başlasın ki Rabbimiz,
Zira bu sıkıntıya, kalmadı takatimiz.)
Adem aleyhisselam, özür beyan ederek,
Nuh aleyhisselama onları buyurur sevk.
(Bin sene ) müşavere ederek, sonra onlar,
Nuh aleyhisselamın huzuruna varırlar.
O da, layık görmeyip şefaate kendini,
İbrahim Peygambere söyler gitmelerini.
Onlar, yine (bin sene ) ederek müşavere,
Giderler bu sefer de, İbrahim Peygambere.
O da özür dileyip, geri çeker kendini.
Ve Musa Peygambere söyler gitmelerini.
O da özür dileyip, onlara der ki hemen:
Talep edin siz bunu, gidip İsa Nebi’den.
Ona gidip derler ki: (Ya İsa, bize acı.
Bu halden halas için, sen ol bize aracı.)
O da özür dileyip, buyurur ki onlara:
Gidin siz bunun için Hatem-ül enbiya’ya.
Çünkü Peygamberlerin, Odur en şereflisi.
Odur Hak teâlânın habibi, sevgilisi.
Zira kavmi ettikçe ona eza ve cefa,
O, beddua etmedi onlara tek bir defa.
Hatta dişini kırıp, yardılar da alnını,
Acıyıp, bağışladı yine yaptıklarını.
Hep Onun hürmetine var oldu bu kainat.
Siz şimdi Ondan gidip, talep edin şefaat.)
Onlar bunu duyunca, pek fazla sevinirler,
Hemen Resulullahın minberine gelirler.
Derler ki: (Sen, elbette habibisin Allah’ın.
Habib, en iyisidir bütün vasıtaların.
Biz, hazret-i Adem’e gittikse de ilk kere,
O havale eyledi bizi Nuh Peygambere.
Ona gidip arz ettik, bu fena halimizi.
Hazret-i İbrahim’e gönderdi o da bizi.
Ona gidip söyledik derdimizi bu defa.
O da gönderdi bizi, Musa kelimullaha.
Ona dahi giderek arz edince nihayet,
Dedi: Siz, Ruhullah’tan isteyin yardım, medet.
En son ona gittik ki, şefaat etsiz bize.
Lakin o da gönderdi bizi hazretinize.
Senden başka, kalmadı bir kimsemiz gidecek.
Merhamet et ki bize, halimiz fecidir pek.
Dayanılmaz hal aldı artık bu azabımız.
Sen şefaat eyle ki, başlasın hesabımız.
O nasıl hükm ederse, ona mahkum olalım.
Yeter ki, bu azaptan bir nefes kurtulalım.)
. Resulullahın şefaati
Mahşer günü insanlar, Resullere müracat,
Ederek, her birinden isterler bir şefaat.
Lakin havale eder her biri, diğerine.
En son Habibullaha gelirler onlar yine.
Peygamber Efendimiz, buyurur: (Ey cemaat!
Rabbim izin verirse, ben ederim şefaat.)
Sonra kalkıp, izzetle Arş-ı a’laya varır.
Orada, (bin sene )lik bir secdeye kapanır.
Rabbini, bir mükemmel eder ki hamd ve sena,
Bu, nasip olmamıştır Ondan gayri insana.
O an, ehl-i mahşerin pek fenadır halleri.
Anlatmak mümkün olmaz çekilen zahmetleri.
Çoklarının dünyada sarıldıkları mallar,
O gün, boyunlarında birer halka olurlar.
Kim deve zekatını vermemiş idi ise,
Boynuna, bir deveyi yüklenmiştir o kimse.
Ve her kim vermemişse, tarlasının uşrunu,
Yüklenir o da o gün o yerin mahsulünü.
Yüklendikleri şeyler, öyle ağırlaşır ki,
Boyunları üstünde (büyük dağ) olur sanki.
Onların feryatları öyle artar ki hatta,
Sanki (gök gürlemesi) gibi olur adeta.
(Vâ veylâ! Vâ sebûrâ!) diye feryat ederler.
Onların figanına, dayanmaz yer ve gökler.
Ticaret eşyasıyle, altın ve gümüşün de,
Zekatını vermeyen, çok pişmandır o günde.
Zira zekatlarını vermediği o mallar,
Koca bir (yılan) olup, boynuna dolanırlar.
(Değirmen taşı) gibi ağırlık, zahmet verir.
O kimse feryat edip, bağırır ki: (Bu nedir?)
Melekler cevap verip, derler ki: (Bu, dünyada,
Zekat vermediğiniz mallardan oldu peyda.)
Bazıları vardır ki, avret mahallerinden,
Kan, cerahat ve irin akar mütemadiyen.
Tahammülü imkansız pis kokuları vardır.
Bunlar da, zina yapan erkek ve kadınlardır.
Bir kısmının dilleri, sarkmış göğüslerine.
İftira edenler dir bunlar da birbirine.
Bazısının da karnı, yüksek dağlar gibidir,
Bunlar da, faiz ile mal alıp verenlerdir.
Peygamber Efendimiz, secdedeyken, bir anda,
Rabbimiz, Habibine eder şöyle bir nida:
(Ya Muhammed, başını kaldır da şefaat et.
İste muradını ki, edeyim ben icabet.)
Resulullah, başını secdeden kaldırarak,
Allahü teâlâya arz eder yalvararak.
Ve der ki: (Ya ilahi, kulların arasından,
İyi ve kötüleri ayırt et ki bu zaman,
Rezil rüsvay oldular günahıyle her biri.
Ve artık bu azaba yoktur tahammülleri.)
Şefaat muradını böyle arz ettiğinde,
Derhal kabul edilir Hak teâlâ indinde.
Cennetin gelmesini emreder cenab-ı Hak.
Gelir her ziynetiyle ziynetlenmiş olarak.
. Cehennemin kükremesi
Emreder Hak teâlâ (Cehennem gelsin!) diye.
Ona bir korku gelir ve başlar titremeye.
O gelen meleklere, eder çok feryat, figan.
Ve der ki: (Ey melekler, Rabbimiz bana şu an,
Azab ettirmek için bir mahluk halk etti de,
Azap mı edecektir onunla bu vakitte?)
Derler ki: (Öyle değil, seninle cenab-ı Hak,
Küffarın cezasını verecektir muhakkak.
Biz de, bu maksat ile sana geldik esasen.
Sen dahi bunun için yaratılmıştın zaten.)
Onu, yetmişbin iple çekerler kuvvetlice.
Ve her ipte, yetmişbin halka vardır bir nice.
Her halkada, yetmişbin vardır ki zebaniler,
Her biri, ayrı ayrı dağları devirirler.
O zaman, Cehennemin öyle bir bağırması,
Olur ki etrafına öyle ateş saçması,
O şiddet ve gayz ile gelir bir galeyana.
Yedi kat asumanı boğar siyah dumana.
Mahşere, bir senelik bir mesafe var iken,
Bir ara, meleklerin kurtulur ellerinden.
Gümbürtüsü, şiddeti öyle olur ki hatta,
Bir yıllık mesafeden duyulur Arasat’ta.
Ehl-i mahşer, bu sesi işitip çok korkarlar.
Hemen birbirlerine, (Bu ne?) diye sorarlar.
Sonra öğrenirler ki, (kurtulmuş da Cehennem,
Ehl-i mahşer üstüne geliyormuş şimdi hem.)
Bunu duyan herkesin, çözülür dizi bağı.
Oldukları yerlere çöker hep mahşer halkı.
Hatta Peygamberler de, korkuya kapılırlar.
Çoğu, Arş-ı a’laya korkuyla sarılırlar.
(Nefsî! nefsî!) diyerek o zaman her Peygamber,
(Bu gün nefsimden başka hiçbir şey istemem) der.
Yalnız Peygamberimiz, eder ki şöyle niyaz:
(Ya Rabbi, ümmetime ver selamet ve halas.)
O zaman Cehennemden çıkar ki öyle bir ses,
Boğulma noktasına gelirler o an herkes.
Korkudan, bitkin hale gelerek ehl-i mahşer,
Yüzleri üzerine kapaklanıp düşerler.
Ve hatta şiddetinin çokluğundan Cehennem,
İkiye ayrılacak bir hale gelir hemen.
Hak’tan başka kimseden bir ümit kalmadığı,
Korkudan, hiç kimsenin kımıldıyamadığı,
Bir zamanda, ortaya çıkar Hakkın Habibi.
Cehennemi durdurup, kendine kılar tâbi.
Buyurur: (Dön geriye, hor ve hakir olarak!
Ki, gelsin sana sonra kimler ise müstehak.)
Sakinleşir Cehennem bu ikaz üzerine.
Ve der ki: (Ya Muhammed, muntazırım emrine.)
O zaman Resulullah, Cehennemi tutarak,
Arş’ın soluna koyup, mahşerden eder ırak.
Onun bu şefkatini görünce ehl-i mahşer,
Bunu, birbirlerine söyleyip müjdelerler.
Zira buyuruyor ki Kur'anda cenab-ı Hak:
(Gönderdik âlemlere, seni rahmet olarak.)
. Mizanın kurulması
Mizan’ın iki gözü, yani kefesi vardır.
Biri (zulmet)ten olup, ikincisi (nur)dandır.
Mizan günü, insanlar secdeye kapanırlar.
Lakin secde edemez kâfir ve münafıklar.
Zira imansızların hepsinin beli o gün,
Sanki demir kesilip, hiç olmaz secde mümkün.
Kur'anda, Nun suresi, kırkikinci âyeti,
Şöyle beyan ediyor bize bu hakikati:
(Secdeye çağrılırlar mahşer günü cümle halk.
Lakin buna, kâfirler olamazlar muvaffak.)
Herkes secdede iken, Hak teâlâ bu sefer,
Şöyle nida eder ki, duyar hep ehl-i mahşer.
Buyurur ki: (Bu günün hakimi benim yalnız.
Bana, hiçbir zalimin zulmü etmez tecavüz.)
Hükmeder ilk evvela hayvanat arasını.
Alır boynuzsuz koyun, boynuzludan hakkını.
Dağ hayvanları ile her çeşit bütün kuşlar,
Hepsi, aralarında o gün hesaplaşırlar.
Sonra, (Toprak olunuz!) diye nida olunur.
Hayvanatın cümlesi, bir anda toprak olur.
Kâfirler şöyle der ki buna hayıflanarak:
(Keşke hayvanlar gibi, olsaydık biz de toprak.)
Bunu da, cenab-ı Hak Kur'an-ı kerim’inde,
Bildiriyor Amme’nin sonuncu âyetinde.
Onlar toprak olunca, Hak teâlâ bahusus,
Şöyle nida eder ki: (Nerdedir Levh-i mahfuz?)
Yine bu nidayı da, arsa-i Arasat’ta,
Ehl-i mahşerin hepsi, işitir o saatta.
Hesap başlamıştır ki insanlara o zaman,
Başlanır sorulmaya, önce Levh-i mahfuz’dan.
Buyurulur ki: (Ey Levh, Tevrat, İncil ve Kur'an,
Bunlarda yazdıklarım nerdedir, eyle beyan.)
O der ki: (Ya ilahi, malumdur hazretine.
Cibril tebliğ eyledi, bir bir sahiplerine.)
Levh’in bu şekildeki cevabına mukabil,
Hak teâlâ sorar ki: (Nerededir Cebrail?)
Cibril aleyhisselam, titrer halde bu sefer,
Gelir ve hayretinden diz üstü yere çöker.
O zaman Hak teâlâ, hazret-i Cebrail’e,
Hitaben buyurur ki: (Ey Cibril, beyan eyle!
Bu Levh der ki, sen benim bütün vahiylerimi,
Alıp tebliğ etmişsin Resullere, öyle mi?)
Buna cevap olarak Cibril aleyhisselam,
Der ki: (Doğru ya Rabbi, ilettim hepsini tam.)
O böyle arz edince, o zaman Hak teâlâ,
Sorar ki: (O tebliği nasıl yaptın pekala?)
Cibril aleyhisselam, arz eder: (Ya ilahi!
Kendi sahiplerine ilettim her bir vahyi.
Tevrat’ı Musa’ya ve hem İncil’i İsa’ya,
Götürdüm Kur'anı da Muhammed Mustafa’ya.
Bunlardan ayrı olan sahifeleri dahi,
Kendi sahiplerine ilettim ya ilahi!)
O böyle arz edince, bu sefer Hak teâlâ,
Resulleri çağırıp sual eder onlara.
. Sual - Hesap
Hak teâlâ çağırıp, hem Cibril-i emin’i,
Sorunca (Nasıl yaptın sen vahiy tebliğini?)
Der ki: (Bana ya Rabbi, ne vahyettinse eğer,
Harfiyyen Resullere ilettim birer birer.)
O zaman (Ya Nuh!) diye çağırır cenab-ı Hak.
Huzur-u ilahiye gelir o çok korkarak.
Sual eder ki: (Ya Nuh, Cebrail şöyle der ki,
Sana suhuf indirmiş, doğru mudur dediği?)
Arz eder ki: (Ya Rabbi, doğrudur, öyle evet.)
Buyurur ki: (Kavminle ne iş gördün, beyan et.)
Der ki: (Gece ve gündüz, yaptım ben tebliğimi.
Lakin yalanladılar onlar nübüvvetimi.)
O zaman (Ey Nuh kavmi!) diye nida edilir.
Onlar, gurup halinde huzura getirilir.
Hak teâlâ, onlara sorar ki: (Ey Nuh kavmi!
Nuh tebliğ eyledi mi size benim vahyimi?)
Onlar, inkâr ederek derler ki: (Hayır, yalan!
Bir şey tebliğ etmedi o bize hiçbir zaman.)
Onlar böyle deyince, o zaman Nuh Nebi’ye,
Sual eder Rabbimiz (Şahidin var mı?) diye.
Arz eder ki: (Ya Rabbi, son Resul'ün Muhammed,
Senin Habibindir ki, şahidim Odur elbet.)
Rabbimiz, hakikati bildiği halde yine,
Şöyle sual buyurur Sevgili Habibine:
(Ya Muhammed Nuh der ki, ben yaptım tebliğimi.
Seni de şahid tutar, doğru mudur değil mi?)
O dahi, Hud suresi, yirmibeşinci âyet,
Var ki, buna cevaben, onu eder tilavet.
O âyette, mealen buyurulur ki zira:
(Biz Peygamber gönderdik Nuh’u o insanlara.
Onları korkutarak, dedi ki o nihayet:
Allah’tan başkasına etmeyiniz ibadet.)
O zaman buyurur ki bu kavme cenab- Hak:
(Cehennem azabına oldunuz siz müstehak.)
Ne hesap olunurlar, ne de mizan yapılır.
Topyekün hepsi birden, Cehenneme atılır.
Bunlardan daha sonra, (Ad kavmi nerededir?)
Diye, Allah katından bir nida daha gelir.
Hud aleyhisselamın kavmidir ki bunlar da,
Yine aynı hususlar sorulur bunlara da.
Peygamber Efendimiz, yine eder şehadet.
Onlar da, Cehenneme atılırlar nihayet.
Sonra, Hak teâlâdan bir nida daha gelir.
Salih Peygamber ile kavmi davet edilir.
O, Semud kavmidir ki, onlar da inkâr eder.
Derler: (Tebliğ etmedi bize Salih Peygamber.)
Nuh ve Hud kavmi gibi, Semud kavmine dahi,
Hak olur neticede bir azab-ı ilahi.
Bunlardan sonra yine Marih, Esra ve Duha,
Gibi kötü kavimler vardır ki birkaç daha,
Bunlar da, hakikati ederler hepsi inkâr.
Kendi Resullerine, yaparlar iftiralar.
Bu yüzden, bunlar dahi güruh güruh, peş peşe,
Başka şey sorulmadan, atılırlar ateşe.
. Resullere olan sual
O gün, Nuh, Hud ve Salih Peygamberlerden sonra,
Hazret-i Musa’yı da çağırır Hak teâlâ.
Şiddetli bir rüzgarda titreyen yaprak gibi,
Huzur-u ilahiye gelince Musa Nebi,
Hak teâlâ buyurur: (Ya Musa, sen de yine,
Benim vahiylerimi ilettin mi kavmine?)
Musa aleyhisselam, arz eder ki: (İlahi!
Bana indirileni tebliğ ettim ben dahi.)
Hak teâlâ buyurur: (Çık şimdi minberine.
Sana vahy olunanı oku mahşer ehline.)
Musa aleyhisselam, işbu emre uyarak,
Çıkıp okur Tevrat’ı, gayet fasih olarak.
Yahudi âlimleri zannederler ki hatta,
Tevrat nazil olundu sanki tam o saatta.
Sonra, nida edilir bir de Davud Nebi’ye.
Gelir o da korkarak huzur-u ilahiye.
Hak teâlâ buyurur: (Ya Davud, Zebur’unu,
Cebrail’den alarak tebliğ ettin mi onu?)
O dahi cevabında arz eder ki: (Ya Rabbi!
Aynen tebliğ eyledim nazil olduğu gibi.)
O zaman emreder ki: (Ya Davud, çık minbere.
Sana indirileni oku ehl-i mahşere.)
Davud aleyhisselam, emre edip imtisal,
Çıkıp, güzel sesiyle Zebur’u okur derhal.
Sonra, (İsa nerdedir?) diye nida edilir.
İsa aleyhisselam, oraya getirilir.
Hak teâlâ buyurur: (Ya İsa, sen dedin mi,
Ki, ilah edininiz beni ve validemi?)
O der ki: (Ya ilahi, seni tenzih ederim.
Hak olmayan bir sözü, sana nasıl söylerim?
Ben eğer, böyle bir söz söylemiş olsam dahi,
Elbette ki sen onu bilirsin ya ilahi!)
Hak teâlâ o zaman buyurur ki mealen:
(Ya İsa, dediklerin doğrudur hakikaten.
Sen dahi minberine eyle de şimdi avdet,
Sana indirileni, halka eyle tilavet.)
O dahi ifa için Rabbinin bu emrini,
Okur baştan sona dek İncil-i şerifini.
Hak teâlâ katından bir nida daha gelir.
Son olarak denir ki: (Muhammed nerededir?)
Hüdanın Sevgilisi, Muhammed Resulullah,
Gelince, Ona dahi sorar cenab-ı Allah.
Buyurur: (Ya Muhammed, sen Kur'an-ı kerim’i,
Alarak, ümmetine tam tebliğ eyledin mi?)
Arz eder ki: (Ya Rabbi, evet, tebliğ eyledim.)
O zaman Hak teâlâ buyurur: (Ey Habibim!
Sen dahi minberine eyle de şimdi avdet,
Kur'an-ı kerim’ini halka eyle tilavet.)
Çıkıp, fasih olarak tilavet eyleyince,
Müminler dinleyerek, gark olurlar sevince.
Ve lakin kâfirlerin, hem de münafıkların,
Kur'ana, (çöl kanunu) diyen o ahmakların,
Öyle çirkin olur ki yüzleri bundan sebep,
Nedamet ateşiyle kavrulur kalpleri hep.
. Ağızlar mühürlenir
Hak teâlâ mahşerde, ilk Cibril-i emine,
Sual eder, sonra da tek tek Resullerine.
Her Resul, kendisine inen o kitapları,
Allah’ın emri ile okurlar ayrı ayrı.
Yani Tevrat ve Zebur, sonra İncil ve Kur'an,
Okunur mahşer günü Resuller tarafından.
Daha sonra bir nida gelir ki: (Ey mücrimler!
Dostlarımın içinden, ayrılın şimdi sizler.)
Büyük bir korku gelir her insana o saat.
Gayet hareketlenir o esnada Arasat.
Herkes, korku içinde girer birbirlerine.
O anda Hak katından bir nida gelir yine.
Buyurur ki: (Ya Adem, evladının içinden,
Kimler Nar’a layıksa, onları gönder hemen.)
O dahi bin kişiden, dokuzyüz doksandokuz,
Kişiyi, Cehenneme tefrik eder bahusus.
Bir avuç mümin kalır arsa-i Arasat'ta,
Müminlerin Mizanı kurulur o saatta.
O zaman, bir münadi çıkıp nida ederek,
Çağırır insanları hesab için tek be tek.
Lakin o gün, konuşmaz bu dil ile ağızlar.
İşlenen her amele, şahid olur a’zalar.
Bir kul getirilir ki Allah’ın huzuruna,
(Ey asi ve fena kul!) buyurur Allah ona.
O bunu inkâr edip, şunu sürer ileri.
Der ki: (Ben işlemedim o fena fiilleri.)
Hak teâlâ buyurur: (İnkâr etsen de yine,
Delil ve şahit vardır hep senin aleyhine.)
Getirilir o kulun Hafaza melekleri.
Ki, onlar kaydetmişti yaptığı amelleri.
(Kiramen katibin) de denilir ki onlara,
Gelip, şahit olurlar işlenen günahlara.
O kişi, onları da ederek red ve inkâr,
Der ki: (Onlar, hakkımda hep yalan söylüyorlar.)
Sonra mühür vurulur o kimsenin ağzına.
Ve (Konuşun!) denilir, cümle a’zalarına.
Bunu, Yasin suresi altmışbirinci âyet,
Şöyle beyan buyurur bizlere açık ve net.
(O kıyamet gününde, ben azimüşşan o gün,
Mücrimlerin ağzını mühürlerim büsbütün.
Ne ki işledilerse, onları ayrı ayrı,
Dile gelip söylerler elleri, ayakları.)
O asi kulun dahi ağzı mühürlenince,
Konuşur a’zaları bu emir mucibince.
Her ne ki işlediyse, fısk fücur, günah isyan,
A’zaları konuşup, ederler bir bir beyan.
Sonra emr olununca Cehennemde yanmaya,
Onlar, a’zalarını başlarlar kınamaya.
(Ne için aleyhimde eylediniz şehadet?)
Deyip, a’zalarına ederler çok hakaret.
Onlar der ki: (Bu bizim değil ki elimizde.
Hak teâlâ emretti, beyan ettik hep biz de.)
Artık diyecekleri hiçbir şey kalmayarak,
Cehennem ateşine olurlar hepsi mülhak.
. Sırat köprüsü
Ehl-i mahşer, bir yere toplanır o gün yine.
Siyah bir bulut gelir onların üzerine.
Yağdırır defterlerle, o gün sahifeleri.
Onlar, gelip bulurlar kimlerse sahipleri.
O defterler, uçarak, sağ veya soldan gelir.
Bu minval gelmeleri, ihtiyari değildir.
Müminlerin defteri, erişir sağ taraftan,
Gelir kâfirlere de soldan veya arkadan.
Hesap'tan sonra dahi, bir nida edilerek,
Her bir kişi, Sırat’tan geçirilir tek be tek.
Cehennem üzerine kurulur ki bu Sırat,
Girerler o köprüye cümle ehl-i Arasat.
Müminler, o köprüden geçerek suhuletle,
Kurtulup, Cennetlere girerler bu suretle.
Ve lakin kâfirlerin, ayakları kayarak,
Cehenneme düşerler hor ve hakir olarak.
Gerçi (Sırat köprüsü) denilse de ismine,
Benzemez bildiğimiz dünya köprülerine.
Ahiret hayatında, her ne ki varsa eğer,
Bu dünyadakilere, sadece adı benzer.
Oradaki (Sırat)a, köprü denilse bile,
Yoktur bir alakası dünya köprüleriyle.
Mesela bir talebe, sınıfı geçmek için,
İmtihan köprüsünden geçirilir o ilkin.
Halbuki bu imtihan, hiç köprüye benzemez.
Çok kişi geçtiğinden, (köprü) der ona herkes.
İmtihan köprüsünden geçenler olsa dahi,
Geçemeyip, düşen de bulunur pek tabii.
Ve lakin bu haline düşmek dense de yine,
Benzemez bir köprüden denize düşmesine.
İmtihan köprüsü'nün nasıl şey olduğunu,
O köprüden geçenler bilirler ancak bunu.
Sırat köprüsü'nden de geçirilir cümle nas,
Müminler kolay geçip, olurlar Nar’dan halas.
Ve lakin kâfirlere, çetin gelir bu gayet.
Ve kayıp, Cehenneme düşerler en nihayet.
Müminlerin Sırat’tan geçmeleri, o zaman,
Amellerine göre güç olur veya asan.
Kimi (yıldırım) gibi ilerler o Sırat’ta.
Kimi de gider sanki (hızlı koşan bir at)ta.
Günahları çok olup, sevabı olmayan pek,
Geçer o gün Sırat’ı, yerde emekleyerek.
Lakin mümin olanlar, gitse de düşe kalka,
Sonunda, selamete ulaşırlar mutlaka.
Bir kişinin ameli nasıl idiyse eğer,
Ona göre Sırat’ı, kolay veya zor geçer.
Kim titiz davranırsa dine mutabaatta,
O kimse, o nisbette kolay geçer Sırat’ta.
Bu hususta, ne kadar gösterirse çok dikkat,
Sırat, ona, o kadar olur (geniş) ve (rahat).
Kim de gevşek olursa, islama tâbiyette,
Onun dahi Sırat’ı, (dar) olur o nisbette.
Velhasıl buna göre, Sırat olur dar, geniş.
Yani dine muvafık yaşamaktır bütün iş.
. A’malar nerededir?
Mücrimler, Cehenneme atıldığı zamanda,
Yalnız müminler kalır Arasat meydanında.
Onlar da, güruh güruh geçirilip Sırat’tan,
Cennetlere girer ve çıkmazlar hiç oradan.
Hak teâlâ, öncelik tanıyıp (a’malar)a,
Bir münadi çıkarak, nida eder onlara.
Der ki: (Dünyada iken görmekten mahrum olan,
Kimseler, sağ tarafa geçsinler hemen şu an!)
Bunlar için, bir sancak bağlanır o gün yine,
Ve (Şuayb Peygamber )in verilir bir eline.
Bu Peygamber, onlara olur imam ve rehber.
Sırat’tan, çok süratli geçerler hep beraber.
Sonra da, (Belalara sabredenler nerdedir?)
Diye, ehl-i mahşere bir nida daha gelir.
Çaresiz illetlerden vefat etmiş olanlar,
Bu nida üzerine, bir yerde toplanırlar.
Hak teâlâ, bahusus selam verir onlara.
Ve emir olunarak, giderler sağ tarafa.
Sonra, yeşil bir sancak bağlanarak bu kere,
Verilir o sancak da hem (Eyüb Peygamber )e.
O da, bu cemaatin önlerine geçerek,
Ulaştırır Cennete, Sırat’tan geçirerek.
Sonra nida edilir: (İmandan ayrılmayan,
İslam düşmanlarına katiyen aldanmayan,
İffet ve namusunu muhafaza edenler,
Nerde, doğru imana sahip olan o gençler?)
Onlar da ayrılarak, bir yere getirilir.
Rabbimiz, onlara da bahusus selam verir.
Bunlara da bir sancak bağlanır o gün yine.
Ve (Yusüf Peygamber )in verilir bir eline.
Sonra nida edilir: (Allah rızası için,
Birbirini sevenler, buraya geliversin!)
Huzur-u ilahiye gidince bu cemaat,
Rabbimiz selam verip, buyurur çok iltifat.
Ve bir sancak bağlanır yine bu insanlara.
Verilir bu sancak da (Aliyyül Mürteza )ya.
O da, bu cemaatin geçerek önlerine,
Kavuşturur onları Cennet nimetlerine.
Sonra bir münadiden şöyle bir nida gelir:
(Allah korkusu ile ağlayanlar nerdedir?
Allah’tan haya edip, haram işlemeyenler,
Nerdedir, Allah için ağlayıp yaş dökenler?)
Onlar dahi çıkarak bir mahale ayrılır.
Akıtmış oldukları göz yaşları alınır.
Sonra, şehid kanı ve mürekkeb-i ulema,
İle tartıldığında, ağır gelir bu daha.
Bu cemaat için de bağlanır ki bir sancak.
Bulunur üzerinde her türlü renkten ancak.
Çünkü onlar, her çeşit günahtan kaçmışlardır.
Ve Allah korkusundan her gün ağlamışlardır.
Bu sancak da alınıp, verilir (Nuh Nebi )ye.
O da geçer onların önüne rehber diye.
Sırat’tan geçirterek ardında olanları,
Cennet nimetlerine kavuşturur onları.
. Şefaat haktır
Allah korkusu ile ağlayıp yaş dökenler,
İçin de, bir sancağı bağlayarak melekler,
Verirler onu dahi, (Nuh aleyhisselam )a.
Bunların önlerine geçmek ister Ulema.
Derler ki: (Allah için ağlayıp yaş dökmeyi,
Onlar, bizden öğrenip geçti daha ileri.)
O zaman bir münadi nida eder: (Ya Nuh, dur!)
Nuh Nebi, bu nidayı işitip hemen durur.
Sonra, başka bir melek çıkar ve nida eder:
(Nerdedir Allah için şehid olan kimseler?)
Şehidler getirilip, bir yerde durdurulur.
Onlar için, safranlı bir sancak emr olunur.
Ve (Yahya Peygamber )e onu teslim ederler.
O da, o cemaate olur imam ve rehber.
Onlar da ilerleyip, geçmek isterler, ama,
Onların da önüne geçmek ister ulema.
Derler: (Onlar, cihadı bizlerden öğrendiler.
Şimdi nasıl olur da, önümüzden giderler?)
Âlimlerin yazdığı (mürekkep) getirilir.
(Şehidlerin kanı)yla tartılıp, ağır gelir.
Hak teâlâ, o zaman buyurur ki: (Âlimler,
Sanki benim katımda Peygamber gibidirler.)
Sonra o ulemaya buyurur ki Rabbimiz:
(Dilediklerinize, siz şefaat ediniz!)
O zaman, âlimlerin her biri için, birer,
Münadiler çıkarak, şöyle nida ederler:
(Ey insanlar dinleyin, filanca âlim için,
Şefaat etmesine, Rabbimiz verdi izin.
Kim onun bir işini eğer görüverdiyse,
Ya bir bardak su verip, bir lokma yedirdiyse,
Yahut kitaplarını dağıttıysa her yana,
Şefaat edecektir bu âlim o insana.)
Bu nida üzerine, ona yardım yapanlar,
Yahut kitaplarını dağıtanlar, yayanlar,
Büyük bir sevinç ile toplanırlar o saat.
O dahi her birine, eder o gün şefaat.
Beyaz renkli bir sancak bağlanarak bu defa,
Sonra, teslim edilir o da (Halilullah )a.
Önce şefaat eden, olur o gün Resuller.
Nebilerle ulema onları takib eder.
O an ehl-i mahşere, yine bir nida gelir.
Denilir ki: (Sabreden fukara nerededir?)
Huzur-u ilahiye gelince bu cemaat,
Hak teâlâ, onlara buyurur çok iltifat.
(Merhaba ey dünyası zindan olan kimseler!)
Diye buyurulunca, onlar çok sevinirler.
Sarı sancak bağlanıp, bu sefer de bunlara,
(İsa aleyhisselam ) rehber olur onlara.
Sonra nida gelir ki: (Zenginler nerededir?)
Şükredici zenginler, oraya getirilir.
Onlara da bir sancak bağlanarak bu kere,
Verilir bu sancak da (Süleyman Peygamber )e.
O da, o zenginlere olur imam ve rehber.
İlerleyip, Cennete girerler hep beraber.
. İmanın kıymeti
Mizan’da, bir müminin günahı fazla olsa,
Cehenneme atılır, şefaat olunmazsa.
Lakin günahı kadar yandıktan sonra hemen,
Merhamete kavuşup, çıkarılır ateş’ten.
Bin sene yansa bile, (iman )ı hürmetine,
Kavuşur en sonunda, Allah’ın rahmetine.
O gün, Mizan başına, bir mümin getirilir.
Amelleri tartılıp, günahı ağır gelir.
Cehenneme gitmesi lazımken onun, yine,
Rabbimiz ona acır imanı hürmetine.
Buyurur ki: (Halka git, talep eyle bir ecir.
O sevap sebebiyle, sen dahi Cennete gir.)
O mümin sevinerek, gider ehl-i mahşere.
Söyler bu arzusunu bir hayli kimselere.
Bütün ehl-i mahşeri dolaşsa da o ancak,
Bulamaz bir kimseyi derdini anlatacak.
Zira kime gidip de, talep etse bir sevap,
Malesef her birinden, alır menfi bir cevap.
Derler: (Sen o sevabı, başkasından iste git.
Zira ona, biz dahi çok muhtacız şu vakit.)
Bu hale çok üzülüp, beklerken böyle mahzun,
Yanına biri gelip, der ki: (Ne istiyorsun?)
O, buna çok sevinip, der ki: (Ey arkadaşım!
Cennete girmek için, bir sevaba muhtacım.
Onu, bir çok kimseden eyledimse de talep,
Red cevabı verdiler bu hususta bana hep.)
O der ki: (Benim dahi, şimdi bitti hesabım.
Ve lakin defterimde çok cüz’iymiş sevabım.
O da, kâfi gelmiyor beni Nar’dan halasa.
Onu sana vereyim, sen kurtul hiç olmazsa.)
Çok sevinir o kimse, alınca bu cevabı.
Varır tekrar huzura, alarak o sevabı.
Hak teâlâ, bilse de halini o kimsenin,
Yine sual eder ki: (Ne ile geri geldin?)
O der ki: (Filan kimse, yaptı bana bir hayır.)
Hak teâlâ o kulu, huzuruna çağırır.
Ve ona buyurur ki: (Ey kişi, bu gün benim,
Seninkinden fazladır, müminlere keremim.
Madem sen ikram ettin bu gün bu kardeşine,
Haydi, elinden tut da, girin Cennet içine.)
Yine bir müslümanın görülür ki hesabı,
Müsavi, eşit gelir günahıyle sevabı.
Günahlar kefesine, (Üf) yazan bir sahife,
Son anda konulur ki, ağır gelir bu kefe.
Annesine bir defa (Üf) deyip, etmiş isyan.
Bununla, Cehenneme emr edilir o insan.
Melekler, Cehenneme götürürken, bu defa,
O kişi, bir maksatla bakar iki tarafa.
Hak teâlâ buyurur: (Ne istersin ey kulum?)
O der ki: (Ya ilahi, ateş’e layık oldum.
Bari ebeveynimin işlediği seyyiat,
Neyse, bana yükle de, onları eyle azad.)
Hak teâlâ buyurur: (Sen, onlara dünyada,
Asi oldun ise de, ikram ettin burada.
Haydi, anne babanın ellerinden tutarak,
Birlikte Cennetime girin sonsuz olarak.)
. Ehl-i bela nerdedir?
Bir nida edilir ki: (Ehl-i bela nerdedir?)
Onlar, mahşer içinden huzura getirilir.
Ve sual edilir ki: (Allah’a ibadetten,
Sizleri, hangi nesne, hangi şey eyledi men?)
Onlar dahi cevaben derler ki: (Hak teâlâ,
Dünyada çok vermişti bizlere dert ve bela.
Mübtela olduğumuz o bela ve dertlerden,
Mahrum olduk doğrusu Allah’a ibadetten.)
Denilir ki: (Sizlere çok bela geldi, evet.
Hazret-i Eyüb’e de gelmişti çok musibet.
Şimdi, bu ikisini edin de mukayese,
Söyleyin doğrusunu hangisi fazla ise.)
Başları, önlerine düşerek onlar hemen,
İtiraf ederler ki: (Çok idi ona gelen.)
Denir ki: (Olmadı da o dertler ona mani,
Sizi mi ibadetten alıkoydu o yani?)
Sonra da bir münadi çıkar ve nida eder.
Ve der ki: (Nerededir, gençler ile köleler?)
Ehl-i mahşer içinden, onlar dahi seçilir.
Huzur-u ilahiye topluca getirilir.
Ve sual edilir ki: (Allah’a ibadetten,
Ne mani olmuş idi sizlere böyle hepten?)
Derler ki: (Allah bize vermişti bir güzellik.
Gençlik ve güzelliğe aldanıp gaflet ettik.)
Sonra da, kölelere sorulur aynı sual.
Onlar dahi cevaben söylerler aynı minval.
Derler ki: (Biz dünyada hür değil, köle idik.
Beylere kulluk edip, ibadet edemedik.)
Denilir ki: (Sizler mi cemalde güzeldiniz,
Yoksa Yusüf Nebi mi, doğruyu söyleyiniz?)
Bu sual karşısında, mahcup olup bu defa,
Derler ki: (O, elbette güzeldi bizden daha.)
O zaman denilir ki: (Güzelliği Yusüf’ün,
Onu, ibadetinden ayırmadı hiçbir gün.
O dahi sizler gibi bulundu kul emrinde.
Lakin kusur etmedi bir gün ibadetinde.
Onu men etmedi de bu şeyler ibadetten,
Sizi mi men eyledi, mahrumluk oldu hepten?)
Sonra, ehl-i mahşere bir nida daha gelir.
Denir ki: (Gafil olan fakirler nerededir?)
Onlar dahi gelince, sorulur şöyle hemen:
(Size, ne mani oldu Allah’a ibadetten?)
Derler ki: (Biz dünyada fakir idik begayet.
Bundan gaflete düşüp, yapamadık ibadet.)
Onlara da denir ki: (Siz mi çok fakirdiniz,
Yoksa İsa Nebi mi, doğruyu söyleyiniz?)
Onlar, çok mahcup olur ve derler ki cevaben:
(O, bizden daha fazla fakirdi hakikaten.)
Denilir ki: (O, sizden fakir iken çok daha,
Yine de ibadeti aksatmadı Allah’a.
Fakirlik, ona mani olmadı da taate,
Size mi mani oldu, düştünüz bu gaflete?)
Her kim de, bu dört şeyden ederse eğer gaflet,
Bunların sahibini düşünüp, alsın ibret.
. Bu ümmetin asileri
Ümmet-i Muhammed’den, günahı çok kimseler,
Eğer şefaate de kavuşmamış iseler,
Azap için, topluca, kadın erkek, genç ve pir,
Cehennem kapısının önüne getirilir.
Cehenneme müvekkel, (Malik ) adlı bir melek,
Vardır ki, hayret eder bu güruhu görerek.
Der ki: (Siz Cehenneme, azaba gelmişsiniz.
Fakat nasıl oldu ki, bağlanmamış eliniz?
Kara dahi olmamış birinizin yüzü hem.
Sizden güzel kimseler görmedi hiç Cehennem.)
Onlar, buna cevaben söylerler ki: (Ama biz,
Hazret-i Muhammed’in ümmetine dahiliz.
Lakin işlediğimiz fazla günah ve isyan,
Sebebiyle, ateşe layık olduk biz şu an.
Ey Malik, sen şu anda bırak da bizi bize,
Oturup ağlayalım şu fena halimize.)
Malik dahi onlara, der ki: (Ağlayın, fakat,
Bu günkü ağlamanız, vermez size menfaat.)
O böyle söylese de, olurlar yine giryan.
Çok şiddetli ağlayıp, ederler feryat figan.
Nice yaşlı erkekler, tutarak sakalını,
Der: (Boşa geçirmişim, ah dünya hayatını.)
Nice kadınlar dahi, saçlarından tutarak,
Der ki: (Ah, rezil oldum günahlara dalarak.)
Nice delikanlılar, derler: (Ah gençliğimiz!
En kıymetli günleri, hep boşa geçirmişiz.)
O an, Hak teâlâdan bir nida gelir ki ilk:
(Birinci Cehenneme koy onları ey Malik!)
Bu nida üzerine, onlar çok ağlaşırlar.
(La ilahe illallah ) diye bağırışırlar.
Kelime-i tevhid’i işitince Cehennem,
Onlardan, beşyüz yıllık öteye kaçar hemen.
Yine Hak teâlâdan bir nida gelir derhal.
Buyurur: (Ey Cehennem, bunları içine al!)
Böylece atılırlar Cehennem ateşine.
Bir ateş ki, dünyada rastlanılmaz eşine.
Ateş, o kimselerin yaksa da her yerini,
Yakmaya gücü yetmez alın ve kalplerini.
Günahkâr olsalar da, mümindir çünkü onlar.
Ve secde etmişlerdi Allah’a o alınlar.
Onların içlerinde vardır ki biri fakat,
Hepsinden daha fazla ağlayıp eder feryat.
Hak teâlâ sorar ki: (Ne oldu ki ey insan!
Herkesten daha fazla edersin feryat figan?)
O der ki: (Ya ilahi, çektin beni hesaba.
Günahım fazla geldi, layık oldum azaba.
Gerçi Cehennemine girdimse de şu vakit,
Lakin merhametinden kesmedim hala ümit.
Bilirim, işitirsin feryat ve figanımı.
Affedip, kaldırırsın belki bu azabımı.)
Hak teâlâ, cevaben ona şöyle buyurur:
(Kim nasıl zannederse, o, beni öyle bulur.
Madem benim hakkımda böyledir senin zannın,
Affettim ben de seni, kaldırıldı azabın.)
.
02 - İMAM-I RABBANİ (Kuddise Sirruh
.Kutb-u âlem olacak
Ariflerin ışığı, velilerin önderi,
İslam âlimlerinin gözbebeği bir veli.
Hindistan’da yetişip, oldu büyük evliya.
Onun nurları ile, nurlandı bütün dünya.
Binbeşyüz altmışüç'te, Serhend’de doğan bu zat,
Tam altmışüç yaşında, bu yerde etti vefat.
Asıl adı, Ahmed bin Abdülehad ise de,
(İmam-ı Rabbani )dir meşhur ismi her yerde.
İkinci bin yılı'nın yenileyicisidir.
Bu yüzden, (Müceddid-i elf-i sani ) denilir.
Hem hazret-i Ömer’in soyundan geldiğinden,
Kendisine, (Faruki ) denilir bu sebepten.
Baba ve ecdadı da, kendi gibi bu zatın,
Büyük âlimleriydi kendi zamanlarının.
İşte bu büyük veli, çocukken henüz daha,
Tutulmuştu aniden ağır bir hastalığa.
Üzüntüye gark oldu bu yüzden ebeveyni.
Ve hatta zannettiler hemen öleceğini.
Çocuğa, okuyup da, bir dua etsin diye,
Gittiler büyük veli, (Şah Kemal Kihteli)ye.
İmam-ı Rabbani'yi görünce o büyük zat,
Buyurdu: (Üzülmeyin, bu çocuk bulur sıhhat.
Büyüyüp, ileride bir âlim olur ki hem,
Bunun ilim nuruyla, nurlanır cümle âlem.)
O, küçük yaşta iken tahsile başlayarak,
Bilcümle ilimleri, öğrendi tam olarak.
Yaşı onyedi iken, bitirdi tahsilini.
Her ilmin, ayrı ayrı aldı icazetini.
Zekasının şiddeti, sürat-i intikali,
Herkesi şaşırtırdı üstünlüğü, kemali.
Daha sonra Hac için, Serhend’den çıktı yola.
Delhi’ye vardığında, bir müddet verdi mola.
O zamanlar Delhi’de, (Muhammed Baki Billah),
Vardı ki, onu gören olurdu veliyyullah.
Ondan yayılıyordu âleme nur ve feyiz.
Lakin o, bu veliyi tanımıyordu henüz.
Talebesinden biri, Delhi’de onu gördü.
Ve derhal hocasının huzuruna götürdü.
İmam, Baki Billah’ın girince huzuruna,
Kalbine bir nur doğdu ve aşık oldu ona.
Mıknatısın iyneyi çektiği gibi aynen,
O da, Baki Billah’a çekildi o gün manen.
Hatta öyle bağlandı ve öyle çok sevdi ki,
Onu, Kâbe yolundan alıkoydu bu sevgi.
Hocasının himmeti ve kendi gayretiyle,
Bilcümle kemalata kavuştu tamamiyle.
Ve iki ay içinde, aldı mutlak icazet.
Üstadının emriyle, Serhend’e etti avdet.
. Sizi müjdeliyordu
Üstadının yanında, iki ay etti hizmet.
Bu kısacık zamanda, aldı mutlak icazet.
Hocası Baki Billah, onu ilk gördüğünde,
Muhabbeti, kalbine işlemişti o günde.
Gösterip ona özel iltifat ve ilgiyi,
Anlattı hocasıyla olan şu hadiseyi:
Hocam İmkenegi’den aldığımda icazet,
Bana buyurdular ki: (Hindistan’a avdet et.
Yetiştireceksin ki sen orada birini,
Kutb-u âlem olur ve ihya eder bu dini.)
Hocamdan ayrılarak, o gün yola koyuldum.
Sizin bulunduğunuz Serhend’e vasıl oldum.
Rüya gördüm o gece, dediler ki gaibden:
(Bir kutb’un civarında bulunursun şimdi sen.)
Sonra, şemailini gösterdiler o kutb’un.
İşte siz o zatsınız, size müjdeler olsun.
Hakikaten İmam-ı Rabbani hazretleri,
Ne zaman ki ayrılıp, Serhend’e döndü geri,
Başladı etrafında insanlar toplanmaya.
Ve aldığı feyzleri etrafına yaymaya.
Hocası Baki Billah hazretleri hem dahi,
Bu zatın huzuruna gelerek bizatihi,
Talebe arasında, oturup bir köşede,
Bu yüksek bilgilerden ederdi istifade.
Yine bir gün, üstadı Muhammed Baki Billah,
Mübarek hanesine gelmiş idi bir sabah.
Lakin hizmetçisinden öğrendi ki o vakit,
Kalbiyle meşgul olup, değildi pek müsait.
Odasına girmeden, dedi ki hizmetçiye:
(Rahatsız olmasınlar şimdi biz geldik diye.)
Bekledi kapısında, çok edepli olarak.
Lakin İmam, içerden biraz sonra kalkarak,
Derhal sual eyledi: (Kapımızda kim var ki?)
O, arz etti dışardan; (Fakir Muhammed Baki.)
O, bu ismi duyunca, koşup kapıyı açtı.
Üstadını, edep ve hürmetle karşıladı.
Bir gün de, mektup yazıp İmam-ı Rabbani’ye,
Onun üstünlüğünü getirdi şöyle dile:
(Efendim, buyurmuş ki Abdullah-i Ensari:
Beni yetiştirmiştir Ebül Hasan Harkani.
Lakin şimdi üstadım sağ olsaydı bu günde,
Hiçbir şey düşünmeden, diz çökerdi önümde.
Biz dahi gelmiyorsak huzurunuza sık sık,
Asla bunun sebebi, değil ihtiyaçsızlık.
Yüksek sohbetinize muhtacım ben de elbet.
Ve lakin gelmek için, bekliyorum işaret.
Size, talebem demek, sığmaz edep, hayaya.
Haddini bilmek düşer, biz gibi fukaraya.)
. Çok edepliydi
Öyle fazla idi ki, üstadına edebi,
Yoktu böyle bir edep gösteren onun gibi.
Diğer talebeler de hürmetliydiler, fakat,
O, hepsinden daha çok ederdi buna dikkat.
Hürmet ettiği için o herkesten ziyade,
Üstadından en fazla, o etti istifade.
Hem çoktu ona karşı hüsn-ü zannı, sevgisi.
Üstadının hakkında, şöyleydi düşüncesi:
(Onun gibi bir veli, öyle gelir ki bana,
Resulullahtan sonra, az gelmiştir cihana.
Yetişemedikse de gerçi Resulullaha,
Çok şükür ki, kavuştuk bu gün Baki Billah’a.
Dinleyemedikse de Resul'ün sohbetini,
Şükür ki, dinliyoruz Baki Billah’ınkini.)
Ona olan ihlası, edebi, düşüncesi,
Öyle yüksek idi ki, şaşırtırdı herkesi.
Onu, hem çok seviyor, hem de çok korkuyordu.
Onu çok az üzmeyi, felaket biliyordu.
Üstadı bir gün ona, talebeden birini,
Gönderip, huzuruna çağırdı kendisini.
O talebe, gelerek İmam-ı Rabbani'ye,
Arz etti: (Efendimiz sizi istiyor) diye.
İmam bunu duyunca, değişti rengi birden.
Korkulu bir hal aldı, titredi edebinden.
Halbuki üstadı da, onu büyük bilirdi.
Bunu, her vesileyle herkese bildirirdi.
Yine o buyurdu ki: (Şu birkaç yıl içinde,
Büyük gaye olarak, tek şey vardı içimde.
İstedim ki, hak yolu herkese bildireyim.
Herkesi kurtuluşa, felaha erdireyim.
Bu çok halis gayretim, boşa gitmedi ancak,
İmam-ı Rabbani’yi yarattı cenab-ı Hak.)
Bir gün Baki Billah’a bir genç gelip dedi ki:
(Talebeniz olmayı pek fazla isterim ki,
Bu tasavvuf yoluna girip gayret edeyim.
Çok kısa bir zamanda, nihayete ereyim.)
O gencin bu maksadı tahakkuk etsin diye,
Gönderdi hemen onu İmam-ı Rabbani’ye.
Buyurdu ki: (Ey Ahmed, geliyor bir tanesi.
Bu yolda, nihayete ermektir tek gayesi.
İstirhamım şudur ki, beş altı günde yine,
Bu genci erdiresin yolun nihayetine.)
Bu mübarek velinin himmetiyle, o kişi,
Başlayıp, birkaç günde tamam oldu bu işi.
İmam-ı Rabbani’nin murakabe anında,
Kulağına, gaibden geldi şöyle bir nida:
(Ta kıyamete kadar, seni çok sevenleri,
Seni rehber edinip, yoluna girenleri,
Vasıtalı veyahut vasıtasız olarak,
Sana bağlananları, affetti cenab-ı Hak.)
Sonra, bu kimselerin bildirilip her biri,
Denildi ki: (Herkese ulaştır bu haberi.)
. Ona iftira ettiler
Resul'ün vefatından, geçince tam bin sene,
Gönderdi Allah onu, Hindistan ülkesine.
Onunla, hidayete geldi çoğu insanlar.
Kaçacak yer aradı, islama saldıranlar.
Lakin bazı sapıklar, iftira edip ona,
Şikayet eylediler zamanın sultanına.
Devrin hükümdarı da, Selim Cihangir Han’dı.
İyi araştırmadan, yalanlara inandı.
Ve oğlu Şah Cihan’a verdi ki şöyle emir:
(Onu, talebesiyle birlikte bana getir!)
Niyeti, öldürmekti onları tamamiyle.
Şah cihan, geldi derhal İmam’a bir müftiyle.
Dedi ki: (Sen babama secde edersen eğer,
Seni, öldürülmekten kurtarırım bu sefer.)
Asla kabul etmeyip, buyurdu ki: (Bu fetva,
Zaruret zamanında olur caiz ve reva.)
Talebeden kimseyi yanına almayarak,
Hükümdara, korkmadan gitti yalnız olarak.
Öyle güzel cevaplar verdi ki müdafada,
Sultan, salıvermeyi düşündü ilk defada.
Lakin o fitneciler, sezince bu kararı,
Tazyike başladılar yeniden hükümdarı.
Dediler: (Bu kişinin bir hayli adamı var.
Serbest bırakırsanız, bir isyan çıkarırlar.)
Sultan, fitnecilere aldanıp, tekrar yine,
Hapsettirdi İmam’ı, Guvalyar kalesi'ne.
Lakin İmam, sultana hep dua ediyordu.
Talebesine dahi, (Dua edin!) diyordu.
Vezir, koyu muhalif biriydi, bu sebepten,
Kardeşini, gardiyan tayin etti hassaten.
Ve sıkı tembih etti (Şiddetli davran!) diye.
O dahi bir hınç ile, başladı vazifeye.
Lakin çok kerametler görünce kendisinden,
Derhal iman ederek, oldu talebesinden.
Kaledeki binlerce hapis olan hindular,
Sohbetini dinleyip, hep müslüman oldular.
Ve hatta bir çokları İmam’ın sayesinde,
Âlim ve veli oldu Guvalyar kalesinde.
Sultan dahi, sonradan bu işe oldu pişman.
Hapisten çıkararak, eyledi pek çok ihsan.
Hatta sadık talebe olaraktan kendine,
Hürmetle uğurladı onu memleketine.
Geçti hapishanede İmam’ın üç senesi.
Ve lakin binlerce kat, yükseldi mertebesi.
Buyurdu: (Yetiştiğim makamlar ötesinde,
Olan makamlara da, erdim neticesinde.
Çok yüksek dereceler bu yolda vardır, ancak,
Sıkıntı çekmedikçe, mümkün olmaz kavuşmak.)
. Hilyeleri
İmam-ı Rabbani’nin hilyeleri hakkında,
Şöyle bilgi verildi Hadarat kitabında:
Beyaz, buğday benizli, açık, geniş alınlı.
Alnı ile yüzünde nur parlardı devamlı.
Kaşlarının arası, açık olup iyice,
Gayet siyah ve uzun, yay gibiydi ve ince.
Mübarek gözleri de, iri idi hem biraz.
Siyahı tam siyahtı, beyazı da tam beyaz.
Hem mübarek burnunun ortası yüksekçeydi.
Mübarek dudakları, kırmızı ve inceydi.
Yüzünde bir güzellik vardı ki ayriyeten,
Gören, (Yusüf Nebi )yi hatırlıyordu hemen.
Heybet ve vakarda da, yok idi bir benzeri.
Gören, hatırlıyordu (İbrahim peygamber )i.
Hem onda var idi ki öyle tavır, öyle hal,
Onu gören, (Allah )ı hatırlıyordu derhal.
Bir gün, bir mektup verip talebeden birine,
Gönderdi onun ile, kendi biraderine.
Buyurdu: (Li ilafi suresini okursan,
Kurtarır Allah seni, her bela ve kazadan.
Yine de zor bir işle karşılaşırsan eğer,
Rabbine güvenerek, bizi hatırla, yeter.)
(Peki efendim!) deyip, o gün çıktı sefere.
Bir çölde, namaz için mola verdi ilk kere.
Abdestini aldı ve namaza duracakken,
Karşısına, korkunç bir aslan çıktı aniden.
Hiç öyle iri hayvan görmemişti ömründe.
İmam-ı Rabbani’yi hatırladı gönlünde.
Dedi ki: (Ey üstadım, izni ile Allah’ın,
Kurtar beni elinden, bu yırtıcı hayvanın.)
Henüz geçirmişti ki kalben bu temenniyi,
Farketti tam önünde, İmam-ı Rabbani’yi.
Onu görüp, adeta mahcub oldu o hayvan,
Başını öne eğip, uzaklaştı oradan.
Başka bir gün, amcası, bir yolculuk anında,
Heybesini düşürüp, sonra oldu farkında.
Emanet eyleyerek atını kafileye,
Heybe'yi bulmak için, gitti biraz geriye.
Çölde, yaya olarak ararken o heybeyi,
Biraz zaman geçince, kaybetti kafileyi.
Çaresizlik içinde, Allah’a sığınarak,
İmam-ı Rabbani’yi kalben hatırlayarak,
Düşündü ki: (Ey İmam, Allah’ın izni ile,
Gel yetiş ve buluştur, beni kafilemizle.)
Henüz geçirmişti ki, o bu şeyi zihninden,
İmam, atı üstünde yetişti ona hemen.
Elini uzatarak, bindirdi terkisine.
Az sonra yetiştirdi onu kafilesine.
. Yemeyin o yemeği
Talebesinden biri anlatır ki şöylece:
Bir arkadaşım ile buluşarak bir gece,
İçinde afyon olan bir yemek hazırladık.
Sonra, üstadımızın huzurlarına vardık.
Namazdan sonra gidip, o hazır ettiğimiz,
Afyonlu yiyecekten yemekti niyetimiz.
Namaz bitti nihayet, biz çıkmak üzereyken,
Hocamız, huzuruna çağırdı bizi hemen.
Cennet nimetlerinden bahsederek bahusus,
Buyurdu: (O nimetler, çok lezzetli ve sonsuz.
Helal yiyeceklerde vardır lezzet, faide.
O Afyonlu yemeği, yemeyin gidip evde.)
Biz bunu işitince, mahcub olduk, utandık.
Hocamızı daha çok sevip, sıkı bağlandık.
Bir başka talebesi anlatır ki şöylece:
Biraz para ayırıp, düşündüm ki bir gece:
Götürüp, üstadıma vereyim bu parayı.
Dağıtıp sevindirsin fakir ve fukarayı.
Lakin kabul etmeyip, buyurdular ki bana:
(Verme, sende kalsın ki, lazım olur bu sana.)
Tam o gece, rüyada hocamı gördüm aynen.
Bana burdular ki: (Çok hasta şimdi annen.
Hemen kalk, çabuk git ki annenin hanesine,
Yetişesin acilen onun son nefesine.)
Uyanıp gittiğimde, gördüm ki hakikaten,
En son nefeslerini veriyor evde annem.
Kelime-i tevhidi telkin ettim kendine.
Kullandım parayı da, teçhiz ile defnine.
Bir talebesi dahi, İmam hapiste iken,
Bir büyücü kişiyle karşılaştı aniden.
O büyücü dedi ki: (Ben, bazı kelimeler,
Bilirim ki, onları öğrenip biri eğer,
Düşmanının üstüne okursa her ne zaman,
Bunların tesiriyle, helak olur o düşman.)
O talebe, o zaman düşündü ki bir miktar:
Hocamı, haksız yere hapsetti o hükümdar.
Ben de, ona bunları okuyup yarın hemen,
Üstadımın öcünü alayım o zalimden.
Lakin gece, rüyada, üstadı onu görüp,
Böyle düşündüğüne eyledi çok taaccüp,
Parmağını ısırıp, buyurdu ki: (Çok hayret.
Dostlarım, böyle şeye ederler mi hiç cüret?
Onu sakın yapma ki, dinen haram ve yasak.
Sen, tavan arasından, o kağıdı al da yak.
Zira o, bir sihirdir, yakışmaz bize asla.
Sen bize ve sultana dua eyle ihlasla.)
Uyanıp, o kağıdı alıp yaktı oradan.
Ve asla unutmadı ikisini duadan
. Haydi gel, gel
İmam-ı Rabbani’nin akrabasından biri,
Talebesi olmadı uzun zamandan beri.
Görürdü, akın akın ona gider insanlar.
Buna rağmen, kendisi veremezdi bir karar.
Ve kendi kendisine düşünür idi ki hep:
(İmam-ı Rabbani’nin nasıldır yolu acep?)
Bir gün karar verdi ki: (Artık yarın gideyim.
Ne imiş onun yolu, ben dahi öğreneyim.)
O gece rüyasında, bir su kenarındaydı.
İmam-ı Rabbani de, karşı yakasındaydı.
Onu görüp, o kadar duygulandı ki içten,
Ağlamaya başladı bu sürur ve sevinçten.
İmam dahi o zata seslendi ki: (Haydi gel!
Gör ki, bizim yolumuz ne mükemmel, ne güzel.)
O velinin sesini duyunca, birden bire,
Başladı kalbi derhal, Allah’ı zikretmeye.
Uyanınca gördü ki, bu hal devam ediyor.
Ve gönlü, o büyüğün aşkı ile yanıyor.
Düşündü: (Sohbetine gitmeden henüz daha,
Kalbim zikre başladı, yakın oldum Allah’a.
Onun yolu bu ise, gerçekten güzel deyip),
Mübarek huzuruna gitti hemen giyinip.
O içeri girince, buyurdular ki: (Evet.
Yolumuz işte budur, sen de buna devam et.)
Yine talebesinden üç kişi, bir araya,
Gelerek, çıkmışlardı bir iş için sahraya.
Bir puthane görerek, istişare ettiler.
Onu yıkmak üzere, ittifak eylediler.
Zira orda tapınan hindular, ara ara,
Eziyet ederlerdi garip müslümanlara.
Yıkmaya başlayınca, onu bu talebeler,
Hindular arasında, şayi oldu bu haber.
Bin kişilik bir gurup, toplanarak az sonra,
Gelip, etraflarını ettiler muhasara.
Taş ve sopalar ile, saldırıya geçtiler.
Onlar ise silahsız, hem de üç kişiydiler.
Çaresizlik içinde, bir tanesi, kalbinden,
Yardım talep eyledi İmam-ı Rabbani’den:
(Ya İmam, öldürecek kâfirler hepimizi.
Allah’ın izni ile, bunlardan kurtar bizi!)
Birden üstadlarının sesini işittiler:
(Korkmayın, sizin için geliyor mücahitler.)
Hindular üstlerine tam vardığı zamanda,
Yirmi otuz süvari, çıkageldi bir anda.
Gözü dönmüş hindular, görür görmez bu hali,
Dağıldılar etrafa çil yavrusu misali.
. O tokatı yiyince
Vardı ki seyyitlerden onun bir talebesi,
Şöylece naklediyor bir vakayı kendisi:
Ceddim olduğu için, (hazret-i Ali )yi, ben,
Daha çok seviyordum diğer sahabilerden.
Onun ile harbeden Sahabeye de, ilkin,
Kırgındım, onun ile harbettikleri için.
İmam-ı Rabbani’yi henüz tanımıyordum.
Lakin Mektubat'ını, bazı gün okuyordum.
Yine göz gezdirirken bir gün de Mektubat’a,
Bir şey görüp, kendimce, güya buldum bir hata.
Okudum ki: (Eshabın, sevmelidir hepsini.
Zira onlar, her kirden pak etmiştir nefsini.
Onlar, birbirleriyle harb etmiş olsa bile,
Elbette ki olmuştur, rıza-i bari ile.
Birisini sevmemek, hepsini sevmemektir.
Bize düşen, hepsini sevip tazim etmektir.)
Okuyunca, (Bu yazı, yanlış olmuş) dedim ve,
Mektubat kitabını, elimden attım yere.
Gece, gördüm rüyada İmam-ı Rabbani’yi.
İki kulağımdan da, tuttu ve çekti kavi.
Buyurdu ki: (Ey çocuk, sen bana inanmazsın.
Sonra da kitabımı, alıp yere atarsın.
Gel, seni bir kimseye götüreyim ki hemen,
İşin hakikatini, ondan işit ve öğren.)
Ve elimden tutarak, götürdü ki bir zata,
Nuru, dört bir tarafı etmiş idi ihata.
Dedi: (Ceddin Ali’dir, ilerde gördüğün zat.
Bu işin esasını, gel ondan öğren bizzat.)
Ben dahi çekinerek, varınca huzuruna,
Yüzüme nazar edip, buyurdular ki bana:
(Evladım, her biri de çok büyüktür Eshabın.
Kalbinde, hiç birine soğukluk duyma sakın.
Olmuşsa da harp gibi görünen işlerimiz,
Bizim, onlarda bile halisti niyetimiz.
Muharebe yapsak da, o kardeşlerimizle,
Allah için oldu hep, olmadı nefsimizle.
Onların hiç birine kırgınlık caiz olmaz.
Bu zatın sözüne de, etme sakın itiraz.)
Bunları, açık açık duydumsa da ceddimden,
Yine de o soğukluk tam gitmedi içimden.
Bu halimi anlayıp, öfkelendi mübarek.
İmam-ı Rabbani’ye yüzünü döndürerek,
Buyurdu ki: (Bu, hala etmedi tam kanaat.
Sen bunun suratına, indir kavi bir tokat.)
O da, vurdu tokadı, bu emir gereğince.
Aklım başıma geldi, o tokadı yiyince.
Uykudan uyanınca, nazar ettim kalbime.
Gördüm ki temizlenmiş, hamd eyledim Rabbime
. Asıl hastalık
İmam-ı Rabbani’nin devrinde, bir müslüman,
Ağır bir hastalığa tutulmuştu bir zaman.
Lakin hangi doktora gittiyse de, o yine,
Bir çare bulunmadı bu kimsenin derdine.
İmam-ı Rabbani’yi işitti en nihayet.
Mektupla, bu veliden istedi dua, himmet.
İmam vakıf olunca onun bu durumuna,
Şöyle bir mektup yazıp, gönderdi o gün ona:
(Şefkatli anne gibi, kendine bu ihtimam,
Daha ne güne kadar edecek böyle devam?
Bedenin derdi ile dertlenip üzülmeniz,
Daha çok sürecek mi, gaflete gelmeyiniz.
Halbuki bir de gönül vardır ki her kişide,
Eğer o hasta ise, asıl dert budur işte.
Bu hastalık yanında, bedenin her illeti,
Öyle hafif kalır ki, olmaz ehemmiyeti.
Bir gönül, tutulmuşsa Allah’tan gayrısına,
O kalp hasta demektir, hayır gelmez insana.
Şu kısacık ömürde, her şeyi bırakarak,
Kalbi, bu hastalıktan kurtarmalı muhakkak.
Zira kalp selameti isterler ahirette.
Bunu, her şeyden evvel halletmeli elbette.
Halbuki biz insanlar, bunu hiç düşünmeyip,
Bedenin rahatını düşünürüz, ne garip.)
Bir gün, sevdiklerinden genç bir talebesine,
Şu nasihatı yazıp, gönderdi kendisine:
(Ey oğlum dünya fani, ebedidir ahiret.
Ölüm, bir gün herkese gelecektir akıbet.
Cehennemin azabı, çok şiddetli ve acı.
Kalbini, hastalıktan kurtarmaktır ilacı.
Aklı olan, şimdiden hazırlanır o güne.
Aldanmaz bu dünyanın sahte güzelliğine.
Dünya mal-ü mülküne, ahmak olan aldanır.
Akıllı insan ise, ölüm'e hazırlanır.
Büyük nimet bilerek, şu kısacık hayatı,
Çalışıp kazanmalı, ebedi mükafatı.
Ey oğlum, tavşan gibi gözü açık olarak,
Daha ne vakte kadar sürecek bu uyumak?
Halbuki bu gafletin sonu, rezil olmaktır.
Dünya ve ahirette, bir şey kazanmamaktır.
Müminun suresinde, bu babta cenab-ı Hak,
Buyurdu: (Yaratmadım sizi abes olarak.)
Yani yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Allahü teâlâya ibadet eylesinler.
Sırf Ona kulluk iken yaratılış gayemiz,
Nasıl bunu unutup, isyan edebiliriz?
Ne kadar yaşasa da, ölecektir her insan.
Ve hesap verecektir, o gün her yaptığından.
. Sonra o da inandı
İmam’ın zamanında, bir âlim var idi ki,
Bilmiyordu önceden bu zatın kıymetini.
İlmiyle gururlanıp, onu kötülüyordu.
Hakkında, olur olmaz kelamlar ediyordu.
Yine bir toplulukta, onu kötülüyorken,
Biri kalkıp dedi ki: (Tanıyorum onu ben.
Yakinen bilirim ki, o zatın aleyhinde,
Konuşan, azap görür yarın mahşer yerinde.)
Lakin kabul etmedi, onun müdafasını.
Hem de inat ederek, sürdürdü davasını.
O kimse, son olarak dedi ki: (İşte Kur'an.
Bu ihtilafımızı o çözsün istiyorsan.
Haydi, ikişer rekat önce namaz kılalım.
Sonra, ona niyetle bir sahife açalım.
İlk sayfanın başında, çıkarsa hangi âyet,
O velinin haline tutalım bir işaret.)
O da (Peki) deyince, kalkıp abdest aldılar.
Namaz kılıp, Kur'andan bir sahife açtılar.
İlk satırda bir âyet çıkmıştı ki açınca,
Tam İmam’ın halini gösterirdi açıkça:
(Onlar, uğraşsalar da dünya ticaretiyle,
Yine de unutmazlar Allah’ı bir an bile.)
Bu kerameti görüp, pişman oldu gönülden.
Ve hatta talebesi oldu hem de o günden.
Yine bu veli zata talebe olanlardan,
Birisi anlatır ki: Ben talebe olmadan,
Önce, bir mektup yazıp, sordum ki şu suali:
(Nasıl hasıl oluyor Eshabın bu kemali?
Resul'ün huzurunda durmakla insan bir an,
Nasıl üstün oluyor, en yüksek evliyadan?)
İmam, cevap olarak yazdılar ki o zata:
(Lüzum yok bunun için mektupla izahata.
Zira bunun cevabı, yazmakla anlaşılmaz.
Yahut anlaşılsa da, tam mutmain olunmaz.
Bu sualin cevabı, birlikte bulunarak,
Sohbet ve hizmet ile alınabilir ancak.)
Bu mektup üzerine, geldim Serhend şehrine.
Hiçbirşey konuşmadan, katıldım meclisine.
Daha ilk sohbetinde, oldu ki öyle haller,
Kavuşmak mümkün değil, geçse de çok seneler.
Düşündüm ki: Sohbeti böyleyse bir velinin,
Acaba nasıl olur sohbeti Peygamberin?
Bu hususta, ben henüz bir şey demeden evvel,
Sualimin cevabı verilmişti mükemmel.
O akşam,İmam beni çağırıp huzuruna,
Buyurdu: (Anladın mı, cevap verdim soruna.)
Hemence ellerine kapanarak ben dahi,
Dedim: (Evet efendim, anladım gayet iyi.)
. Ölünün mezardaki hali
İmam-ı Rabbani ki, evliyanın baş tacı.
Söz ve nasihatleri hasta kalpler ilacı.
Baş sağlığı olarak, mektup yazıp birine,
Buyurdu ki: (O merhum, kavuştu Sahibine.
Geride kalanlara, olsa da zor ve çetin,
Razı olmaktan başka, çare yok insan için.
Zira biz, Rabbimizin kullarıyız çok aciz.
Ona boyun bükmekten, başka yok bir çaremiz.
Dünyada kalmak için, yaratılmadık ki hem.
Ecelimiz gelince, ölürüz biz de o dem.
Hatta ölüm, benzer ki dünyada bir köprüye,
Kavuşturur bir anda, seveni Sevgili’ye.
Ölüm, müminler için saadettir, nimettir.
Ve lakin kâfirlere, azap ve felakettir.
En büyük yardım ise, şudur ki bir mevtaya,
Ruhuna göndermektir bir fatiha ve dua.
Zira Resul-i ekrem buyurdu hadisinde:
(Şu kimseye benzer ki ölü mezar içinde,
Denize düşmüş olup, boğulmak üzeredir.
İmdat! diye bağırıp, yardım istemektedir.
O, nasıl pek şiddetle ederse yardım talep,
Meyyit de, mezarında bir duayı bekler hep.
Öyle çok sevinir ki, geldiğinde bir dua,
O kadar çok sevinmez, verilse bütün dünya.)
Dediler: (Cahiliyiz malesef dinimizin.
En birinci nasihat nedir biz kullar için?)
Buyurdu: (Hasta ise, bir kulun kalbi eğer,
İndallah makbul olmaz yaptığı ibadetler.
Yani borcu ödenip, görmese de hiç azap,
Lakin pek kazanamaz fazla ecir ve sevap.
Kalbin bu hastalığı, şudur ki, bilin yine,
Tutulmuş olmasıdır Allah’tan gayrisine.
Belki de, kendisine bağlanmış olmasıdır.
Bu, onun en birinci mühim hastalığıdır.
Çünkü kul, kendi için ister asıl her şeyi.
Kendi için arzular mal, mevki ve rütbeyi.
Ve hatta çocuğuna ediyorsa muhabbet,
Kendini sevdiğinden, onu da sever elbet.
Nefsin esaretinden kurtulursa bir kimse,
Sırf Allah’a kul olur, Rabbine yönelirse.
Yani nefse değil de, Rabbine uyarsa hep,
Nefsin arzusu için, etmezse bir şey talep,
Gitmiştir kalbindeki o şiddetli hastalık.
Mabudu nefis değil, (Allah )tır onun artık.
Çünkü o, Allah için yapar her bir işini.
Zira iman ve ihlas kaplamıştır içini.
Sırf Allah rızasını düşünür her bir işte.
Kendine tapınmaktan kurtulmak budur işte.)
. Nefsine düşmanlık et
İmam-ı Rabbani ki, velilerin baş tacı.
Sözleri, Hasta olan Katı kalpler ilacı.
Seyyitlerden birine yazdı ki mektubunda:
(Ey yavrum, aman sakın, gitme nefsin yolunda.
Çünkü düşmanındır o, ve senin içindedir.
Şef olmak, başa geçmek arzu, hevesindedir.
Onun bütün gayesi, herkesten olsun üstün.
Ve herkes, ona karşı eğilsin, boyun büksün.
Arzu etmez, kimseye muhtac olsun kendisi.
Hiç istemez olsun bir amiri, efendisi.
Onun bu istekleri, gelir ki şu manaya,
Şerik, ortak olmak tır Allahü teâlâya.
Yani mabud olmaktır, onun için tek hedef.
İster ki, herkes ona tapınsınlar malesef.
Hatta nefs-i emmare, alçaktır ki o kadar,
Ortak olmaya bile, eylemez pek itibar.
İster ki, kendi olsun yalnızca amir, hakim.
Girsin onun emrine, dünyada varsa her kim.
Bir hadis-i kudside buyuruldu halbuki:
(Nefsine düşmanlık et, bana düşman o çünki.)
Hasılı alçak nefsin, mal mevki, rütbe makam,
Gibi arzularını kim yaparsa bittamam,
Yardım etmiş sayılır Hakk’ın bu düşmanına.
Ne bela gelse azdır, o kimsenin başına.
Kul için, bundan feci suç olur mu ki acep,
Rabbinin düşmanına, yardımda bulunur hep?
Demek ki, mevki makam, rütbe gibi her nimet,
Nefis için olursa, hüsran olur akıbet.
Ve lakin istenirse, nefse tâbi olmadan,
Günah değil, bilakis sevap olur o zaman.
Bunlar, Hak teâlânın dinine hizmet için,
İstenirse, Allah da veriyor buna izin.
Hatta bu niyet ile, mevki, makam istemek,
Allah’ın rızasına muvafık da olur pek.
Yani bu isteklere, karışmazsa hiç nefis,
Bunları istemekte, dinimizce yok beis.
Şundandır ki Allah’ın dünyayı sevmemesi,
Kötü isteklerine kavuşturur hep nefsi.
Allah’ın düşmanına kim etse yardım, medet,
O da, Hak teâlânın düşmanı olur elbet.
Nefis, kurtulmadıkça üstünlük hülyasından,
Zor olur kurtulması, Cehennem azabından.
Ebedi felakete gitmeden daha önce,
Onu, bu hastalıktan kurtarmalı hemence.
(La ilahe illallah ) mübarek kelimesi,
Sık sık tekrarlanırsa, temizler adi nefsi.
Ne zaman yoldan çıkıp, azgınlık gösterirse,
Bu güzel kelimeye sarılmalı o kimse.
. Can verme acısı
İmam-ı Rabbani’ye sordular bir gün yine:
(Can vermenin acısı, nasıl gelir ölene?)
Buyurdu: (Kardeşlerim, ölüm'ün en hafifi,
Öyle şiddetlidir ki, mümkün olmaz tarifi.
Anlatılamayacak kadar zordur can vermek.
Hepimiz, bu acıyı tadacağız tek be tek.
Ne zaman ki bir kişi, gelse ölüm haline,
Sanki konur iki dağ omuzu üzerine.
İynenin deliğinden çıkacak sanır ruhu.
Yerle gök birleşir de, arasında kalır o.
Sanki onun içinde, bir dikenli çalı var.
Onu tutup, ağzından kuvvetle çekiyorlar.
Takılmış etrafına yüzlerce dikenleri.
Çektikçe, parçalıyor takıldığı yerleri.
(Can verme )nin acısı, fazladır hatta şundan,
İnsana, yetmiş defa kılıç vuruluşundan.
Velhasıl bu dünyanın, en ağır elemleri,
Toplansa bir araya, cümle işkenceleri,
Can verme acısının yanında (hiç)tir yine.
Damla bile değildir deryaya nisbet ile.
Öyle şiddetlidir ki lakin (kabir azabı ),
Hiç kalır ona göre can verme ızdırabı.
Zira kabir, yakındır ahiret hayatına.
Azabı da, çok benzer oranın azabına.
Böyle şiddetli iken kabir azabı dahi,
(Mahşerdeki azab )ın yanında hiçtir tabii.
Damla'nın, bir derya'ya nisbeti nasıl ise,
Bunlar da, birbiriyle edilmez mukayese.
Mahşerde, binlerce yıl bekleşirken insanlar,
Güneş, bir mızrak boyu yaklaşıp halkı yakar.
Bir ayağın üstünde, bulunur binbir ayak.
Günahlarına göre, tere batar cümle halk.
Öyle çok sıkışır ki kâfirler izdihamdan,
Temenni ederler ki, kurulsa artık mizan.
Derler ki: (Hesabımız görülse de hemence,
Bu şiddetli azaptan kurtulsak bir an önce.
Cehenneme gitsek de razıyız, ne yapalım.
Yeter ki, şu azaptan bir nebze kurtulalım.)
Halbuki bilmezler ki, Cehennemin ateşi,
Öyle şiddetlidir ki, bulunmaz asla eşi.
Mahşer meydanındaki acı ve sıkıntılar,
(Cehennem ateşi )ne nisbetle hiç kalırlar.
Bir kum taneciğinin, kainata nisbeti,
Ne ise, öyle çoktur Cehennemin şiddeti.
Oradan bir kıvılcım dünyaya gelse eğer,
Onun hararetinden, bu dünya erir, biter.
Kalmaz aynı kararda azaplar Cehennemde.
Gün geçtikçe, şiddeti misliyle artar hem de.
Kurtuluş ümidi de küffara olmaz elbet.
Bu acı azaplarda, kalırlar ilelebet.
. Bir gence nasihat
İmam-ı Rabbani ki, veliler incisidir.
İkinci bin yılının yenileyicisidir.
Mektubat kitabının yüzotuzsekizinci,
Mektubunda, şöylece ikaz etti bir genci:
(Ey oğlum, hiç koşma ki bu dünyanın peşinden,
Yarın halas olasın, Cehennem ateşinden.
Gönlünü, ondan çekip, sırf bağla ki Allah’a,
Kul için, bundan büyük bir nimet olmaz daha.
Dünya adamlarıyla olma hiç alakadar.
Zira Allah, dünyayı sevmiyor zerre kadar.
Madem ki Hak teâlâ vermiyor ona kıymet,
Sen dahi sevme onu, verme hiç ehemmiyet.
Bu alçak dünya için, Rabbini gücendirmek,
Akıllı bir insana yakışır iş değil pek.
Birbirinin zıddıdır (ahiret ) ile (dünya ).
İkisinin sevgisi, toplanmaz bir araya.
Birinden uzaklaşan, yaklaşır öbürüne.
Birisi kalbe girse, yer kalmaz diğerine.
Nasıl istersen yaşa, ölürsün bir gün elbet.
İstediğini topla, ayrılırsın akıbet.
Bu gün, ölmüş kabul et ey oğlum kendini sen.
Mutlak olacak şeyi, hem oldu bil şimdiden.
Oğlum, tavşanlar gibi, gözü açık uyumak,
Daha çok sürecek mi, ecel yaklaşıyor bak!
Ölüm vakti gelince, uyandırırlar bizi.
Lakin o uyanmanın, olmaz hiç faidesi.
Dünya düşkünleriyle arkadaşlık eylemek,
(Öldürücü zehir )dir, pek sıkı kaçmak gerek.
Bu zehirle ölenin, yeri, sonsuz ateştir.
Aklı olan kimseye, bir işaret yetişir.
Dünya adamlarından uzak dur, görme hatta.
Arslandan kaçar gibi, kaç onlardan adeta.
Zira arslan, insanın alır yalnız canını.
Onlar ise, alırlar dinini, imanını.
Hadis-i şerifinde, bir gün Nebiyy-i zişan,
Bunun kötülüğünü etmiştir şöyle beyan:
(Zengine, malı için alçaklık gösterenin,
Gider üçte ikisi bu sebepten dininin.)
Düşün ki, onlar ile görüşmen ne içindir?
Mal ve mevkileriyle ilgili değil midir?
Aman oğlum dikkat et, onlara olma yakın.
Onların zararından, kendini iyi sakın.
Zira bu, öyle fena iştir ki, akabinde,
Nasihat dinlemeye yer bırakmaz kalbinde.
Böyle ağır yazmamın sebebi şu ki oğlum,
Başka türlü uyanman çok zordur, biliyorum.
Hak teâlâ, bizlere versin de olgun ihlas,
Beğenmediği şeyden, tamamen etsin halas.
. Gençlik çağı
İmam-ı Rabbani’nin Mektubat eserinde,
Şöyle buyurmaktadır mektupların birinde:
(Ey oğlum, bu genç çağda, her ne yapmak istersen,
Kolaylıkla yapacak bir haldesin şimdi sen.
Gençlik, sıhhat, güç kuvvet, mal rahatlık, boş vakit,
Bulunmaz başka zaman bundan daha müsait.
Ebedi saadete kavuşturacak olan,
İşleri yapmak için, niçin durursun şu an?
Halbuki bu ameller, hep senin yararına.
Niçin bırakıyorsun bu işleri yarına?
Ömrünün en kıymetli ve en çok faideli,
Zamanı, (gençlik )tir ki, kıymetini bilmeli.
Bu çağda, amellerin en kıymetlisi olan,
Yaradan’a ibadet yapmalıdır durmadan.
Onun yasak ettiği günah işlerden dahi,
Kaçmaya, titizlikle çalışmalı tabii.
Ey oğlum, Hak teâlâ, bu yirmidört saatte,
Sadece bu beş vakti ayırmış ibadete.
Zenginlerin malının, istemeyip hepsini,
Ayırmış fakirlere kırkta bir hissesini.
Birkaç zararlı şeyi, etse de yasak, haram,
Helaldir faideli, türlü şerbet ve taam.
Bir saatlik zamanı, namaza ayırmayıp,
Boş şeylerle uğraşmak, hem çok günah, hem ayıp.
Zengin olup, kırkta bir miktarda az bir zekat,
Vermemek, Hakk'a karşı ne de büyük bir inat.
O kadar çok mubahı bırakıp da, bir anlık,
Harama el uzatmak, ne büyük insafsızlık.
Gençlik çağı odur ki, nefisler kaynar her an.
İns ve cin şeytanları, saldırılar her yandan.
Böyle kritik anda yapılan az ibadet,
Öyle kıymetlidir ki, sevabı çoktur gayet.
İhtiyarlıkta ise, gider gücü, kuvveti.
Alamaz hiçbir şeyden gençlikteki lezzeti.
Arzulara kavuşmak ümidi de böylece,
Kalmayıp, pişmanlıktan (Ah!) eder gündüz gece.
Resul'ün buyurduğu o azaplar, acılar,
Elbette bir gün gelip, hep olacak aşikâr.
Bir yandan (nefis, şeytan ), bir yandan (kötü yaran ),
İnsanları aldatıp, söylerler türlü yalan.
Halbuki bilmeli ki, imtihandır bu dünya.
Öyle çabuk geçer ki, sanki tatlı bir rüya.
Nasıl ki bunca ömür, çabuk geçtiyse eğer,
Bundan sonraki dahi, öyle süratli geçer.
Öyleyse ey evladım, kendine gel ki artık,
Zira hiç fayda vermez, son andaki pişmanlık.
Şimdi geçir vaktini, taat ve ibadette.
Zira sonsuz rahatlık, olacak ahirette.
. Kötü arkadaşın zararı
İmam-ı Rabbani ki, en büyük velilerden.
Odur din-i islamı yeniden ihya eden.
Serhend vilayetinde dünyayı etti teşrif.
Ve (Mektubat ) isminde, bir kitap etti telif.
Sevdiklerinden bir genç var idi ki o zaman,
Devamlı sohbetine gelirdi muntazaman.
Bir ara, zenginlerle kurarak arkadaşlık,
Salihler sohbetine gelemez oldu artık.
İmam vakıf olunca bu haline o gencin,
Hemen bir mektup yazdı, gafletten ikaz için
Buyurdu ki: (Evladım, öğrendiğime göre,
Bizlerden uzaklaşıp, yanaştın zenginlere.
Allah adamlarından ayrı kaldığın için,
Çok fena yapıyorsun, şakası yok bu işin.
Bu dünya düşkünleri, çok ahmak, pek alçaktır.
Bu gün, gözün kapalı, yarın açılacaktır.
O günkü açılmanın faydası olmaz ancak.
Çünkü o gün, iş işten çoktan geçmiş olacak.
Gafil zenginler ile bulunma ki az daha,
Kendini toparlayıp, veremezsin Allah’a.
Zira buyuruldu ki onlar için âyette:
(Onlar, ziyan ettiler dünya ve ahirette.)
Allah’a yakın ise, bir fakir çöpçü şayet,
Uzak olan zenginden iyidir kat kat elbet.
Gerçi sen, bu sözlere biraz zor inanırsın.
Belki de inanmayıp, hayret eder, kalırsın.
Fakat bir gün gelecek, inanacaksın, ancak,
O günkü inanmanın faydası olmayacak.
Tatlı, yağlı yemekler, süslü, şık elbiseler,
Seni, bu musibete itip, sürüklediler.
Bu gidiş, felakete gidiyorsa da, fakat,
Henüz kaçmış değildir elinden bütün fırsat.
Her ne ki mani olur Allah’ın sevgisine,
Tehlikeli düşman bil, onları sen kendine.
Bu ömür fırsatını, büyük bir ganimet bil.
Zira ecel ne zaman gelecek, belli değil.
Bu babta Resulullah buyurdular ki zaten:
(Muhakkak helak oldu, yarın yaparım diyen.)
Kim adete, modaya uydurursa her işi,
Yarın mahşer gününde, pişman olur o kişi.
Her ne kadar gençliğin varsa da şimdi elde,
Ve lakin çoğu zaman, ani gelir ecel de.
Bu gün fırsat eldedir, bitmemiştir bu ömür.
Sakın gafil olma ki, bir anda insan ölür.
Bir kimse, bu dünyada ne yaptıysa ihlasla,
Ondan fayda görecek, başka şeylerden asla.
En büyük sermayesi, ömrüdür bir insanın.
Hayal olan şeylerin ardında koşma sakın.
Kıymetli şeye harca, bu büyük sermayeyi.
Ve çok iyi tesbit et hedef ile gayeyi.
Biz yalnız, şunun için gelmişiz ki dünyaya,
Hep ibadet edelim Allahü teâlâya.
Faidesiz şeylerden, çok sakın ki evladım,
Sana, mahşer gününde kimseden olmaz yardım.)
İmam-ı Rabbani’nin hürmetine ya Rabbi!
Sevgili Resulüne bizi de eyle tâbi.
. Farzlar ve nafileler
İmam-ı Rabbani’nin Mektubat kitabında,
Şöyle buyuruluyor Nafileler babında:
(Allah’ın sevgisine, insanı kavuşturan,
Farzlar ve nafileler vardır ki dinde şu an,
Çok büyüktür bilhassa (Farz )ın ehemmiyeti.
Hiç kalır farz yanında, nafilenin kıymeti.
Bir farz, vakti içinde yapılırsa ihlasla,
Bin sene nafileden sevaptır daha fazla.
İster namaz ve oruç, isterse zikir, fikir,
Herhangi bir nafile olsa da, yine birdir.
Hatta farz içindeki sünnet veya bir edep,
Gözetilse, bunun da ecri çoktur yine hep.
Bir gün hazret-i Ömer, bir sabah namazını,
Cemaatle kılarak, gözetti Eshabını.
Lakin göremeyince birini o saatte,
Buyurdu: (Filan kimse, yok mudur cemaatte?)
Dediler: (Geceleri, o ibadet yapar hep.
Belki şimdi uykuya dalmıştır bundan sebep.)
Buyurdu ki: (Keşke o, gece hep uyusaydı.
Ve sabah namazını cemaatle kılsaydı.)
Yani islamiyet’te, bir edebi gözetmek,
Tenzihi olsa bile, bir mekruhu terk etmek,
Bütün nafilelerden, daha faidelidir.
Tahrimi mekruhları, artık düşünmelidir.
Evet, farzlar yapılır, haramdan kaçılırsa,
Ve bütün mekruhlardan, tamam sakınılırsa,
O zaman, nafileyi yapmak da güzel olur.
Eğer böyle olmazsa, hiç bir kıymeti yoktur.
Mesela bir müslüman, yarım gümüş alarak,
Bir müslüman fakire, verse (zekat ) olarak,
Dağlar kadar altını, nafile niyetiyle,
Dağıtmaktan, kat be kat iyidir hatta bile.
Çünkü zekat, islamın farzlarından biridir.
Yani Hak teâlânın bize mühim emridir.
Nafile sadaka ve hayratın çoğu ise,
Çok defa riya olup, tatlı, hoş gelir nefse.)
Ve yine buyurdu ki: (Allah’ın rızasına,
Kavuşabilmek için, amel lazım insana.
Amelin de, doğru ve düzgün olması için,
Emir ve yasakları öğrenmek lazım ilkin.
Mesela namaz oruç, hac zekat, nikah talak,
Bütün bu bilgileri öğrenmeli muhakkak.
Bunlar bilinmedikçe, ameller doğru olmaz.
Yanlış yapılınca da, hiç sevap kazanılmaz.
Her şeyi öğrenmeden ve öğrendikten sonra,
Birer cihad vardır ki cümle müslümanlara,
Biri, ilmi her yerde aramak ve bulmaktır.
Diğeri de, o ilmi yerinde kullanmaktır.
Hem de (fıkıh bilgisi ), herkese farz-ı ayındır.
Yani her müslümanın öğrenmesi lazımdır.
Dinimiz üç kısımdır, ilim, amel ve ihlas.
Bu üçü bulunmazsa, müslümanlık olamaz.
Bunların üçünü de, elde ederse insan,
Olmuş olur o kimse, kâmil, olgun müslüman.
. İnsanların en kötüsü
İmam-ı Rabbani ki, devrinin incisidir.
İkinci bin yılının yenileyicisidir.
Bu büyük evliya zat, Mektubat kitabında,
Şöyle buyurmaktadır din adamı babında:
(Âlimlerin, dünyayı sevmesi ne çirkindir.
Bu, güzel yüzlerine, siyah leke gibidir.
Böyle olan bir âlim, kurtarsa da herkesi,
Ve lakin kendisine olmaz bir faidesi.
Dini kuvvetlendirmek, islamiyet’i yaymak,
Şerefi, kendisine ait olsa da, ancak,
Bazan öyle olur ki, kâfir, fasık bir kişi,
İcabı hale göre yapabilir bu işi.
Bunlar, çakmak taşına benzerler ki nihayet,
Bulunur içlerinde bir enerji ve kudret.
İnsanlar, bu kudretten istifade ederler.
Lakin ondan, kendine fayda olmaz müyesser.
Bunların da, ilminden olmaz faideleri.
Ve hatta zarar verir, onlara ilimleri.
Çünkü yarın, bir delil olur ki bu ilimler,
(Bilmiyorduk, bilseydik yapmazdık) diyemezler.
Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi,
Dünyaya alet etmek, ne kötüdür değil mi?
Çünkü Allah, dünyaya vermiyor değer, kıymet.
Buna rağmen veriyor, ilme çok ehemmiyet.
Din hakkında konuşmak, yazı ve kitap yazmak,
Allah için olursa, faydalı olur ancak.
Çünkü bunlar, olursa şöhret için, mal için,
Olmaz istifadesi ondan hiçbir kişinin.
Eğer din adamları, düşmüşse bu belaya,
Yani tutulmuşlarsa mal, para ve dünyaya,
Din adamı değil de, dünya adamlarıdır.
Ve hatta insanların en alçağı bunlardır.
Büyüklerden birisi, görmüş bir gün şeytanı.
Ki, bomboş oturuyor, aldatmıyor insanı.
Sebebini sorunca, demiş ki ona şeytan:
(Benim bir iş yapmama, bir gerek yok ki şu an.
Zira âlim geçinen kütü din adamları,
Zaten çıkarıyorlar hak yoldan insanları.
Bana, öyle yardımcı oluyorlar ki onlar,
Benim de çalışmama, lüzum bırakmıyorlar.)
Eğer din âlimleri, dünya düşünmüyorsa,
Okutup yazmaları, Hak için oluyorsa,
Varis ve vekilidir onlar Resulullahın.
Ve en kıymetlileri, onlardır insanların.
Bunların mürekkebi, mahşerde getirilir.
Şehidlerin kanıyla tartılıp, ağır gelir.
Ahiretin ebedi, yani sonsuzluğunu,
Dünyanınsa geçici ve fani olduğunu,
Anlayıp, ahirete sarılır bu âlimler.
Ve lakin bu dünyaya vermezler asla değer.
Dünya ile ahiret, zıddır birbirlerine.
Birinden uzaklaşan, yaklaşır diğerine.
Nasıl bulunamazsa ateş-su bir arada,
Bir kalpte birleşemez, (ahiret) ve (dünya) da.
. Harama uzanmamalı
İmam-ı Rabbani ki, çok büyük evliyadır.
Hasta gönüller için, her sözü bir devadır.
Bir gence mektup yazıp, buyurdu ki: (Evladım!
Seni, bu din yolundan ayırmasın Allah’ım.
Dünya ile ahiret, birbirinin tam tersi.
Birini razı etsen, gücenir ötekisi.
Ey yavrum, sana pek çok lütfedip Hak teâlâ,
Şereflendirmiş idi tövbe ve istiğfarla.
Ve sonra cenab-ı Hak, lütfedip pek çok yine,
Kavuşturmuştu seni, bir veli sohbetine.
Şimdi bilmiyorum ki, nefis ile şeytanın,
Din bilgisi olmayan kötü arkadaşların,
Arasında, o temiz halde kalabildin mi?
Bu üç güçlü düşmana, karşı durabildin mi?
Gençlik var ve para bol, arkadaşlar uygunsuz.
Nefsin her arzusunu, yapmak kolay ve ucuz.
Ey yavrum, benim sana diyeceğim tek şudur:
Körpeciksin, yolun da begayet korkuludur.
Öyleyse mubahlara, fazla eğilmemeli.
Az kullanırken dahi, iyi niyet etmeli.
Mesela bir şey yerken, yiyip kuvvetlenmeye,
Allah’a, daha iyi ibadet eylemeye.
Giyerken, örtünmeyi niyet eylemelidir.
Gösterişi, hatırdan hiç geçirmemelidir.
Her bir mubah için de, ders çalışırken hatta,
Böyle iyi niyetler yapmalıdır mutlaka.
Büyükler, azimetle amel edip her zaman,
Elden geldiği kadar kaçındılar ruhsattan.
Mubahları, zaruret kadar kullanmalıdır.
Haram ve şüpheliye, hiç uzanmamalıdır.
Hak teâlâ, kullara merhamet edip zira,
Mubahla zevklenmeye izin verdi onlara.
Haram kılmış ise de, bir kaç zararlı şeyi,
Helal, mubah kılmıştır faydalı çok nesneyi.
Aklı gideren içki, haram ise de, fakat,
Helaldir tatlı, renkli, türlü türlü meşrubat.
Hınzır haram ise de, fakat buna mukabil,
Bir çok kuş ve hayvanlar, helaldir, haram değil.
Helal olan sayısız zevkleri bırakarak,
Onun haram kıldığı bir iki zevke sapmak,
Hakk'a karşı, ne kadar büyük edepsizliktir.
Ne derece bir inat, ne terbiyesizliktir.
Hem de haram ettiği lezzetler her ne ise,
Mubah olanlarda da, vardır hem fazlasıyle.
Helal olan zevkleri, bırakalım bir yana.
(Hak rızası ), daha çok lezzet verir insana.
Bir insanın işinden, razıysa Rabbi eğer,
İşte bu zevk yanında, hiç kalır diğer zevkler.
Bir insanın işini, Halık'ı beğenmezse,
Bundan büyük bir cefa olur mu o kimseye?
Cennette olanlardan, razı olması Rabbin,
Hepsinden tatlı gelir Cennet nimetlerinin.
Razı olmamasıysa Cehennemdekilerden,
Daha çok acı gelir, her azap ve elemden.)
. Gençlik nimettir
İmam-ı Rabbani’nin yazdığı Mektubat’ta,
Şöyle buyurmaktadır bir gence nasihatta:
Ey evladım biz kuluz, Allah’ın emrindeyiz.
Kendi emrine buyruk ve başıboş değiliz.
Her istediğimizi yapamayız biz zinhar.
Çünkü Sahibimiz'in bize emirleri var.
Burada yaşamazsak Onun emirleriyle,
Mezarda, pişmanlıktan başka şey geçmez ele.
Ey oğlum, gençlik çağı, kâr ve kazanç vaktidir.
Merd olan, bu zamanı iyi değerlendirir,
İhtiyarlık zamanı, herkese olmaz nasip.
Olsa da, vakit olmaz elverişli, münasip.
Vakit bulunsa dahi, azalınca güç, kuvvet,
Yapılmaz gençlik gibi, yarar iş ve ibadet.
Bugün, her bir vaziyet tam elverişli iken,
Ebeveynin varlığı, büyük bir nimet iken,
Geçim derdi olmayıp, elde iken her fırsat.
Güç kuvvet azalmayıp, yerindeyken bu sıhhat,
Hangi özür ve hangi bahane ile acep,
Yarına bırakılır bugünün işleri hep?
(Helekel müsevvifun) dedi Nebiyyi zişan.
Yani, yarın yaparım diyenler etti ziyan.
Eğer dünya işini bırakırsan yarına,
Elbette ki bu senin, olur çok yararına.
Ey oğlum, bu gençlikte, üç din düşmanı olan,
Nefis, şeytan ve bir de ahlaksız, kötü yaran,
İnsana saldırırken, yapılan az ibadet,
Hak teâlâ indinde kazanır büyük kıymet.
Yaşlılıkta yapılan, bunlardan kat kat fazla,
İbadetin kıymeti, bu kadar olmaz asla.
Ey oğlum iyi bil ki, insanı, cenab-ı Hak,
Oyun eğlence için yaratmadı muhakkak.
Yiyip içmek, keyf sürmek için yaratılmadık.
Yalnız ibadet için yarattı bizi Halık.
Resul'ün bildirdiği ibadetlerin hepsi,
İyi düşünülürse, bizedir faidesi.
Kullara yaradığı için emr olunmuştur.
Yoksa, ibadetlerin Ona faydası yoktur
Allah, muhtaç değildir kulun ibadetine.
Onları, emirlerle şereflendirdi yine.
Her şeye muhtaç olan ve çok aciz olan biz,
Bu büyük ihsan için, teşekkür etmeliyiz.
Oğlum, bu gün mesela bir müdür, bir işçiye,
Emir verse, herhangi bir işi yapsın diye,
İşçi, o vazifeye ne de çok kıymet verir.
Bana, müdür bu işi verdi diye sevinir.
Seve seve, zevk ile yapar onu o işçi.
İftihar vesilesi yapar hem de o işi.
Şimdi yazıklar olsun, Allah’ın yüksekliği,
O müdürünki kadar acep değil midir ki,
Onun emirlerine, böyle çalışılmıyor.
Ve (evvela vazife, sonra namaz) deniyor.
Halbuki amirlerin amiridir Rabbimiz.
Önce, Onun emrini ifa eylemeliyiz.
. İmanını tazele
İmam-ı Rabbani ki, çok büyük evliyadır.
Bir gence nasihatte, şöyle buyurmaktadır:.
Ey oğlum, yaratılış gayemiz şu ki bizim,
Sadece Rabbimize ibadet eyleyelim.
Lakin görüyorum ki, bir gevşeklik ve gaflet,
İçinde, çok insanlar yapmıyorlar ibadet.
Uyanmamız lazımdır acele bu gafletten.
Yoksa, olmaz kurtuluş ebedi felaketten.
İbadet yapmamanın, iki sebebi vardır.
Biri, Resulullaha tamam inanmamaktır.
Mesela bazıları, der ki: (Bu ibadetler,
Sırf arablar içindir, bize değil muteber.
Çöldeki insanların, sağlam olması için,
Namaz emredilmiştir, içyüzü budur işin.
Spor yapmak, namazdan elbet daha iyidir.
Duş ve banyo, abdestten daha faidelidir.)
İbadet etmemenin, ikinci sebebiyse,
Bunlara, ehemmiyet vermiyor bazı kimse.
Yani bu emirleri, mevki sahibi olan,
Kimselerin emrinden, hafif görür çok insan.
Her iki sebeple de, ibadetten kaçınmak,
Mümine yakışmayan, feci bir haldir ancak.
Ey oğlum, bir yalancı, dese ki gelip yekten:
(Düşman baskın yapacak, bu gece filan yerden.)
İdareciler, onun yalancı olduğunu,
Bilseler de, yabana atmazlar yine bunu.
Derler ki: (Her ne kadar, o, yalancı ise de,
Getirdiği bu haber, hakikattir belki de.
Her ihtimale karşı, uyanık davranalım.
Gereken tedbirleri, gecikmeden alalım.)
Halbuki Resulullah, açıkça, tekrar tekrar,
O sonsuz azapları bildiriyor aşikâr.
O, sadık ve emindir, söylemez asla yalan.
O, hak söyleyicidir, doğru söyler her zaman.
Peygamber olmadan da, doğru ve emin idi.
Bu yüzden meşhur ismi, (Muhammed-ül emin )di.
Şimdi bazı insanlar, Ona inanmıyorlar.
Bir yalancı kadar da, itimat etmiyorlar.
Yahut inansalar da Onun sözüne, fakat,
Kurtuluş çaresini düşünmüyorlar, heyhat!
Halbuki Resulullah, kurtuluş yolunu da,
Gösteriyor ve lakin görmüyorlar onu da.
O halde o Resul'e, bir yalancıya olan,
Güven dahi olmazsa, nasıl olur o iman?
(İmanım vardır) demek, insanı kurtaramaz.
Yakin hasıl etmesi lazımdır kalbin esas.
Hücurat suresinde buyuruldu: (Muhakkak,
Yaptıklarınızı hep görüyor cenab-ı Hak.)
Böyle olduğu halde, korkmadan, utanmadan,
Haram, çirkin işleri yapıyorlar durmadan
Halbuki bu işleri görecek olsa biri,
Yapmaktan vaz geçerler böyle çirkin işleri.
O halde ey evladım, eyle hemen istiğfar.
Şehadeti söyleyip, iman et şimdi tekrar.)
. Dine uymak esastır
İmam-ı Rabbani ki, büyük âlim ve veli.
Kararmış gönüllere şifa oldu sözleri.
Bu zat buyuruyor ki: Saadete kavuşmak,
Allah’ın Resulüne uymakla olur ancak.
İslamdan, zerre kadar ayrılan bir kimsede,
Saadetten iz olmaz, harika gösterse de.
Onun göstereceği harikulade haller,
Onu, iki cihanda felakete sürükler.
Kim ki, Resulullaha hakkıyla tâbi olmaz,
Yarın mahşer gününde, azaptan kurtulamaz.
Şu bir kaç günlük ömrü, Allahü teâlânın,
Beğendiği şekilde geçirmeğe bakalım.
Bir kimsenin işinden, Rabbi razı olmazsa,
Ölmesi, hayırlıdır onun yaşamaktansa.
Uydurmamış olsan da, islama her halini,
Hak teâlâ, görüyor senin her ef'alini.
Hazırdır ve nazırdır elbette cenab-ı Hak.
Ve senin her işini, görmektedir muhakkak.
Kullara ne oldu ki, bile bile bunları,
Korkmadan işliyorlar, haram ve günahları.
O haramı işlerken, birisi görse eğer,
O işi işlemekten, hemence vaz geçerler.
Bir kuldan utanıp da, Allah’tan çekinmemek,
Müslümana yakışan bir hal olmasa gerek.
Öyleyse ey evladım, imanın çıkmasından,
Allahü teâlâya sığınmalı hep insan.
Ve sık sık, (La ilahe illallah ) söyleyerek,
İcab eder, imanı an be an yenilemek.
Günah işler için de, tövbe edip her sefer,
Allahü teâlâya yalvarmak icab eder.
Hem de bu istiğfarda, etmeli ki acele,
Belki başka müsait bir vakit geçmez ele.
Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki aynen:
(Aldandı, ziyan etti yarın yaparım diyen.)
Bu ömür, insanların büyük sermayesidir.
Onu, yarar işlerle değerlendirmelidir.
Dinden, kıl ucu kadar ayrılık mevcut ise,
Kendini tehlikede bilmelidir o kimse.
Allah adamlarından birisini bularak,
Ona tâbi olmalı, her işte tam olarak.
Ona karşı gelmekten, sakınmalı pek fazla.
Yoksa, istifadesi olamaz ondan asla.
Onun tek bir işini hor görmek, beğenmemek,
Öldürücü zehirdir, titremek, korkmak gerek.
Ey oğlum, sen bunları bilirsin belki biraz.
Fakat sırf bilmek ile, hiçbirşey kazanılmaz.
Bir hasta, ilacını öğrenebilir, fakat,
Onu kullanmadıkça, bulamaz yine sıhhat.
Onun, o hastalığın ilacını bilmesi,
Onu iyi etmeye yetişmez tabii ki.
Bütün Nebilerin ve âlimlerin hep bir bir,
Bildirdikleri şeyler, sırf işlemek içindir.
Bilmek, mahşer gününde fayda etmez insana.
Bilakis hüccet olur, azap yapılmasına.
. Namaz, dinin direğidir
İmam-ı Rabbani’nin nasihat ve sözleri,
Hidayete getirdi binlerce kimseleri.
Mektubat kitabında buyurdu: Bir insana,
Önce lazım olan şey, ermektir tam imana.
Yani itikadını, imanını düzeltmek,
Herşeyden daha önce lazımdır insana pek.
Bundan sonra, salih ve yarar iş yapmalıdır.
Bunların içinde de, en mühimi (Namaz )dır.
Resulullah buyurdu bir hadis-i şerifte:
(Namaz kılmak, bu dinin direğidir elbette.)
Namaz kılan bir kimse, dinini doğrultmuştur.
Namaz kılmayan ise, dinini yıkmış olur.
Namazı, doğru dürüst kılarsa eğer insan,
Kurtulur tamamiyle kötü iş ve fahşa’dan
İnsanı kötülükten korumayan bir namaz,
Görünüşte namazdır, doğru namaz olamaz.
Ve lakin doğrusunu yapıncaya kadar tam,
Görünüşü yapmaya, etmeli yine devam.
Buyuruldu: (Bir şeyin, hepsi yapılamazsa,
Hepsini de elinden kaçırma hiç olmazsa.)
Allah’ın merhameti sonsuzdur çünkü evlat.
O, kabul edebilir görünüşü hakikat.
(Böyle kılacağına, hiç kılma) dememeli.
(Böyle kılacağına, dosdoğru kıl) demeli.
Namazı, cemaatle eda etmeli ki hep,
Azaptan kurtulmaya, namazdır çünkü sebep.
Müminun suresinin başındaki âyette:
Buyuruldu: (Müminler kurtulacak elbette.)
Âyetin devamında şöyle buyurmaktadır:
(Onlar, namazlarını huşuyla kılanlardır.)
Çetin şartlar altında yapılırsa bir taat,
Kazanılan sevap da, elbet olur kat be kat.
Bunun için, gençlerin ibadet etmeleri,
Mühim olup, indallah pek büyüktür değeri.
Çünkü nefis ve şeytan ve bir de kötü yaran,
Bilhassa hep gençlere saldırırlar her yandan.
Onları dinlemeyip, ibadete sarılmak,
Çok büyük sevaplara kavuşturur muhakkak.
Eshab-ı Kehf, ne için çok şerefli oldular?
Çünkü o dinsizlerden, hicretle ayrıldılar.
Kâfirler, ibadette zorluk çıkarırlarsa,
O taatın sevabı, kat be kat olur fazla.
Daha ne yazayım ki, oğlumuz, bilmem neden,
Allah adamlarına kaçıyor görünmekten.
Dünya düşkünleriyle bulunmayı istiyor.
Bunun zararlarını, hiç akıl edemiyor.
Oğlum, sen o dostlara yakın olma ki zinhar,
Dinine, imanına saldırır çünkü onlar.
Onlar, tatlı dilli ve güler yüzlü düşmandır.
Uyanık bulunmazsan, dinini çalar, alır.
Resulullah buyurdu bir hadisinde yine:
(Mal ve mevki sahibi zenginlerden birine,
Sadece malı için alçalsa biri eğer,
Bu sebepten, dininin üçte ikisi gider.)
. Ölüm, bir köprüdür
İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ında yine,
Bir taziye mektubu yazılmıştır birine.
Mirza Ali Can için yazmışsa da mektubu,
Okuyan herkes için geçerlidir elbet bu.
Mektupta buyurur ki: Bizleri, Hak teâlâ,
Resulünün yolunda bulundursun evvela.
Çünkü insan, ne kadar yaşasa da, nihayet,
Muhakkak ahirete edecek bir gün avdet.
Enbiya suresinde şöyle buyurmaktadır:
(Her bir canlı, ölüm'ün tadını tadacaktır.)
Bunun için ey oğlum, ölecektir her insan.
Her kim olursa olsun, kurtulamaz hiç bundan.
Hadiste buyuruldu: (Her kimin ömrü uzun,
İbadeti de çoksa, ona müjdeler olsun.)
Bir köprüye benzer ki, ölüm, açık, aşikâr,
Ölüm'le kavuşurlar maşukuna aşıklar.
Bütün Hak aşıkları, ölüm'ü düşünerek,
Teselli bulmaktadır, onu hayal ederek.
Ankebut suresinin, beşinci âyetinde,
Şöyle buyuruluyor bu mevzu üzerinde:
(Ey Rabbine kavuşmak isteyenler, bilin ki,
Ona kavuşma vakti gelecek elbette ki.)
Ve lakin nefsine ve şeytana tutulanlar,
Bir Allah adamına kavuşmamış olanlar,
Yukardaki müjdeye, elbet dahil değildir.
Onlar, zarar ziyanda ve hep başı yerdedir.
Şimdi vefat etmiştir sizin valideniz de.
Büyük bir varlık olup, çok hakkı vardır sizde.
Buna karşı, siz dahi ona yardım ediniz.
Ona dua, sadaka, fatiha gönderiniz.
Hadiste buyuruldu: (Mezardaki bir mevta,
Denizde boğulacak zata benzer adeta.
Anne ve babasından ve her tanıdığından,
Gelecek bir duayı beklemektedir her an.)
Bir de insan, onların ölümünü görerek,
Kendi ölümünü de lazım gelir düşünmek.
Bütün varlığı ile, Allahü teâlânın,
Beğendiği şeyleri yapmalıdır bi hakkın.
Bilmeli ki bu dünya, aldatır insanı hep.
Onu, ahmak olanlar sadece eder talep.
Dünya kazançlarının, Allah’ın indindeki,
İtibarı, bir zerre olsa idi eğer ki,
Ondan, kıl ucu kadar vermezdi kâfirlere.
Öyleyse bu dünyayı sokmamalı kalplere.
Allah, sizi ve bizi, yüz çevirip her şeyden,
Kendine bağlamayı nasib eylesin hepten.
Oğlum, cenab-ı Hakkın sonsuzdur merhameti.
Lakin azabının da, pek fazladır şiddeti.
(Beyn-el havf-ü verreca) üzre bulunmalıdır.
Yani korku ve ümit, müsavi olmalıdır.
Gençlikte, Rabbimizin kahrından, gazabından,
Çok korkmak ve titremek lazım gelir her zaman.
İhtiyarlıkta ise, af ve merhametine,
Sığınmak lazımdır ki, orta yol budur yine.
. Dünya fanidir
İmam-ı Rabbani’nin Mektubat kitabında,
Şöyle buyuruluyor bu dünyanın hakkında:
Oğlum, dünya hayatı, kısa ve geçicidir.
Ahiret azabıysa, sonsuz ve şiddetlidir.
İleriyi tam gören akıl sahiplerinin,
Hazırlıklı olması lazımdır bunun için.
Bu dünyanın tadına, sahte güzelliğine,
Aldanan, yarın düşer bir pişmanlık içine.
İnsanların şeref ve itibarı, eğer ki,
Sadece dünyalık ve mal ile ölçülseydi,
Dünyalığı çok olan kâfir ve münafıklar,
Herkesten daha fazla kazanırdı itibar.
Dünyanın görünüşü, güzel de olsa yine,
Sırf ahmaklar aldanır, onun güzelliğine.
Şu birkaç günlük ömrü, bilerek büyük fırsat,
Allah’a ibadetle geçirmeli her saat.
Allah’ın kullarına, iyilik etmelidir.
Bunu, kurtuluş için vesile bilmelidir.
İki şey lazımdır ki azaptan halas için,
Bunu, iyi bilmesi lazımdır her kişinin.
Birincisi, Allah’ın emr-ü nevahisine,
Kıymet vermek ve saygı göstermektir hepsine.
Ve Onun yarattığı, bilcümle mahlukata,
Şefkat ve merhametle davranmaktır mutlaka.
Allah’ın Resulünün, Rabbimizden alarak,
Bize getirdikleri, hep doğrudur muhakkak.
Sayıklama, eğlence, şaka sözler değildir.
O, hiç yalan söylemez, (Muhammed-ül emin )dir.
O halde, tavşan gibi gözü açık olarak,
Daha ne güne kadar sürecek bu uyumak?
Bu uyumanın sonu, rezil rüsvay olmaktır.
Ahirette eli boş, mahrum kala kalmaktır.
Biliyorum gençsiniz, kaynamakta içiniz.
Dünya nimetlerinin tamam içindesiniz.
Dünya nimetleriniz tamam ise de, fakat,
Yarın bu sözlerimiz, olacak bir hakikat.
Yine de, elinizden bir şey kaçmış değildir.
Allahü teâlâya yalvaracak vakittir.
Dünyada felaketten, ahirette azaptan,
Kurtulabilmek için, iki şey vardır el'an:
Birisi, Rabbimizin her emrine sarılmak.
İkincisi, haram ve günahlardan sakınmak.
İkincisi, ilkinden çok mühimdir ki daha,
(Vera ) ve (takva ) denir haramdan sakınmaya.
Bir gün, Resulullaha dediler ki: (Filan zat,
Gece gündüz uğraşıp yapıyor fazla taat.)
Buyurdu ki: (Hiçbirşey vera gibi olamaz.)
Günahtan kaçınmaktır buyurdu yani esas.
İnsanların, melekten üstün olabilmesi,
Vera sayesindedir çok yükselebilmesi.
Melekler de, pek fazla ibadet ediyorlar.
Halbuki hiç terakki edemiyorlar onlar.
O halde, haramlardan kaçınmak pek evladır.
Bu dinde en kıymetli, en üstün şey (takva )dır.
. Gönül hastalığı
İmam-ı Rabbani ki, büyük bir evliyadır.
Sözleri, hasta olan gönüllere devadır.
Mektubat kitabında buyurur ki bu veli:
Bir gönül hasta ise, onu iyi etmeli.
Zira Allah, Kur'anda şöyle buyurmaktadır:
(Onların kalplerinde, hastalık, maraz vardır.)
Kalbin hastalığının, şudur ki aslı yine:
Tam inanmamasıdır dinin emirlerine.
Kalbi, bu hastalığa yakalanmış olanlar,
İbadet yapsalar da, pek sevap alamazlar.
Peygamber Efendimiz, hadis-i şerifinde,
Şöyle buyurmaktadır bu mevzu üzerinde:
(Nice Kur’an-ı kerim okuyanlar vardır ki,
Kur'an, o kimselere lanet eder ne var ki.)
Yine şöyle buyurdu: (Var ki çok oruç tutan,
Sadece aç kalmaktır kârları o oruçtan.)
Kalbin hastalığına, bir işaret de yine,
Tutulmuş olmasıdır Hak'tan gayri birine.
Kalp, Allah’tan gayriye etmiş ise temayül,
Kapmıştır hastalığı, yıkılmıştır o gönül.
Onun tutulması da Allah’tan gayrisine,
Tutulmuş olmasıdır belki kendi nefsine.
Çünkü herkes, her şeyi, ister sırf kendi için.
İyi düşünülürse, doğrusu budur işin.
Çocuğunu sevmekte, vardır yine bu sebep.
Mal, mevki ve rütbeyi, kendi için ister hep.
Her bağlandığı şeyde, hep kendi nefsi vardır.
Nefsinin istekleri ardında koşmaktadır.
Kalp, bu bağlılıklardan kurtulamazsa şayet,
İnsanın kurtulması, çetin olur begayet.
Bunun için, herşeyden daha mühim olarak,
Kalbi, bu hastalıktan kurtarmalı muhakkak.
Allah adamlarının bir şefkatli nazarı,
Silip atar kalpteki böyle hastalıkları.
Bu himmete kavuşmak için de, şartlar vardır.
Bu da, o büyüklere sevgi ve itaattır.
(Muhabbet ) ve (İtaat ), her kimde mevcut ise,
Himmet, kendiliğinden erişir o kimseye.
Böyle bir evliyayı tanımak, onu sevmek,
Allah’ın çok büyük bir nimeti olsa gerek.
Kimi bu nimet ile şereflendirirlerse,
Mesut ve talihlidir, çok sevinsin o kimse.
(Halk) içinde (Hak) ile olur ki o veliler,
Bir bakışta, kalpleri temizleyiverirler.
O zatlara düşmanlık, öldürücü zehirdir.
Kalplerini incitmek, felaket sebebidir.
Bu babta buyurur ki Abdullah-i Ensari:
(Dostlarını sen öyle yaptın ki ya ilahi!
Onları tanıyanlar, sana vasıl oluyor.
Sana kavuşamayan, onları tanımıyor.
Ve kimi felakete düşürmek ister isen,
Bizim üzerimize atarsın onları sen.)
Bir Allah adamını ve bir gönül ehlini,
Bulup, dinleyemeze insan böyle birini,
Onların kitabını bulup okumalıdır.
Zira kitap okumak, sohbetin yarısıdır.
. Dünya mel’undur
İmam-ı Rabbani’nin Mektubat kitabında,
Şöyle buyuruluyor, dine uymak babında:
(Ey oğlum, Hak teâlâ yarattı ins ve cinni,
Ki, hakkıyla yapsınlar kulluk vazifesini.
Allahü teâlâya, manen daha yaklaşmak,
Onun Peygamberine uymakla olur ancak.
Her bir hareketini uydurmadıkça Ona,
Kavuşmak mümkün olmaz Allah’ın rızasına.
Hak teâlâdan başka, neye gönül verilse,
(Mabud) yapılmış olur o şeyler her ne ise.
Bu halden kurtulmanın çaresi de, bir tektir.
O da, Ondan gayriye hiç gönül vermemektir.
Hiç bir şeyin ardına düşmemeli ki insan,
Gönlünü, sırf Allah’a verebilsin her zaman
Cennet nimetlerini istemek bile hatta,
Bu tasavvuf yolunda, sayılır kusur, hata.
Cenneti arzu etmek, sevap ise de gerçi,
Yine de büyük zatlar, günah bilir bu işi.
Cennete gönül vermek, böyle günah olunca,
Dünyaya düşkün olmak neye varır acaba?
Çünkü dünya, Allah’ın sevmediği şeylerdir.
Yarattığından beri, hiç kıymet vermemiştir.
Allah’ın sevmediği şeylere düşkün olmak,
Hata ve günahların temelidir muhakkak.
Bunlara düşkün olan ve ardlarından giden,
Kötü durumda olup, uzaktır merhametten.
Bir hadis-i şerifte Allah’ın Peygamberi,
Buyurdu ki: (Bu dünya, mel'undur elbette ki.)
Dünyada, Allah için olmayan ne varsa hep,
Çirkin ve günah olup, mel'undur bundan sebep.
Yine O buyurdu ki: (Ey oğlum, dünya nedir?
Sana, Hak teâlâyı unutturan şeylerdir.
Para pul, mevki makam, kadın, çocuk ve şöhret,
Eğer böyle iseler, dünyadır hepsi elbet.
Unutturmuyor ise Rabbini sana bunlar,
Dünya değil, ahiret işinden sayılırlar.
Bir çöpçü düşünün ki, fakir olsun begayet.
Gönlünü, bu dünyaya bağlamamışsa şayet,
Kalbi dünyaya bağlı koltuktaki zenginden,
Kat kat daha kıymetli, iyidir bu sebepten.
Öyleyse hiçbir şeye düşkün olmamak için,
Gayret sarfetmeli ki, esası budur işin.
Dünya düşkünlerinden, arslandan kaçar gibi,
Hatta daha ziyade kaçmalı tabii ki.
Ey oğlum, kıymetini iyi bil bu hayatın.
Lüzumsuz işler ile, geçirme onu sakın.
Yoksa, mahşer gününde pişmanlık olacaktır.
Resulullah, bu babta şöyle buyurmaktadır:
Hak teâlâ bir kulu, sevmiyor ise eğer,
Faidesiz şeylerle onu hep meşgul eder.
Farzları yapmayıp da, nafileleri yapmak,
Bunun için, boş yere uğraşmaktır muhakkak.
Çünkü (farz )ın yanında, hiç kalır her (nafile).
Büyük deniz yanında, damla da etmez bile.
Bir nafile hac için, işlenirse haramlar,
Caiz olmayacağı anlaşılır aşikâr.
. Resulullaha uymak
İmam-ı Rabbani ki, çok büyük evliya zat.
Ederdi insanlara hep öğüt ve nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Mevlamız, hepimizi,
Dünya ve ahiretin iyisi, Efendisi,
Olan Resulullaha, her işte, tam ve kesin,
Uymak saadetiyle şereflendirsin, âmin!
Çünkü cenab-ı Allah, Ona tâbi olmayı,
Çok sever her bir işte, aynen Ona uymayı.
Ona tâbi olmanın, ufak bir zerresi hem,
Üstündür ahiret ve dünya nimetlerinden.
En hakiki üstünlük, o Resul'e uymaktır.
İnsanlık meziyeti, ona tâbi olmaktır.
Mesela o Resul'e tâbi olan bir kimse,
Eğer gün ortasında bir miktar uyur ise,
Hiç Ona uymaksızın, geceleri çok taat,
İbadet eylemekten üstündür hem de kat kat.
Çünkü (kaylule etmek ), yani bir parça her gün,
Öğleden önce yatmak, adetiydi Resul'ün.
Yine o Peygambere uymayı düşünerek,
Bayram günü, hiç oruç tutmayıp, yiyip içmek,
Hiç Ona uymaksızın, senelerle tutulan,
Oruçlardan, kat be kat üstündür yine bundan.
Ve mesela fakire, yine Ona uyarak,
Az bir şey verilirse, eğer (zekat ) olarak,
Dağlar kadar altını, kendi arzusu ile
Tasadduk eylemekten efdaldir yine böyle.
Bir gün hazret-i Ömer, bir sabah namazını,
Cemaatle kılarak, gözetti Eshabını.
Lakin göremeyince bir kimseyi mescitte,
Buyurdu ki: (Filan zat yok muydu cemaatte?)
Dediler: (Geceleri ibadet yapar o zat.
Uykusu bastırmıştır belki onu bu saat.)
Buyurdu ki: (Keşke o, gece hep uyusaydı.
Ve sabah namazını cemaatle kılsaydı.)
İslamdan ayrılanlar, sıkıntı, mücahede,
Çekip, nefislerini körletirler ise de,
Bu dine uyulmadan yapıldıkları için,
Kıymetsiz ve hakirdir, iç yüzü budur işin.
Bu çalışmalarına ücret hasıl olursa,
Bir iki mefaattir dünyadan olsa olsa.
Halbuki bu dünyanın tamamının kıymeti,
Nedir ki, bir kaçının olsun ehemmiyeti.
Mesela çöpçülere benziyorlar ki bunlar,
Herkesten daha fazla çalışıp, yorulurlar.
Ve yine bunlar gibi, çok çalışanlar vardır.
Ve lakin ücretleri, herkesten aşağıdır.
Halbuki her işini islama uyduranlar,
Yani Resulullaha aynen tâbi olanlar,
Latif cevahirlerle, kıymetli elmaslarla,
Meşgul mücevherciler gibidirler mesela.
Bunlar, çok çalışmayıp, yorulmadığı halde,
Kazançları, kârları olur pek çok ziyade.
Hatta bunlar, bir saat çalışmış olsa eğer,
Yüzbinlerle senelik kazanç elde ederler.
Buna sebep şudur ki, bir iş, islamiyet’e,
Uygunsa, sahip olur indallah bir kıymete.
Eğer O beğenmezse, hakir ve kıymetsizdir.
Beğenilmeyen şeye, verilir mi hiç ecir?
. Fırsat henüz eldedir
İmam-ı Rabbani ki, çok büyük bir evliya.
İlminin ışığıyla aydınlandı bu dünya.
Bir kimseye, mektupta yazdı ki: Bilmem neden,
Sıkılıyorsun oğlum, bizim sohbetimizden?
Zenginlere yanaşıp, arkadaş oluyorsun.
Lakin böyle yapmakla, çok fena yapıyorsun.
Bu gün için, gözlerin kapalıysa da, fakat,
Yarın açılacaktır, bu, gün gibi hakikat.
Lakin o açılmanın faydası olmaz artık.
O gün olur sadece, bir nedamet, pişmanlık.
Zira cenab-ı Allah buyurdu ki âyette:
(Onlar ziyan ettiler, dünya ve ahirette.)
Ey oğlum, bir çöpçü ki, takva ehli ve fakir.
Günahkâr zenginlerden, kat kat daha iyidir.
Sen şimdi bu sözlere, belki kulak verirsin.
Belki de inanmayıp, şaşar, hayret edersin.
Fakat bir gün gelir ki, inanırsın akıbet.
Lakin o inanışın faydası olmaz elbet.
Yağlı, tatlı yemekler, süslü, şık elbiseler,
Seni, bu felakete sürükledi bu sefer.
Elden kaçmış değildir bu imkan henüz fakat.
Her an kurmak mümkündür iyilerle irtibat.
Lakin bunda, acele etmeli ki evladım,
Ecel takib ediyor ardından adım adım.
Vakit, iki tarafı keskin kılınç gibidir.
Onun için bu ömrü, ganimet bilmelidir.
(Helekel müsevvifun) buyurdu Resulullah.
Yani sonra yaparım diyenler, bulmaz felah.
Bu ömrü, lüzumsuz ve faidesiz şeylerle,
Geçirme ki, mahşerde hiç bir şey geçmez ele.
Ey oğlum, bu dünyaya etme ki hiç temayül,
Ona tutulur ise, elden çıkar o gönül.
Sen, gönlünü sadece, Allah’a vermeye bak.
Zira bir sermayedir Hakk'a gönül bağlamak.
Hayal olan dünyanın peşinde koşma artık.
Düşün neyi sattın ve neyi aldın karşılık?
Dünyayı almak için, ahiretini satmak,
Ve Allah’ı bırakıp, insanlara yaranmak,
Akıllı insanların yapacağı iş değil.
Bu iş, ahmak olmaya olur isbat ve delil.
Dünya ile ahiret, zıddır birbirlerine.
Birini kalbe koysan, yer kalmaz diğerine.
İkisinin sevgisi, bir kalpte toplanamaz.
Yani ikisine de muhabbet mümkün olmaz.
Öyleyse iki zıd’dan, birini seç nihayet.
Seçtiğine karşılık, sat kendini, feda et.
Lakin iyi düşün ki, dünya, elbet fanidir.
Bu gün senin olsa da, yarın bir gayrinindir.
Ahiret azabıysa, sonsuz ve çetindir pek.
Bunun için tercihte, iyi düşünmek gerek.
Hem sonra Hak teâlâ, dünyayı sevmez hepten.
Ve lakin çok sever ve razıdır ahiretten.
Ey oğlum, tavşan gibi, gözü açık olarak,
Daha ne güne kadar sürecek bu uyumak?
Dünya adamlarıyla arkadaş olma ki pek,
Öldürücü zehirdir onlar ile görüşmek.
Oğlum, aklı olana yetişir bir işaret.
Biz ise, açık açık söylüyoruz, idrak et.
Onlarla arkadaşlık etmekten sakın, sakın!
Yoksa, pişman olursun mahşerde elbet yarın.
. Bu ömür fırsattır
İmam-ı Rabbani ki, veliler incisiydi.
İkinci bin yılın yenileyicisiydi.
Bir mümine, mektupda buyurdu: (Aman, sakın!
İyi bil kıymetini bu gençlik zamanının.
Bu vakti, oyun ile ve fuzuli şeylerle,
Geçirme ki, sonunda hiçbir şey geçmez ele.
Ceviz, kozalak gibi, faidesiz şeylerin,
Arkasında koşmakla, geçerse bu gençliğin,
Sonunda pişman olup, ah edersin elbette.
Ve çetin azaplara düşersin ahirette.
Kıyamette, azaptan kurtulabilmek için,
Bu dinin sahibine ittiba etmelisin.
Geçici lezzetlere, çabuk biten zevklere,
Aldanma ki, bu şeyler geçirmez bir şey ele.
Ömrünü, faidesiz şeyler ile geçirmek,
Akıllı olanlara yakışan şey değil pek.
Şaşılacak tarafı şudur ki asıl işin,
Güzel görünmektedir gözlerine bu çirkin.
Bütün vakitlerini, dünya için harcamak,
Sırf ahmak olanların işidir hemen ancak.
Bu ömür fırsatının, bilerek kıymetini,
Allah’a kulluk ile geçirmeli vaktini.
Asıl iş, Sahibine itaat eylemektir.
Habercinin görevi, ancak haber vermektir.
İnsanların yaptığı, boş dedikodulara,
Aldırıp da, kendini sakın üzme onlara.
Halkın kötü bildiği bir kimse, iyi ise,
Çok büyük saadettir, sevinmeli o kimse.
Fakat aksi olursa, bu, çok tehlikelidir.
Halkın övmelerine, kulak vermemelidir.)
Başkasına, mektupta buyurdu ki: (Evladım!
Bize gönderdiğiniz mektubu bugün aldım.
Bu dünya işlerinin bozukluğu, hiç size,
Sebep olmamalıdır asla üzülmenize.
Zira dünya işleri, hiç üzülmeye değmez.
Çünkü Allah, dünyaya bir zerre değer vermez.
Dünyada olan her şey, geçecek, yok olacak.
Gönlünü bu faniye, ahmaklar bağlar ancak.
Allahü teâlânın beğendiği işlerin,
Arkasında koşmaya bakmalı bunun için.
Gönlünü, bu dünyaya bağlayan kişilerle,
Arkadaşlık etmekten, pişmanlık geçer ele.
Onlarla görüşmekten, arslandan kaçar gibi,
Hatta daha ziyade kaçmak icab eder ki,
Aslan, canını alır sadece insanların.
Bu da, faydasınadır ahirette onların.
Dünya düşkünlerinin daha çoktur zararı.
Çünkü sonsuz ölüme sürükler insanları.
Onlarla konuşmaktan ve onları sevmekten,
Şiddetle kaçmalıdır arkadaşlık etmekten.
Zengine, malı için alçaklık gösterenin,
Gider üçte ikisi, dininin o kimsenin.
Bunu, Peygamberimiz buyurmuştur hadiste.
Titiz davranmalıdır öyle ise bu işte.
Bir mümin, bu belaya yakalandıysa, artık,
Kurtuluş nerededir, nerede müslümanlık?
Uygunsuz kimselerle çok sıkı görüşmekten,
Bunları duyacak hal kalmamış sizde hepten.
Bunun için bu kadar ağır ve sıkı yazdım.
Çünkü hafif şeylerle, uyanmazdın evladım.
. İman ve küfür
İmam-ı Rabbani’nin eseri Mektubat’ta,
Şöyle buyuruluyor birine nasihatta:
Ahireti kazanmak isterse insan eğer,
Dünyayı terk etmesi elbette icab eder.
Burada (dünya) demek, (haram ) ve (günahlar )dır,
Bunu terk etmenin de, iki türlüsü vardır.
Birinde, haram olan şeyler ile beraber,
Bütün mubahları da yapmayıp tek ederler.
Yani tembel ve işsiz, bırakıp oturmayı,
Terk etmektir her türlü keyfi, zevk ve sefayı.
Bunlar, bütün vaktini, Allah’a ibadetle,
Geçirip, bu taatten zevk alırlar gayetle.
Allah’ın kullarına doğru yolu göstermek,
Yolunda çalışmaktan, alırlar lezzet ve zevk
Büyük kazanç bilirler, insanlara hizmeti.
Terk ederler bu yolda, bütün istirahati.
Dine hizmet uğrunda, gelirse sıkıntılar,
Bunları, mihnet değil, bilirler kazanç ve kâr.
Eshab-ı kiram ile, çoğu din büyükleri,
Dünyayı, bu şekilde terk ettiler ekseri.
Dünyayı terk etmenin öbürüne gelince,
Haram ve günahları terk etmektir sadece.
Mubah olan zevkleri yapsa da bunlar, ancak,
Haram ve şüpheliden kaçarlar tam olarak.
Harama, ehemmiyet vermeyerek bir kimse,
Günahları işleyip, üzüntü duymaz ise,
Yani Hakk'ın emrine aldırış etmeyerek,
Günahı beğenirse, hem (Ne güzel) diyerek,
Mazallah kâfir olur onlar bu hal içinde.
Sonsuz yanacaklardır Cehennem ateşinde.
Ehemmiyet verip de, nefse mağlub olarak,
Haramları işlerse şeytana aldanarak,
Sonra toparlanıp da, eğer pişman olsalar,
Bunlar, kâfir olmayıp, yine müslümandırlar.
Bu gibi kimselere, (asi ) ve (fasık ) denir.
Günah işleseler de, yine muvahhid’lerdir.
Bunlar, yanar ise de Cehennem ateşinde,
Sonsuz kalmayacaktır o azabın içinde.
Allahü teâlânın mubah ettiği şeyler,
Çok olup, bunlarda da mevcuttur türlü zevkler.
Hatta mubahlardaki zevkler daha fazladır.
Haramların lezzeti, mubahlardan pek azdır.
Farzları eda edip, hiç haram işlememek,
Halis bir mümin için, basit ve kolaydır pek.
Ve lakin kalplerinde, bir maraz-ı manevi,
Olanlara güç gelir, çok kolay olsa dahi.
Nitekim bir çok işler vardır ki, çok basittir.
Ve lakin hastalara, gayet zor ve güç gelir.
Şudur ki kalpte olan maraz-ı maneviyye,
Tamam inanmamaktır ahkam-ı diniyyeye.
(İnandım) denilse de, doğru iman değildir.
Hakiki tasdik değil, sadece laf iledir.
Kalpte doğru imanın olmasına alamet,
İslamı yaşamaktan, almaktır tad ve lezzet.
. Hubb-u fillah
İmam-ı Rabbani’nin Mektubat eserinde,
Şöyle buyurmaktadır bir nasihatlerinde:
(Resulullaha tam ve kusursuz tâbi olmak,
Onu, tam ve kusursuz sevmekle olur ancak.
Tam ve olgun sevginin alameti de tektir.
Onun düşmanlarını, kati düşman bilmektir.
Yani Onun dinini sevmeyen insanları,
Sevmeyip, hor ve zelil tutmaktır hep onları.
Muhabbete gevşeklik sığmaz buyurdular ki,
Aşıklar, maşukunun divanesidir sanki.
Cem'-i zıddeyn muhaldir, sevilse biri eğer,
Bu sevgi, diğerine düşmanlık icab eder.
Fırsat elden kaçmadan, bakmalı çaresine.
İş işten geçer ise, o zaman çaresi ne?
Bu dünya geçicidir, aldanma aman, sakın!
Bu gün senin ise de, başkasınındır yarın.
Ahirettekilerse sonsuzdur, ebedidir.
Ve bu dünyada iken, ancak elde edilir.
Bu birkaç günlük hayat, eğer o Peygambere,
Uyarak geçer ise, bu nimet geçer ele.
Ebedi saadeti ele geçirmek için,
Ona uymak lazımdır, çaresi budur işin.
Yoksa, Resulullaha olunmadıkça tâbi,
Ahirette, hiçbir şey ele geçmez tabii.
Velhasıl ne yapılsa, tam tâbi olunmadan,
Hepsi burada kalır, olmazlar derde derman.
Kavuşabilmek için tam tâbi olmaya da,
Her şeyden yüz çevirmek lazım gelir dünyada.
Bir kimse, verir ise malının zekatını,
O, terk etmiş sayılır dünyanın tamamını.
Çünkü malın zekatı verilirse hakkıyle,
Kurtulmuş olur o mal, zarardan tamamiyle.
O malların hepsini, Allah yolunda vermek,
Elbet daha iyi ve daha faydalıdır pek.
Evet, işin esası, tamamını vermektir.
Fakat zekat vermek de, bu işi görmektedir.
Gökler, Arş'a bakınca alçaktır gerçi, fakat,
Yer yüzüne nisbetle yüksektir, hem de kat kat.
Aklı olan, çalışır islamı yaymak için.
Zira ancak necatı, böyle olur kişinin.
Âlim ve velilere, edepli olmalıdır.
Gece gündüz uğraşıp, islamı yaymalıdır.
İslam düşmanlarına verilirse çok kıymet,
Onların ellerinde, yıkılır islamiyet.
Onları hor ve hakir bilmeli ki her zaman,
Onlardan, dinimize gelir zarar ve ziyan.
Dünya için, bunlara eğilirse birisi,
O kimsenin dininin, gider üçte ikisi.
Zira iman etmenin, şartıdır buğd-u fillah.
Kâfire az muhabbet, küfür olur mazallah.
Bunun için müslüman, uyanık olmalıdır.
İmanını koruyup, hiç kaptırmamalıdır.
Allah’ın rızası ve doğru yol budur işte.
Yoksa, Allah korusun, yanmak zordur ateşte
. Kurtuluşun çaresi
İmam-ı Rabbani ki, çok büyük evliya zat.
Bir gence mektup yazıp, şöyle etti nasihat:
Annenin yavrusuna karşı yaptığı gibi,
Daha, ne güne kadar seveceksin kendini?
Ve ne kadar, nefsine böyle titriyeceksin?
Halbuki pek yakında, belki de öleceksin.
O halde, kendini ve herkesi ölmüş addet.
Hiç duymaz, kımıldamaz, taş gibi cansız farzet.
Zira Zümer suresi, otuzuncu âyeti,
Bildiriyor Kur'anda bize bu hakikati.
Hak teâlâ, mealen buyurur bu âyette:
(Sen ve onlar, gün gelir ölürsünüz elbette.)
Bu kısacık zamanda, yapacak tek iş vardır.
O da, kalbi, bu dertten uğraşıp kurtarmaktır.
Yani tam yaşıyarak dini, islamiyet’i,
Tedavi etmelidir bu manevi illeti.
Bu derdin ilacını öğrenip, tatbik etmek,
İnsan için, en mühim vazife olsa gerek.
Allah’tan başkasına düşkün olan gönülden,
Hiç hayır umulur mu, artık gitmiş o elden.
Dünyaya eğilmişse bir kulun kalbi eğer,
Ondan, nefs-i emmare iyidir ve muteber.
Kalbin selametini isterler hep orada.
Kurtulmuş olmasını ararlar ruhların da.
Biz ise, ruhumuzu dünyaya bağlayacak,
Sebepler aramakla uğraşmaktayız ancak.
Çok yazıklar olsun ki, şu bozuk halimize,
Doğru söz ve nasihat girmiyor kalbimize.
Dünyanın malı mülkü, fanidir, elde kalmaz.
Ne kadar mal olsa da, yine murad alınmaz.
Varlığa olma mağrur, deme var mı ben gibi?
Bir muhalif yel eser, savurur harman gibi.
Yine o buyurdu ki: (Ey oğlum, bizler kuluz.
Ve yalnız Rabbimize kulluk ile memuruz.
Ona karşı aşağı, küçüklük düşüncesi,
İçinde bulunmaktır kulluğun da simgesi.
Kulluk vazifesini yaparken gece gündüz,
Dinin sınırlarını etmemeli tecavüz.
Hatta iyi işleri yaparken gündüz gece,
Düzeltmek lazım gelir, niyetleri ilk önce.
Dünyaya düşkünlükten kurtarmalı kalpleri.
Ve islama muvafık yapmalı amelleri.
Bu ahkama tam teslim olursa her uzvumuz,
O zaman ahirette, azaptan kurtuluruz.
Günahımıza bakıp, bunun endişesinden,
Korkmalıyız Allah’ın azap edeceğinden.
İbadetler, ne kadar olsa da iyi, halis,
Yine noksan, kusurlu görmelidir bilakis.
İslama hizmet için harcasak da ömrü hep,
Sırf bunu bilmemeli, kurtuluşa bir sebep.
Zira facirler bile, yapabilir bu işi.
İslama tam uymakla kurtulur ancak kişi.
. Kişi sevdiğiyle beraberdir
İmam-ı Rabbani ki, çok büyük evliyadır.
Birine mektubunda, şöyle buyurmaktadır:
(Kıymetli kardeşimin geldi güzel mektubu.
Evliyaya muhabbet, ne güzel haslettir bu.
Zira Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:
(Kişi, sevdiği ile beraber olacaktır.)
Büyük müjde ise de, her ne kadar bu bize,
Gevşeklik vermemeli lakin gayretimize.
Büyük fırsat bilerek, ömür sermayesini,
Kazanmalı Allah’ın rıza ve sevgisini.
Koşmayıp sonu gelmez hayallerin ardınca,
Allah’ın bu dinine sarılmalı sıkıca.
Sırf Onun beğendiği şeyleri yapmalıdır.
Ahirette kurtuluş, zira buna bağlıdır.
En küçük bir günahı, terk etmeli ki hem de,
Rabbimizin gadabı, o iştedir belki de.
Tatlı, yağlı yemekler ve süslü elbiseler,
Allah’a ibadetin zevkini veremezler.
Hükümdarlık koltuğu gibi olan kulluğu,
Elinden kaçırmayıp, tutmalı iyi onu.)
Yine o buyurdu ki: (Ey oğlum, aman sakın!
İyi bil kıymetini bu vakit ve zamanın.
İnsanın en kıymetli sermayesi, bunlardır.
Zira Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:
(Allah’ın, bir kulunu sevmediğine nişan,
Faidesiz şeylerle uğraşır hep o insan.)
Toplandığınız zaman arkadaşlarınızla,
Malayani şeylerden konuşmayınız asla.
Bu gençlik zamanının, bilerek kıymetini,
Faideli şeylerle geçirmeli vaktini.
Yapacak iş, şudur ki her şeyden daha evvel:
Doğru iman, itikat edinmeli mükemmel.
Bundan sonra yapacak mühim işe gelince,
Emir ve yasakları öğrenmektir iyice.
Sonra, bildiklerini ihlasla yapmalıdır.
İşte sonsuz kurtuluş, bu üçüne bağlıdır.
Zira eğer olmazsa ilim, amel ve ihlas,
Ahirette, azaptan kurtuluş mümkün olmaz.
İyi bilmelidir ki, başıboş değiliz biz.
Bazı emir yasaklar verdi bize Rabbimiz.
Bunları bırakıp da, uyarsak nefsimize,
Nasıl cevap veririz mahşerde Rabbimize?
Oyun, eğlence ile geçer ise bu ömür,
Bulunur mu mahşerde, bir bahane ve özür?
Faidesiz şeylere harcarsak vaktimizi,
Kurtarabilir miyiz azaptan kendimizi?
Aklı olan bir kişi, uyar islamiyet’e.
Kavuşur en sonunda, ebedi saadete.
Ahmak olan kimse de, nefsine tâbi olur.
Dünya ve ahirette, bulamaz rahat, huzur.
Ya Rabbi, nefsimizin şerrinden koru bizi.
Ebedi saadete kavuştur cümlemizi.)
. Buğd-u fillah
İmam-ı Rabbani’nin, Mektubat kitabında,
Şöyle buyurmaktadır (buğd-u fillah ) hakkında:
(Dünya ve ahirette saadete kavuşmak,
Allah’ın Habibine uymakla olur ancak.
Çünkü Odur kulların en üstün ve iyisi.
Ve Odur ahiret ve dünyanın efendisi.
Onun izinde giden, bulur rahat ve huzur.
Ona uyan, muhakkak saadete kavuşur.
Ona uymak demek de, yoluna sarılmaktır.
Küfür ve kâfirliği, pis, aşağı tutmaktır.
Çünkü (islam ) ve (küfür ), zıddır birbirlerine.
Bir yerde biri varsa, yer olmaz diğerine.
Birine kıymet vermek, yermektir ötekini.
Birini kötülemek, övmektir diğerini.
Dine, müslümanlara saldırırsa kâfirler,
Hiç taviz verilmeyip, sert çıkmak icab eder.
Saldırgan kâfirlere, verilirse az kıymet,
Aşağılamak olur islamı bu hareket.
İslam düşmanlarından, dine saldıranlardan,
Köpekten kaçar gibi, kaçar elbet müslüman.
Çünkü bilir onları pis, aşağı ve alçak.
Mecbur kaldığı zaman, onlara gider ancak.
İşini yapmak için, giderse de yanına,
Yine kıymet verecek bir kelam etmez ona.
Zehirli sözlerini işitmekten kurtulur.
Cehennemlik yüzünü görmekten halas olur.
Çünkü onlar, düşmandır Allah ve Resulüne.
Dünyalık bir iş için, gitmez onun önüne.
Bu din düşmanlarına yakınlık, bunun için,
Manevi bir cinayet ve suç olur pek çirkin.
Onlara, az da olsa yaklaşmak, bu sebepten,
İnsanı, felakete sürükler çünkü hepten.
Onlarla görüşmenin, şudur ki felaketi,
Onların arasında yapamaz ibadeti.
Yapmak istese bile, utanır da onlardan,
Terk eder günden güne, hiç farkında olmadan.
Hatta bu kâfirlerle edince arkadaşlık,
Git gide o da bir gün, olur asi ve fasık.
O din düşmanlarının yanında dura dura,
Kararır temiz ruhu, hasret kalır huzura.
Onların zulmetiyle, bozulup azar azar,
İmanını kaybedip, mazallah küfre kayar.
O, hala kendisine, der ki (ben müslümanım).
Lakin küfür içine batmıştır adım adım.
Şehadeti söyleyip, kılsa da namazını,
İmanı bozulmuştur, göremez faydasını.
Kim böyle kâfirleri, edinirse arkadaş,
Küfür bataklığında boğulur yavaş yavaş.
. Dünyayı terk etmek
İmam-ı Rabbani ki, büyük âlim, evliya.
Onun gelmesi ile, nurla doldu bu dünya.
Bir kimseye yazdığı mektupta buyurdu ki:
İslama tam uymakla insan olur müttaki.
Hem islama uymalı, hem hizmet etmelidir.
Zira insan, islama hizmet ile yükselir.
Büyükler buyurur ki: (İnsan, deli divane,
Olmadıkça, tam mümin olamaz halisane.)
Divane olmak demek, şudur ki ey evladım!
Dinin yayılmasına son güçle eder yardım.
Hatta öyle olur ki, unutur kendisini.
Getirmez hatırına kendi faidesini.
Her ne olursa olsun, olmayan da olmasın.
Yeter ki, islam dini zarara uğramasın.
İslamiyet, Allah’ın bize emirleridir.
Onun ve Resulünün beğendiği şeylerdir.
Nasıl islam ve küfür zıt ise birbirine,
Ahiret de, dünyanın tersidir böyle yine.
Ahireti kazanmak isterse insan eğer,
Vermemeli dünyaya, fazla kıymet ve değer.
Dünya demek, Allah’ın sevmediği şeylerdir.
Yani yasak ettiği günah, çirkin işlerdir.
Dünyayı terk etmekle, kazanılır ahiret.
Lakin iki şekilde, ele geçer bu devlet.
Birincisi şudur ki, haramlarla birlikte,
Bütün mubahları da terk etmektir her işte.
Yalnız yaşamak için, zaruri miktarını,
Kullanıp, bırakmaktır ondan fazlalarını.
İkinci derecesi, yalnız günah ve haram,
Şeyleri terk etmeye göstermektir ihtimam.
Haram ve günahları terk etmekle beraber,
Mubah olan şeyleri işlemektir bu sefer.
Dünyayı, bu şekilde terk etmek de, aslında,
Yine de çok kıymetli sayılır bu zamanda.
Gökler, Arş'a nazaran aşağı olsa bile,
Yine de çok yüksektir, toprağa nisbet ile.
İnsan, birincisine olmasa da muvaffak,
Dünyayı, bu şekilde terk etmeli muhakkak.
Çünkü cenab-ı Hakkın haram kıldığı işler,
Az olmasına rağmen, pek çoktur mubah şeyler.
Hem dahi mubahlarda olan lezzet, menfaat,
Haramlarda olandan, ziyadedir kat be kat.
Mubah kullananları, sever hem Hak teâlâ.
Haram işleyenleri, hiç sevmez fakat Mevla.
Aklı olan bir kimse, geçici bir zevk için,
Rabbini gücendirmez, esası budur işin.
Sonra, haram edilen şeyleri, cenab-ı Hak,
Zararlı olduğundan, kıldı haram ve yasak.
İçki aklı giderir, kumarla söner ocak.
Bunları işleyenler, kendine yapar ancak.
Yalan, gıybet, iftira, söz taşımak, su-i zan,
Bunların zararı da, yapanadır her zaman.
Haram ile günahlar işlenirse hülasa,
Olur işleyenlere nedamet, gam ve tasa.
. Ef’al-i mükellefin
Cenab-ı Hak bizlere, herşeyden daha evvel,
Doğru iman, itikat nasib etsin mükemmel.
Sevgili Habibine uymayı etsin ihsan.
Zira Ona uymakla, şeref bulur her insan.
Çünkü cenab-ı Allah, Ona tâbi olmayı,
Çok sever her bir işte, yalnız Ona uymayı.
Hatta Ona uymanın, ufak bir zerresi hem,
Üstündür ahiret ve dünya lezzetlerinden.
Lazım ve zaruridir herkese iman etmek.
Zira bu, Rabbimizin emridir bize tek tek.
İman eden bir kimse, yapar bütün farzları.
Ve terk eder bilcümle haram ve günahları.
Resul'e iman etmek, kime olsa müyesser,
Onu, mal ve canından daha çok fazla sever.
Onun bu sevgisinin, şudur ki işareti,
Her mekruhtan kaçınır ve yapar her sünneti.
Ona, mubahlarda da, ne kadar uysa insan,
Olur o, o derece kâmil, olgun müslüman.
Resulullah her ne ki beyan eylemişlerdir,
Beğenip, kalben kabul etmeye (iman ) denir.
Onun bir tek sözüne bile inanmamaya,
Veya doğruluğunda biraz duraklamaya,
Yani şüphe etmeye, (küfür ) adı verilir.
Böylece inanmayan kimseye (kâfir ) denir.
Allahü teâlânın, Kur’an-ı kerim’inde,
Emrettiği şeylere, (farz ) denilir bu dinde.
Ve Kur'anda açıkça, her ne ki men edilir,
Bu şeylerin hepsine, bu dinde (haram ) denir.
Allahü teâlânın açık bildirmediği,
Yalnız Resulullahın övdüğü, methettiği,
Veyahut devam üzre, ne amel etti ise,
Yahut da yapılırken, görüp men etmediyse,
Bu şeylerin hepsine, (sünnet ) adı verilir.
Sünneti beğenmemek, küfür alametidir.
Beğenip de yapmamak, bir suç değil ise de,
O sünnet sevabından mahrum olur o kimse.
Onun beğenmediği şeylere (mekruh ) denir.
Bunlar, ibadetlerin sevabını giderir.
Yapılması emir de, yasak da edilmeyen,
Şeylerin tamamına, (mubah ) denir kâmilen.
Bu emir ve yasaklar, her ne ki dinde vardır,
(Ef'al-i mükellefin ) diye adlandırılır.
İmanı ve farzları, haramları öğrenmek,
Farzdır her müslümana mükellef kadın, erkek.
İslamın şartı beştir, ilki iman etmektir.
Sonra, namaz ve oruç, hac ve zekat vermektir.
Bir kimse, iman edip, bu dört farzı yaparsa,
O kişi müslim veya müslümandır hülasa.
Bunlardan bir tanesi bozuk olursa şayet,
O müslümanlık dahi bozuk olur nihayet.
Dördünü de yapmayan, mümin olsa da, fakat,
Onun müslümanlığı, olur çürük ve sakat.
Böyle iman, insanı dünyada korursa da,
Fakat imanla ölmek, çok zor olur son anda.
. Birinci vazife
Her mümine, en önce lazım olan şudur ki:
Öğrensin tam olarak iman ve ibadeti.
Hadiste buyuruldu: