 |
|
|
 |
 |
| ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
https://www.google.com/search?sca_esv=41019ffbed8a8b36&rlz=1C1CHZN_trTR1066TR1066&sxsrf=AE3TifO-fSMVEoAYzZxr27lIFaSEmBH0Tg:1758573355597&q=%C5%9Ferif+h%C3%BCseyin%27in+pi%C5%9Fmanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1&sa=X&ved=2ahUKEwji26-hnO2PAxUhUMMIHUQ2DSw4ChDVAnoECCEQAQ&biw=1517&bih=674&dpr=0.9#fpstate=ive&vld=cid:3b4f8682,vid:Ym7lDTfI9m4,st:0
xxxxxxxxxxxxxxxx
.I. DÜNYA HARBİ SIRASINDA ŞERİF HÜSEYİN’İN SİYASİ
FAALİYETLERİ
Deniz DOĞRU*
Birinci Dünya Savaşının başlamasının temel sebepleri, XIX.
Yüzyıldaki siyasi ve ekonomik gelişmeler sonucunda ortaya çıkmıştır.
Bununla beraber Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı yeni fikirler,
liberalizm hareketiyle birlikte, dünyayı kimin yöneteceği sorununun
doğurduğu rekabet ve güçlü bir madde olarak petrolün keşfi de etkili
olmuştur. İngiltere bu rekabet içerisinde, Akdeniz’de olduğu gibi,
Arap Yarımadası’nın birçok yerinde de nüfuzunu arttırabilme
faaliyetlerini sürdürmekteydi. İngiltere, bir taraftan uzun süredir
sömürgesi durumunda olan Hindistan’ın deniz yolunun güvenliğini
sağlamak, bir yandan da yüzyılın keşfi niteliğindeki “petrolün” ana
vatanı Arabistan Yarımadası üzerindeki etkinliğini arttırma
çabasındaydı. Dolayısıyla İngiltere XIX. Yüzyıldaki dış politikasını
bu iki ilke üzerine inşa etmiştir. 1
İngiltere’nin bu deniz aşırı politikası
Osmanlı Devleti egemenliğindeki Arabistan Yarımadası toprakları
üzerinde cereyan etmekteydi. İngiltere bu hedefleri doğrultusunda,
Arabistan Yarımadasına sahip olabilme ya da kendi himayesinde bir
iktidar oluşturma yoluna başvuracaktır. İngiltere bu politikasını
Arabistan Yarımadası’nda yaygınlaştırmada Mekke Emiri Şerif
Hüseyin’i mihenk olarak almıştır. Böyle bir yola başvurmalarının
nedeni ise, Şerif Hüseyin’in temeli Arap Milliyetçiliği
2
olan bir Arap
Krallığı kurma ve başkanı olma düşüncesini bilmeleridir. İlk temas
Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah vasıtasıyla 1912 yılında Kahire’de
*
Okt., AKÜ, Atatürk İlkeleri İnkılap Tarihi Bölümü Okutmanı
1
Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye İş Bankası Yay.Ankara 1992.
s.99-100; Salahi Sonyel, “Albay T.E. Lawrence, Haşimi Araplarını, Osmanlı
İmparatorluğuna Karşı Ayaklanmaları İçin Nasıl Aldattı”, Belleten, Cilt. LI, Sayı
199, S.235.; Süleyman Kocabaş, Osmanlı İsyanlarında Yabancı Parmağı. Vatan
Yay. Kayseri 1992 .s.93.
2
Bessam TİBİ, Arap Milliyetçiliği. (Çev. Taşkın Temiz), Yöneliş Yay. İstanbul
1998 .s. 155.
__________________________________________ Deniz Doğru 52
İngiltere Başkonsolosu Lord Kitchener’le sağlandı.3
Daha sonra 1914
yılında Kahire’de tekrar bir araya gelmişlerdir. Bu görüşmede
Abdullah babasının düşüncelerini ve Hicaz’ın durumunu Lord
Kitchener’a şu şekilde ifade etmiştir: “Bugünkü gerginliğin sebebi,
Türkler’in Şerif’lik makamının yetkilerini kırmak ve Hicaz’da oraya
uygun olmayan bürokratik bir yönetim kurma isteğinden doğmakta ise
de, bu ancak gerginliğin bu ana mahsus sebebidir. Hicaz meselesi
Arab meselesinin ancak bir kısmıdır...” 4
Abdullah’ın bu açıklamalarına karşılık Lord Kitchener,
Hicaz’ın mevccut durumunun korunması gerektiğini ifade eder.
Kitchener’in bu kadar ihtiyatlı konuşmasının nedeni ise İngiltere’nin
Şerif’i desteklemekte henüz tam kararlı olmayışıdır. Fakat bu
görüşmede kesin bir sonuç ortaya çıkmasa da, Şerif Hüseyin’in bu
sıralarda isyan düşüncesine sahip olduğunu gösterir.5
İngiltere, Şerif Hüseyin’in hoşnutsuzluğunu ve başkaldırı
isteğini daha önceden fark etmiş olmasına rağmen, Osmanlı Devleti
ile de ilişkisinin tamamen bozulmasını istemiyordu. Bunun birçok
sebebi olduğu halde, iki tanesi özellikle İngiltere’yi tedirgin ediyordu.
İlki Emir’in Araplar üzerindeki etkisinin ne kadar olduğunun
bilinmemesi, ikincisi İngilere idaresi altındaki müslümanların ve diğer
İslam Dünyasının böyle bir hareketi nasıl karşılayacağını
kestirememesiydi.6
Birinci Cihan Harbi’nin başlaması İngiltere’yi daha kararlı
hareket etmeye zorlamıştır. Bunun en önemli sebebi, Osmanlı
Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesidir. Hindistan deniz
yolu ve petrol bölgeleri her an Almanya’nın eline geçebilirdi. Bu
nedenle İngiltere, hemen Şerif Hüseyin ile ilişkiye girerek kendilerine
yardım ettiği takdirde, bunu karşılıksız bırakmayacaklarını ve her
türlü yabancı saldırıya karşı koruyacakları garantisini verecektir.
3
Yılmaz Altuğ, “Arap Ülkelerinin Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ayrılışı”.
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi.Nr:25. Ekim 1969. s. 30.
4
Kral Abdullah, Hatıralar.Hayat Tarihi Mecmuası. Nr:6, 1970. s.46-49.
5
Y. Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi. C.III/III. Türk Tarik Kurumu Yay, Ankara
1991. s.197.
6
Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devletine Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi(1908-
1914), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay. Ankara 1982, s.77-79.
__________________________________ Sosyal Bilimler Dergisi 53
Nitekim Osmanlı Devleti daha savaşa girmeden Ağustos 1914 de
İngiltere Kızıldeniz ve Akdeniz de Osmanlı Devleti’ne karşı
faaliyetlerini arttırmıştır.7
İngiltere bir yandan da Şerif Hüseyin ile
ilişkilerini iyi tutabilmek için, Mekke, Medine ve Cidde’nin herhangi
bir saldırıya maruz kalmayacağı propagandasını yapıyordu. Bununla
beraber Araplara erzak temin edeceklerini söylüyordu.
İngiltere, Arapları Osmanlı Devletine karşı kışkırtmak
amacıyla yaptığı propagandaları 1915 yılının başlarında oldukça
yoğunlaştırdı. 6 Mayıs 1915 tarihinde Arabistan’a uçakla attığı
beyannamede şöyle diyordu: “Almanya ile olan bu meçhul
muharebeye girişmemiz ancak kendisine muhip olan ufak bir
hükümete kabahatsiz olarak ansızın ettiği hücum içindir. Halbuki
bizzat Almanya ahdi daimi ile hükmet-i mezkurenin istiklalini taht-ı
kefaletini almıştı.” 8
Burada İngilizler, Osmanlı Devleti’nin gayr-i müslim
Almanlarla birlikte savaşa girdiklerini, Arapların Şerif Hüseyin’in
etrafında toplanmaları gerektiğini ifade etmektedir. Nitekim 4
Temmuz 1915 tarihinde Hicaz ve çevresi için gönderdikleri erzağa,
Osmanlı memurlarının el koyduğu haberini yayarak, yeniden erzak
sevk edeceklerini bildiriyorlardı.9
İngiltere’nin yaymaya çalıştığı bu
tür haberlerin aslı olmadığı gibi, Osmanlı’nın yardım gemilerinin
Hicaz Bölgesine ulaştırmaya çalıştığı erzakın, ulaşmaması için
Fransızlarla birlikte engellemeye çalışıyorlardı.
Osmanlı Devleti, İngiltere’nin Arabistan Yarımadasındaki
faaliyetlerini engellemeye çalışırken, İngiltere ile işbirliğini başından
beri planlayan Şerif Hüseyin de Arap Krallığını gerçekleştirmeye
çalışıyordu. Bir taraftan da İngiltere ile münasebetlerini sürdürüyor,
diğer ya yandan da Suriye’de başlayan Arap Milliyetçiliği hareketi ile
işbirliği zemini arıyordu. Şerif Hüseyin bu iş için oğullarından
7
Genelkurmay Askeri Tarih ve Strateji Enstitüsü Arşivi (Kısaltma A.T.A.S.E.),
Klasör Numara. 164, dosya nu:144/179Fihrist, VIII. Kolordu Kumandanlığı’ndan
Başkumandanlık Vekaleti’ne 18 Kasım 1914 tarihli şifre.
8
A.T.A.S.E. Arşivi , Klasör Numara. 533, dosya nu:52/2085 Fihrist, Hicaz
Kumandan Vekilinden Başkumandanlık’a 6 Mayıs 1915 tarihli beyanname.
9
A.T.A.S.E. Arşivi, Klasör Numara. 533, dosya nu:52/2085 Fihrist, IV. Ordu’dan
Başkumandanlık’a 4 Temmuz 1915 tarihli şifre.
__________________________________________ Deniz Doğru 54
Faysal’ı, Osmanlı Devleti’nin Çanakkale Harplerindeki durumunu
öğrenmesi için İstanbul’a göndermişti. Faysal, İstanbul’dan
dönüşünde, Suriye’ye uğrayıp, buradaki cemiyetlerle de görüşmeler
yapmıştır.10 Şerif Faysal Mayıs 1915’deki bu ziyareti sonunda, Şam
da El-Fatat ve EL-Ahd gibi cemiyet üyeleriyle de gizli görüşmeler
yapmıştır. Hatta bu gizli görüşmelerde, yargılanacak olan Arap
ihtilalcilerin affedilmesi gerektiğini ifade etmişti. Faysal ile cemiyet
üyeleri arasında yapılan görüşmeler de, Osmanlı Devleti’ne karşı
İngiltere ile işbirliği kararı alındığı gibi, gelecekteki Arap Krallığı’nın
sınırları da belirlendi. 23 Mayıs 1915 tarihli Şam Protokolü olarak
geçen anlaşmada, kurulması planlanan Arap Devleti’nin sınırları şöyle
idi: “37. Paralelde Mersin, Adana hattından itibaren Bireceik, Urfa,
Mardin, Midyat ve İran snırına kadar olan saha:Doğu, Basra
Körfezi’nin aşağısından İran’a kadar:Güney, Aden hariç Hint
Okyanusuna kadar:Batı, Kızıldeniz ve Mersin geçişine kadar
Akdeniz”. 11
Şerif Faysal’ın İstanbul intibaları ve Suriye’deki Arap
İhtilalcilerinin tutuklanmaları, Şerif’in Suriye’deki ihtilalcilerle
birleşme düşüncesini engelledi. İngiltere de Çanakkale Harpleri’nde
mağlup olunca Ortadoğu politikasını yeniden gözden geçirmek
zorunda kalmıştır. İngiltere Osmanlı Devleti’ne karşı savaş yükünü
azaltabilmek için, daha önce Araplar’ı destekleme yönündeki
kararsızlığı ortadan kalkmıştır.12
Şerif Hüseyin de, Şam Protokolü kapsamında oğlu Abdullah
vasıtasıyla Kahire’deki İngiliz Başkonsolos’u Lord Kitchener’e bir
anlaşma yapabilmek için müracaatta bulundu. Fakat, İngiltere ile
Mekke Emiri toprakları paylaşma noktasında anlaşma
yapamamışlardır.13 Nitekim İngiliz Yüksek Komiseri Henry Mac
Mahon’un 24 Ekim 1915 tarihli mektubunda İngiltere’ye bir
anlaşma için müracaat etti. Fakat İngiltere ile Şerif Hüseyin bazı
noktalarda anlaşamamışlardır. Nitekim 6 Kasım 1915 tarihli Henry
10 Cemal Paşa, Hatırat, Arma Yay. İstanbul 1996, s.247.
11 Cemal Paşa, a.g.e. s.242; KOCABAŞ,a.g.e. s.97.
12 Kürkçüoğlu, a.g.e. s.77.
13 Yılmaz Altuğ, “Arap Ülkelerinin Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ayrılışı”
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi.N.25. Ekim 1969. s.28.
__________________________________ Sosyal Bilimler Dergisi 55
Mac Mahon’nun gönderdiği bir mektupta14 Mersin, Hatay, Şam,
Hama, Humus ve Halep’in doğusunda kalan Suriye topraklarının Arap
sayılmayacağı bahisle, buralarda Fransız çıkarlarının göz önünde
tutulması istendi. Bu mektupta Şerif’in Halifelik isteğinden hiç söz
edilmemiştir. Şerif Hüseyin ile Mac Mahon arasındaki pazarlık 10
Mart 1916’ya kadar devam etmiştir.15 Pazarlıklar sonucunda Şerif
Hüseyin birtakım isteklerinden vazgeçmiştir. İngilizler ile işbirliğine
birtakım haklarından vazgeçerek karar veren Şerif’in bu durumunu
Lawrence şöyle anlatıyor. “Şerif Hüseyin, son derece duygusal olan
ve inandıkları şeylere sezgisel olarak kaptırıveren Araplara iyi kalpli
ve kendilerine yetebilecek kaynakları olduğuna inandırmakta
gerçekten büyük başarı göstermişti. Ardından bizimle işbiriliğine
girişerek, doktrinini ve düşlerini silahlarımızla ve paralarımızla
gerçekleştirebileceğine inandırmıştı bizi. Kabileler, bağımsız bir Arap
Devleti kurulacağına ve kendilerinin de bu devletin yönetimine
katılacağına inandırılmışlardı.”
16
İngiltere ile Şerif Hüseyin arasındaki anlaşma İngiltere’nin
istekleri doğrultusunda gerçekleşmişti. İngiltere’nin asıl polikası,
Kanal üzerindeki Türk gücünü uzaklaştırmaktı. Nitekim Hicaz
bölgesinde Şerif’le anlaşmaları, Osmanlı Devleti’nin Suriye ve
Kanal’daki gücünün bölünmesine neden olmuştur.
İngiltere, Şerif Hüseyin ile münasebetlerini müttefiki olan
Fransa’ya bildirmemiştir. Fransa Kasım 1915 de bunu öğrenince,
Ortadoğu üzerindeki menfaatlerini koruma çabasına girişti. Bunun
sonucunda İngiltere ile Fransa arasında 9-16 Mayıs 1916 tarihinde
Sykes-Picot Antlaşması yapıldı, bu anlaşmaya göre17 Suriye’nin
Akka’dan itibaren Kuzey’e doğru bütün kıyı bölgesi (Beyrut dahil),
Adana ve Mersin bölgeleri Fransa’nın olacaktı. Bağdat-Basra arası ve
Dicle ile Fırat bölgesi de İngiltere’nin olacaktı. Geri kalan topraklarda
bir Arap Devleti ya da Arap Devletleri Federasyonu kurulacaktı.
14 Altuğ, a.g.m. s.29.
15 Şükrü Mahmud Nedim, Filistin Savaşı(1914-1918), (Çev. Abdullah Es).
Genelkurmay Basımevi, Ankara 1995, s.28.
16 T.E. Lawrence, Bilgeliğin Yedi Direği. (Çev. Yusuf Kaplan), Rey Yayıncılık,
Kayseri 1991, s.136.
17 Armaoğlu, a.g.e., s.126.
__________________________________________ Deniz Doğru 56
Bunun sonucunda, kurulması düşünülen Arap Devleti’nin sınırları
içinde Akka-Kerkük çizgisinin Kuzey kısmı Fransız nüfuz alanı
olarak, güney kısmı ise İngiliz nüfuz alanı olarak ayrılmıştır.
İngiltere bu antlaşma ile Fransa’ya verdiği bölgeleri aynı
zamanda Şerif Hüseyin’in kuracağı Arap Devletinin sınırları
içerisinde de bırakmıştı. İngiltere Şerif Hüseyin’e karşı ikiyüzlü
davranmakla kalmayıp, bir yandan da Necd Bölgesi Emiri İbn-i Suud
ile de Aralık 1915 de bir anlaşma imzalayarak, Basra Körfezi’nin
güney kıyılarında da O’nun egemenliğini tanıdı. Halbuki daha önce
Şerif Hüseyin ile yapılan anlaşma da, bu bölgeler üzerinde Şerif’in
egemenliği tanınmıştı.18
Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmak için
İngiltere’den ellibin sterlin, silah, cephane ve erzak istedi. İngiltere’de
Kanal üzerindeki amaçlarına ulaşabilmenin yolunu Arap isyanında
görüyordu. Bu nedenle isyan için gerekli hiçbir maddi yardımı
esirgememiştir.19 Bu duruma uygun olarak 1 Şubat 1916’da yapılan
anlaşma gereğince Mekke Emir’i şöyle hareket edecekti. Oğullarından
Ali Medine’ye giderek, bu bölgedeki Arap’larla Osmanlı Devleti’nin
erzak ve cephane nakliyatını engellemek için demiryolunu kesecekti.
Diğer yandan da oğlu Abdullah Suriye’den hareket ederek Osmanlı
Devleti’nin kuzeyden gelecek kuvvetlerine karşı koyacaktı. Ayrıca
Suriye’deki Arap İhtilalcileri ile ilişkiye girerek, Osmanlı ordusundaki
Arap unsurları Türklere karşı ayaklandırılacaktı.20İngiltere ile Şerif
Hüseyin arasındaki münasebetler 1916 yılının Haziran ayında artık
isyanın başlaması için istenen noktaya gelmiştir.
18 Armaoğlu, a.g.e., 125.
19 Kürkçüoğlu, a.g.e., s.99-100.
20 Kürkçüoğlu, a.g.e., s.99.
__________________________________ Sosyal Bilimler Dergisi 57
SONUÇ
Birinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önce, dünyadaki
bloklaşmalar ve sömürge yarışı, Osmanlı Devletinin de bloklar
içerisine girmesine neden olmuştur. Osmanlı Devleti tercihini
Almanlar’dan yana kullanmıştır.
Almanya’nın dış politika hedefleri arasında, İngiltere’nin
sömürgesi Hindistan’ı ve petrol bölgesi olan Arabistan Yarımadası’nı
ele geçirmek de vardı. Almanya’nın bu politikasını bilen İngiltere
bunu engelleyebilmek için, bu bölgede kendi egemenliğini ya da
kendi himayesinde bir gücün egemenliğini sağlamak istiyordu.
İngiltere bu politikasını gerçekleştirdiği takdirde, bu bölgelerdeki
Alman tehdidini ortadan kaldıracağı gibi, Osmanlı Devleti’nin askeri
gücünün de bölünmesini sağlayarak, asıl önem verdiği Kanal
Cephesi’nde daha rahat hareket edebilecekti. İngiltere bu politikası
doğrultusunda, Osmanlı Devleti ile arasının açık olduğunu bildiği
Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile münasebet kurmuştur. Şerif Hüseyin
liderliğindeki Araplar’ı Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırmak
istemiştir. Bu sebeplerden dolayı, 1912 yılından itibaren görüşmelerde
bulunduğu Şerif Hüseyin ile temasa geçmiştir.
Şerif Hüseyin’in bağımsız Arap Krallığı kurmak ve Hilafet’in
de Padişah’tan alınması hususunda, İngiltere’nin kendisine yardım
etme isteğini İngiltere kabul edince münasebetler başlamıştır. Şerif
Hüseyin ile İngiltere arasındaki münasebetler Ocak 1916 yılında bir
anlaşmayla sonuçlandı. Şerif Hüseyin anlaşmaya vardığı İngilizler’in
yönlendirmesi ile Osmanlı Devleti’ne 6-10 Haziran 1916’da isyan
bayrağını açmıştır.ir.
.
Şerif Hüseyin’in Mekke Emirliği’ne Atanma Sürecinde Ailesiyle İstanbul’da Geçirdiği Yıllar Taha Öztürk* Özet I. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin desteğiyle Osmanlı Devleti’ne isyan eden Mekke emiri Şerif Hüseyin, hayatının önemli bir bölümünü İstanbul’da geçirmiştir. Bu durum, kendi isteğiyle değil, Sultan II. Abdülhamit’in onu çağırmasına bağlı olarak gerçekleşmiştir. İstanbul’da doğan ve sonrasında Hicaz’a dönen Şerif Hüseyin, II. Abdülhamit’in isteği üzerine 1892 yılında İstanbul’a gelerek Şura-yı Devlet üyesi olmuştur. 16 yıl İstanbul’da kalan Şerif Hüseyin, 1908 yılında Mekke emiri olarak atanmıştır. Bu çalışmada, Şerif Hüseyin’in İstanbul’a çağrılma sebebi, burada geçirdiği yıllar, kişiliği ve Mekke emiri olarak atanma süreci ele alınacaktır. Böylece Hicaz’ın Osmanlı hakimiyetinden çıkmasıyla sonuçlanan Şerif Hüseyin isyanına giden süreç daha iyi anlaşılabilecektir. Anahtar Kelimeler: Şerif Hüseyin, Mekke emiri, Hicaz, İstanbul, İsyan. The Years Lived Sharif Hussein with his Family in Istanbul During the Appointment to the Mecca Emirate Abstract Sharif Hussein who revolted against the Ottoman Empire during the World War I with the support of Britain, spent a significant part of his life in Ottoman capital, Istanbul. Sharif Hussein did not reside in Istanbul by his own will, he was summoned there by the sultan of the time, Abdulhamid II. Being born in Istanbul and having returned to Hejaz afterwards, Sharif Hussein moved to Istanbul upon Abdulhamid II’s call in 1892 and became a member of Council of State. Sharif Hussein was appointed to the Mecca Emirate in 1908 after his residence in Istanbul for 16 years. * Yüksek Lisans Öğrencisi, Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, Sakarya, tahauzturk@gmail.com. (Makale gönderim tarihi: 27.02.2017, makale kabul tarihi: 27.03.2017) Şerif Hüseyin’in Ailesiyle İstanbul’da Geçirdiği Yıllar 153 In this study, we discussed the residence of Sharif Hussein in Istanbul, the reason behind his arrival, his personality and the process of his appointment to the Mecca Emirate. Thus, we hope to have a better understanding of Sharif Hussein revolt which eventually caused Ottoman Empire to lose its domination over Hejaz region. Keywords: Sharif Hussein, Mecca Emirate, Hejaz, Istanbul, Revolt. Giriş Tam adı Hüseyn b. Ali b. Muhammedel-Haseni el-Haşimiolan Şerif Hüseyin, 1853’te İstanbul'da doğmuştur. Haşimi Zevi Avn sülalesinden Şerif Ali Paşa'nın(öl. 1870) oğlu ve Mekke Emiri Muhammed b. Abdülmuinb. Avn'ın torunudur. 1856-1858 yıllarında Muhammed b. Avn’ın son emirliği döneminde Mekke'de kalmış, 1858'de İstanbul'a dönmüştür. 1861'de babasının vefatı üzerine amcası Emir Abdullah'ın yanına Mekke'ye gitmiş,eğitimini burada tamamlayarak amcası Abdullah’ın kızı Abdiye Hanım’la evlenmiştir. 1 1892 yılında, amcası Emir Avnürrefik’le aralarındaki anlaşmazlık nedeniyle padişah tarafından İstanbul’a çağrılmış ve Mekke emiri olana kadar burada ikamet etmiştir. Bu süre zarfında Şura-yı Devlet azası yapılmış, kendisine Boğaz’da bir ev kiralanmış, bir süre sonra da ailesi İstanbul’a getirtilmiştir. Yaklaşık 16 yıl süren İstanbul ikameti boyunca Şerif Hüseyin, birçok üst düzey bürokratla tanışma, ülke siyasetini ve uluslararası siyaseti yakından takip etme imkanına sahip olmuştur. Ekim 1908'de Mekke Emiri Şerif Ali görevinden alınarak yerine amcası Abdulilah Paşa b. Muhammed tayin edilmiştir. Ancak Abdulilah Hicaz'a hareket etmeden vefat edince Şerif Hüseyin, Kasım 1908'de Mekke emiri tayin edilmiştir. 2 Şerif Hüseyin’in Ali, Faysal, Abdullah ve Zeyd isimlerinde dört oğlu ve üç kızı vardır. Ali, Faysal ve Abdullah’ın anneleri Abdiye Hanım olup, Zeyd’in ve kız çocukların Türk olan annesi meşhur Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın torunlarından Adile Hanım’dır. Ali, büyük amcası 1 Emin Er-Reyhani, Müluku’lArab, Beyrut, 1987,s. 58. 2 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara, 2013, s. 137; Azmi Özcan, “Şerif Hüseyin”, DİA, c. 38, 2010, s. 585-586. Taha Öztürk 154 Abdullah’ın kızı Nesibe Salime Hanımla, 3 Abdullah 1902’de yirmi yaşındayken amcası Nasir’in kızı Misbah’la, Faysal ise Nasir’in diğer bir kızıyla evlenmiştir.4 Mekke Emiri olmasının ardından Osmanlı hakimiyeti aleyhine faaliyetlerine başlayan Şerif Hüseyin, I. Dünya Savaşı esnasında, 1916 yılında İngilizlerin desteğiyle Osmanlı Devleti’ne isyan etmiş, isyan sonucunda Hicaz Haşimi Krallığı’nı kurmuştur. Ancak takip eden süreçte İngilizler Hüseyin’e verdikleri vaatleri yerine getirmemiştir. Suud ailesiyle girdiği savaştan mağlup olarak çıkan Şerif Hüseyin, kurduğu krallığı 1925 yılında kaybetmiştir. Ardından Kıbrıs’a sığınan Şerif Hüseyin, 1931 yılında Ürdün-Amman’da oğlunun yanında yaşamını yitirmiş, Kudüs’e defnedilmiştir. Çalışmada yerli ve yabancı birinci elden kaynak ve araştırmaların yanı sıra, İstanbul yıllarından bahsedilmesi sebebiyle ağırlıklı olarak Osmanlı arşiv belgelerinden yararlanılmıştır. Üzerinde tartışma olan konuları ise yine konuyla ilgili arşiv belgeleri esas olmak üzere, farklı görüş sahiplerinin iddialarını karşılaştırmalı olarak inceleyerek değerlendirdik. Osmanlı Devleti’nin Hicaz’ı kaybetmesine sebep olan Şerif Hüseyin’in kendisine isyan ettiği ülkenin başkentinde geçirdiği 16 yılın isyanı anlamada önemli olduğu muhakkaktır. Şerif Hüseyin’in İstanbul’a Çağrılma Nedeni ve İstanbul Yılları Şerif Hüseyin’in amcası Avnürrefik Paşa, 1882 yılında Mekke Emiri olarak atanmıştır. Avnürrefik Paşa, dönemin Hicaz valisi Ahmet Ratıb Paşa ile birlikte hareket edip herhangi bir şikayete meydan vermeden 1904 yılındaki ölümüne kadar Mekke Emirliği görevini yürütmüştür.5 3 BOA. Y. PRK. ŞH.13/72. 4 Mary C. Wilson, King Abdullah, Britain and the Making of Jordan, New York, 1987, s. 14; Faysal, İngilizlerin himayesi altında 23 Nisan 1921’de Irak’ta bir devlet kurmuş ve 1930’da bağımsız olmuştur. Emir Abdullah da İngilizler tarafından meydana getirilen Şarkü’l Ürdün emirliğine tayin edilmiştir. Ürdün emirliği 1946 yılında Şarkü’l Ürdün Haşimi Devleti adıyla bağımsızlığına kavuşmuştur. Bkz: Uzunçarşılı, a.g.e., s. 139-140. 5 Uzunçarşılı, a.g.e.,s. 136. Şerif Hüseyin’in Ailesiyle İstanbul’da Geçirdiği Yıllar 155 Ancak farklı kaynaklarda Avnürrefik Paşa döneminin son derece zalimane ve yolsuzluklarla dolu bir dönem olduğu öne sürülmektedir. Avnürrefik Paşa döneminde iddiaya göre Hicaz; “Kendisinin kişisel malı olan bir çiftlik haline gelmişti. Şerif’in gayrimeşru bir şekilde fakat kitaba uydurarak topladığı para senede en az bir milyon altın lira idi. Diğer taraftan halkın katlandığı zulmün de haddi hesabı yoktu. Şerif istediğini yapar kimseye hesap vermeye kendini mecbur addetmezdi. Hicaz mahsuldar, kalabalık bir kıta olaydı, muhakkak ki bu bir milyon altın dört misli artardı. Fakat Hicaz’ın takati bundan fazlasına yetmiyordu. Öyleyken gene gözleri doymazdı.” 6 Avnürrefik Paşa ile Şerif Hüseyin arasında sorunlar meydana gelmiş ve Mekke Emiri İstanbul’a yazdığı yazıda Şerif Hüseyin’in bedevileri haydutluk ve başıbozukluğa sevk ettiğini söyleyerek, İstanbul’a çağrılmasını talep etmiştir.7 Babıali tarafından gönderilen, Sadrazam Kamil Paşa imzalı bir yazıda bu şikayetin incelenerek, Avnürrefik Paşa’nın talebinin Şerif Hüseyin’le aralarındaki bir ‘iğbirar’dan8 kaynaklandığının anlaşıldığı ve bu meselenin çözüme kavuşturulabileceği, nitekim Şerif Hüseyin’in ailesinin sayıca çok olduğu ve İstanbul’a getirilmesinin zor olacağı, getirilecek olsa dahi (diğer örneklerinde olduğu gibi) Şura-yı Devlet’e aza yapılması gerektiği söylenmiştir.9 1889 yılında gerçekleşen bu yazışmanın ardından, Şerif Hüseyin’in ancak1892 yılında İstanbul’a çağrıldığı görülmektedir. Yine 1892 senesine ait bir şikayette, Mekke emirinin Şerif Hüseyin’in evinin kapılarını kırdırarak eşyalarını sokağa attırdığı ve adamlarını darp ve hapsettirdiği, yine yüz bin mecidiyeden fazla parasının verilmediği ifade edilmiştir. Aynı şekilde Mekke müftüsü ve ulemasının imzası bulunan bir telgrafta, Mekke emirinin görevine aykırı ve asayişe uygun olmayan hal ve hareketlerinin bulunduğu 6 Mahmut Nedim Bey, Arabistan’da Bir Ömür: Son Yemen Valisinin Hatıraları veya Osmanlı İmparatorluğu Arabistan’da Nasıl Yıkıldı?, Derleyen: Ali Birinci, İstanbul, 2001, s. 73; Kral Abdullah,Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?, İstanbul, 2013, s. 11. 7 BOA. İ. DH.1159/90623,(12.11.1889). 8 Gücenme, kırgınlık. 9 BOA. Y. A. HUS.231/5. Taha Öztürk 156 söylenmiştir.10 Adı geçen telgrafta imzası bulunan Mekke Baş Müftüsü Abdurrahman Serraci, Maliki Müftüsü Âbid, Şafi Müftüsü Seyyid Abdullah Hicaz’dan çıkartılıp sürgüne gönderilmiş ve Kabe’nin anahtarlarını korumakla görevli Abdurrahm Şeybi de El-Huda’da zorunlu ikamete mecbur edilmiştir.11 Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah, babasının İstanbul’a çağrılma nedeninin amcası Avnürrefik’le yaşadığı bir anlaşmazlık olduğunu dile getirmekte,12 bu durumun ise aslında bir sürgün olduğunun farkında olduklarını vurgulamaktadır. Bu sürgünün sebebinin ise babasının ‘Hicaz’da valiler ve Emir Avnürrefik tarafından uygulanan baskı ve şiddet siyasetine ve hacıların mallarının çeşitli hilelerle ellerinden alınmasına karşı çıkması’ olduğunu öne sürmektedir. 13 Neticede 189214 yılında Şerif Hüseyin, padişah tarafından İstanbul’a çağrıldı. İstanbul’a giden Hüseyin, burada Sultan II. Abdülhamit’le görüştü ve 1908’de Mekke Emiri atanana kadarki hayatını İstanbul’da geçirdi. Yemen’de valilik yapmış olan Mahmut Nedim Bey, İstanbul’a giden Şerif Hüseyin’i İzzettin Vapuru’na bindirdiğini, Şerif’in ne olacağını, nereye gideceğini, başına neler geleceğini bilmez, solgun, perişan ve 10BOA. Y. A. HUS.266/142. 11 Kral Abdullah, a.g.e., s. 11-12. 12 Kral Abdullah,a.g.e., s. 9. 13 Kral Abdullah, a.g.e.,s. 11. 14Şerif Hüseyin’in İstanbul’a geliş tarihiyle ilgili bir karmaşıklık söz konusudur. Konuyla ilgili yazılmış bir takım eserlerde Şerif Hüseyin’in İstanbul’a geliş tarihi 1882-1883 olarak belirtilmiştir.Bkz:İsmail Gümüş, Şerif Hüseyin İsyanı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2013,s. IV - s. 15; İsmail Köse, İngiliz Arşive Belgelerinde Hicaz İsyanı, İstanbul, 2014, s. 45.Halbuki Şerif Hüseyin’in bu tarihte İstanbul’a gelmiş olması mümkün değildir. Zira Osmanlı arşiv belgelerinde ve Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ın hatıralarında Hüseyin’in İstanbul’a geliş tarihi 1892 olarak kaydedilmiş, yine birçok kaynakta İstanbul’da 15 ila 16 yıllık bir süre boyunca ikamet ettiği dile getirilmiştir. Şerif Hüseyin’in Mekke emiri atanarak 1908’de İstanbul’da Hicaz’a gittiği bilindiğine göre, İstanbul’a geliş tarihi 1892 olmalıdır.Bkz: Kral Abdullah, a.g.e., s. 9; BOA. Y. PRK. BŞK. 27/38; BOA. Y. PRK. BŞK. 28/68. Şerif Hüseyin’in Ailesiyle İstanbul’da Geçirdiği Yıllar 157 bitkin bir halde olduğunu söyleyerek, endişeli bir ruh haliyle “Talihsiz bir adamım!” dediğini aktarır.15 Bu dönemde İstanbul, emirlere karşı bir baskı unsuru olarak kullanılıyordu. Gelecekte emir olması beklenen kişiler İstanbul’da tutuluyor, burada Osmanlı usullerine göre eğitiliyor ve idari pozisyonlarda görevlendirilerek mevcut emirlerin yerine kolay bir şekilde Mekke’ye gönderilebiliyorlardı. 1886 yılında Emir Muhammed’in neslinden beş şerif, Şura-yı Devlet’te görev yapmaktaydı. Burada görev almaları emir adaylarını politika konusunda donanımlı hale getiriyor, üst düzey bürokratlara ise onların kabiliyetlerini ölçme imkanı tanıyordu. Haşimi soyundan olan bu kişiler başkentte maaş alıyor ve hediyelerle taltif ediliyorlardı.16 1892’de İstanbul’a gelen Şerif Hüseyin’den bir yıl sonra, 1893’te babaanneleri Bezmicihan ve Mekke Emiri Abdulilah b. Muhammed’in hanımının gözetimindeki oğulları Abdullah, Ali ve Faysal da, otuz iki hanım ve yardımcılarından oluşan aileleriyle beraber İstanbul’a geldi.17 Şerif Hüseyin İstanbul’a geldiğinde beş bin kuruş maaşla Şura-yı Devlet’e tayin edilmiş,18 ikametleri için kendilerine Mirgün’de Emin Muhlis Paşa’nın torunu hanıma ait sahilhane kiralanmıştır.19 1902’de Şerif Hüseyin’in oğullarının Şura-yı Devlet azası yapılması yönünde gerçekleşen talebe, Şura-yı Devlet’te halihazırda dört şerif bulunduğu; Şerif Hüseyin’in oğullarının da dahil edilmesi durumunda bu sayının yedi olacağı ve bu nedenle diğer şeriflerin de Şura-yı Devlet azası olmak isteyeceği, dahası bunu bir hak olarak göreceği nedeniyle olumsuz karşılık verilmiştir.20 Ancak gerek Şerif Hüseyin’in kendisi, 15 Mahmut Nedim Bey, a.g.e.,s. 76-77. 16 William Ochsenwald, Religion, Socierty, and the State in Arabia, Ohio, 1984, s. 7. 17 Kral Abdullah, a.g.e., s. 9;. Wilson, a.g.e., s. 12. 18BOA. BEO.75/5603 (2). 19BOA. DH. MKT.2027/124. 20BOA. Y. A. HUS.433/25. Taha Öztürk 158 gerekse de oğulları farklı zamanlarda nişanlar verilmek suretiyle taltif edilmişlerdir.21 Abdullah, Ali ve Faysal’ın İstanbul’a varışlarından on beş gün sonra Sultan’ın emriyle, Harbiye Mektebi’nde Şehircilik ve Mühendislik bölümünde asistan olan mülazım-ı sânî Saffet El-Avva Efendi (25-30 yaşlarındaydı) kendilerine hoca olarak atanmıştır. Gördükleri dersler Türkçe, Coğrafya, Matematik, Muhtasar Osmanlı ve İslam Tarihi, Sarf ve Türkçe okumaydı. Arapça derslerini Halep asıllı Ezher mezunu Şeyh Muhammed Kadib el-Ban’dan, hüsn-i hat dersini Mehmet Tevfik Efendi’den almışlardır. Sonrasında Türk edebiyatçı Mehmet Arif Paşa da kendilerine hoca olarak atanmıştı. Kur’an derslerini ise babaları Şerif Hüseyin’den almaktaydılar. Yine askeri eğitim de görmüşlerdi. 22 İstanbul o dönemde Kral Abdullah’ın ifadesiyle ‘bütün güzellikleri içinde barındıran, insanın aklını başından alan bir şehir’di. Burada Türk, Arap, Çerkez, Kürt, Arnavut, Bulgar, Mısırlı, Hintli ne aransa bulunur, herkes kendi kıyafetini giyer, kimse kimseyi ayıplamazdı. İstanbul’da dünyanın her yerinden insan bulunabilirdi.23 Şerif Hüseyin ailesinin İstanbul’da bulunduğu sırada dünyada meydana gelen değişikliklerden ve savaşlardan bazıları şunlardır: ÇinJapon savaşında Japonlar; Habeşistan-İtalya savaşında Necaşi II. Menlik; İspanya-Amerika savaşında Amerika galip geldi ve Havana ve Filipin adalarına el koydu. Türk-Yunan savaşında ise Osmanlı galip oldu. Yemen’de ise İmam Yahya Sana’yı ele geçirdi (1904).24 Şerif Hüseyin ailesi İstanbul’da geçirdiği seneler boyunca birçok tecrübe edindi. Hicaz’dan gelen soylularla sık sık toplanıyor, bu toplantılara Türk seçkinler de katılıyordu. Ailenin buradaki ikametleri esnasında İstanbul’da bulunan Arap ileri gelenlerinden bazıları şunlardı: Şerif Abdulilah b. Muhammed, Şerif Hüseyin b. Ali b. Muhammed, Şerif Haydar b. Cabir b. Abdulmuttalib b. Galib, amcası 21BOA. İ. TAL.149/49.;BOA. İ. TAL.210/28;BOA. İ. TAL.225/67;BOA. İ. TAL. 306/55, BOA. İ. TAL. 368/19; BOA. İ. TAL.457/14, BOA. İ. TAL.457/26;BOA. Y. PRK. BŞK.66/117. 22 Kral Abdullah, a.g.e.,s. 18. 23 Kral Abdullah, a.g.e.,s. 17. 24 Kral Abdullah, a.g.e., s. 12. Şerif Hüseyin’in Ailesiyle İstanbul’da Geçirdiği Yıllar 159 Şerif Ahmed Adnan b. Abdulmuttalib b. Galib, Şerif Cafer b. Cabir b. Abdulmuttalib b. Galib, Zafar Emiri SeyyidFadl ve oğulları, Halep nakibu’l eşrafı Seyyid Muhammed Ebulhuda Es-Sayyadi, Medine-i Münevvere’de Sultan’ın vekili Seyyid Ahmet Esad El-Medeni, Sultan ve çocuklarının mürşidi Şeyh Muhammed Zafir Et-Tarablusi El-Mağribi EnNakşibendi.Sultan bu kişilere hürmet edip, gönüllerini hoş tutardı. Ayrıca zaman zaman İstanbul’a gelip işlerini gördükten sonra dönenler de vardı. Fakat yukarıda adı geçen kişilerin İstanbul’dan ayrılarak ülkelerine dönmelerine yahut başka bir şehre gitmelerine imkan yoktu. İstanbul onlar için adeta hürmet gördükleri bir hapishaneydi.25 Kişiliği ve Düşünce Yapısı Şerif sıfatıyla İstanbul’da mütevazi bir yaşam süren ve Sultan Abdülhamit’ten başka neredeyse herkese kendisini sevdirmiş olan Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’ne isyan etmesi beklenmiyordu. Hırslı bir insandı, ancak bu hırsı Mekke emirliğine yönelikti. Meşrutiyet’in ilanının ardından emir olarak atanınca, II. Abdülhamit, Sadrazam Kamil Paşa’ya “Bu adamı oraya göndermeyiniz… Siz onu tanımazsınız, fakat ben bilerek söylüyorum ki, bu Şerif Mekke’de rahat durmayacak, muhakkak devletin başına işler açacaktır!” demiş ve bu konuda oldukça ısrarcı davranmıştı. 26 Şerif Hüseyin, entelektüel bir kişilikti. Türkçeyi iyi konuşurdu. Ancak aynı zamanda tutucuydu ve meşrutiyeti ve onun destekçisi olan Müslümanları sadakatsiz olarak görüyordu.27 İstanbul’daki ‘esareti’ onun ruhunu sınırlandırmış ama öldürmemişti. Tabiatı icabı şevkli ve konuşkandı. Ancak güvenine karşı uğradığı ihanetler onu ihtiyatlı olmaya itmişti. Peygamberin soyundan gelen biri olması nedeniyle İstanbul’da doğal olarak dikkat çeken ve saygı duyulan bir karakterdi. Dindarlığı, nazik tavırları ve düzgün hayatı 25 Kral Abdullah, a.g.e., s. 19-20. 26Mahmut Nedim Bey,a.g.e., s. XI. 27Saleh Muhammed Al-Amr, The Hicaz Under Ottoman Rule 1869-1914 Ottoman Vali, the Sharif of Mecca, and the Growth of British Influence, Riyad, 1974, s. 159. Taha Öztürk 160 sayesinde, kendisine hürmet eden geniş bir çevre edinmeyi başarmıştı. 28 Mekke Emiri Olarak Atanması Şerif Hüseyin’in Mekke emiri atanması çerçevesinde ciddi tartışmalar cereyan etmiş, bir grup Şerif Hüseyin’in İttihat ve Terakki yönetimi tarafından, bir grup ise İttihat ve Terakki’nin muhalefetine rağmen II. Abdülhamit tarafından atandığını, diğer bir grup da İngilizlerin nüfuzu sayesinde ve İngiliz elçisinin ve Sadrazam Kamil Paşa’nın vasıtasıyla atamanın gerçekleştiğini öne sürmüştür.29 1904 yılında Mekke Emiri Şerif Avnürrefik vefat edince Şerif Hüseyin, boş kalan pozisyon için girişimde bulundu. Hüseyin’in yanı sıra İstanbul’da yaşamakta olan diğer iki şerif Abdulilah ve Ali Haydar da adaylıklarını koymuşlardı. Ancak Hüseyin’in kayınbiraderi Ali b. Abdullah emirliğe getirildi.30 Mekke Emiri Şerif Ali 1908 yılında bölgedeki karışıklar sebebiyle görevinden alınmış, yerine amcası Şerif Abdulilah atanmıştı. Ancak Abdulilah, görevi için Mekke’ye gitmeden önce İstanbul’da yaşamını yitirdi. Bu durumda Mekke emirliğine adaylık bakımından Şerif Hüseyin’in önü açıldı. Bu noktada, birinci görüşün savunucularına göre İttihat ve Terakki partisi, Sultan Abdülhamit’in kendisinden hoşlanmadıklarını bildikleri için Şerif Hüseyin’i Mekke emiri olarak atamıştı. Sultan keskin basireti sayesinde Şerif Hüseyin’in böylesi önemli bir makama getirilmesinin yalnızca bürokratik bir durum değil, karşıt bir güç ve olası bir tehlike oluşturacağını söylemiştir. Fakat Sultan’ın uyarıları görmezden gelinerek Hüseyin Hicaz’a gönderilmiştir.31 28 George Antonius, The Arab Awakening: The Story of the Arab National Movement, New York, 1965, s. 103. 29 Hasan Kayalı, Arabs and Young Turks: Ottomanism, Arabism and Islamism in the Ottoman Empire 1908-1918, Londra, 1997, s. 148. 30 Wilson, a.g.e., s. 14. 31 Antonius, a.g.e., s. 103; Mahmut Nedim Bey, a.g.e., s. XI. Şerif Hüseyin’in Ailesiyle İstanbul’da Geçirdiği Yıllar 161 Oğlu Abdullah ise hatıralarında belirttiğine göre babasını, üst düzey devlet yöneticileri nezdinde bu makamı hak ettiği hususunda girişimde bulunmaya teşvik etmiştir. Şerif Hüseyin oğlunun teşvikiyle, padişaha ulaştırılmak üzere bir dilekçe yazmış; Abdullah bu dilekçeyi bizzat götürüp Kamil Paşa’ya teslim etmiştir. Dilekçede şu ifadeler yer almıştır: “Amcam Şerif Ali b. Abdullah b. Muhammed’in görevden alınması üzerine göreve getirilen amcam Mekke emiri Şerif Abdulilah b. Muhammed’in vefatı ile şu an boş bulunan emirlik makamına, Haşimi ailesinin en büyüğü ve babadan oğula geçen bu makamı en fazla hak eden kişi olmam hasebiyle atanmamı ve Sultan hazretlerinin hakkımı vermesini istirham ediyorum. Kendilerine olan sadakat ve bağlılığım malumane-i şahaneleridir.” 32 Kamil Paşa dilekçeyi okuduktan sonra Mekke emirliği konusunda babasının hakkının zayi olmayacağına dairAbdullah’a tabir yerindeyse söz vermiştir. Abdullah, Kamil Paşa’ya tam olarak inanmamış ve babası adına Sadaret, Meşihat ve Saray Başkatipliği’ne telgraf çekmiştir. Nitekim Şerif Hüseyin Mekke Emiri olarak atanmış, görev yeri olan Mekke’ye gitmeden önce padişahın huzuruna kabul edilmiştir.Abdullah’a göre babasının tayini İttihat ve Terakki partisi yöneticilerini kızdırmış, iki taraf arasındaki çekişmenin sebebini teşkil etmiş ve Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’ne isyan etmesiyle sonuçlanmıştır.33 İddiaya göre huzura kabulü sırasında Sultan, Şerif Hüseyin’e “Sendeki kabiliyetlerden faydalanmamı engelleyenlerin Allah müstahakını versin. Şu devleti ele geçiren güruha bir türlü güvenemiyorum” demiş, Şerif Hüseyin ise karşılık olarak, “Zat-ı şahanelerinizin Arap bölgelerinde büyük itibarınız var. Eğer oralara gelirseniz, devlet ve saltanat için aradığınız korumayı bulacaksınız. Ne zaman buna ihtiyaç duyarsanız biliniz ki üzerine düşen görevi ilk yapacak Arap ülkesi Hicaz olacaktır. Hz. Peygamber (sav) ‘Medine onlar için en hayırlısıdır, keşke bilseler’ buyuruyor. Eğer siz de muhterem ailenizle birlikte oraya gelirseniz, malımız canımız size feda olacak ve 32 Kral Abdullah, a.g.e.,s. 12-13. 33 Kral Abdullah, a.g.e., s. 14. Taha Öztürk 162 bütün asiler size boyun eğecektir. Ayrıca orada kimse size erişemeyecektir” ifadelerini kullanmıştır. Bunun üzerine Sultan’ın gözleri yaşarmış ve “Çok teşekkür ederim. Allah sizden razı olsun, ancak bunları düşünmek için henüz erken” karşılığını vermiş ve Şerif Hüseyin’e üstün hizmet ve övünç madalyasını kendi elleriyle takıp onu uğurlamıştır.34 Bu bağlamda Zevi Avn’dan olan Şerif Hüseyin’in karşısında rakip olarak Zevi Zeyd’den Şerif Ali Haydar yer almaktaydı. William Ochsenwald Sultan Abdülhamit’in, meşrutiyetin ilanını sağlayan askeri liderlerin süreçte herhangi bir rolü olmaksızın Şerif Hüseyin’i atama kararını verdiğini söylemektedir. Sultan ordunun ve İttihat ve Terakki’nin Ali Haydar’ı desteklediğinden şüphelenmiş, bu nedenle Şerif Hüseyin ismi kendisine daha yakın gelmiştir. Hüseyin’in dindarlığı, 15 yıldan fazla süredir İstanbul’da yaşıyor olması ve Şura-yı Devlet üyesi bulunması onu daha uygun bir aday haline getirmiştir. Sadrazam Kamil Paşa’nın da Hüseyin’i desteklemesi sonucunda Kasım 1908’de Şerif Hüseyin Mekke emiri olarak atanmıştır. Bu süreçte yabancıların ise kayda değer bir rolü olmamıştır.35 Şerif Hüseyin’in İngilizlerin tesiriyle atandığını öne süren görüşe göre ise, İngiltere 1908’de Meşrutiyet’in ilanını fırsat bilerek Bab-ı Ali üzerindeki nüfuzunu kullanmış ve Sultan Abdülhamit’e bu atamayı onaylatmıştır.36Ataması gerçekleşmeden birkaç ay önce Şerif Hüseyin, İngiliz elçiliğine ‘dostane’ bir mesaj göndererek, İngiltere’nin Osmanlı meşrutiyet hareketine karşı taşıdığı iyi niyet karşısında minnettar olduğunu belirtmiştir. Dönemin İngiliz elçisi Şerif Hüseyin’i, ‘dürüst, eski rejim dönemindeki seleflerinin hacılara dayattığı haraçlara ya da diğer yolsuzluklara müsaade etmeyecek bir adam’ olarak tanımlamıştır. 37 İstanbul’da kaldığı uzun yıllar boyunca Şerif Hüseyin, atanmasını güvenceye almak için hiçbir şeyi şansa bırakmadı. Abdulilah’ın ani ölümünden sonra yeni bir emir atanması ihtiyacı oluşunca, Sultan 34 Kral Abdullah, a.g.e.,s. 21. 35 Ochsenwald, a.g.e., s. 217. 36 Şükrü Mahmut Nedim, Filistin Savaşı (1914-1918), Ankara, 1995, s. 27-28. 37 Wilson, a.g.e., s. 15. Şerif Hüseyin’in Ailesiyle İstanbul’da Geçirdiği Yıllar 163 Abdülhamit başlangıçta Hüseyin’i atama hususunda tereddüt etti. Ancak Sadrazam Kamil Paşa başta olmak üzere, Bab-ı Ali’deki bazı üst düzey devlet adamlarının tesiriyle atama konusunda ikna oldu. Şerif Hüseyin’in atamasını onaylamasına rağmen Sultan, emirin sadakatinden şüphe duymaktaydı ve Hüseyin’in hilafeti kendi eline almaya çalışacağından dolayı Hicaz’ın artık bir Türk vilayeti olmayacağını ve Araplar üzerindeki Türk nüfuzunun ortadan kalkacağını öngörmüştü.38 Hicaz’a Dönüş Mekke emiri olarak atanmasının ardından,39 Kasım 1908’in sonunda Şerif Hüseyin görev yerine doğru yola çıktı. İstanbul’dan ayrılacağı gün II. Abdülhamit’in huzuruna çıkan Şerif Hüseyin’i uğurlamaya Sadrazam Kamil Paşa da gelmişti. Şerif ailesini Mekke’ye taşıyacak vapura gelen Kamil Paşa, Şerif Hüseyin’e içerisinde şunların yazdığı bir not vermişti: “Mübarek Hicaz bölgesi, yüce hilafet makamına doğrudan bağlıdır. Şeriflerin yönetimi ile Sultan arasında geçerli olan yeni Kanun-i Esasi’ye göre, orada kutsal hakların çiğnenmesine imkan yoktur. Pek kıymetli vazifenizi alışkın olduğunuz eski tarz üzere yerine getirmeye devam ediniz. Allah yardımcınız olsun. Sultanın ve hükümetin sizlere güveni tamdır.” 40 Mahmut Nedim Bey, Şerif Hüseyin’in İstanbul’dan ayrıldığı gün vapurda kendisini kenara çekerek, “Seni de beraber götürmeyi çok isterdim” dedikten sonra ona Asir mutasarrıflığını teklif ettiğini, kendisinin bu teklifi reddetmesi üzerine Hüseyin’in, “İyi düşün, beraber çok iyi çalışırız, bilhassa sen oraların ahvalini yakından bildiğin için bana çok yardımın olur. Benden bu fedakarlığı esirgeme” şeklinde ısrar ettiğini dile getirmektedir.Bu diyaloğun devamında Şerif Hüseyin tekrar Sultan II. Abdülhamit’in aleyhinde konuşmuş, İttihatçılarla dost olmasına hanımının Sadrazam Reşit Paşa’nın torunu olmasının çok yardımı dokunduğunu ve bu dostluğu Hicaz’daki hizmetleri ile takviye etmeye çalışacağını uzun uzadıya anlatmıştır.41 38 El-Amr, a.g.e., s. 158. 39BOA. İ. DH. 1471/25;BOA. İ. HUS.171/28. 40 Kral Abdullah, a.g.e., s. 21. 41 Mahmut Nedim Bey, a.g.e., s. XI-XII. Taha Öztürk 164 Gece yarısı hareket eden vapurda Abdullah ve Zeyd babalarıyla birlikte Mekke’ye dönerken, Ali ve Faysal ailenin geride kalan meselelerini halletmek ve kadınların hazırlanmasını sağlamak için İstanbul’da kaldı. Hüseyin ve iki oğlu 3 Aralık’ta Cidde’ye vardı.42 Sonuç 1853’te İstanbul’da doğan Şerif Hüseyin, 1861’de Hicaz’a dönmüş; 1892’de Mekke emiri olan amcası Avnürrefik’le aralarında yaşanan anlaşmazlıklar nedeniyle Osmanlı yönetimi tarafından İstanbul’a çağrılmıştır. Şerif Hüseyin, birer potansiyel güç unsuru teşkil eden şeriflerin bir nevi sürgün yeri olan İstanbul’da 1908 yılına kadar ikamet etmiş, bu zaman zarfında Şura-yı Devlet üyesi olmuş, birçok üst düzey bürokratla yakın temasta bulunma olanağı elde etmiştir. Şerif Hüseyin’in İstanbul’da geçirdiği yıllardan hareketle, 1916 yılında başlattığı isyan hakkında bir takım çıkarımlarda bulunabiliriz. Zira Şerif Hüseyin’in zihninde isyan fikrinin şekillenmesinin Mekke emiri atandığı tarih olan 1908 olması olası gözükmemektedir. 16 yıl boyunca İstanbul’da zorunlu ikamete tabi tutulması ve atalarının uzun süredir sahip olduğu emirlik sıfatını içten içe arzulaması fakat 55 yaşına kadar bu makamı elde edememesi, onu Osmanlı Devleti’ne karşı öfke beslemeye itmiş olmalıdır. Aynı şekilde bu dönemde Osmanlı Devleti sınırları içerisinde ve İstanbul’da gerek gizli, gerekse de resmi olarak faaliyet gösteren milliyetçi Arap cemiyetleriyle iletişimde bulunmuş olması muhtemeldir. Netice olarak Şerif Hüseyin, İstanbul’da kaldığı yıllarda devlet işleyişine dair edindiği bilgi ve tecrübeleri ve yine yerli ve yabancı üst düzey devlet erkanıyla kurduğu bağlantıları, Mekke emirliği döneminde ve isyanı takip eden süreçte kendi lehine kullanmıştır. Kaynakça Arşiv Belgeleri BOA. Y. PRK. ŞH. 13/72. 42 Wilson, a.g.e., s. 16. Şerif Hüseyin’in Ailesiyle İstanbul’da Geçirdiği Yıllar 165 BOA. İ. DH. 1159/90623; 1471/25. BOA. Y. A. HUS. 231/5; 266/142; 433/25. BOA. BEO. 75/5603 (2). BOA. DH. MKT. 2027/124. BOA. İ. TAL. 149/49; 210/28; 225/67; 306/55; 368/19; 457/14; 457/26. BOA. Y. PRK. BŞK. 66/117. BOA. İ. HUS. 171/28. Kitap ve Makaleler Al-Amr, Saleh Muhammed, The Hicaz Under Ottoman Rule 1869-1914 Ottoman Vali, the Sharif of Mecca, and the Growth of British Influence, Riyad 1974. Antonius, George, The Arab Awakening: The Story of the Arab National Movement, New York 1965. Er-Reyhani, Emin,Müluku’lArab, Beyrut 1987. Gümüş, İsmail, Şerif Hüseyin İsyanı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2013. Kayalı, Hasan, Arabs and Young Turks: Ottomanism, Arabism and Islamism in the Ottoman Empire 1908-1918, Londra 1997. Köse, İsmail,İngiliz Arşiv Belgelerinde Hicaz İsyanı, İstanbul 2014. Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?, İstanbul 2013. Nedim Bey, Mahmut,Arabistan’da Bir Ömür: Son Yemen Valisinin Hatıraları veya Osmanlı İmparatorluğu Arabistan’da Nasıl Yıkıldı?, Derleyen: Ali Birinci, İstanbul 2001. Nedim, Şükrü Mahmut,Filistin Savaşı (1914-1918), Ankara 1995. Ochsenwald, William, Religion, Society, and the State in Arabia, Ohio 1984. Özcan, Azmi, “Şerif Hüseyin”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, 2010, c. 38, s. 585-586. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara 2013. Wilson, Mary C., King Abdullah, Britain and the Making of Jordan, New York 1987.
.
xxxxxxxx
İngiltere'nin Arap İsyanı Tertibi (1914-1918): İsyanın Cumhuriyet Dönemi Hükümet Programlarındaki Dış Politika Yansımaları
Britanya'nın Arap İsyanı Planı (1914-1918): İsyanın Cumhuriyet Dönemi Hükümet Programlarına Yansımaları
Yazar(lar): İsmail KÖSE
Konu(lar): Diplomasi tarihi, Askeri tarih, Siyasi tarih, Toplumsal tarih, Siyaset bilimi tarihi ve teorisi, 16. yüzyıl, 18. yüzyıl, 19. yüzyıl, I. Dünya Savaşı öncesi ve I. Dünya Savaşı (1900-1919), Osmanlı İmparatorluğu, Berlin Kongresi ve I. Dünya Savaşı Arasında
Yayımlayan: Trakya Üniversitesi - İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Anahtar Kelimeler: İsyan; İngiltere; Türk Dış Politikası; Araplar;
Özet/Özet: Arap Yarımadası, Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethetmesiyle Osmanlı egemenliğine girdi. Bu tarihten itibaren yaklaşık 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kaldı. Osmanlı egemenliğinin tek istisnası, Mısır'ın Napolyon Bonapart (1798-1801) komutasındaki Fransızlar tarafından işgali ve daha sonra 1882'de İngiltere tarafından ilhak edilmesiydi. Osmanlı'nın Arap Yarımadası'ndaki varlığı, Birinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarındaki isyanlar nedeniyle sona erdi. Arap isyanları, Osmanlı'ya karşı karşılaştıkları son ayaklanmaydı. İsyanlar, Birinci Dünya Savaşı'nın en zor günlerinde, Çanakkale Savaşları sırasında planlanmış ve Türk askerleri Arabistan'da önemli kayıplar ve hasarlarla karşılaşmıştı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra, siyasallaştırılmış Arap milliyetçiliğinin körüklediği Birinci Dünya Savaşı deneyimleri, Türk karar vericilerine karşı güvensizliğin de yolunu açtı. İki taraf arasındaki ilişkilerde çekingen yaklaşımlar nedeniyle dönemsel bazı iyileştirmeler yapılmasına rağmen, uzun süre diplomatik ilişkilerde karşılıklı güven artırıcı önlemlerin tesis edilmesi mümkün olmamıştır.
.
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH ANABİLİM DALI
TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ BİLİM DALI
Yüksek Lisans Tezi
Şerif Hüseyin İsyanı
İsmail GÜMÜŞ
2501100056
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ali ARSLAN
İstanbul 2013
T. C.
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH ANABİLİM DALI
TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ BİLİM DALI
Yüksek Lisans Tezi
Şerif Hüseyin İsyanı
İsmail GÜMÜŞ
2501100056
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ali ARSLAN
İstanbul 2013
T.C. ISTANBUL ÜNİVERSITESI
SOSYAL BİLİMLER
1982 ENSTITUSu
YÜKSEK LİSANS
TEZ ONAY I
ÖĞRENCİNİN
Adı ve Soyadı : İsmail GÜMÜŞ
Anabilim/Bilim Dalı: Tarih Anabilim Dalı
Tez Savunma Tarihi: 01.07.2013
NumarasI : 2501100056
Danışman Öğretim Üyesi: Prof. Dr. Ali ARSLAN
Tez Savunma Saati : 14:00
Tez Başlığı : Şerif Hüseyin İsyanı
TEZ SAVUNMA SINAVI, Lisansüstü Öğretim Yönetmeliği'nin 36. Maddesi uyarınca yapılmış, sorulan
sorulara alınan cevaplar sonunda adayın tezinin KABULÜ'NE OYBİRLİĞİ / OYÇOKLUĞUYŁA karar
verilmiştir.
JÜRİ ÜYESİ İMZA
1- Prof. Dr. Ali ARSLAN
2- Prof. Dr. Cezmi ERASLAN
3- Yrd. Doç. Dr. Edip A. BEKAROĞLU
4-Yrd. Doç. Dr. Fatih M. SANCAKTAR
5- Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman BOZKURT
YEDEK JÜRİ ÜYESİ
1- Yrd. Doç. Dr. Şamil ÜNSAL
2- Yrd. Doç. Dr. Mehmet NAМ
KANAATİ
(KABUL / RED / DÜZELTME)
Kabn!
Kabuli
Kabul
است
ه
kebul
Kabuls
İMZA KANAATİ
(KABUL/RED / DÜZELTME)
iv
ŞERİF HÜSEYİN İSYANI
İsmail GÜMÜŞ
ÖZ
Şerif Hüseyin bin Ali El-Hâşimî, 1853 yılında İstanbul’da doğmuştur. Şerif
Hüseyin, Hüseyin bin Ali El-Hâşimî’nin torunu ve Şerif Ali Paşa’nın da oğludur.
İstanbul’da doğduktan sonra Mekke’ye gitmiş ve daha sonra dönemin Mekke Emiri
olan amcası Avnürrefik Paşa ile yaşadığı problemden dolayı II. Abdülhamit’in daveti
üzerine tekrar İstanbul’a gelmiştir. 1882 yılından 1908 yılına kadar İstanbul’da
ikamet etmiştir. 1908 yılında Abdüllillah Paşa’nın Mekke Emirliği’ne atandıktan
sonra ansızın ölmesiyle birlikte Mekke Emirliği’ne Şerif Hüseyin bin Ali tayin
edilmiştir.
Mekke Emiri olduktan sonra İngiltere’nin kendisine verdiği vaatlerden
cesaret alan Şerif Hüseyin, bağımsız bir Arap Krallığı kurmak gayesiyle 1916 yılında
Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmiştir. Osmanlı Devleti’nin ise Birinci Dünya
Savaşı’nda birçok cephede savaşmak zorunda kalmış olması, Şerif Hüseyin’in bu
mücadelesini kolaylaşmıştır.
İngiltere’nin desteğiyle kısa sürede Hicaz’ı ele geçiren Şerif Hüseyin
kuvvetleri daha sonra kuzeye doğru genişlemek istemişlerdir. İsyan’dan sonra da
Şerif Hüseyin bölgedeki diğer Arap liderlerinin desteğini alarak, Arap topraklarında
kendi hâkimiyetini kurmak istemiştir. İngilizlerin desteğiyle oğlu Emir Abdullah
Ürdün Kralı, Emir Faysal ise önce Suriye daha sonra da Irak Kralı olmuştur.
İngiltere’nin amacına ulaşmasından sonra, Şerif Hüseyin ile arasındaki
anlaşmazlıklar artmıştır. Özellikle İbn-i Suud’un bir güç olarak ortaya çıkmasıyla
birlikte İngiltere, bölgede İbn-i Suud’u desteklemiştir. İbn-i Suud ise Şerif
Hüseyin’in kurduğu Hicaz Haşimî Krallığı’na son vermiştir. Şerif Hüseyin ise daha
sonra Amman’da bulunduğu sırada 1931 yılında ölmüştür.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Şerif Hüseyin, Mekke, Hicaz, Mekke
Emiri, İsyan, Hicaz Haşimî Krallığı
v
SHARIF HUSSEIN REBELLION
İsmail GÜMÜŞ
ABSTRACT
Sharif Hussein bin Ali al-Hashemi, was born in Istanbul in 1853. Sharif
Hussein is grandson of Sharif Hussein bin Ali al-Hashimi and son of Ali Pasha.
Sharif Hussein was born in Istanbul and then went to Mecca, after a while because of
a dispute with Avnürrefik Pasha, and being invited by II. Abdulhamid he returned to
Istanbul. He lived in İstanbul between the years 1882 and1908. In 1908, after the
sudden death of Abdüllillah Pasha, Sharif Hussein bin Ali assigned to the Emirate of
Mecca.
Encouraged by promises given by England, Sharif Hussein organized a
rebellion against Ottomans to build independent Arab Kingdom in 1916. Success of
Sharif Hussein was easier because, at that time Ottomans were in fight in many
fronts.
Sharif Hussein seized Hijaz with the support of England, and then wanted to
expand to the north. With the support of the other Arab tribes he wanted to create his
own rule in the region. With the British support, his son Emir Abdullah became the
king of Jordan and Emir Faisal became the king of Syria first than Iraq.
Once England reached her aims, relations with Sharif Hussein weakened. In
particular, with the emergence of Ibn Saud as a power England started to support Ibn
Saud in the region. Ibn Saud put an end to the Hashemite Kingdom of Hejaz
established by Sharif Hussein. Sharif Hussein died in 1931 at Amman.
Key Words: Ottoman State, Sharif Hussein, Mecca, Hijaz, Emir of Mecca,
Rebellion, Hashemite Kingdom of Hijaz
vi
ÖNSÖZ
Günümüz dünyasının en problemli bölgelerinden biri olan Ön Asya,
yüzyıllardır sahip olduğu doğal ve kültürel kaynaklardan dolayı stratejik olarak her
zaman dünyanın ilgisini çekmiştir. Büyük güçler ise her zaman bu bölgeye sahip
olmak için mücadele etmişlerdir. Ön Asya’daki bu hâkimiyet mücadelesi, büyük
güçlerin dünya sahnesinde sahip oldukları statülerle her zaman paralellik
göstermiştir. Bu bağlamda Ön Asya’ya hâkim olan gücün, dünyaya da hâkim
olabileceğini söylememiz yanlış olmaz.
Balkanlarda başlayan çözülmenin etkisi ve özellikle İngiltere’nin Arap
topraklarına olan ilgisinin artmasının da etkisiyle, Osmanlı hâkimiyetindeki Arap
topraklarında birçok ayrılıkçı Arap örgütleri kurulmaya başlamıştır. 19. Yüzyılın
ikinci yarısından itibaren başlayan bozulma ve güvensizlik ortamı, bu ayrılıkçı
örgütlerin daha rahat hareket edebilme imkânı bulmasını sağlamıştır.
Bu şartlar altında yüzyıllardır Osmanlı egemenliği altında huzur içinde
yaşayan Araplar arasında bağımsızlık düşüncesini yaymak için mücadele eden Şerif
Hüseyin’in, İngiltere ile ittifak yapıp Osmanlıya karşı mücadele etmesi, Arap
topraklarının geleceği açısından çok önemli olmuştur. Bu çerçevede Şerif Hüseyin’in
henüz İttihat ve Terakki Hükümeti’nin iktidara gelmediği dönemden önce, isyan için
hazırlıklara başlaması, bu düşüncesinin esasında çok daha eskilere dayandığını
göstermektedir. Bunun yanı sıra İstanbul’da bulunduğu dönemde Şuray-ı Devlet
azalığı görevi de yapan Şerif Hüseyin’in gerek fikir dünyasındaki düşünceleri
gerekse de Osmanlı’nın devlet yapısını iyi bilmesi, İngiltere’nin Şerif Hüseyin ile
işbirliğine yönelmesindeki en önemli etken olmuştur.
Bu çerçevede bu çalışma, Şerif Hüseyin’in fikri yapısını anlamayı ve hangi
saiklerle isyana yöneldiğini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Yine bu çalışmada
Şerif Hüseyin’in bu isyanı temellendirmeye çalışırken, sebep olarak gösterdiği
olayların nasıl değerlendirmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Ayrıca, İngiltere’nin
hangi konumda olduğunu ve isyanın neresinde durduğunun tespiti bizim için önemli
olmuştur.
vii
Buradan hareketle öncelikle Hâşimîler soyundan gelen Şerif Hüseyin’in ailesi
ve Mekke Emirliği’ne atandığı döneme kadar geçen süreç incelenmeye çalışılmıştır.
Daha sonra kavramsal olarak milliyetçiliğin tarihsel süreç içerisindeki gelişimi
üzerinde durulmuştur. Özellikle II. Meşrutiyet döneminde kurulan gizli ve resmi
Arap cemiyetlerinin hangileri olduğu ve bu cemiyetlerin ne tür faaliyetler içerisinde
olduğu ise çalışmanın önemli bir kısmını teşkil etmiştir.
Bu çalışmada, birçok sebepten dolayı Osmanlı hâkimiyeti altındaki Arap
topraklarında artan milliyetçilik fikri etrafında Şerif Hüseyin’in isyan fikrinin
oluşmasının arka planındaki faktörler, eleştirel ve objektif bir yaklaşımla ortaya
konulmaya çalışılmıştır. Bunun yanı sıra Türklerle Araplar arasında yüzyıllardan
buyana kurulan sağlam ilişkinin kopartılmaya çalışıldığı ve Şerif Hüseyin İsyanı ile
de buna muvaffak olunamadığı gerçeği, bu çalışmanın son bölümünde üzerinde
durulan en temel konu olmuştur. Bu bağlamda Türk-Arap ilişkilerinin daha iyi
anlaşılması için Şerif Hüseyin İsyan’ın da çok iyi kavranılması gerektiği gerçeği, bu
çalışmanın en önemli konusu olmuştur.
Öncelikle, bu çalışmama başladıktan sonra gerek konunun seçilmesi ve
gerekse de hazırlanması sürecinde, bütün yoğunluğuna rağmen benden ilgi ve
alakasını esirgemeyen, yüksek lisans çalışmam sırasında danışmanlığımı yapma
zahmetinde bulunan çok kıymetli hocam Prof. Dr. Ali Arslan’a gönülden teşekkürü
borç bilirim. Ayrıca yüksek lisans ders dönemimde ve bu çalışmam sırasında çok
değerli fikir ve görüşleriyle katkı sağlayan değerli hocalarım Prof. Dr. Cezmi
Eraslan, Prof. Dr. Halil Bal, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Selçuk ve Yrd. Doç. Dr. Mehmet
Nam’a şükranlarımı arz etmek isterim.
Osmanlı Arşivleri’ndeki çalışmam sırasında benimle ilgilenme nezaketinde
bulunan, sabırla her türlü teknik ve yöntemi gösteren ve daha sonraki süreçte de
desteklerini her zaman yanımda hissettiğim başta çok değerli hocam Yrd. Doç. Dr.
Fatih Mehmet Sancaktar olmak üzere; Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Bozkurt, Arş.
Gör. Dr. Ramazan Erhan Güllü, ve Murat Aydoğdu’ya minnettar olduğumu
belirtmek isterim.
viii
Diğer taraftan İngiliz Ulusal Arşivi’nde yaptığım çalışma esnasında
yardımlarını gördüğüm Abant İzzet Baysal Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp
Tarihi Bölümü öğretim elemanı Arda Baş ve Nevşehir Üniversitesi Tarih Bölümü
Araştırma Görevlisi Recep Kürekli’ye teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Yine bu
çalışmamda gerek yurtdışı araştırma sürecimde olsun gerekse de sonraki her aşamada
olsun, benden yardımlarını esirgemeyen ve en sonunda da tezimi okuyup eleştirme
zahmetinde bulunan Araştırma Görevlisi Murat Özata’ya ne kadar teşekkür etsem
azdır. Ayrıca İngiltere’de bulunduğum süre içinde birlikte çalışma imkânı
bulduğumuz ve bu çalışmamı bitirdikten sonra da okuyup, yorumlarıyla katkıda
bulunma nezaketini gösteren Araştırma Görevlisi Sezai Dumlupınar’a gönülden
teşekkür ederim.
Bütün bunlarla birlikte bu çalışmamın yazım aşamasında gerekli olan bütün
kolaylığı gösteren ve her zaman yardımlarını gördüğüm çok değerli mesai
arkadaşlarım Okutman Sümeyye Bahşi ve Araştırma Görevlisi Halim Taşkaya’ya
minnet ve şükranlarımı sunarım.
Bu çalışmam sırasında yaptığım araştırmalarda göstermiş oldukları kolaylık
ve yardımlarından dolayı başta Başbakanlık Osmanlı Arşivi çalışanları olmak üzere,
İngiliz Ulusal (The National Archives) Arşivi’ne, SOAS (SOAS Library)
Kütüphanesi’ne, İSAM Kütüphanesi personeline, Türk Tarih Kurumu çalışanlarına,
Milli Kütüphane personeline, Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kütüphanesi
çalışanlarına, İstanbul Ünivesitesi Merkez Kütüphaseni’ne ve İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Genel Kitaplığı personeline ayrıca teşekkür ederim.
Yine bu çalışmam sırasında araştırmalarım için burs imkânı sağlayan Yüksek
Öğretim Kurumu’na (YÖK) ve İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Bilimsel Araştırma
Projeleri Birimi’ne çalışmama vermiş olduğu desteklerden dolayı sonsuz minnet ve
şükranlarımı sunarım*
.
* Bu Çalışma, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Bilimsel Araştırma Projeleri Birimi’nce 21304 proje
numarası ile desteklenmiştir.
ix
Son olarak da bu çalışmam sırasındaki fedakârlıklarından ve bana katlanmış
olma nezaketini gösterdiklerinden dolayı çok kıymetli dostlarım İrfan Çelen, İsa
Karayiğit ve Azmi Atacık’a yürekten teşekkür ederim.
İsmail GÜMÜŞ
İstanbul 2013
x
İÇİNDEKİLER
ÖZ …………………………………………………………………………………..iv
ABSTRACT ……………………………………………………………………......v
ÖNSÖZ ………………………………………………………………...…...…........vi
İÇİNDEKİLER…………………………………………………………………......x
KISALTMALAR……………………………………………………………….....xv
GİRİŞ………………………………………………………………………………...1
A.Amaç, Yöntem ve Kaynak Tahlili…………………………………………1
B.Hicaz’ın Bölgesel Konumu, İdarî ve Sosyal Yapısı …...…………………..4
C.Hicaz’ın Osmanlı İdaresine Girmesi ve Mekke Emirliği ………………….7
D.Hâşimîler ve Şerif Hüseyin Ailesi………………………………………..10
1. Emir Ali…………..……………………………………………….11
2. Emir Faysal……..………………………………………………...11
3. Emir Abdullah………………………………………………….....12
4. Emir Zeyd……………………………………………………...….13
E. Şerif Hüseyin’in İstanbul Yılları ve II. Meşrutiyetin İlanı’ndan Sonra
Mekke Emiri Olarak Tayin Edilmesi……………………………………….14
F.Şerif Hüseyin’in Mekke Emiri Olarak Tayin Edilmesi’nden Sonra
Otoritesi’ni Arttırma Mücadelesi……………………………………………18
BİRİNCİ BÖLÜM
İSYANIN FİKRÎ ALTYAPISININ OLUŞMASI
VE HAZIRLIK AŞAMASINDA YAŞANAN GELİŞMELER
1.1. ULUSLARARASI DENGELER ………………………………………...….....21
1.2. ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ FİKRİNİN ORTAYA ÇIKIŞI ………...…………..24
xi
1.3. İSYAN FİKRİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
1.3.1. Şerif Hüseyin’in Rolü………………………………………………...34
1.3.2. Arap Milliyetçiliği Ekseninde Türk Aleyhtarlığı……………………..35
1.3.3. İsyana Giden Süreçte Kurulan Arap Cemiyetleri ve Faaliyetleri……..38
1.3.3.1. Meşrutiyet Öncesi Kurulan Gizli Arap Cemiyetleri………..39
1.3.3.1.1. Cem’iyet’ül El-Fünûn ve’l-Ulûm (İlim ve Sanat
Cemiyeti)…………………………………………………….40
1.3.3.1.2. El-Cem’iyetü’ş-Şarkiyye (Şark Cemiyeti)………..40
1.3.3.1.3.El-Cem’iyetü’l El-İlmiyetü’s-Suriyye( Suriye İlim
Cemiyeti)…………………………………………………….41
1.3.3.1.4. Beyrut Gizli Cemiyeti…………………………….41
1.3.3.1.5. El-Külliyetü’s-Suriyye Li Protestaniyye (Protestan
Suriye Birliği)………………………………………………..42
1.3.3.1.6.Cem’iyetü’s-Sevri’l-Osmani (Osmanlı İnkılâp
Cemiyeti)…………………………………………………….42
1.3.3.1.7. Rabitatü’l-Vatani’l-Arabi (Arap Vatani Birliği)….42
1.3.3.1.8. Cem’iyetü’n-Nehdetü’l-Arabiye (Arap Kalkınma
Cemiyeti)…………………………………………………….43
1.3.3.1.9. Arap Diriliş Cemiyeti (Suriye Diriliş Cemiyeti)….43
1.3.3.2. II. Meşrutiyet’ten Sonra Kurulan Resmi Arap Cemiyetleri...43
1.3.3.2.1. İha’l-Arabi’l-Osmani (Osmanlı-Arap Kardeşliği
Cemiyeti) ……………………………………………………44
1.3.3.2.2. El-Müntediü’l-Edebi’l-Arabî (Arap Edebiyatçılar
Kulübü)………………………………………………………45
1.3.3.2.3. Hizbu’l-La Merkeziyeti’l-İdariyyeti’l Osmani
(Osmanlı İdaresi Âdem-i Merkeziyet Partisi)……………….46
1.3.3.2.4. El-Cem’iyetü’l-Umumiyyetü’l-Islahiyye (Umumi
Islahat Cemiyeti)…………………………………………….48
1.3.3.2.5. Şam ve Basra Islahat Cemiyetleri…………………48
1.3.3.3. II. Meşrutiyet’ten Sonra Kurulan Gizli Arap Cemiyetleri….49
1.3.3.3.1. El-Kahtaniyye Cemiyeti…………………………..49
xii
1.3.3.3.2. El-Ahd Cemiyeti (Yemin Cemiyeti)……………...50
1.3.3.3.3. Cem’iyet’ül-Arabiyyeti’l-Fetat (Genç Araplar
Cemiyeti)…………………………………………………….52
1.3.3.3.4. En-Nahdatü’l-Lübnaniyye (Lübnan Kalkındırma
Cemiyeti)…………………………………………………….53
1.3.3.3.5. Erze Cemiyeti……………………………………..53
1.3.3.3.6. Cem’iyetü’l-Camiu’l-Arabiyye (Arap Birliği
Cemiyeti)…………………………………………………….53
1.3.3.3.7. Cem’iyetü’l-İttihadi’l-Lübnanî (Lübnan Birliği
Cemiyeti)…………………………………………………….54
1.3.3.3.8. İttihad-ı Lübnan Cemiyeti………………………...54
1.3.3.3.9. El-Cem’iyet’üs-Sevriyyetü’l-Arabiyye (Arap
Ayaklanma Cemiyeti)………………………………………..55
1.3.4. Paris Arap Kongresi………………………………………...………...56
1.3.5.Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na Girmesi ve İsyan
Üzerindeki Etkisi…………………………………………………………….59
İKİNCİ BÖLÜM
ŞERİF HÜSEYİN VE İNGİLTERE
2.1. İNGİLTERE’NİN İSYAN FİKRİNİN OLUŞMASINDAKİ ROLÜ
2.1.1. Şerif Hüseyin ve Oğullarının İngiliz Hayranlığı……………………...64
2.1.2. İngiltere ve Şerif Hüseyin’in İlk İrtibata Geçişi: Emir Abdullah İle Lord
Kitchener Görüşmesi………………………………………………………...65
2.1.3. Şerif Hüseyin- McMahon Pazarlığı…………………………………..69
2.1.4. İsyana Giden Süreçte Skyes- Picot Anlaşması……………………….80
2.1.5. İngiltere’nin Şerif Hüseyin’e Vaatleri………………………………...82
2.2. CEMAL PAŞA’NIN SURİYE VALİLİĞİ VE İSYANA ETKİSİ
2.2.1. İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Şerif Hüseyin İle İlişkileri………….84
xiii
2.2.2. Cemal Paşa’nın 4. Ordu Komutanı Olarak Suriye’ye Atanması ve
Suriye’deki Faaliyetlerinin İsyan’a Etkisi…………………………………...88
2.2.3. İngilizlerin Cemal Paşa Endişesi……………………………………...98
2.3. OSMANLI DEVLETİ’NİN ŞERİF HÜSEYİN İSYANI’NA KARŞI ALDIĞI
TEDBİRLER VE İSYANA KARŞI ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
2.3.1. İttihad-ı İslâm Düşüncesi (İslâm Birliği)……………………………101
2.3.2. Hicaz Vali ve Kumandanlığı’na Vehip Paşa’nın Atanması…………103
2.3.3. Osmanlı Devleti’nin Değişen Hicaz Politikası Gereği Hicaz Vali ve
Komutanlığı’na Mirliva Galip(Pasiner) Paşa’nın Tayin Edilmesi…………107
2.3.4. Enver ve Cemal Paşaların Medine Gelişi...………………………....110
2.3.5. Fahreddin Paşa’nın Hicaz Kuvay-ı Seyyare Komutanı Olarak Tayin
Edilmesi……………………………………………………………………112
2.4. ŞERİF HÜSEYİN’İN İSYAN BEYANNAMESİNİ İLAN ETMEDEN ÖNCEKİ
SON GELİŞMELER……………………….......…………………………………..115
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ŞERİF HÜSEYİN İSYANI İLE BİRLİKTE HİCAZ HAŞİMÎ KRALLIĞI’NIN
KURULMASI
3.1. ŞERİF HÜSEYİN İSYANI VE SONRAKİ
GELİŞMELER…………………..…………………………………………………118
3.1.1. Şerif Hüseyin İsyanı’nın Yankıları………………………………….127
3.1.2. Hicaz Krallığı İle Diğer Arap Emirlikleri Arasındaki İlişkiler……...130
3.1.3.Şerif Hüseyin’in Mekke Emirliği’nden Azli ve Yerine Şerif Ali
Haydar’ın Atanması………………………………………………………..133
3.2. MISIR YÜKSEK KOMİSERLİĞİ’NİN FAALİYETLERİ VE HİCAZ’IN
OSMANLI DEVLETİ İDARESİ’NDEN AYRILMASIMASI…………………....135
3.3. İNGİLİZLERİN ŞERİF HÜSEYİN İSYANI’NA YAPTIĞI AYNÎ VE NAKDÎ
YARDIMLAR………………………………………...…………………………...138
xiv
3.4. İSYAN SONUNDAKİ GELİŞMELER VE İNGİLİZLERİN DEĞİŞEN
POLİTİKASI
3.4.1. İngiltere’nin Şerif Hüseyin İle Yaşadığı Problemler…………….….141
3.5. ŞERİF HÜSEYİN İSYANI SONRASI GELİŞMELER
3.5.1. Filistin’de Yahudi Devleti Kurulması Fikri’nin Ortaya Çıkışı ve
Balfour Mektubu…………………………………………………………...145
3.5.2. Paris Barış Konferansı ve Toprakların Yeniden Paylaşımı………….149
3.5.3. İngiltere’nin Emir Faysal’ı Suriye Krallığı’ndan Azledip, Irak Kralı
Yapması…………………………………………………………………………....152
3.5.4. Emir Abdullah’ın Ürdün Kralı Olması……………………………...155
3.6. HİCAZ HAŞİMÎ KRALLIĞININ SONU…………………………………....156
SONUÇ……………………………………………………………………………162
EKLER………………………………………………………………………....…166
BİBLİYOGRAFYA…………………………………………………………....…186
xv
KISALTMALAR
a.g.e. Adı geçen eser
a.g.m. Adı geçen makale
a.g.t. Adı geçen tez
Bkz. Bakınız
BEO Babıâli Evrak Odası
BOA Başbakanlık Osmanlı Arşivi
c. Cilt
Çev. Çeviren
CO Colonial Office
DH. EUM. 4. Şb. Dâhiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Dördüncü Şube
DH. EUM. 6. Şb. Dâhiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Altıncı Şube
DH. EUM. 7. Şb. Dâhiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Yedinci Şube
DH. EUM. SSM. Dâhiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Seyrüsefer Müdüriyeti
DH. İ. UM. Dâhiliye Nezareti İdare-i Umumiye Evrakı
DH. KMS. Dâhiliye Nezareti Kalem-i Mahsus
DH. SYS Dâhiliye Nezareti, Siyasi
DH. ŞFR. Dâhiliye Nezareti Şifre Kalemi
HR. SYS. Hariciye Nezareti, Siyasi
FO Foreign Office
İ. HUS. İrade Hususi
KOA Kazım Orbay Arşivi
Haz. Hazırlayan
nr. Numara
s. Sayfa
Ter Tercüme
TDVİA Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
TNA The National Archives
TTK Türk Tarih Kurumu
xvi
Vol Volume
WO War Office
1
GİRİŞ
A. AMAÇ, YÖNTEM VE KAYNAK TAHLİLİ
Arap milliyetçiliği üzerine yapılan çalışmalar literatür açısından çok geniş
olmasına rağmen pratikte meselenin tam manasıyla kavranamamış olması, bu
çalışmaların algısal olarak sübjektif kalmasına neden olmuştur. Arap milliyetçiliği
konusunda önemli araştırmalar yapan Bessam Tibi’ye göre Arap milliyetçiliği
konusunda yapılan çalışmalarda yegâne güvenilecek kaynakların Avrupa dillerinde
yapılan çalışmalar olması1 meselenin değerlendiriliş biçimini olarak objektiflikten
uzak kalmasına sebep olmuştur. Bu bağlamda farklı bir algı oluşturmak adına batılı
yazarların “istisnalara rağmen taraflı, öznel ve büyük ölçüde yanlış bir İslâm
anlayışını, olduğundan farklı bir şekilde aksettirmiş”
2
olmaları, kullanılan
metodolojinin çarpık yönlerini ortaya koymaktadır. Tarihsel perspektifle
bakıldığında Arap milliyetçiliği konusunda oluşturulmak istenen bu algı
değişikliğinin temel nedeni, Arap milliyetçiliği hareketlerinin temelinde Batı
kaynaklı çalışmaların varlığının göz ardı edilmesini sağlama çabası olmuştur.
Arap milliyetçiliğinin Osmanlı toplumunda gelişmeye başladığı 19. yüzyıldan
sonra batıya göre demokratik hayata daha geç girmiş olan3 Osmanlı Devleti’nde II.
Meşrutiyet, milliyetçilik olgusu açısında kırılma noktası olmuştur. Bu siyasî süreçten
sonra oluşan milli egemenlik düşüncesi, Osmanlı toplumundaki ayrılıkçı hareketlerin
seslerini daha gür bir şekilde çıkarmaya başladıkları bir dönemin başlangıcı
olmuştur.
Yüzyıllar boyunca ortak kadere sahip olmuş olan Osmanlı coğrafyası ve Arap
topraklarında yaşayan milletlerin birbirinden kopartılması adına başlatılan Şerif
Hüseyin İsyanı, her türlü çabaya rağmen bu gayesine muvaffak olamamıştır. Fakat
bununla birlikte Osmanlı ile Arap toplumu arasındaki kopmanın başlangıcını
oluşturması açısından Şerif Hüseyin İsyanı, önemli bir yer teşkil etmektedir.
1 Bessam Tibi, Arap Milliyetçiliği, İstanbul 1998, s. 9.
2 Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milliyetçilik, İstanbul
2011, s. 78.
3
Fatih Mehmet Sancaktar, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Milli Hakimiyet Düşüncesinin
Gelişimi ve Hüseyin Cahit Yalçın Örneği (1908-1925), Ankara 2009, s. 1.
2
Arap milliyetçiliği ekseninde tezahür eden Şerif Hüseyin İsyanı’nın temel
nedenlerini ortaya koyabilmek bu çalışmanın ana problematiğini oluşturmaktadır.
Her ne kadar fikrî açıdan Şerif Hüseyin, Arap milliyetçiliğinden güç alsa da, bunu
tamamen milliyetçilik temeli üzerine oturtmak imkânsızdır. Bu doğrultuda,
başlangıcından gelişimine kadar Arap milliyetçiliğini etraflıca incelemek bu
çalışmanın ana gayesini oluşturmamaktadır. Bu perspektifte ideolojik olarak farklı
temeller üzerinde kurgulanmak istenen Şerif Hüseyin İsyanı algısını, öncelikle
objektif olarak ele almak amaçlanmaktadır. Bu nedenle bu çalışma, II. Meşrutiyet
dönemi, Birinci Dünya Savaşı yılları ve sonrasındaki dönemi kapsamaktadır. Ayrıca
bu çalışmada Şerif Hüseyin’in amacı, neler yapmak istediği ve İttihat ve Terakki
Hükümeti ile yaşadığı problemleri incelemek, neden ve sonuçlarıyla ortaya koymak
hedeflenmektedir.
Bu çalışmada Osmanlı Devleti’nin son dönemi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk
yıllarını kapsaması nedeniyle bu dönemleri konu alan telif eserler, makaleler ve
hatıralar incelenmiş ve buradan çıkan sonuçlar değerlendirilmiştir. Dolayısıyla
çalışmamızın temel kaynaklarını Osmanlı Arşivi belgeleri ve İngiliz Ulusal Arşivi
belgelerinin yanı sıra bu konuda hazırlanmış önemli telif eserler oluşturmaktadır.
Şerif Hüseyin İsyanı’na giden süreçte isyanın ne şekilde kurgulandığı ve nasıl
bir yöntem izlenildiğinin anlaşılması adına Şerif Hüseyin ‘in oğlu ve daha sonradan
Ürdün Kralı olan Kral Abdullah’ın kaleme aldığı, Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?
adlı eseri bizim için önemli bir kaynak olmuştur. Bu bağlamda bu eserin sadece
hatırattan ibaret olması, muhtevasındaki bilgilerin mukayeseli bir şekilde
değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır.
Diğer taraftan George Antonius’un kaleme almış olduğu ve bu konuda her
zaman başvuru eseri olacak olan The Arab Awakening isimli eseri, dönemin
olaylarını genel bir şekilde görebilmemizi sağlayan bir kaynak olma özelliği
taşımaktadır. Ömer Kürkçüoğlu’nın neşretmiş olduğu Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap
Bağımsızlık Hareketi (1908-1918) isimli eseri ise Osmanlı Arşivi ve İngiliz Ulusal
Arşivi belgelerinin birlikte kullanıldığı bir eser olması açısından son derece
önemlidir. Osmanlı Devleti’nin, Arap topraklarında takip ettiği siyaseti anlamak
adına Hasan Kayalı’nın Jön Türkler ve Araplar Osmanlıcılık, Erken Arap
3
Milliyetçiliği ve İslamcılık (1908-1918) adlı eseri bu çalışmamızda faydalandığımız
önemli kaynaklardan biri olmuştur.
Yine bu çalışmada olabildiğince arşiv kaynakları kullanılmaya çalışılmış ve
konunun daha objektif açıklanabilmesi için yabancı eserlere başvurulmuştur. Bu
bağlamda öncelikle Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile İngiliz Ulusal Arşivi’ndeki
belgeler karşılıklı olarak değerlendirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca konu ile ilgili bilgi
içeren kitapların bulunduğu kütüphanelerdeki kitaplardan da istifade edilmiştir.
4
B. HİCAZ’IN BÖLGESEL KONUMU, İDÂRİ VE SOSYAL
YAPISI
Osmanlı idarî sistemi içinde Hicaz, Asya kıtasının güney batısında bulunan,
kuzeyinde Süveyş kanalı, Badiye’t-üş Şam ve Cezire çölü, doğusunda Basra ve
Umman körfezleri, güneyinde Hint Okyanusu, Umman denizi ve Aden Körfezi,
batısında Kızıldeniz4
ile çevrilmiş olan bölgeye verilen isimdir. Hicaz Osmanlı idarî
sisteminde vilâyet statüsünde bulunan bir bölgedir. Hicaz Vilayeti Mekke, Medine,
Cidde, Taif, Yenbu ve buralara bağlı kaza ve nahiyelerden oluşan bir vilâyetti. Bu
bölgeye “Hicaz” isminin ne zaman verildiği ise kesin olarak bilinmemektedir. Fakat
İslâm öncesi döneme ait kaynaklarda ve şiirlerde bu isme rastlanmaktadır5
.
Hicaz, Osmanlı Devletine bağlı bir vilâyetken Arabistan bölgesinin kıyı
vilayeti olarak adlandırmaktaydı. Ayrıca Hicaz, Osmanlı Devleti tarafından “kutsal
mekân”
6
sayılmaktaydı. Arap yarımadasının önemli bir bölümünü oluşturan Hicaz’ın
Hindistan’a giden yolda bulunması ve doğusunda Kızıldeniz, batısında ise Bab-ül
Mendep boğazının bulunması kazandığı stratejik değeri daha da arttırmaktadır7
.
Hicaz, İslâm dünyası için tarihten bu yana her zaman önemli bir bölge
olmuştur. İslâmiyet’in kıblesi olan Beytullah’ın, Mekke-i Mükerreme’nin ve Hazreti
Peygamberin mezarı olan Ravza-i Mutahhara’nın bu bölgede bulunuyor8
olması
Hicaz’ı, İslâm dünyası açısından her zaman önemli kılmıştır.
Önemli ticaret yollarının başında yer alan, Şam ve Yemen’i birbirine bağlayan
Hicaz9
, Mekke’nin limanı konumunda bulunan Cidde10 ve Medine’nin limanı
4
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara 1972, s. 1.
5 Zekeriya Kurşun, ”Osmanlı Devleti İdaresinde Hicaz 1517-1919”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı:31,
Ocak-Şubat 2000, Ankara, s. 128.
6 Arap Bürosu tarafından İngiliz hükümeti adına “Handbook Of Hejaz” adıyla hazırlanan 26 Şubat
1917 tarihli kitapçık; TNA. (The National Archives) WO. (War Office) 158/987 nr. 14488.
7 Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi (Hicaz,Asir,Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı 1914-
1918) , T.C. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Askeri Tarih Yayınları, c. 6.
,Genelkurmay Basımevi, Ankara 1978, s. 46.
8
İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 1.
9 Zekeriya Kurşun, “Hicaz-Osmanlı Dönemi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(TDVİA), c. 27, İstanbul 1998, s. 437-439.
10 Sinan Kuneralp, “Osmanlı Yönetimindeki Hicaz’da (1831-1911) Hac ve Kolera”, Diyanet İlmî
Dergi, Çev: Münir Atalar, c. 32, sayı: 1, Ocak-Şubat-Mart 1996, s. 117.
5
konumunda bulunan Yenbu 11 gibi ticari açıdan önemli sahil şehirlerinin içerisinde
bulundurması açısından stratejik olarak her zaman önemli olmuş ve dikkat çekmiştir.
Osmanlı devlet geleneğinde Mekke Emirleri, Osmanlı vezirlerine denk
tutulmuş fakat tamamen de başıboş bırakılmamıştır. İdarî ve mali olarak Mısır
vezirlerine bırakılan Hicaz’ın bütün harcamaları, Mısır hazinesinden yapılmıştır 12
.
Osmanlı Devleti tarih sahnesine çıkışından itibaren İslâm dünyasının
önderliğine önce talip olmuş ve sonra da bu görevi üstlenmiştir. Müslümanlar için
ayrı bir önemi olan Hicaz’ın konumu ve yönetimi ise Osmanlı Devleti için her zaman
çok önemli olmuştur.
Hicaz’ın idaresi, Osmanlı Devleti tarafından itibar meselesi sayıldığından
dolayı halk, vergi ve askerlikten muaf tutulmuştur. Osmanlı Devleti Hicaz’daki imar
faaliyetlerini hiçbir zaman aksatmamış halkın ihtiyaçlarını sürekli karşılamıştır13
.
Fakat bölgedeki siyasi istikrarı bozan gelişme, 1744 yılında Necid’de ortaya çıkan14
ve Suûd ailesinin benimseyerek siyasi bir hüviyet kazandırdığı Vehhâbîlik hareketi
olmuştur. Bundan sonra Hicaz’daki iktidar mücadelesinde ise Osmanlı Devleti, 1801
yılında Vehhâbîler’in Haremeyn’i15 ele geçirmesine engel olamamıştır. Bu tarihten
sonra Haremeyn’e hâkim olan Vehhâbîler kendi görüş ve düşüncelerini burada
yaymaya çalışmışlardır. Haremeyn, yani Hicaz bölgesinin bir kısmını içine alan
bölge 1801 ve 1818 yılları arasında Vehhâbî hâkimiyeti altında kalmıştır. 1818
yılında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, sekiz yıl süren bir mücadelenin sonunda
11 İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 2.
12 Z. Kurşun, Osmanlı Devleti İdaresinde.., s. 130.
13Z. Kurşun, Hicaz-Osmanlı Dönemi…, TDVİA, s. 438; Münir Atalar, “Osmanlı Yönetiminde
Ortadoğu Arap Eyaletleri (Osmanlı-Arap İlişkileri)”, Diyanet İlmî Dergi, c. 35, sayı:4, Ekim-KasımAralık 1999, s. 13.
14 Vehhâbîlik düşüncesine adını ve şekline veren Muhammed b. Abdülvehhab’tır. Muhammed b.
Abdülvehhab b. Süleyman Ali et-Temîmî en-Necdî, 1703 yılında bugünkü Riyad’ın yetmiş kilometre
kuzey batısında Uyeyne kasabasında dünyaya gelmiştir. Uyeyne kadısı olan babasının yanında ilk dini
tahsilini aldıktan sonra ilk ilim yolculuğunu Hicaz’a yapmıştır. Dinin niteliği ve bid’atler ile ilgili
kendine özgü düşünceleri yaymaya çalışması ona birçok düşman kazandırmıştır. Hicaz ve Yemen gibi
uzak bölgelerdeki ulemaya çeşitli mektuplar göndererek ismini duyurmaya çalışmıştır. Düşünceleri
yüzünden Uyeyne kasabasını terk etmek zorunda kalan İbn Abdülvvehhab, 1744 yılında bugünkü
Riyad’ın Dir’iye kasabasına gelerek Muhammed b. Suud’a sığındı. Dir’iye Bey’atleşmesi denilen ve
İbn Abdülvehhab’ın fikirlerine sempati duyan Muhammed b. Suud, onu himayesine almış ve
düşüncelerini yayması konusunda ona her türlü yardımı yapacağını vaat etmiştir. İbn Abdülvehhab ise
bunun karşılığı olarak Muhammed b. Suud’a zafere ulaşıncaya kadar yardım edeceğini ve kutsal
ittifakı sonuna kadar devam ettireceği konusunda yemin etmiştir. Vehhâbîlik hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz.: Mehmet Ali Büyükkara, İhvandan Cüheyman’a Suûdi Arabistan ve Vehhabilik, Rağbet
Yayınları, İstanbul 2010, s. 3-10.
15 Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere şehirlerinin ikisine birden verilen isim.
6
Vehhâbîleri Hicaz’dan çıkarmayı başarabilmiştir. Bu tarihten sonra Hicaz, Mısır
Valisi’nin vesayeti altına girmiştir. Daha sonra Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın
Osmanlı Devleti’ne isyan etmesi ve diğer devletlerin araya girmesiyle Hicaz ancak
1840’tan sonra tekrar doğrudan Osmanlı Devleti’nin kontrolü altına girmiştir. Bu
tarihten sonra düzensiz askeri birliklerin istihdam edildiği Hicaz, 1869 yılında
Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra merkezden gönderilen düzenli birliklerle
koruma altına alınmaya çalışılmıştır. Bu dönemde Hicaz eyaleti, dört kaymakamlık
ve üç muhafızlıktan oluşmaktaydı. 1864 tarihli Vilâyet Kanunu’na göre ise Hicaz,
vilayete dönüştürülerek sancak, kaza ve nahiye şeklinde yeniden
teşkilâtlandırılmıştır. Bölgede, II. Abdülhamid döneminde ise zaptiye ve jandarma
alayları kurulmuştur16
.
Hicaz’da bulunan asker sayısı, diğer Osmanlı vilayetlerine göre her zaman
daha az olmuştur. Çünkü bu askerlerin temel görevi, kutsal mekânları ve stratejik
yerleri korumaktı. Bu askerlerin diğer bir önemli görevi ise bölgeye gelen hacıların
güvenliğini sağlamaktı. Fakat bu denge II. Abdülhamid’in takip ettiği siyasi
politikalar neticesinde değişmiş ve 1890’lerden sonra bölgedeki asker sayısı eskiye
oranla artmıştır. Buna rağmen Osmanlı Devleti’nin Hicaz’daki asker sayısı hiçbir
zaman on bini aşmamıştır17
. 1 Eylül 1908’den itibaren işletmeye açılan Hicaz
Demiryolu’ndan18 sonra ise asker sayısı daha da artmıştır. Sonraki dönemlerde ise
Yemen ve Asir gibi uzak bölgelerdeki askerlik hizmetinin zorluğunu gören İttihat ve
Terakki Hükümeti ise çeşitli kanunlar çıkartarak bölgede askerlik yapmayı cazip hale
getirmeye çalışmıştır19
.
16 Z. Kurşun, Hicaz-Osmanlı Dönemi…, TDVİA, s. 438
17 Z. Kurşun, Osmanlı Devleti İdaresinde…, s. 134
18 Ufuk Gülsoy, Hicaz Demiryolu, İstanbul 1994, s. 141
19 Z. Kurşun, Osmanlı Devleti İdaresinde..., s. 134
7
C. HİCAZ’IN OSMANLI İDARESİNE GİRMESİ VE MEKKE
ŞERİFLİĞİ
Osmanlı Devleti Anadolu topraklarına hâkim olduktan sonra doğuya doğru
genişleme siyaseti izlemiştir. Bu süreçte kazanılan zaferler İslâm devletlerine ve
Müslümanlar için kutsal kabul edilen bölgeyi elinde bulunduran Memlûklulara bağlı
Mekke Emirlerine de bildirmiş ve onların Osmanlı Devletine karşı olan ilgileri
arttırılmaya çalışılmıştır.
Osmanlı Devleti, önemli zaferler kazanıp tarih sahnesindeki yerini alırken,
doğuda yeni belirmeye başlayan İran tehlikesine karşı Anadolu’daki yerini
sağlamlaştırması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Özellikle Avrupalı devletlerin de İran’ı,
Osmanlı Devleti’ne karşı kullanmak istemesi, Osmanlı Devleti’ni daha da çok
tedirgin etmiştir. Anadolu’daki bazı unsurlarla İran’ın işbirliği içinde olması ve
özellikle Mısır’daki Memlûkluların İran ile işbirliği yapması, Osmanlı Devleti’nin
Müslümanlar için kutsal kabul edilen topraklardaki Hac Yolu’nun güvenliğini
sağlamaya ve bu bölgeye hakim olmaya yöneltmiştir20. 1517 yılında Yavuz Sultan
Selim’in Mısır seferinde, Suriye ve Mısır’ı fethedip Memlûklu Devleti’ne son
vermesiyle Yavuz Sultan Selim, Halifelik unvanını devralmış ve bölge, Osmanlı
hâkimiyetine geçmiştir. Yine Mısır’la birlikte Arabistan ve Kızıldeniz sahillerinin
tamamını Osmanlı Devleti idaresi altına almıştır
21
. Bu durum ise İslâm dünyası için
yeni bir devrin başlangıcı olmuştur22
.
Mısır seferinin başarı ile sonuçlanmasının ardından henüz Yavuz Sultan Selim
Mısır’da iken, Mekke Emiri olan Şerif Berekât b. Muhammed, oğlu Ebu Numeyy’i
Mısır’a göndererek Yavuz Sultan Selim’e Osmanlı hâkimiyetini kabul ettiğinin bir
20 Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devletine Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1908-1918), Ankara
1982, s. 6.
21 Ali Arslan, “Sudan’ın Hukuken Türkiye’den Ayrılma Süreci”, Türk Dünyasına Bakışlar-Prof.
Dr. Mehmet Saray’a Armağan, İstanbul 2002, s. 103-117; Selçuk Akşin Somel, “Osman Nuri
Paşa’nın 1885 Tarihli Hicaz Raporu”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih
Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 18, sayı: 29, s.2.
22 Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nden sonra Arap dünyasının büyük bir kısmı Osmanlı
hâkimiyetine girmiştir. Fakat Osmanlı Devleti’nin Bağdat, Basra ve Mısır dışındaki topraklardaki
hâkimiyet kurması daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiştir. Bu tarihten sonra Osmanlı hâkimiyetine
giren Arap toprakları ise; Hicaz, Mısır, Suriye, Irak, Filistin ve Lübnan olmuştur. Ö. Kürkçüoğlu,
a.g.e., s. 7.
8
nişanesi olarak, Mekke’nin anahtarını ve bir takım mukaddes emanetlerle yanı sıra
birçok hediye vermiştir. Bunun üzerine Yavuz ise Şerif Berekât’ın Mekke
Emirliği’ni kabul etmiş, bunun yanı sıra Şerif’e, Mısır hazinesinden maaş bağlamış,
Mekke ve Medine halkına dağıtılmak üzere ise iki yüz bin altın ve birçok zahire
göndermiştir. Bu tarihten sonra Mekke ve Medine gibi İslâm dünyası açısından
önemli olan bölgelerde hutbeler, Osmanlı padişahları adına okunmaya başlanmıştır.
Osmanlı idaresi altına giren Hicaz’daki Mekke Emirleri’nin imtiyazlı statüleri bu
tarihten sonra da devam etmiştir23. Mekke Emirleri’nin sahip oldukları bu imtiyazlı
statü ise 1916 yılına kadar, yani Hicaz’ın Osmanlı Devleti idaresinden çıkmasına
kadar devam etmiştir.
Osmanlı Devleti’nde, Hazreti Peygamberin kızı ve onun kocası ve aynı
zamanda İslâm tarihinde son halife olan Hz. Ali’nin soyundan gelen seyyid24 ve
şeriflere25 son derece hürmet ve dikkat gösterilmiştir. Osmanlı topraklarında yaşayan
seyyid ve şeriflere özel usul ve kaideler konmamış fakat birçok vergiden muaf
tutulmuştur. Hatta Hicaz Osmanlı idaresine girdikten sonra bu bölgeye hâkim olan
seyyid ve şeriflerin kusur ve kabahatlerine karşı sürekli müsamaha gösterilmiştir26
.
Bunun yanı sıra Hicaz bölgesi için yeni düzenlemeler yapılırken, bölgenin özellikleri
de her zaman dikkate alınmıştır27
.
Şerifler arasında yapılan seçimlerde ittifak olmadığı durumlarda Padişah,
Mekke kadısı ve valilerden gelen görüşü nazar-ı dikkate alarak yeni şerifi tayin
ederdi. Mekke emirleri vefat ettiğinde ya da azl edildiğinde ise yerine tayin olunacak
yeni emir, Mekke kadısı ile Mısır, Şam ve Cidde valilerinin arz ve tevcihleri üzerine
Padişah tarafından tayin edilirdi. Özellikle devlet otoritesinin zayıfladığı dönemlerde
şeriflerin seçimi konusunda aralarında sürekli ihtilaflar çıkmıştır. Şerif ailesinden
gelenlerin aralarındaki anlaşmazlıklar bazen Mekke’de çok ciddi karışıklıklara
sebebiyet vermiş hatta silahlı çatışmalara bile varan durumlar olmuştur28
. Osmanlı
idaresinde ilk dönemlerde Mekke Emirleri’nin tayininde daha çok seçim yöntemi
23Z. Kurşun, Osmanlı Devleti İdaresinde…, s. 128
24 İslâm tarihinde, Hz. Peygamber’in torunu olan Hüseyin’in soyundan gelenlere verilen isim.
25 İslâm tarihinde, Hz. Peygamber’in torunu olan Hasan’ın soyundan gelenlere verilen isim.
26 İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 4-5; T. E. Lawrence, Bilgeliğin Yedi Sütunu (Çölde İsyan), Çev; Bilal
Çölgeçen, İstanbul 2001, s. 75.
27 Süleyman Yatak(Beyoğlu), “1914-1916 Yıllarında Osmanlı Devleti ve Mekke Emiri Şerif
Hüseyin”, İlim ve Sanat Dergisi, Sayı: 30, İstanbul 1991, s. 70
28 İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 19
9
kullanılmış olsa da daha sonra iç çekişmelerin artması dolayısıyla şerifler, doğrudan
doğruya padişah tarafından tayin edilmeye başlanmıştır29
.
Osmanlı padişahı tarafından yeni tayin olunan Mekke Emirleri’ne berat ve
menşur
30 adı verilen emirliğe tayin belgesi anlamına gelen bir vesika verilirdi.
Padişah’ın bu fermanında Mekke emirlerinin vazifeleri bildirilir, bazı öğüt ve
nasihatlerde bulunulurdu. Yeni tayin edilecek emir herhangi bir sebepten dolayı
Mekke’de olmayıp, İstanbul’da ya da Edirne ve Bursa gibi yerlerde ikamet
edenlerden seçilecek olursa, Padişah huzuruna kabul edilir ve daha sonra Hicaz’a
gönderilirdi31
.
Mekke emirliğine seçilenlerin en büyük korkuları, kendi ailelerinden ya da
soylarından olan rakiplerinin bölgedeki bir kısım Arap kabilelerle anlaşıp kendi
otoritelerine karşı çıkmaları olmuştur. Diğer önemli bir husus ise Osmanlı Devleti
tarafından bölgeye atanan valilerle Mekke Emirleri’nin yaşadıkları nüfuz hâkimiyeti
mücadelesidir. Hicaz’ın Osmanlı idaresine girmesinden sonra devlet, Mekke
emirlerinin görev ve vazifelerine dair hiçbir kanun ve hüküm koymamış ve
dolayısıyla bu durumdan istifade eden emirler devlet tarafından bölgeye atanan
valilere karşı sürekli nüfuz mücadelesi içine girmişlerdir32
.
29 Hanadi Yousef Ghawanmeh, “Hicaz Haşimî Krallığı (1910-1925)”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1988, s. 4.
30 Padişah emri, fermanı. Mekke emirlerinin bazılarının Türkçe bilmemesinden dolayı her sene hac
mevsiminde kendilerine gönderilen name-i hümayun’lar hem Türkçe hem de Arapça olarak
gönderilirdi. İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 146.
31 İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 22.
32 İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 26-27.
10
D. HAŞİMİLER VE ŞERİF HÜSEYİN AİLESİ
Adını Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim b. Abdülmenâf’tan alan Hâşimî
ailesi, 10. yüzyıldan 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Mekke’yi idaresi altında tutan
ve Hicaz, Suriye, Irak ve halen Ürdün’de yönetimi elinde bulunduran33 ailenin adıdır.
Hâşimîler ya da Hâşimoğulları olarak bilinen aile, Beni Haşim kabilesine bağlı bir
Kureyş boyudur. 20. yüzyıla kadar Mekke’nin idaresi bazı zamanlarda el değiştirmiş
olsa da uzun yıllar Hâşimîlerin idaresi altında kalmıştır. 1517 yılından itibaren
Osmanlı kontrolünde olan ve atanan bütün Şerif ve Emirlerin Hâşimîler soyundan
olduğu Hicaz bölgesini, önce 1916’ya kadar Mekke Emiri olarak, bu tarihten sonra
ise Hicaz Kralı olarak Şerif Hüseyin yönetmiştir.
1853 yılında İstanbul’da doğan Şerif Hüseyin Arap dünyasında ilk olarak
Seyyid Hüseyin bin Ali El-Hâşimî olarak tanınmıştır. Şerif Hüseyin, Zevi Avn
denilen Abadile şeriflerinden Şerif Muhammed bin Avn’ın torunu ve 1870 yılında
vefat eden Şerif Ali Paşa’nın oğludur34. Onurlu biri olan Şerif Hüseyin’in büyük
annesi ise Çerkez’dir. İstanbul’da kaldığı dönemlerde çok iyi Türkçe bildiği gibi
Türkçeyi çok iyi konuşan biri olarak da ön plana çıkmıştır35. Şerif Hüseyin kabiliyetli
ve uyanık olmasının yanı sıra Arapça yazma konusunda ise çok iyi değildir36
.
Şerif Hüseyin’in, Ali, Faysal, Abdullah, Zeyd ve Hasan adında beş oğlu
vardır. Fakat bunlardan Hasan genç yaşta ölmüştür.
33 Zekeriya Kurşun, “Hâşimîler”, TDVİA, c. 27, İstanbul 1998, s. 412.
34Şerif Ali Paşa, babasının ölümünden sonra İstanbul’a getirilmiş ve 1862 yılında Rumeli Beylerbeyi
rütbesiyle Meclis-i Vâlâ’ya, âza olmuştur. 1867 yılında öldükten sonra ise Sultan Mahmut’un
türbesine gömülmüştür. İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 141.
35 TNA. WO. 158/987 nr. 14488.
36 M. Metin Hülagü, Pan-İslamizm Osmanlının Son Umudu, İstanbul 2006, s. 97.
11
1. Emir Ali
1879 yılında doğan Emir Ali, Şerif Hüseyin’in en büyük oğludur. Karakteri
çok kuvvetli olmayan Emir Ali’nin tavırları da gayet basit, çok vicdani, dikkatli,
oldukça inatçı ve sinirli bir yapıya sahiptir. Bunun yanı sıra Emir Ali, oldukça hırslı
biri olarak ön plana çıkmıştır. Kitap okumayı çok seven biri olan Emir Ali’nin,
hukukî ve dini meseleleri öğrenmeye karşı hep özel bir ilgisi ve isteği olmuştur.
Akrabalık bağlarına diğer kardeşlerinden çok daha bağlıdır. Babasının kendinden
sonra temsilcisi olan Ali, aynı zamanda iyi bir Türkçe konuşabilmekteydi37
.
1924 Eylül ayının ortalarında, Vehhâbîlerin saldırı ve hücumlarından sonra
tahttan çekilen Kral Hüseyin yerini en büyük oğlu Ali’ye bırakmıştır38. Bu tarihten
sonra Hicaz Kralı olan Emir Ali, 16 Aralık 1926 İbn-i Suud kuşatması sonucunda
tahtını terk etmiş39 ve 1935 yılında vefat etmiştir.
2. Emir Faysal
20 Mayıs 1883’te doğan Emir Faysal, Şerif Hüseyin’in ikinci büyük oğludur.
Fiziki olarak uzun boylu, güçlü bir yapıya sahip olan Emir Faysal, hareketleri çok
hızlı, davranışları ise çok karmaşıktır. Konuşmasına çok dikkat eder, giyeceği
elbiseleri özenle seçerdi. Yapı itibariyle Çerkezlere çok benzerdi. Bu yönüyle
Avrupalılara da çok benzemekteydi. Sabırlı, gururlu ve sıcakkanlı biri olarak ön
plana çıkmıştır. Kişisel olarak ihtiyatlı bir olmakla birlikte zeki biriydi. Çok hırslı ve
aşırı idealleri olan biri olması mücadeleci bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır.
İşlerinde çok çalışkan, üretken biri olmasının yanı sıra iyi bir kavrama yeteneğine
sahipti. Suriye ve Mezopotamya’da çok meşhur ve halk tarafından tanınan ve sevilen
birisiydi. İsyandan sonra Şerif Hüseyin’in en büyük kuvveti olan, kuzey ordusunu
komuta etmiştir40
.
37 TNA. WO. 158/987 nr. 14488.
38 Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik, Tercüme: Halit Özkan, İstanbul 2009, s. 193.
39 Tuba Erdoğan, “Modern Suudi Arabistan Devleti’nin Doğuşu (1914-1932)”, Fırat Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 2006, s. 114.
40 TNA. WO. 158/987 nr. 14488.
12
İngiltere tarafından önce Suriye Kralı yapılmışsa da, San Remo
Konferansından sonra Fransa’nın Suriye’yi işgaline müteakip Emir Faysal, Suriye
Krallığı’ndan indirilmiş ve İngiltere tarafından Ağustos 1926’da Irak Krallığı’na
getirilmiştir. Bu tarihten sonra Irak’ta İngiliz manda yönetimine karşı başlayan
milliyetçilik akımlarına karşı kayıtsız kalamayan İngiltere, 30 Haziran 1930 tarihinde
manda yönetimi uygulamasından vazgeçmiş ve Irak kısmen de olsa bağımsızlığına
kavuşmuştur41. Yeni kurulan Irak’ın ilk kralı olan Emir Faysal, 1930’daki
bağımsızlıktan sonra Irak’ın 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olmasını
sağlamıştır. 1933’te İsviçre’nin Bern şehrinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatı
kaybeden Kral Faysal’dan sonra yerine Irak Krallığı’na en büyük oğlu Gazi bin
Faysal geçmiştir.
3. Emir Abdullah
1882 yılının şubat ayında Mekke’de doğan Emir Abdullah, henüz dört
yaşındayken annesi kaybetmiştir. Bundan sonra Emir Abdullah’ın yetiştirilmesi
görevini Şerif Hüseyin’in halası üstlenmiş ve onu Arap terbiyesiyle yetiştirmiştir.
Küçük yaştan itibaren dini eğitim almaya başlayan Emir Abdullah, 1892 yılında
babası Şerif Hüseyin’in İstanbul’a çağrılması üzerine babasından bir yıl sonra, diğer
kardeşleriyle birlikte İstanbul’a gitmiş ve eğitiminin geri kalan bölümünü
Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da tamamlamıştır42
.
Fiziki olarak çok güçlü ve kuvvetli bir yapıya sahip olan Emir Abdullah,
karakter olarak işlerinde her zaman çok ciddi ve dikkatli birisiydi. Mantıklı karar
verme özelliğini her zaman muhafaza etmiştir. Çok hırslı ve aşırı idealleri olan
biriydi. İşlerinde çok çalışkan, üretken biri olmasının yanı sıra iyi bir kavrama
yeteneğine sahipti. Bu yönüyle Emir Abdullah, babasının beyni olarak ifade
edilmiştir. Babasının dış ilişkileriyle ilgilenen Abdullah’ı dış dünya, diğer
kardeşlerinden daha fazla tanınmıştır. Dil olarak Fransızcayı çok iyi anlayan ve
konuşan Emir Abdullah İngilizce ise hiç bilmemekteydi43
.
41 Ortadoğu’nun Tarihi Gelişimi, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, İstanbul 1992, s. 73-74.
42 K. Abdullah, a.g.e. s. 3-8.
43 TNA. WO. 158/987 nr. 14488.
13
Emir Abdullah, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerle yapılan anlaşmalarda
etkin rol oynamış, yönlendirme ve ihtiyatlı davranışlarıyla babasını sürekli kontrol
etmiş ve yaptığı hatalara müdahil olmuştur. Sadık bir İngiliz dostu olan Emir
Abdullah Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nden ayrılan Suriye ve
Arap topraklarında yeni kurulan Ürdün Devleti’nin kralı olmuş ve böylece sadık bir
dost oluşunun mükâfatını almıştır.
Resmi adı Ürdün Hâşimi Krallığı olan Ürdün, 1921 yılında İngiltere’nin
inisiyatifinde Emir Abdullah tarafından Ürdün Nehri’nin doğusundaki topraklarda
yarı bağımsız bir emirlik olarak kurulmuştur. 1946 yılında ise İngiltere ile Ürdün
arasında yapılan Londra Antlaşması ile tam bağımsızlığına kavuşmuştur44
.
Bugün Hâşimîler soyundan gelen bir yönetime sahip tek ülke olma özelliliği
koruyan Ürdün Hâşimî Krallığı’nın kurucusu olan Kral Abdullah, 20 Temmuz 1951
günü Kudüs’te bir Cuma namazı çıkışında bir Filistinli tarafından yapılan suikast
sonucunda öldürülmüştür.
4. Emir Zeyd
Zeyd, Şerif Hüseyin’in Türk olan eşi, Sultan Abdülmecit zamanında altı kez
Sadrazamlık yapmış olan Mustafa Reşit Paşa’nın torunu olan Âdile Hanım’dan olan
çocuğudur45. Utangaç ve mizahi bir görünümü olan Zeyd, Faysal’dan önce Yenbu’
daki orduları komuta etmiştir46
. Şerif Hüseyin’in en küçük oğlu olan Emir Zeyd,
1970 yılında ölmüştür47
.
44 Nurten Çendek, “Ürdün’ün Dış Politikası (1920-2006)”, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2008, s.3-4
45İ.H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 144.
46 TNA. WO. 158/987 nr. 14488.
47 TNA. WO. 158/987 nr. 14488.
14
E. ŞERİF HÜSEYİN’İN İSTANBUL YILLARI VE II.
MEŞRUTİYET’İN İLANI’NDAN SONRA MEKKE EMİRİ
OLARAK TAYİN EDİLMESİ
1881-1904 yılları arasında Mekke emirliği yapan Avnürrefik Paşa İstanbul’da
Şûra-yı Devlet48 azâsı iken Mekke Emiri olan Şerif Abdülmuttalib görevinden azl
edilmiştir. Hicaz valisi olan Osman Nuri Paşa tarafından Mekke Emirliği’ne seçilen
Abd-i İlah Paşa, mevcut hükümetçe kabul edilmemiş ve Avnürrefik Paşa Eylül
1882’de Mekke Emiri olarak tayin edilmiştir. Yeni Mekke Emiri ancak bir ay sonra
22 Ekim 1882’de Mekke’ye gelerek vazifesine başlayabilmiştir. 1904 yılında
ölümüne kadar Mekke Emirliği’nde kalan Avnürrefik Paşa, Hicaz valisi Ahmed
Ratıb Paşa ile birlikte hareket edip hiçbir karışıklığa meydan vermeden görevini
sürdürmüştür49
.
Bunun yanı sıra Vali Ahmet Ratıp Paşa ile ilgili İngiliz kayıtlarında geçen
ifadelere göre, II. Meşrutiyet’in ilanını Hicaz halkından sakladığı, İstanbul’daki yeni
hükümetin Vali Ahmet Ratıb Paşa’yı azledip Vali’yi tutukladığı, haksız kazanç elde
ettiği, malına mülküne el konulduğu ve bir grup subay tarafından hapsedildiği
bilgilerine yer verilmiştir50
.
Şerif Hüseyin ise Mekke Emiri olan amcası Avnürrefik Paşa’nın zalimane bir
tutum sergilediğini iddia etmiştir. Avnürrefik Paşa ise, Şerif Hüseyin’i, halkı
48 İdare davaları ve tüzük hazırlıklarını inceleyip fikrini bildiren resmi daire, Danıştay.
49 İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 139-140. Bu durum Arap kaynaklarında ise farklı şekilde ifade
edilmiştir. Bu kaynaklara göre, Avnürrefik Paşa, Mekke’ye emir tayin edilmesinden sonra Hicaz’daki
Osmanlı Valisi ile arası bozulmuştur. Bunun üzerine Avnürrefik Paşa, Osmanlı Sultanı’ndan valinin
görevden alınmasını teklif etmiş ve vali görevden alınmıştır. Mekke Emiri’nin iyi olmayan tutum ve
davranışları bazı ulemayı rahatsız etmiş ve bu konuda II. Abdülhamit’e birçok şikâyet gitmiştir.
Bunun üzerine görevden alınan sabık vali Ahmet Ratıb Paşa başkanlığında bir tahkikat heyeti
oluşturulup, bölgeye gönderilmiştir. Ancak Avnürrefik Paşa, Ahmet Ratıp Paşa’ya altı bin altın rüşvet
verip olumlu rapor yazmasını sağlamıştır. Saleh Muhammed Al-Amr, The Hicaz Under Ottoman
Rule 1869-1914 Ottoman Vali, The Sharif Of Mecca, And The Growth Of British İnfluence,
Riyad 1974, s. 66; Cezmi Eraslan, Doğruları ve Yanlışlarıyla II. Abdülhamid, İstanbul 1996, s. 98.
50 Konsolos Vekili Muhammed Hüseyin’den Cidde Büyükelçiliği’ne, 23 Ağustos 1908’den FO
195/2286 naklen, Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar, Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği
ve İslamcılık (1908-1918), Çev: Türkan Yöney, 2. Baskı, İstanbul 1998, s. 162.
15
kendisine karşı kışkırtmak ve kendisini II. Abdülhamit’e şikâyet etmekle itham
ederek, kendisi de Şerif Hüseyin’i II. Abdülhamit’e şikâyet etmiştir. Bunun üzerine
II. Abdülhamit, Şerif Hüseyin’i İstanbul’a çağırmıştır51. Bu bilgiler ışığında Şerif
Hüseyin’in iddiasında haklı olduğu ve Avnürrefik Paşa ile Vali Ahmet Ratıb
Paşa’nın birlikte hareket edip Arap kaynaklarında geçen ifadeleri doğrular nitelikte
işler yaptığı bunun yanında halka zalimane davrandıkları sonucu ortaya çıkmaktadır.
Osmanlı Padişahı’nın isteği üzerine 1882’de İstanbul’a giden Şerif Hüseyin,
İstanbul’a vardığı ilk gün, II. Abdülhamit ile görüşmüş ve II. Abdülhamit, kendisinin
devlete hizmet etmesini istediği için İstanbul’a çağırdığını söylemiştir. Ayrıca Şerif
Hüseyin’i Şuray-ı Devlet azası yapmış ve kendisine boğazda bir ev tahsis etmiştir52
.
Bu tarihten sonra ise Şerif Hüseyin’in on altı yıl sürecek olan İstanbul hayatı
başlamış oldu. Fakat kendisi de buradaki hayatının esasında bir sürgün hayatı
olduğunun farkındaydı. Bu sürede Şerif Hüseyin Osmanlıya sadık gibi görünse de
esasında kendi iç dünyasında muhalefet içerisindeydi53
.
İstanbul’da uzun yıllar kalan Şerif Hüseyin, siyaset hakkında çok önemli
deneyimler kazanmıştır. Bu süreçte uluslararası dünya dengelerini takip etmiş ve
önemli düşünürlerin görüşlerinden yararlanma, istifade etme şansı bulmuştur. Fakat
İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde sürekli sessiz kalmayı ve yapacakları
konusunda çok fazla konuşmamayı tercih etmiştir. Bunun yanı sıra Osmanlı
egemenliğinden ayrı, bağımsız bir Hicaz idaresi kurmayı ise hep hayal etmiştir. Şerif
Hüseyin’in bağımsızlığa giden süreçte umutlarını en çok arttıran mesele ve de en çok
beklentisi, Arap yarımadasındaki diğer Arap liderlerden gereken desteği alabilmekti.
Eğer aradığı desteği bulabilir ve İmam Yahya ve İdrisî gibi önde gelen Arap liderleri
kendisine destek verirse bağımsızlığını ilan etmekte hiçbir bir tereddüt
görmemiştir54
.
Şerif Hüseyin İstanbul’da kaldığı on altı yıl boyunca, Türk-Yunan savaşı,
Çin-Japonya savaşı ve kendisini yakından ilgilendiren İmam Yahya’nın direnişi ve
51 S. M. Al-Amr, a.g.e., s. 54.
52 K. Abdullah. a.g.e., s. 11.
53 William Ochsenwald, Religion, Society and The State in Arabia, Ohio 1984, s. 7.
54 Mısır Yüksek Komiserliği’nden İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen 13 Aralık 1914 tarihli
yazı; TNA. FO. 141/460 nr. 8.
16
sonunda Sana’yı ele geçirmesi gibi çok önemli gelişmeler olmuştur55. Kendisi ise bu
gelişmeleri sürekli takip etmiş ve ilerisi için yapmayı planladıklarını bu süreçte
şekillendirmiştir. Ayrıca İstanbul’ a gelmeden dört yıl önce karısı ölen Şerif Hüseyin,
İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın torunu olan
Âdile Hanım’la evlenmiş ve Âdile Hanım’dan dördüncü oğlu Zeyd ve üç kızı
olmuştur56
.
Şerif Hüseyin’in İstanbul’da bulunduğu yıllarda İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin, 20. yüzyılının başlarında yaşanan gelişmelerden ve giderek artan iç ve
dış tehditlerden rahatsızlık duyması sonucunda başlattığı yoğun propaganda
neticesinde II. Abdülhamit, 1878’te yürürlükten kaldırdığı Kanun-i Esasî’yi 23
Temmuz 1908’de tekrar yürürlüğe koymayı kabul etmiştir. Bununla birlikte II.
Abdülhamit, Meclis-i Âyan ve Meclis-i Meb’usân’ın da toplanmasını kabul etmiştir.
Bu kararla birlikte ertesi gün bir buyrukla bu durum halka açıklanmış ve 24 Temmuz
1908 tarihinde II. Meşrutiyet ilan edilmiştir57. Meşrutiyetin ilanından sonra ise Arap
vilâyetlerinde yüksek rütbeli görevlilerin haricindeki bütün halk bu haberi sevinçle
karşıladı ve özellikle Şam ve Beyrut’ta yönetim İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
idaresine girdi. Bundan sonra ise görevleri sırasında rüşvet aldığı iddia edilen ve
alanlarında yetkin olmayan kişilerin görevlerine son verildi58
.
13 Ekim 1905 ‘de Şerif Avnürrefik Paşa’dan sonra Mekke Emiri tayin edilen
ve bu görevde üç yıl kaldıktan sonra 1908’de azl edilen Şerif Ali Paşa’nın ardından
Mekke emirliğine, II. Meşrutiyetin ilanından sonra Şerif Abdüllillah Paşa tayin
edilmiştir. Mekke emirliğine tayin edildikten sonra ailesi ve eşyalarını önceden
gönderen Şerif Abdüllillah Paşa, Mekke’ye hareketinden kısa bir süre önce 28 Ekim
1908 tarihinde ansızın vefat etmiştir59
.
55 K. Abdullah. a.g.e., s. 12.
56 H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 126.
57 Rifat Uçarol, Siyasi Tarih (1789-1999), İstanbul 2000, s. 404-405; Fatih Mehmet Sancaktar, ag.e.,
s. 45; Aykut Kansu, 1908 Devrimi, Çev: Ayda Erbal, 1995, s. 137
58 A. Kansu, a.g.e., s. 152; Davin Dean Commis, Osmanlı Suriyesi’nde Islahat Hareketleri, İstanbul
1993, s. 253.
59 Ansızın vefatından sonra Eyüp’te Mihrişah Valide Sultan Mektebi’nin bahçesine defnedilen Şerif
Abdüllillah Paşa, son dönem Mekke’ye atanan emirler içerisinde devlete sadakati, ciddiyeti ve
dürüstlüğü ile tanınmış biridir. Emirgan’daki Şeriflerin yalısı şeklinde isimlendirilen ve halen müze
olan yalı ise Şerif Abdüllillah Paşa’nın yalısıdır. İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 141-142.
17
Şerif Abdüllillah Paşa’nın vefatından sonra, Şerif Hüseyin’in Mekke
emirliğine atanması konusu her zaman tartışmalara sebebiyet vermiştir. II.
Abdülhamit, Şerif Hüseyin’in atanmasına karşı olmuştur. Çünkü Şerif Hüseyin,
Hicaz’da etkin bir çevreye sahip ve kendisi için tehlikeli olabilirdi60. Bu görüşe göre
onu İttihat Terakki Cemiyeti atamıştır61. Fakat İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin asıl
Mekke Emiri yapmak istediği kişi ise Şerif Hüseyin’in geldiği Avn ailesinin rakibi
olan Zeyd ailesinden Şerif Ali Haydar olmuştur62. Çünkü Zevi Avn ailesi İttihat ve
Terakki Cemiyeti’ne her zaman karşı olan bir aile olmuştur63
.
Şerif Hüseyin’in Mekke emirliğine tayini konusunda diğer önemli bir iddia
ise İngilizlerin Şerif Hüseyin’in seçilmesini istediği ve bunu İngiliz hayranı
Sadrazam Kâmil Paşa ve İngiliz büyükelçisi aracılığıyla gerçekleştirdiği iddiasıdır64
.
Bu iddiayı destekler nitelikte olan Emir Abdullah ifadeleri ise son derece önemlidir.
Emir Abdullah, babasının yani Şerif Hüseyin’in Mekke emirliğine atanması
konusunda Kâmil Paşa’nın etkinliğinden söz etmektedir. Emir Abdullah’a göre, Şerif
Abdüllillah’ın ölümünden sonra ailenin en büyüğü olması dolayısıyla emirliği, hak
eden babasıydı. Bu nedenden dolayı Emir Abdullah, Padişah nezdinde girişimlerde
bulunduğunu ve babasının emirliğe tayin edilmeyi hak ettiğini belirtir bir dilekçeyi
Kamil Paşa aracılığıyla II. Abdülhamit’e ilettiğini belirtmiştir. Kamil Paşa’nın da
kendisine, bu konunun takipçisi olacağını ve babasının hakkının korunacağını
söylediğini belirtmiştir. Bu olaydan bir gün sonra Şerif Hüseyin, saraya giderek II.
Abdülhamit’le görüşmüş65 ve ertesi gün Mekke Emiri olarak tayin edilmiştir66
.
Nitekim İngiltere’de II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra Bâb-ı Âli üzerindeki
60 G. Antonius, The Arab Awakening: The Story of The Arab National Movement, London 1945,
s. 103.
61 H. Kayalı, a.g.e., s. 164.
62 H. Kayalı, a.g.e., s. 164; K. Abdullah, a.g.e. s. 12. İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Şerif Ali
Haydar’ı seçmek istemesinin asıl nedeni ise hükümetin ileri gelenleriyle dostça ilişkiler kurmuş
olmasıdır. H. Kayalı, a.g.e., s. 164.
63 H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 18. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Araplar arasındaki
memnuniyetsizliğin belirgin bir şekilde ortaya çıktığı dönem ise 1908 seçimleri olmuştur. Arap
vilayetlerinde yapılan seçimlerde Araplar, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin adaylarına çok az destek
vermiştir. Bunun yanı sıra Meclis-i Mebusan tarafından mebuslukları onaylanmayanlardan ikisinin
Arap olması, bu memnuniyetsizliği daha da arttırmıştır. Bazı Arap basını ve mebusların İttihat ve
Terakki Cemiyeti karşıtı tavırlar sergilemesine rağmen Araplar, Osmanlı Devlet idaresinde önemli
mevkilerde yer almışlardır. Ayrıntılı bilgi için bkz.: F. M. Sancaktar, a.g.e., s. 369.
64 S. M. Al-Amr, a.g.e., s. 134.
65 Şerif Hüseyin’in Padişah huzuruna kabulü hakkındaki 24 Şevval 1326 (19 Kasım 1908) tarihli
irade-i seniyye; BOA. İ. HUS. nr. 171.
66 K. Abdullah, a.g.e., s. 12-14.
18
nüfuzunu kullanmış ve Sultan II. Abdülhamit’e, Şerif Hüseyin’i Mekke Emiri olarak
atanmasını onaylatmıştır67
.
Şerif Hüseyin’in Mekke Emirliği’ne atanmasına, İttihat ve Terakki Cemiyeti
yöneticileri çok kızmışlardı. Nitekim İttihat ve Terakki hükümetleri ve Şerif Hüseyin
arasında 1916 yılına kadar devam edecek olan çekişme, bu atamadan sonra
başlamıştır68
.
Şerif Hüseyin Hicaz’a gitmek için gemiye bineceği sırada onu yolcu etmeye
gelenlerden biri de Sadrazam Kâmil Paşa’dır. Kâmil Paşa, Şerif Hüseyin’den Mekke
Emaretinde eskiden mevcut olan hukukun aynen devam ettirilmesini ve İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin etkisi altında kalmaması gerektiğini kendisinden istemiştir69
.
Kâmil Paşa’nın Mekke Emiri’nden bu tür beklentiler içerisinde olması, Şerif
Hüseyin’in Mekke emirliğine tayin edilmesinde kendisinin de etkisi olduğunu açıkça
göstermektedir.
F. ŞERİF HÜSEYİN’İN MEKKE EMİRİ OLARAK TAYİN
EDİLMESİ’NDEN SONRA OTORİTESİ’Nİ ARTTIRMA
MÜCADELESİ
Şerif Hüseyin Mekke Emiri olarak atandıktan sonra Osmanlı Devleti, bölgede
Şerifin otoritesini arttırmasına daima destek vermiştir. Osmanlı Devleti, gerektiği
zaman askeri yardım dahi yapmıştır. Fakat Arap yarımadasında Şerif Hüseyin’den
ziyade başka kabile şeyhleri de bu dönemde nüfuz alanlarını genişletmek için
mücadele veriyorlardı. Osmanlı hükümetiyle ittifak içinde olan Kuzey Necd’deki İbn
Reşid, giderek otoritesini arttıran ve bölgede ciddi bir güç haline gelen İbn Suud’a
karşı Osmanlı Devleti’yle işbirliği içerisindeydi. Osmanlı Devleti’nin merkezine
uzak bir bölgede, yani Yemen’de yerel bir güç olarak ortaya çıkmış olan İmam
Yahya ise 1911 yılında Osmanlı Devleti ile yapmış olduğu antlaşma sonunda
özerkliğine kavuşmuştu. Hicaz bölgesini, dolayısıyla Şerif Hüseyin iktidarını ve
nüfuz alanını tehdit eden en yeni rakip ise Asîr’de kendine özgü bir dini görüş ile
67 Şükrü Mahmut Nedim, Filistin Savaşı (1914-1918), Çev: Abdullah Es, Ankara 1995, s. 27-28.
68 K. Abdullah, a.g.e., s. 14.
69 H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 20.
19
kendisine ciddi sayıda taraftar toplayan Muhammed el-İdrisi olmuştur. Bu otorite
mücadelesinde Şerif Hüseyin’i en çok korkutan ve en fazla mücadele etmek zorunda
kaldığı ise İbn-i Suud ile İdrisî olmuştur. Otoritesini arttırma gayreti içerisinde olan
Şerif Hüseyin’in ilk mücadelesi İbn-i Suud’a karşı olmuştur. İbn-i Suud ile İdrisi’nin
birleşip kendisine karşı bir harekete girişeceğinden korkan Şerif Hüseyin, 1910
yılında İbn-i Suud üzerine bir kuvvet göndermiş ve otuz yıldan beri toplanmayan
vergileri İbn-i Suud’dan talep etmiştir. Bu sefer sırasında Osmanlı Hükümet’inden
askeri yardım alacağını ümit eden Şerif Hüseyin, böylece mücadele içinde olduğu
düşmanlarına Osmanlı Hükümeti’nden tam destek aldığını göstermek istemiştir.
Osmanlı Devleti’ne askerî yardı konusunda yaptığı talebi geri çevrilen Şerif Hüseyin,
bu sefer sonunda İbn-i Suud ile anlaşma imzalamak zorunda kalmıştır. Şerif Hüseyin
bu anlaşmayı İstanbul’a zafer olarak göstermek istediyse de, Medine Muhafızı Ali
Rıza Paşa, Şerif’in geri çekilmek zorunda kaldığını ve bu başarısızlığın ardından İbni Suud’un, Şerif’i arkadan vurmaya hazırlandığını İstanbul’a bildirmiştir70
.
Şerif Hüseyin Mekke Emiri olarak atandıktan hemen sonra, Asir’de Seyyid
Muhammed el-İdrisi kendisini mehdi olarak ilan etmiş ve bütün Müslümanları
Osmanlı Devleti’ne karşı cihada çağırmıştır71. Fakat İdrisî’nin bu iddiası geniş
kitleleri etkileyememiştir.
Şerif Hüseyin bu seferi düzenlediği sırada Osmanlı Devleti Medine’yi Hicaz
vilayetinden ayırmıştı. Fakat bu ayırma işlemine başta Şerif Hüseyin olmak üzere
diğer aşiret liderleri de ciddi bir şekilde karşı çıkmışlardır72
.
Medine’nin Hicaz vilayetinden ayrılması ile birlikte Medine ve Mekke
arasında demiryolu inşa edilmesine karşı Şerif Hüseyin bölgede, Osmanlı Devleti’nin
tek temsilcisi olmayı istemiştir. Bu yüzden kendi otoritesini kurmak adına sürekli
Hicaz Valisi ve yüksek rütbeli görevlileri tehdit etmiş ve yıldırmaya çalışmıştır.
Daha sonra Şerif Hüseyin, valinin otoritesini hiçe sayan uygulamaları hayata
geçirmiştir. İklim şartlarının ve coğrafi koşulların olumsuz olması nedeniyle, valiler
ve yüksek rütbeli görevliler Hicaz bölgesine tayin edilirken zorluklarla karşılaşmışlar
70 H. Kayalı, a.g.e., s. 181-182. Bu seferi Emir Abdullah hatıralarında, babasının Necid’deki bazı
aşiretlerin problemleriyle ilgilenmek üzere düzenlediği şeklinde açıklamaya çalışmıştır. K. Abdullah,
a.g.e., s. 40.
71 H. Kayalı, a.g.e., s. 183.
72 K. Abdullah, a.g.e., s. 39-40.
20
ve bu bölgeye atama yapılacağı zaman hiç kimse Hicaz’da görev yapmak
istememiştir. Valiliğin daha az istenen ve zor bir mevki olmasının temel nedeni ise,
bölgeye atanan valilerin kendini Şerifin gölgesinde kalmış olarak hissetmeleriydi.
Buna karşın Şerif Hüseyin ise İstanbul’a sık sık gönderdiği mektuplarda bahane
olarak Hicaz’a atanan valilerin deneyimsiz olduklarından yakınmıştır73. Şerif
Hüseyin bu tavrıyla valileri, her zaman baskı altına almaya ve kendi otoritesini
güçlendirmeye çalışmıştır. Bunun yanı sıra kendi istediği kişilerin de vali olarak
atanmasına çalışmış fakat çoğu kez buna muvaffak olamamıştır.
Şerif Hüseyin kendi otoritesini arttırmak için uyguladığı yöntemlerden birisi
de, Medine ve çevresinde bulunan kabileler arasındaki çatışmayı arttırarak, İstanbul
hükümetinin kendi otoritesini sarsacak girişimlerde bulunmasını engellemek
olmuştur. Şerif Hüseyin bunun yanı sıra Sadrazam ile yaptığı bütün yazışmalarda,
sürekli Osmanlı Devleti’ne olan bağlılığını anlatmış ve Arap yarımadasında yaptığı
faaliyetlerin halifenin haklarını ve çıkarlarını korumaya yönelik faaliyetler olduğunu
iddia etmiştir. Bütün bunlara rağmen Şerif Hüseyin ile valiler arasındaki otorite
mücadelesi son bulmamış, Şerif Hüseyin kendi başına buyruk kararlar almaya devam
etmiştir. Buna mukabilde İstanbul hükümetinin aldığı kararları ise
engelleyememiştir. Bu sorunlardan sonra hükümet, Şerif Hüseyin’in yerine Şerif Ali
Haydar’ı getirmek istediyse de o sırada Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket Paşa
buna karşı çıkmıştır74
.
Hicaz’da 1912 yılında usulüne uygun olarak yapılmayan seçimlerde Şerif
Hüseyin, oğlu Faysal’ı Cidde mebusu, diğer oğlu Abdullah’ın ise yeniden Mekke
mebusu seçilmesini sağlamıştır. 1913 yılına kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
siyasi sorunlarla uğraşmasını fırsat bilen Şerif Hüseyin, özgürce hareket etme imkânı
bulmuştur. Nihayetinde Ocak 1913’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tekrar iktidara
gelmesiyle birlikte merkezi otorite güçlenmiş ve Şerif Hüseyin artık eskisi gibi rahat
hareket edebileceği bir ortam bulamamıştır.
73 H. Kayalı, a.g.e., s. 184-185.
74 H.Kayalı, a.g.e., s. 189.
21
BİRİNCİ BÖLÜM
İSYANIN FİKRÎ ALTYAPISININ OLUŞMASI
VE HAZIRLIK AŞAMASINDA YAŞANAN GELİŞMELER
1.1. ULUSLARARASI DENGELER
Osmanlı Devleti’nin başlangıçta Anadolu’da ve daha sonra Balkanlar’da
ilerlemesiyle birlikte Batı Avrupa’da birbirleriyle mücadele içine girmiş olan
Portekiz ve İspanya aralarında imzaladıkları Tordesillas Antlaşmasıyla dünyayı
kendi aralarında paylaşmışlar ve bunun neticesinde Afrika köleleştirilmiştir. Bu
paylaşımda Portekiz, Afrika, Hint Okyanusu ve Brezilya’da hâkimiyet alanını
genişletmişken İspanya, Ümit Burnu’nun doğusundan Çin’in kuzey doğusuna kadar
olan bölgeyi hâkimiyetleri altına almışlardır. Fakat Portekiz ve İspanya’nın kendi
aralarındaki bu rekabeti sırasında Osmanlı Devleti’nin güçlü bir devlet olması bu iki
devletin gerçekten bir dünya politikası izlemesini engellemiştir. Bu paylaşımla
birlikte sömürgecilik, tarafların anlaşma sağlamasıyla birlikte başlamıştır1
.
Osmanlı Devleti’ne karşı güneyde beliren Portekiz tehlikesine karşı Yavuz
Sultan Selim döneminde, Memluklulara yardım edilmiş ve daha sonra başta Mısır
olmak üzere Sudan, Habeşistan, Somali ve Arabistan Osmanlı Devleti’nin kontrolüne
girmiştir. Bu sayede Portekiz’in bölgeye girmesi engellenmiştir2
.
Portekiz ve İspanya rekabeti sırasında bu durumdan yararlanan İngiltere,
gücünü arttırmış ve 1622’de Hürmüz’ü, 1650’de de Maskat’ı ele geçirmiştir. Önce
1703’te Methuen Antlaşmasıyla Brezilya’da ticarî imtiyazı eline geçiren İngiltere,
daha sonra İspanya’ya karşı 1704’te Cebelitarık Boğazı’nı ele geçirmiştir. 1713’teki
Utrecht Anlaşması’yla İspanya, bu bölgenin İngiltere’ye ait olduğunu kabul etmiştir.
1763’te ise İngiltere Akdeniz dışında Fransa’yı neredeyse tamamen dünya
sahnesinden silmiştir. Bu sırada gücünü kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti’ne
karşı İngiltere, Akdeniz’e doğru yönelmiştir. ABD’nin 1776’da bağımsızlığını ilan
1 Ali Arslan, Efendi ve Uşak (Avrupa Birliği-Türkiye İlişkileri), İstanbul 2008, s. 23.
2 A. Arslan, a.g.e., s. 24.
22
etmesiyle birlikte İngiltere’nin denizlerdeki üstünlüğü tehlikeye girmiş ve İngiltere
1783’te ABD’nin bağımsızlığını kabul ettikten sonra artık doğuya doğru yönelmiştir.
Dolayısıyla zayıflayan Osmanlı Devleti için ciddi bir tehlike ortaya çıkmış ve
Akdeniz’de Fransız-İngiliz rekabeti başlamıştır. Sömürgelerini İngiltere’ye kaptıran
Fransa, başta Kuzey Afrika olmak üzere Osmanlı topraklarında yayılma politikasıyla
birlikte Osmanlı topraklarında sömürge kapma yarışı başlamıştır. 19. yüzyılın
başlarında ise İngiltere’nin üstünlüğü iyice ortaya çıkmıştır. İngiltere, 1838 Balta
Limanı Antlaşması ile Osmanlı Devleti’ni neredeyse sömürge haline getirmiş ve
giderek artan bölgesel etkinliği neticesine 1839 yılında Aden limanını ele geçirmiştir.
Balta Limanı Antlaşmasıyla birlikte İngiltere’nin etkinlik sahasına giren Osmanlı
Devleti, Tanzimat’la birlikte bu etkinliği daha da kesinleşmiştir. Dolayısıyla
Avrupalı büyük devletler 1860’tan sonra kendi aralarında gruplaşmışlar ve Osmanlı
Devleti’ni kullanma yoluna gitmişlerdir. Eski ihtişamını kaybeden Osmanlı
Devleti’ni parçalamadan menfaat sağlama politikası ise 1914 yılına kadar devam
etmiştir3
.
19. yüzyılda Avrupa’da belirmeye başlayan bloklaşma sürecinde Osmanlı
Devleti yalnız kalmış ve yeni gelişmekte olan ve aynı zamanda İngiltere’nin başını
çektiği sömürgecilik yarışında kendi payını almak isteyen Almanya’nın yanında yer
almıştır4
.
18 Ocak 1871 yılında Almanya’nın başında bulunan Otto von Bismarck,
Alman birliğini sağladıktan sonra artık, Almanya’da İngiltere’nin başını çektiği
sömürgecilik yarışında kendi payını almak istemiştir5
. 1886 yılında İngiltere-İtalya
ve Rusya Avrupa’da beliren Alman tehlikesine karşı fiilen işbirliği yapmışlardır. Bu
durum karşısında Osmanlı Devleti de önce 1878 Berlin Antlaşması ve sonra da
1889’da Bağdat Demiryolu imtiyazını Almanya’ya vererek bu bloktan uzaklaşmaya
başlamıştır6
. Özellikle Berlin Antlaşmasından sonra II. Abdülhamit, her alanda
3 A. Arslan, a.g.e., s. 24-31.
4 Bu yakınlaşmada etkili olan faktörlerden biri Alman İmparatoru’nun Türkiye’ye yaptığı ziyaretler ve
II. Abdülhamit’in ifadesiyle Almanların “şahsına ve Türkiye’ye karşı dostane duygular beslemesi”
olmuştur. Ernest Edmondson Ramsaur, Jön Türkler ve 1908 İhtilâli, Çev: Nuran Ülken, İstanbul
1972, s. 160-161.
5 Rifat Uçarol, Siyasi Tarih (1789-1999), İstanbul 2000, s. 306.
6 A. Arslan, a.g.e., s. 32-33.
23
olduğu gibi dış politika alanında da yeni bir arayışa girmiştir7
. Bu arayış neticesinden
sonra ise Osmanlı Devleti ve Almanya arasındaki ilişkiler daha çok gelişmeye
başlamış ve 1883’te Alman heyeti İstanbul’a gelerek Osmanlı ordusunun
modernizasyonunu üstlenmiştir8
.
20. yüzyılın başlarında İngiltere gerek siyasi birliğini yeni tamamlamış olan
Almanya’nın bir güç olarak ortaya çıkmasına karşı, gerekse de Hindistan ticaret
yollarının güvenliğini tehdit etmesi dolayısıyla Almanya’nın Osmanlı Devleti
üzerinde nüfuz kurmaya çalışmasına karşı çıkmıştır. Bundan dolayı İngiltere, Arap
toprakları üzerindeki nüfuzunu oldukça arttırmış ve bu topraklarda Arap kabilelerini
tahrik ederek desteklemiş ve Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik etmiştir. Bu
isyanlar neticesinde ise Osmanlı Devleti çok güç durumda kalmış ve sürekli kabile
reislerine hediye ve bahşiş dağıtarak İngilizlere karşı kendini müdafaa etmeye
çalışmıştır9
. İngiltere, önce Osmanlı Devleti içerisindeki Hıristiyan tebaa’nın
Osmanlı Devleti’nden kopmasına yardımcı olmuş, daha sonra da yine aynı gayeyle
Müslüman tebaa olan Araplara yönelmiştir. Arapları, Osmanlı Devleti’nden ayırma
sürecinde uyguladığı politika ise Osmanlı Devleti’nin zayıflamasını sağlayıp,
Arapları Türklere karşı kışkırtmak ve Arap ayrılıkçı hareketleri desteklemek
olmuştur10
.
20. yüzyılın başlarında Arap yarımadasındaki liderler arasında da bir denge
politikası kurulmuş ve her biri kendi menfaatleri doğrultusunda safını belirlemişti.
Buna göre Hicaz’daki Şerif Hüseyin ve Asîr’deki Seyyid El-İdrisî, İngilizlerle
anlaşmıştı. Buna karşın İbn-i Suud, Osmanlı Devleti ile arasını bozmak istemese de
gizlice İngilizlerle dostluğunu perçinlemişti. Yemen’deki İmam Yahya ise her ne
kadar tarafsız gözükse de, o da diğer Arap liderleri gibi İngiltere ile arasının
bozulmasını istememiştir. Bu dönemde Osmanlı idaresi altında bulunan Arap
topraklarında Osmanlı Devleti’ni destekleyen tek Arap lideri İbn-i Reşid olmuştur.
7Gökhan Çetinsaya, “Dış Politika”, Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi, Editör: Coşkun Yılmaz,
İstanbul 2012, s. 91.
8 G. Antonius, a.g.e., s. 75.
9
Sultan Abdülmamit, Siyasî Hatıralarım, İstanbul 2010, s. 110.
10 S. Kocabaş, a.g.e., s. 166-167.
24
Nitekim İbn-i Reşid’in de başta İbn-i Suud olmak üzere bölgedeki diğer Arap
liderleriyle ilişkileri sürekli bozuk olmuştur11
.
Sömürgecilikte hâkimiyet mücadelesine girişen büyük devletler 19. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren başlayan mücadeleleri, 1914 yılında I. Dünya Savaşı’na
sebebiyet vermiştir. Nitekim başta İngiltere olmak üzere, Rusya ve Fransa da o vakte
kadar ki kazanımlarını korumak ve bunun yanı sıra Almanya’yı bu yarışta saf dışı
bırakmak istemeleri12 üzerine dünya savaşına giden yol hızlanmıştır.
1.2. ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ FİKRİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Batı siyasal terminolojisinde karşılığı olmayan “millet” kavramı Arapça bir
sözcüktür. Osmanlı Devleti’nde “millet” kavramı ise ilk defa Fatih Sultan Mehmet
tarafından, geniş siyasi ve sosyal özerklik verilen gayrimüslim dini cemaatler için
kullanılan bir kavram olmuştur. Bu kavram, Rum Ortodoks Hıristiyan tebaası için
kullanılan “Millet-i Rum” ifadesiyle siyasi literatürde yerini almıştır. Bundan sonra
ise Ermeniler ve Yahudiler için bu kavram kullanılmaya başlanılmıştır. Suriye’de ise
milliyet kelimesi, din ve vatanla aynı anlama gelmekteydi. Buna göre sınırsal
ayrımlar, ırksal değil din temelliydi. Osmanlı Devleti’nde siyasal kimlik bütünüyle
Osmanlıydı ve milliyet ait olduğu cemaatin diniydi13
. Daha sonraki süreçte ise bu
kavramın kullanılış biçimi değişmiş ve milliyet kavramına çeşitli anlamlar
yüklenmeye başlanmıştır. Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan milletler açısından
“Osmanlılık” doktrini etrafında Osmanlı hanedanına bağlılık esastı14
.
19. yüzyıl’da Osmanlı Devleti’nin siyasi literatüründe “Arap Sorunu” ya da
“Arap Milliyetçiliği” bir tarafa, “Arap” sözcüğü dahi nadiren kullanılan ve yazılı
belgelerde sıklıkla görülmeyen bir sözcüktü. Bununla birlikte değişen siyasi ortam ve
etkileşimler sonucunda özerklik arzusu ve ümidi Osmanlı Devleti’nin farklı
11 Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi …, s. 16-17.
12 A. Arslan, a.g.e., s. 34
13 Zeine N. Zeine, Türk- Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu, Ter: Emrah Akbaş,
İstanbul 2003, s. 36-37
14 David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu 1876-1908, Çev: Şevket Serdar Türet-Rekin
Ertem-Fahri Erdem, İstanbul 2009, s. 25.
25
yerlerinde özellikle de Arabistan, Mısır, Lübnan ve Suriye gibi Arap topraklarında
görülmeye başlanmıştır15
.
Arap milliyetçiliği fikri 21. Yüzyıl’da, II. Meşrutiyeti ilanından önce Arap
sosyalistlerinin yoğunlukta olduğu Suriye, Beyrut ve İstanbul gibi önemli şehirlerde
öncelikle edebiyat alanında verilen edebî ürünlerde kendini göstermeye başlamıştır.
Bu fikrin ilham aldığı kaynak ise şüphesiz ulusçuluk fikrinin ortaya çıkardığı umut
ortamı olmuştur. Politik amaçlarını göstermemelerine karşın Arap milliyetçiliğini
hedefleyen bu oluşumlar, 1909’dan sonra Suriye’de faaliyet göstermeye başlamıştır.
Bundan önce 1980 yılından sonra özellikle Suriyeli Araplardan ıslahat savunucuları
yoğun bir şekilde örgütlenmeye başlamışlardır16
. Bu oluşumların içerisinde en
önemli olanı ise “Kahtaniye” cemiyeti olmuştur. Bu cemiyet diğerlerinden daha fazla
gelişim göstermiştir. Osmanlı Devleti’nin önce Trablusgarp Savaşı’na daha sonra da
Balkan Savaşları’na girmesiyle bu cemiyetler açık olarak amaçlarının Arap ordusu
kurmak olduğunu göstermişler ve bu doğrultuda yerinden yönetim modeli olan
âdem-i merkeziyetçiliği savunmuşlarıdır17
.
Arap milliyetçiliğinin doğuşunun temelini sadece Arap Yarımadası’nda
aramak ise eksik bir yönelim olacaktır. Buna karşın sadece Arap Yarımadası dışında
aramak ise diğer bir eksiklik olacaktır. 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren
Avrupa’nın da etkisiyle Arap milliyetçiliğinin, Arap Yarımadası’nda gelişmeye
başladığı fikri ise kabul edilebilir bir gerçekliktir. Bu gerçekliği anlamanın en kolay
yolu ise Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sosyal yapıyı iyi kavramaktır18
.
Arap dünyası ile Avrupa’nın etkileşim içine girmesi esasında Arap
milliyetçiliğinin doğuşuna zemin hazırlayan bir süreç olmuştur19. Özellikle
Napolyon’un Mısır’ı işgali ve ardından Arap dünyasında artan misyonerler, doğal
süreç olarak Arap dünyası ile Avrupa arasındaki etkileşimi hızlandırmışlardır.
15 Arap milliyetçiliği konusunda önemli çalışmalar yapmış olan ve bu konuda otorite kabul edilen
Zeine’ye göre Türk hâkimiyetinden kurtulma düşüncesi 19. yüzyıl’dan itibaren Arap topraklarında
Vehhabiler’in düşüncesi ve çabaları sonucunda gelişim göster bir fikirdir. Ayrıntı bilgi için bkz. Z. N.
Zeine, a.g.e., s. 42
16 M. Şükrü Hanioğlu, Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük 1889-1902, c.1.,
İstanbul 1985, s. 105.
17 İngiltere Savaş Bakanlığı tarafından “Hicaz İsyanı” adıyla hazırlanan kitapçık; TNA. WO.
106/6104.
18 B. Tibi, a.g.e., s. 90.
19 C. Ernest Dawn, Osmanlıcılıktan Arapçılığa, Ter: Bahattin Aydın-Taşkın Temiz, İstanbul 1998, s.
136.
26
Başlarda sadece entelektüel boyutta Hıristiyan Araplar arasında yayılma imkânı
bulan milliyetçilik düşüncesi daha sonra Suriyeli aydınlar ve Beyrut Amerikan
Üniversitesinde öğrenim görmüş Hıristiyan Lübnanlı gençler arasında yayılmıştır20
.
Lübnan’daki Arap milliyetçiliğinin doğuşu başlangıçta Osmanlı yönetimine karşı bir
başkaldırış olmuştur. Batı tarzı düşüncelerin Lübnan’ın siyasi, sosyal ve eğitim
alanında daha çok yer almasıyla birlikte Arap edebiyatı ve Arap basınında ayrılıkçı
söylemler daha da çok yer almaya başlamıştır. Lübnan’da yaşayan Hıristiyanlar
kendilerini Osmanlı yönetiminde güvende hissetmemişlerdir21. Bu nedenden ötürü
Lübnan’da 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Arap milliyetçiliği artmış ve
bağımsız bir devlet kurmak için oluşumlar başlamıştır.
Arap milliyetçiliğinin doğuşunda önemli olan faktörlerden bir tanesi de
eğitimdir. Eğitimin bu derece önemli olmasını sağlayan ise Osmanlı Devleti
toprakları içerisinde faaliyet gösteren yabancı okullar ve buna paralel olarak gelişen
misyonerlik çalışmalarıdır. Gençler arasında etkili olmayı düşünen İngiliz, Fransız,
Amerikan ve Rus okulları, Arap topraklarında aktif bir şekilde çalışmışlardır.
1831’den sonra Beyrut, Şam ve Halep’te birçok yabancı okul açılmıştır. 1820 ve
1860 yılları arasında Amerikan Protestan misyonerler tarafından Suriye ve
Lübnan’da otuz’dan fazla yabancı okul açılmıştır22
. 1842 yılında Kudüs’te bir
Protestan Kilise’si kurulmuş ve buradaki misyonerler vasıtasıyla halk, özellikle de
Dürzîler, Protestan yapılmak istenmiş ve bu sayede de Protestan olan halk, İngiliz
çıkarları lehine kullanılmaya başlanılmıştır. Bu okulların ise ilk olarak Arap
topraklarına giriş tarihi, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın Suriye’de hâkim olduğu
döneme rastlamaktadır. Bu dönemde, misyoner okulları vasıtasıyla Arap
20 Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devletine Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1908-1918), Ankara
1982, s. 14.
21 Z. N. Zeine, a.g.e., s. 44
22 Bu okullardan en önemlileri, 1866’da Beyrut’ta kurulan ve şimdiki Beyrut Amerikan Üniversitesi
olan Suriye Protestan Koleji ile 1875’te yine Beyrut’ta kurulan Saint-Joseph Üniversitesi’dir. Z. N.
Zeine, a.g.e., s. 47; Zeine N. Zeine’nin verdiği bu rakama karşın Sebahattin Samur 1890 tarihinde
sadece Suriye vilâyetinde 150 misyoner okulu ve bu okullarda da 10.000 öğrencinin öğrenim gördüğü
bilgisini aktarmaktadır. Buna göre 1860 yılından 1890 yılına kadar yüzden fazla okul açıldığı sonucu
çıkmaktadır. Buda özellikle Suriye’de misyonerlik faaliyetlerinin ne kadar çok arttığının bir
göstergesidir. Sebahattin Samur, “ XIX ve XX. Yüzyıllarda Suriye’de Açılan Protestan Okulları
Üzerine Bir İnceleme”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 7, Kayseri 1990, s.
172.
27
milliyetçiliği desteklenmiş ve Arapların Türk hâkimiyetinden kurtulması adına
çalışılmalar yapılmıştır23
.
İngilizlerin Mısır’da artan etkinliğine paralel olarak milliyetçilik
düşüncelerini Mısır’da rahat bir şekilde ifade edebilme imkânı bulan bazı Arap
entelektüeller, Türklerin Arapları yönetmemesi gerektiğini iddia eden teoriler öne
sürmüşlerdir. Bu teorilerin temelinde ise Arapçılık fikrinin zemin bulmaya çalışma
çabaları olmuştur. Yeni ürettikleri bu yöntemle dönemin sorunlarına çözüm
bulacaklarını iddia eden bu Arap entelektüeller, Arap ırkının üstünlüğü düşüncesini
yaymaya çalışmışlardır24
. Mısır’ın yanı sıra Arap milliyetçiliğinin hızla arttığı diğer
bir yer ise Suriye olmuştur. Suriye’de bulunan Arap aydınları önceleri Arap
gazeteciliği ve Arap tiyatroculuğuyla başlamışlar sonra da Arap dilinin
yaygınlaştırılması üzerinde durmuşlardır. Bu isimlerin başında ise Lübnanlı yazar
Butrus El-Bustanî25 gelmektedir. Arap kültürünün canlanmasına büyük önem veren
Bustanî, 1840’ta Beyrut’ta Amerikan misyonerleriyle tanışarak Protestanlığı kabul
etmiştir. Ayrıca Beyrut’taki Amerikan Konsolosluğu’nun da tercümanlığını yapmış
ve kurduğu bazı gazetelerde yaptığı yayınlarda Arap milliyetçiliğine hizmet
etmiştir26
.
Bustanî, etrafına topladığı kişilerle birlikte kurduğu gizli cemiyetler
aracılığıyla Suriye halkını, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşmeye çağırmış ve bu
yönde propagandalar yapmıştır. 1880 yılında “Arap Milletinin Beyannamesi” adıyla
yayınladığı beyanname ile bütün Arapların, Türklere karşı birleşip ayaklanmasını
istemiştir27
. Bustanî, 1870 ve 1876 yılları arasında çıkardığı “El-Cinan” gazetesinin
II. Abdülhamit tarafından kapatılmasından sonra, o sırada Osmanlı Devleti’nin
toprağı olmayan ve İngiliz işgaline uğramış Mısır’a taşınmış ve faaliyetlerine burada
23 Süleyman Kocabaş, Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna Yapılanlar – Türkiye ve İngiltere,
İstanbul 1985, s. 167-168; Celal Tevfik Karasapan, Filistin ve Şark’ül-Ürdün, c. 1., İstanbul 1942, s.
120.
24 C. E. Dawn, a.g.e., s. 136.
25 1819’da doğan Bustanî, iyi bir eğitim almış ve Arapçanın dışında farklı diller de öğrenmiştir. Bu
dillerin başında da İngilizce gelmektedir. Daha sonra Protestanlığı kabul etmiştir. Ayrıntılı bilgi için
bkz. G. Antonius, a.g.e., s. 48
26 M. Derviş Kılınçkaya, Osmanlı Yönetimindeki Topraklarda Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu ve
Suriye, Ankara 2008, s. 40; Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk- Arap İlişkileri, İstanbul 1992,
s. 27-28
27 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 28.
28
devam etmiştir28
. Bu yönüyle Suriye’de 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Arap
milliyetçiliğinin gelişmesine en büyük katkı sağlayanların başında Bustanî
gelmektedir.
Arap milliyetçiliğin en önemli liderlerinden biri de Nasif El-Yazıcı’dır29
.
Bustanî’den sonra diğer önemli bir figür olan Yazıcı, bütün Arapların bir araya
gelerek Osmanlı yönetimine karşı birleşmeleri yönünde çağrılar yapmıştır. Yine
yazdığı şiirlerde Arap milliyetçiliğinin temellerini oluşturmaya çalışmıştır30
. Yazıcı
ve Bustanî Amerikan misyonerlerinin yardımlarıyla 1847 yılında, üyelerini Suriyeli
Hıristiyanlar ve Avrupalıların oluşturduğu Arap dünyasının ilk edebiyat cemiyeti
olan “Edebiyat ve İlim Cemiyeti”ni kurmuşlardır. Cemiyetin liderliğini ise Bustanî
üstlenmiştir. Bu cemiyet, milli dayanışmayı dinin üstünde gören bir yaklaşıma sahip
olmuştur31
.
Nasif El-Yazıcı’nın oğlu olan İbrahim El-Yazıcı ise en az babası kadar Arap
milliyetçiliği adına çalışmalar yapmış ve bundan ziyade edebi ürünler vermiştir. Arap
milli uyanışını arzulayan İbrahim El-Yazıcı, sürekli Arapların büyük ve ihtişamlı bir
millet olduğu olgusu üzerinde durmuştur. Çünkü ona göre Araplar, diğer milletlere
nazaran daha kısa sürede başarıya ulaşmış bir milletti. Yine ona göre batılıların hızlı
bir şekilde ilerlemesinin sebebi de birçok şeyi doğrudan Araplardan almış
olmalarıydı. Yazıcı’ya göre Arap uyanışını gerçekleştirmenin tek yolu ise yabancıları
Arap topraklarından kovmak, fanatizm ve bağnazlıktan kurtulmaktı32. Eğer bu
sağlanırsa Araplar eski ihtişamına tekrar kavuşacaklar ve medeniyet sahasında
ilerleyeceklerdi.
Arap milliyetçiliğinin yayılmasında önemli katkısı olanlar arasında
Müslüman Araplar da vardır. Bunların başında da Rıfa’a El-Tahtavi gelmektedir.
Tahtavi, 1826-1831 yılları arasında Fransa’da yaşamış, basit bir taklitçi olmaktan
28 B. Tibi, a.g.e., s. 138
29 1800’de Lübnan’ın küçük bir köyünde Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.
Çocukluğunda normal bir eğitim alan Yazıcı, iyi hafızaya sahipti. Klasik Arap edebiyatı çalışmaları
yapmış ve bu alanda da oldukça başarılı olmuştur. Yine İncil’in Arapça tercümesini Yazıcı yapmıştır.
Daha çok filoloji alanında çalışmalar yapmış,. Mantık, tıp ve tarih ile ilgili yazıları da yazmıştır. G.
Antonius, a.g.e., s. 45-46; B. Tibi, a.g.e., s. 136.
30G. Antonius, a.g.e., s. 56; H. Bayram Soy, “Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar”,
Bilig Dergisi, 2004, sayı:30, s. 180
31 B. Tibi, a.g.e., 138.
32 C. E. Dawn, a.g.e., s. 146-147.
29
ziyade Avrupa’daki milliyetçilik anlayışının Osmanlı toplumunda
uygulanamayacağına inanmış biriydi. Tahtavi’de bu anlayışın oluşmasının nedeni
yetişme şartlarıyla ilişkili olmuştur. Çünkü Tahtavi, geleneksel Osmanlı kültürüyle
yetişmiş biriydi33
. Arap dünyasına fikrî açıdan getirdiği en önemli yenilik ise Mısır
vatanperverliği düşüncesi olmuştur. Tahtavi, bu düşünceyi İslâmî bir temele
oturtmaya çalışmış ve vatanperverlik düşüncesine siyasi bir anlam kazandırmıştır34
.
Önemle üzerinde durduğu mesele ise, bir ulusun bir vatana sıkı sıkıya bağlılığıdır.
Ona göre Mısır bir vatandır ve Mısırlılar vatanlarına sıkı sıkıya bağlı kalmak
durumundadırlar. Bu yönüyle Tahtavi Mısır’da edebiyata yeni kavramlar
kazandırmış ve Arap milliyetçiliğine yeni açılımlar getirmiştir35
. Tahtavi’nin yanı
sıra Hayreddin Tunusî de Müslümanlar arasında milliyetçiliğin artması noktasında
ciddi çalışmalar yapmıştır. Tahtavi ve Tunusî’nin getirdikleri bu yeni yaklaşımlar
modern Arap devletlerinin kuruluşlarında model aldıkları siyasi düşünceler
olmuştur36
.
II. Abdülhamit, 1876’da tahta geçtiği sırada Osmanlı Devleti’nin kuzey
Afrika’daki hâkimiyet alanı azalmıştı. Osmanlı Devleti Libya dışındaki bütün
hâkimiyet alanının yitirmiş ve elde kalan Suriye, Hicaz ve Irak gibi yerlerde ise Arap
milliyetçiliği fikri giderek artmaktaydı. Bu süreçte 1895 yılında Suriye’de “Milli
Arap Komitesi” kurulmuş, Osmanlı tebaasına müntesip Araplar arasında milliyetçilik
düşünceleri yayılmaya başlamıştır37
. Bu hareketin öncülüğünü yapanların başında da,
Abdurrahman El-Kevâkıbî, Şeyh Muhammed Abduh ve Muhammed Reşid Rıza38
gibi isimler gelmektedir.
Arap hilâfetinin kurulması gerektiğinden bahseden Kevâkıbî, II. Abdülhamit
yönetimini eleştirmiş ve hilâfet makamı için alternatif tekliflerde bulunmuştur. Bu
eleştirilerinde ötürü tutuklanan Kevâkıbî ve 1898’de serbest kaldıktan sonra Mısır’a
dönmüş ve Arap ırkının üstün olduğunu savunarak, hilâfetin Kureyş soyundan birine
verilmesi gerektiğini iddia etmiştir39
. Neşrettiği eserlerinde Arap hilâfetinin
33 M. D. Kılınçkaya, a.g.e., s. 42-43.
34 B. Soy, a.g.m., s. 177.
35 C. E. Dawn, a.g.e., s. 136-137.
36 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk- Arap…, s. 29.
37 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk- Arap…, s. 29-30.
38 B. Soy, a.g.m., s. 181.
39 B. Soy, a.g.m., s. 181.
30
kurulmasın gerektiğinden bahseden Kevâkıbî, İslâm’ın kurtuluşunun ancak Araplar
sayesinde mümkün olacağı fikrini ileri sürmüştür. Bu fikirler etrafında ciddi sayıda
taraftar toplamış ve İngilizlerin de desteğini almıştır40
. Aynı zamanda bütün
Müslümanların bu mücadeleyi desteklemesi gerektiği üzerinde durmuştur41
.
Bir diğer önemli şahsiyet olan, Şeyh Muhammed Abduh ise, salt İslâm’a
dönülmesi gerektiği üzerinde durmuştur. Muhammed Abduh’un en önemli avantacı
yürütülen yoğun propagandalar sayesinde etkili ve güçlü bir şahsiyet olarak meşhur
olmasıdır42. Muhammed Abduh, İslâm’a eklenen harici unsurlardan Müslümanların
kurtulması gerektiğini ve esasın muhafaza edilmesi gerektiğini, bu anlamda
yaşanılan sıkıntıların, dini olduğunu dile getirmiştir43
. Siyasi sahada olduğu
1880’lerde ise Osmanlı taraftarı iken daha sonraki dönemde Osmanlılık düşüncesine
karşı çıkmış ve Arap milliyetçiliğine yönelmiştir44
.
Şeyh Muhammed Abduh’un yakın dostu ve sadık talebesi olan Suriyeli
Muhammed Reşit Rıza45 da Abduh’un fikirlerini benimsemiş ve bu fikir ve
düşünceleri 1898’den sonra çıkarmaya başladığı “El-Menar” dergisi vasıtasıyla
Araplar arasında yaymaya çalışmıştır. Abduh’a göre Arapça çalışmaların arttırılması
gerekiyor ve bu anlamda Türkçeden ziyade İslâm’ın dili olan Arapçanın
yaygınlaştırılması gerekiyordu. Bunun yanı sıra Abduh’un üzerinde durduğu en
temel fikir ise Arapların, Müslümanların en üstünü ve en iyisi olduğu düşüncesiydi46
.
Bu fikirlerini Mısır’daki El-Menâr mecmuasında dile getirirken Abduh, İttihat ve
40 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk- Arap…, s. 30.
41 G. Antonius, a.g.e., s. 98.
42 M. Muhammed Hüseyin, Modernizmin İslâm Dünyasına Girişi, Çev: Sezai Özel, İstanbul 1986,
s. 69.
43 B. Soy, a.g.m., s. 182.
44 C. E. Dawn, a.g.e., s. 150.
45 18 Ekim 1865 yılında bugünkü Lübnan’ın kuzeyinde kalan, o sırada Osmanlı Devleti’ne bağlı
Beyrut vilâyetinin Trablusşâm sancağına bağlı Kalemûn adında bir sahil kasabasında dünyaya
gelmiştir. Hz. Peygamber’in soyuna mensup bir ailede dünyaya gelmiş olması Reşid Rıza’nın
Osmanlı Devlet ricaliyle yakın ilişki kurmaş ve Osmanlı Devleti tarafından kendisine çeşitli berat’lar
verilmiştir. İlköğrenimini doğduğu kasabada yapan Reşit Rıza, daha sonra Trablusşâm’da dini ve
modern ilimlerin ilk kez bir arada okutulduğu el-Mederesetü’l-Vataniyyetü’l-İslâmiyye’ye devam
etmiş ve burada Türkçe ve Fransızca derslerin yanında coğrafya, mantık, matematik, felsefe ve fizik
derslerini de okumuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Reşid Rıza, İttihad-ı Osmanî’den Arap İsyanına,
Ter: Özgür Kavak, İstanbul 2007, s. 1-21.
46 C. E. Dawn, a.g.e., s. 151-152.
31
Terakki Cemiyeti ileri gelenleri ve Türkler hakkında çok sert bir üslûbu
kullanmıştır47
.
Reşit Rıza, ilmî dünyasında çeşitli değişimler yaşamış ve buna paralel olarak
da siyasi alanda istikrarsız bir tutum içerisinde olmuştur. Başlarda Müslümanların
batı karşısında geri kaldığı düşüncesini benimserken Osmanlılık düşüncesine bağlı
kalmış ve birlik, beraberlik vurgusu yaparak, II. Abdülhamit’e bağlılığını dile
getiriştir. II. Meşrutiyet’ten sonra şartların değiştiğine inanarak İttihatçı görünmüş,
en sonunda Arap topraklarında artan milliyetçilik fikrî düşüncesi ekseninde Şerif
Hüseyin İsyanı’nı desteklemiştir. Daha sonra Şerif Hüseyin’e de cephe alan Reşid
Rıza, İbn-i Suud’u desteklemiş48 ve karmaşık bir siyasi hayatın yanında farklı
oluşumlar içerisinde yer alan49 bir siyasetçi ve gazeteci olarak ön plana çıkmıştır.
24 Temmuz 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra eski
siyasal düzenin yıkılmasıyla birlikte eski rejim taraftarı ve işbirlikçi olan bazı yerel
yöneticiler ve eşraf devlet hizmetinden uzaklaştırılmıştı. Bununla birlikte bazı
yöneticiler hapse dahi atılmıştı. Eski rejimden her anlamda istifade eden Arap
liderleri, kaybolan nüfuzlarını tekrar geri kazanabilmek için Arap halkının milliyetçi
duygularını sömürerek karşı bir hareket oluşturmaya çalışmışlardır. Bunun
neticesinde de milliyetçi bir tepki doğmuştur. Bu milliyetçi akım sonucunda II.
Meşrutiyet’in hemen ardından 2 Eylül 1908’de kurucularının çoğunun Arapların
oluşturduğu, Suriye ve İstanbul’da örgütlenebilen milliyetçi bir Arap örgütü olan
“Uhuvvet-i Arabiye-i Osmaniye Cemiyeti” kurulmuştur50. Bu cemiyetle birlikte
Arap ayrılıkçı örgütleri etrafında Arap milliyetçiliği oluşmaya başlamış ve II.
Meşrutiyet’in ilanından sonra Arap milliyetçiliği hızla artmıştır51
.
İttihat Terakki Hükümeti’nin Edirne’yi kurtarmaya çalıştığı bir dönemde bu
cemiyetler, Arap milliyetçilik hareketinin başarıya ulaşacağı konusunda daha da
umutlanmışlardır. Fakat hükümetin aldığı önlemler ve sert yaptırımlar bu hareketin
fazla yayılma alanı bulmasını engellemiştir.
47 Cemal Paşa, Hatırat (1913-1922), Hazırlayan: Ahmet Zeki İzgöer, İstanbul 2012, s. 20.
48 R. Rıza, a.g.e., s. 26
49 Albert Hourani, A History Of The Arab Peoples, Londra 2013, s. 308.
50 F. M. Sancaktar, a.g.e., s. 368; C. E. Dawn, a.g.e., s. 166.
51 Sinan Marufoğlu, “Balkan Savaşları Sırasında Arapların Tutumu”, XV. Türk Tarih Kongresi
Bildirileri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, c. IV, Kısım 1, s. 1193.
32
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşına girdiği zaman Suriye ve İstanbul’da
faaliyet gösteren gizli cemiyetler tekrar faaliyetlerine hız vermişlerdir. Bu gizli
cemiyetler, silahlı güç oluşturmak gayesiyle Mısır’da çeşitli provalar dahi
gerçekleştirmişlerdir. Bu cemiyetlerin faaliyetleri karşısında Mekke Emiri Şerif
Hüseyin ise müttefik kazanmak ve Arap milliyetçiliği hareketine lider olabilmek
gayesiyle bu cemiyetlerle irtibata geçerek birlikte hareket etmeyi arzulamıştır.
Daha sonra Şerif Hüseyin İngiliz Büyükelçiliğiyle görüştükten sonra52 Şerif
ailesini temsilen İstanbul’da yaşamaya başlamıştır. Fakat bu süre içinde ne yaptıysa
Mekke Emiri olmayı başaramamıştır.
Arap milliyetçiliği bağlamında batılı devletlerin Arap coğrafyasına karşı
ilgilerini anlamanın en iyi yolu İngiltere ve Fransa’nın bu bölge üzerindeki
hedeflerini kavramaktan geçmektedir. İngiltere, zayıf ve kendine karşı tehdit
oluşturmayacak bir Osmanlı Devleti üzerinde dururken Fransa, İngiltere’nin
Hindistan yolunu kapatabilmek için Osmanlı Devleti’nden ayrı kendi denetimi
altında bir Arap devleti kurmak istemekteydi53. Bu hedef doğrultusunda iki devlette
Arap topraklarında Osmanlı Devleti’ne karşı misyonerlik faaliyetlerini arttırmışlar ve
Fransa özellikle Suriye ve Lübnan’daki Hıristiyan bölgelere kendi misyonerlerini
yerleştirmiştir.
20. yüzyılın başlarında giderek artmaya başlayan Arap milliyetçiliği etrafında
fikir birliği eden birçok Arap cemiyeti kurulmuş ve gizli faaliyetler içinde bulunan
kadro genellikle hep aynı şahıslar etrafında toplanmıştır. Özellikle Butros El-Bustani
ve Kevâkıbî gibi önde gelen Arap milliyetçileri, Müslümanlığı yalnızca Araplarla
ilişkilendirmişler ve Arap tarihine bağlamışlardır. Bu şahısların üzerinde durdukları
temel siyasi düşünce ise Araplık cereyanı etrafında bir Arap milliyetçiliği olmuştur54
.
Arap milliyetçiliği ekseninde kurdukları cemiyetler aracılığıyla da Arap bağımsızlığı
52 Şerif Hüseyin’in İstanbul’da kalmaya başlamasıyla ilgili olarak İngiliz arşivlerindeki belgede geçen
ifade “after consultation with our Embassy”. “Summary Of The Hejaz Revolt”; TNA. WO.
106/6104.
53 B. Tibi, a.g.e., 138.
54 İlber Ortaylı’ya göre ise Butros El-Bustani ve Kevâkıbî gibi önde gelen Arap milliyetçilerinin
amacı hiçbir zaman siyasi bir ayaklanma ve bağımsızlık hareketi olmamıştır. Fakat daha sonraki
dönemde bu şahıslar Şerif Hüseyin ile irtibata geçerek Şerif Hüseyin İsyanı’na destek vermeleri
esasında bağımsız bir Arap devleti hayali peşinde olduklarını göstermektedir. Taha Akyol- İlber
Ortaylı, Tarihin Gölgesinde, 2. Baskı, İstanbul 2002, s. 169.
33
için mücadele vermişlerdir55
. Bustani, Arap dilinin geliştirilmesi ve gazetecilik
alanında önemli çalışmalar yapmıştır. Bustani’nin özellikle eğitim konusundaki
görüşleri, misyonerlik eğitimi çerçevesinde Tanzimat ruhunun aynısını teşkil
etmektedir56
.
Arap yarımadasında giderek artan bağımsızlık düşüncesi Osmanlı Devleti
tarafından kontrol edilmek istenmiştir. Bu amaçla Hicaz’da bulunan valiler Arap
topraklarındaki siyasi faaliyetler konusunda sürekli Sadaret’i bilgilendirmişlerdir. 8
Mayıs 1913 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne yazılan bir raporda da bu konu hakkında
bilgi verilmiş ve “…siyasi bir kulüp küşad etmek isteyenlerin men olunacağından ve
siyasi kulüp tesisi gayr-ı caiz bulunmuş olmakla sahih ise men’i zımnında icab üzere
talimat i’tâsıyla himmeti keyfiyyet inbasına…”57 denilmiştir. Yani siyasi bir kulüp
kurmak isteyenler hakkında daha önceden alınmış bir karar olduğu bilgisinin doğru
olup olmadığı Sadaret’e sorulmuş ve eğer bu bilgi doğru ise Sadaret tarafından
Araplar arasında da siyasi bir kulüp kurmak isteyenler hakkında talimat verilmesi
halinde gereğinin yapılacağından bahsedilmiştir.
Arap milliyetçiliğinin gelişim sürecinde II. Abdülhamit’in saltanatının ilk
yıllarına denk gelen dönemde, Beyrut ve Şam gibi Suriye vilayetlerinde Osmanlı
saltanatına karşı ilanlar dağıtılmıştır. Bu ilanlarla bölgedeki halk arasında, Osmanlı
duyulan sempati azaltılmaya çalışılmıştır. Bu faaliyetleri gerçekleştirenler ise
Hıristiyanlardan oluşan cemiyetlerin üyeleri olmuştur. Bu ilanlar, mevcut Osmanlı
idaresine ve devlete karşı mücadele aracı olarak kullanılmıştır58
. Arap milliyetçiliği
konusunda batıda neşredilen eserlerde temelde üzerinde durulan mesele, Arapların
Osmanlı Devleti’nden hiçbir zaman ayrılmak gibi bir fikre kapılmadıklarıdır. Hatta
saltanatı eleştirmelerine rağmen hilâfete bağlı kaldıkları59 gibi düşünceleri özellikle
her zaman vurgulamak istemişlerdir. Fakat, Bustanî, Yazıcı ve Abduh gibi Arap
milliyetçiliği fikrini savunan Arap liderlerinin düşüncelerine baktığımızda bunun tam
55S. Kocabaş, a.g.e., s. 169.
56 Adil Baktıaya, Osmanlı Suriyesi’nde Arapçılığın Doğuşu (Sosyo-Ekonomik Değişim ve Siyasi
Düşünce), İstanbul 2009, s. 250.
57Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen 01 Cemazeyilahir 1331 (8 Mayıs 1913) tarihli telgraf; BOA. BEO.
nr. 4173/312920.
58 Ş. Tufan Buzpınar, “Osmanlı Suriyesi’nde Türk Aleyhtarı İlânlar ve Bunlara Karşı Tepkiler, 1878-
1881”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sayı:2, 1998, s. 73-74.
59Z. N. Zeine, a.g.e., s. 77.
34
aksi bir durumla karşılaşmaktayız. Arap ırkının üstünlüğü ve Türk yönetimine karşı
başkaldırış, Arap aydınlar arasında her zaman var olmuştur.
Arap milliyetçiliğinin arttığı bu dönemde başta Kahire olmak üzere Arap
topraklarının birçok kentinde kimin namına çalıştıkları anlaşılamayan bazı vaizler
hilafetin Türklerden alınarak Araplara verilmesi gerektiği konusunda propagandalar
yapmışlardır. Bu propagandaya göre ise peygamber Arap olduğu ve Kur’an-ı Kerim
Arapça olduğu için hilafetin de Araplarda olması gerekiyordu60
.
19. yüzyıldan sonra başlayan süreçte özellikle de 20. yüzyılda artan etkisiyle
birlikte milliyetçilik unsuru, Türk-Arap ilişkilerine yön veren asıl önemli mesele
olmuştur61
.
1.3. İSYAN FİKRİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
1.3.1. Şerif Hüseyin’in Rolü
Şerif Hüseyin, 20. yüzyılın başından itibaren gerek İngiltere’nin kışkırtmaları
sonucu gerekse de bazı Arap önde gelen şeyh ve kabile reislerinin istekleri
doğrultusunda bağımsızlık düşüncesi içerisinde girmişti. 1882 yılında, II.
Abdülhamit’in davetiyle İstanbul’a giden Şerif Hüseyin burada kaldığı süre zarfında
hep Arap bağımsızlığını düşünmüş ve ne yapması gerektiği konusunu kafasında
şekillendirmek için uğraşmıştır62
.
Şerif Hüseyin, 1882 tarihinde amcası ve o sırada Mekke Emiri olan
Avnürrefik Paşa ile yaşadığı sürtüşmeden dolayı, hilâfet ve saltanat için oluşabilecek
tehlikeleri engelleme adına II. Abdülhamit tarafından İstanbul’a çağrılmıştı. Bu
davete icabet edip İstanbul’a giden Şerif Hüseyin’e boğazda bir ev verilmiş ve
kendisi Şuray-ı Devlet azası yapılmıştı. Fakat bütün bunlar, Şerif Hüseyin’in içindeki
bağımsız bir Arap devleti kurma düşüncesini hiçbir zaman değiştirmemiştir.
60 Cemal Ayman, Cemal Paşa’nın Casusu İdim (Osmanlının Son Döneminde Casuslar Savaşı),
İstanbul 2011, s. 237.
61 K. H. Karpat, a.g.e., s. 247.
62 Aynı vesika.
35
1908’de Mekke Emiri olarak atanmasının ardından Şerif Hüseyin,
bağımsızlık düşüncesini artık planlı bir şekilde yürütmeye başlamıştır. Bu gayeyle,
gizli cemiyetler ve Arap önde gelenleriyle ilişkiler kurmuştur. Mekke’de bulunduğu
dönemde ve emir olarak atandıktan sonra da Şerif Hüseyin, çok ciddi bir nüfuza
sahip olmuştur. Bu durumu bilen Arap milliyetçileri ise Türk hükümetine karşı
çıkabilecek tek kişi olarak Şerif Hüseyin’i görmüşlerdir63
.
Şerif Hüseyin’in, 1917 yılında Mekke’de yayınlanan “El-Kıble” gazetesinde
Arap liderlerine hitaben zikrettiği şu ifadeler; “Biz Arap birliği gibi mukaddes bir
emeli, Mekke emirliğine tayin edildiğimiz zamandan beri gözlüyoruz. Bu emelin
yerine getirilmesi için Arap emirleriyle aramızda hep iyi ilişkiler kurulmasına
çalışmaktan geri kalmadık. Asir seferimiz sırasındaki davranışlarımız ve Türklerin
İbn-i Suud aleyhine teşvik ettikleri İbn-i Reşid’in hücum ve saldırılarını engellemek
üzere oğlumuz Abdullah komutasında kuvvet sevk edişimiz, bu çalışmalarımızın
derecesini göstermek için yeterlidir64 şeklindeki sözleri niyetini açıkça belli etmesi
açısından önemli olmuştur. Bu ifadelere göre Şerif Hüseyin’in isyan fikrînin esasında
çok öncelere dayanan bir düşünce olduğu anlaşılmaktadır.
1.3.2. Arap Milliyetçiliği Ekseninde Türk Aleyhtarlığı
Arap milliyetçiliğinin geliştirmek ve Araplık duygusunu Arap toplumunda
arttırabilmek adına her türlü araç kullanılmıştır. Fakat bunlar içerisinde bir tanesi var
ki, diğerlerinden çok daha etkili, çok daha tesirli olmuştur. O da, Türk aleyhtarlığı
vurgusudur. Arap milliyetçiliğini geliştirme noktasında Türk aleyhtarlığının, din ve
dilden daha fazla etkisi olmuştur. Türk aleyhtarlığı unsuru Müslüman olan Arap ve
Müslüman olmayan Arapları dahi birleştirici bir unsur olarak kullanılmıştır. Arap
ayrılıkçı liderlerin Türk aleyhtarlığı üzerinde dururken bunu temellendirdikleri
unsurları da mevcuttu. Arapçanın Kur’an dili olması65, Müslümanların Peygamberi
olan Hz. Peygamber’in Arap olması gibi unsurlar, Arap milliyetçiliğinin
yeşertilmesinde kullanılan en önemli unsurlardır.
63 Ömer Osman Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız İdaresi Altında Suriye (1908- 1938), Ankara
2004, s. 231.
64 C. Paşa, a.g.e., s. 291.
65 İlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, İstanbul 2011, s. 63.
36
20. yüzyıl başlarında Arap milliyetçiliğinin oturtulmak istenildiği temel, Türk
egemenliğinden kurtulmak ve bunu sağlamada her türlü yolu denemekti. Bu
dönemde milliyetçilik daha önceki dönemlere göre daha bilinçli ve planlı bir şekilde
gelişim göstermiştir. Türk aleyhtarlığı, Arap toplumunda farklı dönemlerde farklı
şekillerde tezahür etmiştir. 19. yüzyıl ile 20. yüzyıllarda farklı Arap toplumları, Arap
milliyetçiliğini yeşertme adına Türk aleyhtarlığından güç almışlardır.
19. yüzyılda Türk aleyhtarlığını en fazla kullanan ise Vehhâbiler olmuştur.
Onlara göre Türkler, İslâm’ı olması gerektiği gibi yaşamıyor ve İslâm’a yeterince
bağlı kalmıyorlardı. Diğer savundukları en önemli husus ise, hilâfetin yalnızca
Araplara ait olduğu ve Araplardan başka uluslara ait olamayacağı meselesidir. Bu
doğrultuda birçok yayınlar yapmışlar ve Arap halkını bu şekilde yönlendirmek
istemişlerse de 1890 yılında II. Abdülhamit bu tür yayınlar yapılmasını
yasaklamıştır. Nitekim II. Abdülhamit’in bu uygulaması önde gelen Arap
düşünürlerini rahatsız etmiştir. Arap dünyasının önemli düşünürleri de aynı şekilde
Türk aleyhtarlığı üzerinde durmuştur. Şeyh Muhammed Abduh’a göre Türkler, İslâm
uygarlığını ilerletmek yerine daha da geri götürmüşlerdir. Diğer bir önemli düşünür
olan Suriyeli Abdurrahman El-Kevâkıbî ise Arap ırkının Türk ırkına göre üstün bir
ırk olduğunu sürekli ispata çalışmış ve daima Arapların Türklere karşı düşmanlık
etmesi gerektiğini savunmuştur66
.
19. yüzyılın ortalarından sonra Türk aleyhtarlığı unsuru şiddetle artmaya
devam etmiştir. Bu dönemde üzerinde hassasiyetle durulan en önemli mesele, Arap
ırkına ait olması gereken hilâfet makamının Orta Asya’dan gelmiş olan bir ırka
geçmiş olması ve bu durumun Araplar için tahammülü zor bir durum olması meselesi
olmuştur67
.
20. yüzyılda da aynı şekilde devam eden Türk aleyhtarlığı, Arap yazarlarca
bilimsel bir kılıf altında sunulmaya çalışılmıştır. Bu dönemde artık farklı bir boyut
kazanmış ve düşünceden fiiliyata geçiş başlamıştır. Türk aleyhtarlığı unsurunun en
ciddi taraftarlarından biri de Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah olmuştur. Ona
göre Osmanlı Devleti, Arapları Türkleştirmek istemiş ve Arap unsurunu görmezden
gelmiştir. Emir Abdullah’a göre; “Anayasal yönetime geçen Türkler, diğer
66 İ. Arsel, a.g.e., s. 176-179.
67 İ. Arsel, a.g.e., s. 179.
37
unsurların yapısını bozmak ve kendi yönetimleri için tehlike oluşturacak unsurları
bertaraf etmek maksadıyla bir Türkleştirme politikası izlemeye başladılar. Türkler
bunu yaparken, İslâm’ı kabul eden diğer unsurların kendilerinden kalabalık
olduğunu fark etmiştir. Bundan sonra her millet içinde çeşitli partiler ve kulüpler
kurularak hak talebi için mücadeleler başladı. Osmanlı meclis seçimlerinde sadece
Türk veya İttihatçı olanların seçilmesi için Türkler, İttihat ve Terakki Partisi’ne
baskı uyguladı. Bu baskılar sonucunda Araplar ve diğer milletler yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını anladılar” 68
. Emir Abdullah’ın bu iddialarına
göre 20. yüzyıldan sonra Osmanlı Devleti’nde sistemli bir şekilde Türkleştirme
politikası izlenmiş ve hatta meclis seçimlerinde bile başta Araplar olmak üzere diğer
milletlere seçilme şansı tanınmamıştır. Fakat Emir Abdullah, üç defa Meclis-i
Âyân’a Mekke’yi temsilen mebus olarak seçilmiş ve bahsettiği gibi Arapların
seçilmemesi yönünde bir baskı da söz konusu olmamıştır69
. Emir Abdullah’ın seçim
mevzuunu bu şekilde yansıtmak istemesinin asıl nedeni ise, Arap liderleri ve
şeyhlerinin Türk hükümetine karşı önce ayaklandırmak sonra da hepsinin babası
Şerif Hüseyin etrafında toplanmasını sağlamak olmuştur.
Bütün bu istinatlara mukabil, Osmanlı Devleti idaresi altında yaşayan
Araplara hiçbir zaman baskı uygulamamış, bilakis Araplara kültürlerini istedikleri
gibi yaşama imkânı tanımıştır. Osmanlı Devleti, Müslümanlığı en büyük şeref
saymış ve Hz. Peygamber’in ırkına üstün bir muamelede bulunmuştur. Bundan
ziyade Arap topraklarında hiçbir zaman Türkleştirme politikası uygulamamıştır70
.
Osmanlının son döneminde Müslüman tebaaya yönelik uygulamalarda her zaman
İslâmi hassasiyet gözetilmiş71 ve Türkleştirme özellikle de Arapların
Türkleştirilmesi72 söz konusu dahi olmamıştır.
68 K. Abdullah, a.g.e., s. 223.
69 Emir Abdullah sadece bir defasında Mekke mebusu olarak seçildikten sonra Meclis-i Âyân’a gittiği
sırada kendisi için ayrılan bölüme değil de âyânlar için ayrılan bölüme oturmuştur. Neden kendi
yerine oturmadığını sorduklarında ise Meclis-i Âyân başkanı, Mekke’den bazı itirazlar geldiğini şimdi
de bunların görüşüleceğini ifade etmiştir. Daha sonra mebuslar, Mekke için en uygun adayın Kâbe’nin
anahtarını elinde tutan kişinin oğlundan başkasının olamayacağını belirtmeleri üzerine Emir Abdullah,
kendisi için ayrılan yere oturmuştur. Ayrıntı bilgi için bkz. K. Abdullah, a.g.e., s. 45.
70 Ö. O. Umar, a.g.e., s. 41-42.
71 Cezmi Eraslan, “II. Abdülhamid Devri Politikalarında Din ve Devlet Anlayışına Genel Bir Bakış”,
Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi, Editör: Coşkun Yılmaz, İstanbul 2012, s. 75-76.
72 Osmanlı Devleti’nde Türkleştirme politikasına dair Falih Rıfkı Atay şunları ifade etmiştir; …
Osmanlı saltanatı som (katışıksız) bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap, yahut yarı Arap’tır.
38
İngilizler 1882’den itibaren tamamen Mısır’a yerleştikten sonra Arapları
Türklere karşı kışkırtmış ve özellikle Türk düşmanlığı fikrini Araplar arasında
yaymak için uğraşmıştır73
. Fakat Cemal Paşa’ya göre ise, İttihat ve Terakki
Hükümeti’nin Arapları Türkleştireceği iddiası ve propagandasının asıl kaynağı
Fransızlara olmuştur74
.
Türk aleyhtarlığı üzerine kurulan Arap bağımsızlık hareketini
destekleyenlerin iddiası ise Osmanlı idaresinin despot bir idare yöntemi olduğudur.
Fakat daha sonraki süreçte yaşanan gelişmeler Osmanlı idaresinin despot bir yönetim
olmadığını aksine mukayese yapıldığı takdirde sonrakilerden daha iyi bir yönetim
tarzı olduğu anlaşılacaktır75
.
Bu bağlamda Şerif Hüseyin İsyanı’na giden yolda Arap milliyetçiliğini
güçlendirmek adına Türk aleyhtarlığı üzerinde hassasiyetle durulmuş ve Arapları
birleştirici unsur olarak her zaman kullanılmıştır.
1.3.3. İsyana Giden Süreçte Kurulan Arap Cemiyetleri ve
Faaliyetleri
1908’de Kanun-i Esasi’nin ilanından sonra yapılan değişikliklerle getirilen en
önemli düzenlemelerden bir tanesi de Osmanlı vatandaşlarının önceden kimseye
haber vermeden teşkilatlanma ve toplantı yapma hakkıdır. Özgür ve hür düşünce
ortamının oluşması açısından ve farklı insanları bir araya getirmesi bakımından
Osmanlı vatandaşlarına verilen bu imkân beraberinde birçok faydalar da getirmiştir.
Tabi bunun yanında birçok su-i istimalleri de beraberinde getirmiştir. İçerisinde
farklı birçok unsuru barındıran Osmanlı Devleti için cemiyet kurma ve toplantı
hürriyeti toplum nazarında hemen karşılık bulmuş ve umulan sonuçlarından ziyade
Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmış Türk’e az rast geliyordum. …Bu kıtaları
(Arap topraklarını) ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı Devleti buralarda, ücretsiz
tarla ve sokak bekçisi idi…”. Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, İstanbul 2004, s. 42-43, Aynı şekilde
Osmanlı Devleti içerisinde Türk olmayan unsurları Türkleştirmek gibi bir niyetin olduğuna dair de bir
kanıt mevcut değildir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Z. N. Zeine, a.g.e., s. 78 .
73 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 186.
74 C. Paşa, a.g.e., s. 250.
75 Süleyman Kocabaş, Osmanlı İhtilâllerinde Yabancı Parmağı, İstanbul 1993, s. 248.
39
menfi sonuçlar doğurmuştur. Kısa zamanda milliyetçilik fikri etrafında toplanan
birçok cemiyet Osmanlı topraklarında tezahür etmiştir76
.
7 Temmuz 1908’de mecliste “Cemiyetler Kanunu” görüşülmüş ve akabinde
birçok tartışmalar yaşanmıştır. Bu esnada en çok üzerinde görüşülen ve tartışılan ise
bu kanunun dördüncü maddesi olan “milliyetçilik esası üzerine bir cemiyetin
kurulması” maddesi olmuştur. İttihat ve Terakki Fırkası bu maddeyi Osmanlı
Devleti’nin birliğini koruması için çok önemli görüyordu. Fakat diğerleri ise Türkler
dışındaki diğer unsurları yok etme ya da haklarını kısıtlamak için düzenlenmiş bir
kanun olarak telakki ediyorlardı. Nihayetinde yoğun tartışmaların ardından 10 Eylül
1909’da bu kanun Takvim-i Vekâyi’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanuna
göre, Osmanlı Devleti’nde bir cemiyet kurma izne bağlı değil fakat kurulduktan
sonra hemen hükümete bildirilmesi gerekiyordu77
.
Yeni oluşan hürriyet ortamından sonra birçok Arap cemiyeti kurulmuş ve
kurulan bu cemiyetler Arap bağımsızlığı etrafında toplanmıştır. Bu cemiyetlerin
Genç Arap Hareketi olarak ortaya çıktığı ve Genç Türklere benzediği şeklinde İngiliz
basınında haberler çıkmıştır78
.
1.3.3.1. Meşrutiyet Öncesi Kurulan Gizli Arap Cemiyetleri
19. yüzyılın başlarından itibaren Arapların batılı fikir ve düşüncelerle
tanışmasından sonra beliren milliyetçilik düşünceleri etrafında Araplar ile batı
medeniyeti arasındaki ilişkiler daha da fazla gelişmiştir. Özellikle Lübnan ve Mısır
gibi sahil kentlerinde Araplar, gerek sosyal ve ekonomik gerekse de ticari ilişkilerin
artması sonucunda öncelikle Hıristiyan Araplar daha sonra da Müslüman Araplar
arasında milliyetçilik düşüncesi giderek artmıştır. Bu düşüncelerin neticesinde
Osmanlı Devleti sınırları içerisinde birçok gizli Arap cemiyetleri temayüz etmiştir.
76 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 79.
77 Bu kanun çıktıktan sonra daha önce kurulmuş olan hiçbir cemiyet kapatılmamıştır. Diğer taraftan
kapatılan cemiyetler ise dördüncü maddeye aykırı olarak kurulmuş olan ve kanun çıktıktan sonra
tanınan süre zarfında hükümete gereken bilgiyi vermemiş olan cemiyetlerdir. Z. Kurşun, Yol
Ayrımında Türk-Arap…, s. 80-81.
78 Derby Daily Telegraph, 06 Kasım 1908.
40
Siyasi bir gaye etrafında toplanan bu cemiyetlerin kurucuları ve üyeleri
genellikle Müslüman olmayan Araplardır79
. Daha çok Lübnan ve Suriye merkezli
kurulan bu cemiyetler şunlardır;
1.3.3.1.1. Cem’iyet’ül El-Fünûn ve’l-Ulûm (İlim ve Sanat
Cemiyeti)
1847’de Beyrut’ta kurulan bu cemiyetin, kuruluş amacı olarak ilmi, edebi ve
sanatsal faaliyetler yapmaktı80
. Bu cemiyet adını, 1854 yılında “Suriye İlim
Cemiyeti” olarak değiştirmiştir. Cemiyetin üyelerini ise daha çok Hıristiyanlar
oluşturmuştur81
. Fikrî açıdan bu cemiyete önderlik edenlerin başında ise Butrus ElBustanî ve İbrahim Yazıcı gelmektedir. Cemiyeti oluşturan diğer önemli üyeleri ise
Lübnan’da Amerikan misyoner teşkilatının üyesi olan Eli Smith ve Cornelius Van
Dyek gibi Araplarla işbirliği yapan misyonerlerdir82
. Arap milliyetçiliğinin
temellerinin atılmasında bu cemiyetin rolü çok büyük olmuştur.
1.3.3.1.2. El-Cem’iyetü’ş-Şarkiyye (Şark Cemiyeti)
1850’de Suriye’de Fransız misyonerlerin çalışmaları sonucu Cizvitler
tarafından kurulan bu cemiyetin üyelerinin tamamı Hıristiyan ve yabancı uyrukludur.
Fakat kısa bir süre sonra bu cemiyet faaliyetlerine son vermek zorunda kalmıştır83
.
79 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 79; Ömer Osman Umar, a.g.e., s. 85.
80 Ö. O. Umar, a.g.e., s. 85.
81 B. Tibi, a,g,e., s. 138.
82 G. Antonius, a.g.e., s. 51; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 28; Ö. O. Umar, a.g.e., s.
85-86; Selçuk Günay, “II. Abdülhamit Döneminde Suriye ve Lübnan’da Arap Ayrılıkçı Hareketin
Başlaması ve Devletin Tedbirleri”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
(AÜDTCF) Tarih Bölümü Dergisi, c. 18, Ankara 2006, s. 88.
83 G. Antonius, a.g.e., s. 53; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…,., s. 84; Ö. O. Umar, a.g.e., s.
86; S. Günay, a.g.m., s. 89. Şark Cemiyeti’nin hangi nedenlerden ötürü faaliyetlerine son verdiği
bilgisine ulaşılamamıştır.
41
1.3.3.1.3. El-Cem’iyetü’l El-İlmiyetü’s-Suriyye( Suriye İlim
Cemiyeti)
1857’de diğer ikisi gibi Suriye’de kurulan bu cemiyeti diğerlerinden ayıran en
önemli özellik, üyeleri içinde Müslüman ve Dürzîlerin de yer almasıdır. Bu yönüyle
ilk Müslüman üyesi olan cemiyettir. Diğer önemli üyeleri arasında ise Dürzî Emir
Muhammed Arslan, Hüseyin Beyhum ve İbrahim El-Yazıcı gibi önde gelen Arap
milliyetçileri vardır. 1860 olaylarından etkilenip bir süre faaliyetlerine ara veren bu
cemiyet, daha sonra tekrar faaliyetlerine başlamış ve ardından İstanbul ve Kahire gibi
yerlerde şubeler açmıştır. Arap milliyetçiliğinin gelişmesinde en çok etkisi olan
cemiyet ise, bu cemiyet olmuştur84
.
Bu cemiyette aktif bir şekilde çalışan İbrahim El-Yazıcı’nın üzerinde
hassasiyetle durduğu mesele ise “kötü Türk iradesine karşı Suriyelilerin birleşmesi”
gerekliliğidir85
.
1.3.3.1.4. Beyrut Gizli Cemiyeti
1875 yılında Beyrut’ta kurulmuş olan bu cemiyetin esas gayesi, bütün
Arapların bağımsızlığını değil yalnızca Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığını
istemesidir86
. Bunun yanı sıra bu cemiyetin Osmanlı Devleti’nden birçok talep ve
beklentileri olmuştur87
. En dikkat çeken yönü ise hilâfetin Türkler tarafından gasp
edildiğini iddia etmesine rağmen hiçbir zaman hilâfetin Araplarda olması gerektiğine
dair bir iddiasının olmamasıdır88. Sadece bu yönüyle diğer cemiyetlerden ayrılmış
fakat hedef ve programları açısında diğer cemiyetlerle benzerlikler göstermiştir.
84 G. Antonius, a.g.e., s. 53; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 84; Ö. O. Umar, a.g.e., s.
86; Se. Günay, a.g.m., s. 89.
85 S. Günay, a.g.m., s. 89.
86 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 84.
87 Ayrıntılı bilgi için bkz. Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 85; Ö. O. Umar, a.g.e., s. 87.
88 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 85.
42
1.3.3.1.5. El-Külliyetü’s-Suriyye Li Protestaniyye (Protestan
Suriye Birliği)
1880 yılında Beyrut Amerikan Protestan Koleji öğrencisi beş Arap genç
tarafından Suriye’de kurulan bir cemiyettir. Lübnan ve Suriye’nin birleşmesi ve
Lübnan’a verilmiş hakların Suriye’ye de verilmesini amaçlayan bu cemiyetin
faaliyetleri 1893 yılında tespit edilip kapatılmıştır. Kapatıldıktan sonra bu cemiyetin
üyeleri Mısır’a kaçmış ve İngiliz idarecilerine sığınmıştır89
.
1.3.3.1.6. Cem’iyetü’s-Sevri’l-Osmani (Osmanlı İnkılâp
Cemiyeti)
1897 yılında Arap milliyetçiliğinin iki önemli lideri olan Muhammed Reşid
Rıza ve Refik El-Azm tarafından Mısır’da kurulmuştur. Bu cemiyet, II.
Abdülhamit’e muhalif olan Türk, Ermeni ve Çerkezleri bir araya toplamak istemiştir.
Bu gayeyle açtıkları şubelerle Osmanlı ülkesinin her tarafında Arapça ve Türkçe
beyannameler dağıtmışlardır. Bu cemiyetin faaliyetleri meşrutiyetin ilan edildiği
1908 yılına kadar devam etmiş ve daha sonra kendi kendini feshetmiştir90
.
1.3.3.1.7. Rabitatü’l-Vatani’l-Arabi (Arap Vatani Birliği)
1904 yılında Paris’teki Arap öğrencileri tarafından Necib Azuri liderliğinde
kurulan bu cemiyet, Osmanlı hâkimiyeti altındaki bütün Arapların bağımsızlığını
talep etmiştir. Bu cemiyetin kabul ettiği prensipler ve yaptığı propaganda daha
sonraki cemiyetlere de örnek teşkil etmiştir91
.
Bu cemiyetin kurucusu olan Necib Azuri’nin en önemli özelliği Arapların
Türklerden ayrılmasını ve Arap birliğini savunan ilk yazar olmasıdır. Nitekim
89 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 86; Ö. O. Umar, a.g.e., s. 89.
90 Ö. O. Umar, a.g.e., s. 90.
91 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap s. 87.
43
Azuri’ye göre azınlıkta olan Hıristiyanların etkili bir siyasi hareket oluşturabilmeleri
için Müslümanlarla işbirliği yapmaları şart idi92
.
1.3.3.1.8. Cem’iyetü’n-Nehdetü’l-Arabiye (Arap Kalkınma
Cemiyeti)
23 Aralık 1906 yılında Suriye ve Lübnanlılar tarafından İstanbul’da kurulan
bu cemiyet, bütün faaliyetlerini gizli tutmuş ve amaçlarını, hürriyet ve eşitlik olarak
açıklamıştır93
.
1.3.3.1.9. Arap Diriliş Cemiyeti (Suriye Diriliş Cemiyeti)
1906 yılında Arap milliyetçilerinden Muhittin Hatip ve Arif Şihabi Mekteb-i
Enbar tarafından İstanbul’da kurulan bu cemiyetin amacı, Arap toplumunun
kalkınmasıdır. 1909 yılında adını Suriye Diriliş Cemiyeti olarak değiştirmiştir94
.
II. Meşrutiyet’in ilanına kadar birçok gizli cemiyetler kurulmuştur. Bu
cemiyetler her ne kadar sosyal ve sanatsal faaliyetler içerisinde oldukları imajı
vermeye çalışsalar da asıl gayeleri Arap milliyetçiliğini geliştirmek ve Osmanlı
Devleti içerisindeki Arap unsurlarını Osmanlı idaresine karşı birleştirip, isyan
ettirmek olmuştur.
1.3.3.2. II. Meşrutiyet’ten Sonra Kurulan Resmi Arap
Cemiyetleri
Meşrutiyetin ilanından önce gizli bir yapılanma içerisinde faaliyetler yürüten
Arap cemiyetleri, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra oluşan hürriyet ortamını fırsat
bilip faaliyetlerini açık olarak devam ettirmişlerdir. Bu dönemde her görüşten
92 A. Baktıaya, a.g.e., s. 262.
93 Ö. O. Umar, a.g.e., s. 90-91.
94 Ayrıntılı bilgi için bkz. Ömer Osman Umar, a.g.e., s. 90-93.
44
gazeteler basılmaya, dernekler kurulmaya başlanmıştır. Her türlü muhalif görüş rahat
ve özgürce kendini ifade edebilme imkânı bulmuştur.
II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin ardından Arap cemiyetlerinin örgütlenmesi
konusunda iki temel ayrım mevcuttu. Bir taraftan gizli bir örgütlenme içerisine giren
cemiyetler faaliyetlerine devam ederken diğer taraftan da resmi olarak kanunlar
çerçevesinde faaliyetlerini sürdüren cemiyetler teşekkül etmiştir. Bu cemiyetlerde
meşrutiyetten sonra oluşan mecliste yer alan bazı Arap asıllı milletvekillerinin yanı
sıra, Osmanlı ordusunda görevli üst rütbeli subaylar da yer almışlardır95. II.
Meşrutiyet’ten sonra kurulun resmi Arap cemiyetleri ise şunlardır;
1.3.3.2.1. İha’l-Arabi’l-Osmani (Osmanlı-Arap Kardeşliği
Cemiyeti)
24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilan edilmesinden hemen sonra
aralarında Şam mebusu Şefik Bey El-Müeyyed ve daha sonra düzenlenecek olan
Paris Arap Kongresi Arap delegesi olacak olan Nedre’l-Matran gibi Arap ileri
gelenlerinin de hazır bulunduğu bir toplantıda kurulan bir cemiyettir96
. Kurucuları
arasında Osmanlı ordusunda görevli iki kıdemli Arap subayı olan, Aziz Ali ElMısrî97 ve Mahmut Şevket Paşa da vardır.
Cemiyetin en önemli hedefi ise, Osmanlı Devleti bünyesindeki Arapların
kendi haklarına, kendi yönetimlerine ve kendi eğitim sistemlerine sahip olmalarını
sağlamaktır. Arapların yaşadığı bölgelerdeki okullarda, Türkçenin yanı sıra Arapça
eğitimin verilmesi gibi talepleri de vardı98
. Bunun yanı sıra bu cemiyet, milliyetçi
fikirlerini, oluşan hürriyet ortamından sonra Osmanlı topraklarında yaymak
95 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 21.
96 Ayrıntılı bilgi için bkz. :Ö. O. Umar, a.g.e., s. 94-96; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap s. 88-
93.
97 Aziz Ali El-Mısrî, 1904 yılında stajyer yüzbaşı olarak askeri okuldan mezun olmuş ve
Makedonya’nın Petroviç ve Osmaniye kazalarında Bulgar eşkıyalarının takibinde görev almıştır.
Meşrutiyetten önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne önce girmiş ve birçok vazife üstlenmiştir. 31 Mart
harekâtının bastırılması için İstanbul’a gelen Harekât Ordusu’nun bir müfrezesine kumanda etmiş,
Tophane kışlasının isyancılardan temizlenmesi için büyük çaba sarf etmiştir. Daha sonra gizli
cemiyetler içine girmiş ve bu cemiyetlerin kurulmasında önemli görevler almıştır. Ayrıntılı bilgi için
bkz.: Ömer Osman Umar, “Aziz Ali El-Mısrî ve Osmanlı Devletine Karşı Faaliyetleri”, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, c. 13, sayı:1, s. 419-436
98 B. Tibi, a.g.e., s. 146.
45
istemiştir99
. Özellikle mebus olan Şefik Bey El-Müeyyed, Araplar arasında
dayanışma olması gerektiği üzerinde durmuştur100
.
Faaliyetlerini 31 Mart 1909 (31 Mart Olayı) tarihine kadar sürdürebilen bu
cemiyet, 31 Mart Olayı’nda parmağı olduğu gerekçesiyle kapatılmıştır101
.
1.3.3.2.2. El-Müntediü’l-Edebi’l-Arabî (Arap Edebiyatçılar
Kulübü)
El-İha’nın kapatılmasından sonra resmî izinle 1909 yılında İstanbul’da
kurulan bir cemiyettir. Nitekim kapatılan El-İha’nın mal varlığı da bu yeni cemiyete
intikal etmiştir. Kurucuları arasında Arap mebusu, edebiyatçı, memur ve İstanbul’da
öğrenim gören Arap gençleri vardır. Kapatılan El-İha’dan sonra Arap ileri
gelenlerinin bir boşluk doğduğuna inanması üzerine kurulma kararı alınmıştır.
Kurucuları arasında Abdülkerim El-Halil, Yusuf Haydar, Seyfeddin El-Hatib, İzzet
El-Cündî, Sami El-Sulh, Ahmed Kadri ve Abdülkerim El-Cezairî gibi Arap siyasi
hayatında önemli yeri olan şahıslar vardır. Bu cemiyetin en önemli yayın organları
ise, El-Müfid, El-Hadara ve daha sonra bu adı alacak olan El-Munteda El-Ebedî gibi
gazetelerdir. Bu cemiyetin en önemli özelliklerinden biri de diğer cemiyetlerle
işbirliği yapmış olmasıdır. Bunlardan en önemlisi ise Mısır’da kurulan Âdem-i
Merkeziyet Cemiyeti’dir102
.
Görünüşte edebî bir kulüp olan bu cemiyetin asıl amacı, kurucularından
Ahmed İzzet Azamî’ye göre “Arap gençliğine milliyetçilik ruhu veren ve hedefi
99 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 21.
100 Orhan Koloğlu, Üç İttihatçı (Arap, Kürt, Arnavut Milliyetçilikleri ve İttihat-Terakki), 2011, s.
59.
101 Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri, Âliye Divân-ı Harb-i Örfisi, Yayına
Hazırlayan: Ayşe H. Aydın, İstanbul 1993, s. 17; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 92; Ö.
O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 98; Hasan Kayalı, a.g.e., s. 75-82.
102 Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti, cemiyetler içinde en iyi örgütlenmiş ve Arapların sözcüsü
konumunda olan bir cemiyetti. Ayrıntılı bilgi için bkz. Z. N. Zeine, a.g.e., s. 85; G. Antonius, a.g.e., s.
107; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap s. 93-98.
46
tamamen Arap milliyetçiliği olan bir kuruluş” olarak belirlenmiştir103. Bu gaye
etrafından yapılan yayınlar ve propagandalarda asıl gaye “Türk aleyhtarlığı”
olmuştur. İstanbul’da kuruluşundan sonra çok geniş kitlelere ulaşma imkânı bulmuş
ve hatta Suriye ve Irak’ta birçok şube açmıştır. Birçok yerden nakdî yardım alan bu
cemiyete, Amerika’da bulunan Hıristiyan bir Arap, cemiyetin hizmetleri için
kullanılmak üzere binlerce dolar göndereceğini mektupla bildirmiştir104
. Bu da
cemiyetin bir çok yerden yardım aldığını göstermektedir.
Mart 1915’de cemiyette hiç hesap tutulmamış olmasından dolayı idare
heyetinin cemiyete ait pek çok parayı zimmetine geçirdiği, kendini feshettiği
şeklinde gösterilmek istense de esasında diğer Arap cemiyetleri ile aralarında çıkan
anlaşmazlıklardan dolayı bu cemiyet kendini feshetmiştir105
. Fakat batılı yazarlara
göre ise bu cemiyetin faaliyetleri hükümetçe yasaklanmıştır106
. Cemal Paşa’nın
iddiasına göre ise bu cemiyetin ileri gelenlerinin seferberlik sırasında Suriye ve
Beyrut’ta çalışmak zorunda kalmış olmaları107 fesihe giden yol olmuştur.
1.3.3.2.3. Hizbu’l-La Merkeziyeti’l-İdariyyeti’l Osmani
(Osmanlı İdaresi Âdem-i Merkeziyet Partisi)
Eylül 1912’de Kahire’de bulunan Suriye, Lübnan ve Filistin göçmenlerinin
ileri gelenleri tarafından kurulan bir cemiyettir108
. Kurucuları arasında Refik El-Âzm,
İskender Âmmun, Muhasib’i Muhibüddin El-Hatib, Hakkı El-Azm, Reşid Rıza,
Fuad El-Hatib, Salim Abdülhali, Ali Neşaşibi, Davud Berekat, Ali Efendi ElErmanazi, Konstanti Efendi, Salih Bey Haydar, Hasan Efendi, Hammad, Nabet
Efendi Tella, Hafız Bey es-Said, Hartur Efendi El-Gazi, Abdülkadir Efendi Harisa,
103 Dördüncü Ordu-yu Humâyun, Âliye Dîvân-ı Harb-i Örfîsinde Tedkîk Olunan Mes’ele-i
Siyasiye Hakkında İzahat, Dersaadet Tanin Matbaası, İstanbul 1332, s. 37(bundan sonra İzahat
şeklinde kısaltılacaktır); Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 94.
104 Ayşe H. Aydın, a.g.e., s. 16.
105 İzahat, s. 43; Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 98.
106 B. Tibi, a.g.e., s. 147.
107 İzahat, s. 43; C. T. Karasapan, a.g.e, c. 2., s. 124.
108 Cafer Yalçın, “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Ayrılıkçı Arap Örgütü El-Lâ Merkeziye Cemiyeti
(1912-1916)”, Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Mersin 2005, s. 48; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 98; Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi
ve Fransız…, s. 105; Z. N. Zeine, a.g.e., s. 87; B. Tibi, a.g.e., s. 149.
47
Sami El-Cavdini, İzzet El-Cündi, Numan Ebu Sa’r gibi isimler vardı. Bu cemiyetin
Hama, Humus, Baalbek, Nablus, Bekaa, Yafa ve Beyrut gibi önemli yerlerde
şubeleri vardı.
Bu cemiyetin en önemli hedefleri ise; her vilâyette iki resmi dilin (Türkçe ve
Arapça) olması, vilâyetlerde idarî sistemin âdem-i merkeziyet esasına göre
düzenlenmesi, her bölge idaresinin halkının istekleri doğrultusunda değişiklik
yapabilmesi ve seçim sisteminin değişmesi gerektiği gibi istek ve beklentilerdi109
.
Âdem-i Merkeziyet fikri esasında Osmanlı Devleti’nin yabancı olduğu bir
düşünce değildi. Prens Sabahaddin’in geliştirdiği ve Osmanlı Devleti içerisindeki her
eyaletin kendi içerisinde özerk olmasını esas alan bir düşünceydi110. Prens’in Paris’te
bulunduğu sırada etrafına topladığı Arap liderler de bu düşünceyi benimsemişlerdi.
Kanun-i Esasî’nin ilan edilmesinden sonra İstanbul’a gelen Prens Sabahaddin,
Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Partisi’ni kurmuş ve bu parti Şam ve Beyrut
gibi yerlerde şubeler açmaya muvafık olmuştur. Nitekim bundan sonra da bu fikir,
Araplar arasında yayılmış ve birçok Arap lideri bu düşünceyi benimsemiştir. Fakat
1908 yılında bu parti kapatılmıştır. Bu tarihten sonra ise Âdem-i Merkeziyet fikri,
Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin programı arasında yer almıştır111
.
Her ne kadar Kahirede kurulan bu cemiyetin Prens Sabahaddin ile resmi bir
bağının olmadığı iddia edilse de, Prens’in düşüncelerini savunan Hürriyet ve İtilaf
Partisi’nin programı ile bu cemiyetin programı arasında benzerlikler mevcuttur.
Dolayısıyla Prens Sabahaddin aracılığıyla Osmanlı Devleti’nde yeşertilen Âdem-i
Merkeziyet fikrini112, Arap topraklarında bu cemiyet devam ettirmiştir.
109 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 107-108
110 Prens Sabahaddin’e göre Âdem-i Merkeziyet fikri, 23 Aralık 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasî’nin
108. maddesinde yer bulan ”Vilâyâtın usûl-i idaresi tevsî-i mezuniyet ve tefrik-i vezaif kaidesi üzerine
müesses olup derecatı nizâm-ı mahsus ile tayin kılınacaktır” ifadelerine binaen inşa edilen bir
düşünceydi. Bkz. resn Sabahaddin, Gönüllü Sürgünden Zorunlu Sürgüne Bütün Eserleri, Haz:
Mehmet Ö. Alkan, İstanbul 2007, s. 140; Prens Sabahaddin’in Âdem-i Merkeziyet düşüncesine göre
idarî sistem, merkezden verilecek emirlerin her yerde uygulanması esasına göre değil, yerel
yönetimlerde oluşturulacak bir yönetim mekanizmasıyla kararlar alınıp uygulanmalıydı. Bkz. rens
Sabahaddin, Türkiye Nasıl Kurtarılabilir ?, Çev: İnan Keser, Ankara 2002, s. 43; Muzaffer Budak,
Toplum Bilimci Prens Sabahattin, Beyazıt Devlet Kütüphanesi, İstanbul 1998, s. 220; Cavit Orhan
Tütengil, Prens Sabahattin, İstanbul 1954, s. 33; F. M. Sancaktar, a.g.e., s. 200.
111 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 98-101.
112 Yerinden yönetim fikrinin her ne kadar idarî işleri kolaylaştıracağı düşüncesi doğru olsa da,
dönemin şartları dikkate alındığında etnik unsurların milliyetçi duygularını yeşertmesi bağlamında
Osmanlı Devleti’nde başlayan çözülme sürecine katkısı hiçbir şekilde yadsınamaz. Çünkü Osmanlı
Devleti çok farklı din ve etnik unsurlara mensup bir toplum yapısına sahipti. Dolayısıyla Âdem-i
48
1.3.3.2.4. El-Cem’iyetü’l-Umumiyyetü’l-Islahiyye (Umumi
Islahat Cemiyeti)
Beyrut’ta 1912 yılında yirmi dört kişiden müteşekkil bir şekilde kurulan bu
cemiyet, görünüş itibariyle Osmanlı Devleti’ne karşı dış müdahalenin engellenmesi
maksadıyla kurulmuş olan bir cemiyet gibi gösterilmek istense de esasında fikrî
olarak ikiye ayrılmış durumdaydı. Cemiyetin Hıristiyan üyeleri; Suriye ve Beyrut’un
Fransız mandasına girmesini talep ederken, Müslüman üyeler Osmanlı Devleti’nden
memnun olup yönetim ve idarede Arap hukukun uygulanmasını istiyorlardı.
Cemiyete bu ismin verilmesinin sebebi ise Balkan Savaşlarının başladığı bir
dönemde Osmanlı kamuoyunda “ıslahat” düşüncesinin artmış olmasıdır113
.
1.3.3.2.5. Şam ve Basra Islahat Cemiyetleri
Kamil Paşa hükümetinin bütün vilâyetlerden ıslahat lâyihası istemesi üzerine
Şam’da 13 Ocak 1913’de kurulan Şam Islahat Cemiyet, kendi arasında bir fikir
birliği kuramamıştır. Cemiyet üyelerinin bir kısmı âdem-i merkeziyet fikrini
savunurken diğer kısmı ise merkeziyetçi bir idarî sistemin taraftarı idiler114
.
Tasvir-i Efkâr ve Tanin gibi bu tür oluşum ve düşüncelere çok şiddetli
muhalefet eden gazetelerde ıslahat aleyhtarı yazılar yazılmıştır. Nitekim Kanun-i
Esasî’ye aykırı olduğu düşüncesiyle Şam ve Basra Islahat Cemiyetleri daha sonra
kapatılmıştır115
.
Merkeziyet fikri Arapların, Osmanlı Devletinden bağımsızlığını kazanma sürecinde her zaman
kullanmak istedikleri bir düşünce olmuştur. F. M. Sancaktar, a.g.e., s. 432
113 Ayrıntılı bilgi için bkz. Z. Kurşun, a.g.e., s. 112-117; Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve
Fransız…, s. 113-119; C. T. Karasapan, a.g.e., s. 125.
114 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 117; Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…,
s. 119.
115 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 120.
49
1.3.3.3. Meşrutiyet’ten Sonra Kurulan Gizli Arap Cemiyetleri
Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesinden sonra kurulan bu cemiyetlerin asıl
amaçları Arap bağımsızlık hareketini güçlendirmek ve isyan ile bağımsızlıklarına
kavuşmak olmuştur. Resmi olarak kurulan cemiyetler bu amaçlarını açıktan
yapamadıklarından dolayı gizli bir örgütlenme içerisine girmişlerdir. Bunun doğal
sonucu olarak da resmi cemiyetlerle sürekli işbirliği içerisinde olmuşlardır. Arap
bağımsızlığını amaç edinen bu cemiyetler Fransa ve İngiltere gibi ülkelerden de her
türlü yardımı almışlardır116
.
1.3.3.3.1. El-Kahtaniyye Cemiyeti
Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesinden sonra, Ağustos 1909 yılında yeni
cemiyetler kanununun yürürlüğe girmesiyle birlikte 1909 yılının sonlarına doğru
İstanbul’da kurulmuş bir cemiyettir117. Arapların ilk ataları olarak kabul ettikleri
“Kahtanoğulları” ndan dolayı kurulan cemiyete bu isim verilmiştir. Kurucuları
arasında Halil Hamade, Aziz Ali El-Mısrî, Selim El-Cezairi, Abdülhamid Zöhravi,
Hakkı El-Azm, İzzet El-Cündi, Emir Adil Arslan, Emir Arif Şihabi, Emir Lütfi Bey
El-Hafız, Ali Efendi En-Nişaşibi, Safvet El-Avva, ve Şükrü El-Aseli gibi önemli
isimler vardır118
.
Faaliyetlerini gizli olarak sürdüren bu cemiyet üyeleri, birbirlerini tanımak
için sadece üyelerin bildikleri bir parola kullanmışlardır. 1911 yılına kadar bütün
Arap topraklarında şubeler açmışlar ve Müslümanların yanı sıra Hıristiyanları da
kendi çatıları altında toplamışlardır119
. Türk aleyhtarlığı ekseninde Osmanlı
Devleti’nden ayrılmak ise bu cemiyetin temel amacı olmuştur.
116 Ali Bilgenoğlu, Osmanlı Devleti’nde Arap Milliyetçi Cemiyetleri, 2007, s. 70; Ö. O. Umar,
Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 121; M. D. Kılınçkaya, a.g.e., s. 73-74; B. Tibi, a.g.e., s. 149.
117 İzahat, s. 43; C. T. Karasapan, a.g.e., c. 2., s. 124.
118 Bu şahıslar aynı zamanda El-Mütedi Cemiyetini oluşturan kişilerdir. İzahat, s. 45; Ö. Kürkçüoğlu,
a.g.e., s. 22; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 120; Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve
Fransız…, s. 121; H. Kayalı, a.g.e., s. 210.
119 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 121.
50
Gizli bir yapılanma içerisinde olan Kahtaniyye Cemiyeti, üyeleri arasındaki
güvensizlikten dolayı aralarından birinin faaliyetlerini İstanbul’a bildirmesi
korkusundan dolayı kendini feshetmiştir120
. Cemal Paşa’ya göre bunun başka bir
sebebi ise; Halil Hamade Paşa’nın vefat etmiş olması, Hakkı El-Azm’ın Suriye
müfettişliğine, Aziz Ali El-Mısrî ile Selim Bey El-Cezâirî’nin başka hizmetlere
atanmış olması neticesinde cemiyetin faaliyetlerinin aksaması, kapanmasına sebep
olmuştur. Fakat bu fesih daha sonra kurulacak olan El-Ahd, Ellâ Merkeziye ve
Cem’iyet’üs-Sevriyyetü’l-Arabiyye cemiyetlerinin kuruluş aşamasına giden sürecin
başlangıcı olmuştur121
.
1.3.3.3.2. El-Ahd Cemiyeti (Yemin Cemiyeti)
Kahtaniyye Cemiyeti’nin faaliyetlerinin deşifre olmasından sonra yerine
farklı bir cemiyet kurma fikri oluşmuştur. Başta Aziz Ali El-Mısrî ve Arap
subaylarından oluşan bir grup tarafından İstanbul’da, Ekim 1913 yılında yeni bir
cemiyet kurulmuştur. Kurulan bu yeni cemiyeti oluşturan üyelerin birçoğu Irak asıllı
olup Osmanlı ordusunda görev yapan Arap subaylar idi. Diğer cemiyetlerden ayrılan
en önemli özelliği ise sadece askerlerden oluşan bir cemiyet olması idi122
.
Aziz Ali El-Mısrî önderliğinde kurulan bu cemiyetin hedefi federal bir Arap
devleti kurmaktı. Bunu gerçekleştirme adına savundukları iddia ise böyle bir federal
yapı kurulduğunda Arap bölgeleri Osmanlıya bağlı olacak ve İstanbul yine merkez
olarak kalacaktı. Bunun yanı sıra her bölge kendi istediği dili konuşacak ve resmi dil,
Türkçe olarak kalacaktı123. Yapılan faaliyetlerin ayrılıkçı faaliyetler olmadığını
göstermek adına, Osmanlı Devleti’nin büyük bir devlet olarak kalacağı vurgusu
üzerinde durulmuş olması neticesinde, bu isteklerin gerçekleşmesi durumunda
Osmanlı toprağı olan Arap topraklarında işgallerin daha da kolay olacağı aşikârdı.
120 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 124.
121 İzahat, s. 47.
122 İzahat, s. 47; B.Tibi, a.g.e., s. 148; Z. Kurşun, a.g.e., s. 124-125; Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 22;
Cemal Kutay, Tarihte Türkler Araplar-Hilâfet Meselesi, İstanbul 1970, s. 228; George E. Kirk, A
Short History Of The Middle East, London 1949, s. 122.
123 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 126-127; Z. Kurşun, Yol Ayrımında TürkArap…, s. 125.
51
El-Ahd cemiyetini önemli kılan ise Aziz Ali El-Mısrî faktörü idi. Aziz Ali ElMısrî aslen Türk olup, Osmanlı eğitim kurumlarında öğrenim görerek subay olan bir
askerdir. Osmanlı ordusunda önemli görevler yapmış ve birçok hizmetler etmiştir.
Fakat istediği makamlara gelememiş olması ve buna karşın Enver Paşa’nın önemli
mevki ve makamlara gelmesi sonucunda, Enver Paşa ile aralarında yaşanan ihtiras
sebebiyle Aziz Ali El-Mısrî, Arap milliyetçiliğine yönelmiştir. II. Meşrutiyet sonrası
oluşan ortamdan faydalanarak, bazı cemiyetler kurmuş ve bu cemiyetler vasıtasıyla
Arap milliyetçiliği fikrini geliştirmiştir. Kendisi subay olması dolayısıyla özellikle
Osmanlı ordusu içerisindeki subaylar arasında kendi fikirlerini yaymaya çalışmış ve
federal bir Arap devleti kurmak istemiştir. Bu sırada Trablusgarp Savaşı çıkmış ve
Aziz Ali El-Mısrî ayrılıkçı hareketleri nedeniyle tutuklanmış ve Divan-ı Harbe
verilmiştir124
.
Yapılan yargılama sonucunda Aziz Ali El-Mısrî önce idama mahkûm
edilmiştir. Bu durumun Türk-Arap çatışması haline dönüştürülmek istenmesi ve
Enver Paşa ile Aziz Ali El-Mısrî arasındaki şahsi bir mücadele gibi gösterilmeye
çalışılması üzerine bu ceza, önce on beş yıl hapis cezasına çevrilmiş daha sonra da
Aziz Ali El-Mısrî’nin affedilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu durumda etkili olduklarını
iddia eden İngilizler ise, Aziz Ali’nin affedilmesinde kendilerinin etkiliği olduğu
propagandası yapmışlardır. Daha sonra Aziz Ali, Mısır’a gitmiş ve Osmanlı
aleyhinde çalışmalarına orada devam etmiştir125
.
El-Ahd Cemiyeti, Aziz Ali tutuklandıktan sonra ikiye bölünmüştür. Iraklı
subaylar kendi grubunu, Suriyeli subaylar da kendi grubunu oluşturmuşlardır. Daha
sonra ise bu cemiyetin üyeleri Arap ayaklanmalarında görev almışlardır126
.
124 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 433-434.
125 İzahat, s. 52; Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 134; Z. Kurşun, Yol Ayrımında
Türk-Arap…, s.124.
126 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 126.
52
1.3.3.3.3. Cem’iyet’ül-Arabiyyeti’l-Fetat (Genç Araplar
Cemiyeti)
Arap gizli cemiyetlerin içerisinde en önemlisi olan El-Fetat Cemiyeti, 1911
yılında Paris’te Suriyeli öğrenciler tarafından kurulmuştur. El-Fetat Cemiyeti’nin
üyelerinin tamamı Müslümanlar oluşturmakta idi
127
. Cemiyetin kurucuları arasında
Muhammed Rüstem Haydar, Avni Abdülhadi, Muhammed Muhmasani, Abdülgani
El-Arisi, Refik El-Temimi ve Tevfik El-Süveydi gibi isimler vardı128
.
El-Fetat Cemiyeti, Arap bağımsızlık hareketinin gelişmesinde katkısı en fazla
olan cemiyetlerden biridir. Bu cemiyet, ilk başlarda Osmanlı bayrağı altında
Arapların kalkınmasını ve II. Meşrutiyet’in kendilerine tanıdığı haklardan
yararlanma arzusunda iken, daha sonra asıl amaçlarını ifşa etmişler ve Arap
bağımsızlığını sağlamak için çalışmışlardır. Bu açıdan bu cemiyet, Arap
bağımsızlığını hedefleyen bütün cemiyetler ile ilişkiler kurmuşlardır129
.
Bu cemiyetin en önemli özelliği ise 1913 yılında Paris’te yapılan Arap
Kongresi’ni düzenlemiş olmasıdır. Bu cemiyet bundan sonra da özellikle Birinci
Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle işbirliği içerisine girmiş ve savaştan sonra da
müstakil Suriye ve Irak devletlerinin kurulması için çalışmıştır. 1918 yılından sonra
ise bu cemiyet içindeki üyeler, birçok parti kurmuşlar ve faaliyetlerini devam
ettirmişlerdir130
.
127 G. Antonius, a.g.e., s. 111; B. Tibi, a.g.e., s. 148; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s.
127; Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız.., s. 129.
128 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 22; Z. Kurşun, a.g.e., s, 127; M. D. Kılınçkaya, a.g.e., s. 75
129 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 127-128.
130 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 131.
53
1.3.3.3.4. En-Nahdatü’l-Lübnaniyye (Lübnan Kalkındırma
Cemiyeti)
Lübnan’da gizli olarak kurulan bu cemiyetin kurucuları arasında Abdülgani
El-Arisi, Daibes El-Mer, Halil Zeyne ve Yusuf El-Galbuni gibi isimler vardır.
Beyrut’ta da bir şubesi olan bu cemiyetin en önemli amacı ise, Beyrut topraklarının
Lübnan topraklarına katılması ve Lübnan sınırının Bekaa’ya kadar genişletilmesi
olmuştur. Bu amaç doğrultusunda Fransız Konsolosluğu ile ciddi ilişkiler içerisinde
olan bu cemiyete, Fransız Konsolosluğu tarafından ciddi oranda maddi yardımlar
yapılmıştır. Ayrıca bu cemiyet halka Fransız nüfuzunu yerleştirmiş ve Fransız
menfaatleri doğrultusunda çalışmıştır131
.
1.3.3.3.5. Erze Cemiyeti
19 Nisan 1912 tarihinde Lübnan’da kurulan bu cemiyete Habib Paşa Saad ve
Selim Bey El-Mavsi başkanlık yapmıştır. Lübnan’da bazı ıslahatların yapılmasının
elzem olduğu konusunda ittifak eden üyelerin en önemli istekleri, adli bağımsızlığın
sağlanması ve bu konuda her türlü müdahalenin engellenmesi, Lübnan ileri
gelenlerinin görüşlerine saygı duyulması ve cemiyetin ıslahat yapılması noktasındaki
görüşlerinin dikkate alınması olmuştur132
.
1.3.3.3.6. Cem’iyetü’l-Camiu’l-Arabiyye (Arap Birliği
Cemiyeti)
Muhammed Reşid Rıza ve Şeyh Ali Yusuf tarafından Mısır’da kurulan bu
cemiyet, Arap bağımsızlığı propagandası yapmıştır. Bu amaç doğrultusunda özellikle
Hindistan’da birçok faaliyetler gerçekleştiren bu cemiyet, Hintli Müslümanlar
arasında Arap bağımsızlığı fikrini yaymak için uğraşmıştır. Hintli Müslümanlar
arasında daha fazla etkili olabilmek adına “Cem’iyetü’l-Hadimu’l-Kabe” takma
131 Ayrıntılı bilgi için bkz. İzahat, s. 63-71; Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 132.
132 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 133
54
adını kullanmış ve bu takma ad altında çok ciddi miktarda paralar toplamıştır.
Hindistan’ın yanı sıra Anadolu’da şubeler açıp, Kâbe-i Muazzama adına paralar
toplamıştır. Bu cemiyet, topladığı bu paraları ise Arap bağımsızlığı için
kullanmıştır133. Hindistan Müslümanları arasında Arap bağımsızlığı düşüncesini
yaymak istemesi esasında İngiltere’nin yararına olacağından bu cemiyetin, İngiliz
menfaatleri doğrultusunda faaliyetler içerisinde olduğunu söylemek mümkündür.
1.3.3.3.7. Cem’iyetü’l-İttihadi’l-Lübnanî (Lübnan Birliği
Cemiyeti)
Lübnanlı göçmenler tarafından 12 Aralık 1909 tarihinde Kahire’de kurulan bu
cemiyetin kurucuları arasında Antun El-Cemil, Davud Berekat, İskender Ammun,
Halil Ganem, Muhammed Telhuk, Haydar Meluf Bişare Ukeym, Halil Ebi Lame,
Bolis Mesed, Cercis Hanna, Anton Cemil, Muhtesip Haydar Maaruf ve Habib
Yazbek gibi isimler vardır. Cemiyetin başkanlığını İskender Ammun, sekreterliğini
ise Anton Cemil yapmıştır. Bu cemiyetin amacı ise Lübnan’ın bağımsızlığını
kazanması olmuştur134
.
1.3.3.3.8. İttihad-ı Lübnan Cemiyeti
Lübnanlılar tarafından İskenderiye’de kurulan bu cemiyete İskenderiye’de
bulunan bütün Lübnanlılar katılmıştır. Mektup yoluyla isteklerini Avrupa, Amerika
ve İstanbul’a ileten bu cemiyetin amacı, Lübnan’ın bağımsızlığını kazanmak
olmuştur. Bu cemiyet aynı zamanda Kahire merkezli çalışmış ve diğer cemiyetler ile
işbirliği yapmıştır135
.
133 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 134.
134 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 134.
135 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 134-135.
55
1.3.3.3.9. El-Cem’iyet’üs-Sevriyyetü’l-Arabiyye (Arap
Ayaklanma Cemiyeti)
Aziz Ali El-Mısrî’nin İstanbul’da yargılanıp cezasının affedilmesinden sonra
Mısır’a döndüğü zaman El-Ahd Cemiyeti’ne bu isim verilmiştir. Bu cemiyet
faaliyetlerini gizleme ihtiyacı hissetmemiş ve dini, Arap milliyetçiliğini birleştirici
bir unsur olarak kullanmak istemiştir. Bu gaye etrafında Osmanlı Devleti’nin İslâm
dinini korumadığı propagandasını Araplar arasında yaymaya çalışmıştır136
.
Bu cemiyet Arap fikirlerini ve Araplık bilincini arttırabilmek için bildiriler
neşretmiş ve bu sayede Arapların milli duygularını arttırmak istemiştir137
.
Gerek II. Meşrutiyet’ten önce gerekse de II. Meşrutiyet’ten sonra kurulan en
önemli cemiyetler bunlardır. Fakat Arapların kurdukları cemiyetler sadece bunlarla
sınırlı değildir. Aynı zamanda Araplar, sadece Osmanlı topraklarında değil ülke
dışında da birçok cemiyetler kurmuşlardır. Bu cemiyetlerin bazıları uzun ömürlü
olamamış bazıları ise, diğer cemiyetlerle birleşme yoluna giderek faaliyetlerini
devam ettirmişleridir. Bu şekilde kurulan cemiyetlerin bazıları ise şunlardır; ”Le
Reveil de la Nation Arabe (Avrupa Milli Uyanışı), Cem’iyetü’l-Ahdar (Yeşil Bayrak
Cemiyeti), Cem’iyetü’l-Alemi’i-Ahdar (Kara El Cemiyeti), El-Islahü’l-Edebi (Edebi
İyileştirme Cemiyeti), Cem’iyetü’d-Difa’ (Savunma Cemiyeti), Cem’iyetü’l-Terakki’lLübnanî (Lübnanlılar İlerleme Cemiyeti)138
.
Bu gizli cemiyetler aynı zamanda büyük oranda Arap bağımsızlığı hedefi
doğrultusunda Arap milliyetçiliğini destekleyen Fransa’nın yardımlarıyla
örgütlenebilmişlerdir. Bu bağlantıyı deşifre edip, ortaya koyan ise Cemal Paşa
olmuştur139
.
Çok farklı saiklerle kurulmuş olsalar da bu cemiyetlerin tek ortak noktası,
Arap bağımsızlığını kazanma yolunda Arap milli uyanışını gerçekleştirmek ve Arap
halkını isyana teşvik etmek olmuştur. Kurulan bu cemiyetlerin birçoğu, 1916 Şerif
136 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 134.
137 Hüseyin Kâzım Kadri, Balkanlardan Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi- 10 Temmuz İnkılâbı
ve Netayici, Sadeleştiren: Kudret Büyükcoşkun, İstanbul 1992, s. 158.
138 Z. Kurşun. Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 131; Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…,
s. 137-138.
139 B. Tibi, a.g.e., s. 154.
56
Hüseyin İsyanı’nda, Şerif Hüseyin’e yardım etmişler ve Osmanlı ordusuna karşı
İngilizlerle birlikte çarpışmışlardır. Bunun yanı sıra bu cemiyetlerin Arap
milliyetçiliğini geliştirmek adına 1913 tarihinde topladıkları Paris Arap Kongresi
sayesinde, birlikte hareket edebilme imkânına kavuşmuşlardır.
1.3.4. Paris Arap Kongresi
II. Meşrutiyet’le birlikte Osmanlı Devleti’nde yaşayan Araplar, cemiyetler
aracılığıyla hedeflerine ulaşamayacaklarına anladıklarında, güçlerini birleştirmek için
bir kongre düzenlemek fikri ortaya çıkmıştır. Bu fikrin ortaya çıkmasıyla beraber
Fransa hükümetinin izni alınarak Paris’te bir kongre yapmaya karar verilmiştir.
Öncesinde İttihat ve Terakki Hükümeti, Paris’te bir Arap kongresinin
düzenlenmesini engellemek amacıyla Fransa hükümeti nezdinde girişimlerde
bulunduysa da bir sonuç alamamıştır. 18-24 Haziran 1913 tarihinde gerçekleşen bu
kongre, Arapların siyasi faaliyetlerinden en önemlisi olmuştur. Kongreyi düzenleyen
El-Fetat Cemiyeti olmasına rağmen bu cemiyet, gizli bir cemiyet olduğundan dolayı
kongreyi kendi ismiyle değil de, Avrupa’da yaşayan Arap göçmenler adına
düzenlemiştir. Kongrenin düzenlenmesi aşamasında El-Fetat Cemiyeti, Kahire’deki
Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti ile irtibata geçmiş, bu kongreye iştirak etmelerini ve
tanınmış siyasetçilerin de katılmalarını sağlamalarını istemişlerdir. Bu davete olumlu
cevap veren Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti, Abdurrahman El-Zehravi’yi Kongre
Başkanı olarak tayin etmiştir. Bunun üzerine kongre hazırlıkları başlamış ve Avrupa
ve Amerika’da bulunan Araplara hitaben bir bildiri hazırlanarak yayınlanmıştır. Bu
bildiriye göre kongrede ele alınacak en önemli meseleler şunlardır:
1. Vatanın istiklâli, devamı ve işgallere karşı müdafaa,
2. Osmanlı ülkesinde yaşayan Arapların hukuki hakları,
3. Âdem-i Merkeziyet fikrine göre bir siyasi ıslahat gerekliliği,
4. Suriye’den yapılan göçler ve Suriye’ye göç140
.
Bu başlıklar altında kongre, 18 Haziran 1913 tarihinde Abdurrahman ElZöhravi başkanlığında Paris’te St. German caddesinde Coğrafya Enstitüsü salonunda
140 İzahat, s. 103; G. Antonius, a.g.e., s. 114; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 132-133;
M. D. Kılınçkaya, a.g.e., s 69-70.
57
toplanmıştır141. Kongreye katılanlar arasında, idare heyeti olarak Şarl Dibas, Cemil
Bey Rum, Avni Abdülhâdi, Nedra Matrân, Abdülgani El-Arîsî, Şükrü Ganem, Cemil
Bey Ma’luf, Muhammet El-Mahmasâti142; Beyrut Islahat Cemiyeti Adına, Selim
Selâm, Ahmet Muhtar, Halil Zeine, Şeyh Ahmet Tarabba, Eyüp Sabri; Âdem-i
Merkeziyet Cemiyeti adına, Abdurrahman El-Zöhravi, İskender Ammun; Arap
Edebiyatçıları Kulübü adına; Abdülkerim El-Halil, Arap temsilcileri ve El-Fetat
Cemiyeti üyeleri katılmıştır143
.
Bunun yanı sıra toplantıda hazır bulunan diğer önemli isimler ise şunlardır;
Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal, Abdüllaziz Es-Suud, İbn-i Reşid’in kardeşi Zahil
El-Subhan, Şeyh Cabir Bey, Şeyh Casip Han ve Üceymi Bey Saadun’un kardeşi
Hamid Bey Saadun144 gibi isimler kongrede hazır bulunmuştur.
Yoğun tartışmaların yapıldığı Paris Arap Kongresinde 21 Haziran 1913’teki
oturumunda ise şu kararlar alınmıştır;
1. Osmanlı Devleti’nde ıslahatların acil olarak uygulamaya konması elzemdir.
2. Arapların siyasi haklardan istifade etmesi sağlanmalı ve merkezi idareye
Türklerle birlikte iştirakleri sağlanma.
3. Arap vilâyetlerinin ihtiyaçları ve bölgenin şartları göz önüne alınarak
Âdem-i Merkeziyetçi idareler kurulmalı.
4. Beyrut Islahat Komitesi’nin 13 Ocak 1913 sunduğu ıslahat layihası acilen
uygulamaya konmalı.
5.Meclis-i Mebusan’da Arapça geçerli dil olmalı ve Arapça, Arap
vilâyetlerinde resmi dil olarak kabul edilmeli.
6. Askerlik hizmeti, Arap vilâyetlerinde zaruret olmadıkça mahalli olmalıdır.
7. Cebel-i Lübnan idaresine gerekli mali yardımlar yapılmalı.
8.Kongre, Osmanlı Ermenilerinin reformcu ve Âdem-i Merkeziyetçi
taleplerini tasvip eder.
9. Bu kararlar Osmanlı Devleti’ne ve dost devletlere de bildirilecektir.
141 Z. N. Zeine, a.g.e., s. 93; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 134; M. D. Kılınçkaya,
a.g.e., s. 70.
142 İzahat, s. 103-104.
143 Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 134.
144 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız.., s. 191.
58
10.Kongre idare heyeti, Fransa hükümetine konukseverliğinden dolayı
teşekkür eder145
.
Bu kararların ilan edilmesiyle birlikte aynı gün Kongre, kararların bir
kopyasını Osmanlı Devleti Paris Büyükelçiliği’ne takdim ederek, Osmanlı
hükümetine iletmesini istemiştir. Bu kongrenin Araplar üzerindeki etkisini azaltmak
için İttihat ve Terakki Hükümeti, kongreyi tertip eden idare heyetiyle anlaşmak üzere
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Genel Sekreteri Mithat Şükrü Bey’i Paris’e
göndermiştir. Yapılan görüşmeler neticesinde, alınan bu kararlar Osmanlı
Hükümeti’nce kabul edilmiş ve Arapları temsilen İstanbul’a gelen Abdülkerim ElHalil ile Dâhiliye Nazırı Talat Paşa arasında bir anlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşma
neticesinde de Araplara geniş haklar tanınmıştır146. Bu anlaşmanın kabul edildiğinin
duyulması üzerine ise Arap vilâyetlerinden İstanbul’a teşekkür mektupları
yağmıştır147
.
18-24 Haziran 1913 tarihleri arasında Paris’te düzenlenen Arap Kongresi’nin
ardından, Araplara geniş haklar verilmesinin yanı sıra Arap bağımsızlık hareketinin
liderlerini bu fikirlerinden vazgeçirmek için Osmanlı Devleti’nin önemli mevkilerine
Araplar getirilmiştir. Fakat bu durum Arap liderlerini bağımsızlık düşüncesinden
vazgeçirmek yerine ileride isyan sırasında ihtiyaç duyacakları kadroların hazır
bulundurulmasını sağlamaktan öteye gidememiştir148
.
Paris Arap Kongresi’nin toplanmasına karşı muhalefet edenler de mevcuttu.
Bunların başında da Şerif Hüseyin ve isyan sırasında onun askeri ordularını komuta
eden ve kongrenin yapıldığı sırada Erkan-ı Harbiye Binbaşısı olan Aziz Ali El-Mısrî
gelmekteydi. İkisi de Osmanlı Devleti’nin sıkıntılı bir süreçte bulunduğu bu sürede
böyle bir kongrenin tertip edilmesini, ihanet olarak nitelendirmişler ve kongre idare
heyetinin yardım taleplerini geri çevirmişlerdir149
. Esasında ise Şerif Hüseyin ve
Aziz Ali’nin bu şekilde görüş beyan etmelerinin altında, planladıkları isyan
hareketinin açığa çıkmaması istemeleri yatmaktadır.
145 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 38; Z. Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap…, s. 135-136; M. D.
Kılınçkaya, a.g.e., s. 70-71; Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 194-195.
146 Ayrıntılı bilgi için bkz. : Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 199-200.
147 M. D. Kılınçkaya, a.g.e., s. 72.
148 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 202.
149 A. Bilgenoğlu, a.g.e., s. 182.
59
Bu kongreye muhalefet eden bir diğer önemli isim ise Lübnan’ın önemli
ailelerinden olan ve aynı zamanda sıkı bir Osmanlıcı olarak bilinen Emir Şekip
Arslan’dır. Paris’te bir Arap Kongresi’nin toplanmasına karşı çıkan Arslan, kongre
ile ilgili hatıralarında şunları söylemiştir; “…ben böyle bir kongrenin yapılmasına
karşıydım. Bana göre böyle bir kongre, Suriye’ye gözünü dikmiş olan Paris gibi bir
başkentte yapılmamalıydı. Devlet, Balkan Savaşlarıyla uğraşırken böyle bir kongre
düzenlemek doğru değildi... Devletin itibarının zedelenmesi sadece Türk değil bütün
Müslümanlara zarar veriyordu, çünkü milliyetçi olduğumuzu göstermek için ne
kadar uğraşsak da Avrupalıların gözünde tek bir millettik…” demiştir. Devamında
ise Paris Arap Kongresi’nin sonuçlarını değerlendiren Arslan’ın, şu ifadeleri dikkat
çekicidir; “…Devlet Arap sorununa bir çözüm bulmak istiyordu, bu nedenle anlaşma
yaptığı Fransa’ya Suriye bölgesinde birçok ekonomik ayrıcalık tanıdı. Buna karşılık
Fransa, Paris’teki kongreye katılanlarla ilişkisini kestiğini söyledi. Oysa daha önce
kendilerine yardım sözü vermişti…” diyerek, Fransa’nın ikili bir tavır sergilediğini
anlatmıştır. Arslan’a göre bu durum, kongreden beklentileri azaltmıştır150
.
Paris Arap Kongresi ile birlikte ayrılıkçı Araplar, bağımsızlığa giden yolda
fikir birliği sağlamışlar ve bu aşamada ilk adım olarak Sait Halim Paşa Hükümeti ile
kongre kararlarında yer alan ıslahatları yapma konusunda anlaşmışlardır. Bu
kararların birçoğu âdem-i merkeziyet siyaseti etrafında istenilen ıslahatlardı. Osmanlı
Devleti’nin bu süreçten sonra Balkan Savaşları ile uğraşmak zorunda kalıp, bu
ıslahatları gerçekleştirme fırsatı bulamaması neticesinde ise Araplar, bağımsızlık
adına bu ıslahatların gerçekleştirilememiş olmasını fırsat bilmişler ve İttihat ve
Terakki Hükümeti’ni suçlamışlardır151
.
1.3.5. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na Girmesi ve
İsyan Üzerindeki Etkisi
Bismarck’ın, 18 Ocak 1871 tarihinde Almanya’nın siyasi birliğini
sağlamasının ardından Almaya, Avrupa‘da bir denge unsuru olarak ortaya çıkmıştır.
150 Emir Şekip Arslan, İttihatçı Bir Arap Aydınının Anıları, ter: Halit Özkan, İstanbul 2008, s. 65.
151 A. Bilgenoğlu, a.g.e., s. 200-212.
60
Almanya’nın gelişen ekonomisi, diğer güçlü devletleri endişelendirmekteydi.
Üretimin arttığı Almanya, ürünlerini satabilmek için yeni pazarlara ihtiyaç duymakta
ve doğuya doğru nüfuz alanını genişletmek istemekteydi. 1890’dan sonra Almanya,
bu ihtiyacına binaen hedef olarak önce Güneydoğu Avrupa ve Ön Asya’yı belirlemiş
daha sonra da, Afrika ve Asya’ya yönelmiştir. Böylece İngiltere için Almanya,
İngiltere’nin denizlerdeki hâkimiyetine güçlü bir rakip olarak ortaya çıkan ve
Avrupa’da güçler dengesini değiştiren bir ülke olmuştur. Özellikle Almanya,
İngiltere’nin Asya’daki en büyük sömürge ülkesi olan Hindistan’a giden yolunun
güvenliği ve deniz aşırı çıkarları önünde büyük bir tehdit olarak ortaya çıkmıştır.
Ayrıca İngiltere, Kızıldeniz’deki geçiş hatlarını sürekli açık tutmak istemiştir152
.
İngiltere de kendisine rakip olarak ortaya çıkan bu gücün etkinliğini doğal olarak
azaltmak istemekteydi. Bunun yanı sıra Fransa ise, güvenliği açısından Avrupa’da
hemen yanı başında güçlü bir Almanya’nın varlığından endişe duymaktaydı153
. Bu
şartlar altında Almanya, hem İngiltere hem de Fransa için büyük rakip idi.
Yine bu dönem, rekabetin en çok arttığı ve güçler arasındaki çıkar
çatışmalarının en çok keskinleştiği bir dönem olmuştur. Özellikle demiryolu
imtiyazları, İstanbul ve boğazlar meselesi ile birlikte Filistin meselesi büyük güçler
arasında bölünmelere sebebiyet vermiştir.
İngiltere ve Fransa’nın Almanya aleyhine politikaları giderek daha da
keskinleşmiş ve Almanya’nın da Ön Asya’ya olan ilgisi daha belirginleşmişti. Bunun
neticesinde Almanya, geleceğini doğuda görmeye başlamaktaydı. Bu fikrin
oluşmasında ise Alman siyasi birliğini sağlayan Bismarck’ın siyasi etkinliğinin
azalıp, Kayzer II. Wilhem’in şansölye olmasıyla Almanya’nın ordularını ve özellikle
de donanmasını güçlendirmesi gelmektedir154
.
Dünyada oluşan bu dengeler neticesinde Almanya siyasi ve ticari imtiyazlar
alabilmek için gözünü Osmanlı Devleti’ne dikmişti. Osmanlı Devleti de giderek
belirginleşen bloklar arasında, güçlü devletleri temsil eden İngiltere ve Fransa
152 M. Talha Çiçek, “Şerif Hüseyin İsyanının Türk ve Arap Kimlik İnşa Süreçlerindeki Etkisinin
Analizi”, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Sakarya 2007, s. 52
153 R. Uçarol, a.g.e., s. 461-462.
154 Hakan Uyar, “Birinci Dünya Savaşında Suriye-Filistin Cephesi Stratejileri”, Çanakkale Onsekiz
Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale 2006,
s. 16
61
tarafında yer almak istediyse de, bu devletlerin buna yanaşmaması neticesinde
tarafsız kalmıştır. Almanya gerek doğu ticaretini geliştirmek gerekse dünyada
belirginleşen bloklar arasında tarafsız kalan Osmanlı Devleti’ni kendi tarafına
çekmek istemesinden dolayı Osmanlı Devleti’ne yaklaşmıştır. II. Wilhem döneminde
doğuya karşı artan ilgisi çerçevesinde Almanya’nın, Osmanlı Devleti’ne olan ilgisini
de arttırmıştır.
II. Abdülhamit’in saltanatı döneminde, Osmanlı ordusunun ıslahı için Alman
General Von Der Goltz’un İstanbul’a gelmesi, II. Wilhelm’in 1889 ve 1898’da
İstanbul’u ziyaretinin ardından Suriye, Filistin ve Kudüs’e uğraması155 Osmanlı
Devleti’nin Almanya’ya olan sempatisini arttırmıştır. İlk olarak İngiliz şirketlerine
verilen 1856 İzmir-Aydın Demiryolu imtiyazının156 ardından Bağdat Demiryolu
imtiyazının157 1899’da Almanya’ya verilmiş olması, Osmanlı Devleti ile Almanya
arasındaki yakınlaşmayı daha da arttırmıştır158
.
Bu gelişmeler etrafında 1914 yılına gelindiğinde, Enver ve Talat Paşalar;
Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi gerektiğinden bahsederek Osmanlı Devleti’nin
tarafsız kalması durumunda diğer devletlerin Osmanlı ülkesini paylaşmak için ittifak
edeceğini savunmuşlardır. Bu iddiaları kanıtlayan gelişme ise savaştan önce
yaşanmıştır. Nitekim İngiltere, II. Wilhelm’e götürdüğü teklifinde; Almanya’nın
Irak, Mısır ve Arap yarımadasını kendisine, Suriye’nin de Fransa’ya bırakılması
şartıyla, Osmanlı toprağı olan Anadolu’nun da Almanya’ya bırakılacağı teklifini
sunmuştur. Fakat bu teklifi II. Wilhem kabul etmemiştir159
. Bu gelişmeler ve diğer
sebeplerden ötürü160 Osmanlı Devleti, 12 Kasım 1914’de İtilaf Devletlerine savaş
ilan etmesi üzerine Birinci Dünya Savaşına fiilen girmiştir161
.
155 Celal Tevfik Karasapan, a.g.e., c.1, s. 122.
156 Edward Mead Earle, Bağdat Demiryolu Savaşı, Çev: Kasım Yargıcı, İstanbul 1972, s. 40.
157 Dönemim Almanya Dışişleri Bakanı Baron von Schön bu imtiyazın her ne kadar sadece Osmanlı
Hükümeti ile Anadolu Demiryolu Kumpanyası arasındaki bir anlaşma olduğunu iddia etse de esasında
bu bir siyasi anlaşmadır. E. M. Earle, a.g.e., s. 131.
158 Bayram Kodaman, “II. Abdülhamid Döneminde Şark Meselesi”, Devr-i Hamid Sultan II.
Abdülhamid, haz: Metin Hülagü- Şakir Batmaz-Gülbadi Alan, Kayseri 2011, c. 1, s. 315.
159 Emir Şekip Arslan, Bir Arap Aydının Gözüyle Osmanlı Tarihi ve 1. Dünya Savaşı Anıları,
İstanbul 2010, s. 411; R. Uçarol, a.g.e., s. 469.
160 Ayrıntılı bilgi için bkz.: R. Uçarol, a.g.e., s. 461-469.
161 R. Uçarol, a..g.e., s. 469; Ziya Şakir, Paşalar Talat-Enver-Cemal, İstanbul 2010, s. 152.
62
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte daha
önceden İngiltere ile irtibata geçip belli ölçüde fikir birliği sağlayan Şerif Hüseyin,
isyana giden süreçte daha da cesaretlenmiştir.
Araplar, Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesiyle birlikte, eğer Araplar da
Osmanlı’nın tarafında savaşa girecek olurlarsa bu savaşı kim kazanırsa kazansın,
sonuç olarak Arapları başkaları yöneteceği tezi üzerinde durmuşlardır. Dolayısıyla
Arap ayaklanmasıyla birlikte başka milletlerin hükmüne boğun eğmekten kurtulmak
mümkündü162. Bu öngörüyle Birinci Dünya Savaşı’na giren Araplar, savaş sırasında
da bu fikirle hareket etmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin resmen Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden on beş gün
sonra Enver Paşa’nın isteğiyle Dördüncü Ordu Kumandanlığı’na atanan Cemal Paşa,
21 Kasım 1914 günü Suriye’ye doğru yola çıkmış ve Aralık ayının ilk günlerinde
Şam’a varmıştır163
. Görev yerine vardıktan sonra Kanal Seferi için hazırlıklara
başlayan Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’den oğullarından birisinin yardımcı bir
kuvvetle, Hicaz Valisi Vehib Bey refakatindeki Hicaz Fırkası Kumandanlığı’na
katılmasını istemiştir. Bunun yanı sıra Osmanlı Devleti, Mekke idaresinden Rusya,
İngiltere ve Fransa’ya halife adına cihad ilan edildiğinin mukaddes yerlere ilan
edilmesi istemiş ve Hicaz bölgesinden askeri birlik talep edilmiştir. Bu talebe karşı
ise Şerif Hüseyin şu cevabı vermiştir:
Cihad ilan edilmesi ve asker gönderilebilmesi için, öncelikle Arapların istedikleri
hakları elde edecekleri konusunda ikna edilmeleri gerekir. Bunun için öncelikle siyasi
suçlular için genel af ilan edilmeli ve Suriye ile Irak’ta adem-i merkeziyet yönetimi ilan
edilmeli. Sultan Selim zamanından beri kabul edilip miras yoluyla aktarılan haklar
yeniden tanınmalı ve şerifliğin babadan oğla geçeceği benimsenmelidir.
Bunlar yapıldığı takdirde Arap milleti üzerine düşeni sadakatle yerine getirecektir,
Suriye’de bulunan Emir Faysal’ın yanına yeni askerler gönderilecektir. Ayrıca Şerif
Hüseyin, Hicaz’ın doğusundaki her türlü düşman hareketine son verdikten sonra,
oğullarından bir tanesini Irak cephesine gönderecektir. Bu arada devletin İbn-i Reşid’i
cihada katılması için teşvik etmesi lazımdır.
162 K. Abdullah, a.g.e., s. 98-99.
163 C. Paşa, a.g.e., s. 185-193.
63
Bu şartlar yerine getirilmediği takdirde, daha önce girilmemesi ve ilan edilmemesi için
tavsiyede bulundukları bir savaşa Arapların katılması beklenmemelidir. Bu durumda
Arapların tek yapacağı, devletin galip gelmesi için dua etmek olacaktır164
.
Bu sırada Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal da Suriye’de, Cemal Paşa’nın
yanında bulunmaktaydı. Şerif Hüseyin’in bu cevabına çok kızan Enver Paşa ise Şerif
Hüseyin’i, oğlunu bir daha görememekle tehdit etmiş ve Şerif Hüseyin de oğlunun
Mekke’ye dönmesi şartıyla, bir birlik göndereceği cevabını vermiş ve nitekim oğlu
Emir Ali’yi Hicaz Sefer Kuvvetleriyle Mekke’den hareketle Medine’ye göndermiştir.
Fakat Medine’ye varır varmaz Emir Ali, babasından aldığı emir gereği daha ileri
gitmeyerek, Medine’de kalmış ve Kanal Seferi’ne katılmamıştır165. Bu duruma
karşısında Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’in farklı planları olduğunu anlamıştır.
Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünya Savaşı’na girmek
konusunda kendi tavsiyelerini dinlememekle suçlamıştır. Bunun yanı sıra bu durumu
da bir fırsat olarak görmüş ve eğer kendilerinden bir askeri kuvvet talep ediliyorsa
öncelikle kendilerine istedikleri hakları verilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Birinci
Dünya Savaşını fırsat olarak gören Şerif Hüseyin, her fırsatta Osmanlı’nın yanında
olduğu imajını vermeye çalışmış ve yaptığı hazırlıkları 1916 yılına kadar gizli tutmak
için uğraşmıştır.
164 K Abdullah, a.g.e., s. 99-100.
165 C. Paşa, a.g.e., s. 200-201.
64
İKİNCİ BÖLÜM
ŞERİF HÜSEYİN İSYAN VE İNGİLTERE
2.1. İNGİLTERE’NİN İSYAN FİKRİNİNOLUŞMASINDAKİ
ROLÜ
2.1.1. Şerif Hüseyin ve Oğullarının İngiliz Hayranlığı
Mekke Emiri Şerif Hüseyin, isyan öncesi İngiltere’nin yer aldığı tarafın
savaşı kazanacağı görüşündeydi ve buna inanmıştı. Nitekim bu konuda Sadrazam
Sait Halim Paşa’ya yazdığı mektupta da savaşa girilmemesi konusunda Osmanlı
Devleti’ni uyardığından bahsetmektedir. Aynı şekilde Şerif Hüseyin ve oğulları
savaştan sonra İngiltere’ye olan güvenlerini açıkça ifade etmişlerdir. Bu konuda Emir
Abdullah’ın hatıralarında özellikle de Lloyd George hükümeti ve Winston Churchill
hakkında zikrettiği şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir:
… Britanya’nın son asırdaki şans ve talihi olan Winston Churchill, aynı zamanda nadir
bulunan bir şahsiyettir. Churchill, Birleşik Krallığı ve İmparatorluğu mucizevî biçimde
kurtarmaya muvaffak olmuştur…
…İngiltere ve onun başbakanı vatanseverlik, hak uğruna sabırla savaşma, vatanın
selameti ve milletin izzet ve şerefinin korunması için canla başla çalışma konusunda
bütün dünyaya örnek olmuşlarıdır. Britanya zafere layık olduğunu ve bunu hak ettiğini
göstermiştir…
…Beni, kardeşim Faysal’ı Irak’ın kralı olması için çalışmaya sevk eden, Doğu Ürdün’e
gitmemi ve Hasenî ile Suriye birliğine hazırlık yapmak maksadıyla çalışmamı sağlayan
da Mr. Winston Churchill’dir…1
Bu sözleriyle Emir Abdullah’ın, İngiltere’ye karşı duyduğu hayranlığı
anlattıktan ve Winston Churchill için sarf ettiği sözlerden sonra Araplar için tavsiye
niteliğinde söylediği şu sözler oldukça önemlidir:
1 K. Abdullah, a.g.e., s. 241-242.
65
…Ey Araplar! Bilmelisiniz ki İngiltere ile işbirliğine eğilimli olmamız gerekiyor.
Çünkü dikkat edin, bütün büyük uluslar onlara karşı çıkmaktan aciz kalmışlardır.
İngiltere hiç kimseye hak etmediği değeri vermez. İngiltere yalancı, korkak ve
tembellerle iş birliği yapmaz. İngiltere politikalarını duygularıyla hareket ederek ya da
herhangi bir anlaşma veya savaşta kendisine yapılan yardımlara bakarak oluşturmaz.
Tam tersine İngilizler sabırlı ve istikrarlı bir millettir ve ancak güçlülere saygı duyarak
onları kendilerine katmak isterler. Başarısızlığı sevmedikleri gibi, ondan uzak dururlar.
Şu halde siz de güçlü, uyanık, sözünün eri ve dikkatli olun ki, İngiltere yanınızda yer
alsın ve dostluğunu sizinle paylaşsın..2
.
Araplara her zaman İngilizlerle işbirliği içinde olmaları gerektiğini öğütleyen
Emir Abdullah, İngilizlerle işbirliği yapmak için onlara güvenmek gerektiğinden
bahsetmekte ve İngilizlere olan hayranlığını dile getirmektedir.
2.1.2. İngiltere ve Şerif Hüseyin’in İlk İrtibata Geçişi: Emir
Abdullah İle Lord Kitchener Görüşmesi
Mısır Yüksek Komiserliği’nce hazırlanan bir raporda Emir Abdullah ile ilgili
bazı değerlendirmeler yapılmıştır. Bu değerlendirmelere göre, Şerif Hüseyin’in
ardındaki asıl gücün oğlu Emir Abdullah olduğu, kendisinin hırslı ve güçlü bir
karaktere sahip olan, diplomatik ilişkilerde ihtiyatlı davranan biri olarak ön plana
çıktığı vurgusu üzerinde durulmuştur. Bunun yanı sıra Şerif Hüseyin’in özellikle para
konusunda çok aceleci olduğu ve sabırsız bir kişiliğe sahip olduğu da vurgulanmıştır.
Şerif Hüseyin’in bağımsızlığa giden süreçte çok kararlı ve kendine güvenen bir
yapısının yanında öncelikle yapılması gerekenin Hicaz’daki Osmanlı kuvvetlerini
geri çekilmeye ikna etmek olduğu ve bunun için bölgedeki diğer Arap liderleriyle iyi
ilişkiler içinde olması gerektiği konusunda hassas olduğu3
üzerinde durulmuştur. Bu
konuda Şerif Hüseyin, oğlunun bütün planlarını ve hedeflerini desteklemekteydi.
1912 yılında Emir Abdullah, Meclis-i Mebusan’da görev yaptığı üçüncü
döneminde Mekke’den İstanbul’a giderken, bu sırada İngiltere’nin Mısır Yüksek
2 K. Abdullah, a.g.e., s. 242-243.
3 Mısır Yüksek Komiserliği’nden İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na 14 Şubat 1914 tarihli rapor; TNA.
FO. 141/460 nr. 8
66
Komiseri olan Lord Kitchener’ın da Kahire’de bulunduğunu öğrenmiştir. Mısır
Hidiv’inin Emir Abdullah’ı, Kitchener ile tanıştırmak istemesi üzerine Emir
Abdullah, Kitchener ile tanışmış ve bu kısa görüşmeden sonra odadan ayrılmışlardır.
Bu görüşmeden bir buçuk saat sonra ise Kitchener, nezaketen iade-i ziyaret yapmak
gayesiyle, Emir Abdullah görüşmek istediğini Mısır Hidiv’i aracılığıyla Emir
Abdullah’a bildirmiştir. Bunun üzerine Emir Abdullah, Lord Kitchener’in bu
davetini kabul etmiş ve gerçekleşen bu görüşmede, Doğu işlerinden sorumlu İngiliz
diplomat Ronald Storrs da hazır bulunmuştur4
.
Emir Abdullah ile Kitchener, Osmanlı Devleti’nin Arap bölgelerindeki
siyasetini konuştuktan sonra Emir Abdullah, Kitchener’a, İttihat ve Terakki
Hükümeti ile babasının arasının gergin olduğunu, İttihat ve Terakki Hükümeti’nin
babasını görevden almak istediğini ve bunun gerçekleşmesi durumunda babasının
isyan edeceğini söylemiştir. Aynı zamanda Türkler ile Araplar arasındaki çatışmanın
artık belirginleştiğini ve bu durumda İngiliz Hükümeti ile bir işbirliği yapmaları
gerektiğini ifade etmiştir. Bu sırada Şerif Hüseyin büyük bir hazırlık içerisindeydi.
Emir Abdullah, Arap bağımsızlığını amaçladıklarını uzun uzadıya Kitchener’a
anlattıktan sonra silah ve diğer konularda İngiliz Hükümeti’nin kendilerine yardım
edip etmeyeceğini sormuştur. Bu soruya Ronald Storrs, normal şartlarda Şerif
Hüseyin’in elinde bulunan silahın yeterli olacağı cevabını vermiş ve görüşme sona
ermiştir5
. İngiliz Dışişleri Bakanlığı’ndan Mısır’a gönderilen bir mektupta ise Emir
Abdullah aracılığıyla Şerif Hüseyin’in kesin olarak İngiliz Hükümeti’nin
kendilerinin yanında mı, yoksa karşısında mı olduğunun sorulması6
istenmiştir.
Bu görüşmeden sonra Kahire’den Mısır Yüksek Komiseri Lord Kitchener
tarafından, İngiliz Hükümeti Dışişleri Bakanı Edward Grey’e gönderilen gizli ibareli
bir mektupta Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah’ın Kahire Büro’suna gelerek bazı
istek ve beklentilerinin İngiliz Hükümeti tarafından karşılamasını istediği
bildirilmiştir. Emir Abdullah bu kısa ziyaretinde yeni Vali’nin babasıyla uyum içinde
4 K. Abdullah, a.g.e., s. 61; Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 75; C. T. Karasapan, a.g.e., c.2., s. 128; Alpay
Kabacalı, Arap Çöllerinde Türkler, İstanbul 2003, s. 70; Yılmaz Altuğ, “Arap Ülkelerinin Osmanlı
İmparatorluğu’ndan Ayrılışı”, Belgelerle Türk Tarih Dergisi Dün/Bugün/Yarın, sayı:25, Ekim
1969, s. 28; Mehmet Tekin, Arap İsyanı ve Suriye’nin İşgali 1915-1920, Antakya 1995, s. 11.
5 G. Antonius, a.g.e., s. 127-128
6
İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan Mısır Yüksek Komiserliğine gönderilen 8 Ocak 1914 tarihli yazı;
TNA. FO. 141/460 nr. 8.
67
olmadığını, Hicaz’ın sorunlarıyla fazla ilgilenmediğini, Mekke’ye gelen hacıların
huzur ve güvenliğini sadece babasının sağladığını ve bu durumun sürtüşmelere neden
olduğundan dolayı Türk hükümetinin, babasını görevden alma girişiminde
bulunduğunu anlatmıştır. Kutsal yerlerin yönetimi meselesinin kendilerinin
uhdelerinde olduğunu ve İngiliz hükümetinin eğer babasının görevinden alınmasını
istemiyorsa bunu önleme adına Bâb-ı Âli nezdinde girişimlerde bulunması
gerektiğini anlatmıştır. Babasının, Hindistan Müslümanlarının hem hac konusunda
hem de diğer meselelerde her zaman yardımcısı olduğunu ve onların huzur ve
güvenini sağlama hususunun kendi teminatları altında olduğunu özellikle belirtmiştir.
Hükümetin, kesinlikle babasını azletmek istediğini ve babasının Hicaz’da
oluşturulmak istenen Osmanlı birliğine karşı mücadele verdiğini söyleyerek, bu
konuda İngiliz hükümetinin kendilerine destek vermesi gerektiğini Mekke’ye Türk
Hükümeti tarafından deniz yoluy
.bir takviye birliğin gönderilmesinin
engellenmesini istemiştir 7
. Bu mektubun ardından, Mısır’daki İngiliz hükümeti
temsilciliği, bu konunun araştırması istenmiş ve Mısır’dan İngiliz Dışişleri
Bakanlığı’na giden mektupta, son alınan haberlere göre Türk hükümeti ile Şerif
Hüseyin’in arasının iyi olduğu8
bildirilmiştir. Bu durum İngiliz hükümetinin açıkça
olaya müdahale etmek istemediği ve Şerif Hüseyin’in şimdilik bu sıkıntıları kendisi
çözmesi gerektiğini göstermektedir.
Bu görüşmeden sonra Emir Abdullah Nisan 1914’ün sonunda tekrar
Kahire’ye gelmiş fakat bu sefer Kitchener’la değil sadece Storrs ile görüşmüştür. Bu
görüşmede Emir Abdullah, Storrs’a İngiliz Hükümeti’nin kesin karar vermesi
gerektiğini söyleyerek, Hicaz’a geri dönmüştür. Bundan sonra ise Kitchener,
Osmanlı ile Şerif Hüseyin düşmanlığının derinleştiğini ve Şerif Hüseyin’in gerçekten
bağımsızlıklarını arzuladıklarını anlamış ve Osmanlı Devleti’ne karşı, Şerif Hüseyin
ile işbirliği içerisinde olmanın gerekliliğini daha iyi kavramıştır9
.
Birinci Dünya Savaşı öncesi, Kahire Arap Bürosu’ndan Dışişleri Bakanlığı’na
gönderilen bir raporda Emir Abdullah’tan gelen mektupta anlatılanlar bildirilmiş ve
7 Mısır Yüksek Komiserliği’nden İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen 6 Şubat 1914 tarihli
rapor; TNA. FO. 141/460/8. nr. 1198.. Ayrıca bu mektubun son kısmında Emir Abdullah’ın bu istek
ve temennisinin çok gizli kalmasını istediği, hiçbir şekilde Osmanlı hükümetinin bunlardan haberdar
olmaması gerektiği de belirtilmiştir.
8 TNA. FO. 141/460/8. nr. 1198.
9 G. Antonius, a.g.e., s. 128.
68
bu durum karşısında nasıl bir tavır sergilenmesi gerektiği sorulmuştur. Bu mektuba
göre, Şerif Hüseyin’in İngiltere ile birlikte olma arzusunda olduğu fakat İngiliz
hükümetinden kendisini Osmanlı Devleti’nin saldırılarına karşı korunmasını
beklediği 10 ifade edilmiştir. Dışişleri Bakanlığı’ndan Kahire Arap Bürosu’na
gönderilen cevabî mektupta ise Almanya’nın altın ve parayla Osmanlı Hükümeti’ni
satın aldığını, buna rağmen Osmanlı Devleti eğer savaşa girmezse İngiltere, Fransa
ve Rusya’nın Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü korumayı garanti ettiğini ifade
etmiştir. Eğer bu savaşta Şerif Hüseyin, İngiliz Hükümeti’ne yardım ederse
bağımsızlığını garanti ettiğini aksine, eğer Şerif Hüseyin İngiltere’ye yardımcı
olmazsa Osmanlı Hükümeti ile arasındaki uyuşmazlık ve anlaşmazlıklara müdahil
olmayacağını bildirmiştir11
.
İngiliz Hükümeti, esasında Osmanlı Hükümeti ile Şerif Hüseyin arasında
öteden beri süre gelen husumetin farkındaydı. Fakat Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin
devam ettiği sırada, Osmanlı’nın tepkisini çekeceği endişesiyle Şerif Hüseyin’le
alenî olarak bir ilişki kurmak istememiştir. Bu noktada İngiltere’yi tereddüde sevk
eden diğer bir önemli mesele ise, Şerif Hüseyin’in Arapların tamamını ne ölçüde
temsil ettiğiydi12 ki Şerif Hüseyin sürekli bütün Arapları temsil ettiği imajını vermek
istemiştir.
Emir Abdullah ile Kitchener’in Kahire’deki görüşmesinin ardından Temmuz
1914’de Lord Kitchener’in, İngiltere’nin Savaş Bakanı ve Şerif Hüseyin’in oğlu ile
ilk teması yapan kişi olması, Şerif Hüseyin ile İngiliz Hükümeti arasındaki ilişkileri
geliştiren bir etken olmuştur. Bu tarihten sonra ise İngiltere tarafından Aralık
1914’de Mısır Yüksek Komiserliğine Sir Arthur Henry McMahon getirilmiştir13
.
Yine bu görüşmeden sonra Şerif Hüseyin’in, İngiliz Hükümeti’ne olan güveni
daha da artmış14 olsa da İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitcehener Şerif Hüseyin’e tam
10 Mısır Yüksek Komiserliği’nden İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na 31 Ekim 1914 tarihli rapor; TNA.
FO. 141/460/8. nr
11 İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan Kahire Arap Bürosuna gönderilen 31 Ekim 1914 tarihli mektup;
TNA. FO. 141/460.
12 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 76.
13 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 79
14 Bu güvenin artmasında etkili olan faktör ise Lord Kitchener’in İngiltere Savaş Bakanı olduktan iki
ay sonra, 24 Eylül 1914 tarihinde Emir Abdullah’a gönderdiği mektuptur. Kitchener bu mektupta
Emir Abdullah’a hitaben şunları ifade etmiştir: “…Eğer Arap milleti bu savaşta İngiltere’ye yardım
ederse, İngiltere, Arabistan’a hiçbir müdahale olmayacağı hususunda güvence verecek ve dışarıdan
yabancı saldırısında karşı da Araplara her türlü yardımı yapacaktır…”. Bu mektuptan sonra Şerif
69
olarak güvenememiş ve Ronald Storrs’a gönderdiği mektupta Emir Abdullah’ın
babasına bizim yanımızda yer almaya kesin olarak karar verip vermediğini sormasını
istemiştir15. Yine şimdilik İngiliz Hükümeti’nin de desteğini alan Şerif Hüseyin ise
artık bağımsızlığa kesin olarak inanmış bir şekilde hazırlıklarını devam ettirmiş ve
aynı zamanda bu gelişmelerden Osmanlı Devleti’nin haberdar olmaması için gerekli
ihtimamı göstermiştir.
Daha sonraki süreçte ise Şerif Hüseyin’in kendileri için ne kadar önemli bir
kişi olduğunu anlayan İngiliz hükümeti, bütün yazışmalarında Şerif Hüseyin ile
İttihat ve Terakki Hükümeti’nin birbirine düşman olduğu ve İttihat ve Terakki
Hükümeti’nin Şerif Hüseyin’i görevinden almak istediği16 propagandasını yayarak
Şerif Hüseyin’i savaş öncesi kendi taraflarına çekmek istemiştir. Bütün haberlerde,
Arapların da Şerif Hüseyin’i desteklediği ve Şerif Hüseyin’in Arap yarımadasında
önemli bir güç unsuru olduğu vurgusu üzerine durulmuştur.
2.1.3. Şerif Hüseyin- McMahon Pazarlığı
Henry McMahon, Ocak 1915’de Mısır Yüksek Komiseri olarak Kahire’ye
atanmış ve görevine başlamıştır. Kahire’deki görevine başladıktan sonra McMahon,
Arap ayrılıkçı örgütleri liderleriyle Kahire’de Arap isyanı konusunda birçok görüşme
gerçekleştirmiştir 17
.
Aklında ve hayalinde bağımsız bir Arap Devleti olan Mekke Emiri Şerif
Hüseyin ile Henry McMahon arasındaki görüşmeler ise, Şerif Hüseyin’in
McMahon’a Temmuz 1915’in18 ortalarında gönderdiği ilk mektupla başlamıştır 19
.
Şerif Hüseyin ile McMahon arasındaki pazarlıkların ilki olarak kabul edilen bu
mektubu Emir Abdullah, daha önce Kahire’de irtibatta olduğu Ronald Storrs’a
Hüseyin’in İngiltere’ye olan güveni daha da artmıştır. Ö. Kürkçoğlu, a.g.e., s. 79; Z. N. Zeine, a.g.e.,
s. 107.
15 İngiliz Dışişleri Bakanlığı’ndan Mısır Yüksek Komiserşiği’ne 24 Eylül 1914 tarihli mektup; TNA.
FO. 141/460.
16 TNA. FO. 141/460/8. nr. 1198.
17 G. Antonius, a.g.e., s. 159.
18 AlbertHourani, Arap Halkları Tarihi, Çev: Yavuz Alagon, 9. Baskı, İstanbul 2012, s. 372.
19 Elie Kedourie, In The Anglo-Arab Labyrinth, London 2000, s. 65; Selahaddin Güngör, “Hicaz
Kıtasını Nasıl Kaybettik”, Resimli Tarih Mecmuası, c. 5, sayı:53, Mayıs 1954, s. 3126. G. Antonius,
a.g.e., s. 164; Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 80; Ş. M. Nedim, a.g.e., s 28; Y. Altuğ, ag.m., s. 28.
70
yazmıştır. Tarihsiz ve imzasız olarak yazılan bu mektubun üzerinde gönderiliş tarihi
olarak 14 Temmuz 1915 tarihi yazmaktadır. Emir Abdullah’ın ise buradaki rolü,
babasını temsilen bu pazarlığa aracılık etmek olmuştur20
.
Şerif Hüseyin tarafından gönderilen bu ilk mektupta, Arapların bağımsızlık
düşüncesinin belirsizliği üzerinde durulduktan sonra Araplar adına Şerif Hüseyin,
İngilizlerle işbirliği yapmak istediğini belirtmiştir. Ayrıca Şerif Hüseyin, bir ay
içinde kesin bir yanıt beklediğini, ya bu önerisinin kabul edilmesi gerektiğini ya da
kabul edilmediğinin kendisine bildirilmesini istemiştir21
.
Şerif Hüseyin, mektubunda İngiltere’den beklediği yardımın bir anlaşma
metnine bağlı olmasını istemiş ve İngiltere nezdinde bazı önerilerde bulunmuştur.
Buna göre, Arap ülkelerinin bağımsızlığını 22 İngiltere tarafından kabul edilmesini
istemiştir.
Şerif Hüseyin bölgedeki Arap otoritesini kabul ettirdikten sonra Arap
Hilâfeti’ni ilan etmeyi ve bunu İngiltere’nin onaylamasını hedeflemektedir. Şerif
Hüseyin’in bu mektubuna Henry McMahon, 30 Ağustos 1915 tarihinde cevap
vermiştir. McMahon, Şerif’in isteklerini İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na sormuş ve
Şerif Hüseyin’i oyalaması gerektiğini bilgisini almıştır. Bu doğrultuda Şerif’in
isteklerine kesin bir cevap vermemiştir. Fakat Arap bağımsızlığı ve Arap Hilâfeti
konusunda daha önce Lord Kitchener’in verdiği güvenceyi tekrarlamıştır. Bu cevapla
karşısında Şerif Hüseyin, tatmin olmamış ve çok kızmıştır23
.
McMahon’dan gelen ve kendisini çok tatmin etmeyen mektuptan sonra Şerif
Hüseyin, 9 Eylül 1915’te ilk yazdığından daha uzun bir mektubu, McMahon’a
göndermiştir. Bu mektupta çok soğuk ve ihtiyatlı ifadeler kullanmıştır. Bu
mektubunda Şerif Hüseyin, isteklerinin kabul edildiği haberini almak için baskı
yapmıştır24. Bu mektubu Kahire’ye ulaştıran ise Muhammed El-Farukî’dir25. Farukî,
20 E. Kedourie, a.g.e., s. 65; G. Antonius, a.g.e., s. 164; J. C. Hurewitz, Diplomacy In The Near And
The Middle East, A Documentary Record (1914-1956), c. 2., London 1956, s. 13.
21 G. Antonius, a.g.e., s. 164.
22 Şerif Hüseyin’in burada bahsettiği Arap ülkelerinin sınırları ise şu şekildedir: doğuda Basra,
güneyde Hint Okyanusu, batıda Kızıldeniz ve Akdeniz’in Mersine kadar uzanan kısmı, kuzeyde ise
Mersin’in batısı, Urfa, Mardin ve Diyarbakır’dan Basra’nın doğusuna kadar olan bölge. E. Kedourie,
a.g.e., s. 66.
23 G. Antonius, a.g.e., s. 165-165.
24 Polly A. Mohs, Military Intelligence And The Arab Revolt, Oxford 2008, s. 26.
71
Suriye’deki El- Ahd ve El-Fatat cemiyetleriyle de görüşerek, Şerif Hüseyin’in
isteklerini bu cemiyetlerce de kabul edildiğini İngiltere’ye bildirmek istemiş ve
Kahire’de görüştüğü İngiliz istihbarat subayı olan Gilbert Clayton’a kabul ettirmek
istemiştir.
Bu ikinci mektubunda da Şerif Hüseyin, yeni kurulmasını hayal ettiği Arap
Devleti’nin sınırlarının belirlenmesini istemiştir. Bu isteklerin kendisinin değil, Arap
halkının isteklerini yansıttığını belirtmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunu
beklemek iyi bir düşünce olsa da en asgari düzeyde bu sınırlara ulaşmak Arap
halkları için en temel hedef olacağını söylemiştir. Mektubunun sonunda ise Büyük
Britanya’nın adalete bağlılığına inandığını ve kendisinin Arap bağımsızlığına karşı
samimiyet ve inancından bahsetmiştir26
.
Şerif Hüseyin’in mektubunu alan McMahon, 24 Ekim 1915’te ikinci
mektubunu yazmış ve öncelikle tereddütlerinden dolayı pişmanlık duyduğunu ifade
etmiştir27. Öncelikle McMahon’un endişesi, Şerif Hüseyin’in bütün Arapları temsil
edip etmediği ve onlar adına konuşup konuşmadığıydı28. Daha sonra Şerif’in talep
ettiği Mersin, İskenderun bölgeleri ile Hama, Humus, Halep ve Şam’ın batısında
kalan bölgelerin tamamen Arap olmadığını, dolayısıyla bu bölgelerin Arap bölgesi
sınırları dışında bırakılması gerektiğini söylemiştir. Ancak daha önce Arap
liderleriyle yapılan anlaşmalara, bu sınırlamanın zarar getirmemesi kaydıyla kabul
edebileceğini eklemiştir29
.
McMahon, Şerif Hüseyin’in önerdiği sınırlar içinde kalan bölgelerde,
müttefiki30 Fransa’nın çıkarlarına zarar getirmeksizin İngiliz Hükümeti adına Şerif
Hüseyin’in taleplerine karşı verdiği garantiler şunlardır:
25 Muhammed El-Farukî, 1891 yılında Musul’da doğmuş genç bir teğmendir. Aynı zamanda Arap
bağımsızlığı için çalışmış ve Şerif Hüseyin’in güvenini kazanan biri olmuştur. E. Kedourie, a..g.e., s.
73.
26 G. Antonius, a.g.e., s. 416-417.
27 G. Antonius, a.g.e., s. 419.
28 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 82; Y. Altuğ, a.g.m., s. 29.
29 G. Antonius, a.g.e., s. 419.
30 Burada özellikle müttefikler değil de “müttefik” kelimesi kullanılmıştır. Çünkü müttefikler ifadesi
kullanılmış olsaydı Araplar, İngiltere’nin bütün müttefiklerinin her birinin Araplardan çıkar sağlamak
düşüncesi içerisinde olacağı kaygısına düşebilirdi. Bu durumu göz önünde bulunduran İngiltere
müttefik kelimesini kullanmıştır. Dolayısıyla burada müttefikten kasıt yalnızca Fransa’dır. Ö.
Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 83.
72
1. Yukarıda belirtilen değişikler göz önüne alınmak kaydıyla, Şerif
Hüseyin’in talep ettiği bütün bölgelerde Arap bağımsızlığını tanımaya ve
desteklemeye hazırız,
2. İngiltere, bütün harici saldırılara karşı kutsal yerleri korumayı garanti
edecektir,
3. İngiltere, şartlar elverdiği zaman Araplara muhtelif yerlerde, uygun
şartlarda devlet kurma konusunda yardım edecek ve tavsiyelerde bulunacaktır,
4. Arapların sadece İngiltere’nin yardım ve tavsiyelerini beklediği anlaşılmış
ve sistemli bir devlet yapısı kurulması için Avrupalı bir uzman ve görevlilere ihtiyaç
duyulduğu takdirde, bu görevlinin İngiliz olması kaydıyla yardım edilecektir,
5. Bağdat ve Basra vilâyetleri konusunda Araplar, bu bölgelerin harici
saldırılara karşı güvenliğinin sağlanması, bölge halkının refahını arttırmak ve
karşılıklı ekonomik çıkarların güvenliği için İngiltere’nin bu bölgelerde hâlihazırdaki
durumunun ve çıkarlarının gerektirdiği idarî düzenlemeyi tanıyacak, kabul
edecektir31
.
McMahon’un bu sözleriyle Şerif Hüseyin ile İngiltere arasında ittifakın açık
bir şekilde sağlandığı ve bunun İngiliz Hükümeti’nce de güvence altına alındığı
anlaşılmaktadır. Bu işbirliği sayesinde her iki taraf da Arap topraklarından
Osmanlı’nın çekilmesini ümit etmektedir32
.
Ayrıca mektubunun sonunda McMahon, bu bahsettiği konuların öncelikli
konular olduğunu ve Şerif Hüseyin’in mektubunda bahsettiği diğer meselelerin de
ileride uygun bir zamanda tekrar görüşülebileceğini söylemiştir. En sonunda da diğer
bazı konularla ilgili bilgileri de bu mektubu götürecek kişi olan Şeyh Muhammed
İbn-i Arif aracılığıyla ileteceğini eklemiştir33
.
Bu mektubu alan Şerif Hüseyin, 5 Kasım 1915’de McMahon’a hitaben
yazdığı cevapta, Mersin ve Adana’nın planlanan Arap krallığının sınırları dışında
kalmasına gönülsüz olmasına rağmen kabul etmiştir 34. Fakat Halep ve Beyrut’un
31 Yusuf Yazar, “Belgelerle Ortadoğu Şerif Hüseyin İle McMahon’un Mektuplaşmaları”, İlim ve
Sanat Dergisi, İstanbu Kasım-Aralık 1986, s. 88; G. Antonius, a.g.e., s. 419-420.
32 G. Antonius, a.g.e., s. 171.
33 Y. Yazar, a.g.m., s. 88; G. Antonius, a.g.e., s. 420.
34 Cemal Paşa, İngiltere’nin Lübnan ve Suriye’nin bazı bölgelerini Araplara bırakmamak istemesini şu
şekilde değerlendirmiştir: ”…Türklerin elinden aldıktan sonra İngilizlerin bunu Araplara ihsan ve
73
çoğunluğunun Hıristiyan Arap olduğunu ve Hıristiyan Arapların da Müslüman
Arapların sahip olduğu haklara sahip olması gerektiğini, dolayısıyla bu topraklardan
vazgeçmeyeceğini ifade etmiştir35
.
İkinci olarak, Irak topraklarının önceden beri Arap toprakları olarak kabul
edildiği bunun yanı sıra Basra’nın Arap kültürünün yaşandığı merkezi yerlerden biri
olduğundan söz ederek, bu bölgelerin kendileri için çok önemli olduğunu
söylemiştir. Ayrıca McMahon’un mektubunda İngiltere hükümeti adına önerdiği beş
maddelik anlaşmaya kendilerinin de razı olduğunu belirtmiştir. Şerif Hüseyin, bu
anlaşmaya diğer Arap liderlerinin36 de onaylayacağını ve İngiltere hükümetinden
maddi yardım beklediğini mektubun sonuna ilave etmiştir37
.
Şerif Hüseyin, “İslâm’da meydana gelen bozulmaları” bahane göstererek
McMahon’un nezdinde İngiltere Hükümeti’nin yardımlarıyla bir an önce isyanı ilan
etmek istediğinden bahsetmiştir. Almanya ile işbirliği yapmış olan Osmanlı’dan,
Arap ulusunun ayrı tutulması gerektiğini belirtmiş ve Osmanlı Devleti ile
aralarındaki uyuşmazlıkların artmasından endişe etmediğinden bahsetmiştir. Fakat bu
paragrafta özellikle Şerif Hüseyin, İngiltere ile birlikte resmi yollardan savaşa girme
zemini aramıştır. Çünkü bu şekilde eğer resmi bir anlaşma yapılırsa savaştan sonra
kendi istek ve talepleri dikkate alınacağını düşünmekteydi38. Diğer şekilde kendi
istekleri dikkate alınmayacağı endişesini taşımaktadır. Şerif Hüseyin’in diğer bir
endişesi ise savaş bittikten sonra Osmanlı Devleti ile karşı karşıya yalnız bırakılmak
korkusudur 39 . Şerif Hüseyin bu şekilde Osmanlı ile savaştan sonra İngiltere’nin
desteği olmadan mücadele etmek istememektedir.
Şerif Hüseyin, yukarıdaki ifadelerine açıklık getirmiş ve Almanya ile ittifak
etmiş olan Osmanlının savaştan sonra intikam almak isteyebileceğini söylemiştir.
Bununla birlikte Arap ülkelerinin Osmanlı’da kalan yerlerindeki Arap halklarının
bahşedeceklerine ihtimal vermek ise, sadece bir saltanat hırsından ileri gelmiyorsa, siyasî körlükten
başka bir şey değildir”. C. Paşa, a.g.e., s. 249.
35 Y. Yazar, a.g.m., s. 88.
36 Şerif Hüseyin bu mektubu yazarken aynı zamanda Yemen’deki İmam Yahya ile temas halinde olup,
onu Osmanlı ile işbirliği yapmaktan caydırmaya ve kendisine destek vermesi konusunda ikna etmeye
çalışmaktadır. Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 82.
37 G. Antonius, a.g.e., s. 422.
38 G. Antonius, a.g.e., s. 422.
39 Y. Yazar, a.g.m., s. 88.
74
güvenliğini tehdit edeceğini ve bu sebepten dolayı ihtiyatlı davranmak gerektiğini
ifade etmiştir40
.
Arapların Avrupa’ya barış geldiği zaman kendilerini güvende hissedeceğini
ve İngiltere’nin Almanya ve Osmanlıyı yenilgiye uğrattıktan sonra barış görüşmeleri
sırasında sıranın Arapların taleplerine geleceğini umut ettiğini ifade etmiştir41. Şerif
Hüseyin’in bunu söylerken İngiltere ve müttefiklerinin savaşı kazanacağına ne kadar
çok inandığını göstermektedir.
Şerif Hüseyin bu mektubunda daha önce gönderdiği 9 Eylül 1915 tarihli
mektubuna gelen cevapta yeni Arap krallığının yönetimine dair McMahon’un
yazdığı üç, dört maddenin gereksiz olduğunu da söylemiştir42. Bu da her ne kadar
büyük oranda anlaşmaya varılmış olsa da aradaki anlaşmazlığın devam ettiğini
göstermektedir. Yani bazı problemler hala devam etmektedir.
Son olarak Şerif Hüseyin bu mektubunda, kendi talep ve beklentilerine açıkça
ve mümkün olan en kısa zamanda cevap verilmesini istemektedir. Aynı şekilde
taleplerinin anlaşma metni çerçevesinde garanti altına alınmasını da talep etmektedir.
Savaşın sonunda Arapların eski şan ve şöhretine kavuşacağına ve Arap halkları için
bu savaşın zaferle sonuçlanacağına olan inancını tekrarlamıştır. Mektubun sonunda
ise Arapların lider olması için kendisine baskı yaptıklarından bahsetmektedir43. Fakat
gerçekte Şerif Hüseyin kendi otoritesini ve kurmayı planladığı yeni Arap krallığında
kendisinin Arap Kralı olabilmesini diğer Arap liderlerine kabul ettirebilmek için
mücadele vermiş ve onlardan destek istemiştir.
McMahon, 13 Aralık 1915’te verdiği cevapta Şerif Hüseyin’in Adana, Mersin
ve Suriye’nin kuzey kıyılarını Arap devletinin sınırları dışında bırakmasından
duyduğu memnuniyetle başlamıştır. Çünkü bu bölgeler Fransa’nın ilgi alanına giren
bölgelerdir. Onun dışında kalan bölgelerde diğer Arap liderleriyle yapılan bütün
anlaşmaları kabul ettiklerini bildirmiştir. Özellikle Halep ve Beyrut Fransa’nın ilgi
alanına girdiğinde bu bölgeler için çok dikkatli değerlendirmeler yapmaları
40 G. Antonius, a.g.e., s. 422.
41 G. Antonius, a.g.e., s. 422.
42 G. Antonius, a.g.e., s. 422.
43 G. Antonius, a.g.e., s. 422-423.
75
gerektiğinden ve uygun bir vakitte bu konuyu tekrar konuşabileceklerinden 44
bahsetmiştir.
Bu mektubunda McMahon, diğer Arap liderlerinin kendisine yani Şerif
Hüseyin’e yardım edeceği konusunun İngiltere Hükümeti adına garantisini vermiştir.
Diğer Arap liderlerini ilgilendiren Bağdat’ın statüsü ve yönetimi konusunda ise
kendisinin düşüncelerine katıldığını açıkça ifade etmiştir. Şerif Hüseyin’in
mektubunda belirttiği ihtiyatlı davranma konusundaki fikirlerine aynen katıldığından
ve ani kararlar vermenin kazanılacak başarıya mani olacağından söz etmiştir.
McMahon, Arap halkının bu gaye etrafında birleşmesi gerektiği ve Şerif Hüseyin’in
İngiltere’nin düşmanlarından yardım almak gibi bir düşünce ve davranıştan uzak
durması gerektiği ikazını da yapmıştır. Ayrıca mektubunda McMahon,
anlaşmalarının ise ancak bu şartların yerine getirilmesi şartıyla olabileceği üzerinde
durmuştur. Mektubunun sonunda ise McMahon, kendisinin çabalarına yardım ve
destek olarak £ 20.000 tutarında parayı mektupla birlikte gönderdiğini bildirmiş45 ve
mektubunu sonlandırmıştı.
McMahon gönderdiği bu parayla Şerif Hüseyin’i savaş sonrası endişeleri
konusunda rahatlatmak amacı gütmektedir46
.
Şerif Hüseyin, 1 Ocak 1916’da McMahon’un mektubuna çok çabuk cevap
yazmıştır47. Şerif Hüseyin, mektubuna Muhammed El-Farukî ile yaptığı görüşme ve
kendi düşüncelerini paylaşması dolayısıyla McMahon’a karşı duyduğu saygı ve
memnuniyetten bahsederek başlamıştır. Ayrıca kendisine şahsi olarak desteklediği
için teşekkür etmiştir. Daha sonra İngiltere’nin işgali altında bulunan Arapların
yaşadığı bölgeler için işgal devam ettiği süre zarfında geçen zaman için tazminat
ödemesi gerektiğini ve bunun İngiltere’nin adil yönetim sistemine uygun bir davranış
olacağına olan inancından bahsetmiştir. Suriye’nin kuzeyi ile ilgili olan değişikliği
daha önceden kabul ettiğini tekrarlamıştır. Şerif Hüseyin, ayrıca savaş bitmeden önce
en uygun bir fırsatta Suriye’nin batısında kalan sahil bölgelerinde ve Beyrut’taki
Fransa’nın taleplerini gözden geçirmeleri gerektiğini söylemiştir. Mektubunun
44 G. Antonius, a.g.e., s. 423.
45 G. Antonius, a.g.e., s. 423.
46 Y. Yazar, a.g.m., s. 88.
47 Süleiman Mousa, “A Matter Of Princible: King Hussein Of The Hijaz and The Arabs Of Palestine”,
International Journal Of Middle East Studies, vol: 9, no: 2, Nisan 1978, s. 183.
76
sonunda ise Şerif Hüseyin, kendileri için gerekli olan mühimmat ve savaş gereçleri
konusunda İngiltere Hükümeti’nden acilen yardım beklediğini belirtmiş ve
mektubunu sonlandırmıştır 48 . Şerif Hüseyin’in bu mektubunda Lübnan, Irak ve
Suriye gibi yerlerin yeni Arap krallığının sınırları dışında bırakılmak istenmesinin
ileride daha fazla sorunlara yol açacağını belirtmesi, bu bölgeler konusunda ne kadar
ısrarcı olduğunu göstermektedir49
.
Şerif Hüseyin’in bu mektubundan sonra İngiliz yetkililerce çok ciddi
tartışmalar yaşanmıştır. İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Şerif’in mektubunu tatminkâr
bulmamış fakat en azından samimi ve açık olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Fransa ile
olan ilişkileri de tatminkâr görülmemiştir. İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey
ise Arap meselesini tam “bir bataklık” olarak nitelendirmiştir. Nitekim Başbakan
Lord George’ye siyasi olarak muhalefet ettiği için 1916 yılında görevinden
ayrılmıştır. Bunun yanı sıra Kahire’den İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen
bir mektupta ise Şerif Hüseyin’in mektubunun tatminkâr bulunduğu değerlendirmesi
yapılmıştır. McMahon, ayrıca İngiltere’nin Şerif Hüseyin’in sempatisini kazandığını
ve Almanya’nın propagandasına rağmen Arapların hiçbir şekilde İngiltere aleyhine
bir faaliyet içerisinde olmadığı değerlendirmesini yapmıştır50
.
İngiliz Hükümet yetkililerince bu tür tartışma ve fikir ayrılıkları yaşansa da
McMahon, Şerif Hüseyin’in kendilerine olan samimiyet ve bağlılığında hiçbir
tereddüt görmemekteydi 51 . Bu düşünceler etrafında McMahon, 30 Ocak 1916’da
48 J. C. Hurewitz, a.g.e., s. 15;G. Antonius, a.g.e., s. 425-426.
49 Y. Yazar, a.g.m., s. 88-89.
50 McMahon’dan İngiliz Dışişleri Bakanı Edward Grey’e 24 Ocak 1916’dan TNA. FO 371/2767.
naklen, Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e. s. 97.
51 McMahon’un bu düşüncesi çok yerinde bir düşüncedir. Şerif Hüseyin’in İngiltere’ye olan güvenini
göstermesi açısından McMahon’un Edward Grey’e gönderdiği mektubuna ayrıca şu ekler de ilave
edilmiştir:
“Şerif’in Orafyan adlı kuryesinin getirdiği imzasız bir mesaja göre, Şerif, Farukî’nin
Mısır’da kalmasına İngiltere’nin izin vermesini olumlu bulmakta ve “şimdilik Mısır’dan
ayrılmasına müsaade etmeyin” demektedir. Şerif İngilizlerin gönderdiği parayı da
aldığını bildirmektedir. Ayrıca, Trablusgarp’taki Senusî’lere de İdris-î kanalıyla ikazda
bulunduğunu, ama İdrisî’nin fikrini değiştirdiğini; kendisinin ise bunu tasvip etmediğini
ve Mekke’deki vekilini sıkıştıracağını da belirtmektedir.
Şerif’in oğullarından Emir Abdullah’ın Mr. Storrs’a gönderdiği tarihsiz kısa bir
mektupta, Şerif Hüseyin’in kendisine “en halis selamlarını” yolladığını ve Emir
Abdullah’ın da “sevgi ve eski dostluk bağlarını” teyit ettiğini belirtmektedir. Emir
Abdullah, “Mr. Storrs’un Kahire’de yaptığı gibi, kendisinin de Mekke’de mümkün
olduğu kadar gayret sarf ettiğini “ eklemektedir.
Şerif, Türklerin eline deve veya başka çeşit yardımın ulaşmasına engel olmaya
çalışmaktadır. Ayrıca, Türklerin Medineli tüccarlardan Yafa’da satın aldığı on bir ton
77
Şerif Hüseyin’in mektubuna cevap vermiş ve daha önceki söylediklerini teyit ve
tekrar etmiştir52
.
McMahon, büyük bir memnuniyetle mektubunu aldığını, kendisinin Arap
ulusunun menfaati için çalıştığına inandığını ve bu konuda her zaman kendisinin
destekçisi olacağını söyleyerek mektubuna başlamıştır. Daha sonra Bağdat konusu
ile ilgili olarak, savaş bittikten sonra kendisinin de hazır bulunacağını umduğu barış
görüşmeleri sırasında bu konuyu tekrar dikkate alacağını söylemiştir. Sureyi’nin
kuzeyi ile ilgili isteklerinin ise İngiltere ve Fransa arasındaki işbirliğine halel
getirebileceğinden dolayı bu konudaki taleplerinin uygun olmayacağını belirtmiştir.
Ayrıca savaştan zaferle ayrıldıklarında kendisinin hiçbir isteğinden kaçmayacağını
da sözlerine eklemiştir53
.
Mektubunun sonunda McMahon, Şerif Hüseyin’in bütün istek ve taleplerinin
hemen dikkate alınacağından, Senusî’nin aldatıldığından ve düşmanlarının çıkarları
için Arapların çıkarlarını hiçe saydığından bahsederek kendisini ikna etmesi
gerektiğini söyleyerek mektubunu sonlandırmıştır54
.
McMahon ile Şerif Hüseyin arasındaki küçük problemler devam etse de
büyük oranda anlaşma sağlanmış ve İngiltere bölgedeki diğer Arap liderlerinin
kendilerine karşı bir harekete girişmesini istemediği için bu konuda Şerif
Hüseyin’den diğer Arap liderlerini ikna etmesini beklemiştir.
McMahon ile Şerif Hüseyin arasında devam eden mektuplaşmaların belki de
en önemli kırılma noktasını teşkil eden Şerif Hüseyin’in 18 Şubat 1916 tarihli
mektubudur. McMahon bu mektupla birlikte İngiliz Dışişlerini ikna etmeyi başarmış
ve bunun üzerine İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener şunları söylemiştir:
“…Sanıyorum ki Şerif Hüseyin savaşın önemi konusunda Sir H. McMahon’un
iyimser görüşü, sonunda haklı çıkabilir”.
55 Bundan sonra artık İngiltere, bütünüyle
una da Şerif el koymuş, tüccarları ise hapse atmıştır. Şerif, Türklerin “ancak hayatlarını
devam ettirmeye yetecek” 700 torbaya müsaade etmiştir. Öte yandan Arapların İngiliz
aleyhtarı söylentilere inanmadığını da belirtmektedir. Ayrıca Şerif, İmam Yahya’ya
“Türklere yardımda bulunmamasını tembih ettiğini” ve İmam Yahya’nın bunu kabul
ettiğini eklemektedir.”; Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 98-99.
52 G. Antonius, a.g.e., s. 175.
53 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e. s. 99; G. Antonius, a.g.e., s. 426.
54 Y. Yazar, a.g.m., s. 89; G. Antonius, a.g.e., s. 427.
55 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e. s. 100.
78
Şerif Hüseyin’in kendi yanlarında olduğunu ve savaş sırasında kendilerine destek
vereceğine inanmıştır.
Mektubunda Şerif Hüseyin, gerekli olması durumunda operasyonları idare
etmesi için oğlu Emir Faysal’ı Suriye’ye gönderdiğini ve orada Osmanlı’dan birkaç
kişi dışında fazla güvenebileceği kişinin kalmadığını bildirmiştir. Ayrıca Emir
Abdullah’ı demiryollarına el koyması ve şartların oluştuğu zaman operasyona
başlaması için Medine’ye gönderdiğini anlatmıştır. Burada kendisi için önemli olanın
ise, ihtiyaçlarının en kısa zamanda ve gizli bir şekilde sağlanması olduğunu da
McMahon’a iletmiştir. Bunun haricinde McMahon’dan £ 50. 000 ile diğer taleplerini,
isyan hareketi başlayıncaya kadar Port Sudan’da muhafaza etmesini istemiştir. Şerif
Hüseyin, hareket başladığında bunu resmen İngiltere’ye bildireceğini de sözlerine
ilave etmiştir. Son olarak Şerif Hüseyin, İngiltere’ye güvence vermeyi de ihmal
etmemiş ve askeri yardımların İngiltere tarafından sağlandığı zaman bunların
nerelerde ve ne şekilde harcandığı ile ilgili bir raporun kendilerine gönderileceğini de
sözlerine eklemiştir56
.
Büyük oranda sağlanan anlaşmadan sonra McMahon’un Şerif Hüseyin’e
yazdığı 10 Mart 1916 tarihli mektup, sadece küçük ayrıntıların karara bağlandığı ve
karşılıklı güven mesajlarının verildiği bir mektup olmuştur.
Bu mektubunda McMahon, Şerif Hüseyin’in aldığı tedbirlerden övgüyle
bahsederek kendisinin tekliflerini İngiltere Hükümeti’nin kabul ettiğini bildirmiştir.
Şerif Hüseyin’in isteği doğrultusunda ihtiyacı olan malzemelerin Port Sudan’da
toplanacağını, isyan harekâtının başlayacağı tarihi ve nerelere nakledilip kimlerin
teslim alacağını bildirene kadar orada bekletileceğini söylemiştir. Ayrıca bu konuda
Port Sudan Valisi’ne de talimat verdiğini sözlerine eklemiştir. Diğer yandan
McMahon, İbn-i Reşid’in Osmanlı’ya çok sayıda deve sattığını, bu develerin Şam’a
gönderilmekte olduğunu duyduklarını ve kendisinin bu konuda İbn-i Reşid’i bu
yaptığından vazgeçmesi için ikna etmesini, eğer vazgeçmezse de develere el koymak
için develerin geçiş güzergâhlarına birlikler yerleştirip, bu sevkiyata engel olması
gerektiğini söylemiştir. Bunun yanı sıra Erzurum’un Ruslar tarafından ele geçirilişine
56 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e. s. 100; Y. Yazar, a.g.m., s. 89.
79
de çok mutlu olduklarını ve kendilerini yüreklendiren bir gelişme olduğunu
bildirmiştir57
.
Bu mektuplaşmaların sonunda her ne kadar büyük oranda anlaşma sağlansa
da problem yaşanılan ve iki taraf arasında sorun olan en önemli konu Lübnan, Hama,
Humus ve Halep topraklarının Arap toprağı sayılıp sayılamayacağı meselesiydi58. Bu
pazarlık sonucunda Şerif Hüseyin bazı isteklerinden vazgeçmek zorunda kalmıştır59
.
Arap devletinin sınırları konusu, çok fazla tartışılmış fakat sonuç olarak İngiltere, bu
bölgelerdeki Fransız menfaatlerini de göz önüne alarak, bu gölgelerde yaşayan halkın
tamamen Arap olmamasını da bahane ederek bu toprakları Şerif Hüseyin’in kurmak
istediği büyük Arap krallığına bırakmak istememiştir. Nitekim Şerif Hüseyin bu
konuda çok ısrar etmiş olsa da İngiltere hiçbir şekilde taviz vermemiş ve Şerif
Hüseyin de bu durumu kabullenmek zorunda kalmıştır.
Zeine N. Zeine’nin, McMahon-Şerif Hüseyin pazarlığının ardından
gerçekleşen bağımsızlık hareketinin temelinde yatan Arap milliyetçiliğinin, halkının
isteği doğrultusunda oluştuğunu kanıtlamaya çalışmak istemesi ve bu isyanı Arap
toplumun beklentilerini yansıtan bir isyan şeklinde cereyan ettiğini iddia etmesi
açısından zikrettiği şu sözler oldukça dikkat çekicidir: “…Sir Henry McMahon ile
yazışmasında Şerif, Arap bağımsızlık davasını destekliyor ve Osmanlı Devleti’nin
çöküşünün ardından ortaya çıkacağını düşündüğü bağımsız bir Arap devletinin kesin
sınırları üzerinde ısrar ediyordu. Bu arada, Arap ulusçuları, özellikle El-Fatat gizli
örgütünün etkili üyeleri Mart, Nisan ve 1915 gibi Emir Faysal’ın, Hicaz’ın
durumunu tartışmak ve savaş durumu hakkında bilgilenmek üzere gittiği
İstanbul’dan dönerken yolunun üzerindeki Şam’da geçireceği bir vakitte, Şerifi
Türklere karşı ayaklanmaya teşvik ediyor ve ona destek vaat ediyorlardı. Bir takım
meşhur Suriyeliler ve gizli cemiyetlerin üyeleri Emir Faysal’ı, Şam’da Bakri
ailesinin evinde misafirken ziyaret ettiler. Aralarından bazıları El-Fatat adına Ali
Rıza Rikâbi Paşa, El-Ahd Cemiyeti’ni temsilen Yasin Haşim’i, Suriye ulemasının en
meşhuru Şeyh Bedrettin Hüseyni, Suriye’nin en büyük Dürzî liderlerinden biri olan
57 Y. Yazar, a.g.m., s. 90.
58 C. E. Dawn, a.g.e., s. 101.
59 Deniz Doğru, “I. Dünya Harbi Sırasında Şerif Hüseyin’in Siyasi Faaliyetleri”, Afyon Kocatepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi, c.2, sayı:2, s. 55; Barçın Kodaman,
“Sevr ve Lozan’da Ermeni Sorunu”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Isparta 2002, s. 13.
80
Nasib Atraş, Nuri Şalan’ın oğlu Şeyh Navâf Şalan ve Suriye çölünün güçlü Ravallah
aşiretinin şeyhi idi”60
. Ziene’nin bu ifadeleri Arap bağımsızlık hareketinin toplum
nazarında da olumlu karşılandığı izlenimi vermeye çalışma çabasıdır. Fakat Cemal
Paşa’ya göre ise bu isyanın amacı sadece bir saltanat hırsından ileri gelmektedir61
.
Şerif Hüseyin, Kahire Arap bürosuna göre, Arap bağımsızlığı konusunda
sözüne güvenilebilecek bir lider değildi. Tamamıyla bütün Arapları temsil
etmiyordu. Yine Arap bürosuna göre Şerif Hüseyin’in amacı sadece İngiltere’den
bazı menfaatler sağlamaktır 62 . Fakat bu düşünce İngiltere için McMahon-Şerif
Hüseyin pazarlığından sonra değişmiş ve İngiltere’nin Şerif Hüseyin’e olan güveni
artmıştır.
Bu pazarlık neticesinde Şerif Hüseyin’in Osmanlı ve Alman ittifakına karşı
İngiltere ile işbirliği yapmasıyla İngiltere’den talep ettiği bütün hakları garanti altına
alınmış ve kendi toprakları herhangi bir dış saldırıya karşı, İngilizlerce güvence
altına alınmıştır63. Nihayetinde bu görüşmeler, İngiltere ile Şerif Hüseyin’in Osmanlı
Devleti’ne karşı kesin ittifakıyla sonuçlanmıştır64
.
2.1.4. İsyana Giden Süreçte Skyes- Picot Anlaşması
Şerif Hüseyin ile Sir Henry McMahon arasında devam eden pazarlık
sürecinde İngiltere, Fransa etkenini sürekli göz önünde tutmuştur. İngiltere,
Fransa’nın menfaatlerini sürekli göz önünde bulundursa da Şerif Hüseyin ve
McMahon arasındaki pazarlığı uzun süre Fransa’dan gizli tutmuştur. İngiltere, bu
görüşmelerden Fransa’yı ancak 23 Kasım 1915’de haberdar etmiştir65
.
İki müttefik devlet olan İngiltere ve Fransa arasında Osmanlı Devleti’nin
sınırları içerisinde olan Arap topraklarının paylaşılması amacıyla 21 Ekim 1915
60 Z. N. Zeine, a.g.e., s. 114-115.
61 C. Paşa, a.g.e., s. 297.
62 Haifa Alangari, The Struggle For Power In Arabia (Ibn Saud, Hussein and Great Britain 1914-
1924), Reading 1998, s. 109.
63 M. Metin Hülagü, “İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi Yardımları”, Belleten, sayı:225, Ağustos
1995, s. 146-147.
64 H.Kayalı, a.g.e., s. 214; M. Metin Hülagü, Pan-İslamizm Osmanlının…, s. 107; M. Tekin, a.g.e.,
s. 11.
65 Görüşmelerin Temmuz 1915’de başladığı düşünüldüğünde yaklaşık dört ay sonra Fransa bu
görüşmelerden haberdar olabilmiştir. Durdu Mehmet Burak, Birinci Dünya Savaşında Türk-İngiliz
İlişkileri (1914-1918), Ankara 2004, s. 79; Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 101.
81
tarihinde Londra’da görüşmelere başlanmıştır. Bu görüşmelere İngiltere adına Sir
Mark Sykes66 ve Fransa adına ise Charles François Georges-Picot katışmıştır. Bu iki
diplomatın yaptığı görüşmeler neticesinde 3 Ocak 1916 tarihinde Arap vilayetlerinin
bölüşümü konusunda bir anlaşmaya varılmıştır. Fakat bu anlaşma henüz taslak bir
metin halindeydi ve Rusya’nın onayı aldıktan sonra yürürlüğe girecekti67
.
İngiltere ve Fransa’nın kendi arasında bir anlaşmaya varmasından sonra
Rusya’nın onayını almak amacıyla Sykes ve Picot, Mart 1916 tarihinde Rusya’ya
giderek, Rusya Dışişleri Bakanı Sazanof ile görüşmüşlerdir. Bu görüşmede Rusya,
bu anlaşmayı kabul edebilmesi için öncelikle Kuzeydoğu Anadolu’daki taleplerinin
kabul edilmesi şartıyla bu anlaşmayı onaylayabileceğini ifade etmiştir. İngiltere ve
Fransa’nın, Rusya’nın bu şartını kabul etmesiyle anlaşmaya son şekli 10-23 Mayıs
1916 tarihinde verilmiştir68
.
İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması’na69
göre Rusya, Musul ve Ürdün’ü kapsayan bağımsız bir Arap devleti kurulmasını
kabul ediyordu. Aynı zamanda Rusya Adana, Antakya, Lazkiye, Suriye kıyıları ve
Lübnan’da Fransa’nın; Musul hariç Irak bölgesinde ise İngiltere’nin istediği gibi
idarî bir yönetim kurmasını kabul ediyordu. Buna karşılık Rusya’ya ise Erzurum,
Van, Bitlis ile Muş ve Siirt vilâyetleri arasında kalan bölge ile Trabzon’un batısında
sonradan tespit edilecek bir noktaya kadar olan bölge bırakılıyordu. Yine kesin
sınırları sonradan tespit edilmek üzere Kayseri, Aladağ, Akdağ, Yıldızdağ, Zara,
Eğin ve Harput sınırları arasında kalan bölge de Fransa’ya bırakılmıştı. Filistin’de ise
müttefik devletler ve Şerif Hüseyin tarafından kararlaştırılacak uluslararası bir
yönetim kurulacaktı70
.
Bu anlaşmayla birlikte henüz Birinci Dünya Savaşı bitmeden önce
Almanya’nın etki alanı olarak kabul edilen toprakları İngiltere, Fransa ve Rusya
66 16 Mart 1879’da Londra’da doğan Sir Mark Sykes, 1899-1902 Güney Afrika Boer Savaşına
katıldıktan sonra İngiltere’nin İrlanda valisi George Wyndham’ın özel sekreterliğini yapmıştır. 1911
yılında Parlemento’ya seçilmiş ve I. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de ve Balkanlar’da diplomatik
faaliyetler yürütmüştür. Aynı zamanda Anadolu coğrafyasında yıllarca gezmiş ve gözlemler yapmış
olan Sir Mark Sykes, 16 Şubat 1919’da Fransa’da ölmüştür. D. M. Burak, a.g.e., s. 79.
67 R. Uçarol, a.g.e., s. 497.
68 R. Uçarol, a.g.e., s. 497; D. M. Burak, a.g.e., s. 80; Z. N. Zeine, a.g.e., s. 118.
69 Anlaşma metni için bkz. : J. C. Hurewitz, a.g.e., s. 18-22; G. Antonius, a.g.e., s. 428-430.
70 Şadiye Deniz, “Ortadoğu’nun Yeniden İnşaasının Yapı Bozumu: Büyük Ortadoğu Projesi Üzerine
Bir Analiz”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, c. 5, sayı:20, 2012 Kış, s. 173; R. Uçarol,
a.g.e., s. 497; D. M. Burak, a.g.e., s. 80.
82
kendi aralarında paylaşmışlardır 71. Fakat Şerif Hüseyin ile İngiltere arasında çok
ciddi problem oluşturan Suriye meselesinde İngiltere, çift yönlü bir politika
izlemiştir. İngiltere bu bölgeyi Şerif Hüseyin’e vermeyip Fransa’ya vaat etmiş olsa
da Şerif Hüseyin, ileride bu toprakları kendi kuracağı bağımsız Arap devleti
topraklarına katabileceği düşüncesindeydi. Fakat Şerif Hüseyin henüz Sykes-Picot
Anlaşması’nın ayrıntılarından haberdar değildi. Yine de bu anlaşma ile birlikte Şerif
Hüseyin İsyanı’na giden süreç hızlanmıştır72. Sykes- Picot Anlaşması’nın içeriğini
başta Şerif Hüseyin olmak üzere bütün dünya kamuoyu, Rusya’daki Bolşevik
devriminde73 sonra Bolşevikler tarafından Petrograd arşivlerinin ele geçirilmesinden
sonra öğrenebilmiştir74
.
2.1.5. İngiltere’nin Şerif Hüseyin’e Vaatleri
Birinci Dünya Savaşı devam ederken Osmanlı Devleti’nin Hilâfet makamını
elinde bulunduruyor olması başta İngiltere olmak üzere müttefik devletleri sürekli
endişelendiren bir durum olmuştur. Çünkü Osmanlı halifesinin siyasi gücü bütün
Müslümanlar üzerinde etkili bir unsurdu. İngiltere, Hilâfet makamının Müslümanlar
üzerindeki dini ve siyasi etkisini bildiğinden dolayı, bu makamın kendisi aleyhine
kullanılabileceği ihtimaline karşı çok yönlü bir hilâfet politikası ile gelişmelere göre
siyasi bir politika izlemiştir75. Bu sebepten ötürü müttefik devletler, bu güce karşı bir
güç oluşturmak zorundaydılar ve dönemin şartları dikkate alındığında buna en uygun
yer Arabistan’dı. Çünkü başta Mekke Emiri Şerif Hüseyin olmak üzere bazı Arap
liderleri bağımsızlık için bir takım faaliyetler içerisine girmişlerdi. Nitekim İngiltere
bu bölgedeki bağımsızlık arzularını görmüş ve Arabistan’da yeni bir halife ve buna
bağlı bir Hilâfet merkezi oluşturmak istemiştir. Dolayısıyla bu şartlar sağlandığı
takdirde Osmanlı Devleti’nin bu siyasi gücü kırılmış ve Müslümanlar arasında
kopmalar meydana gelmiş olacaktı76
.
71 R. Uçarol, a.g.e., s. 497.
72 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 103.
73 7 Kasım 1917’deki Bolşevik Devrimi. Ayrıntılı bilgi için bkz. R. Uçarol, a.g.e., s. 476.
74 Z. N. Zeine, a.g.e., s. 118.
75 Azmi Özcan, “İngiltere’de Hilâfet Tartışmaları”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sayı: 2, İstanbul
1998, s. 2.
76 M. M. Hülagü, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi…, s. 144.
83
İngiltere, kendi siyasi ve ekonomik menfaatleri doğrultusunda kullanmak
istediği Hilâfet makamını kendince en uygun gördüğü ve Müslümanlar için kutsal
sayılan bölgenin yönetimini elinde bulunduran Şerif Hüseyin’e vermek istemiştir. Bu
sayede Mekke’de yeni bir Hilâfet merkezi oluşturup Asya ve Afrika’da kendi idaresi
altındaki Müslüman tebaanın kendisi için tehdit oluşturmasını engelleyecekti. Yeni
halife olarak Şerif Hüseyin’i tayin etmek isteyen İngiltere, aynı zamanda bu sayede
hem Arabistan’ın kontrolünü eline geçirmiş olacak hem de Hindistan’a giden ticaret
yollarının güvenliği büyük oranda sağlamış olacaktı. Yine İngiltere, Hilâfet
merkezini değiştirerek Osmanlı Devleti’nin öncelikle saygınlığını yitirmesini
sağlayacaktı77. Bu sebeple İngiltere tarafından oluşturulan ve Şerif Hüseyin’e vaat
edilenlerin içerisinde en önemlisi olan Arap Hilâfeti fikri, siyasi istikrarsızlıkla ve
daha da önemlisi büyük güçlerle savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti
Hükümeti’ne karşı koyma düşüncesi olarak ortaya çıkmıştır78
.
Şerif Hüseyin’in isyana giden süreçte en büyük hedeflerinden biri de büyük
bir Arap krallığı kurmak ve Arap Kralı olmaktı. Şerif Hüseyin’in gerek bu tür
düşünceler içerisinde olması gerekse de İttihat ve Terakki Hükümeti ile yaşadığı
problemler dolayısıyla İngiltere, Şerif Hüseyin’i kullanarak Osmanlı Devleti’ne içten
saldırma fikrine yönelmiştir. Büyük bir Arap Krallığı kurmak isteyen Şerif Hüseyin
için İngilizlerin siyasi vaatleri Osmanlı Devleti’nin İslâm Birliği düşüncesinden çok
daha cazip ve çekici gelmiştir79
.
77 M. M. Hülagü, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi…, s. 144-145.
78 H. Kayalı, a.g.e., s. 204.
79 M. M. Hülagü, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi…, s. 146-147.
84
2.2. CEMAL PAŞA’NIN SURİYE VALİLİĞİ VE İSYANA
ETKİSİ
2.2.1. İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Şerif Hüseyin İle
İlişkileri
Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet’in ilanından sonra doğan hürriyet ortamıyla
yönetimine karşı muhalif seslerin yükselmeye başladığı Temmuz 1912’de İttihat ve
Terakki Cemiyeti aleyhine eleştiriler artmış ve özellikle Kahire’de yoğunlaşan bu
faaliyetler neticesinde çeşitli propagandalar yapılmıştır. Bu gelişmelerin ardından
Suriye’ye gönderilen Cezayir kökenli casuslar bu muhalif hareketleri kışkırtmışlar ve
sonrasında da tutuklanmışlardır. Bu tür muhalif oluşumları Avrupa’nın desteklediği
Osmanlı Devleti yetkililerince bilinen bir gerçeklikti. Ekim 1912’de patlak veren
Balkan Savaşları neticesinde Osmanlı Devleti siyasi ve ekonomik yönden ciddi bir
sarsıntı yaşamıştır. Balkan Savaşlarının da etkisiyle muhalif oluşumların sesi artık
daha gür çıkmaya başlamıştı. Bu muhalif hareketlerin en çok faaliyet gösterdikleri
bölge ise Arap toprakları olmuştur. Bu sorunu fırsat bilen İngiltere ve Fransa’nın
Arap vilayetlerine karşı ilgileri de artmıştır 80. İstihbarat faaliyetleri için özellikle
İngilizler birçok casusu Arap topraklarına göndermişlerdir. Osmanlı Devleti ise bu
durumlardan haberdardı. 2 Ocak 1912 tarihinde, Sadaret’ten Dâhiliye ve Hariciye
Nezaretlerine gönderilen bir telgrafta “Arapçaya aşina bir İngilizin bu günlerde
Maan cihetine gittiği istihbar olunup bunun bazı üseray-ı urbanı bil içtima
şimendiferi tahrip ve iğtişaş tevlid etmek gibi mütenevviyatta bulunduğu melhuz
idüğü ve Halep yakınında münhal asayiş vukuat zuhur edeceği dahi İngiliz
müttehizanı tarafından söylendiği… müttehiden ittihaz-ı tedabir tezyidât ile münhal
asayiş bir hal ve hareket vukuuna imkân bırakılmaması ve rivayeti muharrere
hakkındaki mahsusat ve istibdadın bildirilmesi Nezareti Celilelerince de icab
edenlere vesayayı acele ve tezyide i’fasına ve alınacak malumatın inbasına
80 H. Kayalı, a.g.e., s. 137-139.
85
himmet” 81 denilmiştir. Bölgeye istihbarat için gelenlerin hakkındaki bilginin
doğruluğu ve eğer bu doğruysa gerekli tedbirlerin alınması istenmiştir. Mısır
Hükümeti’nin de aynı şekilde Arabistan vilâyetlerine casuslar gönderdiği Dâhiliye
Nezareti’nden bildirilmiş ve bu kişiler hakkında takibat başlatılması ve derhal sınır
dışı edilmeleri istenmiştir82
.
Bu gelişmelerden sonra Şerif Hüseyin, Balkan Savaşları’ndan güç kaybederek
çıkan Osmanlı Devleti’nin bu durumu karşısında Hicaz’daki otoritesini arttırmak
istemiş ve hükümet tarafından Hicaz’a atanan valileri çok fazla dikkate almamaya
başlamıştır. Şerif Hüseyin’in otoritesini arttırmak istediğini anlayan İttihat ve
Terakki Hükümeti, Hicaz’da çeşitli reformlar yapmak istemiştir. Şerif Hüseyin ise
özellikle kendi otoritesini sarsacak bütün reform hareketlerine karşı direnmiş ve karşı
çıkmıştır. Bu reformlardan biri İttihat ve Terakki Hükümeti’nin değişiklik yapmak
istediği kölelik sistemidir. Kölelik sistemi hükümet için utanç verici bir problem
olmuştur. Kölelik her ne kadar Tanzimat ile birlikte yasal olarak kaldırılmış olsa da
Hicaz’da son bulmamıştı. İttihat ve Terakki Hükümeti, kölelik sistemini kaldırmak
istemişse de bazı Arap liderlerinin buna karşı çıkacağını düşündüğünden dolayı
bundan çekinmiştir. Bu uygulama ile hükümetin amacı hem Şerif Hüseyin’in yerel
otoritesini Osmanlı Devleti’nin menfaatleri doğrultusunda kullanmak hem de
merkezi idareyi güçlendirmekti. Fakat bu durum Şerif Hüseyin ile İttihat ve Terakki
Hükümeti’ni karşı karşıya getiren bir durum olmuştur
83
.
Medine’nin Hicaz’dan ayrılması ve Hicaz Demiryolu’nun Mekke’ye kadar
uzatılması düşüncesine en sert muhalefet eden yine Şerif Hüseyin olmuştur. Çünkü
demiryolu hattının Mekke’ye kadar uzatılması demek merkezi otoritenin güçlenmesi
ve dolayısıyla Şerif Hüseyin’in bölgedeki etkinliğinin azalması ve bu bağlamda
uygulamaya koymayı düşündüğü projelerini de gerçekleştirememesi anlamına
gelecekti. Yine Hicaz demiryolu projesi Müslümanlar arasındaki İslâm birliği fikrini
geliştirmesi açısından önemli olmuştur. Bu proje başladıktan sonra özellikle Güney
81 Sadaret’ten Dâhiliye ve Hariciye Nezareti Celilelerine gönderilen 20 Kânûn-ı Evvel 1327 (2 Ocak
1912) tarihli telgraf; BEO. nr. 3988/299067. Lef 1.
82 Dâhiliye Nezareti’nden Hicaz, Beyrut vilâyetleri ile Kudüs-i Şerif Mutasarrıflığı’na gönderilen 2
Eylül 1330 (15 Eylül 1914) tarihli şifre; BOA. DH. ŞFR. nr. 44/12.
83 H. Kayalı, a.g.e., s. 173-175.
86
Afrika Müslümanları bu projeyi desteklemiş ve maddi yardımlar göndermişlerdir84
.
Fakat Şerif Hüseyin, görünüşte Osmanlı hükümetinin bu uygulamalarını destekliyor
olsa da Hicaz’daki yüksek rütbeli görevlileri ve daha da önemlisi Hicaz valisini
tehdit ederek hükümetin bu tür uygulamalardan vazgeçmesini sağlamaya
çalışmıştır 85 . Bu amaçla 14 Mart 1914’de yeni valinin “bütün faydalı şeyleri
elimizden aldı” iddiasıyla halkı ayaklandıran Şerif Hüseyin, eskiden olduğu gibi
hacıların develerle taşınmasını istiyordu. Bu isyanın büyümesinden sonra ise
hükümet, 27 Mayıs 1914’de Hicaz Demiryolu’nun Mekke’ye kadar uzatılması
fikrinden vazgeçmiştir. Bu sayede Şerif Hüseyin amacına ulaşmıştır86. Yaşanan bu
gelişmelerden sonra İttihat ve Terakki Hükümeti, Şerif Hüseyin’i ikna etmeden
Hicaz Demiryolu’nun uzatılamayacağını anlamıştı. Bu gerekliliğin ortaya
çıkmasından sonra hükümet, Şerif Hüseyin ile anlaşmak istemiş ve bu amaçla
1914’te Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah ile
görüşmüş ve demiryolu inşaatına muhalefet etmekten vazgeçmeleri durumunda
demiryolu inşaatı bittikten sonra elde edilecek hâsılatın üçte birinin Şerif Hüseyin’e
verileceğini söylemiştir. Bunun yanı sıra inşaatta çalışacak askerlerin Şerif
Hüseyin’in emrinde çalışacağını ve bedevi kabilelere ise 250 bin lira para
dağıtılacağını söylemiştir. Bütün bunlara mukabil Talat Paşa, bu tekliflerin Şerif
Hüseyin tarafından reddedilmesi durumunda ise kendisinin Mekke emirliğinden
azledileceğini tehdidinde bulunmuştur87
.
26 Mart 1913 tarihinde kabul edilen kanun ile birlikte, İstanbul’dan tayin
edilen valilere geniş yetkiler tanınıyor ve dolayısıyla merkezi hükümetin otoritesi
arttırılmaya çalışılıyordu. Bu kanunun çıkartılmasından sonra Şerif Hüseyin’in
endişesi daha da artmıştır. Çünkü Hicaz’a vali olarak atandıktan sonra Vehib Bey,
Eyaletler Kanunu’nu Hicaz’da uygulamak niyetindeydi. 15 Ocak 1914’de Hicaz Vali
ve Kumandanı olarak atanan Vehib Paşa, Hicaz’daki askeri birliği güçlendirmeye
çalışırken aynı zamanda da bölgedeki devlet memurlarını devlet otoritesinden başka
bir otorite tanımamaları konusunda uyarmıştır. Yine bölgeye atandıktan sonra Vehib
84 Muhammed Tandoğan, “Osmanlı Devleti’nin Afrika’da Avrupa Sömürgeciliğine Karşı Siyaseti”,
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2011,
s. 137.
85 U. Gülsoy, a.g.e., s. 221; H. Kayalı, a.g.e., s. 185.
86 S. Yatak(Beyoğlu), a.g.m., s. 71.
87 U. Gülsoy, a.g.e., s. 222.
87
Paşa, çok sayıda memuru görevinden almış ve Hicaz’da yeni düzenlemelere
gidileceği konusunda açıklamalar yapmıştır. Bu durumdan çok ciddi şekilde
rahatsızlık duyan Şerif Hüseyin, hükümet nezdinde girişimlerde bulunarak Vehib
Paşa’nın bu uygulamalarından vazgeçirmek istemiştir88
.
Şerif Hüseyin’in faaliyetlerinden şüphelenen İttihat ve Terakki Hükümeti,
Vehib Bey’den Şerif Hüseyin’i dikkatle izlemesini ve bütün faaliyetlerini hükümete
rapor etmesini istemiştir. Bundan sonra Vehib Paşa, sürekli Şerif Hüseyin’i ziyaret
etmiş ve fikirlerini öğrenmek istemiştir. Bu ziyaretlerin birinde Şerif Hüseyin’in,
hilâfetin gasp yoluyla ele geçirildiğini ve Osmanlı padişahlarının hilâfet makamını
hak etmediklerini açıkça söylemekten çekinmemesi, hükümete karşı ciddi muhalefet
içerisinde olduğunu göstermektedir89
.
Birinci Dünya Savaşı yaklaşırken İttihat ve Terakki Hükümeti’nin İslâmcılık
politikasına yönelmesi, Şerif Hüseyin ile hükümet arasındaki ilişkilerin daha da
bozulmasına neden olmuştur. Çünkü Birinci Dünya Savaşı öncesi hükümetin İslâm
propagandası yapması Şerif Hüseyin’i endişelendirmiş ve dolayısıyla Şerif
Hüseyin’in “İslâmi geleneği temsil eden sadece Arabistan’dır” tezini çürütmüştür.
Dolayısıyla bu propaganda Şerif Hüseyin’in Arap topraklarındaki manevi gücünü de
zayıflatan bir unsur olmuştur 90 . Bu açıdan Şerif Hüseyin, merkezi otoritenin
güçlenmesine karşı çıkmış ve bu durumda kendisini her zaman İttihat ve Terakki
Hükümeti ile karşı karşıya getirmiştir.
Şerif Hüseyin ile İttihat ve Terakki Hükümeti arasında yaşanan gerginliğin
farklı bir nedeni de, Şerif Hüseyin’in “İttihat ve Terakki Hükümeti’nin bütün Arap
kavmini Türkleştireceği” iddiasıydı. Cemal Paşa’ya göre asılsız bu iddia ve
propagandanın asıl kaynağı ise Fransa’dır91
.
88 U. Gülsoy, a.g.e., s. 221
89 S. Yatak(Beyoğlu), a.g.m., s. 70-71.
90 H. Kayalı, a.g.e., s. 192.
91 C. Paşa, a.g.e., s. 250.
88
2.2.2. Cemal Paşa’nın 4. Ordu Komutanı Olarak Suriye’ye
Atanması ve Suriye’deki Faaliyetlerinin İsyan’a Etkisi
12 Kasım 1914’de Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden
yaklaşık iki hafta sonra Enver Paşa, ayağında çıkan bir çıbandan dolayı evinde
yatarken o sırada Bahriye Nazırı ve İkinci Ordu Komutanı olan Cemal Paşa’yı evine
davet etmiştir. Davet icabet eden Cemal Paşa’ya Enver Paşa şunları söylemiştir;
“Süveyş Kanalı’na yapacağımız bir taarruzla İngilizleri Mısır’da meşgul edip Batı
cephesine sevk etmekte oldukları birçok Hint birliklerini Mısır’da alıkoymaya
mecbur ederek Çanakkale’ye bir çıkartma kuvveti göndermelerine engel olmak
istiyorum. Bunun için iki aydan beri Suriye’de bazı hazırlıklarda bulunuyorum…
Suriye’den aldığımız haberler orada genel durumun çok karışık olduğunu ve Arap
ihtilâlcilerinin faaliyet ve çalışmalara başladıklarını gösteriyor. Bu şartlar altında
ben düşünüyordum ki, zat-ı âliniz fedakârlıkta bulunsanız da Dördüncü Ordu
Kumandanlığı’nı üstlenseniz, hem Kanal Seferi’ni hazırlayıp hem icra etseniz hem de
Suriye’de iç güvenlik ve asayişi sağlasanız? Bilmem teklife cesaret edeyim mi?”92
.
Enver Paşa, Cemal Paşa’ya hitaben bu sözleri sarf ettikten sonra Cemal Paşa da şu
cevabı vermiştir: “Benim görevimi yerine getirme yeteneğimin nerde vatan için daha
faydalı ve daha gerekli olduğuna inanırsanız oraya gidip vazifede bulunmak benim
için en mukaddes bir görevdir. Ayrıca teklif ettiğiniz Dördüncü Ordu
Kumandanlığı’nı teşekkür ve istekle kabul eder, birkaç gün içinde memuriyet
mahalline hareket ederim”
93
. Aldığı bu cevap karşısında Enver Paşa son derece
memnun oluştur. Bunun üzerine Cemal Paşa Suriye’deki Dördüncü Ordu
Kumandanlığı’na atanmış ve Irak dışında bütün Arabistan’ın bilfiil hâkimi
olmuştur 94 . Daha sonra Cemal Paşa, İkinci Ordu karargâhından Erkân-ı Harbiye
Reisi Miralay von Frankberg’i, üç kurmay subayı, birkaç üstsubay ve subayı yanına
92 Ali Fuad Erden, Birinci Dünya Harbi’nde Suriye Hatıraları, İstanbul 2003, s. 20; İsmet Üzen, 1.
Dünya Harbinde Sina Cephesi ve Çöl Hatıraları, İstanbul 2007, s. 34; C. Paşa, a.g.e., s. 185-186.
93 Nevzat Artuç, Cemal Paşa Askeri ve Siyasi Hayatı, Ankara 2008, s. 208-209; C. Paşa, a.g.e., s.
186; Z. Şakir, a.g.e., s. 178.
94 Eşref Kuçşubaşı, Hayber’de Türk Cengi- Teşkilat-ı Mahsusa Arabistan, Sina ve Kuzey Afrika
Müdürü Eşref Bey’in Anıları, Yayına Hazırlayanlar: Dr. Rhilip H. Stoddard, H. Basri Danışman,
İstanbul 1997, s. 234.
89
alarak hazırlıklarını tamamlamış ve 21 Kasım 1914 günü Haydarpaşa İstasyonu’ndan
yola çıkmıştır95
.
Yaklaşık on günden fazla süren yolcucuğunun ardından Cemal Paşa, 8 Aralık
1914’te 96 Şam’a ulaşmış ve kendisini karşılamaya Sekizinci Ordu Kumandanı
Mersinli Cemal Paşa gelmiş ve ardından da karargâh şeklinde düzenlenen Damaskus
Palas Oteli’ne yerleşmiştir. Otel’e yerleştikten sonra ise Cemal Paşa’nın yaptığı ilk iş
Kanal Seferi’nin tatbikatıyla ilgili harp harekât layihası ile o güne kadar yapılan ve
daha sonra yapılması planlanan işlere dair emir ve haritaları inceleyip
değerlendirmek olmuştur97
.
Dördüncü Ordu Kumandanlığı’na atandıktan sonra Cemal Paşa, ilk iş olarak
Kanal Seferi hazırlıklarına başlamıştır. Hazırlıklar sırasında birçok zorluklarla
mücadele etmek zorunda kalan Cemal Paşa’yı en çok zor durumda bırakan ise Sefer
Kuvvetleri’nin ihtiyaç duyduğu develeri tedarik edebilme meselesi olmuştur.
Yaklaşık on bir bin deveye ihtiyaç duyulurken üç ayda ancak iki bin deve
bulunabilmişti. Daha sonra gerek İngiltere’nin bu sefer hazırlıklarını haber
almasından sonra bölgedeki Arap liderlerini, Cemal Paşa’ya deve satmamaları
konusunda uyarması gerekse de her devenin yük taşımak için uygun olmamasından
dolayı Cemal Paşa, ihtiyaç duyulan develeri temin edebilmek konusunda çok
sıkıntılar çekmiştir. Fakat en sonunda yedekleriyle birlikte on dört bin deve temin
etmeyi başarmıştır98
.
Kanal Seferi hazırlıları devam ederken Cemal Paşa, aynı zamanda Şerif
Hüseyin ile irtibata geçmiş ve Kanal Seferi için oğullarının birinin komutasında bir
kuvvet göndermesini istemiştir. Bu talebe önce olumlu cevap veren Şerif Hüseyin,
Emir Ali komutasında bir kuvveti Medine’ye kadar göndermiş fakat daha sonra bu
kuvvet Medine’den ileri gitmemiş. Dolayısıyla Şerif Hüseyin, Cemal Paşa’nın talebi
üzerine Kanal Seferi’ne katılmak üzere bir kuvvet göndermeyi taahhüt etmişse de
daha sonra bundan vazgeçmiştir99
.
95Liman von Sanders, Türkiye’de Beş Yıl I, çev: Örgün Uğurlu, İstanbul 1999, s. 61; C. Paşa, a.g.e.,
s. 186; A. F. Erden, a.g.e., s. 21; N. Artuç, a.g.e., s. 211; Z. Şakir, a.g.e., s. 179.
96 N.Artuç, a.g.e., s. 211; İ. Üzen, a.g.e., s. 36.
97 C. Paşa, a..g.e., s. 195.
98 C. Paşa, a..g.e., s. 199.
99 C. Paşa, a..g.e., s. 200.
90
Osmanlı ve Arap askerlerinin gösterdikleri fedakârlılara rağmen yaklaşık iki
ay süren sefer sonunda Süveyş Kanalı’nı geçilememiştir100. Bundan sonra ise Cemal
Paşa’nın en önemli meşguliyeti, önemli Arap liderleri olan başta Şerif Hüseyin
olmak üzere İbn-i Reşid ve İbn-i Suud’un savaş sırasında Osmanlı ordusuna yardıma
teşvik etmek olmuştur.
Süveyş Kanalı’nın geçilmesine muvaffak olunamadıktan sonra Cemal Paşa,
Kanal’ı geçip İngilizleri Mısır’dan çıkarmayı başaramamışsa da Süveyş Kanalı’nın
doğu sahiline uzun menzilli toplar yerleştirip Kanal’dan ticaret gemilerinin geçişini
engellemek maksadıyla, çöl menzil teşkilâtı oluşturmuştur 101 . Daha da önemlisi
Birinci Kanal Seferi’nin başarısızlıkla sonuçlanmış fakat İngilizlerin dikkati Süveyş
Kanalı’na çekilmiş ve İngilizler savaş boyunca bu bölgede büyük kuvvetler tutmak
zorunda kalmıştır102
.
Birinci Kanal Seferi sonunda Cemal Paşa, Enver Paşa’ya gönderdiği raporda
bu seferin bir keşif taarruzu niteliğinde olduğunu, düşmanın savunma düzenini
öğrenmek için düzenlendiğini ve ileride uygun bir zamanda tekrar Kanal’a bir sefer
düzenlenmek için hazırlıklara başlandığını söylemiştir. Nitekim Enver Paşa da
İngilizlerin Mısır’dan Çanakkale’ye rahatça asker sevkiyatı yapmalarını engellemek
adına Cemal Paşa’nın bu düşüncesinin yerinde bir düşünce olduğu konusunda
kendisini desteklemiştir. Bundan sonra İkinci Kanal Seferi hazırlıkları başlamış ve bu
hazırlıklar çerçevesinde Almanya’dan da yardım istenmiştir. Fakat o sırada gerek
Osmanlı ordusunun Çanakkale Savaşı’na odaklanmış olması gerekse de Almanya ile
Osmanlı Devleti arasındaki demiryolu bağlantısının Sırbistan’da kesilmiş olması
sebeplerinden dolayı Almanya’nın yardımı, istenilen seviyede olmamış ancak
müttefik ordularının Gelibolu çıkarmasından sonra gönderilebilmiştir103
.
İkinci Kanal Seferi hazırlıkları çerçevesinde Cemal Paşa, asker ve malzeme
sevkiyatının rahat yapılabilmesi için Süveyş Kanalı’na kadar uzanan bir demiryolu
projesini uygulamaya koymuş ve 19 Ocak 1915’de başlatılan bu projenin Ekim 1915
ortalarında Birüssebe kadar olan 159 km’lik kısmı tamamlanmıştır. Ancak bu proje
100 Ayrıntılı bilgi için bkz. N. Artuç, a.g.e., s. 212-230.
101 C. Paşa, a.g.e., s. 213; A. F. Erden. a.g.e., s. 123.
102 İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu 1912-1922 (Balkan-Birinci Dünya ve İstiklâl
Harbi), Ankara 1993, s. 132.
103 A. F. Erden, a.g.e., s. 188; N. Artuç, a.g.e., s. 231-236.
91
Şerif Hüseyin’in saldırılarının başlaması nedeniyle İsmailiye’ye 25 km’lik bir mesafe
kaldığında zorunlu olarak durdurulmuştur104
.
İkinci Kanal Seferi hazırlıklarını ve bölgedeki gelişmeleri yakından görmesi
için Cemal Paşa, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’yı Suriye’de
davet etmiştir. Bunun üzerine Şubat 1916’da Enver Paşa, Suriye’ye gelmiş ve Cemal
Paşa’nın faaliyetlerinden memnun kaldığını şu şekilde ifade etmiştir: “Çölün bu
kadar değişebileceğine ihtimal vermemiştim”
105
. Gerçekten de Cemal Paşa,
Suriye’de bulunduğu süre zarfında çok önemli işler yapmaya muvaffak olmuştur106
.
18 Kasım 1914’te Süveyş Kanalı’na yapılması planlanan sefer için ve
Suriye’deki iç asayişi sağlaması için Dördüncü Ordu Kumandanlığı’na atanan Cemal
Paşa bu görevinin yanı sıra Suriye, Filistin, Hicaz ve Kilikya bölgelerinin Genel
Valiliğine de atanmıştır. Cemal Paşa’nın Suriye’ye gönderilişin temel nedeni ise
Suriye’deki otorite boşluğunu gidermek ve Arap milliyetçilik hareketlerine engel
olmak olmuştur. Bu gayelerle Suriye’ye gönderilen Cemal Paşa, geniş yetkilerle
donatılmıştır. Suriye ve Beyrut Valileri kendisine bağlı olmakla birlikte Ermeni,
Rum ve Maruni Patrikhanelerinin ruhani liderlerini tayin ve azil işleri de Cemal
104 Hicaz Demiryolu’nun Mesudiye İstasyonu’ndan başlayarak devam eden bu demiryolunun
güzergâhının Remle, Yafa, Kudüs, Birüssebe, Hafirülavce ve İsmailiye’den geçerek Süveyş Kanalı’na
ulaşması hedeflenmekteydi. Bkz.: N. Artuç, a.g.e., s. 237.
105 N. Artuç, a.g.e., s. 241.
106 Cemal Paşa, Dördüncü Ordu Kumandanı olarak atandıktan sonra özellikle de İkinci Kanal Seferi
hazırlıkları çerçevesinde savaş sırasında beklenilenden daha geniş çaplı hazırlıklar ve imar faaliyetleri
yapmıştır. Bu imar faaliyetlerinin ne derece büyük olduğuyla ilgili Falih Rıfkı Atay şunları
söylemiştir: “Çöle gömülen bir senelik Türk enerjisi, herhangi bir planın içine toplanır ve teksif
olunursa, dört beş senede bir memleket yapmaya kâfidir. Türk enerjisi, ancak planlanmış,
nizamlanmış, inzibatlanmış bir çarka takıldığı zaman mucizeler doğurur”. F. R. Atay, a.g.e., s. 125;
N. Artuç, a.g.e., s. 241. Cemal Paşa’nın önem verdiği diğer bir husus da yolların imarı ve yeni
yollarını inşasıydı. Bu konuda ne kadar çok mücadele verdiğini ve çok kısa zamanda bir çok yollar
açtırdığı ile ilgili, Cemal Paşa’nın Erkan-ı Harbiye Reisi olan Ali Fuad Erden şunları söylemiştir:
“Cemal Paşa harp için faydalı ve lüzumlu bu yolların yanında harp sırasında lüks sayılabilecek
yollar da yaptırmıştır: Yafa’da 35 metre genişliğinde ve 800 metre uzunluğunda, iki tarafında hurma
ve portakal ağaçları olan bir bulvar. Şam’da 45 metre genişliğinde ve 650 metre uzunluğunda bir
bulvar (Cemal Paşa Caddesi). Beyrut’ta mükemmel bir park” . A. F. Erden, a.g.e., s. 114. Bunun yanı
sıra Dördüncü Ordu Kumandanlığı’na atandıktan sonra Şam’a gelene kadar geçtiği yolların çok kötü
bir vaziyette olduğunu gören Cemal Paşa, bu yolların bir an önce yeniden inşa edilmesinin önemini
anlamıştı. Bu meseleye çok ehemmiyet veren Cemal Paşa’nın yol inşasında çok meşhur olan
yöntemini Ali Fuad Erden şu şekilde anlatır: “ …yapılacak yolun uzunluğu ölçülür, arazinin hal ve
cinsine göre yolun ne kadar zamanda yapılabileceği hesap edilir, bu zamana yüzde yirmi zam olunur
Yolun belirlenen zamanda tamamlanması için gereken araçlar bu zatın emrine verilir ve Cemal Paşa,
Ordu Erkân-ı Harbiyesi’nden yazılan emrin sonuna şu cümleyi ilave ederdi: “O gün otomobille yolu
teftiş edeceğim. Otomobil nerede duraklarsa yolun inşasına memur mühendis orada gömülecektir”.
Yollar belirlenen zamandan önce tamamlandı ve hiçbir mühendis gömülmedi”. A. F. Erden, a.g.e., s.
113-114.
92
Paşa’nın tasarrufuna bırakılmıştır. Bunların yanı sıra bölgedeki bütün mali ve idari
yetkiler Cemal Paşa’da toplanmış ve İttihat ve Terakki Hükümeti de bölgedeki
birçok sorunun çözülmesini konusunu Cemal Paşa’nın tasarrufuna bırakmıştır 107
.
Cemal Paşa ise bölgedeki gelişmelerden hükümeti haberdar etmiş ve bazı konularda
da yardım istemiştir. Sadaret tarafından Şatt’ül-Arap’a girmiş olan İngiliz
gemilerinin belirlenen sınırı geçmesinin esasında İngilizlerin Osmanlı Devleti
aleyhine farklı planları olduğu Başkumandanlık Vekâleti’ne bildirilmiştir108. Bundan
sonra 26 Eylül 1914 tarihinde “…Şatt’ül-Arap dahiline girmiş olan İngiliz sefâin-i
harb gemileri hakkında İngiliz hükümeti nezdinde teşebbüsat-ı lazîme icrası…”
denilerek Başkumandanlığın, Londra Sefareti aracılığıyla İngiliz hükümetinden bilgi
alması istenmiştir 109 . Ayrıca Amerika’da yayınlanan ve Arap ihtilâli konusunda
propaganda yapan bazı gazetelerin, Osmanlı topraklarına girmesinin yasaklanması
için Talat Paşa, Sadaret nezdinde girişimlerde bulunmuş ve bu gazetelerin ülkeye
girişinin yasaklanmasını istemiştir 110 . Sadaret’ten Hariciye Nezareti, Dâhiliye
Nezareti, Maliye Nezareti, Posta ve Telgraf ve Telefon Nezaretlerine gönderilen
cevapta ise bu gazetelerin Osmanlı ülkesine girişi yasaklanmıştır111. Ayrıca Paris’te
bazı Suriyelilerin yardımıyla “El-Müstakbel” adıyla bir gazete neşredildiği ve bu
gazetenin Osmanlı Devleti, Türkler ve Müslümanlar aleyhinde ağır hakaretler
içerdiği, Fransız Hükümeti’nin ise bu gazeteyi el altından desteklediği
bildirilmiştir112
.
Suriye’ye atandıktan sonra bölgede birçok problemle karşılaşan Cemal
Paşa’nın savaş yıllarında en çok uğraştığı problemlerin başında ise, zahire ihtiyacının
had safhaya çıkmış olması, 1916 yılı içerisinde yaşanan salgın hastalıklardaki artış ve
Osmanlı kâğıt parasının değerini kaybettiği ile ilgili artan dedikodular olmuştur.
107 N. Artuç, a.g.e., s. 61-68.
108 Sadaret’ten Başkumandanlık Vekâleti Celilesi’ne 15 Eylül 1330(28 Eylül 1914); BEO. nr.
4313/323418 lef 2.
109 Sadaret’ten Başkumandanlık Vekâleti Celilesi’ne 15 Eylül 1330(28 Eylül 1914); BEO. nr.
4313/323418 lef 1.
110 Talat Paşa’dan Sadaret’e 24 Teşrîn-i Evvel 1330 (6 Kasım 1914) ; BEO. nr. 4320/323981.
111 Sadaret’ten Hariciye Nezareti, Dâhiliye Nezareti, Maliye Nezareti, Posta ve Telgraf ve Telefon
Nezaretleri’ne 29 Teşrîn-i Evvel 1330(11 Kasım 1914) tarihli cevap; BEO. nr. 4320/ 323981.
112 Hariciye Nezareti’nden Dâhiliye Nezareti Celilesi’ne 3 Cemazeyilahir 1334 (7 Nisan 1916) tarihli
telgraf; BOA. DH. EUM. 4. Şb. Nr. 5/59.
93
Özellikle zahire ihtiyacının ciddi oranlarda artmış olması dolayısıyla Cemal Paşa,
Talat Paşa başkanlığında kurulan iaşe teşkilatından 250.000 lira yardım almıştır113
.
Cemal Paşa, Arap milliyetçiliğinin etkisinin artmasında önemli payı olan
yabancı okullara karşı ilginin azalması için Suriye’de bulunduğu süre zarfında eğitim
faaliyetlerine de çok önem vermiştir. Bu gayeyle, Türk kadının övünç kaynağı olarak
gördüğü ve takdir ettiği Halide Edip Adıvar’ı, emir subayı Falih Rıfkı Atay
vasıtasıyla Suriye’ye davet etmiştir. Bunun üzerine Halide Edip Adıvar, birkaç hafta
sonra Suriye’ye gelmiş ve yaptığı incelemeler neticesinde bir rapor hazırlamış daha
sonra da Eylül 1916’da İstanbul’a geri dönmüştür. Bundan sonra Cemal Paşa
kendisini tekrar çağırtmış ve Halide Edip Adıvar kardeşi Nigar Hanım başta olmak
üzere, eğitim konusunda tecrübeli elli kadın ve erkekle birlikte Aralık 1916
sonlarında Şam’a tekrar gelmiştir. Halide Edip Adıvar’ın Suriye’ye tekrar geldikten
sonra özel çaba ve gayretleri sayesinde Beyrut’ta Deyru’n-Nâsırât adlı Fransız kız
okulu binası tekrar ihya edilmiş ve yatılı kız lisesi ve öğretmen okulu olmuştur. Yine
bu süreçten sonra Beyrut, Şam ve Cebel-i Lübnan’daki yatılı ve normal Kız İlkokulu,
yaklaşık üç-dört bin genç ve kadının devam ettiği Beyrut Sanayi Mektepleri, bin
Ermeni çocuğunun devam ettiği Aynıtura Manastırı, savaş yıllarında Bekaa
Vadisi’ndeki Fransız Cizvit Ziraat Mektebi yerine kurulan yatılı Tanail Ziraat
Mektebi gibi eğitim kurumları, Cemal Paşa’nın gayretleri neticesinde kurulan
okullardan bazılarıdır. Bunun yanı sıra Halep’te açılan kız öğretmen okulu ve
özellikle İslâm dünyası için çok faydalı olacağını düşündüğü Selahaddin-i Eyyubî
Medresesi Külliyesi gibi müesseseler, Cemal Paşa’nın Suriye’deki sadece asayişin
sağlanmasına değil, eğitim faaliyetlerine de verdiği önemin bir sonudur114
.
Cemal Paşa’nın Dördüncü Ordu Kumandanı olarak Suriye’ye atandıktan
sonra uğraştığı en önemli meselelerden biri de müttefik devletler adına istihbarat
toplamak için bölgede yoğun şekilde faaliyet gösteren casuslar olmuştur. Bu konuda
çok ciddi çalışmalar yapan Cemal Paşa, bu devletlerin planlarını öğrenmek amacıyla
kendisi de Avrupa’ya casuslar göndermiştir115
.
113 N. Artuç, a.g.e., s. 270-273; C. Paşa, a.g.e., s. 304.
114 N. Artuç, a.g.e., s. 279-281; C. Paşa, a.g.e., s. 323-324; Z. Kurşun, Yol Ayrımında TürkArap…, s 152.
115 Cemal Paşa’nın Avrupa’ya gönderdiği ve Avrupa’da kurduğu istihbarat ağının en önemli ismi Dr.
Lütfi Bey’dir. Avrupa’daki istihbarat çalışmaları neticesinde Dr. Lütfi Bey, Fransa’nın Suriye
94
Bir diğer önemli casusluk faaliyetleri ise Kudüs ve Filistin’de bağımsız bir
Yahudi devleti kurmak için uğraşan Siyonistlerin faaliyetleriydi. Bunlara karşı ise
Cemal Paşa, casusluk faaliyetlerine karışmış Yahudileri Şam ve Beyrut’a sürgün
ederken bu kişilerin bu bölgelerden emlak satın almalarını da yasaklamıştır116
.
Cemal Paşa Suriye’ye geldikten hemen sonra, o sırada Şam Valisi olan
Hulusi Bey, Arap milliyetçilerinin Suriye’de Fransız mandasını kurmak ve teşvik
etmek için çalıştıklarını ispatlayan belgelerin Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Fransız
Konsolosluğu’na yapılan baskın sırasında ele geçirildiğini ve bu konuda kendisiyle
görüşmesi gerektiğini Cemal Paşa’ya bildirmiştir. Yapılan görüşme neticesinde
Cemal Paşa, ayrılıkçı Arap milliyetçileri hakkında kanunî bir soruşturma açmanın
birlik ve beraberliğe halel getireceği düşüncesiyle bu duruma sıcak bakmamıştır117
.
Şimdilik bu belgelerin gizli tutulmasına karar verilmiştir. Fakat henüz Cemal Paşa,
Suriye’ye gelmeden önce Nahle Matran Paşa, Divan-ı Harbe verilmiş ve kendisi
hakkında takibat başlatıldığı için bu soruşturmaya devam edilmesi zorunlu
olmuştur118. Dolayısıyla Cemal Paşa, Suriye geldiği ilk günlerden itibaren uzlaşmacı
bir siyaset izlemiştir. Ama yine de bu tarihten sonra Cemal Paşa hakkında suçlamalar
başlamış ve kendisi aleyhine özellikle Şerif Hüseyin başta olmak üzere Arap
milliyetçiliğinin önde gelen isimleri, Cemal Paşa’nın Arapları imhaya kalkıştığı gibi
iddialara bütün Arapları inandırmaya çalışmışlardır.
Cemal Paşa’nın uzlaşma siyasetine karşı Arap milliyetçiği faaliyetleri
azalmamış, aksine daha da artmıştır. Bu gelişmelerin sonucunda ciddi önlemler
almanın gerekli olacağını düşünen Cemal Paşa, bu konuyu Harbiye Nezareti ile
görüştükten sonra Beyrut Sıkıyönetim Mahkemesi kurulmuştur. 21 Ağustos 1915’de
yapılan yargılamalar neticesinde Arap bağımsızlık hareketi için çalıştıkları ispatlanan
on bir kişi hakkında idam kararı verilmiştir. Bu idamlardan sonra ise Suriye, Beyrut
politikası, Suriye’deki ayrılıkçı hareketler içerisinde kimlerin olduğu ve bunların kimlerle bağlantıları
olduğu gibi önemli bilgiler edinmiştir. Dr. Lütfi Bey, İttihat ve Terakki’ye muhalif Kürt Şerif Paşa’nın
ihbarı üzerine Fransa’dan ihraç edilmiştir. N. Artuç, a.g.e., s. 286-287.
116 N. Artuç, a.g.e, s. 285.
117 William I. Cleveland, Batı’ya Karşı İslam- Şekip Arslan’ın Mücadelesi, çev: Selahattin Ayaz,
İstanbul 1991, s. 85.
118 Nahle Matran Paşa müebbet kürek cezasına çarptırılmış ve Suriye’de kalması sakıncalı görülerek
Diyarbakır’a nakledilmesine karar verilmiştir. Nahle Matran Paşa, Diyarbakır’a nakledilirken
Cerablus mevkiinde gece kaçmaya teşebbüs etmiş ve kendisini muhafaza için görevli olan jandarma
tarafından ölü olarak ele geçirilmiştir. C. Paşa, a.g.e., s. 245-246.
95
ve Cebel-i Lübnan’da ayrılıkçı Arap örgütleriyle işbirliği içinde olduğu anlaşılan
bazı ailelerin Anadolu’ya nakledilmesine karar verilmiştir. Bu ailelerin Anadolu’ya
nakilleri gerçekleşirken de bütün tedbirler alınmış ve gittikleri yerlerde gereken
kolaylıklar sağlanmış ve hiç kimse mağdur edilmemiştir 119 . Cemal Paşa’nın bu
aileleri Anadolu ve Kudüs’ sürgüne gönderme amacını Emir Şekip Arslan şu şekilde
izah etmektedir: “ …Devletin siyasetinin, yabancılarla ilişkisini tespit ettiği kişileri
korkutma dışında bir amacı yoktur…” 120 . Cemal Paşa bu aileleri korkutmak
istemiştir. Nitekim bu ailelerin daha sonra yerlerine geri dönmesi için Dâhiliye
Nezareti’nce Talat Paşa’ya “Suriye’den nefyedilen şahısların peyderpey
memleketlerine avdetlerine Cemal Paşa hazretleri muvafakat edildiği iki güne avdet
edildiği için tebligat i’fa edilmek üzere olduğu malumatıdır”
121 şeklinde haber
verilmiştir.
Cemal Paşa alınan tedbirlerin daha da arttırılması düşüncesiyle daha önce
Fransız Konsolosluğu’nda ele geçiren belgelerin ışığında yargılama yapılması
gerektiği kanaatine varmış ve bu belgelerde adı geçen şahıslar hakkında Şam Vilâyeti
Âliye Kasabası’nda122 yargılamalar başlamıştır. İlk başlarda Enver ve Talat Paşa’lar
içlerinde Araplar tarafından tanınan ve bölgenin ileri gelenlerinin olması dolayısıyla
bu yargılamalara karşı çıkmışlarsa da daha sonra onlar da bu yargılamaları kabul
etmişlerdir. 1915 yılının sonlarında Âliye Kasabası’nda başlayan yargılamalar, 1916
Nisan ayında tamamlanmış ve infazlar 6 Mayıs 1916’da Beyrut ve Şam’da
gerçekleştirilmiştir. Daha sonra bu idamlar Harbiye Nezareti’ne bildirilmiş ve
Muhammed Kürd Ali tarafından çıkarılan El-Muktebes
123 gazetesinde “Yeryüzünde
119 Ayrıntılı bilgi için bkz. : N. Artuç, ag.e., s. 300-306; A. H. Aydın, a.g.e., s. 155; W. I. Cleveland,
a.g.e., s. 85.
120 E. Ş. Arslan, Osmanlı Tarihi ve I. Dünya…, s. 434.
121 Dâhiliye Nezareti’nden Talat Paşa Hazretleri’ne gönderilen 25 Teşrîn-i Sânî 1335(25 Kasım 1917)
tarihli şifre; BOA. DH. ŞFR. nr. 572/35.
122 Âliye Divan-ı Harb-i Örfisi Mahkemesi, Âliye Kasabası’nda oluşturulduğu için bu ismi almıştır. C.
Paşa, İzahat..., s. 3.
123 Cemal Paşa’nın isteği üzerine El-Muktebes gazetesi tekrar çıkartılmaya başlanmıştır. Önceleri
Muhammed Kürt Ali’nin bu gazetede yazı yazmaması, Cemal Paşa’nın dikkatini çekmiş ve Cemal
Paşa, Muhammed Kürt Ali’ye neden yazmadığını sorması üzerine Muhammed Kürd Ali, yazılarının
sansüre uğradığından bahsetmiştir. Bu durum üzerine Cemal Paşa’nın yazılarını kendisi kontrol
edeceğini söylemesi üzerine Muhammed Kürd Ali’nin yazıları El-Muktebes gazetesinde tekrar
yayınlanmaya başlanmıştır. Muhammed Kürd Ali, Eş-Şark gazetesi çıkartılıncaya kadar El-Muktebes
gazetesindeki yazılarına devam etmiş daha sonra da Eş-Şark gazetesinin yazı işleri müdürlüğüne
getirilmiştir. Muhammed Kürd Ali, Bir Osmanlı-Arap Gazetecinin Anıları, Ter: İbrahim Tüfekçi,
İstanbul 2006, s.127-128.
96
fesat çıkaranların cezası öldürülmek veya elleri ve ayakları kesilmektir” başlığıyla
verilmiştir124
.
Bu idamlar karşısında Cemal Paşa çok ciddi eleştirilerle karşılaşmış ve
kendisine ağır ithamlarda bulunulmuştur. Başta Şerif Hüseyin’e göre Hicaz’da
gerçekleşen isyanın temel sebeplerinden biri de bu idamlardı. Diğer önemli bir iddia
ise Suriye’de artan milliyetçilik ve ona bağlı olarak bağımsızlık cereyanı neticesinde
Suriye’nin elden çıkmasında bu idamların etkisinin olup olmadığı meselesidir.
Ayrıca Cemal Paşa’nın bu kararları Padişah iradesi olmadan verdiği iddia edilmiştir.
Bu konuda çok farklı iddialar ortaya atılmıştır125. Cemal Paşa, bu iddiaların hiçbirini
kabul etmemiştir. En önemlisi olan Padişah iradesi olmadan idam kararlarının
verilmiş olması iddiasına karşın Cemal Paşa şunları söylemiştir: “Öncelikle, buna
kanunen yetkim vardı. Sonra ancak böyle bir uygulamayla diğer hainleri sindirmek
mümkün olabilirdi. Arabistan’da şahsın ve şahsiyetlerin o kadar büyük bir etkisi
vardır ki, bazen bir kolordunun yapamayacağı bir işi bir şahıs yapabilir”126 diyerek
kanunen haklı olduğunu 127 ve bu idamların diğer farklı oluşumları engellediğini
söylemiştir. Hasan Kayalı’ya göre ise, bu idamlar Arapların Şerif Hüseyin’e karşı
sempati duymalarına sebebiyet vermiş 128 olsa da Şerif Hüseyin’in bu idamlar
gerçekleşmeden önce İngiltere ile irtibata geçip anlaşmış olması, Cemal Paşa’ya
yapılan bu eleştirilerin sebebinin yalnızca Şerif Hüseyin İsyanı’na bahane olarak öne
sürülmesinden kaynaklanmaktadır. Daha da önemlisi zaten Şerif Hüseyin bu
gelişmelerin öncesinde isyan etme düşüncesi içerisinde olduğu gayet açıktı. Bu
konuda Enver Paşa, Şerif Hüseyin’den kendi isteklerini beyan eden bir mektup almış
124 N. Artuç, a.g.e., s. 306-309; A. F. Erden, a.g.e., s. 331.
125 Ayrıntılı bilgi için bkz. : N. Artuç, a.g.e., s. 311-312.
126 C. Paşa, a.g.e., s. 282.
127 Cemal Paşa’nın Suriye’de gerçekleştirdiği idamların sebebini anlamak açısından, Meclis-i
Mebusân’da Beyrut mebusu olan, Paris Arap Kongresi’ne üye olarak seçilen ve Arap ayrılıkçı
örgütlerinden Cemiyet-i Islahiye’nin liderlerinden biri olan Selim Ali Selâm’ın hatıralarında söylediği
şu cümleler oldukça önemlidir: “1915 yazında, Cemal Paşa ile arası çok iyi olan Abdülkerim El-Halil
bana geldi ve: “ Devlete karşı çıkmak üzere İngilizlerle birlikte askerî bir ayaklanma planlıyoruz,
şuradan bize şöyle yardımlar gelecek, şunlar da bize katılıyor…” gibi şeyler söyleme başlayınca
kendisine döndüm ve: “ Ey Abdülkerim! Böyle işlere bulaşmamanı tavsiye ederim. Ben kendi adıma
böyle işlere hiçbir zaman onay vermem” dedim. O beni ikna etmeye çalışıyor, ben de onu ikna etmeye
uğraşıyordu…”. Selim Ali Selâm, Beyrut Şehremininin Anıları (1908-1918), Ter: Halit Özkan,
İstanbul 2009, s. 151.
128 H. Kayalı, a.g.e., s. 223.
97
ve bu mektubu Cemal Paşa’ya da göndermiştir. Şerif Hüseyin’in asıl amacının
anlaşılması açısından bu mektupta geçen şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir:
“Eğer benim burada rahat durmamı istiyorsanız Tebük’ten Mekke’ye kadar uzanan
Hicaz bölgesinde benim muhtariyetimi kabul ediniz. Emâreti büyük evladıma geçmek
şartıyla hayatta kaldığım sürece bana veriniz. Ayrıca şu anda sorgulamakta olduğunuz
bazı hatalı Arap ileri gelenlerinin suçlarını affederek Suriye ve Irak’ı da içine alacak
şekilde genel af ilan edin.”129
Bu ifadeler karşısında oldukça şaşıran Enver ve Cemal Paşa’lar, Şerif
Hüseyin’in farklı emeller peşinde koştuğunu daha iyi anlamışlardır. Cemal Paşa, bu
mektubu alır almaz Emir Faysal’ı yanına çağırmış ve bu meselenin gerçekliğini bir
de kendisinden dinlemek istemiştir. Emir Faysal, Cemal Paşa’ya yaptığı izahta
şunları zikretmiştir: ”Ah efendim! Siz bilmezsiniz ne kadar büyük bir azap
hissediyorum. Hakikaten böyle bir telgraf yazılması çok büyük bir hatadır. Ben
inanıyorum ki, babam bunları kötü bir niyetle yazmamıştır. Bilirsiniz ki, babam
pekiyi Türkçe bilmez. Dolayısıyla bu telgraf, babamın Arapça söylediği cümleleri iyi
anlamayarak karma karışık bir şekilde Türkçe yazan kâtibin yanlışlığının sonucu
olsa gerektir. Yoksa, Allah korusun, babam hiç böyle bir fikirde bulunabilir mi?”130
.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Emir Faysal, Cemal Paşa’nın babasının isyan
hareketi içerisinde olduğunu anlamasından çok çekinmiştir. Fakat daha sonra Şerif
Hüseyin’e yazdığı mektupta geçen şu ifadeler, Cemal Paşa’nın Şerif Hüseyin’e ne
kadar da kızmış olduğunun bir göstergesidir: “Sultan II. Abdülhamit’in o sizi bile
korkutmuş olan şiddetli istibdadı aleyhine, korkmadan ayaklanmaktan çekinmemiş
olan kimselerin meydana getirdiği bu hükümet, İslâm’ın hayrına yönelik kötülük
yapmaya kalkışanları affetmeyecektir”
131. Cemal Paşa tam da bu mektubu yazdığı
sırada Âliye-i Divan-ı Harbi Örfi Mahkemesi suçlular hakkında kararını vermişti.
Emir Faysal ise her gün Cemal Paşa’nın yanına gelerek suçlular hakkında af
çıkartılması için uğraş vermekteydi.
Nitekim bu gelişmeler etrafında Şerif Hüseyin İsyanı’nın temellerini Cemal
Paşa’nın Suriye’de yapmış olduğu idamlarda aramak 132 ve bu idamların isyana
129 C. Paşa, a.g.e., s. 278.
130 C. Paşa, a.g.e., s. 279.
131 C. Paşa, a.g.e., s. 280.
132 Ahmet Bedevî Kuran da aynı iddiayı dile getirmiş ve Cemal Paşa’nın Suriye’de çıkardığı
huzursuzluk ve idamlar neticesinde Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’ne karşı cephe aldığını ve
98
sebebiyet verdiğini iddia etmek, farklı amaç ve gayelere hizmet etmek anlamına
gelecektir. Çünkü Şerif Hüseyin 1912’den beri İngilizlerle zaten irtibat halindeydi133
ve Temmuz 1915 ile başlayan süreçten sonra da kesin olarak işbirliğine karar
verilmiştir.
Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’in isyan edeceğini anladıktan sonra Suriye’deki
gazete yayınlarında tehditkâr bir üslupla Şerif Hüseyin’i caydırmaya çalışmıştır.
Özellikle Cemal Paşa’nın şu ifadeleri ”Yüksek makamâtı işgal eden bazı hainler de
vardır ki harbin hitamında onların da hesabını göreceğiz.”
134 Şerif Hüseyin’i
kızdıran ve isyana giden süreçte sürekli olarak Cemal Paşa endişesini arttıran bir
etken olmuştur. Bununla Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’e gözdağı vermek istemişse de
Şerif Hüseyin, bunu isyanı temellendirmek için kullanmıştır.
2.2.3. İngilizlerin Cemal Paşa Endişesi
İngiltere, kendi sömürgesi altında bulunan Arap Yarımadası, Mısır, Basra
Körfezi, Afrika ve özellikle Hindistan gibi Müslüman ülkelerde Osmanlı Halife’sinin
çağrısı üzerine “mukaddes cihad” dan yani İslâm Birliği’nden çekinmekteydi. Bu
fikir İngiltere’yi en çok düşündüren bir mesele olmuştur. Dolayısıyla İngiltere,
Müslüman ülkelerin birleşmesini engellemek için büyük gayretler sarf etmiş135 ve
halifelik makamının manevi gücünü kırmaya çalışmıştır 136 . Cemal Paşa’nın da
düşüncesi Müslüman unsurların desteğini alabilmek olmuştur.
bunun sonucunda da bütün Arabistan topraklarının Osmanlı Devleti’nin yönetiminden çıktığını iddia
etmiştir. Aynı şekilde Mevlânzade Rıfat da Cemal Paşa’nın Cebel-i Lübnan’da kurduğu Divan-ı
Harp’te Arapları, Müslüman ya da Hıristiyan olmalarını düşünmeksizin küçük bahanelerle astırdığını
iddia etmiştir. Fakat başta bu kişilerin Arap ayrılıkçı örgütleriyle olan işbirlikleri ve daha da önemlisi
İngiliz ve Fransız menfaatlerine yönelik faaliyetler içerisinde oldukları mevzu bahis edilmemiştir.
Bunun yanı sıra Şerif Hüseyin de zaten Mekke Emiri olduktan sonra sürekli isyan ve bağımsızlık
düşüncesini zihninde taşımıştır. Ahmet Bedevî Kuran, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye
Cumhuriyeti’nde İnkılâp Hareketleri, Çeltüt Matbaası, İstanbul 1959, s. 666; Mevlânzade Rıfat,
İttihat ve Terakki İktidarı ve Türkiye İnkılâbının İçyüzü, Yedi İklim Yayınları, İstanbul 1993, s.
213-214.
133 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâp Tarihi, c. 3., Kısım. 3., Ankara 1991, s. 238; Emir Şekip
Arslan, Sürgünde Üç Ölüm, Çev: Aziz Akpınar, Yayına Haz: Ömer Hakan Özalp, İstanbul 2004, s.
78.
134 S. Güngör, a.g.m., s. 3125-3126.
135 Şükrü Mahmut Nedim, a.g.e., s. 27.
136 Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslâm Birliği – Osmanlı Devleti’nin İslam Siyaseti (1856-
1908), İstanbul 1992, s. 265.
99
Cemal Paşa, Şerif Hüseyin isyan etmeden önce, Aralık 1914’ten itibaren Şerif
Hüseyin ile sürekli haberleşmiş ve bağımsızlık düşüncesinin farkına varmıştı 137
.
Cemal Paşa, bu haberleşmeler sırasında kendisine Arap bağımsızlık düşüncesinin
haklı olabilecek tek yanının, yalnızca İslâm’ı yüceltmek adına büyük bir Arap
Devleti kurmak olduğunu söylemiştir. Fakat Cemal Paşa, bunları söylerken
Suriye’nin tamamıyla Fransız mandasında ve yine aynı şekilde Mezopotamya’nın da
bütünüyle İngiliz toprağı olduktan sonra kurulması düşünülen bu Arap Devleti’nin
nasıl İslâm’ın geleceğini, saygınlığını ve itibarını koruyacağı sorusunu da eklemeyi
ihmal etmemiştir. Daha sonra yapılan hatalardan dönülebileceğini, kendisinin Arap
bağımsızlığı için çalıştığını itiraf etmesi durumunda genel bir af ilan edebileceği ve
İslâm’ın birliğine uygun olacak bir şekilde yeniden görüşmelere başlanılabileceği
teklifinde bulunmuştur138
.
Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmesinden sonra 13 Kasım
1917 tarihinde Cemal Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında İngilizlere karşı
birlikte mücadele ettikleri ve daha sonra Şubat 1916’da Akâkîr Savaşı’nda
yaralandıktan sonra İngilizlere esir düşüp daha sonra Şerif Hüseyin’in oğlu Emir
Faysal’ın oluşturduğu Arap kuvvetlerinin başına geçerek Osmanlı kuvvetlerine ağır
zayiatlar verdiren Cafer El-Askerî’ye 139 hitaben de bir mektup yazmıştır. Bu
mektubunda Cemal Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında İngilizlere karşı
birlikte mücadele ettiklerini, şimdi ise İngilizlerin Filistin’i işgal edişine kendisinin
de katkı sağladığını ve İngiliz ordusunun vaktiyle Selahaddin Eyyubî’nin savunduğu
Filistin’de olduğu hususunu Cafer El-Askerî’ye hatırlatmıştır. Bu durum karşısında
137 C. Paşa, a.g.e., s. 273.
138 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 150.
139 1885 yılında doğan ve Kerkük’ün Askerî köyünden olduğu için bu adı alan Cafer El-Askerî, 1904
yılında İstanbul’da Harbiye Mektebi’nden mezun olur. Daha sonra Mülazım-ı Sanî rütbesiyele
Bağdat’taki Dördüncü Ordu’da göreve başlamıştır. Askerî, Balkan Savaşlarında Enver Paşa ile
Edirne’ye giren zabitlerden biridir. Şubat 1916’da Akâkîr Savaşında İngilizlere esir düştükten sonra
Kahire’de tutuklu bulunduğu Maâdî esir kampından kaçmaya çalışırken düşerek yaralanır ve daha
sonra yakalanır. Daha önceden de El-Ahd Cemiyet üyesi olan Askerî, bu sırada Arap milliyetçilerinin
önemli isimleriyle tanışır ve daha sonra El-Ahd Cemiyeti’nden de arkadaşı olan Selim El-Cezairî’nin
Cemal Paşa tarafından idam edildiğini öğrendikten sonra Osmanlı Devleti’ne isyan Eden Şerif
Hüseyin’in safına geçer. Cafer El-Askerî’nin Arap bağımsızlığı düşüncesini İngilizlerin çıkarına
olması dolayısıyla Kahire Garnizon Komutanı General Watson tarafından önce hapishaneden çıkarılıp
Maâdî köyünde bir evde gözetim altında tutulmuş daha sonra ise İngiliz çıkarlarına hizmet ettiği için
serbest bırakılmıştır. Daha sonra ise Cafer El-Askerî, Şerif Hüseyin’in bağımsızlığını ilan etmesinden
sonra Arap ordusunun başına geçmiştir. Cafer El-Askerî, İsyancı Arap Ordusunda Bir Harbiyeli,
haz: Necdet Fethi Safvet, Ter: Halit Özkan, İstanbul 2008, s. 4-6.
100
kendisinin neler düşündüğünü ve kendisiyle yüz yüze görüşmek istediğini yazmıştır.
Daha sonra bu mektup İngilizlerin eline geçmiş ve İngilizler, Cemal Paşa’nın bu
düşüncelerinin etkili olabileceğinden dolayı endişe duymuşlardır. Çünkü İngilizlere
göre Cemal Paşa’nın tezi çok iyi düşünülmüş güçlü bir tez idi. Bu durum karşısında
İngilizler, tedbir alınması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Çünkü İngiliz yetkililer,
Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’ne isyan ettikten sonra farklı bir Avrupa
Devleti’nin Arap ülkesine gelip yerleşmemesini istediğini biliyorlardı. Nitekim
Cemal Paşa’da bu ayrıntıyı yani Şerif Hüseyin’in kendisinin kral olduğu büyük bir
Arap devleti kurma hayali peşinde olduğunu ve bu krallığı da kimseyle paylaşmak
istemediğini bildiği için bu nokta üzerinde yoğunlaşmış ve İngilizlerin kendi
menfaatleri uğruna Şerif Hüseyin’i kullandığı tezi üzerinde durmuştur 140 . Ayrıca
Cemal Paşa’ya göre İngilizlerin, Türklerin saltanatına son verdikten sonra Torosların
güneyinden başlayarak bütün Arabistan’ı kapsayan büyük bir Arap devleti kurarak
asla İslâm’a hizmet etmeyecekleri 141 düşüncesi, Cemal Paşa’nın yukarıdaki
düşüncelerini destekler mahiyettedir.
Cemal Paşa’nın Şerif Hüseyin kuvvetlerinin Kumandanı olan Cafer El-Askerî
ile görüşme isteğine karşı İngilizler bu durumun uygun olmayacağını telkin
etmişlerdir. Cemal Paşa’nın bu siyasi ortamı çok iyi kullanabileceğinden çekinen
İngilizlerin, diğer taraftan da bütün gelişmeleri kendilerine bildirmesinden dolayı
Şerif Hüseyin’e olan güvenleri artmıştır ve sadakatinden dolayı memnuniyet
duymuşlardır142
.
140 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 149-151.
141 C. Paşa, a.g.e., s. 297.
142 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 151.
101
2.3. OSMANLI DEVLETİ’NİN ŞERİF HÜSEYİN
İSYANI’NA KARŞI ALDIĞI TEDBİRLER VE İSYANA KARŞI
ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
2.3.1. İttihad-ı İslâm Düşüncesi (İslâm Birliği)
Balkan Savaşlarının ardından Türkler ve Araplar arasında, Osmanlılık
temelinden İslâm Birliği düşüncesi oluşmaya başlamıştı. İttihat ve Terakki Hükümeti
ise daha sonraları müttefik devletlere karşı bu düşünceyi desteklemiş ve gündemde
kalmasını sağlamaya çalışmıştır143. Bu amaçla Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya
Savaşı’na girmesiyle birlikte Cihad-ı Ekber ilan edilmiş ve bütün İslâm ülkelerinde
İttihad-ı İslâm propagandası yapmak üzere Türk-Alman heyetleri oluşturulmuştur144
.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının hemen akabinde Dördüncü Ordu
Kumandanlığı’na atanmasıyla birlikte Cemal Paşa, Suriye ve Arabistan’daki
milliyetçilik cereyanının hangi boyutlara ulaştığını bizzat görmüştür. Cemal Paşa,
Arap milliyetçiliği fikrinin daha fazla yayılmasını önlemek amacıyla cihad
düşüncesini ön plana çıkarmış ve Müslüman Araplarla anlaşma zemini aramıştır.
Aynı zamanda İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Türkçülük akımı ve daha sonra
yöneldiği Osmanlıcılık fikri, Arapların aleyhine bir düşünce asla olmamıştır. Çünkü
uzlaşma siyasetinin izlenildiği dönemde, üzerinde hassasiyetle durulan düşünce ve
fikir, İttihad-ı İslâm yani İslâm birliği düşüncesi olmuştur145
.
Bu dönemde Arap milliyetçiliği eksenindeki Arap liderlerle, İslâm birliği
düşüncesi etrafında bir uzlaşma aranmıştır. Bu düşüncenin temelinde ise İslâm’ın
saygınlığına ve birliğine halel gelmemesi için Türklerin ve Arapların ayrılmaması
düşüncesi vardır. Buna göre iki millet, birbirinden ayrıldığı takdirde İslâm’ın birliği
de zarar görecek ve başka milletlerin boyunduruğu altına girmekten kaçış
olmayacaktır146
.
143 S. Marufoğlu, a.g.m., s. 1201.
144 M. Metin Hülagü, “Pan-İslamist Faaliyetler 1914-1918”, Osmanlı, c. 2., s. 556-566.
145 Y. H. Bayur. a.g.e., s. 213; N. Artuç, a.g.e., s. 298-299; Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e, s. 141.
146 Y. H. Bayur. a.g.e., s. 213.
102
İttihat ve Terakki Hükümeti, Arap isyanı düşüncesinin İngiltere’nin
desteğiyle gelişen bir düşünce olduğu için bütün İslâm dünyasında Hilâfet’e ve
İslâm’ın birliğine ve bütünlüğüne karşı bir hareket olduğu propagandası yaymaya
çalışmıştır 147 . Nitekim İngiltere’de aynı şekilde karşı tezler öne sürerek, Arap
milliyetçiliği düşüncesini desteklemiş ve bu hareketin İslâm’ın birliğine asla zarar
vermeyeceğini bilâkis büyük bir Arap devleti kurularak İslâm birliğinin Araplar
sayesinde tesis edeceği propagandası yaymaya çalışmıştır.
Osmanlı Hükümeti, özellikle tarafsız olan Hindistan gibi İslâm’ın yaşandığı
ülkelerde İslâm birliği düşüncesini yaymak için ilgili hükümet yetkililerine
mektuplar göndermiştir. Yalnızca Hindistan’da değil Afrika’daki Arap ülkelerinde de
cihad düşüncesinin yaymak için çalışmalar yapılmıştır. Bu amaçla Mısır ve Sudan’a
gizlice elçiler gönderilmiş ve halk arasında cihad düşüncesi yayılmak istenmiştir.
Yine Enver Paşa bu gayeyle kardeşi vasıtasıyla Senusî liderine hürmetlerini
bildirerek bazı yardımlar göndermiştir148. Yine buna karşı İngiliz yetkililer Osmanlı
Hükümeti’nin bu tür propagandalarını gizlemek ve İslâm dünyasındaki etkisini
azaltmak için yoğun uğraşlar vermiştir. Bu amaca binaen İngilizlerin Müslümanlar
için mukaddes sayılan yerlere asla ateş etmediği ve Müslümanların kutsal saydıkları
değerlere kendilerinin de saygı gösterdikleri propagandasını yapmışlardır149
.
İslâm birliği düşüncesi ile asıl kastedilen siyasi bir birlik oluşturmaktan
ziyade mevcut tehlike karşısında dayanışma içerisinde olmadır. Yani burada
amaçlanan “ siyasi birlik değil, siyasette birlik” olmuştur150
.
Şerif Hüseyin İsyanı’na karşı tedbir alma gereğini anlayan İttihat ve Terakki
Hükümeti için en fazla istifade edilmesi düşünülen fikir, İttihad-ı İslâm fikri
olmuştur. Fakat her ne kadar bu yönde propaganda yapılmış olsa da İslâm birliği
düşüncesi Arap bağımsızlığına giden yolda çok fazla etkili olamamıştır. Çünkü Şerif
Hüseyin zaten daha önceden isyan etmeyi kafasına koymuştu.
147 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e, s. 141.
148 G. Antonius, a.g.e., s. 146.
149 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e, s. 142.
150 Gökhan Çetinsaya, “II. Abdhamid Döneminin İlk Yıllarında “İslam Birliği” Hareketi (1876-
1878)”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara
1988, s. 113.
103
2.3.2. Hicaz Vali ve Kumandanlığı’na Vehip Paşa’nın
Atanması
İttihat ve Terakki Hükümeti, genel siyaseti çerçevesinde Hicaz’da da
merkeziyetçi bir politika izlenilmiş ve bu siyasetin doğal sonucu olarak Şerif
Hüseyin bu durumdan rahatsızlık duymuştur. İttihat ve Terakki Hükümeti,
merkeziyetçi siyasetin ve daha da önemlisi Şerif Hüseyin’in isyan sürecinde karşı
tedbir olarak daha önce de başarılı olmuş bir valinin gerekliliğinin farkına varmıştı.
Bu gereklilik üzerine yeni bir vali olarak, hem İttihat ve Terakki Hükümeti’ne,
özellikle de Enver Paşa’ya yakınlığıyla tanınması dolayısıyla, hem de daha önce
Yemen’de bulunmuş ve İmam Yahya karşısında önemli başarılar kazanmış olan
Vehip Paşa düşünülmüştür. Aynı zamanda Vehip Paşa, Yemen’de bulunduğu süre
içinde yerli Arap liderlerle iyi ilişkiler kurmuştu151
.
İttihat ve Terakki Hükümeti’nin merkeziyetçi politikası sonucunda, Mart
1913’te Yunanlılara esir düştükten sonra dokuz ay süren esaret hayatının ardından 6
Ocak 1914’te albaylığa terfi ettirilen Vehip Paşa, 15 Ocak 1914 tarihli irâde-i
seniyye152 ile Müstakil Hicaz 22. Fırkası Komutanı olarak atanmıştır153. Bu göreve
geldikten kısa bir süre sonra ise Vehip Paşa aynı zamanda Mahmut Nedim Bey’in
yerine 24 Ocak 1914’te Hicaz Valisi olarak tayin edilmiştir. Bu uygulamayla 22.
Hicaz Fırkası Komutanlığı’yla Hicaz Valiliği görevi aynı kişide toplanmış oldu154
.
Hicaz Valisi görevini yürüten Münir Bey’in görevden alınması olayından
Şerif Hüseyin çok rahatsız olmuştur 155 . Daha sonra ise Hicaz Valiliği ve
Komutanlığı’nın birleştirilip Münir Bey’den sonra bu göreve gelen Mahmut Nedim
151 Yüksel Nizamoğlu, “Vehip Paşa(Kaçı) Hayatı ve Askeri Faaliyetleri”, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2010, s. 203-212.
152 “…Müstakil Hicaz Fırkası Kumandanlığı Erkân-ı Harbiye Vehip Bey’in rütbe-i hal’iyesiyle
Dokuzuncu Kolordu Kumandanlığı’na tayini…”. Sadaret’ten Harbiye Nezareti’ne gönderilen 17 Safer
1331 (15 Ocak 1914) tarihli irâde-i seniyye; BEO. nr. 4174/313035.
153 İsmail Arar, ”Yakın Tarihimizden Portreler Macera Dolu Bir Hayat: Vehip Paşa”, Tarih ve
Toplum Dergisi, c. 8, sayı: 48, Aralık 1987, s. 362; İhsan Ilgar, “I. Dünya Savaşı’nın Ünlü
Komutanlarından: Vehip Paşa”, Hayat Tarih Mecmuası, c. 1, sayı: 5, Haziran 1972, s. 18.
154 Y. Nizamoğlu, a.g.t., s. 203.
155 Şerif Hüseyin ve oğlu Emir Abdullah, Münir Paşa’nın görevden alınmasını istemiyordu. Çünkü
onlara göre Münir Paşa, her yönüyle mükemmel bir yönetime sahip bir vali idi. Fakat yine onlara göre
görevden alınmasının tek nedeni İttihatçı olmamasıydı. Bu düşüncelerle valinin değişmesinden çok
rahatsız olmuşlardı. Çünkü yeni vali üzerinde eskisi gibi otorite kuramayacaklardı. K. Abdullah.
a.g.e., s. 66-67.
104
Bey’in yerine de Vehip Paşa’nın atanması Şerif Hüseyin’i daha da çok rahatsız eden
bir durum olmuştur156
.
Vehip Paşa, bu göreve atandıktan sonra Şerif Hüseyin ve oğullarının her
hareketini takip etmiş ve bu süreçten sonra Şerif Hüseyin ile aralarında büyük bir
çekişme başlamıştır. Bu gayeyle Vehip Paşa, Hicaz’da yeni uygulamalara gitmiş ve
ilk olarak daha önceden Hükümet tarafından verilen silahları toplatmıştır. Birçok
memurun da işine son vermiştir. Bunun yanı sıra Vehip Paşa, İngiliz sömürüsü
altında bulunan Müslümanlara da Osmanlı Devleti’nin cihad çağrısını ulaştırabilmek
maksadıyla Hicaz’a gelen hacılar arasında da cihad çağrısını yinelemiştir157
.
Vehip Paşa’nın bu tür uygulamaları Şerif Hüseyin’i oldukça rahatsız etmiş ve
Şerif Hüseyin de buna karşın Vehip Paşa’yı Hükümet’e şikâyet etmiştir. Bu
şikâyetinde Vehip Paşa’nın siyah köleleri askere aldığını, bu durum kendi aleyhine
bir tertibat olduğunu, Hicaz’ın dışarıyla irtibatını ve haberleşmesine mani olduğunu
ve dolayısıyla görevden alınması gerektiğini söylemiştir. Şerif Hüseyin, 23 Şubat
1914’te yaptığı bu şikâyetle Vehip Paşa’nın görevden alınmasına muvaffak
olamayınca hükümetin kendisine karşı itimatsızlığından dolayı istifasını istemiş ama
aynı zamanda bölgede karışıklık çıkartmak için Arap liderlerini de kışkırtmaya
çalışmıştır158
.
Vehip Paşa, Osmanlı ordusunun önemli bir yenilgi ile karşılaşması
durumunda Arap yarımadasındaki aşiretlerin isyan edeceğini düşünmekteydi.
Dolayısıyla muhtemel bir ağır yenilgiye karşı isyan düşüncelerine karşı acilen tedbir
alınması gerekliliğine inanmıştı. Hicaz’a atandığı günden beri vardığı izlenimler
neticesinde Vehip Paşa’ya göre Şerif Hüseyin potansiyel bir tehdit idi. Dolayısıyla
görevden alınması gerekliydi. Bu amaçla Vehip Paşa, Hükümet’e Şerif Hüseyin’in
görevden alınması konusunda çok ısrar etmiştir. Fakat İttihat ve Terakki Hükümeti,
Araplarla uzlaşmak istediğinden dolayı bu siyasetini değiştirmek istememiş ve Şerif
Hüseyin’i görevden almanın daha fazla olumsuzluklara yol açacağı düşüncesiyle
Vehip Paşa’nın talebini geri çevirmiştir159
.
156 U. Gülsoy, a.g.e., s. 221.
157 Ayrıntılı bilgi için bkz. :Y. Nizamoğlu, a.g.t., s. 212-231; S. Yatak(Beyoğlu), a.g.m., s. 71.
158 Feridun Kandemir, Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler Fahreddin Paşa’nın Medine
Müdafaası, İstanbul 2011, s. 360; U. Gülsoy, a.g.e., s. 222.
159 Y. Nizamoğlu, a.g.t., s. 212-231.
105
Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesi ihtimaline karşı
Şerif Hüseyin, Sultan Mehmet Reşat’a bir mektup yazmış ve bu mektupta İttihat ve
Terakki Hükümeti’nin Alman yanlısı bir politika izlemesini eleştirmiştir. Bu
mektupta ayrıca Şerif Hüseyin şu ifadelere yer vermiştir:
“Sultan hazretleri, Balkan Savaşı’nın ne şekilde sona erdiğini iyi bilmektedirler.
Devletin ihtiyaç duyduğu teçhizatı henüz tedarik edemediği ve hazırlıklarını
tamamlayamadığı da malum-i âlileridir.
Almanya’nın yanında savaşa girmek büyük bir tehlikeyi beraberinde getirecektir.
Çünkü devletimizin kullandığı silah ve teçhizatın tamamı Almanya’dan gelmektedir.
Osmanlı top ve silah fabrikaları, orduyu gereği gibi teçhiz edecek yahut savaşta
kaybedilmesi muhtemel silah ve mühimmatın yerine yenisini yetiştirecek durumda
değildir.
Buna ek olarak, devletin güney bölgeleri, mesela Basra, Yemen ve Hicaz her an
saldırıya hazır bekleyen düşman devletlerin deniz kuvvetleri tarafından kuşatılmış
durumdadır. Böylesi saldırılar, söz konusu bölgeleri çok zor durumda bırakacaktır.
Herhalde devlet ülke savunması için halkının vatanseverliğine güveniyor. Ancak sivil
olmadığından, Avrupa’nın düzenli ordularına karşı koyabilecek durumda değildir.
Sultan hazretleri, Allah aşkına savaşa girmeyiniz! Bana kalırsa, Almanya’nın yanında
savaşa girmemizi isteyen herkes ya ne söylediğinin farkında değildir yahut büyük bir
ihanet içindedir”160
Bu mektubun ardından Vehip Paşa, Şerif Hüseyin’i bizzat kendisi ziyaret
ederek, Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’nin savaşa girme ihtimaline karşı
düşüncelerini öğrenmek istemiştir. Bunun üzerine gerçekleşen görüşmede Şerif
Hüseyin, Vehip Paşa’ya: “…Böyle şifahî bir soruya hiçbir şekilde cevap vermek
istemem. Bu soru imzalı bir telgrafla elime geçerse ben de imzalı bir telgrafla cevap
veririm. Ancak soylu bir asker olarak size şunu söyleyebilirim. Ben, devletimizle
uzaktan yakından alakası olmayan savaşa girilmesini tavsiye edecek kadar hain
değilim. Bizler burada büyük devletlerin deniz kuşatması altındayız. Sizler de
Mısır’da Rus ve İngiliz ordularıyla mücadele edeceksiniz. Üstelik müttefikiniz
Almanya ile kara bağlantınız bile yok, çünkü arada Sırbistan ve Romanya gibi
düşman ülkeler var.” şeklinde cevap vermiştir. Aynı şekilde bu düşüncelerini Şerif
Hüseyin İstanbul’a da bildirmiştir. Bu düşüncelerine karşı Şerif Hüseyin’e verilen
160Birinci Dünya Savaşının nihayetinden sonra hatıralarını kaleme alan Kral Abdullah, bu satırları
yazarken muhtemelen biz Osmanlının yenileceğini önceden görmüş ve kendilerine uyarmıştık
düşüncesiyle bu satırlara, hatıralarında yer vermiştir. K. Abdullah. a.g.e., s. 86.
106
cevapta “…devletin her şeyi düşündüğü ve Mekke Emiri’ne bu kıymetli görüş ve
tavsiyeleri için teşekkür ederiz.” denilmiştir161. Ayrıca bu görüşme sırasında Şerif
Hüseyin’in Osmanlı Padişahı’ndan sürekli “Sultanı Hazretleri” şeklinde bahsetmesi
Vehip Paşa’nın dikkatini çekmiş ve Vehip Paşa, Şerif Hüseyin’e Padişah’ın halife
sıfatını neden dikkate almadığını sormuştur. Bu soruya karşılık Şerif Hüseyin’in
verdiği cevap ise oldukça dikkat çekicidir: “Çünkü nazarımda kendileri hakk-ı
Hilâfeti haiz değildirler. Bu sıfat, hanedanlarına gasp suretiyle intikal etmiştir!”.
Şerif Hüseyin bu cevabıyla Hilâfet makamının gasp edildiğini iddia etmekte ve bunu
ifade etmekten de çekinmemektedir162
.
Bundan sonra Şerif Hüseyin, yeni kurulmakta olan hecinsüvar birliğinin
kendi emrine verilmesini istemiştir. Enver Paşa ise önce bunun olabileceğini düşünse
de daha sonra bu durumun mahzurlu olabileceği düşünmüş ve vazgeçmiştir. Daha
sonra Bâb-ı Âli, Vehip Paşa’ya Şerif Hüseyin ile iyi geçinmesi konusunda
tavsiyelerde bulunmuştur163
.
Şerif Hüseyin’in bütün hareketlerini takip eden Vehip Paşa, Dördüncü Ordu
tarafından yapılacak olan Kanal Seferi sırasında, İngilizlerin Şerif Hüseyin’i
kullanmak isteyebileceklerini düşünmüş ve Şerif Hüseyin’in isyan etme ihtimaline
karşı bir tedbir olması için Dördüncü Ordu ile beraber Kanal Seferi’ne katılacak olan
Hicaz kuvvetlerine, Şerif Hüseyin’in de oğullarından birinin başında bulunduğu bir
kuvvetle katılmasını istemiştir. Ayrıca kendisine bu konuda yetki verilmesini
istemiştir. 20 Kasım 1914 tarihinde Dâhiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye
Müdüriyeti’ne yazdığı bu şifrede Vehip Paşa, verilecek cevabın kendisiyle birlikte
Mekke Emirliği’ne de yazılmasını istemiştir164
.
Bu dönemde Şerif Hüseyin’in kendi namına bir ordu kurduğu ve bu orduya
komuta ettiğine dair Londra’dan Dâhiliye Nezareti’ne haberler gelmekteydi. Bu
haberler üzerine Vehip Paşa’ya yazılan telgrafta “…gelen haberlerin ajanslar
tarafından teyit edilmekte olduğu Viyana Sefareti’nden bildiriliyor. Orada böyle bir
161 K. Abdullah, a.g.e., s. 86-87.
162 İ. Arar, a.g.m., s. 41.
163 S. Yatak(Beyoğlu), a.g.m., s. 72; Y. Nizamoğlu, a.g.t., s. 226.
164 Y. Nizamoğlu, a.g.t., s. 229.
107
hal olmadı ise de keyfiyet daha esaslı bir surette tekzip edilmek üzere ve suretin
ser’an iş’arına.” denilmiş ve bu haberlerin doğruluğu teyit ettirilmek istenmiştir165
.
Mısır Yüksek Komiserliği’nden İngiliz Dışişlerine Mısır Hidivi tarafından
gönderilen rapor hakkında bilgi verilmiştir. Bu raporda, Arapların faaliyetleri
neticesinde Vali’nin Hicaz Demiryolu’nu uzatma fikrinden vazgeçtiğinde ve Şerif
Hüseyin artık Hicaz Valisi’ne tahammül edemediğinden taleplerini tekrar
hatırlattığından söz edilmiştir. Ayrıca Şerif Hüseyin kuvvetleri tarafından Cidde ve
Mekke arasındaki yolun da kapatıldığı bilgisi iletilmiştir166
.
Bundan yaklaşık beş ay sonra Hükümet, politika değişikliğine gitmiş ve Vehip
Paşa’nın yerine Galip Paşa’yı Hicaz Valisi ve Komutanı olarak tayin etmiştir.
Vehip Paşa, Kanal Seferine katılmak üzere Hicaz’dan ayrıldıysa da bu sefere
katılamadan rütbesi albaylığa yükseltilip görev yeri değiştirilmiş ve Çanakkale
savunması için tahsis edilen V. Ordu’ya bağlı Ezine’deki karargâha, 15. Kolordu
Komutanı olarak tayin edilir167
.
2.3.3. Osmanlı Devleti’nin Değişen Hicaz Politikası Gereği
Hicaz Vali ve Komutanlığı’na Mirliva Galip(Pasiner) Paşa’nın
Tayin Edilmesi
Şerif Hüseyin, Mart ayının sonuna doğru Padişah ile hükümete olan
bağlılığını göstermek için oğlu Emir Faysal’ı İstanbul’a göndermiştir. Padişahın
huzuruna kabul edilen Emir Faysal babasının sadakati ve bağlılığı konusunda
Padişahın huzurunda yemin etmiştir. Bundan sonra ise gerek padişah ve gerekse de
hükümet yetkilileri Şerif Hüseyin’in en azından şimdilik hiçbir sorun çıkarmayacağı
için bu sadakat yeminine inanmışlardır. İstanbul’da bulunduğu süre zarfında Emir
Faysal, Çanakkale’deki İngiliz başarısızlığını görmüş ve Mayıs 1915’in sonunda
Mekke’ye döndüğüne durumu babasına anlatmıştır. Çanakkale’deki İngilizlerin
165 Dâhiliye Nezareti’nden Hicaz Valisi Vehip Bey Efendi’ye 23 Nisan 1330 (6 Mayıs 1914) tarihli
şifre; BOA. DH. ŞFR. nr. 40/149.
166Mısır Yüksek Komiserliği’nden İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na 21 Mart 1914 tarihli mektup; FO.
141/460.
167 İ. Arar, a.g.m., a. 42; İ. Ilgar, a.g.e., s. 18.
108
başarısızlığı ve Suriye’nin durumu ile ilgili babasına bilgi verdikten sonra isyanın
geciktirilmesi kararı verilmiştir168
.
İttihat ve Terakki Hükümeti’nin politika değişikliğine gitmesiyle birlikte
Vehip Paşa, Kanal Seferine görevlendirmiş ve Enver Paşa, Galip Paşa’ya çektiği
telgrafta Hicaz Valiliği ve Kumandanlığı’nı kabul edip etmeyeceğini sormuştur.
Enver Paşa’nın bu mektubundan sonra 5 Nisan 1915 tarihinde Hicaz Vali ve
Komutanlığı’na Mirliva Galip Paşa tayin edilmiştir169
.
Galip Paşa’nın Hicaz’a atanmasından sonra ise İngiliz gazetelerinde Osmanlı
Hükümeti’nin Şerif Hüseyin’i “dizginlemek” için yeni bir askeri sefer
düzenlendiğine dair haberler çıkmıştır 170 . Fakat gerçek bu şekilde olmamış ve
sonraki süreçte Vehip Paşa’nın bu görevden alınmış olması, Şerif Hüseyin’i
cesaretlendiren ve bölgedeki otoritesini iyice arttıran bir gelişme olmuştur.
Galip Paşa bu göreve tayin edilmeden önce, İstanbul’da Dâhiliye Nazırı olan
Talat Paşa ile görüşmüş ve Talat Paşa kendisine Hicaz ile ilgili bilgileri Vehip
Paşa’dan alması gerektiğini söylemiştir. Daha sonra Enver Paşa ile görüşmüş ve
Enver Paşa da kendisine Şerif Hüseyin’in hareketlerinin şüphe uyandıran hareketler
olduğunu ve en azından şimdilik Kanal Seferi sonuçlanıncaya kadar Şerif Hüseyin’in
Hicaz’da iyi idare edilmesi gerektiği konusunda hükümetin Hicaz politikasını
anlatmıştır171
.
Galip Paşa, 30 Mayıs 1915 tarihinde bir topçu bataryası ve takviyeli piyade
alayı ile Medine’den Mekke’ye doğru yola çıkmıştır. Galip Paşa, Mekke’ye gelene
kadar Emir Ali’nin tertip ettiği saldırılara maruz kalmış ve üç yüz altın vererek ancak
bu saldırılardan kurtulabilmiştir. Yanından yeteri kadar kuvvet olmasına rağmen
askeri bir savunmaya geçmeyen Galip Paşa daha sonra, “Olayı tertip edenin Emir Ali
olduğunu hemen anladım. Fakat maslahat îcâbı bunu anlamamış görünmek lazımdı.
Kıtaâtın ilerlemesini emrederek yoluma devam ettim” diyerek bu olayın Emir Ali’nin
tertip ettiğini anladığını söylemiştir. Fakat Galip Paşa, daha sonra suçluların
yakalanıp cezalandırılması konusuyla da hiç ilgilenmemiştir. Bu şekilde yeni valinin,
168 Y. H. Bayur, a.g.e., s. 240; S. Yatak(Beyoğlu), a.g.m., s.76.
169 F. Kandemir, a.g.e., s. 368; Y. Nizamoğlu, a.g.t., s. 230.
170 Evening Telegraph, 04 Mayıs 1914.
171 Y. Nizamoğlu, a.g.t., s. 230.
109
henüz Mekke’ye bile gelmeden otoritesi kırılmıştır 172 . Mekke’ye geldikten sonra
Vehip Paşa’dan farklı bir politika izleyen Galip Paşa, Vehip Paşa zamanında
hükümete sadakatleriyle tanınan173 ve İttihatçı oldukları iddiasıyla Taif’te bir okulda
öğretmen olan Ruhi Bey’i, Vilâyet Mektebi Mümeyyizi Hakkı Bey’i ve bir de Meclis
İdare Başkâtibi Ragıp Bey’i Hicaz’dan sürgün etmiştir174. Mekke’de Galip Paşa’nın
izlediği politika ise Mekke Emiri Şerif Hüseyin’i incitmeyerek Kanal Seferi’ne
katılmasını sağlamayı hedefleyen bir politika olmuştur. Bu sırada Birinci Dünya
Savaşı’nın devam ediyor olmasından dolayı özellikle Hicaz bölgesinde kıtlık hüküm
sürmekteydi. Halktan alınan vergiler de ihtiyaçları karşılamak noktasında yetersizdi.
Bu yüzden 1 Temmuz 1915’de Galip Paşa, İstanbul’dan maddi yardım talebinde
bulunduysa da bu talebi kabul edilmemiştir. Fakat ihtiyaçların Suriye’den
karşılanması yoluna gidilmişti175
.
Hicaz’da süregelen bir geleneğe göre her yıl Mekke Emirleri yaz mevsiminde
Taif’e giderlerdi. Bu durumda Mekke Emiri’ni, göz önünden ayırmamak için Hicaz
Valileri de Taif giderdi. Fakat 1916 yılında Şerif Hüseyin Mekke’de kalmasına
rağmen Vali Galip Paşa Taif’e gitmiştir. Mekke Emiri, Taif’e kendi gitmediği gibi
tüccarların da gitmesine müsaade etmemiştir 176 . Dolayısıyla bu durumda Galip
Paşa’nın da Mekke’de kalması gerekirken o, Taif’e gitmiştir.
Fırsat bulduğu her durumda her şeyden şikâyet eden Şerif Hüseyin karşısında
Galip Paşa, ona güven vermek istese de Galip Paşa’nın bu tutumu, Şerif Hüseyin’i
cesaretlendirmekten başka bir işe yaramamıştır. Galip Paşa’nın bu tutumu karşısında
ise Şerif Hüseyin’in, isyan için hazırlık yaptığı gayet açıktı. Galip Paşa’nın buna
inanmamakta diretmesini ve sürekli müsamahakâr davranmasını anlatması açısından
şu olay oldukça önemlidir: “ Arap şeyhlerinden biri, Galip Paşa’ya gelerek Şerif
Hüseyin’in İngilizlerle anlaştığını ve şu birkaç hafta içerisinde isyan edeceğini haber
vermiştir. Galip Paşa ise bu adamı huzurundan kovmuştur. Bu şahıs, sözlerinin
doğruluğunu ispat etmek için kendisinin hapsedilmesini ve şayet bir olay çıkmazsa
172 Y. H. Bayur, a.g.e., s. 240; S. Yatak(Beyoğlu), a.g.m., s.76.
173 Ömer Faruk Şerifoğlu, ”Fahreddin Paşa’nın Elyazısı Defteri”, Tarih ve Toplum Dergisi, c. 17,
sayı:97, İstanbul 1992, s. 18.
174 Ferudun Kandemir’in iddiasına göre ise Galip Paşa bu sürgünleri, Şerif Hüseyin’e hoş görünmek
maksadıyla yapmıştır. F. Kandemir, a.g.e., s. 369; Ömer Faruk Şerifoğlu, a.g.m., s. 18.
175 S. Yatak(Beyoğlu), a.g.m., s.76.
176 Ö. F. Şerifoğlu, a.g.m., s. 19.
110
asılmasını ısrarla söylemiştir”
177
. Fakat bu durumda bile Galip Paşa hiçbir şey
yapmamıştır. Galip Paşa’nın bu tutumu Şerif Hüseyin İsyanı’nı hızlandıran bir
durum olmuştur. Bundan sonra Şerif Hüseyin kendi kuvvetlerini, sözde asayiş ve
düzeni bozan bazı Arap kabileleri cezalandırmak için bu kabilelerinin üzerlerine
gönderdiğini söylese de asıl amacı isyan hazırlıklarını tamamlamak olmuştur178
.
Galip Paşa’nın Hicaz Valiliği sırasında Şerif Hüseyin’in kendisine Kâbe-i
Muazzam’da İngilizlerle işbirliği yapmayacağı konusunda söz verip yemin ettiği
söylentisi çıkmış olsa da Galip Paşa’nın bu söze inanarak Şerif Hüseyin’in isyan
hazırlığı içerisinde olduğunu bilmesine rağmen hiçbir şey yapmaması oldukça
ilginçtir179
.
2.3.4. Enver ve Cemal Paşaların Medine’ye Gelişi
Enver Paşa, Âliye Divan-ı Harb-i Örfisi’nde yargılamalar devam ettiği sırada,
Şubat 1916’da Dördüncü Ordu mıntıkasını teftiş etmek ve bölgedeki son durumu
yerinde görmek için Suriye gelmeye karar vermiştir. Bu kararını ise Dördüncü Ordu
Kumandanlığına hitaben 4 Şubat 1916 tarihinde yazdığı mektupta şu ifadelerle haber
vermiştir: “Dördüncü Ordu mıntıkasını teftiş için, 30 Kânun-i Sanî 1331 (12 Şubat
1916) Cumartesi günü İstanbul’dan hareket edeceğim. Tarsus’dan sonra sırasıyla
23., 44., 41., 43., 27. Fırkaları, Remle mıntıkasını ve 3. Fırkayı göreceğim. Bu
esnada bir çıkarmaya karşı pek mühim mıntıkaların suret-i müdafaasını da anlamayı
arzu ederim. Bu hususta bana izahat vereceklerin tam vaktinde mahallinde hazır
olmalarını rica ederim… Avdette Kudüs-Amman hattını da görürüm. Seyahatte bana
Karargâh-ı Umumi Erkân-ı Harbiye Reisi, kâmilen Harekât Şubesi, Sahra Sıhhiye
Müfettişi ve Karargâh-ı Umumi İstihbarat Şubesi Müdürü refakat edecektir”180
Pozantı’ya kadar trenle gelen Enver Paşa, daha sonra Mersin’den başlayarak
Gazze’ye kadar olan bölgeyi teftiş etmiştir. Bu bölgelerdeki Cemal Paşa’nın imar
faaliyetlerini memnuniyetle gören Enver Paşa, Cemal Paşa’ya takdirlerini iletmiştir.
177 F. Kandemir, a.g.e., s. 374.
178 F. Kandemir, a.g.e., s. 378; S. Yatak(Beyoğlu), a.g.m., s.77; Y. H. Bayur, a.g.e., s. 240-241.
179 Ö. F. Şerifoğlu, a.g.m., s. 25.
180 A. F. Erden, a.g.e., s. 215-216.
111
Daha sonra Kudüs’ten Sina Çölü’ne kadar olan bölgeyi de teftiş etmiş ve oradan
Amman’a geçmiştir. Amman’a geldikten sonra Enver Paşa Medine’yi de ziyaret
etmek istemiş ve Cemal Paşa, Medine’ye yapacakları seyahate katılması için o sırada
Suriye’de bulunan Emir Faysal’ı da bu ziyarete davet etmiştir. Bu davet üzerine
seyahate katılan Arap kentleri müftüleri, Emir Faysal ile birlikte Enver Paşa ve
Cemal Paşa, 4 Mart 1916’da tren yoluyla Medine’ye varmışlardır181
.
Harbiye Nazırı ve Başkumandan Enver Paşa, maiyetindekilerle birlikte
Medine istasyonunda trenden indiklerinde kendilerini yoğun bir kalabalık
karşılanmış ve kurbanlar kesilip, kasideler okunmuştur. Enver Paşa ise burada çok
kalmayarak ilk olarak Ravza-i Mutahhara’ya yani Hz. Peygamber’in kabrine
gitmiştir. Burada kalabalık arasında ilerlemekte zorlanan Enver Paşa, halkın yoğun
ilgisiyle karşılaşmıştır182
.
Bazı Arap liderleri, Enver Paşa ile tanışmak için ön tarafa gelmişler ve
yıllardır besledikleri kinin bir sonucu olarak Enver ve Cemal Paşalara suikast
düzenlemek istemişlerdir183. Bu duruma ise, kendisinin misafiri olduğu gerekçesiyle
Emir Faysal müsaade etmemiştir. Bunun sebebi olarak ise Emir Faysal, hazırlıkların
tam olarak bitmediği için bir kargaşa çıkmasını istememiştir. Emir Faysal bu tür
girişimlerin önüne geçmek için Enver Paşa ve Cemal Paşa adına verilecek ziyafet
salonuna gidene kadar da kölelerden oluşan muhafızlarıyla yol boyunca geniş bir
güvenlik önlemi almıştır. Bu ziyafet sırasında ise çeşitli hediyeleşmeler olmuştur.
Emir Faysal babası Şerif Hüseyin adına kıymetli taşlarla süslenmiş birer altın kılıç ve
bazı değerli eşyalar Enver Paşa’ya hediye edilmiştir184
.
181 K. Abdullah, a.g.e., s. 99; Y. H. Bayur, a.g.e., s. 254-255; A. F. Erden, a.g.e., s. 216-219; C. Paşa,
a.g.e., s. 277; S. Yatak(Beyoğlu), a.g.m., s.79.
182 Ali Fuad Erden, Enver Paşa’nın bu sıradaki halet-i ruhiyesi şu ifadelerle anlatmıştır: “…O, iki elini
göğsünün üzerine tazim ve taatle bağlamış benliğinden geçmiş, başını öne eğmiş, sessiz ağlamakta
idi. Başkumandan Vekili Enver Paşa, Mukaddes Cihad’ın Başkumandanı olan Hazreti Muhammed’in
huzuruna gidiyor; onun kendisine yani asilin vekiline emanet ettiği görevin hesabını arzetmeye
gidiyordu… Enver Paşa vecd ve istiğrak içinde ağlıyor; gözlerinden durmadan yaşlar akıyordu”.
Daha sonra Ali Fuad Erden, Enver Paşa’nın samimiyetinden ve gösterişe tenezzül etmemesinden
bahsetmiştir. :A. F. Erden. a.g.e., s. 220. Yine Şevket Süreyya Aydemir de Enver Paşa’nın hem
Osmanlıcı hem de İslâmcı olduğu söylemiştir. Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta
Asya’ya Enver Paşa 1908-1914, c. II, İstanbul 1971, s. 482.
183 A. Bilgenoğlu, a.g.e., s. 210.
184 A. F. Erden. a.g.e., s. 221-222; K. Abdullah, a.g.e., s. 99; C. Paşa, a.g.e., s. 277; S.
Yatak(Beyoğlu), a.g.e., s. 79.
112
Çok konuşulan Medine ziyareti185, esasında Enver Paşa’nın Arap bölgeleriyle
olan bağını kuvvetlendirmek istemesinin bir neticesidir. Bu ziyaretten sonra İttihat ve
Terakki Hükümeti bu bağı daha da kuvvetlendirmek ve “mukaddes cihad” için
Arapça yayımlanan eş-Şark gazetesinde çok ciddi propagandalar yapmıştır. Cemal
Paşa ise Suriye’de merkezi otoriteyi güçlendirmek adına ayrılıkçı örgütlerin
faaliyetlerine karşı daha da sert önlemler almaya başlamıştır186
.
Enver Paşa Medine’den Şam’a döndükten sonra Meclis-i Mebusan’da Havran
mebusu olan Emir Şekib Arslan, Enver Paşa ile görüşmek istemiştir. Cemal Paşa
bunu çok uygun bulmasa da Emir Şekib Arslan bir yolunu bulup Enver Paşa ile
görüşmüş ve Cemal Paşa’nın Suriye’deki uygulamalarını eleştirip, Âliye Divan-ı
Harb-i Örfisi’ndeki idam kararlarının en azından sürgün cezasına çevrilmesini talep
etmiştir. Enver Paşa ise verdiği cevapta Cemal Paşa’ya bunu “tavsiye edeceğini”
söylemiştir187
.
Şerif Hüseyin ise bu sırada bütün hazırlıkları tamamlamış ve isyan için en
uygun fırsatı beklemekteydi.
2.3.5. Fahreddin Paşa’nın Hicaz Kuvay-ı Seyyare Komutanı
Olarak Atanması
Fahreddin Paşa’nın Dördüncü Ordu’ya bağlı 12. Kolordu Kumandanı olarak
Musul’da bulunduğu sırada Şerif Hüseyin’in oluşturduğu Hâşimî kuvvetleri
Mekke’de bulunan Osmanlı muhafızlarına saldırmaya başlamışlardı. Aynı zamanda
Emir Ali’nin de Medine Muhafızı Basri Paşa aleyhine yaptığı saldırılar arttırmıştı.
Bu durum karşısında Basri Paşa, Cemal Paşa’ya durumu haber verirken şunları
söylemiştir: “ Mekke Emiri’nin isyan ettiği tahakkuk etti. Mekke’de askere hücum
edilmiş, çarpışma devam etmekteymiş. Bir kısım kıtalar, zabitler ve memurlar
asilerin eline düşmüş, bazı karakollar mukavemet etmekte imiş. Vali Paşa Taif’tedir.
İki gün evvel, Medine önündeki asilere Mekke’den beş yüz silah gelmiş. Cidde
garnizonu, denizden İngilizler tarafından bombardıman, karadan da asiler
185 Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi…, c. 6, s. 20.
186 H. Kayalı, a.g.e., s. 221.
187 Ayrıntılı bilgi için bkz. Emir Şekib Arslan, İttihatçı Bir Arap…, , s. 106-119
113
tarafından tazyik edilmektedir. Cidde’deki kuvvetimiz iki piyade taburu ile bir dağ
bataryasından ibarettir. Cidde bombardımanı 27-28 gecesi başlamış, düşman
gemileri asilere her türlü yardımı yapmaktadır. Medine ile Mekke ve Cidde ile Mekke
arasında haberleşme ve ulaşım kesiktir”188 . Bu durumu haber alan Cemal Paşa,
hemen Emir Faysal’ı yanına çağırarak, bu tür girişimlerin ve saldırıların
tekrarlanması halinde karşı askerî kuvvet kullanacağını açık ve sert bir dille ifade
etmiştir. Cemal Paşa yine son olarak Emir Faysal’a şu uyarıyı yapmıştır: “…ben size
gayet açık bir ifadeyle söylemek isterim ki, eğer dost isek onun gereklerini eksiksiz
bir şekilde yerine getirelim. Yok, amacınız başka ise rica ederim, silahlarınızı elinize
alınız, hemen isyan ediniz. Hiç olmazsa o zaman şimdiki komedilere son vermiş ve iki
düşman gibi karşı karşıya gelmiş oluruz. Sonuçta Cenabı Hak neyi dilemişse, o olur.
Şayet amasınız ihtilâl değilse, biraderiniz Ali Bey’e yazınız, hemen gelsin, burada
beni ziyaret etsin ve Medine muhafızını rahatsız etmekten artık vazgeçsin”. Emir
Faysal, Cemal Paşa’nın bu sözleri üzerine oldukça telaşlanmış ve “…ne ben, ne
babam, ne de kardeşlerim bu devlet ve millete hainiz. Hepimiz ekmek ve nimetini
yediğimiz şanlı Osmanlı Hanedanı ve Devleti’nin köleleriyiz. Biraderim ile Muhafız
Basri Paşa arasındaki anlaşmazlıkları çözümleyeceğim ve kardeşimi buraya getirip
ellerinizden öptüreceğim, bana inanıp güveniniz!”189 demiştir190
.
Mayıs 1916’nın başlarında bu olaylar gerçekleşirken Şerif Hüseyin,
İngilizlerle anlaşmış ve isyan için uygun fırsat kollamaya başlamıştı. Hicaz Valisi
Galip Paşa’nın ise bu durumlardan haberi yoktu. Cemal Paşa, Basri Paşa’nın talebi
üzerine, 25 Kasım 1914’te mirlivalığa terfi ettirilip, 26 Ocak 1915 tarihinde
Dördüncü Ordu Kumandan Vekilliği’ne getirilen dinine bağlılığı ve vatan sevgisiyle
tanınmış Fahreddin Paşa kumandasında “Hicaz Kuvay-ı Seyyare” adıyla karma bir
kuvvet oluşturulup, bu kuvvetin komutanı olarak 23 Mayıs 1916’da Fahreddin
Paşa’yı tayin etmiş191 ve 31 Mayıs 1916 tarihinde Medine’ye göndermiştir192. Bu
188 A. F. Erden. a.g.e., s. 44.
189 C. Paşa, a.g.e., s. 284.
190 F. Kandemir, a.g.e., s. 44; C. Paşa, ag.e., s. 283-284; Süleyman Yatak(Beyoğlu), “Fahreddin Paşa”,
TDVİA, c. 12, İstanbul 1995, s. 87; Süleyman Beyoğlu, “Türk Arap İlişkilerinin Son Kırılma Noktası:
Medine’nin Tahliyesi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. 26, sayı:78, Kasım 2010, s. 428; S.
Yatak(Beyoğlu), Osmanlı Devleti ve Mekke…, s. 79.
191Süleyman Yatak(Beyoğlu), “Fahreddin Paşa Ve Medine Müdafaası”, Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1990, s. 57; Birinci Dünya Harbinde
114
bilgi ise resmi olarak Basri Paşa’ya Talat Paşa tarafından gönderilen şifre ile haber
verilmiştir193. Daha sonra Fahreddin Paşa’nın Medine-i Münevvere Muhafızlığı’na
vekâleten atanmasından sonra Cemal Paşa’ya gönderilen haberde Basri Paşa’nın da
önemli hizmetler ettiği göz önüne alınarak mağdur edilmemesi gerektiği ve
Fahreddin Paşa’nın bu göreve asaleten atanması lüzumu gerekli olursa bunun da
mümkün olabileceği bildirilmiştir194
.
Cemal Paşa, Fahreddin Paşa’yı Medine’ye gönderirken kendisine gizli bir
talimat vermiştir. Bu talimata göre Medine’de Şerif Hüseyin ya da oğullarından
herhangi birinin ihtilâl hareketine kalkışmaları durumunda, Basri Paşa yalnızca
mülkiye işleriyle uğraşacak, kumandayı ise Fahreddin Paşa devralacaktı. Bu
talimatlardan sonra Medine’ye giden Fahreddin Paşa, 2 Haziran 1916 günü Beyrut’ta
bulunduğu sırada Cemal Paşa’ya çektiği telgrafta Şerif Hüseyin’in adamlarından
birinin kendisine birkaç mektup getirdiğini söylemiştir. Şerif Hüseyin tarafından
yazılan bu mektuplardan biri kendisine, biri Cemal Paşa’ya diğeri de Sadaret’e
yazılmış mektuplardı. Emir Ali’nin kendisine hitaben yazdığı mektupta “ babamdan
aldığım emir gereği mücahitlerin Filistin’e sevkleri ertelenmiştir. Bu sebeple burada
boş yere vakit geçirmektense, mücahitlerle beraber Mekke’ye dönmeye karar verdim.
Sizlere veda etmeden gitmek zorunda olduğumdan dolayı üzgünüm, kusurumu
affediniz!” dediğinden bahsetmiştir. Ayrıca bu telgrafında Fahreddin Paşa, Arap
şeyhlerinden aldıkları bilgilere göre, Emir Ali’nin beraberindeki kuvvetleri üçe
ayırdığını ve en yakın zamanda tren hattına saldırmayı amaçladıklarını, bu şekilde
Medine ile Şam arasındaki bağlantıyı keserek Medine’yi ele geçirmeyi
planladıklarından söz etmiştir. Bundan sonra Fahreddin Paşa, kendisinden aldığı
talimat gereği birliklerin kumandasını üzerine aldığını Cemal Paşa’ya bildirmiş ve
gerekli olması durumunda Cemal Paşa’dan takviye birlik göndermesini istemiştir
195
.
Fahreddin Paşa’nın…, Yayına Haz.: Murat Çulcu, s. 56; David Murphy, The Arab Revolt 1916-
1918, İllustrated By Peter Dennis, Oxford 1988, s. 25.
192 F. Kandemir, a.g.e., s. 44; C. Paşa, a.g.e., s. 286; Y. H. Bayur, a.g.e., s. 262; S. Yatak(Beyoğlu),
Fahreddin Paşa…, s. 88; S. Yatak(Beyoğlu), Osmanlı Devleti ve Mekke…, s. 79.
193 Nazır Talat Paşa’dan Medine Muhafızı Basri Paşa’ya 25 Mart 1333 (25 Mart 1917) tarihli şifre;
DH. EUM. 7. Şb. nr 1/49 lef 2.
194 Fahreddin Paşa’nın Medine-i Münevvere Muhafızlığı’na vekâleten atandığına dair Dâhiliye
Nezareti’nden Cemal Paşa’ya gönderilen 1 Cemaziyilahir 1335 (23 Şubat 1917) tarihli telgraf; BOA.
DH. KMS, nr. 44-1/8.
195 C. Paşa, a.g.e., s. 288.
115
İttihat ve Terakki Hükümeti ise Şerif Hüseyin bu tutumu karşısında Mekke
Emirliği’ne Şerif Ali Haydarı getirmeyi düşünmüştür. Fakat bu durumu haber alan
Şerif Hüseyin hazırlıklarını hızlandırmış196 ve isyan için oğullarına son talimatları
vermiştir. Bu talimatlar gereği Şerif Hüseyin’in oğulları Mekke ve Medine posta
tellerini kesmişler ve her tarafta halkı hükümete karşı isyana teşvik etmişlerdir197
.
2.4. ŞERİF HÜSEYİN’İN İSYAN BEYANNAMESİNİ İLAN
ETMEDEN ÖNCEKİ SON GELİŞMELER
Gerek Hicaz Valisi Galip Paşa’nın yumuşak tutumu nedeniyle gerekse de
kendi çabaları neticesinde Şerif Hüseyin, Mekke’deki askeri üstünlüğü 1916
Haziran’ından itibaren eline geçirmişti. Fakat henüz Osmanlı askerlerine karşı askerî
bir harekete başlamamıştı. Şerif Hüseyin, Osmanlı kuvvetlerinin bulunduğu
bölgelerin etrafına kendi kuvvetlerini yerleştirmişti. Buna karşılık Taif ve Vali’nin
karargâhı Şerif Hüseyin kuvvetlerinin eline geçmişti. Şerif Hüseyin her an saldırıya
geçme ihtimaline karşı kuvvetlerini Cidde’de tutmaktaydı. Aynı şekilde donanma198
da kendi kuvvetlerine yardım için Cidde’de bekletilmekteydi. Bu durumun farkına
varan İdrisî ise güneye doğru genişlemek istemekteydi. Fakat İdrisî kuvvetleri
Hindistan’dan kontrol edilmekteydi. İngiltere’nin Mısır Kuvvetleri Kumandanı ise
Londra’ya, Şerif Hüseyin’in harekete geçmesi ihtimaline karşı ona hemen destek
verilip verilmemesi konusunu sormuştur199
.
Bu mektuba verilen cevapta ise Arap bağımsızlık hareketi konusuyla Fransa
ve Rusya Hükümetlerinin ilgilendiğini ve onların da bazı şüpheleri olduğu ve bu
şüphelerin giderilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu yüzden genel durumun
196 S. Yatak(Beyoğlu), Osmanlı Devleti ve Mekke…, s. 79.
197 Dâhiliye Nezareti’nden Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’ya gönderilen 7 Şaban 1334 (9
Haziran 1916) tarihli şifre; BOA. DH. ŞFR. nr. 64/264.
198Şerif Hüseyin’in bir donanmaya sahip olabilecek kadar askerî gücünün olmadığı düşünülürse
burada bahsi geçen donanmadan kastedilen İngiliz donanması olmalıdır.
199 İngiliz Mısır Kuvvetleri Kumandanı’ndan Londra’ya gönderilen 15 Haziran 1916 tarihli telgraf;
TNA. FO. 141/461 nr. 450.
116
değiştirilmesinin henüz vaktinin gelmediği ve dolayısıyla Şerif Hüseyin’in
bağımsızlığını ilan etmesi için daha erken olduğu söylenmiştir
200
.
İngiltere tarafından Hicaz ve Suriye gibi bölgelerde askeri birliklerin
genişleme faaliyetlerinin tehlikeli olabileceği dolayısıyla Şerif Hüseyin’in İdrisî ile
işbirliği yapması gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca Şerif Hüseyin’in istediği silah,
cephane ve para gibi yardımlar konusunda gerekenin yapılacağı da ilave edilmiştir.
Kahire İstihbarat Bürosu’nun ise ileride yaşanabilecek sıkıntılar dikkate alındığında
operasyonlar sırasında faal olarak kullanılmaması gerektiğine, özellikle vurgu
yapılmıştır201
.
Şerif Hüseyin İsyanı arifesinde Sudan’dan Kahire’ye gönderilen bir raporda
ise Osmanlı kuvvetlerin Arapların tahrip ettiği demiryollarını hızlıca tamir ettiklerini
ve bu sırada Osmanlı tarafına ateş açacakları esnada tüfeklerin ellerinde patlayarak
birçok kişinin yaralanmasına sebep olduğu ifade edilmiştir. Bunun üzerine ise
kendilerinin tüfeklerin kontrol için geri getirilmesini istedikleri belirtilmişti202
.
İsyan öncesi yine Sudan’dan Mısır Yüksek Komiserliği’ne Şerif Hüseyin’in
taleplerini bildiren bir rapor gönderilmiştir. Bu taleplere göre Şerif Hüseyin
İngilizlerden, sekiz bin çuval pirinç, altı bin çuval un, altmış kutu kahve, dört bin
tüfek ve bin dört yüz kutu cephane istemektedir. Emir Zeyd ise bu ihtiyaçların kısa
sürede karşılanıp karşılanamayacağını sormuştur. Bunun yanı sıra bu raporda bu gece
yani 23 Haziran 1916 tarihinde Şerif Hüseyin kuvvetlerinin Mekke’yi kuşatacağının
beklenildiğinden bahsedilmiştir. Şerif Hüseyin’in Cidde’yi kuşattığı ve şehrin
yönetimi için kısa zamanda İngiliz bir idarecinin gönderilmesi gerektiği de haber
verilmiştir203
.
Kahire’deki Arap Bürosu’nun İstihbarat Bölümü tarafından Hicaz hakkında
hazırlanan bir raporda Hicaz’ın durumu hakkında önemli bilgiler verilmiştir. Bu
bilgilere göre Şerif Hüseyin kuvvetlerinin gücü hakkında henüz yeteri kadar bilgiye
sahip olmadıkları, muhtemelen bu kuvvetlerin eğitimsiz oldukları ve ağır silahlara
sahip olmadıkları bilgilerine yer verilmiştir. Muhtemelen bu kuvvetlerin amacının,
200 Londra’dan İngiliz Mısır Kuvvetleri Kumandanı’na 17 Haziran 1916 tarihli telgraf; TNA. FO.
141/461 nr. 451.
201 Kahire İstihbarat Bürosu’nun 20 Haziran 1916 tarihli kayıtları; TNA. FO. 141/461. nr. 452-453.
202 Sudan’dan Kahire İstihbarat Bürosu’na 22 Haziran 1916 tarihli telgraf; TNA. FO. 141/461. nr.
458.
203 Sudan’dan Kahire İstihbarat Bürosu’na 23 Haziran 1916 tarihli not; TNA. FO. 141/461. nr. 460.
117
cephane ve gıda desteği olmadığı sürece birlikleri uzun süre bir arada tutmanın zor
olacağı üzerinde durulmuştur. Aynı raporda Osmanlı kuvvetleri hakkında ise bu
bölgede 22. Kolordu’nun olduğu ve bu sayının tahminen 3000 askerden oluştuğu,
bunlardan 1200 Taif’te, 1000 askerin Mekke’de ve yaklaşık 1000 askerin de
Cidde’de olduğu bilgisi iletilmiştir. Bu durumda ise şimdilik Şerif Hüseyin’in ciddi
bir askerî başarı kazanmasının gerekliliği üzerinde durularak mevcut durumun ne
olması gerektiği üzerinde durulmuştur204
.
İngiltere tarafından bu haberleşmeler yapılırken Şerif Hüseyin, isyanın bir an
önce gerçekleşebilmesi için acele etmekteydi. Bu şartlarda bile Şerif Hüseyin’in oğlu
Emir Ali, Osmanlı Hükümeti’nin kendilerinden askerî bir kuvvet istediğini ve
karşılığında silah ve para vereceğini dolayısıyla para ve silahı ele geçirebilecekleri
görüşündeydi. Ayrıca Emir Ali’ye göre isyanın başlama tarihi yazın ortası olmalıydı.
Bu geçen süre zarfında da Osmanlı kuvvetleri daha da zayıflayacağından dolayı sıcak
mevsim olan yaz mevsimi, isyan için en uygun zamandı205
.
Şerif Hüseyin artık isyan için bütün hazırlıkları tamamlamış ve geriye sadece
harekâtın nasıl gerçekleşeceği konusundaki küçük ayrıntılar kalmıştı. İngiltere, Şerif
Hüseyin’e gerekli bütün maddi yardımları yapmış ve kendisi için de en uygun
zamanı beklemekteydi. Artık bu noktadan sonra isyan için geriye, sadece Şerif
Hüseyin’in isyan bildirisini ilan etmek kalmıştır.
204 Kahire’deki Arap Bürosu’nun İstihbarat Bölümü tarafından 23 Haziran 1916 tarihli hazırlanan
rapor; TNA. FO. 141/461. nr. 462.
205 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 107.
118
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ŞERİF HÜSEYİN İSYANI İLE BİRLİKTE HİCAZ HAŞİMÎ
KRALLIĞI’NIN KURULMASI
3.1. ŞERİF HÜSEYİN İSYANI VE SONRAKİ GELİŞMELER
Şerif Hüseyin ile İngiltere arasında devam eden görüşmeler sırasında
karşılıklı güvensizlikler devam etmekteydi. Fakat gerek Savaş Bakanı Lord
Kitchener gerekse de İngilizlerin Mısır Yüksek Komiseri McMahon’un gayretleri
neticesinde İngiltere Hükümeti’nin, Şerif Hüseyin’e olan itimadı artmıştır. Yine de
bazı anlaşmazlıklar devam etmekteydi.
Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden
sonra isyan etmeyi düşünmüş olsa da İngiltere’nin Osmanlı Devleti karşısında
Çanakkale’de yaşadığı hezimetle birlikte isyan tarihini geciktirmiştir. Şartların
oluşması için elinden gelen gayreti gösterdikten sonra hazırlıkları tamamlayan Şerif
Hüseyin için, Hicaz Vali ve Kumandanlığı’na Vehip Paşa’nın yerine Galip Paşa’nın
tayin edilmesi ve Galip Paşa’nın yumuşak bir yönetim tarzına sahip olması, büyük
bir fırsat olmuştur. Şerif Hüseyin hazırlıklarına artık daha rahat bir şekilde devam
etmiş ve şartların oluşması için çalışmıştır. Haziran ayının başından itibaren Şerif
Hüseyin ile oğulları silahlanarak Osmanlı askerlerine saldırmışlar1
ve demiryollarını
tahrip etmeye başlamışlardır. Nitekim İngiltere ile bazı anlaşmazlıklarını giderdikten
sonra Şerif Hüseyin, 27 Haziran 1916 tarihinde Osmanlı Devleti’ne karşı isyan
ederek resmi İsyan Beyannamesini ilan etmiştir2
. Yoğun uğraşlar sonucu bir araya
getirilip, isyanın sebepleri olarak gösterilmeye çalışılan nedenleri Şerif Hüseyin, şu
cümlelerle ilan etmiştir:
1 H. Kayalı, a.g.e., s. 221.
2 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s.115; H. Kayalı, a.g.e., s. 221; David Fromkin, Barışa Son Veren BarışModern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı? 1914-1922, Çev: Mehmet Harmancı, İstanbul 1994, s. 211;
William Stearns Davis, A Short History Of The Near East, The New York 1923, s. 94; Emir
Abdullah’a göre ise isyanın ilan ediliş tarihi Osmanlı askerlerine saldırıların başladığı 10 Haziran
1916 tarihidir. K. Abdullah, a.g.e., s. 102.
119
“Bismillâhirrahmânirrahîm
Müslüman kardeşlerimizin hepsine ilan edilmiştir.
“Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet, Sen hükmedenlerin en
hayırlısısın. Araf, 7/89”.
Tarihe vakıf olanların malumudur ki, Müslümanların birliğini sağlamlaştırmak ve
takviyesi için İslâm’ın emir ve hükümlerinden Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’ye ilk olarak
biat edenler, Mekke-i Mükerreme Emirleri’dir. Osmanlı Sultanları Allah’ın kitabı ve
Hz. Peygamberin sünneti icra ve bu hükümleri tatbik etmek hususundaki bağlılıkları ve
bu uğurda bu değerlerin kıymetini kaybetmesi sebebiyle bu Arap Emirleri, Osmanlı
Sultanları’na olan bağlılıklarına devam ettiler. Hatta 1909 yılında, ben bizzat
Araplardan müteşekkil bir kuvvetle Arapların üzerine hareket ederek Osmanlı
Devleti’nin şeref ve haysiyetini muhafaza için Ebhâ kuşatmasını muhafaza etmek için
gayret ettim ve ertesi sene aynı maksatla evlâtlarımdan birisinin kumandasında o
hareketi icra eyledim ve malum olan büyük gayeden ayrılmadım.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin zuhuruyla devlet işlerini eline alması ve esas itibariyle
kötü idaresiyle dâhili ve harici birçok karışıklıkların ortaya çıkmasına ve herkesin
malumu olduğu üzere, birçok muharebelere sebebiyet vermiş, Osmanlı Devleti’nin
kudret ve büyüklüğüne zarar vermiş ve özellikle Birinci Dünya Savaşı’na girmekle,
devleti tehlikeye sürüklemiştir ki, izahtan müstağnidir.
Aynı zamanda bütün İslâm ehlinin, İslâm Devleti hakkında umutsuzluğa düşmesine
sebep olmuşlardır. Geride kalan Müslim ve gayr-i Müslim ahalinin bir kısmı idam
edilerek ve bir kısmı da sürgüne gönderilerek, uzaklaştırılarak Osmanlı’nın mevcudiyeti
ve birliği bozulmuş ve bu surette ahali malından, canından mahrum bırakılmıştır. Bu
son muharebe sebebiyle mukaddes yerlerdeki ahalinin dûçar oldukları yokluk o kadar
büyüktür ki, orta halli olanlar evlerinin kapı ve pencerelerini ve bütün ev eşyasını
sattıktan sonra nihayet damındaki tahtaları bile satmaya mecbur olmuşlardır.
İttihatçılar bu kadarını da kâfi görmeyerek Osmanlı saltanatı ile bütün Müslümanlar
arasında yegâne bağ olan Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetini ihlal etmişler
ve Osmanlı Devleti’nin, sadrazam’ın, şeyhülislam’ın, vezirlerin ve âyanların gözü
önünde yayınlanan İctihad gazetesi, Hz. Peygamber’e çirkin tabirlerle hakaret etmekten
çekinmediği gibi, itiraza uğramadığından cüret alarak Kur’an ayetlerini hükümsüz
bırakmaktan dahi kaçınmamış, “mirasta erkek için kadının payının iki misli vardır
(Nisa, 4/11)” hükmünü küçümseyerek mirasta denkliği kabul etmiştir.
Bunlara ek olarak İslâmiyet’in beş esasından birini yıkmayı hedef edinmiştir. Şöyle ki:
Gûya Rus ordusu karşısında harp eden askerlere benzer şekilde, Mekke-i Mükerreme,
Medine-i Münevvere ve Şam’da mevcut Müslüman askerlerin oruç tutmamalarını
120
emrederek bu babdaki “ Sizden her kim hasta yahut seferde olursa diğer günlerde kaza
eder (Bakara 2/184)” açık ayetini ve buna benzeyen birçok İslâm esaslarını karıştırmak
ve Allahın razı olmadığı şeyleri gerekli görmekten kaçınmamışlardır.
Şevketlü sultanü’l muazzam hazretlerinin bütün hukukunu gasb ile mâbeyn-i
hümayunlarına bir başkâtib veya başmabeynci seçmek ve tayin etmek hakkından zat-ı
şahanelerini men ettikleri gibi bütün Müslümanların işlerine bakmak hakkından dahi
mahrum ederek “Hilâfet” in şartlarından sükût eylemişlerdir ki, bütün Müslümanlar bu
alçaklıktan kırılmışlardır. Bu şeriata aykırı işler karşısında şimdiye kadar hüsn-i te’vil
ve bilmiyormuş gibi görünmemiz, sırf âlem-i İslâm içine ihtilaf ve tefrika tohumları
ekmemek maksadıyla idi.
Bunlardan başka, diğer taraftan ulemâ-yı kibâr-ı İslâmdan, kibâr-ı Arap’tan Emir Ömer
El-Cezâirî, Emir Ârif Eş-Şihabi, Şefik Bey El-Müeyyed, Şükrü Bey El-Aselî,
Abdülvehhab ve Tevfik Bey El-Bisât, Abdülhamit Zehravi, Abdülgani El-Arîsî gibi
zevatın bir anda idamı icra ediliyor. En ziyade katı kalbe malik olanlar nezdinde de icra
ve tatbiki zor görünen bu fiilleri icrada birçok mazeret bulsam bile habasetten, günahtan
arınmış ve kurtulmuş olan ailelerin erkek ve kadın fertlerin en küçük evlatlarına kadar
yurtlarından, memleketlerinden ihraç ve nefy ile başlarına gelen felaket üzerine daha
büyük bir musibet ilavesine ne mana verilebilir? Aile reislerinin her ne sebeple olursa
olsun idamları cezası, o haneleri ayırmak yeterli iken ikinci bir ceza şekline mana
bulunmadığı aşikârdır. “Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenemez ( Enâm,6/164)”
ayet-i celîlesi kat’î bir delildir. Bu ikinci cinayeti de sebeb-i siyasi atfederek makul
görsek dahi reislerini kaybeden ailelerin mal ve mülklerinin müsaderesine ne demek
icab eder? Bu ameller ve harekâta sükût etsek bile meşhur mücahid Emir Abdülkadir
El-Cezâirî’nin kerimesinin tahkir ve aşağılanmasına ne mana ve ne sebep bulunabilir?
İttihatçıların harekât ve fiillerinden bazılarını saydık. Bunların insan alemine ve bütün
iman ehline arz ediyoruz. Bu hususta icab eden hükmü versinler. Bunların İslâmiyet
hakkındaki itikatlarının ne derecede bulunduğunu anlamak için aşağıdaki vakayı arz
ediyoruz: Mekke halkı istiklâl talebiyle kıyam ettiği esnada askerlerinin Kale-i
Ciyad’dan Müslümanların kıblesi ve müminlerin Kâbe’si olan Beytullah’a attıkları
toplardan çıkan iki mermiden birisinin Hacerü’l-Esved’in bir buçuk arşın üstüne, diğeri
de bundan üç buçuk arşın mesafeye isabet ettirmişlerdir. Aynı sebeple Sütre-i şerif de
ateş aldığından bütün halk Kâbe-i Muazzama kapısını açarak ve üstüne çıkarak yangını
söndürmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Halbuki onların askerleri bunlarla iktifa etmeyip hiç durmadan Makam-ı İbrahim ve
Mescid-i Şerif’i hedef kabul etmekten çekinmemişler ve her gün üç- dört kişinin katline
sebep olmuşlardır ki, umum halk günlerce mescide yanaşmaktan mahrum olmuşlardır.
Mescit ve Kâbe’ye hürmet ve tazim yerine tahkir ile mukabele bu gibi âdemlerin neye
müstahak olduklarını umum şark ve garp Müslümanlarının re’yine bırakıyoruz. Din-i
121
İslâm’ı ve kavmimizin mukadderatını İttihatçıların elinde oyuncak olarak bırakamayız.
Cenabı Hak milletimize tazayyuk ve intibah ihsan buyurdu ve bi’n-netice milletimiz
kendi gayretleriyle istiklâlini temin eylemiş ve musallat olan İttihat memurları ile
kuvvetlerinden memleketi temizledikten sonra hiçbir harici kuvvetin tesirine istinad
etmeyerek tam ve mutlak bir istiklâl ile müstakil olmuştur.
İttihat ve Terakki mütegallibelerinin zulmüyle âh-u enin içinde kalan memleketlerden
ayrılarak nusret-i din-i İslâm ve i’lâ-yı Kelimetullah hedefi dâhilinde ileri doğru
harekete teşebbüs ettik. İslâm şeriatına mülayim ve muvafık her türlü ulûm ve fünûn
iktibas olunacak ve medeniyet yolunda azm ü cezm ile yürünecektir. Rica ve ümit
ederiz ki, bütün âlem-i İslâm’daki kardeşlerimiz gerekli olan işler için, vâki olan şu
hareketimizi uhuvvet takviyesi ile takviye buyurarak bize iştirak ederler ve lüzumlu
gördüğümüz şu vazifenin eda ve ifasına muavenet eylerler.
Ellerimizi Cenabı Rabbü’l-erbâba kaldırarak tevfik ve hidayetle bütün İslâm ehli için
hayırlı olmamızı Resul-i Melikü’l-Vehhab hürmetine istirham eyleriz. Ve hüve hasbunâ
ve ni’me’n-nasir.”
Fî 25 Şaban 1334 (25 Haziran 1916)
Emir ve Şerif-i Mekke-i Mükerreme
Hüseyin bin Ali3
Şerif Hüseyin, uzun zamandır uğraştığı ve Haziran başından itibaren bir araya
getirmeye çalıştığı isyanın sebepleri, kendi ağzından bu şekilde ifade etmiştir4
. Bu
şekilde Şerif Hüseyin Osmanlı Devleti’ne karşı isyan bayrağı açmış bulunmaktaydı5
.
Ayrıca bu isyan beyannamesi İngiliz gazetelerine yansımış ve bu konuya geniş yer
ayrılmıştır6
. Bundan önce ise Enver Paşa’nın bölgeye yaptığı ziyaret sırasında çok
ciddi önlemler alındığı ve Arapların Suriye’deki idamlar yüzünden çok kızgın
3
İsmail Kara, İslâm Siyasi Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik-Hilafet Risâleleri, c. 4. (II.
Meşrutiyet Devri), İstanbul 2004, 419-422; Birinci Dünya Harbinde Fahreddin Paşa’nın …,Yayına
Haz.: Murat Çulcu, 56.M. Metin Hülagü, Pan-İslamiz Osmanlının Son…, s. 109-112; C. Paşa, ag.e.,
s. 290-291; Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e, s. 116-118; G. Antonius, a.g.e., s. 207-208;T. Erdoğan, a.g.t. s. 182-
185; İsyan Beyannamesi’nin İngilizce tercümesi için bkz. : TNA. FO. 395/52 nr. 169478; TNA. FO.
882/14 nr. 115, s. 88; Stanley Maude, The King Of Hedjaz Arap Independence, 1917, Bristish
Library, nr. X.709/28095, s. 1-11.
4 C. Paşa, a.g.e., s. 291.
5
İhsan Et-Tercüman, Çekirge Yılı- Kudüs 1915-1916, İnceleme ve Notlar; Selim Temârî, Ter: Ali
Benli, İstanbul 2012, s. 289.
6 Derb Daily Telegraphs, 25 Ağustos 1916.
122
oldukları imajı verilmeye çalışılmıştır7
. Bundan sonra ise Şerif Hüseyin, İngiliz
sömürgesi altındaki Müslümanlar için de bir manifesto yayınlamıştır. Bu
manifesto’da Şerif Hüseyin, uzun yıllar boyunca devam eden Osmanlı Hükümeti’nin
kötü idaresinden sonra bağımsızlık ve özgürlük için ayaklandığından ve bu
hareketinde İngiltere’nin kendilerini desteklemekten çekinmeyeceğinden8
bahsederek
sömürgelerdeki Müslümanların desteklerini almaya çalışmıştır. Bu amaçla Şerif
Hüseyin İslâm dünyasına hitaben ikinci bir beyanname yayınlamış ve şu ifadelere yer
vermiştir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm
“Fein tevellev fekûlu’ş-hedû biennâ müslimûn.” Eğer bu daveti reddederlerse, bizim
Allah’ın emirlerine itaat eden Müminler olduğumuza şahit olun, deyin. Ali İmran 64.
Birinci beyannamede izah edilen sebeplere istinaden kıyam eden biz Hicazlıların gayet
ve fikirlerinde, bazılarınca tereddüt hâsıl olabilme ihtimalini def için seçkin kimseler ve
bilhassa Müslümanlara karşı bu ikinci beyannameyi de neşr ve ilana lüzum gördük.
Daha açık ve pek yeni delil ve maddeler göstererek maksadımızı tamamıyla açıklıyoruz.
Şöyle ki:
Gerek Müslümanların bütün mütefekkirleri, gerek Osmanlı tebaasının görüş sahibi
olanları ve gerekse bütün dünyanın izan ve anlayış sahipleri Osmanlı Devleti’nin
umumi harbe girmiş olmasına aşağıdaki sebeplerden dolayı razı değillerdir:
Birinci sebep dâhilidir; o da Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin Trablusgarp ve Balkan
Harplerinden pek yakın zamanda çıktığı için askerî ve mali kuvvetlerine büyük bir
ziyan arız olmuş ve istinadının merkezi olan millet, hayliden hayliye zaafa uğramıştır.
Esasen Osmanlı milleti askerlerinin memleketine avdet ve çoluk çocuklarının iaşesi için
çalışmaya başlar başlamaz birbiri arkasından tekrar silah altına çağırılması, bu millet
için daimi bir felaket olmuştur. Umumi harp ise diğer harplere kıyas kabul etmeyecek
derece korkunç ve tahripkâr olduğundan, zayıf millet üzerine masraf yükleyerek böyle
mühlik bir harbe Osmanlı Devleti’ni sevk etmek akıl işi değildi.
İkinci sebep haricidir. O da İttihat Hükümeti’nin harp eden taraflardan seçtiği cihete
aittir. Osmanlı Devleti bir İslâm Devleti’dir. Dünya haritasında işgal ettiği mevkii
mühim ve geniş ve sahilleri pek çoktur. Bunun için öteden beri Âl-i Osman-ı Selâtin-i
İzâm’ın meslekleri veçhile tebaanın büyük bir kısmı Müslüman ve denizlere hâkim olan
devletlere meyletmesi, siyasete daha uygun idi. İttihat hükümeti memleketi dar, hayal
7 Western Times, 24 Haziran 1916.
8 Aberdeen Journal, 28 Temmuz 1916.
123
ve tamahı çok olan tarafla harbe girince Müslümanların ileri görüşlüleri, beklenilen
kötü neticeleri görerek İttihatçılık hareketinden yüz çevirdiler.
Hatta harp hakkındaki fikrim telgrafla sorulduğu zaman, tarafımdan izah olunarak
icabı yerine getirilmiştir ki, cevaben çektiğim o telgraf, devlete karşı iyi niyet ve
sadakatime ve İslâm’ın şeref ve haysiyetini korumak hususundaki maksadıma açık bir
delildir.
İşte bizim vaktiyle dediğimiz üzere, korktuklarımız ortaya çıkmaya başlamıştır. Bugün
Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki sınırları aşağı yukarı İstanbul surlarıdır.
Rus ordularının öncüleri Sivas ve Musul vilâyetlerinde Osmanlı halkını çiğnemeye
başlamıştır. İngilizler de Basra vilâyeti ile Bağdat vilâyetinin bir kısmını işgal ettikleri
gibi, El-Ariş Çölü’nde binlerce Osmanlı esirini sürüp götürüyorlar. Şüphe yok ki; bu
durumu tetkik ve devam etmekte olan harbin neticelerini düşünenler, şu iki neticeyi
görürler:
Birincisi; dünya haritasından silinip gitmek, diğeri bu yok olup gütmekten kurtulmanın
çarelerini bulmak. Bu konudaki araştırma, münakaşa ve düşünceleri ve icap eden cevabı
vermek hususunu bütün İslâm âlemine bırakırız.
Tehlikeler vatanı kuşatmadan evvel vaki olan ayaklanmamız meşru ve gerekliydi.
Mütegallibeler elinde oyuncak olan Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldığımız takdirde
devlete faydalı olacağımız muhakkak olsa, yerimizden kımıldamaz ve her türlü
meşakkate tahammül ederek sabrederdik. Fakat kat’iyyen faydalı olması muhtemel
değildir. Çünkü bizi yürütmek istedikleri yoldan gitsek, düğer milletlerin uğradığı
izmihlale bizim de düşeceğimiz kesindir. Esasen bu devletin mahvına ve Anadolu
ahalisinin perişanlığına münhasıran sebep olan İttihat ve Terakki mütegallibesidir.
Onlar da Enver, Cemal, Talat ve hempalarıdır.
Osmanlı Devleti’nin esas yolu Büyük Osmanlı Ricali’nin tesis ettikleri siyaset yoludur
ki, İngiltere ve Fransa hükümetleri ile daima bir dostluktan ibarettir. Tarihte sabit
olduğu üzere, devletimize büyük faydalar temin eden bu siyasetten ayrılmaya yegâne
sebep, İttihat ve Terakki ileri gelenleridir.
Evet, biz bu İttihat ve Terakki ileri gelenlerine karşı kıyam ettik, buğz ve düşmanlık
izharında bulunduk. Bu düşmanlığımız yalnız Enver, Cemal, Talat ve hempalarına
karşıdır. Bizim bu düşmanlığımıza her Müslüman iştirak eder, hatta Hanedan-ı Saltanat
dahi kalben bizimle beraberdir. Bu babta delil, şehit Veliahd-ı Saltanat Yusuf İzzettin
Efendi hakkındaki zalimane tecavüzdür.
Devlet bu mütegallibenin yanlış maksatlarına ve kötü niyetlerine kurban oluyor. Biz
bunlardan Allaha sığınırız. İttihatçıların bizim için intibah ve gayret gerektiren diğer bir
hareketini daha Müslümanların nazarlarına arz ediyoruz.
124
Şam’da mutlak bir surette hâkim olan Cemal Paşa, orada bir kulüp teşkil ederek bu
kulüpte kendisi ve maiyetindeki askerlere verilen ziyafette Müslüman kadınlar sâkilik
etmiş ve nutuklar irat ve teati olunmuştur. Bir kere düşünelim ki, Kur’an-ı Kerim’de,
Nûr Suresi’nde kadınlara dair mevcut olan kesin ilahî naslara Cemal Paşa’nın bu
hareketi, pek açık bir surette delalet etmez mi ki bu mütegallibenin İslâm Şeriatı ve
Arap adetlerine kat’iyyen hürmetleri yoktur.
İşte yukarıda bu mütegallibenin ahvalini teşrih ile Osmanlı beldeleri ve İslâm
memleketlerinde mevcut Müslümanların heyet-i umumiyesine vaaz ve nasihat eder ve
bu bâğî zümrenin maksatları için o ilahi emir ve yasakları tebdil ve tahkir etmelerine
yardım etmemeyi rica ederiz. Allah’a asi olana itaat olunamaz. Bunların hareketlerini
her kim eliyle, diliyle ve kalbiyle değiştirmeye muktedir ise yapmalıdır. Bunların
hareketlerini tasvip edenler var ise onların da delillerini dinlemeye hazırız.
“Ve’s-selâmu alâ men ittebea’l-hüdâ”9
Şerif Hüseyin’in 27 Haziran 1916 tarihinde Osmanlı Devleti’ne karşı başlattığı
ayaklanmanın neticesinde ilan ettiği beyannamede temel olarak üzerinde durduğu
mesele İttihat ve Terakki Hükümeti olmuştur. Başta Enver, Cemal ve Talat Paşa’lar
olmak üzere İttihat ve Terakki Hükümeti’ni dini sebeplerden ötürü çok ağır bir
şekilde eleştirmiştir. Bunun yanı sıra ise birleştirici unsur olarak kullandığı Arap
milliyetçiliğe isyan beyannamesinde yer vermemiştir10. Şerif Hüseyin bu
beyannamesinde, Âliye-i Divan-ı Harbi Örfi’de yargılanıp idama mahkûm edilenleri
isyan bahanesi olarak öne sürmüş fakat bu şahısların Teşkilat-ı Mahsusa’nın Fransız
Konsolosluğu’na yaptığı baskın sonucunda ortaya çıkardığı yabancılarla irtibatta
olduklarına dair belgelerdense hiç bahsetmemiştir. Aynı şekilde bu idamların Şerif
Hüseyin’in İngilizlerle ittifak için haberleşmeye başladığı, Temmuz 1915 tarihinden
sonra gerçekleşmiş olması, Şerif Hüseyin’in bu idamları sadece bir bahane olarak
kullanması anlamına gelmektedir11
.
9 M. Metin Hülagü, Pan-İslamizm Osmanlının Son…, s. 113-115.
10 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e, s. 115.
11 C. Paşa, a.g.e., s. 291.
125
Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’ne yaptığı hizmetlerden bahsettikten sonra
İttihat ve Terakki Hükümeti’nin padişahın haklarını kısıtladığını
12 iddia ederek bütün
Müslümanlardan bu ayaklanma için yardım beklediğini belirtmiştir.
Şerif Hüseyin’in ayaklanmasından yaklaşık bir ay sonra isyan ile ilgili
haberler İstanbul basınında yer almaya başlamış ve İttihat ve Terakki Hükümeti ise
bu durum karşısında ihtiyatlı davranmıştır. Dolayısıyla hükümetin, bu süreçten sonra
izlediği politika ise Şerif Hüseyin’in bölgesel konumunu zayıflatarak bu durumdan
en az zararla çıkmak olmuştur. Bu çerçevede Şerif Hüseyin, İngiltere’nin de
yardımıyla askeri başarılar kazanmaya başlamıştır13
. Şerif Hüseyin Osmanlı
karakollarını ele geçirmiş üçüncü günde Cidde kuşatması sırasında İngiliz donanması
da Osmanlı karakollarına saldırarak Şerif Hüseyin kuvvetlerinin Cidde’yi ele
geçirmesine yardımcı olmuştur14
.
Şerif Hüseyin İsyanı karşısında Arap yarımadasında yoğun bir propagandaya
başlayan İttihat ve Terakki Hükümeti’nin amacı ise bu isyanın diğer bölgelere
sıçramasını engellemekti. Fakat bu propagandalar çok fazla sonuç vermemiş ve daha
önce ayrılıkçı Arap örgütleriyle bağlantıları olan kişiler teker teker Şerif Hüseyin’e
destek vermeye başlamışlardır. Bunların başından da Âliye-i Divan-ı Harbi Örfi’de
yargılanıp idama mahkûm edilen Refik El-Azm, İzzet Paşa El-Abd ve Reşid Rıza’nın
yanı sıra Şerif Hüseyin’e destek vermek için hac maksadıyla Hicaz’a giden Arap
milliyetçileri gelmektedir. Bunun yanı sıra sürgüne gönderilen birçok İttihat ve
Terakki Hükümeti muhalifleri de Şerif Hüseyin’e destek vermişlerdir15
.
Şerif Hüseyin kendini Hicaz kralı ilan etmesinden sonra Eylül 1916’nın
sonlarında Kahire’ye varan Aziz Ali El-Mısrî’yi Şerif Hüseyin, Harp Bakanı olarak
atamış ve ordularının başına geçirmiştir16. Aziz Ali, İngilizlerden aldığı yardımlar
sayesinde üç ay gibi kısa bir sürede ağır silahlardan oluşan dört ordu kurmayı
başarmıştır. Bu orduların her birinin komutası ise Şerif Hüseyin’in oğullarına
verilmiştir. Buna göre, Kuzey Orduları Komutanlığı’na Emir Faysal17, Güney
Orduları Komutanlığı’na Emir Ali, Doğu Orduları Komutanlığı’na Emir Abdullah ve
12 H. Kayalı, a.g.e., s. 221.
13 H. Kayalı, a.g.e., s. 222.
14 K. Abdullah, a.g.e.,s. 103.
15 H. Kayalı, a.g.e., s. 224.
16 Ö. O. Umar, Aziz Ali El-Mısrî ve Osmanlı…, s. 433.
17Qassam Al-Jumaily-İzzet Öztoprak, Irak ve Kemalizm Hareketi (1913-1923), Ankara 1999, s. 150
126
İç Bölgeler Komutanlığı’na ise Emir Zeyd tayin edilmiştir. Bu orduların subay
kadrosunu Mısırlı, Iraklı, Suriyeli ve Filistinli subaylar oluştururken askeri er
kadrosunu ise Arap bedeviler oluşturulmuştur. Bu orduların silahları ise Şerif
Hüseyin ile McMahon arasında yapılan pazarlık sonucunda İngiltere’den
sağlanmıştır18
.
Şerif Hüseyin’in ayaklanmayı başlattıktan sonra yaptığı ilk işlerden biri de
anayasal bir devlet kurmak maksadıyla bakanlıklar oluşturmak olmuştur. Bu gayeyle
5 Ekim 1916 günü hazırladığı listenin onayını almak için Şeyh Abdullah Bin Şirac’a
göndermiştir. Bu listeye göre, Başbakanlığa Emir Ali, Dâhiliye Nazırlığı’na Emir
Faysal, Hariciye Nazırlığı’na ve Dâhiliye Vekil Yardımcılığı’na Emir Abdullah,
Kadılık ve Reisu’l-Vükelâ Yardımcılığı’na Şeyh Abdullah Bin Abdurrahman Şirac,
Harp Nazırlığı ve Erkan-ı Harp Başkanlığı’na Aziz Ali El-Mısrî, Maarif Vekilliği’ne
Şeyh Ali Malikî, Evkaf Vekilliği’ne Şeyh Muhammed Emin Kutbî, Minafi’l Amme
Vekilliği’ne ( Denizcilik Bakanlığı) Yusuf Bin Salim Kattan ve Maliye Vekilliği’ne
ise Şeyh Abdurrahman Bin Abdurrahman Benâce tayin edilmiştir. Şerif Hüseyin’in
başında olduğu bu hükümet, Şeyh Abdullah Bin Şirac’dan onay aldıktan sonra
kararlar almaya ve aldığı bu kararları uygulamaya başlamıştır. Demokratik bir
yönetim tarzını benimsemeye çalışan bu Bakanlar Kurulu’nun kontrolü içinse de
İhtiyarlar Meclisi adında yeni bir senato oluşturulmuştur19
. Şerif Hüseyin’in Hicaz
Haşimî Krallığı’nı ilan ettikten sonra kurmaya çalıştığı sistemde Osmanlı Devlet
idaresindeki yönetim tarzının benzerini oluşturmaya çalışmıştır. Bu durumda Şerif
Hüseyin, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmiş olsa da Osmanlı Devleti’nin sistemini
kullanmaya devam etmiştir.
Bakanlar Kurulu’nun oluşturulmasından sonra 2 Kasım 1916 tarihinde Şerif
Hüseyin, kendisini “Arap Ülkelerinin Kralı” olarak ilan etmiştir. Bundan sonra
Mekke uleması ve Hicaz’ın ileri gelenleri 4 Kasım 1916 tarihinde Şerif Hüseyin’e
biat etmişler ve Şerif Hüseyin Hicaz Haşimî Kralı olmuştur20. Daha sonra Hariciye
Vekili olan Emir Abdullah bu durumu müttefik devletlere çektiği telgrafla21
18 H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 58-60.
19 H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 60-61.
20 G. Antonius, a.g.e., s. 213; H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 63-64; K. Abdullah, a.g.e., s. 123;
21 Bu telgrafında Emir Abdullah şu cümlelere yer vermiştir; “ Bütün sevincimle bildiriyorum ki,
memleket ileri gelenlerinin hepsi bu sabah toplandılar ve Celâle, Şan ve Şeref sahibi efendimiz Şerif
127
bildirmiştir. Bu telgraftan sonra İngiltere, Fransa ve İtalya Şerif Hüseyin’i Hicaz
Kralı olduğunu tanıdığına dair haberler gazetelerde yer almıştır22
.
Hicaz Haşimî Kralı olan Şerif Hüseyin, daha sonra bu yeni devletin bayrağı
olarak beyaz, siyah, yeşil ve kırmızı renkli bir bayrak tercih etmiştir. Daha sonra
“Haşimî Dinarı” ve “Haşimî Riyalı” adıyla Şerif Hüseyin’in ismini taşıyan sikke ve
paralar basılmıştır. Daha sonra Kral Hüseyin, “Cendedu’l-Kıble” adında bir gazete
çıkartılması emrini vermiş ve bu gazetenin ilk nüshası 15 Ağustos 1916 tarihinde
çıkmıştır. Daha sonra Devlet Polis İdaresi, Acil Davalar Mahkemesi, Temyiz
Mahkemesi kurulmuş ve Haşimî Devleti adına posta ve telgraflarda kullanılmak
üzere pullar bastırılmıştır. Bunların yanı sıra yeni eğitim kurumları da açılmıştır.
Halka kolay hizmet götürebilmek adına Mekke Belediyesi kurulmuştur. Yeni kurulan
Hicaz Haşimî Krallığı’nın rejimi olarak demokrasi seçilmiş ve bu çerçevede siyasi
partiler kurulmuştur. İlk siyasi parti ise, “El-Hizbu’l-Vatanî” partisi adıyla Cidde
merkezli kurulmuştur. Bu parti ve diğer kurulan yeni partiler, faaliyetlerini İbn-i
Suud’un Hicaz’ı işgaline kadar devam ettirmişlerdir23
.
3.1.1. Şerif Hüseyin İsyanı’nın Yankıları
Şerif Hüseyin İsyanı’ndan hemen sonra 12 Eylül 1916 tarihinde Suriye
Valiliği’ne tayin edilen Tahsin (Uzer) Bey, Havran’da tren hatlarını tahrip edenlerin
yakalanıp Divan-ı Harbe verildiği bilgisini Dâhiliye Nezareti’ne bildirmiştir. Ayrıca
yine bölge halkının zahire ve buğdaylarını orduya satmayıp gömdükleri de
bildirilmiştir24. Nitekim Osmanlı Devleti de isyan karşısında tedbirler almayı ihmal
etmemiş, özellikle tren hatlarını tahrip edenler Divan-ı Harbe verilmiştir.
Hüseyin Bin Ali’nin Arap Kralı olduğu üzerinde ittifakla karar verdiler. Ve o, kendisindeki ihlâs ve
davasındaki sadakat ile Arapların Büyük Kralı’dır. Ve sizleri Yeni Haşimî Arap Devleti’ni ve Şerif
Hüseyin Bin Ali’nin Arapların Büyük Kralı olduğunu kabul etmeye ve bu Devletin, diğer dünya
devletlerinin bir üyesi ve milletinin onlardan bir topluluk olduğunu kabul etmeleri için yardım etmeye
çağırıyorum” . H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 64.
22 M. A. Büyükkara, a.g.e., s. 80; Exerter And Plymouth Gazette, 01 Ocak 1917; Aberdeen
Journal, 03 Ocak 1917.
23 H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 65-69.
24 Suriye Valisi Tahsin Bey’den Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen 9 Zilhicce 1334 (7 Ekim 1916 )
tarihli mektup; BOA. DH. EUM. 4. Şb. nr. 7/73.
128
Osmanlı Devleti, aldığı tedbirler çerçevesinde bazı Arapların mebusluklarına
da son vermiştir. Bu Arapların en başında Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğulları
gelmektedir. Bu konuda Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, Meclis-i Mebusan Reisi’ne
gönderdiği yazıda “Mekke’de Şerif Hüseyin tarafından ihdas olunan hainâne
hadiseye Mekke mebuslarından Şerif Abdullah ve Şerif Faysal’da bilistizân makam-ı
mualla hilâfet ve saltanata karşı isyan etmiş olduğundan Kanun-i Esasî’nin kırk
sekizinci maddesine nazaran vatana hıyanet ve Kanun-i Esasî’ye nefsi ve ilga eden
meclis-i umumi azasından heyet-i umumiyece karar i’tasına gerek olduğundan
merkum Faysal ve Abdullah’ın mebusluktan iskâtına müteâllik ma’lumatın
icrasına…” denilerek, Şerif Hüseyin’in oğullarının mebusluktan alınması
istenmiştir25
.
Şerif Hüseyin İsyanı, kendisinin beklediği gibi İslâm dünyasından geniş yankı
bulmamıştır. Nitekim bu isyanı çoğunluk itibariyle desteklemeyen İslâm dünyası,
Şerif Hüseyin İsyanı’na karşı tepkilerini açıkça belirtmişlerdir. İngiltere ise İslâm
dünyasında Şerif Hüseyin İsyanı’nın benimsenmesi için yoğun propaganda yapmış
ve Müslümanları desteğe çağırmıştır26
. Fakat Arap dünyasından Şerif Hüseyin’e
karşı çok ciddi bir destek hiçbir zaman gelmemiştir27
.
İngiltere basını ise Şerif Hüseyin’in İngiltere’nin onlara güvence vermesiyle
“Osmanlı’nın kötü yönetimine” karşı Osmanlı hâkimiyetinden kurtulmak ve kutsal
yerleri korumak için isyan ettiği şeklinde haberlerle halka duyurmuştur28
. İngiltere
propaganda faaliyetleri çerçevesinde Hindistan Müslümanlarına Şerif Hüseyin
İsyanı’nı haklı göstermek istemiş ve bu amaçla Dışişleri Bakanlığı’nca yayınlanması
için ilanlar hazırlanmış ve daha sonra üzerinde birkaç değişiklik yapıldıktan sonra
yayınlanması için Hindistan Hükümeti’ne gönderilmiştir29
.
Mısır’da ise Şerif Hüseyin İsyanı’na karşı karmaşık bir durum ortaya
çıkmıştır. Bir kısım Mısırlılar, Osmanlı boyunduruğundan kurtuldukları için bu
durumdan memnun olmuşsa da diğer kısımda kalan Mısır halkı, Halife’ye karşı
25 Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’dan Meclis-i Mebusan Reisi Hacı Arif Adil Bey’e gönderilen 9
Cemahiyelahir 1334 (13 Nisan 1916) tarihli yazı; BOA. DH. İ. UM. nr. 19-03/1/31.
26 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 125-127.
27 David Fromkin, a.g.e., s. 213.
28 Aberdeen Journal, 28 Temmuz 1916.
29 İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nca 22 Temmuz 1916 tarihli hazırlanan taslak ilan; TNA. CO. 323/713
nr. /393.
129
geldiği için Şerif Hüseyin’i kınamış ve otoritesini azaltmak için her şeyi
yapmışlardır30
.
Şerif Hüseyin İsyanı’na karşı Fas halkı, memnun olsa da bazı üst düzey
görevliler Şerif Hüseyin’in Hıristiyan bir devletin otoritesi altına girmesi
endişesinden dolayı ihtiyatlı davranmak gerektiğini anlamışlardır. Yine Cezayir’de
Fransız egemenliği altında bu ayaklanmaya destek vermek zorunda kalmıştır. Tunus
ise Türklere daha yakın olduğu için bu ayaklanmayı desteklememiştir31
.
Hindistan ise doğrudan İngiliz sömürüsü altında olduğu için özellikle de üst
düzey subaylar, Şerif Hüseyin İsyanı’nı desteklemişler ve Şerif Hüseyin’e karşı
inançlarını belirtmişlerdir32
. Buna karşın kutsal yerlerin Hıristiyanların eline
geçebileceği endişesiyle Hindistanlı Müslümanlar bu durumu, iyi karşılamamışlardır.
Hindistan’ın Batı Bengal eyaletinin başkentinde Kalküta Müslümanları, Şerif
Hüseyin İsyanı’nı destekler mahiyette haberlerin çıkması üzerine 27 Haziran 1916
tarihinde bir halk toplantısı tertip etmişler ve Mekke Emiri’ni destekleyen herkesin
İslâm’ın düşmanı olduğu yolunda bildiriler yayınlamışlardır. Bunun üzerine
İngilizler ise Hindistan’da Şerif Hüseyin İsyan’ı üzerine her türlü tartışma ve yazıyı
yasaklamıştır33
.
İngiltere, propaganda faaliyetlerine hız vermiş ve özellikle Müslüman
dünyasına karşı yapılan yayınlarda Türklerin Kâbe’yi bombalamak suretiyle bütün
Müslümanlara karşı suç işlediğini iddia etmiştir34
.
Osmanlı Devleti ise karşı propaganda yapmış ve özellikle İbn-i Reşid
aracılığıyla Araplar arasında Şerif Hüseyin’in itibarını düşürmek ve Arapların bu
ayaklanmaya destek vermemesi için yoğun çaba sarf etmiştir35. Cemal Paşa ise
Suriye’nin ileri gelen âlimlerinden bir cemiyet tertip etmiş ve bunları Medine’ye
göndererek Şerif Hüseyin İsyanı’na karşı halkı bilinçlendirmeyi amaçlamıştır36
.
Şerif Hüseyin, isyan ettikten sonra Mekke ve Medine’deki halka kendi
hâkimiyetini kabul etmeleri için baskı yapmış, bunu kabul etmeyenlerin de
30 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 127-128.
31 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 128-129.
32 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 134-135.
33 Yusuf Hikmet Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerindeki Etkileri,
Ankara 1989, s. 134; Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 240.
34 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 136.
35 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 146.
36 H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 78-79.
130
bulundukları yerleri terk etmeleri lüzumunu, kendilerine tebliğ ettiğini ve Osmanlı
Devleti’nin tebaası olarak kalmak isteyenlerin Dersaadet’e geldikleri bilgisi İstanbul
Emniyet Müfettişliği’ne haber verilmiştir37
.
İngilizler tarafından örgütlenmiş ve desteklenmiş olan ve Osmanlı Devleti’ne
karşı yapılmış olan Şerif Hüseyin İsyanı, Arap toplumu nezdinde umulan etkiye
sahip olamamıştır. Bu isyana daha çok destek veren yerel unsur ise milli bir dava
uğruna destek vermekten ziyade ganimete olan düşkünlüklerinde ileri gelen
ihtiraslarıyla isyana destek veren Bedevi aşiretler olmuştur38
.
21 Eylül 1918 tarihinde Henry McMahon’un yerine Mısır Yüksek Komiseri
olan Reginald Wingate, İngiltere’nin Müslümanların Şerif Hüseyin İsyanı’na yaptığı
yardımlara ve İngiltere’nin bu isyanda olan payına nefretle bakmaması için Şerif
Hüseyin’in başarılı gösterilmesi üzerinde hassasiyetle durmuş ve bölge
Müslümanlarının sempatisini kazanmak istemiştir39
.
3.1.2. Hicaz Krallığı İle Diğer Arap Emirlikleri Arasındaki
İlişkiler
Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ettiği sırada, Arap
Yarımadası’nda dört Arap Emirliği mevcuttu. Bunlardan Necid’de bulunan Suudi
Emirliği, diğer Emirlikler arasında en güçlü olanı idi. Osmanlı Devleti’nin savaşlarla
uğraştığı bir dönemde Suud Emiri İbn-i Suud, 1913’te Ahsa’yı işgal edip Osmanlı
Devleti için potansiyel bir tehdit haline gelmiştir. Bundan sonra bu iç problemi
çözmek isteyen İttihat ve Terakki Hükümeti, İbn-i Suud’un fiili olarak işgali altında
olan bölgede yani Necid’de, yeni bir sınır çizmiş ve burayı Osmanlı’nın bir vilayeti
şeklinde tescilledikten sonra Necid Vali ve Kumandanlığı İbn-i Suud ailesine
verilmiştir40
. Bundan sonra bölgenin tek hâkimi olan İbn-i Suud ile Şerif Hüseyin
37 Dâhiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Seyrüsefer Kalemi’ne gelen 25 Zilhicce 1336 ( 1 Ekim
1918) tarihli rapor; BOA. DH. EUM. SSM. nr. 32/37.
38 K. H. Karpat, a.g.e., s. 254.
39 D. Fromkin, a.g.e., s. 217.
40 Zekeriya Kurşun, Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hâkimiyeti- Vehhabi Hareketi ve Suud
Devleti’nin Ortaya Çıkışı, Ankara 1998, s. 243; Yusuf Hikmet Bayur’a göre ise bu anlaşma ile
Osmanlı Devleti, bölgeyi İngiliz nüfuz bölgesi olarak tanımıştır. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı
Tarihi, Ankara 1991, c. 2, Kısım: 3, s. 203.
131
arasında sürekli sürtüşmeler baş göstermiştir41
. Şerif Hüseyin ise Türklere karşı
birleşme çağrısında bulunmuş ve İbn-i Suud’a bir miktar altınla birlikte bir elçi
göndermiştir. Fakat İbn-i Suud bunu kabul etmemiştir. Eylül 1916’da Şerif Hüseyin,
İbn-i Suud’a ittifak talebinde bulunduğuna ve yardım istediğine dair birçok mektup
göndermiştir. İbn-i Suud yardım için elinden geleni yapacağını belirtmiş fakat iş
birliği için herhangi bir söz veremeyeceğini iletmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında
bu sürtüşme sona ererek yerini iş birliğine bırakmış gibi görünse de Şerif Hüseyin’in
kendisini Arapların Kralı olarak ilan etmesinden sonra İbn-i Suud bu durumu
memnuniyetsizlikle karşılamış ve protesto etmiştir42
. Osmanlı Devleti Suud
Emirliği’ni savaş sırasında kendi tarafına çekmek istese de İbn-i Suud bunu kabul
etmemiştir. Fakat tarafsız olduğu izlenimi vermek isteyen İbn-i Suud, 26 Aralık 1915
tarihinde İngiltere ile anlaşarak bağımsız bir Suud Devleti kurulmasını İngiltere’ye
kabul ettirmiştir43
. Nitekim İbn-i Suud izlediği siyaset, el altından İngilizlerle dost
geçinmek siyaseti olmuştur44
. Bu anlaşma çerçevesinde Birinci Dünya Savaşı
sırasında çok fazla etkinliği olmayan İbn-i Suud, savaş sona erdikten sonra Şerif
Hüseyin’e karşı bir güç olarak ortaya çıkmıştır45
. Yine bu anlaşmaya göre, İngiltere
İbn-i Suud’un yalnızca savaş sırasında Şerif Hüseyin ile ittifak içerisinde olmasını ve
İbn-i Reşid’i etkisiz hale getirdikten sonra Arap bağımsızlığını desteklemesini
istemiştir. Bu dönemde İngiltere ayrıca İbn-i Suud’un Şerif Hüseyin karşısında
güçlenmesini istemediği için Osmanlı ile silahlı bir mücadeleye girmesini de uygun
görmemiştir.
Necid’in kuzeyindeki İbn-i Reşid Emirliği ise başından beri Osmanlı
Devleti’nin desteklemiş ve bölgede Osmanlı yönetimini Birinci Dünya Savaşı
boyunca destekleyen bir Emirlik olmuştur. Şerif Hüseyin ise İbn-i Reşid’i kendi
41 H. C. Armstrong, Arabistan Kralı’nın Yaşam Öyküsü- Abdülaziz Bin Suud, İstanbul 2007, s.
87.
42 T. Erdoğan, a.g.t., s. 68-74.
43 Thomas Edward Lawrence ve Bayan Gertrude Bell’den sonra İngiltere’nin bölgedeki en önemli
casuslarından biri olan Kaptan Shakespeare ile İbn-i Suud arasında imzalanan ve “İttifaku’l-Akir”
olarak bilinen anlaşmadır. H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 71; T. Erdoğan, a.g.t., s. 64-65; Gary Troeller,
The Birth Of Saudi Arabia, London 1976, s. 82-83; Jacob Goldberg, The Foreign Policy Of Saudi
Arabia-The Formative Years 1902-1918, London 1986, s. 176.
44 Mehmet Akif Seyhun, Katıldığım Dört Savaş ve Yaşam Öyküm, Haz: Müşerref Seyhun, Ankara
2000, s. 9.
45 M. A. Büyükkara, a.g.e., s. 80-81; H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 70-71; Z. Kurşun, Necid ve
Ahsa’da Osmanlı…, s. 243.
132
safına çekmeye çalışmış ve yeni kurulan Hicaz Haşimî Krallığı’nı tanıması için
uğraşmıştır.
Asir’deki diğer bir Emirlik olan Seyyid Muhammed El-İdrisî Emirliği’ne
karşı ise Şerif Hüseyin her zaman üstünlük kurma çabası içerisinde olmuştur. Seyyid
İdrisî’nin bir güç olarak ortaya çıkması, Şerif Hüseyin’in Yemen’e doğru ilerleyişi
önünde de bir engel olmuştur46
. İngiltere ise 1908’den beri İdrisî ile ilişki kurmuş ve
kendisine maddi destek sağlamıştır
47. Bundan sonra ise 30 Nisan 1915 tarihinde
İdrisî, Aden’i ele geçirmiş olan İngilizlerle anlaşmıştır. Bu anlaşmaya göre ise İdrisî,
Osmanlı Devleti’ne karşı mücadele edecek, karşılığında ise İngilizler Seyyid
Muhammed El-İdrisî Emirliği’ni bağımsız bir devlet olarak kabul edecekler ve
kendisine gerekli olan silah ve cephane yardımında bulunacaktı. Nitekim İngiltere,
Hindistan Valiliği aracılığıyla vaat ettiği yardımı İdrisî’ye yapmıştır. Bu yardımlar
sayesinde İdrisî ise Kızıldeniz’deki birçok adayı ele geçirmiş48 ve bu şartlar altında
Şerif Hüseyin gibi bağımsızlık derdine düşmüş İdrisî, Şerif Hüseyin’e bölgede rakip
olmuştur.
Arap Yarımadası’ndaki diğer bir Emirlik ise İmam Yahya’nın başında
bulunduğu Yemen idi. İmam Yahya, 13 Ekim 1911’de Ahmed İzzet Paşa ile
imzalanmış olduğu anlaşma ile İmam Yahya’ya Yemen’de muhtariyet verilmişti. Bu
tarihten itibaren İmam Yahya Osmanlı’ya bağlı kalmıştır49. Bunun yanı sıra İmam
Yahya, İngilizlerin teklifini ise kabul etmemiştir50. Şerif Hüseyin Hicaz Kralı
olduktan sonra İmam Yahya’dan aradığı desteği bulamamıştır. Nitekim İmam Yahya
Osmanlı Devleti ile özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında dost
olarak kalmıştır51
.
46 Cabir Duysak, “Osmanlı Belgelerine göre Asîr Bölgesinde Seyyid İdrisî İsyanı ve Sonuçları (1908-
1918)”, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, İstanbul 2005, s. 31-32.
47 C. Duysak, a.g.t., s. 210.
48 İsmet İnönü, Yemen- Savaşanlar Anlatıyor, Haz: Nurer Uğurlu, İstanbul 2007, s. 55; H. Y.
Ghawanmeh, a.g.t., s. 72; C. Duysak, a.g.t., s. 212.
49 Y. H. Bayur, a.g.e., c. 2, s. 203; Nurer Uğurlu, a.g.e., s. 48.
50 H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 73.
51 M. A. Seyhun, a.g.e., s. 10.
133
3.1.3. Şerif Hüseyin’in Mekke Emirliği’nden Azli ve Yerine
Şerif Ali Haydar’ın Atanması
Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmesinden sonra Osmanlı
Devleti, Şerif Hüseyin’i Mekke Emirliği’nden azl ederek yerine Evkaf Nazırlığı ve
Meclis-i Âyan birinci reis vekilliği yapmış olan ve eski Mekke Emirlerinden Şerif
Abdülmuttalip’in oğlu olan Şerif Ali Haydar’ı 1 Temmuz 1916 tarihinde Mekke
Emiri olarak tayin etmiştir52
. Şerif Ali Haydar’ın bu göreve getirilmesindeki hedef
ise Araplar üzerinde önemli bir etkisinin olacağı düşüncesiydi53
.
Şerif Ali Haydar, Mekke Emirliği’ne tayin edildikten sonra Araplara hitaben
bir bildiri yayınlamış54 ve bu bildirisinde, İngilizlerin 150 milyon Müslümanı
köleleştirdiğinden bahsetmiş ve Arapların Sultan’a karşı itaatsizlik etmemesi
gerektiği üzerinde durmuştur55
. Bununla birlikte Şerif Hüseyin itibarsızlaştırmak ve
Müslüman Arapların Şerif Hüseyin İsyanı’na destek vermesinin önüne geçmek
istemiştir56
.
Şerif Ali Haydar, Şerif Hüseyin’in isyanı sebebiyle Mekke Emirliği’ne
atandıktan sonra görev yerine gidememiş, önce Halep’e oradan Şam’a ve daha sonra
Fahreddin Paşa tarafından müdafaa edilen Medine’ye gelmiştir. Şam’a vardığı sırada
Şerif Ali Haydar, Şam’a vardığını ve burada Cemal Paşa ile görüşerek, Şerif
Hüseyin’in İngilizlerle anlaşarak bu isyana teşvik ettiğini Sadarete bildirmiştir57
. 8
Ağustos 1916 tarihinde Medine’ye varmadan önce Medine’ye yakın bir istasyon olan
Muhit İstasyonu’nda kendisini Medine Muhafızı Basri Paşa ve Kuvve-i Seferiye
Kumandanı Fahreddin Paşa ile beraberindeki heyet karşılamıştır. Fakat daha sonra
isyan sebebiyle Şerif Ali Haydar, Mekke’ye gidememiştir. Şerif Ali Haydar’ın
52 İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 142; H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 79; Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 144; S.
Yatak(Beyoğlu), Fahreddin Paşa Ve Medine…, s. 86.
53 Süleyman Yatak(Beyoğlu), “Şerif Ali Haydar’ın Mekke Emirliği’ne Tayini”, Tarih ve Medeniyet
Dergisi, sayı: 60, Ocak 1991, s. 47.
54 Arap Bürosu tarafından İngilizceye çevrilen Şerif Ali Haydar’ın 8 Eylül 1916 tarihli bildirisi; FO.
686/11 nr. J.P 11/2; S. Yatak(Beyoğlu), Fahreddin Paşa Ve Medine…, s. 90.
55 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 144-145.
56 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 239.
57 Şerif Ali Haydar’dan Sadaret’e gönderilen 16 Teşrîn-i Sânî 1334 (16 Kasım 1918) tarihli yazı;
TTK. KOA. nr. 1/7/7.
134
Mekke Emirliği’ne tayin edilmesi en çok Şerif Hüseyin’i endişeye sevk etmiş ve
Şerif Hüseyin faaliyetlerini hızlandırmıştır58
.
Şerif Ali Haydar’ın Medine’de bulunduğu sırada Emir Abdullah’a gönderilen
mektupların cevaplarının geldiğini ve bu mektubunda Emir Abdullah’ın, Vehip
Paşa’nın Hicaz’da Türklük, Araplık davası güttüğünü Suriye Valisi Tahsin Bey
Cemal Paşa’ya bildirmiştir59
.
Fahreddin Paşa’nın Ocak 1919’da Medine’yi teslim etmesiyle birlikte Hicaz
bölgesi Osmanlı’nın elinden çıkmış ve Mekke Emirliği sadece unvanda kalan bir
uygulama olmuştur. Daha sonra bu dikkate alınarak Şerif Hüseyin’in Hicaz Kralı
olmasından sonra 8 Mayıs 1919 tarihinde Osmanlı Devleti’nde dört asırdan bu yana
devam eden Mekke Emirliği uygulamasına son verilmiştir60
.
58 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız…, s. 239; S. Yatak(Beyoğlu), Şerif Ali Haydar’ın
Mekke…, s. 49.
59 Suriye Valisi Tahsin Bey’den Başkumandanlık Vekâleti Bahriye Nazırı Cemal Paşa Hazretleri’ne
gönderilen 24 Kanun-î Sânî 1334 (24 Ocak 1918) tarihli yazı; TTK. KOA nr. 22/24/24.
60 İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 145; S. Yatak(Beyoğlu), Şerif Ali Haydar’ın Mekke…, s. 51.
135
3.2. MISIR YÜKSEK KOMİSERLİĞİ’NİN FAALİYETLERİ
VE HİCAZ’IN OSMANLI DEVLETİ İDARESİ’NDEN
AYRILMASI
İngilizlerin 8 Ocak 1916 tarihinde Çanakkale’den çekilmesinden61 sonra
Nisan ayında Kut’ül-Amare’de de 4 ay 23 gün süren kuşatmanın62 ardından
yaşanılan hezimet sırasında McMahon, Şerif Hüseyin ile müzakerelere devam
etmekteydi. Nitekim bu iki yenilgiden sonra İngilizler, başarısızlıklarının nedenin
araştırılmasını için 2 soruşturma komisyonu oluşturmuşlardır63
. İngilizler için bu
yenilgilerden sonra Hicaz’ın önemi bir kat daha artmıştı. Yapılan pazarlık
neticesinde ise Şerif Hüseyin’in Haziran ayında isyan etmesiyle birlikte İngilizler,
bölgede biraz olsun nefes almışlardır. Hicaz’ın artan bu öneminden sonra da Osmanlı
kuvvetleri, Medine’deki birliklerini kuvvetlendirmiş ve Medine’ye destek
göndermiştir64. Bundan sonra General Wingate komutasındaki İngiliz kuvvetleri
Medine’deki Türk kuvvelerinin Mekke’ye doğru ilerlemesini engellemek için Rabak
civarına yerleşmiştir. Bu süreç devam ederken Thomas Edward Lawrence, Mart
1916’da Türk ordusunun durumunu tespit etmek ve bölge ile ilgili haritalar
hazırlamak için Mısır Yüksek Komiserliği’ne bağlı Kahire İstihbarat Bürosu’na
atanmıştır. İstihbarat merkezi İsmailiye’de olmasına rağmen Lawrence, Kahire’de
görevine başlamıştır. Bu göreve atandıktan sonra Lawrence, yerinden durum tespiti
yapmak amacıyla Şerif Hüseyin ile görüşmek için Cidde’ye giden Ronald Storrs’la
birlikte Cidde’ye gitmiştir. Burada Lawrence ve Storrs’u, Albay Wilson, Aziz Ali El-
61 Suat İlhan,” Çanakkale Muharebeleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. 10, sayı: 30,
Kasım 1994, s. 40.
62 İsmet Üzen, “ Türklerin Kut’ül-Amare Kuşatması Sırasında İngiliz Ordusunda Bulunan Hintli
Askerlerin Tutumu (Aralık 1915- Nisan 1916)” , Akademik Bakış, c. 2., sayı: 3, Kış 2008, s. 99.
63 İsmet Üzen, “İki Kuşatma, İki Komutan: Plevne (1877) ve Kut’ül-Amare (1915-1916), Gazi Osman
Paşa ve Tümgeneral C. V. F. Townshend”, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, sayı:15.,
İstanbul 2009, s. 26.
64 P. A. Mohs, a.g.e., s. 73.
136
Mısrî ve Emir Abdullah karşılamıştır. Bu görüşmeden sonra da Lawrence’in
Arabistan’daki misyonu başlamıştır65
.
Gerçekleşen bu görüşmeden sonra Lawrence, Emir Faysal komutasındaki
orduya katılmak için kimsenin görmeyeceği bir saatte, gece yola çıkmıştır. Daha
sonra Hamra’da Safra Vadisi’nde Emir Faysal ile buluşmuştur. Burada birlikleri
teftiş eden Lawrence, durumun Faysal kuvvetleri için hiç iyi olmadığını görmüştür.
Daha sonra Lawrence, İngiltere’nin gerekli yardımı yapacağını vaat etmiş ve Mısır’a
geri dönmüştür. General Wingate komutasında Hicaz Kuvvetleri teşkil edilmiş ve
Wingate, müşterek İngiliz ve Fransız birliklerinin başına geçmiştir. Daha önce Şerif
Hüseyin birliklerini teftiş eden Lawrence ise, durum ile ilgili ayrıntılı raporu İngiliz
İstihbarat Servisi Arap Bürosu Komutanı General Clayton’a vermiş ve Araplara
acilen silah ve teçhizat yardımı yapılması gerektiği tavsiyesinde bulunmuştur. Bu
bilgileri verdikten sonra Lawrence, Türk kuvvetlerine karşı mukavemet etmek için
tekrar Emir Faysal’ın yanına dönmüştür. Bu sırada İngiltere de istenilen yardımları
yapmaya başlamıştı66
.
Enver Paşa’nın, Senusî kuvvetlerinin eğitilmesi için Afrika’ya gönderdiği ve
İngilizlere karşı önemli başarılar kazanan Bağdatlı Cafer Paşa’nın, esir düştükten
sonra İngilizler tarafından ikna edilip Emir Faysal’ın saflarına katılması, Şerif
Hüseyin birlikleri için çok önemli bir kazanım olmuştur. Lawrence de bu durumun
kendileri için çok önemli olduğunun farkındaydı67
.
Lawrence’in savaş sırasında yaptığı en önemli işlerin başında, demiryollarının
tahrip edilmesi gelmektedir. Osmanlı kuvvetlerinin askerî sevkiyatını engellemek
için bunun gerekli olduğunu anlayan Lawrence, Uteybe aşiretinden yirmi kişilik bir
birlik kurmuş ve Cüheyne aşiretinin ileri gelenlerinden birini de kılavuz olarak
yanına alarak, 26 Mart 1917 tarihinde yola çıkmıştır. Lawrence ilk tahrip edilmesi
gereken yer olarak, Maan İstasyonu’nu seçmiştir. Maan istasyonuna ulaştıktan sonra
65 Naci Serez, Lawrence ve Arap İsyanı, Arkın Kitabevi, İstanbul 1965, s. 77-82; P. A. Mohs, a.g.e.,
s. 76; Orhan Koloğlu, Lawrence Efsanesi, Alkım Yayınevi, İstanbul 2003, s. 67.
66 N. Serez, a.g.e., s. 82-100; P. A. Mohs, a.g.e., s. 76.
67 N. Serez, a.g.e., s. 103-105.
137
önce telgraf telleri kesilmiş68 ve daha sonra demiryoluna mayınlar döşenmiştir.
Mayın döşendikten sonra sabaha karşı tren mayının üzerinden geçerken, mayın
patlamış fakat sadece trenin ön vagonu hasar görmüştür. Daha sonra tren tamir
edilmiş ve yoluna devam etmiştir69
. Bu ilk teşebbüsün neticesiz kalmasından sonra
Lawrence, Uteybe ve Cüheyne aşiretlerinden oluşan bir grupla birlikte, ertesi gün
demiryoluna mayın döşemek amacıyla yeni bir yer aramaya başlamıştır. Bu sefer
demiryolunu tahrip etmek için otomatik infilâk cihazı kullanılacaktı ve buna göre bir
yer tespit edilmesi gerekiyordu. Daha sonra Şam’a 1121 kilometre uzaklıktaki bir yer
seçilmiş ve mayın buraya döşenmiştir. Ertesi gün bu mayın üzerinden geçen ray
yüklü bir tren infilâk etmiş ve hasar almıştır
70. Bundan sonra Lawrence ve
beraberindekiler demiryollarını tahrip etmişler ve birçok yerde Türk kuvvetlerine
önemli zayiatlar verdirmişlerdir. Ayrıca İngiliz uçakları havadan da saldırılarını
sürdürmüş ve Hicaz ile hiç ilgisi olmamasına rağmen sabahın erken saatlerinde
Adana’ya gelerek istasyon, iplik fabrikası ve Darülmuallimîn’i bombardımana
tutmuş ve yirmiye yakın kişinin ölümüne sebebiyet vermiştir71
.
İngiliz gemilerinin Şerif Hüseyin İsyanı’na destek vermek için 31 Haziran
1916 tarihinde Cidde’ye gelmesiyle birlikte, Arap kuvvetlerinin Cidde’yi teslim
alması çok uzun sürmemiştir. Cidde’nin teslim alınmasından sonra Cidde’den gelen
İngiliz yardımlarıyla birlikte 4 Temmuz 1916 tarihinde Mekke de, Osmanlı
kuvvetleri teslim alınmıştır. Bundan sonra Şerif Hüseyin kuvvetlerini en çok
zorlayan ise Medine’nin ele geçirilmesi olmuştur. Şerif Hüseyin’in isyanını ilan
etmeden yaklaşık yirmi gün önce Emir Abdullah ve Emir Faysal komutasındaki Arap
ordusunu Medine kuşatması başlamıştı72
.
Lawrence, 29 Mart 1917 tarihinde Cidde’ye ulaşmış, buradaki demiryolunu
dinamitle tahrip etmiş, telgraf hatlarını kesmiş ve çıkan çatışmada da 10 Türk
68 Linda J. Tarver, “In Wisdom’s House: T. E. Lawrence In The Near East”, Journal Of The
Contemporary, vol : 13, no: 3, Temmuz 1978, s. 588.
69 Adrian Greaves, Lawrence Of Arabia- Mirage Of A Desert War, Londra 2008, s. 137.
70 N. Serez, a.g.e., s. 109-116; L. J. Tarver, a.g.m., s. 588.
71 Adana’dan Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen 15 Temmuz 1916 tarihli telgraf; BOA. DH. EUM. 6.
Şb. nr. 17/75.
72 Bu kuşatma ancak taraflar arasında 7 Ocak 1919 tarihinde imzalanan anlaşmadan sonra Fahreddin
Paşa’nın Medine’yi teslim etmesiyle son bulacak ve Medine Arap kuvvetlerinin eline geçecekti. H. Y.
Ghawanmeh. a.g.t., s. 88-106.
138
askerinin ölümüne sebebiyet vermiş, Cidde’de 390 piyade’den oluşan Türk birliğine
karşı topladığı 300 bedevi ile başarılı olmuştur73. Daha sonra Kudüs’e saldıran
İngiliz birlikleri, Kudüs’ü ancak Kasım 1917’de ele geçirebilmiştir. Aynı şekilde
İngiliz birliklerinin Kasım 1917’de Akabe’yi ele geçirdikten sonra Lawrence’nin
görevi, General Allenby komutasındaki İngiliz kuvvetlerinin Suriye’yi işgaline
yardım etmek olmuştur. Allenby’in amacı ise Akabe’de sağlam bir karargâh kurup
Hicaz demiryolunu kontrol etmek olmuştur74
.
3.3. İNGİLİZLERİN ŞERİF HÜSEYİN İSYANI’NA
YAPTIĞI YARDIMLAR
Şerif Hüseyin’in isyan hareketine girişmesi fikri ortaya çıktığında, kendisi de
bunun öz kaynaklarıyla gerçekleştiremeyeceğini çok iyi bilmekteydi. Çünkü Osmanlı
Devleti’nin Mekke Emiri olarak kendisine verdiği maaş aylık 1.000 altın idi75
.
Dolayısıyla bu dönemde Hindistan’a giden sömürge yollarının güvenliği sağlamayı
amaçlayan İngiltere için Hicaz’da kendi kontrolünde bir devlet kurulması oldukça
mantıklı idi. Bu çerçevede Şerif Hüseyin’e maddi yardım sağlama fikri Kahire’de
bulunduğu sıralarda Şeyh El-Hatib ve Şerif Hüseyin’in Cidde temsilciği vasıtasıyla
gerçekleşen haberleşmeler neticesinde oluşmuştur76. Şerif Hüseyin İsyanı’nın
başlamasına kadar geçen sürede yapılan maddi yardımlar, Mısır Yüksek Komiserliği
aracılığıyla ve Komiserliğin kendi bütçesinden sağlanan kaynakla yapılmıştır77
.
Yine İngiltere Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya karşı kesin askeri bir zafer
kazanması için maddi yardım yapılması gerektiğinin farkındaydı. Nitekim bundan
sonra Şerif Hüseyin ve bölgedeki diğer Arap liderlerine yapılan maddi ve askerî
yardımlar, devlet yardımı ya da kabile vergisi adıyla yeni kurulacak olan Arap
73 L. J. Tarver, a.g.m., s. 588.
74 N. Serez, a.g.e., s. 117;Ronald Florence, Lawrence And Aaronsohn- T. E. Lawrence, Aaron
Aaronsohn And The Seeds Of The Arab- Israeli Conflict, Amerika 2007, s. 250.
75 Hüseyin Vassaf, Hicaz Hatırası, Haz: Mehmet Akkuş, İstanbul 2011, s. 104.
76 M. M. Hülagü, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi…, s. 148.
77 B. Özdemir- E. Irkıçatal, a.g.e., s. 117.
139
Krallığı’ndan geri alınmak kaydıyla yapılmıştır. Bu yardımların miktarlarını ise
İngiliz dışişleri yetkilileri ve bölgede Şerif Hüseyin birliklerini teftiş edip gerekli
olan teçhizatı bildiren istihbarat yetkililerinin tavsiyeleri dikkate alınarak yapılmıştır.
Yapılan bu yardımlar Mısır banknotu, Hindistan Rupisi ve altın cinsinden
gerçekleşmiştir78
.
Mart 1916 tarihinden başlamak üzere devlet yardımı adı altında, Şerif
Hüseyin’e askerî harcamalar, bağış, gıda masrafı ve Şerif Hüseyin’i destekleyen
kabileler için toplam iki yüz elli sekiz bin sterlin (£ 258. 000) maddi yardım
yapılmıştır79
.
Temmuz 1916 tarihinden sonra ise İngiltere’nin hacıların rahatça ibadetlerini
yapabilmeleri için alınması elzem olan tedbirler için harcanacak masraflar ve askerî
harcamalar için Temmuz ayından başlamak üzere her ay olmak üzere, yüz yirmi beş
bin sterlin (£ 125. 000) ödenmesine karar verilmiştir. 29 Temmuz 1916 tarihinde ise
bu ay gönderilmesi gereken miktarın, elli bin sterlin (£ 50.000) ve yetmiş beş bin
sterlin (£ 75.000) olarak iki taksit halinde gönderilmesinin onaylandığı
bildirilmektedir80
. Bu yapılan nakdî yardımlardan sonra Şerif Hüseyin özellikle acil olmak
kaydıyla 2.000 asker istemekle birlikte 10.000 askerin de hazırda bekletilmesini talep
etmekteydi. Ağustos ayına gelindiğinde ise Şerif Hüseyin, İngiliz Hükümeti’nden
tam teçhizatlı olmak kaydıyla 40.000 asker, dört adet dağ bataryası, bir adet Fransız
dağ bataryası olmak üzere toplam 5 adet batarya, 50 maxim topu ve 40.000 tüfek
cephanesi, dört uçak, subaylar için saha gözlükleri, revolve’ler, kablosuz telgraflar,
telefonlar ve dikenli teller gibi malzemeler talep etmiştir. Bu sırada Şerif Hüseyin’in
elinde bulunan askerî malzeme ise bir adet batarya, 7.500 tüfek, 5 makinelı tüfek ve
iki uçaktır81
.
İngilizler, Şerif Hüseyin’in taleplerini karşılama noktasında öncelikle ihtiyaç
duyulan batarya, 10.000 tüfek, 11 makineli tüfek ve 2 uçağın acilen tedarik
78 M. M. Hülagü, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi…, s. 148-149.
79 M. M. Hülagü, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi…, s. 149.
80 B. Özdemir- E. Irkıçatal, a.g.e., s. 123-124.
81 B. Özdemir- E. Irkıçatal, a.g.e., s. 125-126.
140
edilmesini uygun görmüşlerdir. Bunun yanı sıra 1 Eylül 1916 tarihinde İngiltere,
Yenbu’ya Müslüman asker gönderilemeyeceğini ve 20.000 tüfek ile yeterince
cephanenin Şerif Hüseyin’e verilmek üzere Mısır’a gönderilmesi emrini vermiştir.
Bunun yanı sıra 6 adet Maxim ve el bombası da gönderilmiştir. Uçaklar için ise
Savaş Bakanlığı nezdinde girişimlerde bulunulacağı bildirilmiştir. Bunun yanı sıra
Türk tarafından ele geçirilen 8 adet makineli tüfeğin de Şerif Hüseyin’e verilmesine
müsaade edilmiştir82
.
Bunların haricinde 1918 yılından 1920 yılına kadar İngiltere’nin Şerif
Hüseyin’e yaptığı maddi yardımların toplam tutarı, kırk iki milyon dört yüz yetmiş
beş bin sterlin ( £ 42.475.000)’dir83
.
Şerif Hüseyin’in henüz Osmanlı Devleti’ne isyan etmeden önce İngiltere’den
yardım almaya başladığı gerçeği, esasında Şerif Hüseyin’in Hicaz’da isyan için
sadece şartları olgunlaştırmak ve uygun ortamı hazırlamak için karışıklık çıkarmak
gayretinde olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Neticede bu yardımları alan Şerif
Hüseyin, Arap yarımadasında Osmanlı kuvvetlerine karşı üstünlük sağlamıştır.
82 B. Özdemir- E. Irkıçatal, a.g.e., s. 129-131.
83 M. M. Hülagü, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi…, s. 151.
141
3.4. İSYAN SONUNDAKİ GELİŞMELER VE
İNGİLİZLERİN DEĞİŞEN POLİTİKASI
3.4.1. İngiltere’nin Şerif Hüseyin İle Yaşadığı Problemler
Şerif Hüseyin Hicaz’da isyanı başlattıktan sonra İngiltere, Şerif Hüseyin’e her
ne kadar gereken yardımı yapsa da sadakatinden şüphe etmiş ve Türklerin herhangi
bir barış teklifine karşı Şerif Hüseyin’in bu teklifi kabul edebileceği ihtimali
İngiltere’yi endişeye sevk etmiştir. Çünkü Cemal Paşa, 1917 yılı boyunca Şerif
Hüseyin’e birçok mektup yazmış ve yaptığı yanlıştan vazgeçmesi konusunda
telkinlerde bulunmuştur. Bu mektuplarında Cemal Paşa, yabancıların güdümünde bir
Arap Devleti’nin İslâm’a asla fayda sağlamayacağını yalnızca zarar vereceği
üzerinde durmuş ve baştan bu durumun görülememiş olmasının doğal olduğunu fakat
İngilizlerin Filistin’i ele geçirdikten sonra bütün gerçeklerin görülmesi gerektiğini
ifade etmiştir. Fakat Cemal Paşa’nın Emir Faysal’a 13 Kasım 1917 tarihinde
gönderdiği bu mektupların kopyasını Şerif Hüseyin, 24 Aralık 1917 tarihinde
Kahire’deki İngiliz Hicaz Orduları Komutanı R. Wingate’ye göndermiştir. Daha
sonra bu mektupların birer kopyası da İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderilmiştir84
.
Nitekim bu durumdan haberdar olan İngiltere, Şerif Hüseyin’in, Cemal Paşa’nın
tekliflerine karşı sıcak bakabileceği ihtimalinden dolayı endişe duymaya başlamıştır.
Cemal Paşa bu haberleşmeyi sürdürürken Osmanlı sancağı altında birçok hizmetlerde
bulunmuş olan ve daha sonra Şerif Hüseyin tarafına geçen Cafer Paşa’ya da bu
ikazlarını yapmış ve İslâm’ın prestijini korumak için isyandan vazgeçilmesi
gerektiğini tavsiye etmiştir85. Bu durumdan haberdar olan İngiltere ise isyanın
sonuna kadar Şerif Hüseyin’e karşı her zaman tereddütlü davranmış ve tam olarak
güvenememiştir.
Şerif Hüseyin’in, isyanı başlattığı 1916 Haziran’ında İngiltere, Fransa’dan
gizli tuttuğu bilgilerin sızmasından da kaygılanmış ve bu bilgilerin daha sonra
Almanya’nın da eline geçmesi ihtimaline karşın, Dışişleri Bakanı Edward Grey, bu
84 İngiliz Mısır Yüksek Komiserliği’nden İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen 24 Aralık 1917
tarihli mektup; TNA. FO. 141/ 430 nr. 5411/3.
85 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 149.
142
konuda ihtiyatlı olması gerektiği talimatını vermiştir. İsyandan sonraki süreçte
Fransa, Şerif Hüseyin üzerinde söz sahibi olmak amacıyla yardım etme talebinde
bulunsa da İngiltere buna yanaşmamış, bu yardımları kabul etmemiştir. Nitekim
Fransız komutan Albay Bremond, Emir Faysal ile yaptığı görüşmede İngiltere ile
Fransa arasında derin anlaşmazlıklar olduğuna dikkat çekmiştir. Fransa’nın Suriye’de
elde ettiği nüfuz İngiltere’yi endişeye sürükleyen bir durum olmuş ve İngiltere’de
Fransa’nın bu sayede Hicaz üzerinde de bir hak iddia edebileceği endişesi artmıştır.
Yine 1917 yılında Bremond’un, Hicaz’da bir Fransız bankası kurmak için teşebbüste
bulunması İngiltere’nin canını sıkmış ve bu durumun İngiltere Hükümeti tarafından
tasvip edilmeyeceği Fransız yetkililere bildirilmiştir86
.
Arapların iddiasına göre ise İngiltere, isyandan sonra Şerif Hüseyin için vaat
ettiklerini yerine getirmemiş87 ve bu çerçevede ayaklanmadan sonra Şerif Hüseyin’in
unvanı konusunda çok ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Şerif Hüseyin ilk olarak
kendisini, Ekim 1916’da “Arap Kralı” olarak ilan etmiştir. Albay Lawrence’in
önerisi ile İngiltere Dışişleri Bakanlığı da bu unvan üzerinde durmuştur. Fakat
İngiltere’nin Hindistan Bürosu’nun önerisi ise “Arap Ulusal Kralı” olması
şeklindedir. Albay Wilson, Sir R. Wingate88, Şerif Hüseyin ve oğlu Emir Abdullah’ın
önerisi ise “Hicaz Arap Kralı” olması şeklindedir. Fransa’nın önerdiği unvan ise
“Arabistan ya da Arap Kralı” olması yönündedir. Bunun yanında Fransa “Kutsal
Yerler Kralı” şeklinde de olabileceği görüşünü de beyan etmiştir. Bu öneriler ve
tartışmalardan sonra ise Şerif Hüseyin’in unvanı “Kutsal Yerler ve Hicaz’ın
Koruyucu Sultanı” ile Melik El-Hicaz yani “Hicaz Kralı” olarak kabul edilmiştir.
İngiltere’nin bu unvanlar konusunda yapılan tartışmalar esnasında dikkate aldığı
nokta ise, bölgedeki diğer Arap liderleri olan İbn-i Suud ve İdrisî’nin yanı sıra
Maskat ve Kuveyt Sultanları’nın üzerinde yaratacağı etkiydi. Özellikle İbn-i Suud’un
“Arap Kralı” unvanını tanımayacağı hususu dikkate alınmış ve Şerif Hüseyin’e yeni
unvanı bu şekilde verilmiştir89. Bu durum ise Hariciye Nezareti’ne “ …usattan sabık
86 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 154-159.
87 H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 116.
88 Sir R. Wingate, Şerif Hüseyin İsyanı sırasında İngilizlerin Hicaz orduları komutanıdır.
89 İngiltere’nin Hindistan Bürosu tarafından 14 Kasım 1918 tarihinde “King Husain’s Title” başlıklı
hazırlanan rapor; British Library, IOR. NEG. nr. 13560, L/P/10637,
143
Mekke Şerifi’ne İngilizler tarafından “Hicaz Kralı” namı verilen ma’lumat takdim
kılınmış…” şeklinde haber verilmiştir90
.
İngiltere, Şerif Hüseyin’in unvanını “Hicaz Kralı” olarak belirledikten sonra,
bu isyanın siyasi bir hareket olarak sadece Hicaz toprakları sınırları içerisinde
kalmasına çalışmış ve özellikle Irak’ın bu isyandan etkilenmesini istememiştir.
İngiltere, Fransa ve Rusya 23 Mayıs 1916 tarihinde son şeklini verdikleri
Sykes-Picot anlaşmasıyla Arap topraklarını kendi aralarında paylaşmışlardır. Bu
anlaşmadan sonra İngiltere’nin verdiği sözleri tutmayacağı fikrî özellikle daha önce
Osmanlı ordusunda görev yapıp daha sonra Arap kuvvetlerinin tarafına geçen Arap
subayları arasında yayılmış ve kendilerinin de İngiltere’nin sömürgesi olma korkusu
bu subaylar arasında artmıştır91. Ayrıca 1919 yılında, Anadolu’daki Milli
Mücadele’nin lideri Mustafa Kemal ile Emir Faysal arasında İslâm dünyasındaki
ayrılıkların kaldırılması yönünde anlaşma yapılacağı iddiası, İngiliz ve Fransızları
çok rahatsız eden bir gelişme olmuştur. Diğer taraftan Mustafa Kemal’in Halep ve
Şam gibi Suriye şehirlerinde dağıttığı bildirilerde, Müslümanlar arasındaki
problemlerin ve anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması gerektiği ve asıl düşmanların
ülkelerini parçalamak isteyenler olduğu propagandaları yapılıyordu. Bu
propagandanlar neticesinde ise Suriyeliler arasında Türklere karşı olan sempati
artıyordu. Nitekim bu durum, İngiltere ve özellikle de Fransa’yı en çok rahatsız eden
gelişme olmuştur92
.
Şerif Hüseyin ile İngiltere’yi karşı karşıya getiren en önemli meselelerden biri
de Halifelik tartışmaları olmuştur. Şerif Hüseyin başlarda Halifeliği istemiyor gibi
görünse de özellikle Medine’nin ele geçirilmesinden sonra bu düşüncesini açıktan
açığa belli etmiştir. Şerif Hüseyin, Kahire’de bulunduğu sırada Manchester Guardian
gazetesine oğlu Emir Abdullah ile birlikte verdiği bir röportajda, halifeliğin Kureyş
soyuna ait olması gerektiğinden bahsetmiştir93. Bu durumda Şerif Hüseyin’in amacı
şartlar oluştuğu zaman İslâm Halifesi olarak kendisini resmen ilan etmekti. Emir
Abdullah ise bu konuda babasına baskı yapmakta ve buna ehil ve en uygun kişi
90 Hariciye Nazır Vekili Halil Bey’e gönderilen 14 Recep 1336 ( 25 Nisan 1918) tarihli telgrafın
tercümesi; BOA. HR. SYS. nr. 2451/61.
91 H. Y. Ghawanmeh, a.g.t., s. 116-117.
92 Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, c. 1, 2. Baskı, Ankara 1987, s. 190-191.
93 Joshua Teitelbaum, “Sharif Husayn İbn Ali And The Hashemite Vision Of The Post-Ottoman
Order: From Chieftaincy to Suzerainty”, Middle East Studies, vol: 42, no: 4, Temmuz 2006, s. 117.
144
olarak babasını görmekteydi. Bu konuda Emir Abdullah, Arapların dini lideri Türk
olarak kaldıkça Arap istiklâlinin tam olarak gerçekleşmeyeceği görüşündeydi. Ayrıca
babasının Halife olması durumunda Arap milletini birbirine bağlayacağını ve diğer
Arap liderleri arasında yaşanan sorunların da kolaylıkla çözülebileceğini
düşünmekteydi. Nitekim Şerif Hüseyin de başından beri Halifelik konusunda istekli
olmuş fakat bu teklifin İngiltere’den gelmesini beklemişti. İngiltere bu konuda
kendilerine danışılmadan bir karar verilmemesi gerektiğini belirttikten sonra
kendilerinin Arapların dini işlerine müdahale etmek istemediklerini bildirmiştir. Emir
Abdullah ise bu durumda biraz vakit geçmesi gerektiğini ve Arapların yanı sıra İslâm
dünyasının tepkisine göre hareket edilmesi gerektiği sonucuna varmıştır94. İngiltere
ise son olarak bu konu hakkında kendilerinin tarafsız kalmayı tercih ettiğini
söyleyerek Şerif Hüseyin’in beklentilerini karşılıksız çıkarmıştır. Bu bağlamda
İngiltere ile Şerif Hüseyin arasındaki sürtüşme giderek artmış ve 1918 yılı içerisinde
bu durum yazışmalara da yansımıştır. Özellikle 1921 yılından sonra İngiltere, Şerif
Hüseyin’e daha fazla ödeme yapmak istemediğini Mısır Yüksek Komiserliği’ne
bildirmiş ve İbn-i Suud ile olan çatışmalarında eşitlik ilkesi üzerinden hareket
edeceklerini söylemiştir95
.
94 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 196-199.
95 İngiliz Harp Bakanı Winston Churcill’den Mısır Yüksek Komiserliği’ne gönderilen 16 Nisan 1921
tarihli telgraf; FO. 141/ 516 nr. 13182/20.
145
3.5. ŞERİF HÜSEYİN İSYANI SONRASI GELİŞMELER
3.5.1. Filistin’de Yahudi Devleti Kurulması Fikri’nin Ortaya
Çıkışı ve Balfour Mektubu
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ortaya çıkan hürriyet ortamının ardından
İstanbul’da Siyonist Yahudiler teşkilatlanmış ve bu durum Yahudileri Filistin
konusunda ümitlendirmiştir. 1909 yılında bu örgütlenmenin Osmanlıya zarar
verebilecek bir hale gelmesiyle bazı tedbirler alınmış ve bazı yasaklar eskisi gibi
uygulanmaya başlanmıştır. Bu yasakların devam ettiği bir sırada Balkan Savaşlarının
patlak vermesi üzerine 1913-1914 yıllarında Osmanlı Devleti’nin Siyonizm’e karşı
tavrı yumuşamıştır. Bu çerçevede Talat Bey, Müslümanlar ile Museviler arasında
bir ittifak olabileceği üzerinde durmuş ve özellikle Kahire Merkezli kurulan Âdem-i
Merkeziyet Cemiyeti üyelerinden Muhammed Reşid Rıza, İslâm dünyasının
Siyonistlerin imkânlarından faydalanması gerektiğini söylemiştir. Bundan sonra yine
aynı cemiyetin üyelerinden İbrahim Salı Naccar, Siyonist Sami Hochberg’e bir
mektup yazarak anlaşma yapma teklifinde bulunmuştur. Bu tekliften sonra
Hochberg, Kahire’ye gitmiş ve Araplarla yaptığı görüşmeler neticesinde Arapların
Suriye ve Filistin’e Yahudi yerleşimine karşı çıkmayacakları ve Siyonizm aleyhinde
propaganda yapmayacakları konusunda anlaşmaya varmışlardır. Nitekim bu
gelişmeler etrafında Şerif Hüseyin İsyanı öncesi, Arap milliyetçileri ile Siyonistler
arasında uzlaşma sağlanmıştır. Bu gelişmelerden sonra ise Osmanlı Devleti,
Yahudilerin Filistin’de uzun süre kalmasını engellen “Kırmızı Tezkere”96
uygulamasını kaldırmıştır. Bu uygulama kaldırılmış olsa da Dâhiliye Nazırı Talat
Bey, Yahudilerin Filistin’e göçünün sıkı kontrol altına alınması ve bunun
engellenmesi konusunda kesin talimatlar vermiştir. Bu durumdan rahatsız olduklarını
Hahambaşı Nahum ve Dr. Jacobson, Talat Bey’e iletmişler ve Osmanlı Devleti’nin
Avrupa’dan borç para alma konusunda başarısız olması üzerine kendilerine zaman
96 29 Ekim 1900 tarihli Dâhiliye Nezareti’nden gönderilen hükümler gereği, yabancı Yahudilerin
Filistin’e yerleşmelerini engellemek için bu bölgeye geldiklerinde kendi pasaportları pasaport
memurları tarafından ellerinden alınıyor ve kendilerine üç ay süre ile sınırlanmış geçici kırmızı kâğıt
veriliyordu. Bu uygulama 24 Eylül 1913 tarihinde uygulamadan kaldırılmıştır. Ali Arslan,
Avrupa’dan Türkiye’ye İkinci Yahudi Göçü, İstanbul 2006, s. 114-124.
146
verilmesi durumunda ABD’den istenilen paranın bulunabileceğini söylemişlerdir.
Buna karşın Osmanlı Devleti ise Yahudilere karşı Filistin’e girişlerde uygulanan üç
aylık uygulamayı kaldırmış ve Yahudilerin Filistin bölgesinden gayrimenkul alımı
serbest bırakılmıştır. Bunların gerçekleşebilmesi için de Osmanlı Devleti,
Yahudilerin Osmanlı vatandaşlığına geçmelerini şart koşmuştur97. Bu tarihten sonra
Osmanlı Devleti’nin Yahudilere karşı tavrının yumuşamasıyla Yahudilerin Filistin’e
olan ilgisi artmış ve Yahudilerin Doğu Avrupa’dan Filistin’e göçü hızlanmıştır.
Dünyanın farklı yerlerine dağılmış Yahudileri bir araya getirmek ve
örgütlemek adına Theodore Herzl, bir çok kongreler düzenlemiş ve örgütlenme adına
dış destekler aramıştır98. Öncelikle Herzl, kurulmasını istediği Yahudi devleti fikrini
yardım alabileceğini düşündüğü herkese anlatmıştır.99 İngiltere’deki Siyonist lider
Hitherto ise İngiliz Hükümeti nezdinde girişimlerde bulunmuş ve İngiliz
Hükümeti’nin Yahudilerin Filistin’e yerleşmeleri konusunda Osmanlı Devleti’ni ikna
etmesini istemiştir.100
Filistin’e başlayan bu göç neticesinde Filistin’deki Yahudi nüfusu 1882 ve
1908 yılları arasında üç katı artmıştır. Fakat buna rağmen Siyonizmin kurucusu olan
Theodor Herzl, 1896 ile 1902 tarihi arasında II. Abdülhamit’e yaptığı beş ziyaretten
hiçbir sonuç alamamıştır. Fakat 1897’den itibaren Siyonizm hareketi hız kazanmış101
ve Birinci Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde Cemal Paşa, bölgede antisiyonist bir
düzen kurmuş ve bu düzen ancak 1916 yılına kadar devam etmiştir102
.
Araplarla Siyonistler arasında gerçekleşen yakınlaşma ve Şerif Hüseyin’in
İngilizlerin isteklerine çok fazla karşı çıkamaması neticesinde İttihat ve Terakki
Hükümet, İngilizlerin bu tavırlarından rahatsız olmuştur. Özellikle Dâhiliye Nazırı
Talat Bey, İngilizlerin sömürge planına karşı çıkmış ve bunu öğrenen İngiltere,
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üst düzey yetkililerine karşı bir suikast hazırlamış ve
97 A. Arslan, Avrupa’dan Türkiye’ye İkinci…, s. 122-125.
98 Çiğdem Bayraktar Ör, Sör Siyonist- İngiltere’den Filistin’e Toprak Kavgası, İstanbul 2012, s.
254.
99 Ş. Tufan Buzpınar, II. Abdülhamid Dönemi’nde Filistin’e Yahudi Göçü Meselesi (1878-1908),
Türkler, Editörler: Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca, c. 13., Ankara 2002, s. 80.
100 G. Antonius, a.g.e., s. 258.
101 Moshe Sevilla- Sharon, Türkiye Yahudileri, İstanbul 1992, s. 100; Mim Kemal Öke, Siyonizm ve
Filistin Sorunu (1880-1914), Üçdal Neşriyat, İstanbul 1982, s.134.
102 Esther Benbassa- Aron Rodrigue, Türkiye ve Balkan Yahudileri Tarihi (14. – 20. yüzyıllar) ,
İstanbul 2001, s. 278-279; Ali Öner, Dünden Bugüne Filistin, Ekin Yayınları, İstanbul 2006, s. 21-
22.
147
kendi taleplerini yerine getireceklerini düşündükleri Kamil Paşa’yı iktidara getirmek
istemişlerdir. Daha sonra İngiltere ise bu planını gerçekleştirememiştir. Bu süreçten
sonra Kahire’de düzenlenmesi planlanan Arap-Siyonist Zirvesi’ne karşı İttihat ve
Terakki Hükümeti, bu durumun Osmanlı Devleti aleyhine kullanılacağını düşünerek
bu toplantıya karşı çıkmış ve 18 Haziran 1914 tarihinden sonra Filistin’de Yahudilere
karşı uygulanan yasaklar tekrar uygulamaya konulmuştur. İngilizlerin teşvikiyle
bundan sonra Müslümanlar ile Yahudi ittifakı yerini, Arap-Yahudi ittifakına
bırakmış ve Arapların önde gelen milliyetçileri Yahudilerin Filistin’e yerleşmesini
kabul etmişlerdir103
.
Filistin’in geleceği ile ilgili karar, İngiliz Hükümeti’nin tavrına bağlı
kalmıştır. Şerif Hüseyin ile 1915 yılında yapılan ilk pazarlıklar neticesinde
İngiltere’nin, Arap Devleti’nin bağımsızlığını tanımasının şartı, kendilerine
sağlanacak desteğe bağlanmıştır. Fakat Filistin konusunda çok net ifadeler
kullanmamışlardır. 1916 Mayıs’ında Skyes-Picot Anlaşması’na göre Araplara
bağımsız bir devlet vaat edilirken Filistin konusundaki çıkarlar çatışmıştır. Filistin
için ise şimdilik milletlerarası bir yönetim tarzı düşünülmüştür. Birinci Dünya Savaşı
boyunca Yahudiler, İngiliz Hükümeti’ne çok ciddi baskılar uygulamışlar ve Yahudi
siyasetçi Haim Wiezmann, İngiltere nezdinde girişimlerde bulunmuştur104
.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ise İngiltere, Filistin’deki Yahudilerden
istifade etmek istemiştir. Bu amaçla Başbakan Lloyd George başkanlığındaki İngiliz
Savaş kabinesinin Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, Yahudi Devleti’nin
kurulması için en büyük maddi desteği sağlayan ve İngiltere Siyonist Dernekleri
Başkanı olan105 Lord Rothschild’e, 2 Kasım 1917 tarihinde, Yahudilerin Filistin’de
devlet kurmasını destekleyen bir mektup göndermiştir. Aslında bu olay tamamen bir
kurgudan ibarettir. Çünkü İngiltere’deki Siyonistler İngiliz Hükümeti nezdinde
Filistin’deki Yahudi yerleşimini onaylayan net bir tavır beklemekteydiler. Bu amaçla
aslen Rus Yahudisi olup 1910 yılında İngiliz vatandaşlığına geçen106 Haim
Wiezmann ve Sokolow, Ronald Graham ve Mark Sykes gibi irtibatta oldukları
103 A. Arslan, Avrupa’dan Türkiye’ye İkinci…, s. 126.
104 G. Antonius, a.g.e., s. 260; Hüseyin Özdemir, Abdülhamid’in Filistin Çığlığı, İzmir 2010, s. 125-
126.
105 Sedat Kızıloğlu, ”İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahudiler ve Siyonizm’in
Gelişimi”, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, c. 2, Sayı:1, Ocak 2012, s. 49
106 Sedat Kızıloğlu, a.g.m., s. 49.
148
İngiliz yetkililere danışarak, İngiltere Hükümeti’nin istedikleri yaklaşımı göstermesi
için bir yöntem belirlemişlerdir. Buna göre kendilerince bir açıklama metni
hazırlamışlar ve bu metni daha sonra Lord Rothschild aracılığıyla Dışişleri Bakanı
Arthur Balfour’a göndermişlerdir. Balfour da bu metni onay için Savaş Kabinesi’ne
sunmuştur. Bu metinde Lord Rothschild, İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’a üç önemli
öneride bulunmuştur. Bu öneriler, Filistin topraklarının Yahudi vatanı olması,
Yahudilerin kısıtlama olmaksızın Filistin’e göçü ve Yahudilerin burada kendi
kendilerini idare etmeleri107 önerileridir. Savaş Kabinesi’nden bu öneriler hakkında
çıkan onaydan sonra Balfour, durumu mektupla Lord Rothschild’e bildirmiştir. Daha
sonra ise Balfour Mektubu olarak bilinen bu mektupla birlikte İngiltere, Siyonistleri
kesin olarak desteklemiş ve Yahudilerin Filistin’de devlet kurmasının önü
açılmıştır108. Bundan sonra ABD başkanı Wilson, sonra Fransa ve nihayetinde İtalya
Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikrini desteklemişlerdir. Bu bildiriyle birlikte
İngilizler, bir Arap ülkesi olarak gördükleri Filistin topraklarında Yahudilere bir
devlet kurma vaadinde bulunmuşlardır109. Yine Balfour Mektubu ile Siyonizm artık
uluslararası bir politika haline dönüşmüştür110
.
Balfour Mektubu’ndan yaklaşık bir ay sonra 11 Aralık 1917 tarihinde General
Allenby komutasındaki İngiliz ordusu Kudüs’e girmiş111, 28 Aralık 1917’de Albay
Ronald Storrs, Kudüs Askerî Valiliği’ne getirilmiş ve Eylül 1918 tarihine kadar da
bütün Kudüs İngilizlerin eline geçmiştir112. Bu tarihten sonra Kudüs’teki Yahudi
varlığı, 1919’daki Paris Barış Konferansı’nda da tekrar teyit edilmiştir113
.
XX
Gerek Türk, İslam tarihinde kurulmuş en güçlü, en geniş topraklara sahip, en uzun ömürlü ve düşmanlarına uzun süre diz çökmüş, kudreti tartışılmaz bir devlet Osmanlı İmparatorluğu'dur. Haçlı Seferleri'nin hemen ardından 400 çadırlık bir oba ile Söğüt'e yerleşen Oğuz Boyu Kayı Türkleri, kısa sürede bölgede güçlü devletin örgütlenmesini gerçekleştirebilmişlerdir. Romantik iddiaların aksine Türkler, Anadolu'nun otokton halkı değillerdir ve bu topraklara gelen Ermeniler, Rumlar, kendilerinden yüzyıllar önce göçmüş Hıristiyan Türkler, Müslüman Kürtler, Müslüman Araplar ve diğer etnik Müslüman gruplarla karşılaşmışlardır. Türkler'in gelişmiş Müslüman Bizans'ın baskıcı rejiminden bıkmış, Haçlı Seferleri'nin yakıp yıktığı topraklarda yurt arayan Araplar ve Kürtler'e kadar Bizans ile Katolik Haçlılar'dan nefret eden Hıristiyan ahali tarafından da büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır. Öyle ki zaman içinde “Türk” beyanı Osmanlı idaresindeki Müslümanları bir bütün olarak temsil eden bir üst kimliğe dönüşmüştür. Arap yarımadası bir bütün olarak Osmanlı idaresine 1517 yılı sonrasındaki geçmiş, Kutsal Şehirler Mekke ve Medine'den başlayarak, Osmanlı Devleti tarafından geniş bir imtiyaz ve ayrıcalıklı bir idare olarak tanınmıştır. Dünya tarihindeki devleti gibi Osmanlı Devleti de 600 küsur yıl süren idaresi edilebilirliğin merkezi otoritesinin sarsıldığı, Devlet gücünün taşrayı kontrole henüz gelmediği dönemlerle karşılaşmıştır. Bu durumun doğal sonucu olarak Osmanlı Devleti'nin Arap yarımadasındaki 400 yıllık idaresinin, Türkler'in yoğun olarak yurtta tutulduğu Anadolu dahil, idare edilen topraklarda kesintisiz bir şekilde kalıcının gönencini sağlayan, güvenli ve mükemmel bir yönetim olduğunu iddia etmek olanaksızdır. Zira merkezdeki Devlet idaresinin zayıflaması sonucu ortaya çıkan olumsuzluklardan diğer bölge gibi Arap coğrafyası da etkilenmiştir. Buna rağmen Osmanlı idaresinde Araplar, Haçlılar ve sömürgeci Avrupalıların saldırılarından seçilebilir, bu sayede egemenlik, dil ve inançlarını muhafaza edebilmişlerdir. Bugün Ortadoğu'nun merkezi olarak kabul edilen Arap coğrafyasını değerli kılan, belki de tek maddi varlık petrol iken; 19. yüzyıl boyunca bölge bakanlığı konumu ve ticaret yolları üzerindeki hakimiyetiyle önem kazanmış, deniz aşırı sömürgecilerin dikkatini çekmişti.
.
İngiliz Belgelerinde Medine’nin Teslimi ve Fahreddin Paşa
İsmail Köse*
Giriş
Bosna Hersek’te Kara El Örgütüne üye Sırp milliyetçisi tarafından atılan kurşunla, 28 Temmuz 1914 tarihinde başlayarak, 11 Kasım 1918 tarihinde sona
eren I. Dünya Savaşı’nın en son işgal edilen cephesi düşman toprakları içinde kuşatılmış bir enklav olarak iki yıl işgale direnen Medine’dir. İngiltere’nin
desteğinde Mekke Emîri Şerif Hüseyin tarafından resmî olarak Mekke’de 10
Haziran 1916 tarihinde başlatılan Arap İsyanı 1917 yılına varıldığında Medine ile civardaki birkaç küçük yer hariç bütün Hicaz’ın asilerin eline geçmesine neden olmuştur. Medine’deki birliklere komuta eden Fahreddin Paşa
[Korgeneral Türkkan] 1916 yılı boyunca öncelikli olarak Suriye’deki IV. Ordu
ile bağlantıyı sağlayan demiryolunun açık tutulmasına ve civardaki kabilelerin
Türk taraftarı konumunun sağlanmasına çalışmıştır. Fahreddin Paşa ile asiler
arasında Medine çevresinde gerçekleşen çarpışmalarda Şerif Hüseyin’in oğulları tarafından kumanda edilen asi güçleri defalarca mağlup edilmişlerdir.1
Arap İsyanı’nın başından itibaren sınırsız İngiliz desteğine sahip asiler, Medine etrafındaki muhasarayı her geçen gün biraz daha sıkılaştırarak bir türlü ele
geçirilemeyen şehrin aç bırakılarak teslim alınmasına çalışmıştır. Şehri teslim
etmemeye kararlı olan Fahreddin Paşa, kuşatma sıkılaştıkça, açlığa karşı yeni
yöntemler uygulamaya koymuştur. Bunların başında, yüksek fiyatlarla çevre
kabilelerden yiyecek alınması gelmiştir. Özellikle 1917 yılı sonu ve 1918 yılı
başından itibaren Medine’de vitamin eksikliğine bağlı hastalıkların ortaya çıktığı görülür. Dr. Şevket Bey günlüğüne, 1918 yılı Şubat ayından itibaren ken1 Bk. İsmail Köse, İngiliz Arşiv Belgelerinde Arap İsyanı, 2. Baskı, Kronik Yayınları, İstanbul
2018. s. 352-402.
* Prof. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası
İlişkiler, Siyasi Tarih, Trabzon/TÜRKİYE, ismailkosetr@ktu.edu.tr ORCID: https://orcid.
org/0000-0002-8489-5088 DOI: 10.37879/9789751754530.2024.6
166 İsmail Köse
disine çok sayıda skorpit hastasının getirildiğini kaydetmiştir. Bir vitamin
eksikliği hastalığı olan skorpitin yanında, sıtma, böbrek iltihabı, dizanteri ve
İspanyol nezlesi Medine’deki birliklerin başa çıkmak zorunda kaldığı diğer
ölümcül yaygın hastalıklardı. Özellikle İspanyol nezlesi 1918 yılı Aralık ve
1919 yılı Ocak ayında 1.000’den fazla Türk askerinin hayatını kaybetmesine
neden olmuştur.2
Medine’de söz konusu zorluklar yaşanırken isyanın ikinci ayı olan 1916 yılı
Temmuz’undan itibaren Şerif Hüseyin, İngiliz Hükûmeti’nden her ay; masrafları için 125.000 sterlin tutarında altın istemiştir. Medine’nin bir an önce işgali asiler için elzemdir. Nitekim Medine’nin işgalinden sonra bu miktarın beş
aylık bir süre için 225.000 sterline çıkartılması talep edilmiştir.3
Savaş Kabinesi’nin itirazına rağmen, Albay Wilson Hüseyin’in istediği miktarın bir müddet
daha ödenmesinden taraftar olmuştur. Çünkü isyanın İngiliz Hükûmeti’ne
katkısı bu miktarlarla ölçülemeyecek kadar büyüktür. Medine’nin umulduğu
gibi kolay şekilde işgal edilemeyeceğini gören Şerif Hüseyin, Albay Wilson’a
gönderdiği bir sonraki mektubunda 225.000 sterlin tutarındaki talebini yineleyip fakat bu sefer talebindeki beş aylık süreyi kaldırarak, ödemeyi ucu açık hâle
getirmiştir. Şerif Hüseyin istediği parayı alabilmek için Türklerin bedevilere
kişi başı 5 sterlin ödeme sözü verdiğini iddia etmiştir.4
Londra’da tartışmalar
sonrasında Dışişleri Bakanlığı’nın, bu talebin son limit olduğu notu eklenerek
Şerif Hüseyin’in Medine’nin işgalinden sonra talep ettiği artış onaylamıştır.5
Geleceğe yönelik planları için daha fazla altına sahip olmak isteyen Şerif Hüseyin bu nedenle Medine’nin bir an önce işgal edilmesi için savaş hukukunu
hiçe sayacak çok sayıda eylem dahil elinden geleni yapmıştır.
Şerif Hüseyin, Londra’nın onayına güvenerek, 1918 yılı sonunda ödemelerinin
yapılması için taleplerini yoğunlaştırmıştır. Oysa 1918 yılı sonuna gelindiğinde İngiliz Hükûmeti artık hemen bütün istediklerini elde etmiştir. Medine’nin
2 Arab Bulletin Nos. 104, 105 and 106, Excerpts relating to advance of Faisal’s Northern Army to
Damascus, September-October 1918.
3 FO 686/34, Colonel Wilson, Jeddah to Director of Arab Bureau, Cairo, with one of enclosures
(letter from King Hussein) 28-29 March 1917.
4 FO 686/34, Colonel Wilson, Jeddah to Director of Arab Bureau, Cairo, with one of enclosures
(letter from King Hussein) 28-29 March 1917.
5 FO 686/36, Colonel Wilson, Jeddah to Director of Arab Bureau, Cairo enclosing extract from
his letter to King Hussein and latter’s replay, 12 October 1917.
İngiliz Belgelerinde Medine’nin Teslimi ve Fahreddin Paşa 167
teslim olması İngiltere açısından Osmanlı Devleti’nin Arap Yarımadası’ndaki
varlığının tamamen sona erdirilmesi anlamına geliyordu. Böylece dünyadaki bütün Müslümanlara Osmanlı Devleti’nin yenildiği gösterilecek, Hindistan’daki Müslümanlar başta gelmek üzere İngiliz sömürgelerindeki kıpırdanmalar sona erdirilebilecekti. Bu açıdan Kutsal Şehrin teslimi sembolik olarak
paha biçilemez bir öneme sahipti. Asi kabile şefi Şerif Hüseyin ise bir an önce
Kutsal Şehirleri ele geçirip, Arap Yarımadası’nda krallığını ilan etmek istiyordu. Fahreddin Paşa’nın Mondros sonrasında Medine’yi teslim etmeyi kabule
yanaşmaması bütün bu planların sekteye uğramasına sebebiyet vermiştir. Nitekim savaş bitiğinde dört yanı düşman tarafından işgal edilmiş bir enklav haline gelen Medine, Almanya 11 Kasım’da teslim olup, savaş bütün cephelerde
bittikten 63 gün sonra teslim alınabilmiş, Savaş’ın son düşen kalesi, son işgal
edilen toprak parçası olmuştur.
Mondros Ateşkesi Sonrasında İngiltere’nin Medine’nin İvedilikle
Teslimini İstemesi
Mondros Ateşkesi imzalandığında İngilizler, Ateşkes Antlaşması’nın 16. maddesi gereğince: “Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Suriye’de, Kilikya’da, Irak’ta bulunan kuvvetlerin en yakın İtilaf kumandanı veya Arap mümessiline [temsilcisine] teslimi [gerçekleştirilecektir]”.6 Mondros imzalandığında Medine’nin
yakınındaki İtilaf güçleri Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Ali komutasındaki birliklerden oluşmaktaydı. Bu nedenle Fahreddin Paşa ve komutasındaki Türk
birliklerinin Ali’ye teslimi gerekiyordu. Oysa Fahreddin Paşa, hiçbir şekilde
kendine denk kabul etmediği, İngiliz iş birlikçisi asilere teslim olmayı büyük
olasılıkla kabule yanaşmayacaktı. İngilizler ise ısrarla Medine’de Fahreddin
Paşa komutasındaki Türk savunma birliklerinin en yakındaki İtilaf Devletleri
komutanı Şerif Ali’ye teslim olmalarını istemeye karar vermişler, Mütareke’ye
de bu tür bir teslimi zorlayacak madde koydurmuşlardı. Bütün Yarımada’da
İngilizlerin resmî olarak iş birlikçisi ve İtilaf Devletleri safında yine resmî
olarak savaşan Arap kabilelerinin başında Şerif Hüseyin ve oğulları geliyordu. Bu nedenle 16. madde açıkça Medine’deki birliklerin Şerif Hüseyin ya da
oğullarına teslimi sağlayabilmek için Londra tarafından bilinçli olarak metne
konulmuştu.
6 Bk. Nihat Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, Mondros Mütarekenamesi,
TTK Yayınları, Ankara 1953, s. 519-524.
168 İsmail Köse
Mütarekenin imzasından 11 gün sonra, 10 Kasım 1918 tarihinde Ahmet İzzet
Paşa; Mütareke’nin 16. maddesindeki hükme uyarak Arap Yarımadasında, Hicaz, Asir ve Yemen’deki tüm garnizonlara bir mesaj göndererek en yakınlarındaki İtilaf Devletleri komutanına teslim olmalarını emretti.7
Bu esnada Hicaz,
Asir ve Yemen’deki Türk kıtaları arasında ne telli ne de telsiz muhabere imkânı
yoktu. Ahmet İzzet Paşa’nın açık emrine rağmen, Fahreddin Paşa Medine’yi
teslim etmeyi reddetti. Çünkü mesaj tam olarak çözülememişti. Ayrıca teslim
olunmasını emreden mesaj İngilizlere ait düşman istasyonu üzerinden geldiği
için aldatmaca olma ihtimali yüksekti. Ayrıca Fahreddin Paşa, en yakındaki
İtilaf Devletleri komutanının kim olduğunu henüz bilmiyordu. Buna karşın
kesin bir şekilde İngiliz iş birlikçisi asi Araplara teslim olmaktansa emrindeki
kahraman askerlerle birlikte savunma yaparak ölmeye kararlıydı.8
Mesajın İstanbul’dan gönderildiği anlaşıldıktan sonra İngilizlerin “Türk Kaplanı” lakabını taktıkları Fahreddin Paşa, beklendiği gibi Medine’yi Şerif Ali’ye
teslim etmeyi kabule yanaşmadı. Medine’deki tıkanma üzerine, İstanbul’dan
30 Kasım’da Fahreddin Paşa’ya bir şifre telgraf daha gönderilerek en yakınındaki İtilaf Devletleri kumandanı olan Ali’ye teslim olması istendi. Şifre telgraf
İngiliz istihbaratı tarafından da çözülmüştü. Ali’ye Medine’yi teslim etmemeye kararlı olan Fahreddin Paşa bu mesajı yeterli görmedi. Hüseyin’in oğlu
asi Şerif Ali’ye teslim olmayı bir onursuzluk addederek emre itaat etmemek
için öncelikli olarak zaman kazanmaya yönelik hamleleri uygulamaya soktu.
Medine’nin bir türlü teslim alınamaması üzerine, Dışişleri Bakanı Arthur Balfour tarafından İstanbul’a yeni bir ültimatom verilerek, “Fahreddin Paşa’nın 16
Aralık’a kadar teslim olmaması halinde Çanakkale’deki istihkâmların bombalanıp, ateşkesin geçersiz sayılacağı” bildirildi.9
Balfour’un söz konusu tehdidi
de Paşa’nın direncini kırmaya yetmedi.
Fahreddin Paşa’nın kararlı tutumu üzerine ne asiler ne de İngilizler savaş biteli
bir aydan fazla süre geçmesine rağmen Medine’yi işgal edemedi. İngiliz saha
görevlileri Londra’dan gelen baskının da etkisiyle bir an önce Medine’nin tesli7 Arab Bulletin, Nos. 108-110, Excerpts on discontent in Arab army and on siege, fall and evacuation of Medina, November 1918-January 1919.
8 Arab Bulletin, Nos. 108-110, Excerpts on discontent in Arab army and on siege, fall and evacuation of Medina, November 1918-January 1919; Kandemir, age., s. 147.
9 Arab Bulletin, Nos. 108-110, Excerpts on discontent in Arab army and on siege, fall and evacuation of Medina, November 1918-January 1919.
İngiliz Belgelerinde Medine’nin Teslimi ve Fahreddin Paşa 169
mine çalışıyordu. Teslim konusunda en faal çalışan saha görevlilerinin başında
Albay Wilson gelmekteydi. Fakat bütün çabalara rağmen Fahreddin Paşa’nın
Medine’yi teslim etmesi başarılamamaktaydı. Albay Wilson, isyanın ilk günlerinden itibaren Cidde’den Arap İsyanı’nı komuta etmekte, Hüseyin’e askerî
konularda müşavirlik yapmaktaydı. Wilson, Fahreddin Paşa’nın Medine’yi teslime yanaşmaması üzerine, 30 Aralık 1918 tarihinde Şerif Hüseyin’e gönderdiği mektupta “… Tanrı’dan dileğim keşke Fahri[eddin]’in annesi kısır bir kadın
olsaydı” diğer bir ifadeyle Fahreddin Paşa hiç doğmasaydı yazdı.10 Medine’nin
düşmemesi finansal olarak İngiltere’nin çıkarlarına uygunken, Şerif Hüseyin
için her ay belli miktarda gelirden yoksun kalmak demekti. Dünyanın dört bir
yanından gelen fakir hacılardan fahiş ücretler alacak kadar paraya düşkün olan
kurnaz Şerif mali kayıplarının etkisiyle kontrolünü kaybetmişti. Mali avantaja
rağmen Savaşı bütün cephelerde bitirip, Müslüman sömürgelerine bir an önce
Osmanlı Devleti’nin yenildiğini ilan etmek isteyen Londra Medine’nin bir an
önce teslim olmasını istemekteydi.
Fahreddin Paşa’nın direnişi Şerif Hüseyin’in önemli bir meblağdan yoksun kalmasına neden olmaktaydı. Nitekim Medine’nin düşmemesi Şerif Hüseyin’in
her ay 100.000£ tutarında altın kaybetmesi demekti. Bu nedenle Hüseyin, Albay Wilson’a Fahreddin Paşa’nın İbni Suud’dan, Yemen’den ve Abadila Kabilesi
Şeyhi Halit İbni Derviş’ten destek aldığını söyledi. İbni Suud ve Halid İbni
Derviş Vahhabi idi, Hüseyin’den hoşlanmıyorlardı. Hüseyin ise iş birlikçilikle
suçlayarak rakiplerini İngilizler nezdinde itibarsızlaştırmaya çalışıyordu. Oysa
Suudlar ile İngilizler çok önceden anlaşmışlardı. Fakat bu anlaşmanın detaylarını bilmeyen Şerif Hüseyin Suudlar’ı İngiltere’nin rakibi zannediyordu.
Aralık ayı aynı zamanda Medine’de kıtlığın baş edilemez hâle geldiği dönemdir. Fahreddin Paşa, askerlere verilen iaşede kısıntıya giderek üç aylık yiyecek ile, altı ay dayanılabilecek şekilde yeni bir planlama yaptı.11 Bu durum
Fahreddin Paşa’nın asilere teslim olmamakta hangi boyutta kararlılık sahibi
olduğunu göstermesi açısından önemlidir. İngilizlerin verdiği tarihten iki gün
sonra, 18 Aralık’ta Medine’ye gelen Yüzbaşı Ziya Bey İstanbul’dan getirdiği
emirleri Fahreddin Paşa’ya teslim etti. Fakat Fahreddin Paşa, Mondros Ateşkesi’nin şehrin ve Türk birliklerinin Şerif ’in oğlu asi birlikleri komutanı Ali’ye
10 FO 686/40, Letter from Colonel Wilson to King Hussein, 30 December 1918.
11 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
170 İsmail Köse
teslim olmasını gerekli kılan 16. maddesine göre teslim olmayı reddetti. Elçi
görevi ile kendisine gelen Yüzbaşı Ziya Bey’i Medine’de alıkoydu. Bu durum
üzerine Hüseyin ve oğulları, yine savaş tehditleri savurmaya başladı. 24 Aralık’ta Yenbo’ya gitmesine izin verilen Yüzbaşı Ziya Bey, Fahreddin Paşa’nın
“kendisinin Hz. Peygamber’in Kabr-i Şerifi’nin muhafızı olduğunu ve bizzat
Sultan’ın kendisinden imzalı irade gelmedikçe teslim olmayacağını söylediğini” bildirdi.12
Medine’deki müdafaayı sonlandırıp, şehri teslim etmesi için Aralık ayında İstanbul’dan gelen heyetten irade istenmesi Londra ve Şerif Hüseyin tarafından
planlanan teslim sürecini bir kez daha altüst etti. Fahreddin Paşa’nın kararlılığı
anlaşılınca çaresiz, Sultan’ın böyle bir mektubu yazarak Medine’deki birliklerin komutasının Fahreddin Paşa’dan alınıp, mektubun komutayı devralacak
kıdemli bir komutan ile gönderilmesine karar verildi. İngilizler Medine’yi bir
an önce işgal etmek istiyordu. Çünkü Medine’deki müdafaa dünyaya Osmanlı
Devleti’nin Avrupa’da sanıldığı kadar zayıf ve çökmek üzere olmadığını da
göstermekteydi. Osmanlı Devleti ve askerleri bütün imkânsızlıklara rağmen
düşman topraklarındaki bir enklav olarak Medine’de duruyordu ve teslim alınamıyordu. Söz konusu durum, galip İtilaf Devletleri için kabul edilebilir bir
keyfiyet değildi.
Yüzbaşı Ziya Bey İngiliz temsilcilere ayrıca, “Fahreddin Paşa tüm kuvvetleri
ile Türkiye’ye gitmesine izin verilmezse teslim olmaktansa ölmeyi tercih edecektir” bilgisini verdi. Bir Türk subayı olan Yüzbaşı Ziya Bey, Medine’deki
kahraman askerlerin esir kamplarında bin bir zillet altında ölmelerindense, iki
yılı aşkın süren muhasaradan sonra vatanlarına dönmelerini sağlamaya çalışıyordu. Bu esnada Medine’de para, yiyecek ve hayvan yemi kıtlığı yaşanıyordu.
Fahreddin Paşa’nın teslim olmamasının diğer nedeni, İngiliz iş birlikçisi asi
Araplara hiçbir şekilde güvenmemesiydi. Nitekim daha önceki çarpışma ve
işgallerde asi Arapların ve Urban bedeviler ile birlikte vahşi yağma ve katliam
yapmakta tereddüt etmedikleri defalarca tecrübe edilmişti. Fahreddin Paşa,
imkânlar elverseydi bütün kuvvetlerini, Şerif Hüseyin’e olan düşmanlığı nedeniyle kendisine yardım eden İbni Suud vasıtasıyla nakletmeyi tercih edecekti.13
12 Arab Bulletin, November 1918-January 1919; BDHTH-ATASE IV, 1979. s. 376.
13 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
İngiliz Belgelerinde Medine’nin Teslimi ve Fahreddin Paşa 171
Gelişmeler üzerine Fahreddin Paşa 27 Aralık’ta Medine’deki bütün subaylar
ile karargâhında bir toplantı yaptı. Hükûmet’ten gelen emri okuduktan sonra,
“Medine’yi teslim etmeyeceğim” dedi. Bunun üzerine Medine Birlikleri Erkânı Harbiye Başkanı Yarbay Emin Bey, Padişah iradesi olmadan şehrin teslim edilmesi gerektiğini belirtti. Emin Bey’in teslim niyetini sezen Fahreddin
Paşa, aynı gece Emin Bey’i görevden aldı.14
Teslim müzakereleri sürerken Medine Müdafileri arasındaki Arap askerler fırsat buldukça firar ediyordu. Dört gün sonra, 1 Ocak’ta Yarbay Emin Bey de beraberinde 1.000 kişilik bir kuvvetle birlikte gizlice firar ederek Bir-i Derviş’teki
asilere teslim oldu. Emin Bey’in Fahreddin Paşa’ya rağmen Medine’den firar
etmesinde İngiliz istihbaratının dahli olup olmadığı belirsizdir. Emin Bey’den
sonra Medine’den firarlar devam etti. Firariler için en büyük tehlike, düşman
Arap kabilelerinin eline düşmeleriydi. Fahreddin Paşa firarları önlemek için iki
bildiri yayınladı ve “teslim için Sultan’ın imzaladığı iradenin beklendiğini ve şu
anda teslim olanların serbest kalmayacaklarını, aksine Mısır’daki esir kamplarına gönderileceklerini” duyurdu. İrade gelmeden teslim olunmayacaktı.15
Medine’nin tüm imkânsızlık ve zorluklara rağmen 1919 yılına kadar direnmeye devam ederek işgal edilememesi düşmanı bile hayrete düşürmüş bir durumdur. Anadolu askerinin bileğini Çanakkale’de bükemeyen İngiltere, benzer
bir çaresizlikle Medine önünde de karşılaşmıştır. Bu başarıda Fahreddin Paşa
ile kurmay heyetinin etkin komutası ile Medine müdafisi Anadolu evlatlarının
özverisini tarife kelimeler yetmeyecektir. İngiliz arşiv vesikaları bu durumu şu
şekilde kaydetmiştir:
… Anadolu askerleri, Fahri[ettin] Paşa gibi sağlam iradeli komutanlar
idaresinde uzun süren kuşatmalarda bile, tüm iletişim hatları kesik, yiyecek ve diğer malzemeler çok az olsa bile daha önce kanıtlandığı gibi
[büyük olasılıkla Çanakkale kastediliyor] disiplinli ve inançlı bir şekilde
savaşabilme kabiliyetine sahiptir. Başka ordular bu durumda disiplini
kaybetse bile Anadolu askerleri inanç ve disiplinlerin kaybetmezler [ve
mağlup edilemezler]…16
14 Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi (BDHTH)-ATASE IV, 1979. s. 378.
15 Arab Bulletin, November 1918-January 1919; BDHTH-ATASE IV, 1979. s. 378-379.
16 Arab Bulletin, No. 72, Report entitled The Problem of Medina, December 1917.
172 İsmail Köse
Fahreddin Paşa’nın bu kararlı tutumu üzerine İngiliz Hükûmeti’nin elinde
şehri uzlaşı ile işgal etmekten başka çare kalmamıştır. Kutsal Şehir’de güç kullanılması Müslümanlar arasında infiale sebebiyet verip çok sayıda yeni soruna
neden olabileceğinden tek çare ya Fahreddin Paşa’yı bir şekilde ikna etmek ya
da yanındaki subaylar tarafından tutuklanmasını sağlamaktı.
Fahreddin Paşa’nın Mecburi Tutukluluğu: Medine’nin Teslimi
İngiliz istihbaratı 1919 yılı Ocak ayında savaş esiri olarak ellerine düşen Fahreddin Paşa’nın günlüğüne el koyarak günlüğü İngilizceye çevirmiştir. Günlüğün İngiliz arşivlerinde yer alan kayıtlarında; 22 Mayıs 1916 tarihinde 12.
Musul Kolordusu’nun Şerif Hüseyin’in kuşku uyandıran davranışları üzerine
Medine’ye nakledildiği yazılıdır. İngiliz istihbaratı da aynı tarihte gerek telgraf
hatlarından gizlice elde ettiği haberleşmeden gerekse sahadaki casusları vasıtasıyla benzer bilgiyi elde etmişti. Bu bilgi hatalıdır. Çünkü Fahreddin Paşa, Mayıs 1916 tarihinde Medine’de görevlendirildiğinde 12. Kolordu’ya kumanda
etmekteydi. Buna karşın Medine’ye nakledilen 12. Kolordu değil, Kolordu’nun
Fahreddin Paşa ile birlikte buraya gelen kurmay heyetiydi.
Daha önce Aralık ayında Çanakkale istihkamlarını bombalama tehdidinde
buluna Londra geri adım atmak zorunda kaldı. İngiliz Hükûmeti çaresiz “Sultan’dan istenen irade” şartının karşılanabilmesi için ültimatomun süresini uzatmak zorunda kaldı. Söz konusu müzakereler yapılırken, Hüseyin ve küstahlıkta sınır tanımayan oğulları, savaş tehditleri savurmaya devam ediyordu. 1919
yılı başına gelinmişti. Bir yanda Paris Barış (Paylaşım) Konferansı hazırlıkları
devam ederken diğer yanda Medine halen direnmeye devam ediyordu. 3 Ocak
1919 tarihinde, bizzat Yeni Kabine’nin Adalet Bakanı Miralay (Albay) Haydar Bey, İngiliz savaş gemisi Areher ile Sultan’ın İradesi beraberinde olmak
üzere önce Portsaid’e buradan da Medine’ye ulaştı. 5 Ocak’ta Fahreddin Paşa,
58. Tümen komutanı Albay Ali Necip Bey başkanlığında dört subayını Bir-i
Derviş’e göndererek, Medine’nin boşaltılması şartlarını müzakere ettirdi. Paşa,
heyeti Bir-i Derviş’e göndermeden önce Albay Necip Bey’le uzun bir görüşme
yapmış, gerekli talimatları vermişti.17
17 Feridun Kandemir, Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası, 4. Baskı, Yağmur Yayınları, İstanbul
2006. s. 172-173.
İngiliz Belgelerinde Medine’nin Teslimi ve Fahreddin Paşa 173
Fahreddin Paşa aynı gün, erzak alınması için subaylar ile erlerden toplanan ve
Harem-i Şerif ’ten tutanak karşılığı alınan altınların sahiplerine ve Harem-i
Şerif ’e iade edilmesini emretti.18 Paşa’nın bu emri, savunmanın nihayete ereceğinin de işaretiydi. Bu durum ayrıca Paşa’nın elinde iaşe tedariki için hiç altın
kalmadığını gösteriyordu. İngilizler Fahreddin Paşa’nın ya müzakerelere bizzat
katılmasını ya da 48 saat içine teslim olmasını talep ediyordu.19 Fahreddin
Paşa önce “çok meşgul olduğunu ve gelemeyeceğini” sonra da “hasta olduğu
için gelemeyeceğini” söyleyerek İngiliz ültimatomunu dikkate almadığını muhataplarına gösterdi. Nitekim kendisinin müzakerelere katılmak için Medine’den çıkması durumunda bir oldubittiyle tutuklanması ya da yolda saldırıya
uğraması ihtimal dahilindeydi.
Son görüşmede, müzakere komisyonu başkanı olan Albay Ali Necip Bey, “Fahreddin Paşa’nın 48 saat içinde teslim olmaması halinde müzakerelerin kesileceği ve savaşın tekrar başlayacağı, kendisinin de bu durumdan sorumlu olacağı”
şeklinde tehdit edildi. İstanbul’dan gelen emirler ve İngiliz tehditleri karşısında
uzlaşmaktan başka çaresi kalmayan Ali Necip Bey, Miralay Abdurrahman Bey,
Yüzbaşı Kemal Bey, Yarbay Sabri Bey ile İngiliz Yüzbaşı Garland ve Hüseyin’in
oğlu Ali müzakereler sonunda 7 Ocak 1919 tarihinde Medine’yi teslim ve boşaltma antlaşması imzaladı. Antlaşma 27 maddeden oluşuyordu. Antlaşmanın
2. Maddesi ile Fahreddin Paşa’nın 48 saat içinde teslim olacağı, 7. Madde ile
Türk askerlerinin şahsi eşyalarını beraber götürmeleri, (bu eşyalar yolda bedeviler tarafından yağmalanacaktır), 15. Madde ile Arapların şehre Fahreddin
Paşa’nın ayrılmasından sonra gireceği, 16. Madde ile şehir boşaltılıncaya kadar bedevilerin şehre girmesine izin verilmeyeceği, 25. Madde ile hasta Türk
askerlerinin Medine’de kalmasına izin verileceği karar altına alındı. Antlaşma
Arapça ve Türkçe hazırlanarak yukarıdaki komisyon tarafından imzalandı. Fahreddin Paşa Bir-i Derviş’e gelmediği için Antlaşmada imzası yoktu.20
Albay Ali Necip Bey, Medine’ye dönerek kendisine İngiliz ültimatomunu ilettiğinde Fahreddin Paşa “teslim olmaktansa ölmeyi tercih edeceğini” söyledi. Artık tüm ümitlerin tükendiğini gören Fahreddin Paşa’nın üç temel amacı vardı:
18 Naci Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası Hicaz Bizden Neden Ayrıldı?, Sebil Yayınevi, İstanbul
1971. s. 448.
19 The Times, “Attempt to Keep Medina”, January 24, 1919, s. 7.
20 Arab Bulletin, November 1918-January 1919; Kıcıman, age., s. 454-455.
174 İsmail Köse
1. Emrindeki kuvvetlerin savaş esiri olmadan Türkiye’ye dönmesini sağlamak, 2.
Düşman iş birlikçisi, Devleti’ne hıyanet etmiş Arap asilere teslim olamamak, 3.
Hz. Peygamber ile Hz. Fatıma’nın kabirlerini düşmana bırakmamak. Bu beyanından sonra teslim olacağını” söyleyen Paşa arabasına binerek Harem-i Şerif ’e
gitti. Burada, Hz. Peygamber’in, Ravzası’nın yanındaki kaldığı medreselerden
bir tanesine yatağını serdirerek, “Hz. Peygamber’in şefaatine sığındım, burada
mücavir olarak kalıyorum” dedi.21 Düşman uçaklarının bombalayamaması için
tüm cephane de yine Harem-i Şerif ’in avlusunda bulunuyordu.22 Fahreddin
Paşa, askerlik hayatında ilk defa teslim olacaktı. Fakat asilerin şefi Ali’ye teslim
olmayı bir türlü kabullenemiyordu. Böylece teslim krizinin çözüldüğü düşünülürken, durum yeniden içinden çıkılmaz karmaşık bir hal aldı.
Fahreddin Paşa, Medine’de son hazırlıkları yaparken, İngilizlerin verdiği 48 saatlik süre dolmak üzereydi. Albay Ali Necip Bey’in elinde başka çare kalmadığı için Fahreddin Paşa’nın etrafındaki jandarmalar teker teker uzaklaştırılarak
Paşa yalnızlaştırıldı. Ültimatomun son 12 saatinde Fahreddin Paşa’nın yattığı
yere zorla girildi. Paşa gelenleri Ravza-i Mutahhara’da ayakta karşıladı ve artık
direnmenin anlamı olmadığını anlayarak kurmay heyetinin söylediklerini yapmaya karar verdi. Fahreddin Paşa giysileri ile yatmıştı ve zorla dışarı çıkartılmaya direnmedi. Bu esnada üç tabancası da dolu olarak yanında bulunuyordu.23
Paşa’nın iki buçuk yıldır omuz omuza savaştığı emrindeki askerler tarafından
düşmana teslim edilmesi şartların zorladığı bir durumdur. 58. Tümen komutanı Albay Ali Necip Bey’in Fahreddin Paşa’yı teslim etmekten başka çaresi
yoktu ve istemeyerek de olsa böyle bir yöntemi takip etmek zorunda kalmıştı.
Paşa, düşmana esir düşmeden önce, Medine’deki idareyi sivillere devreden 10
maddelik bir sirküler yayınlamıştı.24
Fahreddin Paşa’nın teslimine karar verilmesinden sonra Ali Necip Bey, 48 saatlik sürenin dolmasına az bir müddet kalmışken Bir-i Derviş’teki İngiliz heyetine telefon ederek, “Fahreddin Paşa’nın teslim alınması için bir devriye gönderilmesini” istedi. Hüseyin’in oğlu Abdullah buluşma noktasına gelerek 9 Ocak
1919 tarihinde Fahreddin Paşa’yı teslim aldı. Bir gün sonra, 10 Ocak’ta Fahred21 Dünyanın herhangi bir yerinden gelerek Medine’de kalan ve ömürlerinin sonuna kadar Medine’de yerleşen Müslümanlara verilen addır.
22 BDHTH-ATASE IV, 1979. s. 380; Kandemir, age., s. 184-185; Kıcıman, age., s. 463-464.
23 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
24 Arab Bulletin, November 1918-January 1919; BDHTH-ATASE IV, 1979. s. 382-383.
İngiliz Belgelerinde Medine’nin Teslimi ve Fahreddin Paşa 175
din Paşa Hüseyin’in oğlu Abdullah ile birlikte Bir-i Derviş’e ulaştı. 7 Ocak’taki
antlaşma ile şehrin işgal tarihi 13 Ocak olarak belirlenmişti.25 13 Ocak’ta şehir
işgal edildi. Osmanlı Devleti’nin Hicaz’daki 400 yıllık hâkimiyeti son buldu.
10 Haziran 1916 tarihinde Mekke’de resmen başlamış olan Arap İsyanı, 2 yıl
205 gün sonra 9 Ocak 1919 tarihinde, son direnişçi Fahreddin Paşa ve Medine
müdafaası Türk askerlerinin esir düşmesi ile Medine’de sona erdi.26
Fahreddin Paşa’nın Şerif ’in Oğlu Ali ve İngilizler Tarafından Teslim
Alınması
Fahreddin Paşa teslim edildikten sonra Bir-i Derviş’te Paşa’yı İngiliz Albay
Basett ve Hüseyin’in büyük oğlu asi birliklerine komuta eden Ali karşıladı.
Paşa, Hicaz’da cesareti ve kahramanlığı ile hem korku salmış hem de hayranlık
uyandırmıştı. Fahreddin Paşa, Ali ve Faysal’ı sayıca üstün olmalarına rağmen
Bir-i Derviş önünde defalarca mağlup etmişti ve iki buçuk yıl boyunca düşmana hiç yenilmemişti. Şerif ’in büyük oğlu Ali, Fahreddin Paşa’yı karşılamasını
şu şekilde nakletmektedir:
“… Efendim, Paşa Hazretlerini nasıl karşılayacağımızı bilmiyorduk.
Zira yenilgi bilmeyen ve böyle bir şeyi asla kabul etmediğini şecaatiyle
ispat etmiş olan bu derece müstesna bir kişidir. Karşısında kaderin sevkiyle galip durumda bulunmak insana cidden şaşkınlık veriyordu. Nitekim itiraf ederim ki, Paşa Hazretlerini aramızda hiçbir şey olmamış da
ve eski günlerde imişiz gibi üstümüz ve kumandanımız sayarak kemali
hürmetle istikbal ettik. …
Paşa Hazretlerinin misafirimiz [esirimiz] olduğunu duyan bedeviler çölün dört bir yanından dalga dalga seller halinde Bir-i Derviş’e geldiler.
… Bir defacık Paşa Hazretlerinin yüzünü görmek istiyorlardı... O gece
bütün çölde Fahri, Fahri nidalarından başka ses duyulmadı. … Sabah
Paşa kendilerini Yenbo’ya götürecek otomobile binerken çadırının kapısında bedeviler tarafından görüldü ve işte o anda bir kıyamet koptu. …
Akşamdan beri bekleyen bedeviler, Paşa Hazretlerinin yüzünü gördüklerinde yıldırımla vurulmuşçasına, gene Fahri Fahri çığlıkları ile tersyüz
edip öyle bir kaçış kaçtılar ki tarif edilemez.”27
25 Arab Bulletin, November 1918-January 1919; Kıcıman, age., s. 466-468.
26 The Times, “Fall of the Medina”, January 17, 1919. s. 8.
27 BDHTH-ATASE IV, 1979. s. 387.
176 İsmail Köse
İşgalden sonra Medine’ye doluşan asiler, iki buçuk yıldır döktükleri kandan
doymamış olacaklar ki Türk askerlerine karşı katliam yapmak için Abdullah’tan izin istediler. Abdullah “böyle bir eylemde bulunanı ilk kendisinin asacağını” söyledi.28 Katliam yapamayan asiler, bu hırslarını yağma yaparak tatmin etmişlerdir.
Fahreddin Paşa, Bir-i Derviş’e bir tutsak, bir mahkûm olarak getirilmişti. Buna
karşın en başından beri reddettiği gibi asilere teslim olmamıştı. Fahreddin Paşa’nın teslim edilmesi ile, Arap isyanından yaklaşık 31 ay, Mondros Ateşkesi’nden ise iki ay on gün sonra Medine de işgal edildi. Medine’nin düşman
tarafından işgali ile I. Dünya Savaşı’nın düşmeyen son kalesi de düştü, Savaş
resmen bütün cephelerde resmen sona erdi.
Fahreddin Paşa’nın teslim edilmesinden sonra, 13 Ocak’ta Bir-i Derviş’e ulaşan Adalet Bakanı Miralay Haydar Bey ve Miralay Ahmet Lütfi Bey, Fahreddin Paşa’ya, Sultan tarafından imzalanmış, Medine’nin teslimini emreden
iradeyi verdiler. Teslim aldıktan sonra İngilizler Fahreddin Paşa’yı sorgulamak
istediler fakat istedikleri cevapları alamadılar. Fahreddin Paşa özellikle, İbni
Suud ve Kasım ile olan ilişkisi hakkında Albay Basett’e herhangi bir bilgi vermeyi reddetti. Fahreddin Paşa’nın tuttuğu harp ceridelerini didik didik inceleyen Arap Bürosuna bağlı İngiliz istihbaratı, Paşa’nın istihbarat çalışmaları için
ödeme yaptığı kişileri belirleyerek bir cetvel hâlinde Şerif Hüseyin’e iletti.29
Hüseyin’in, daha önce muhaliflerine karşı acımasız gaddar tutumu dikkate
alındığında Fahreddin Paşa’ya yardım eden Osmanlı’ya sadık Arapların başına
gelecekleri tahmin etmek zor değildir.
Fahreddin Paşa, esir düştüğünde hastaydı, sürekli öksürüyordu. Bu nedenle bir
doktora muayene ettirildi ve Süveyş yolu ile Mısır’a gönderildi. 28 Ocak’ta Kahire’ye ulaşarak buradaki Türk savaş esirlerinin arasına katıldı.30 Mısır’daki esir
kampında altı ay tutulduktan sonra, sözde bir suçlamayla savaş suçlusu olarak
Malta’ya götürüldü. İngiliz Hükûmeti, Medine’de bükemediği bileği Malta’da
bükmeye kararlıydı. Fahreddin Paşa Malta’da Fort Salvatore kışlasında iki yıl
tutuklu kaldıktan sonra yurda döndü. Mustafa Kemal Paşa, karşılaştıklarında
28 Kıcıman, age., s. 478.
29 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
30 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
İngiliz Belgelerinde Medine’nin Teslimi ve Fahreddin Paşa 177
Fahreddin Paşa’yı “… adını tarihe altın kalemle yazdırmış dostum” diyerek kucaklamıştır.31
Fahreddin Paşa’nın teslim edilmesinden önce, 7 Ocak’ta, İngiliz Yüzbaşı Garland ile Albay Ali Necip Bey başkanlığında Bir-i Derviş’te varılan uzlaşıya
göre Medine’nin boşaltılması kararlaştırılmıştı. İlk olarak Medine’deki bütün
savaş esiri Türk askerlerinin develerle Yenbo’ya nakledilmesine karar verildi.
Türk askerleri biner kişilik gruplar halinde 10 Ocak ile 13 Şubat arasındaki
tarihlerde kısım kısım Yenbo’ya nakledildi. Nakil esnasında asi bedeviler silahsız Türk askerlerini yol boyunca soydular. İngiliz Yüzbaşı Garland’ın ifadesiyle
“askerlerin büyük kısmı Yenbo’ya ulaştığında üstlerinde sadece donları ve atletleri kalmıştı”.32 Asiler, bir keresinde bir subayın altın dişlerini bile sökmüştü.
Türk askerlerine yapılan bu insanlık dışı muamele gerek Dr. Şevket Bey’in
günlüklerinde gerekse de Yenbo’daki İngiliz Yüzbaşı Garland’ın raporlarında
açıkça yazılıdır.33 Çöl kışının dondurucu soğuğunda, elbiseleri, battaniyeleri,
çadırları asi bedeviler tarafından soyularak, yola don gömlek devam etmek zorunda kalan Türk askerlerinin bir kısmı da bu yüzden Yenbo’ya varamadan
hayatını kaybetmiştir.
Abdullah hatıratında, “Türk askerleri büyük bir dikkatle sahile [Yenbo’ya] taşındılar ve bütün askerler rahat ve huzur içinde gittiler” demektedir.34 Oysa,
yukarıdaki raporlar yol boyu askerlere yapılan muameleyi ve Abdullah’ın hatıratında gerçekleri nasıl çarpıttığını açıkça göstermektedir.
Ateşkes imzalandığında Hicaz Seferi Kuvveti’nin Tebük ile Medine arasındaki toplam kuvvet sayısı, 550 subay, 11.000 asker ve 53 görevliden oluşuyordu. Bu kuvvetin 491 subay ve 7.545 askerden oluşan kısmı Mısır’daki esir
kamplarına gönderildi. İspanyol nezlesi ve diğer hastalıklar nedeniyle, Aralık
ayında 850 asker hayatını kaybetmişti, Medine boşaltılmadan önce 200 asker
daha bu nedenle hayatını kaybetti. 100 asker Yenbo’ya nakil esnasında hayatını
kaybetti. Medine’den hareket edemeyecek kadar hasta olduklarından 300 asker
31 BDHTH-ATASE IV, 1979. s. 387-388; İzzettin Çopur, “Hicaz, Filistin ve Suriye Cephesinde
Arap Ayaklanması, Bu Ayaklanmada İngiliz Lawrence’in Rolü”, Stratejik Araştırma ve Etüt Bülteni, Genelkurmay ATASE Yay., S.1, Y.1, Eylül 2001, Ankara 2001. s. 213.
32 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
33 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
34 Kral Abdullah, age., s. 144.
178 İsmail Köse
şehirdeki hastanede kaldı. Su işlerinden sorumlu 130 asker de Medine de bırakıldı. 1.000 Suriyeli ve Iraklı askerin 750’den fazlası gönüllü olarak Medine
ve çevresinde kaldı.35
Hilali Ahmer temsilcisi Feridun Kandemir’in ve İstihbarat Subayı Naci Kaşif Kıcıman’ın kaydına göre Medine’den ayrılan Türk birlikleri tarafından
Araplara; yaklaşık 30.000 mavzer tüfek, çok miktarda piyade ve makineli tüfek kurşunu (yaklaşık 1.000.000), iki batarya, 7.7’lik sahra, üç batarya, 7.5’lik
kudretli cebel, bir batarya 10.5’lik adi obüs, iki adet 7.5’lik şınayder, yirmi iki
adet 8.7’lik mantelli sahra, dört adet cebel, dört adet fitilli cebel topu, sekiz
adet mordanfield, yetmiş beş adet maksim ve svartveze makineli tüfek, seksen
bin top mermisi, bir adet telsiz telgraf istasyonu, dört adet sahra telsiz telgraf
cihazı, on iki adet batarya dürbünü, topoğraf alet ve edevatı, elektrikhane, imalathane, demiryolu lokomotif vagonları, 2 binek otomobil, uçak hangarı, bir
milyon kilo hurma, hastane, ilaç ve birkaç yük ve binek hayvanı bırakılmıştır.36
İngiliz istihbaratı, savaş esirleri arasında bulunan Dr. Şevket Bey’in de günlüğüne el koyarak, günlüğü tercüme etmiştir. Dr. Şevket Bey’in günlüğünde
Hüseyin, “Lanetli iş birlikçi Hüseyin, Müslüman maskeli bir İngiliz” olarak
kaydedilmiştir.37
Türk birliklerinin Medine’yi boşaltmasından sonra asiler kontrolsüz bir şekilde şehre doluşarak şehri bir uçtan diğer uca yağmaladılar. Şehre ilk olarak Abdullah girdi ve daha sonra Ali geldi. Ali ve Abdullah idaresindeki asi
bedeviler, Medine’deki siviller Şam’a nakledilirken Türk askerleri tarafından
mühürlenmiş olan 4.800 evin kapılarını kırarak götürebildikleri her şeyi yağmaladılar. Durum raporları, yağmalamaya Hüseyin’in emrindeki asi şeflerinin
de yardımcı olduğunu göstermektedir. Bedevilerin ve asilerin yağmacılığı o kadar büyük boyuttaydı ki, şehirdeki durum, raporlarda şu şekilde yer almaktadır;
“Medine halkı on iki günlük Arap işgali esnasında, iki yıllık Türk idaresinin
[yokluk ve kıtlık günlerinde gördüğünden] çok daha büyük bir zarara uğradı”.
Sadece bir evden sekiz deve yükü malzeme yağmalandığı raporlar arasında yer
almaktadır.38
35 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
36 Kandemir, age., s. 190; Kıcıman, age., s. 496-497.
37 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
38 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
İngiliz Belgelerinde Medine’nin Teslimi ve Fahreddin Paşa 179
Yağmacı asiler daha sonra, Medine’deki tahribattan Fahreddin Paşa’yı sorumlu
tutmuşlardır. İddialara göre; “Fahreddin Paşa kutsal mekânlara zarar vermiş,
sivil halka ait olan malları müsadere etmiş ve devlete ait olmayan fonlara el
koymuştu”. Bunun üzerine İngilizler Miralay Sadık Yahya Bey’i durum tespiti
yapmak için Medine’ye gönderdiler. Miralay Sadık Yahya Bey, Fahreddin Paşa’nın bir kıymet tespit komisyonu kurduğunu ve şehri savunmak için kamulaştırdığı tüm malların parasını bu komisyonun raporu doğrultusunda ödediğini, parasını ödeyemediği birkaç mülkün sahiplerine savaştan sonra ödenmek
üzere taahhütname verdiğini, Arap işgalinden sonra şehrin bir uçtan diğer
uca yağmalandığını, Arap subayların yağmaya aktif olarak katıldığını, kıymet
komisyonunun takdiri dışında kesinlikle hiçbir sivil mülke el konulmadığını,
yapılan tüm işlemlerin kaydının tutulduğunu, şehir etrafındaki muhasara dayanılmaz hâle geldiğinde Paşa’nın sivil halkın Suriye’ye gitmesini istediğini ve
gidenlerin mülklerini mühürleyerek koruma altına aldığını, ihtiyaç duyularak
dükkân ya da evlerden alınan malzemelerin paralarının ödendiğini ve listesinin
yapıldığını, kutsal mekânların çok iyi durumda olduğunu, konuştuğu Medine
halkının Türk idaresinden memnun olduklarını söylediklerini, Şerif ’e karşı bir
korku ve hoşnutsuzluk olduğunu, Medine halkının buğday ya da hurma tarlalarına zarar verilmediğini sadece düşmanla iş birliği yapan El Avali kabilesinin
su kuyularının doldurulduğunu ve dayanılmaz kuşatmaya rağmen sivil halkın
zarar görmemesine dikkat edildiğini…rapor etti.39
Arap İsyanı, Orta Doğu’daki İngiliz egemenliği yolundaki kilometre taşlarından birisi, belki de en önemlisidir. Şerif Hüseyin ve oğulları hırslarının, Urban
ile Arap asiler ise aç gözlülüklerinin kurbanları olarak isyan süresince İngilizler
tarafından kullanılmışlardır. İsyana, Fransa da destek vermiştir. Buna karşın
isyanın amiral gemisi Kahire’deki Müstemleke İdaresi ile Cidde’deki İngiliz
temsilciliğidir.
İngilizler ile Hüseyin’in tertiplediği Arap İsyanı sayesinde: 1. En kritik anda üç
Türk tümeninin Hicaz’da meşgul olarak, Mezopotamya ve Filistin cephelerini
zayıflatmasına neden olmuştur, 2. İngilizlerle anlaşan Hüseyin’in Cihat ilanına
destek vermemesi, bu ilandan netice alınamamasına neden olmuştur, 3. İsyan
ile Stotzingen misyonu engellenerek, İngilizlerin Orta Doğu ve Afrika’daki
egemenlikleri tartışmasız hâle gelmiştir, 4. İsyan ile Filistin ve Bağdat’ın işga39 Arab Bulletin, November 1918-January 1919.
180 İsmail Köse
linin önü açılmış, Suriye’deki IV. Ordu’nun yenilmesi sağlanmıştır, 5. İsyan ile
İngiliz İmparatorluğu Orta Doğu’da tartışmasız bir üstünlük elde etmiştir, 6.
İsyan ile İsrail Devleti’nin ilk temelleri atılmıştır, 7. İsyan ile Orta Doğu’daki
harita yeniden çizilmiş, kanlı sınır, mezhep, kabile savaşlarıyla, diktatörlük idarelerinin son bulmayacağı bir sarmal savrulması yaşanmıştır. İsyan sonrasında
İngilizler bu sefer kendilerine sürekli geçmiş taahhütleri hatırlatan Şerif Hüseyin’i Vehhâbi İbni Suud delaletiyle tasfiye sürecini başlatmışlardır.40
Sonuç
Arap İsyanı, İngiltere’nin Mısır Müstemleke İdaresi tarafından sabırlı ve hassas diplomasisi ile planmış, Şerif Hüseyin gibi kendini “kurnaz” zanneden bir
hırs kurbanının milliyetçilik akımlarının sihrini kapılmış yerel halkın desteği
sayesinde başarıya ulaşmıştır. İsyan başarıya ulaşmasaydı, Savaş döneminde
Hüseyin ve oğullarının işlemiş olduğu ihanet sucunun cezası, dünyanın her
yerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de idamla sonuçlanacaktı. Yaygın
görüşün aksine, Arap halkının tamamı Hüseyin’e destek vermemiş, Arap askerlerin az bir kısmı Osmanlı orduları saflarında çarpışmaya devam etmişlerdir. Bununla birlikte Arap asker ve subayların önemli kısmı fırsat bulduklarında Osmanlı Ordusu’ndan firar etmişlerdir.
İsyanın en zorlu cephesi ve düşmeyen son kalesi Medine’dir. Hicaz’daki birliklere komuta eden Galip Paşa’nın (Korgeneral Pasinler) zamanında yeterli
tedbirleri almakta gösterdiği tereddüdün aksine Fahreddin Paşa ilk günden
asilere karşı etkili bir şekilde karşı koymuş, çarpışmaları Medine’nin dışında
karşılayan bir strateji belirlemiştir. Benzer anlayış ve komuta becerisi Galip
Paşa tarafından da gösterilebilseydi, Şerif Hüseyin liderliğindeki isyanın kısa
sürede bütün Hicaz’a yayılması mümkün olamazdı.
Fahreddin Paşa’nın komutasında bayraklaşan Medine Müdafaası, bütün yokluk ve imkânsızlıklara rağmen yetkin bir komutanın nasıl askerî anlamda başarılı olabileceğine güzel bir örnektir. Yine Fahreddin Paşa’nın birbirine düşman
Arap kabilelerini yekdiğerine karşı ustalıkla kullanabilmesi, tren yolunu 1918
yılı başına kadar açık tutabilmesi tarihte kayda geçirilmesi gerekli başarılar
arasındadır.
40 Bk. İsmail Köse, Büyük Oyun’un Küçük Aktörü Şerif Hüseyin, Kronik Yayınları, İstanbul 2018.
İngiliz Belgelerinde Medine’nin Teslimi ve Fahreddin Paşa 181
Medine Müdafaası sürerken, Savaşın son aylarında, 1918 yılı başında Şerif
Hüseyin ile Suudlar arasındaki anlaşmazlıklar yeniden alevlenmeye başlamıştır. İngiltere iki ezeli düşman kabile arasında arabuluculuk yaparak I. Dünya
Savaşı sonuçlanmadan kendisine sorun çıkarabilme potansiyeline sahip olası
bir kabile çatışmasını engellemiştir. Şerif Hüseyin isyan ederken bütün Arapların kendi hanedan yönetimi altında toplandığı bir Arap Krallığı düşlemiştir. Medine’nin işgaliyle Arapların kralı olacağını umuyordu. Bu boş hayale
kendisini o kadar kaptırmıştı ki, böyle bir şeyin imkânsızlığını düşünmek bile
istemiyordu. Nitekim Medine düştükten sonra Şerif Hüseyin’in de prestiji ve
gücü hızla düşmüş, Vahhabi Suudlar Yarımada’ya hâkim olmuşlardır.
182 İsmail Köse
Kaynaklar
Arşiv Belgeleri
Arab Bulletin, Nos. 104, 105 and 106, Excerpts relating to advance of Faisal’s
Northern Army to Damascus, September-October 1918.
Arab Bulletin, Nos. 108-110, Excerpts on discontent in Arab army and on siege, fall and evacuation of Medina, November 1918-January 1919.
Arab Bulletin, No. 72, Report entitled The Problem of Medina, December
1917.
FO 686/34, Colonel Wilson, Jeddah to Director of Arab Bureau, Cairo, with
one of enclosures (letter from King Hussein) 28-29 March 1917.
FO 686/36, Colonel Wilson, Jeddah to Director of Arab Bureau, Cairo enclosing extract from his letter to King Hussein and latter’s replay, 12 October
1917.
FO 686/40, Letter from Colonel Wilson to King Hussein, 30 December 1918.
The Times, “Fall of the Medina”, January 17, 1919.
Araştırma ve İnceleme Eserler
Çopur, İzzettin, “Hicaz, Filistin ve Suriye Cephesinde Arap Ayaklanması, Bu
Ayaklanmada İngiliz Lawrence’in Rolü”, Stratejik Araştırma ve Etüt Bülteni,
Genelkurmay ATASE Yay., S.1, Y.1, Eylül 2001, Ankara 2001. s. 197-237.
Erim, Nihat, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, Mondros Mütarekenamesi, TTK Yayınları, Ankara 1953.
Köse, İsmail, Büyük Oyun’un Küçük Aktörü Şerif Hüseyin, Kronik Yayınları, İstanbul 2018.
Köse, İsmail, İngiliz Arşiv Belgelerinde Arap İsyanı, 2. Baskı, Kronik Yayınları,
İstanbul 2018.
Naci Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası Hicaz Bizden Neden Ayrıldı?, Sebil Yayınevi, İstanbul 1971.
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi (BDHTH)-ATASE IV, 1979.
.
|
| Bugün 19 ziyaretçi (401 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|