 |
|
|
 |
 |
| ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Suriye devrimi en kritik safhada!..
12 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme: 12 Aralık 2024 00:45
Altmış bir senelik zulüm, baskı, işkence ve vahşet, yüz binlerce insanın hayatını söndürürken, zalim rejimin kendisini de içinden çürüterek yıktı. Suriye halkı büyük bir imtihanla yüz yüze ve bunu kazanmak zorunda...
Türkiye jeo-stratejik etkisiyle, Suriye devriminin en büyük yönlendirici gücü oldu… “İçimizdeki İrlandalılar” bundan dolayı şiddetli karın ağrısı çekiyor ama beyhude! Yabancı medya organları şu sıralarda önemli şeyler yazıyor. Türkiye’nin Suriye’de oynadığı rolün önemini ve bunun muhtemel neticelerini inceden inceye analiz ediyorlar. Evet, Türkiye’nin jeopolitik konumu bu rolü oynamayı mecburi kılıyor… Ve Türkiye bunun gereğini tam manasıyla ortaya koyduğu gün, ‘en büyük kazanan’ olma noktasında gayet rahat olacak. O sebeple, hâlihazırda önümüze gelen fırsatın kıymetini çok iyi idrak etmek durumundayız. Devlet aklı da bunun için esas güvencedir elbet. Doğrusu bu hususta her zamankinden daha fazla bir emniyet duyuyoruz. Bakmayın siz muhalefet cenahının basiret mahrumu söylemlerine. Gidişatı iyi takip edenler, muhalefetin ne kadar gülünç duruma düştüğünü görüyor ve katıla katıla gülüyorlar! Bakar mısınız, Esad denen zalim diktatör, çoktan tabanları yağlayıp kaçmış; ama birileri hâlâ durmayın, acele edin onunla görüşün diyor? Kim diyor? Ana muhalefet lideri!.. Yardımcısı ise soyadından anlaşılacağı üzere, ondan fersah fersah ötede bir uzman! Doğru tahmin ettiniz, Prof. Dr. İlhan Uzgel’den, CHP’nin dış politikadan sorumlu genel başkan yardımcısından bahsediyoruz. Dış politika ve çıkar konularında kitap da yazmış. Ne diyor peki? “Esad görüşmeyi kabul etmedi diye Halep’i mi almak gerekiyordu?..” Eh, fazla söze hacet yok. Çünkü sözün bittiği yer burası olsa gerek. Velakin bu hiç şaşırtıcı bir şey değil. Çünkü CHP’nin tarihinde buna benzer politik körlük manzaraları oldukça fazla. En yaşlı parti olmanın yanında, en fazla çelişki ve vizyonsuzluğa sahip olmak da az mesele değil hani!
Asıl konumuza dönersek, 78 yıllık bağımsızlık tarihinin belki de en büyük fırsatını yakalamış olan Suriye halkının, çok kısa zamanda ve pek çokları için sürpriz olan bu devrimi sonuna kadar isabetli şekilde götürmesi şart! İnşallah bu imtihanı başarıyla atlatır. Şurası muhakkak ki, bugüne kadar Orta Doğu ülkelerinin zenginliklerine çöken emperyalist çevreler, her zamanki gibi alesta bekliyor. Çünkü bu bölgedeki zenginlikleri sömürmek için zayıf ve başarısız devletlere ihtiyaç var. Irak’ı, Libya’yı, Sudan’ı bunun için böldüler. Suriye için de aynı plan devrede… Şayet buna fırsat verilirse, Orta Doğu ve Kuzey Afrika, on yıllar sürecek yeni felaketlere düçar olabilir. O yüzden Suriye için bu safha çok kritik. Ve bu safhada Türkiye’nin üstleneceği rol çok çok önemli. Suriye’de zalim rejimi yıkmayı başaran muhalifler, 2011 yılında Türkiye’nin bütün iyiniyetli yardım çağrılarına kulak tıkayan zalim rejimin düştüğü hatayı iyi tahlil etmeli… Ve Rusya’nın, İran’ın ve ABD’nin 2011’den bugüne kadar yaptıklarını ve yapmak isteyip de yapamadıklarını da çok iyi tahkik etmeli. Rus siyaset ve fikir dünyasının önemli isimlerinden olan Aleksandr Dugin’in, Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a büyük öfke ile yüklenmesinin ne manaya geldiğini iyi bellemek lazım… Keza İran dinî lideri Hamaney’in açıktan ABD ve İsrail’i suçlamakla birlikte, isim vermeden Türkiye’ye gönderme yapmasını dikkate almak önemli. Bunun temelinde asıl gerçekler yatıyor. Ne diyor Cumhurbaşkanı? “Suriye krizine her zaman vicdan odaklı yaklaştık. Sonunda vicdan kazandı… Suriye’nin toprak bütünlüğüne yönelecek her saldırı, Suriye halkıyla birlikte bizi karşısında bulacaktır…” Suriye’nin birlik ve bütünlüğünü, bu denli samimi şekilde savunan başka kaç devlet başkanı var acaba?
İNSANOĞLUNUN CANAVARLAŞMASI; SEDNAYA HAPİSHANESİ…
Suriye devriminin meşruiyetinin en büyük nişanelerinden biri hiç şüphesiz Şam yakınlarındaki Sednaya Hapishanesi'dir… Hapishane kelimesi bu dehşet verici zindanı anlatmaya yetmez! Sednaya şu ana kadar ortaya çıkarılabilen gerçeklere göre, tek kelimeyle insanoğlunun canavarlaştığı yerin adıdır. İnsan havsalasının kavramakta güçlük çektiği zulüm ve işkence metotlarının en vahşileri burada tatbik edilmiş!.. İnsanı iliklerine kadar titreten işkence usulleriyle katledilen zavallı kişilerin cansız bedenlerini pres makineleriyle preslemek ne demektir? İnsanoğlu hangi saiklerle böyle bir canavarlığı sergileyebilir? Esad rejimini deviren Suriye muhalefeti, beynelmilel arenada kendisinin haklı ve meşru mücadelesini, en iyi şeklide Sednaya Hapishanesi ile anlatabilir. O sebeple hiç vakit kaybetmeden, bütün dünyaya yönelik bir anlatım seferberliği başlatılmalı.
ABD’nin Irak’ta, en dehşet verici işkenceleri tatbik ettiği Ebu Gureyb Hapishanesi'ndeki insanlık dışı muameleleri, bir asker tarafından dışarıya sızdırılmasa kimsenin belki de haberi olmayacaktı. Ama kısmen de olsa orada yapılan alçaklıkların gün yüzüne çıkması, Amerika’yı fena hâlde sıkıntıya sokmuştu…
Elli üç yıl süren zalim Esad rejiminin hayatta kalan bütün unsurlarını, millî ve milletlerarası hukuk mercileri karşısında fiilen hesaba çekmek için Sednaya en güçlü dayanak olacaktır… Zalim Beşar kaçarken Suriye halkının hazinesini de beraberinde götürdü. Katilin yardımcısı olan diğer insan kasapları da, kendi kapasiteleri miktarınca aynı şekilde Suriye’nin varlıklarını çalarak kaçtı. Şimdi sıra bunların tek tek yakalanıp adalete teslim edilmeleri. Milletlerarası kuruluşlar, Sednaya kayıtlarına göre hiç tereddüt etmeden, harekete geçmeli ve insanlık suçu işlemiş bütün canilere dünyayı dar etmeli…
Son söz; bunca zulmün faili olan Esad ve şürekâsını hâlâ savunmak gibi bir kepazelik ve rezilliğin mücrimi olmaktan utanmayan eblehler de, onlarla insanlık dışı çukurda debelensinler. İla cehenneme zümera!..
Ne Kandil, ne Sincar, ne Ayn el-Arab…
9 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme: 9 Ocak 2025 02:00
Bölücü terör örgütü PKK/YPG, artık duvara dayandığını görüyor ancak bunu kabullenmek istemiyor!.. ABD’ye, İsrail’e, İran’a, Fransa ve Almanya’ya ve diğerlerine imdat çağrılarıyla hayatta kalmaya çalışıyor.
TERÖRSÜZ TÜRKİYE hedefi için atılan ve atılacak olan adımları hâlâ tam olarak anlamayan veya anlamak istemeyenler var… Hâlbuki, en başından beri söylenen şudur: Ortada bir müzakere ve pazarlık süreci yoktur ve bundan sonra olması da söz konusu değildir. Peki, söz konusu olan nedir? Evet, bunu nihai neticesiyle değerlendirmek gerekiyor: Terör belasının kökünden ve kalıcı biçimde ortadan kaldırılmasıdır. Bunun için de bölücü terör örgütünün, kayıtsız şartsız olarak silah bırakıp, kendisini feshetmesidir. Meselenin özü, önü-arkası bundan ibarettir. Ama bazıları bunu ya tam anlamamış veya anlamak istemiyor… Birinci şıkka örnek İyi Parti’nin verdiği tepkidir. Ortada olmayan bir şeyi varmış gibi görüp, onun üzerinden tarihî olaylara da gönderme yaparak sözde bir ihanet projesi üretmek şeklinde özetlenebilecek bahse konu tepki, sadece Cumhur İttifakı'nı değil, Millet Meclisi'nde temsil edilen diğer siyasi partileri de pekâlâ itham altında bırakmaya yönelik bir çıkıştır. PKK Elebaşı Öcalan ile görüşen DEM Parti heyetinin bilgilendirme temaslarını, bir pazarlık süreci olarak sunup, bu vadide görüşmeyi kabul edenleri de “Cumhuriyet Düşmanları” parantezine almış oluyor. Musavat Dervişoğlu, parti grup konuşmasında Beştepe-Balgat-İmralı üçgeninden bahsetti, velakin Türkiye’nin üniter yapısını bozmaya dönük ve ona göre ihanet projesi olan yeni paradigmayı görüşmek suretiyle, diğer partiler de aynı suça iştirak etmiş bulunuyor.
Dervişoğlu’nun “onursuz siyaset” diye çok ağır ifadelerle nitelendirmeye kalktığı temas trafiği, İyi Parti’ye göre yukarıda işaret edilen suçlamalar için bir müzakere oluyor… Burada Dervişoğlu ve partisi, DEM Parti heyetine kapı kapatmakla sözde müzakere ve ihanet projesine alet olmaktan kurtulmuş oluyor! Evet, İyi Parti’nin ortaya koyduğu tepki, bu derece sathi ve hamaset yüklü bir tavırdır. Elbette bu kendilerinin bir politik tercihidir. Bunun ülkeye fayda veya zararı da yine İyi Parti’ye sonuç olarak yansıyacaktır. Kurulduğu günden beri sancılı olan, daha ilk günden ciddi kopuşlara maruz kalan, 2023 seçimlerinde bu parti listesinden seçilen vekillerin neredeyse yarısının ayrılmış bulunduğu İyi Parti'nin siyaseten ciddi bir yalpalama içinde olduğu meydanda. Acaba bu keskin çıkışla tersi yönde bir rüzgâr estirebilir mi?!..
İkinci olarak, Terörsüz Türkiye hedefini hâlâ eski davranış biçimiyle karşılamak isteyen DEM Parti içindeki bir grup, kalburla su taşımaya çalışıyor! DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları kendince sivri çıkışlar yaparak, yükselen dalganın karşısında durmaya çalışıyor. Her seferinde baltayı taşa vuruyor tabii. Hatimoğulları ve onun gibi düşünen gerek siyasetçi gerek terör örgütüyle ilişkili her kimse, şunu artık iyice anlamalı: Bölücü terör örgütü için deniz bitmiştir... Teröre dayalı bir siyaset anlayışının hâlâ daha sürdürülmesi beyhudedir. Zamanın ruhunu doğru okuyamamaktır. Ortaya çıkmış bulunan yeni bölgesel ve küresel şartları ve getireceği sonuçları anlayamamaktır…
Türkiye topraklarında, Irak’ta Suriye’de bölücü terör faaliyetleriyle bir yere varılamayacağını anlamamakta ısrar edenler, neticesine de katlanacaktır.
Ne Kandil, ne Sincar, Ne Ayn el-Arab ne de Kamışlı veya başka bir yer. PKK/YPG için yolun sonu görünüyor. Dolayısıyla ABD’ye, İsrail’e, İran’a, Fransa’ya, Almanya’ya; Belçika veya Hollanda’ya yahut Yunanistan’a bel bağlayıp yanlışta ısrar etmek, Örgütün tükenişini hızlandırmaktan başka sonuç vermeyecektir. Menfaati öne çıktığı vakit, değil terör örgütlerini, devletleri bile çatır çatır satan Amerika’nın koltuğu altında yaşayacağını zanneden bölücü örgüt korkunç bir hatada ısrar ediyor. Başta Çad, Nijer ve Mali olmak üzere Afrika kıtasının bir düzineden fazla ülkesinden resmen kovulmakta olan Fransa mı PKK/YPG’yi himaye edecek? Unutmasınlar ki, Fransa Başkanı Macron ile Almanya Başbakanı Scholz siyaseten dibe vurmuş durumda. Fransa’ya başbakan dayanmıyor. Almanya erken seçimde bambaşka bir tablo ile yüz yüze kalabilir… İran’a gelince, içeride ve dışarıda sayısız büyük problemle karşı karşıya ve çözüm için bir varlık ortaya koyamıyor. İsrail ise gırtlağına kadar batmış olduğu soykırım ve katliam cürümlerinin kan gölü içinde debeleniyor. Çok geçmeden uluslararası sistemin değişen dengeleriyle yüzleşmekten kaçamayacaktır. Yani terör örgütünün güvendiği dağlara kar yağıyor. Bunu görmemek körlüktür…
Diğer taraftan Türkiye, terör belasını artık tarihe gömmek için gerekli hazırlığı yapmış bulunmaktadır. Türkiye’nin bu kararlılığını en başta terör örgütü elebaşları görmelidir. Yapılan ikazlar çok ciddidir. Yani öyle bir kulaktan girip diğerinden çıkacak cinsten değildir. Devlet bunu suhuletle yapmayı tercih ediyor. Bunun için de oldukça sabırlı davranıyor. Velakin birileri bunu istismar etmeye kalkarsa da o zaman “kadife eldiven içindeki demir yumruk” tepelerine inecektir. Bu kadar açık ve net. Terör elebaşları için son şans. Ne Trump’a, ne Bafıl Talabani’ye ne de Emmanuel Macron’a bel bağlamasınlar. Sonları felaket olur!..
2024 yılına çok şey sığdı…
11 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme: 10 Ocak 2025 22:06
Tarihin akışında her senenin, içinde barındırdığı hadiseler sebebiyle kendine göre bir önemi ve özelliği vardır... 2024 yılında, başka hiçbir şey yaşanmasa dahi, Suriye’deki zalim rejimin yıkılmış olması tek başına yeter!
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, 2024 yılı dış politika değerlendirme toplantısında, telaffuz ettiği şu cümlenin altını kalın bir çizgi ile çizelim: “2024’ü özel kılan şüphesiz Suriye’de yaşanan gelişme…” Evet, başka hiçbir şey olmasa bile, 2024’ün bitiminde; Suriye’de altmış bir yıl boyunca milyonlarca insanın kanına giren, Baas rejimi ve Esad ailesinin 54 yıllık diktasının sadece on iki gün zarfında hâk ile yeksan olması, Fidan'ın sözünü tasdik ediyor! Gerçekten 2024’ü özel kılan bu tarihî gelişmedir ve Suriye’de Fidan’ın ifade ettiği üzere yeni bir hikâye başlıyor. Suriye halkı yeni bir hikâye ile karşı karşıya. Dileriz altmış bir yıllık karanlık dönemin sonrasında, Suriyeli kardeşlerimiz için yepyeni ve aydınlık bir devir hüküm sürer… Suriye halkının zalim rejimden kurtulmasının üzerinden sadece bir ay geçti. Bu bir ay zarfında, Suriye coğrafyasındaki zorlu hayat şartları ve kanlı rejimin geride bıraktığı enkaz içinde, devam ettirilmeye çalışılan hayatlar, her şeye rağmen çok neşeli ve ümit verici. Haberlerde izliyoruz, Şam’da Emevi Meydanı'nda; Halep’te, düne kadar bölücü terör örgütünün kâbus gibi insanların tepesine çökmüş olduğu Membiç’te, artık korku ve endişe yerine ileriye dönük ümit ve sevinç dalgaları yayılıyor. Bakan Fidan 2025 yılında da önceliğin Suriye olacağını duyurdu ve Türkiye’nin bu vadide harekete geçtiğini ifade etti. “Türkiye’nin dış politikasındaki ana eksenin refah ve barış olduğuna” dikkat çeken Fidan; “2011’den beri sürdürdüğümüz politikamızda hakkı, adaleti savunduk. Bugün tarihin doğru tarafında yer almanın haklı gururunu yaşıyoruz” derken, hâlâ daha doğru tarafın hangisi olduğu konusunda, kafası karışık durumdaki muhalefete de gerekli göndermeyi yapıyordu… AK Parti’nin Denizli İl Kongresinde konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan da, aynı minvalde, Halep Kalesi'nde dalgalanan Türk bayrağından CHP’nin niye rahatsızlık duyduğunu soruyordu… Halep Kalesi burcuna asılan Türk bayrağından rahatsız olan bir diğer siyasi adres de DEM Parti idi. CHP’nin yolunun kimle ve nerede kesiştiği yeterince dikkat çekici değil mi?
“Suriye sahasının terörden arındırılması 2025’in temel faaliyeti olacaktır” diyen Fidan, sınırda sözüm ona ‘Rojava için nöbet tutmaya’ devam eden DEM Parti’nin eş genel başkanı Tülay Hatimoğulları ve şürekâsının yarasına bir nevi tuz basıyordu! Sayın Fidan, terörle en etkili mücadeleyi Türkiye’nin yaptığını, bu konuda kararlı olduğunu ve bölgedeki terör örgütleri için yolun sonuna gelindiğini üzerine basa basa tekrar ilan ederken, birileri hâlâ daha Suriye’nin Kuzeydoğusunda farklı arayışlar içinde. Bir gün ABD’ye bir gün onun arkasına sığınan Fransa’ya yalvararak, sınıra asker gönderilmesini istiyor terör örgütü. PKK/YPG’nin sözde dış ilişkiler sorumlusu İlham Ahmet, bölgesel ve küresel güçlerin himayesini sağlamaya çalışıyor. Daha önce Fransa’dan “Buçuk ülke” diye bahseden Hakan Fidan, dünkü basın toplantısında, açık açık Fransa’yı Amerika’nın arkasına sığınmakla itham etti ve bu ülkeyi ciddiye almadıklarını belirtti. Dışişleri Bakanının bu okkalı sözü, Elize Sarayı'nın duvarlarında fena hâlde yankılanmıştır elbet… Kendi içinde bin türlü sıkıntıyla yüz yüze bulunan Almanya ve Fransa, bir de hâlâ PKK/YPG terör örgütünü arkalamaya çalışıyor. Nafile çabalar bunlar… “Terörsüz Türkiye hedefi Allah’ın izniyle gerçekleştirilecektir.”
Evet, 2024 yılının en çarpıcı gelişmesi Suriye’deki kanlı rejimin yıkılması ve bunun son Firavunu olan Beşar Esad’ın kuyruğunu kıstırıp Rusya’ya kaçmasıdır. Lakin 2024’te başka çok önemli ve yakıcı hadiseler de cereyan etti… En başta, 7 Ekim 2023’te başlayan İsrail katliam ve soykırımı, 2024’te de hız kesmeden devam etti. Ne yazık ki, dünya bu vahşeti seyretmekten başka bir şey yapmadı! Ve Gazze halkından çoğu çocuk ve kadın olmak üzere elli bine yakın insan katledildi. Gerçek rakamın bunun çok üzerinde olduğu belirtiliyor. Çünkü binlerce kayıp kişi var. Yüz bin kişiden fazla insan da, Siyonist terörist İsrail devletinin; ABD, Almanya ve başka Batı ülkelerinden aldığı korkunç bombalarıyla, kolu bacağı kopmuş, vücudunun her tarafı şarapnel parçalarıyla şerha şerha yarılmış vaziyette ölümcül raddede yaralı. İşin daha da korkunç tarafı, terörist İsrail, bu yaralıların tedavisini yapmaya çalışacak hiçbir hastane de bırakılmadı. İnsanlık tarihinin daha önce hiç görmediği bu vahşetin başyardımcısı ve iştirakçisi, şüphesiz başkanlık koltuğunda son günlerini doldurmaya çalışan Joe Biden'dır!.. İktidarının son günlerinde iki şey yaptı bu mental olarak bunalmış olan kişi. Çeşitli suçlara karışmış olan oğlunu affederek, kanun yolunun önünü tıkadı. Bir de İsrail’e verdikleri yetmiyormuş gibi sekiz milyar dolarlık bir askerî yardım paketi daha sundu. Joe Biden Rusya-Ukrayna savaşını körükleyerek, bir dünya savaşına kapı aralayabilecek şeytani hareketin baş muharriki oldu. Bununla övünebilir. Bir de gönüllü Siyonist olarak İsrail’in Gazze’deki soykırımına arka çıkmasının günahını sırtında taşıyabilir. Bu karnesiyle Biden, insanlık tarihinin kara lekelerinden olan bir devrin önde gelen sorumlusu olarak anılacaktır. Zalimler zulmüyle ve elbette nefretle anılır. Zulüm payidar olmaz. İnanıyoruz ki, Filistin Halkı da Suriyeli kardeşlerimiz gibi, çok uzak olmayan bir gelecekte, Siyonist İsrail ve Amerikan zulmünden kurtulacaktır.
Aile, aile, aile…
14 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme: 13 Ocak 2025 22:44
Ailenin kıymet ve ehemmiyetini anlatan her biri klişeleşmiş sözleri hemen hepimiz biliyoruz… En azından bir kısmını biliyoruz. 2025 yılı Türkiye’de "Aile Yılı" ilan edildi. Demektir ki, yıl boyu aileye dair pek çok şey duyacağız.
“Aile küçük toplum, toplum ise büyük bir aile… Temel ne kadar sağlam atılırsa, bina da o kadar sağlam ve dayanıklı olur. Şahsiyet inşası aile içinde başlar…” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dün Beştepe Külliyesinde; "2025 Aile Yılı" tanıtım programında, konuşmasına bu mühim sözlerle başladı. Daha sonra da, Anayasanın 41. Maddesinin başlangıç cümlesi olan şu ifadeyi hatırlattı: “AİLE TÜRK TOPLUMUNUN TEMELİDİR.” Maddenin devamında, devletin ailenin huzur ve refahı ve özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar diyor. Türkiye’de aile ve sosyal hizmetler bakanlığı epey zamandan beri (2011 yılında Kadın ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak kuruldu) faal… 1982 Anayasası kaleme alınırken, Türkiye’de henüz doğurganlık oranı diye bir problem olmadığı için, tam tersine “aile planlaması” adı altında doğum kontrol çalışmaları revaçta idi! Bazı parametrelere göre 2010 yılına varmadan Türkiye’nin nüfusu 90 milyonu aşacaktı… Ne var ki, bugün ancak seksen beş milyonun üzerine çıkabilmişiz. Daha da tehlikelisi, doğurganlık oranındaki felaket düşüştür!.. Dünya ortalaması 2,52 iken Türkiye’de bu rakam 1,51… Nüfusla ilgili başlıklara biraz sonra gelelim. Ama önce üzerine titrediğimiz ailenin durumuna biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Evet, “Güçlü aile güçlü millettir…” Gelgelelim bugün aileyi tehdit eden o kadar çok çeşitli tehlike var ki! Cumhurbaşkanının dile getirdiği üzere, “Kültür erozyonunun yaşanmasına sebep olan bazı programlar cinsiyetsizliği aşılıyor. Bunların öncelikli hedefi ailedir.” LGBT felaketinin son yıllarda toplumu bir ahtapot gibi nasıl sardığını dehşet içinde izliyoruz. Sayın Erdoğan dünkü konuşmasında yüreklere su serpen şeyler söyledi. Ancak geleceğimizi feci şekilde tehdit eden bu sapkın cereyanın bertaraf edilmesi, yalnızca devlet başkanının gayret ve telkinleriyle yürüyebilecek bir şey değil.
“Türkiye’nin sapkın ideolojilere karşı tavrı nettir. Bundan geri adım olmayacak. Biz aile yapımızı koruyacağız… Küresel cinsiyetsizleştirmeye karşı atacağımız her adım toplumsal bir başarıdır. Bu bizim için hayat memat meselesidir” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, ailenin bizim için beka meselesi olduğuna dikkat çekti. Akabinde ortalama evlenme yaşındaki yükselmeye ve giderek artan boşanma oranlarına işaret ederek karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeyi bir kere daha teyit etti. “Kelimenin tam anlamıyla tuhaf bir zamandan geçiyoruz” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, iş dünyasından medyaya, sinema sektöründen spora kadar her alanda LGBT tasallutuyla ilgili bir nobran gerçeklik yaşandığını hatırlattı. Hâl böyle olunca en fazla örselenen müessese tabii ki aile oluyor. 2023’te evlenme hızı binde 6,63 iken kaba boşanma hızı da 2,01’e çıkmış. Bu ne demek? Her üç evlilikten birinin boşanma ile sona ermesi!.. Ve ne yazık ki evliliklerin ilk beş yılında boşanma oranı daha fazla. Velhasıl toplumun temel taşı olan aile, bugün zannettiğimizden de daha büyük bir tehdit ve tehlike altında. Sağlıklı aile sağlıklı nüfus artışı demek. Yine Cumhurbaşkanının dün seslendirdiği üzere, "nüfusun azalması" aynı zamanda "nüfuzun azalması" manasına geliyor. Bakınız bugün kıta genişliğindeki Rusya’nın en büyük problemi nüfusun azalması değil, düpedüz düşüşüdür. 2000’li yıllarda Batı Avrupa’nın yüz yüze geldiği en büyük problemlerin başında nüfus azalması geliyordu. Mesela bugün nüfusu 83 milyon olan Almanya, göç almadığı takdirde, 2050 yılında 53 milyona düşme tehlikesiyle karşı karşıya. Bütün teşvik programlarına rağmen Batı Avrupa’da nüfus 2050 yılına kadar azalma trendinde seyredecek…
Türkiye için de durum son derece kritik. Cumhurbaşkanı konuşmasında 2007’den beri seslendirdiği “EN AZ ÜÇ ÇOCUK” çağrısının ne kadar haklı olduğunun bugün net biçimde anlaşıldığını, ancak o vakitler birilerinin bu çağrıya karşı bozgunculuk yapmaktan geri durmadığını da hatırlattı. Gelinen noktada işin şakasının olmadığı artık herkes tarafından anlaşılmış olmalı. Düne kadar övündüğümüz genç nüfus yapısı ne yazık ki artık aşınmış durumda. 2023 yılında doğum oranı binde 1,1’e gerilemiş. Nüfusun yenilenme düzeninin yüzde 2,1 olduğunu dikkate aldığımızda, durumun vahameti derhal anlaşılır… İpin ucu iyice kaçmadan bu hayati meselede gerekli çalışmalar yapılmalı. Aksi hâlde telafisi imkânsız durumlarla yüzleşmek kaçınılmaz olur!..
Dün Beştepe Külliyesinde Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan ve gerçekten müjde niteliğinde olan plan ve projelere sahip çıkmak vatandaşlık borcu… Şimdiye kadar uygulanan teşvikler, hem çok cüz’i hem de ülke sathının genelinde uygulanmayan sınırlı meblağlardı. Bu defa getirilen teşvikleri haber metinlerinde teferruatlı olarak incelediğimizde, dikkate değer seviyede ve olumlu düzenlemeler olduğu hemen göze çarpıyor. En az üç çocuk çağrısı yaklaşık yirmi sene önce gündeme geldi, ama ne yazık ki bu çağrıya yeteri kadar kulak verilmedi. Bazı meseleler var ki, gecikmeye ve ihmale asla gelmez. Hem ailenin korunması meselesi hem de nüfusun kendisini yenileyecek seviyede kalması hususu, hiç tartışmasız birer beka meselesi ve en önemli ulusal güvenlik konusudur. Karanlık odakların aileye karşı başlattığı sinsi saldırılar, maalesef on yıllarca fütursuz şekilde devam etti. Ne devlet ne de sivil toplum tarafından gerekli reaksiyon verilmedi, verilemedi. Bunun neticesi de günümüzdeki noktaya tırmandı. Hiç olmazsa bundan sonrası için gerekli sorumluluğu ortaya koyalım. 2025 yılının "Aile Yılı" olması da böylece hak ettiği yeri bulsun...
Askerlik asla disiplinsizliği kaldırmaz!..
4 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme: 4 Şubat 2025 00:52
Disiplinsizlik yapan beş tane teğmenin ve sıralı sicil amirlerinden üç subayın, ordudan ihraç edilmesi hararetle tartışılıyor. Fakat yine yanlış zeminde. Mesele "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganı değil. Nokta!
Hikâyeleri bütün Türkiye’ye mal olan, disiplinsizlik yaptıkları için ordudan ihraç edilen beş tane teğmenin müdafaasına soyunan Cumhuriyet Halk Partisi ve onun paralelinde siyaset yapma iddiasındaki kesimler, her şeyin başına veyahut sonuna bir Atatürkçülük sloganı ekleyerek tezlerini güçlendirmeye çalışıyorlar. Bu artık çok bayatlamış bir yöntem… Fakat CHP ve paraleli düşüncede olanlar her fırsatta Kemalizm ticareti yapmaktan vazgeçemiyor. Çünkü yerine koyacakları başka bir şey yok. Varsa yoksa Kemalizm!.. Üstelik Kemalizm’in içini de iyice boşaltarak sunmaya çalışıyorlar. Dünyadaki bunca gelişmelere karşılık hâlâ daha çoktan geçmişte kalmış, bugün şartlarına cevap vermekten tamamıyla uzak bir ideolojinin güdümünde işi idare etmeye çalışıyorlar. Bir kere şunun altını kalın bir çizgi ile çizelim: İhraç edilen beş teğmen ve amirleri, kesinlikle “Mustafa Kemal’in askerleriyiz…” diye slogan attıkları için değil, disiplinsizlik yaptıkları için ihraç edildi. Şayet öyle olmasa, korsan ant içme törenine katılan yaklaşık dört yüz teğmenin de, aynı cezaya çarptırılması gerekirdi. Dolayısıyla apaçık bir disiplinsizliği güya meşru bir zemine oturtmak için, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganına sarılmak uydurma ve tamamen geçersiz bir taktiktir. Esasen bu yalana sarılanların kendileri de inanmıyorlar. Onun için “Mustafa Kemal hatırına affedilmeleri lazımdı” gibi, aslı astarı olmayan tuhaf bir görüşle ortaya çıkıyorlar. Bu da oluşturmak istedikleri algının ne denli temelsiz olduğunu ortaya koyuyor! İşin gerçeği şudur: Askerlik asla disiplinsizliği kaldırmaz. Disiplin de kanunlara, amirlere ve emirlere mutlak itaati gerektirir. Bunun lamı cimi yoktur. Zaten teğmenler hakkında verilen disiplinsizlik cezası kararında da bu husus bütün yönleriyle irdeleniyor…
Ne yapmış peki tart edilen teğmenler? Mevzuattan çıkarılmış yani yürürlükten kaldırılmış ant içme metnini ısrarla okumak ve korsan bir eyleme imza atmak için tam yedi defa müracaatta bulunmuşlar. Her seferinde de istekleri reddedilmiş… Ama bahse konu teğmenler ısrarlı. Üstleri tarafından her sefer geri çevrilen bu kişiler, âdeta düzene kafa tutmaya kalkışıyor. Ve sonunda korsan eylemi icra ediyor. Kara Harp Okulundan, 2024 yılında 917 öğrenci, teğmen olarak mezun oluyor. Bunlardan yaklaşık dört yüz kişi korsan eyleme katılıyor. Yine bunların içinden 20 kişi daha disiplin cezası alıyor. Ama ihraç derecesinde olmadığı için bu ceza ilk etapta fazla dikkat çekmedi. Korsan eylemde basın mensupları da çağrılıyor.
Kara Harp Okulu dönem birincisi Ebru Eroğlu, yürürlükten kaldırılmış olan metni ezbere okuyarak diğerlerine tekrar ettiriyor… Demek ki baştan sona organize bir hareket ve üzerinde epeyce çalışılmış. Ebru Eroğlu’na bu ekstra ev ödevini kim verdi acaba? Adı geçen teğmenlerin bazı emekli askerlerle de irtibat içinde olduğu tespit edildiğine göre, mesele oldukça ciddi! Yani öyle bazılarının iddia ettiği gibi, üç beş gencin heyecanla giriştiği bir durum değil. Bunun önünde-arkasında tam olarak ne var, herhâlde dört başı mamur bir tahkikat yapıldıktan sonra ihraç cezası verildi. Bazıları TV ekranlarından uçuk-kaçık yorumlar yapıyor, ama kazın ayağı öyle değil.
Bu memlekette harp okulu talebeleri çok defa siyasete alet edildi. Daha önce bu köşede işaret ettik… Bir buçuk asır önce, 1876’da; Sultan Abdülaziz Han’a karşı yapılan darbenin koçbaşı olan Süleyman Paşa, Harbiye Komutanı idi ve darbe eyleminde harp okulu talebelerini kullandı. 63 sene evvel, eski Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir darbe yapmaya kalkıştığında yine harbiye öğrencilerini bu işe alet etti. Ve neticede 1459 tane talebenin istikbalini kararttı. Dememiz o ki, bu konular çok hassas konular. Geçmişte de bunca acı tecrübeler yaşadı bu ülke. İstikbalde çok ciddi riskler getirmesi muhtemel gelişmeler için vaktinde tedbir almak şart… Henüz teğmen rütbesini almışken, kanun ve nizama karşı, bu denli cüretkâr davranmaya teşebbüs eden, hiyerarşiye kafa tutmaya kalkışan birileri böylece meydan okumaya yelteniyorsa, gerekli tedbir hiç gecikmeden alınmak durumunda. Aksi hâlde telafisi imkânsız neticelerin doğması kaçınılmaz olur!.. Bakınız yakın siyasi tarihte bir "dokuz subay hadisesi" de var… 1957 yılında Binbaşı Samet Kuşçu dokuz tane subayın cunta oluşumu içinde olduğunu ilgili mercilere ihbar ediyor. Fakat ne hikmetse cuntacılar değil de Samet Kuşçu cezalandırılıyor! Daha sonra 27 Mayıs 1960 Darbesinde yer alacak olan cuntacı subaylardan sekiz tanesi beraat ederken, Samet Kuşçu, “orduyu isyana teşvik etmekten” ötürü ihraç cezası almış ve hapse atılmıştır… Evet, bazı şeylerin izahı zordur veya hiç yoktur. Esasen çok partili siyasi hayata geçtikten hemen sonra, daha 1952’lerde başlayan cunta faaliyetleri devlet ve hükûmet tarafından gerektiği gibi takip edilmediği için, neticede 27 Mayıs Faciası bu memleketin başına gelmiştir…
Bugün oturduğu yerden ahkâm kesen pek çok akıldâne, yakın siyasi tarihte yaşanan her bir darbe veya darbe teşebbüsünün öncesinde nelerin olup bittiğini zahmet edip okusa belki de farklı düşünecek… Ama bunların bir kısmı her zaman işin kolayına kaçıyor. Kulaktan dolma bir iki yalan yanlış bilginin üzerine Atatürkçülük sosu da döktüler mi, mesele hallolmuş oluyor onların hesabına!.. Velakin fena hâlde yanılıyorlar. Eski çamlar bardak oldu. Öyle hariçten gazel okuyarak, kimse artık bu ülkeye düzen vermeye kalkışamaz.
Filistin Devleti ne yazık ki hep gecikti!..
13 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme: 12 Şubat 2025 21:54
Gazze’de ateşkesi her dakika ihlal eden siyonist İsrail, katliamlara tekrar başlamak için bahane üretiyor… Hamas teşkilatı esir takası anlaşmasını yerine getirirken, Netanyahu çetesi ha bire saldırıyor!
Evet, Filistin devleti ne yazık ki hep gecikti… Hem de en az üç çeyrek asırlık bir gecikme!.. Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünyanın öbür ucundan, Endonezya’dan bir kere daha uluslararası camiaya seslendi: “Gazze huzura kavuşmadan diğer ülkeler istikrara kavuşamaz. 1967 sınırları temelinde, başkenti Doğu Kudüs olan egemen, toprak bütünlüğünü haiz, bir Filistin devletinin kurulması daha fazla geciktirilemez. Bunu aşındıracak her türlü teklif gayrimeşrudur…” Temenni edelim ki, dünya bu haklı çağrıya hakikaten gerektiği gibi kulak versin. Ama hiç de kolay görünmüyor. Böyle olduğu içindir ki, İsrail devletinin kurulduğu günden beri yani 78 yıldan beri, ne acı ki Filistin devletinin kurulması gecikmiş bulunuyor. Bakınız Birleşmiş Milletlerin, Filistin topraklarını taksim kararı ile birlikte aynı gün Yahudiler kendi devletini kurdular. Evet, aynı gün… Çünkü o derecede hazırlıklı idiler. Şöyle ki, siyonizm ideolojisinin aleni şekilde ortaya atıldığı 1860’lı yıllardan beri, Yahudiler hep bu hazırlığı yürütüyordu… Kısacası, siyonistler harekete geçtikten seksen sene sonra yakaladıkları ilk fırsatta, derhâl devletlerini kurarak Filistinlilere ayrılan topraklara da çökmeye başladılar. Bu fecaat hızla gelişirken, Filistinliler ve genel olarak Araplar, maalesef büyük bir dağınıklık ve kafa karışıklığı yaşıyordu. Bu yüzden de doğru kararlar alıp bir türlü hayata geçiremediler. Onlar da bir an evvel devleti kurup, sınırlarını belli edeceklerine; egemenlik alanı kazanacaklarına, İsrail devletini ortadan kaldırma iddiasını seslendirdiler. O günden beri hep yanlış strateji uyguladılar. Ve neticede bugünkü felaket her yönüyle tezahür etti… Bunca zulüm ve katliam ile Filistin topraklarını santimetre santimetre işgal ve ilhak eden siyonistler, son kertede Filistin halkını kendi topraklarından tamamen sürgün edip Büyük İsrail’i kurma çalışmalarını yürütüyor. Bu vaziyet karşısında bile Filistinliler kendi aralarında birlik ve beraberlik sağlayabilmiş değil. Her biri diğerinin ayağını kaydırmaya çalışıyor… Bakar mısınız, on beş ay boyunca; Gazze’de devam eden vahşet karşısında, sözde Filistin Yönetimi ve onun başı olan Mahmut Abbas’tan bir ses çıktı mı? İsrail işte böyle ortamlardan yararlanıp gemi azıya alıyor.
Gelinen noktada diğer Arap devletleri, ABD ve Avrupa’nın baskılarına direnemeyip her türlü tavizi vermek zorunda kalıyor. Petrol ve diğer hidrokarbon rezervlerinden elde edilen trilyonlarca dolarlık gelir hep Batı bankalarına akıyor. Bakar mısınız, Donald Trump, tek bir telefon görüşmesiyle Suudi Arabistan Veliaht Prensi’nden 600 milyar dolarlık yatırım sözü alıyor ve bununla da yetinmiyor. “Bir trilyona yuvarla” diyor ve o da çaresiz kabul ediyor… Bu sadece bir örnek. Beri tarafta Filistin halkı üç çeyrek asırdır bir ekmeğe muhtaç yaşıyor. Filistin otoritesinde görevli olan devlet memurlarının maaşını İsrail veriyor!.. Gerisini hesap ediniz. Nereden baksanız tam bir dram ve çaresizlik. Ama daha fecisi bu felaketten kurtulmak için gerçekçi bir reçetenin hazırlanamaması. Hâl böyle olunca Filistin topraklarına göz diken siyonist ve emperyalistler istediği gibi at koşturuyorlar. Şu hâle bakar mısınız, Donald Trump üç hafta içinde, Gazze ve Batı Şeria için kaç tane abuk sabuk formül ortaya attı? Üstelik Arap devletlerinin bunu kabul etmeye mecbur olduğunu tekrarlayıp duruyor. Ürdün Kralı Abdullah, Washington’a resmî ziyarete bulunduğunda derhâl talebini dayatıyor. Kral Abdullah’ın bu dayatmaya karşı koyacak ne kadar gücü var ki? Ürdün zaten Orta Doğu’nun dizaynında misyon yüklemek için, İngilizler tarafından kurdurulmuş bir devlet… Koskoca Mısır, ABD’nin senelik iki buçuk – üç milyar doları geçmeyen askerî yardımı sebebiyle, âdeta burnundan yakalanmış sürükleniyor!.. Trump ikide bir başlarına kakıyor. “Mısır ve Ürdün’e çok yardımcı oluyoruz” diyor. O yüzden de isteklerimizi geri çeviremezler diyor. Bunları söylerken son derece öz güven içinde. Çünkü karşı tarafın hakikaten direnecek mecali yok! Suudi Arabistan ABD’ye âdeta petrol borusuyla para akıtıyor. Gelgelelim Trump’ın Suud’a ve onun gibi ülkelere de söyleyecek lafı hazır: “Bak bana Kral, biz seni korumazsak, iki aya orada duramazsın!..” Öyle mi, ne hazindir ki öyle.
23 devletli Arap dünyası böyle de, geriye kalan İslam âlemi farklı mı? 7 Ekim olayının hemen başında, Türkiye’nin ısrarlı çağrıları üzerine, ortak gündemle toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi zirvesinden bir netice çıktı mı? Maalesef hayır. Şu ana kadar bu vadide dişe dokunur bir gelişme oldu mu, yine hayır! Hâl böyle olunca Netanyahu ve Trump, fırsat bu fırsat deyip ipini koparmış boğa gibi saldırıyor. Şurasını çok iyi anlamak lazım: Siyonist İsrail kendi lehine oluşan hiçbir şart ve ortamı boş geçmiyor. Bakınız elli küsur seneden beri İsrail ile örtülü bir uzlaşma ve iş birliği içinde Esat rejimi yıkılır yıkılmaz, ne oldu? İsrail yalnız iki gün içinde, Suriye topraklarındaki beş yüz küsur askerî hedefi imha ederek ülkeyi tamamen savunmasız hâle getirdi… Siyonizmin gerçek yüzü budur. İsrail’in komşularına saldırması için ille de bir bahane gerekmiyor. Şayet siyonist terörist İsrail, bir boşluk ve avantajlı durum yakalamışsa, sonuna kadar gidip azami neticeyi elde etmekten geri durmuyor. Fakat ne yazık ki, İsrail’in saldırı, katliam ve soykırımı altında ezilen halklar, hâlâ daha yüz yüze bulundukları felaketin farkında değiller. Bu yüzden de daima kaybediyorlar ve hep gecikiyorlar…
TÜSİAD yeniden sahne alırken…
15 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme: 15 Şubat 2025 00:52
Türkiye Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) genel kurulunda yapılan açıklamalar neden bu kadar tepki çekti? Bunun yegâne sebebi TÜSİAD’ın sicili. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç “bozuk” sicile işaret etti…
Adı üstünde, temelde önemli bir iş adamları derneği… Ama nedense ekonomiden daha çok siyasete dair eylem ve söylemleri gündeme geliyor hep!.. Yaşı müsait olanlar, Türkiye Sanayici ve İş Adamları Derneğinin (TÜSİAD) 1979’da Ecevit hükûmetini hedef alan, gazetelere verdiği çarşaf çarşaf ilanları hatırlayacaklardır… 54 yıllık (1971’de kuruldu) TÜSİAD’ın bugüne kadarki şöhreti, genellikle siyasete dair yaptığı çıkışlar. Ve bu çıkışlar toplumun çeşitli katmanlarında farklı tepkilere yol açtı hep. Özü itibarıyla TÜSİAD elitist (seçkinci) bir kuruluş. Bünyesinde barındırdığı elit zümrenin siyasi ve sosyal yaklaşımı, tabii olarak toplumun tamamını karşılamayan, belli bir kesimi kollayan bir anlayış… Ama hükmetme bakımından, ülkenin genelini istediği ve dilediği gibi etkilemek isteyen vesayetçi bir anlayış… Bu konuda söylenecek çok şey var. Ama yerimiz mahdut. TÜSİAD, AK Parti iktidarı döneminde sık sık vesayetçi anlayışını öne çıkaran tavırlar aldı. Her seferinde de şimdikine benzer reaksiyonlar meydana geldi. Önceki gün yapılan genel kurul toplantısında, TÜSİAD Başkanı Orhan Turan ve Yüksek İstişare Kurulu (YİK) Başkanı Ömer Arif Aras, siyasi partilerin genel başkanlarından daha ateşli bir konuşma yaptılar. Konuşmalarının muhtevasına bakıldığında her iki ismin de birer iş adamı değil, sanki bir siyasi parti başkanı gibi tavır takındığını görüyoruz.
YİK Başkanı Ömer Aras, Bolu Kartalkaya’daki otel yangınıyla konuşmaya başlayarak şöyle dedi: “Ülke olarak moralimiz bozuk. Güven bunalımı yaşıyoruz…” Aras, yangınların çıkabileceğini, ama bir yangında 78 kişinin ölmemesi gerektiğini belirterek, ölüyorsa nedeninin usulüne uygun yapılmayan binalar ve denetimsizlik olduğunu söyledi. “Çöken bir sistemdir” diye konuşmaya devam eden Aras “Bolu yangını henüz taze olduğu için yüreğimizde. Ama unutmayalım, geçen sene Erzincan’ın İliç ilçesinde altın madeninde oluşan heyelandan 9 işçi hayatını kaybetti” diyerek, büyük depremde on binlerce insanımızı usulüne uygun yapılmayan binaların altında kaybettik…” bağlantısıyla denetim eksikliğine işaret etti. Aras buradan farklı bir alana, doğrudan siyasete geçiş yaptı. Son haftalarda politik hayatta da olağanüstü olaylar yaşandığına dikkat çekerek bazı belediyelerde yapılan kayyım atamalarını ve bir parti başkanının (Ümit Özdağ) tutuklanmasına değindi. Daha sonra bir sanatçının menajerliğini yapan bir iş kadınının (Ayşe Barım) tutuklanmasına dair yorum yaptı. Ondan sonra da bir büyükşehir belediye başkanının (Ekrem İmamoğlu) yaptığı konuşmadan dolayı hakkında hemen soruşturma açılmasına geçti. Hızını alamayan Aras, teğmenlerin ihraç edilmesine dair görüşlerini açıkladıktan sonra bütün bu olanlardan toplumun tedirginlik duyduğunu öne sürdü. Bu arada hukuk alanındaki gelişmelere dair de görüş belirtip tutukluluğun bir istisna değil kural hâline geldiğini iddia ederek, bu sorunun kangrenleştiğini dillendirdi. Ve Ömer Aras, yukarıda işaret ettiğimiz üzere, iş adamlığı kimliğinden ziyade sanki siyasi bir figür suretinde en keskin siyasi muhalefeti yapmaya çalıştı…
TÜSİAD Başkanı Orhan Turan da aynı şekilde ekonomiden çok siyasi ve sosyal konulara ağırlık verdi. Ülke gündeminin yoğun olduğunu belirten Turan “Depremlerde, yangınlarda, iş kazalarında çok sayıda vatandaşımızı kaybediyoruz. Demek ki, hata, suiistimal ve kayırmacılık çok yaygın. Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, galiba artık şirket kurmaktan daha kolay. Kadın cinayetlerinin de, çocuk tacizlerinin de sonu gelmiyor. Biz niye bu hâle geldik?” diye sordu. Bu konuşmaları, doğruları seslendirme adına “Bizi yönetenlere iyi niyetle önerilerimizi aktarmak görevimizdir” anlayışıyla yaptıklarını her ikisi de dile getirdi. “Sussak gönlümüz rahat değil” diye duygusal yöne de çalıştılar. TÜSİAD’ın bugüne kadarki, sicili ortada olmasa, geçmişte her fırsatta yanında yer aldığı vesayetçi yaklaşımları olmasa, tek başına bu konuşmalar bu denli tepkiye yol açmazdı. TÜSİAD üstenci bir dil ile hâlâ daha, geçmişte kalması gereken vesayetçi anlayışı empoze ediyor. Ülke meselelerini dile getirirken, siyasetin, sermayenin ve toplumun bütün katmanlarının anlayış ve yaşayışından kaynaklanan sonuçları, objektif bir şekilde seslendirse, dediğimiz gibi gerilim doğmayacak. Ama kategorik olarak kendi ideolojisi dışındaki kesimleri peşinen sorumlu ve “sorunlu” diye takdim etmeye kalkıştığında, ister istemez reaksiyonlar yükseliyor… Sosyal ve ekonomik alanlarda yapılan eleştirilerin doğruluk ve yanlışlıkları elastiki olarak ele alınabilir. Ama hukuk alanında, hele hele dava dosyalarına vakıf olmadan, davanın hangi safhada ve hangi seyir içinde olduğunu bilmeden, peşin yargı ile adli mercileri hedef almak kabul edilebilir şeyler değil. Bu yüzden mesela Ömer Aras’ın yargıyı telkin yönlendirme ve gerçeğe aykırı bilgiyi alenen yaymaktan dolayı hakkında resen soruşturma açıldı… Şimdi bu soruşturma açıldı diye malum kesim aynı teranelere tekrar başvuracaktır. Ama bu çığırtkanlıklar hakikati savunmaya mâni olamaz elbet.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç “Hiçbir çıkar grubu millî iradenin ve hukukun üzerine çıkamaz…” diye tepki gösterdi. “Sivil toplum kuruluşlarının görüş belirtmesi, elbette demokratik bir hak olmakla birlikte, yargıyı ve siyaseti yönlendirme çabaları, demokrasinin ruhuna ve hukukun üstünlüğü ilkesine aykırıdır. Türkiye eski Türkiye değildir. Ayrıcalıklı kesimlerin yön verdiği Türkiye’nin artık geride kaldığını anlamayanlar şunu bilmelidir ki, hiç kimse veya hiçbir kuruluş, kendisini milletin iradesinin ve hukukun üstünde göremez…” dedi. Evet, hukukun üstünlüğünü savunuyor görünerek, hukuku etkilemeye ve yönlendirmeye kalkışanlar, eski dönemin artık çok gerilerde kaldığını unutmamalı…
“Gönül İnsanı” Enver Ağabey…
22 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme: 22 Şubat 2025 01:08
Aramızdan ayrılışının 12. yılında, Merhum Enver Ören Ağabey’i hasretle ve minnetle yâd ediyoruz… Mekânı cennet, derecesi âli olsun inşallah. Enver Ağabey’in başlattığı hizmetleri devam ettirmek şiarımız…
Merhum Enver Ören Ağabey’i yalnız iki kelime ile anlatmak gerekirse, hiç şüphesiz GÖNÜL İNSANI… Evet, hemen ifade edelim ki, bu iki kelimenin muhtevası, ciltlerle kitap dolduracak kadar geniş ve derin. Zira insanların gönlünü kazanmak, bu dünyadaki en yüksek hasletlerin başında gelir. Ve işte bu yüzden de, merhum Enver Ağabey, her vesileyle şu muhteşem düsturu hatırlatırdı: “İşlerimizin yüzde sekseni gönül yapmaktır…” Öyle kolay bir iş değil insanların gönlüne girmek veya gönül kazanmak. Büyük emek ve gayret yanında, gayet de fedakârlık ister. O sebeple herkesin kolayca başarabileceği bir şey değil. Değer ölçülerinde her zaman mana tarafının ağır bastığı kişiler bunu başarabilir. Özü sözü bir Enver Ağabey, sahibi olduğu müesseselerin duvarlarına şu sözü astırmıştı: İTİBARIMIZ PARAMIZDAN DAHA KIYMETLİDİR… Dikkat buyurunuz, bunu söyleyen bir iş adamı. Yani maddi ölçüler yönünden baktığımız vakit, para-pul kavramlarının daha fazla öne çıktığı bir dünyada faaliyet gösteren, zorlu rekabet şartlarında, binlerce kişiye iş imkânı sağlayan bir insan. Lakin o, insanların duasını almayı para kazanmaya tercih ediyordu. Böyle olduğu için de, insanların gönlüne girmeye, sevgilerini kazanmaya muvaffak olabiliyordu. Enver Ören’in iş âleminde bıraktığı kıymetli ve müstesna izler, gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Onun şiarı insanlara hizmetti ve her durumda iyilik yapmaktı. Enver Ağabey bir iş adamıydı ama ondan önce bir eğitimci ve rehber insandı. Müteşebbis kimliği ile eğitimci vasfı bir araya gelince herkesin ulaşamayacağı başarılara imza atıyordu…
Çeşitli sahalarda iştigal etmek ve birçok farklı meslekte binlerce eleman yetiştirmek öyle sıradan bir başarı hikâyesi değildir. Enver Ağabey’in bu ülkeye kazandırdığı İhlas markası, iş dünyasında nevi şahsına münhasır bir konumu haizdir. Bu marka, Enver Ağabey’in halefi, Sayın Ahmet Mücahid Ören Bey’in liderliğinde yeni başarı halkalarıyla genişlemekte ve büyümektedir. Enver Ağabey 74 yıllık hayatında, ekseriya ülkenin içine girdiği şartlardan kaynaklanan ekonomik zorluklar yanında, birçok sağlık problemi ile de mücadele etmek durumunda kaldı. Enver Ağabey hem iş dünyasında hem eğitim alanında büyük projeleri hayata geçirdi. Eğitimci tarafının ağır bastığını belirtmek gerekir. İhlas Eğitim Kurumları, ülkemizin çocuk ve gençlerine yüksek kaliteli bir hizmet veriyor. Enver Ağabey insan yetiştirmeye fevkalade ehemmiyet veriyordu… Onun kurduğu İhlas Vakfı, beynelmilel seviyede pek çok ülkede muazzam insani hizmetler veriyor. Bilhassa fakir İslâm ülkelerinde açtığı okul ve yurtlar vasıtasıyla ifa ettiği eğitim hizmeti ve muhtaçlara yaptığı yardımlar hakikaten göz yaşartıcı… Pek çok farklı dilde yayınlanmış dinî kitapları bütün İslâm âlemine yayma hususunda, benzersiz bir gayret devam ediyor. İhlas Yayın Holding’in çatısı altında bulunan Türkiye gazetesi, ihtisas dergileri, radyo ve televizyon kanalları ile haber ajansı ve internet platformları, Enver Ören Ağabey’in vaktiyle büyük bir ileri görüşlülükle kurduğu ve şimdilerde ülkenin ve bölgenin sayılı kuruluşlarından. İhlas çatısı altında hazırlanıp yayınlanan; başta kitap ve ansiklopediler olmak üzere, benzersiz hizmetleri anlatmak için bu köşe yetmez. Keza geçmişte çekilen onlarca sinema filmi ve yüzlerce kaset, DVD ve benzeri yayınlarla halkımıza sunulan kültür hizmeti, kesinlikle eşsiz birer hazinedir. Bütün bunlar merhum Enver Ağabey’in eğitimci ve rehber kişiliğinin ortaya koyduğu hizmetlerdir. Bu hizmetlerden faydalanan insanlar Enver Ağabey’i her dem rahmetle yâd ediyor. Zaten onun da istediği bu değil miydi? İnsanların duasını almak, bir hizmet karşılığında paralarını almaktan daha önemliydi. Enver Ağabey, hâli hayatında hep bu hususa dikkat etti.
Yarım asrı aşkın bir zamandır Türk halkına pek çok sahada hizmet veren İhlas Müesseseleri; Enver Ağabey’in bıraktığı kültür mirası, Mücahid Bey'in vizyonu ile her geçen gün daha da büyüyüp genişliyor. Büyük İhlas Ailesi mensupları olarak hepimiz, Enver Ağabey’in çizdiği yolda insanlarımıza hizmet vermek azmindeyiz. İhlas Müessesesini farklı kılan şey merhum Enver Ağabey’in koyduğu prensiplerdir. İş âleminde ve kültür dünyasında faaliyet gösteren sayısız şirket ve kuruluş var. Velakin İhlas’ın konumu ve duruşu çok farklıdır. Bunun kaynağında merhum Enver Ağabey’in insanların gönlünü kazanmak için ortaya koyduğu samimi yani ihlaslı gayretleri yatar...
Enver Ağabey çok fazla zorluklarla yüz yüze geldi. Ancak o hiçbir zaman güler yüzünü eksik etmedi. Kendi ifadesiyle, zor zamanlarda gözyaşlarını içine akıtarak, insanlara hep güler yüzle muamele etti. Gönül insanı olmak işte böyle bir şey. Ve bunu başarabilen kişilerin sayısı fazla değil. Enver Ağabey faziletli bir insan, rehber bir kişilik olarak, bu ülkeye ve milletimize elinden geldiği kadar hizmet etmeye çalıştı. Millet ve devlet menfaatini her zaman önde tuttu. Belki bu yüzden ağır faturalar ödedi, fakat o hiçbir zaman şahsi menfaat peşinde koşmadı. Evet, Enver Ağabey ihlaslı bir kişi idi. O hakikaten gönül insanı idi ve bu sebepledir ki, gönüllerde yaşamaya devam ediyor. Vefatının on ikinci sene-i devriyesinde kendisini bir kere daha rahmetle ve hasretle yâd ediyoruz. Mekânı cennet, derecesi âli olsun inşallah…
Ukrayna savaşında 4. yıl… Kim ne kazandı?
25 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme: 25 Şubat 2025 02:00
Malum klişeyi pek sık duyarız. “Savaşın kazananı, barışın kaybedeni yoktur!” Acaba tam olarak böyle midir? Bazen kazanan taraf da, o derece ağır hasar alır ki, Pirus Zaferi gibi kaybetmekten beter olur!
Ukrayna savaşında 4. yıla girildi, ama bu süreci en az 21 yıl daha geriye götürmek gerekir… Yani işlerin bu raddeye geleceği çeyrek asır önceden belli idi. Sovyetler Birliği 1991’de resmen dağıldıktan sonra, Batı Bloku beklediği fırsatı yakalamıştı. Artık tarihe karışan, NATO’nun eski rakibi Varşova Paktı’nın üyeleri, Baltıklardan başlamak suretiyle üçer-dörder partiler hâlinde Kuzey Atlantik Paktı’na alınmaya başladı. Bu duruma içerleyen ancak kolunu kanadını kıpırdatacak hâli olmayan Rusya’ya da, bir nevi sus payı olarak “BARIŞ İÇİN ORTAKLIK” adıyla, ikincil bir statü verir gibi yaptılar. Bu arada NATO yıllar içinde, eski Demirperde ülkeleriyle onuncu kez genişlemesini gerçekleştirdi… ABD ve AB, Rusya’nın arka bahçesinde renkli devrimler peşinde koşmaktan vazgeçmeyince, Moskova sert gücünü çok net biçimde gösterdi. 2003 yılında Gürcistan’da sahnelenen “Gül Devrimine” şok bir reaksiyon gösterdi ve bu ülkeyi fiilen üç parçaya böldü. Halen Abhazya ve Güney Osetya ile birlikte, Gürcistan coğrafyasında üç ayrı siyasi entite var… Ancak Batı Bloku durmadı. 2004 yılında bu defa Ukrayna’da Turuncu Devrimi tezgâhladı. Rusya ileride buna çok daha ağır ve kalıcı bir tepki gösterecektir. Özetle 2014 yılında Kırım’ın işgal ve ilhakı bu maceranın en önemli safhalarından biridir… Rusya herhâlde göstere göstere çevrelenmesine müsaade etmeyecekti. Nitekim beklenen oldu. Bundan üç sene evvel, Rusya Ukrayna savaşının fitilini ateşledi, ama bu noktaya gelmemek için, her türlü yoldan Batı'ya bütün uyarıları da yaptı. Gayet açıktır ki, Batı; Rusya’yı zayıflatıp zora sokmak için, barış değil savaştan yana tavır koydu. Netice olarak üç sene sonra gelinen noktada, Ukrayna topraklarının yaklaşık beşte biri Rus işgali altında. Milyonlarca Ukraynalı da ülkesini terk edip dışarıya kaçmak zorunda kaldı. Ve ülke çok büyük tahribata uğradı. Ukrayna bu savaşın yıkımını kırk elli yılda ancak giderebilir. O da millî gelirinin tamamını kendisine saklayabilirse… Bakar mısınız, ABD Başkanı Trump hemen beş yüz milyar dolarlık faturayı sırtlarına yükledi bile! Bu faturada Avrupa’nın payı da bulunmuyor… Amerika, Ukrayna’dan verdiğinin üç mislini istiyor.
Velhasıl Ukrayna’nın işi çok zor… Kendisini sözle arkalayan Avrupa’nın da durumu iç açıcı değil. ABD’nin hâlihazırda enerji alanında yaşlı kıtaya bindirdiği fatura, üç ila beş misli daha tuzlu!.. Ukrayna’ya destek politikasında fazlaca öne çıkan Polonya’nın, Trump Yönetimi tarafından gördüğü istiskal son derece ibretlik. Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, tam bir buçuk saat kapıda bekletildikten sonra ancak on dakika Trump ile görüşebilmiş. Polonya Devlet Bakanı bu tuhaflığı tevil etmeye çalışırken şöyle bir kılıf uydurmuş: “Bir dostla saatlerce müzakere etmeye gerek yoktur. Doğrudan ve net konuşulur…” Polonya Başbakanı Donald Tusk ise bakanı ile aynı kanaatte değil. Şöyle serzenişte bulunuyor: “Gülünecek bir şey yok. Ciddi olalım, çünkü durum gerçekten ciddileşiyor…” Evet, durum çoktan ciddileşti bile. ABD çok kesin bir biçimde, Transatlantik güvenlik mimarisini temelinden sarstı ve bu durum Avrupa’yı dehşete düşürmüş vaziyette. Ukrayna Savaşını durdurmak için Rusya ile müzakere masasına otururken, Avrupa’yı rahatlıkla kenarda tutuyor!.. Hatta Ukrayna’nın kendisi bile masada yok. Ve fakat ABD-Rusya Ukrayna’nın geleceğini tartışıyor. Yükselen tepkiler üzerine, Washington günü geldiğinde AB’nin de masaya davet edileceğini açıkladı. Fakat bizatihi Ukrayna’nın ne olacağı hâlihazırda çok belirsiz. Trump tarafından “diktatör” diye tanımlanan Zelensky, ABD ve Rusya cenahından gelen ve daha da gelecek olan dayatmalara karşı direnmeye çalışıyor. İyi de, nereye kadar? Avrupa Birliği’nin apar topar bir araya gelip bir şeyler yapmaya çalışması, ne kadar etkili olabilir?
Rusya Dışişleri Bakanı dün Ankara’da, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edildi. Sergey Lavrov, Hakan Fidan'la yaptığı basın toplantısında Ukrayna’nın NATO’ya girmemesi gerektiğini, aksi hâlde sonucun çok ağır olacağını açık açık söyledi. Zaten ABD tarafından da dillendirilen şey, Ukrayna’nın NATO’ya girmeyeceği… Gelgelelim Rusya bunun garantisini istiyor. Şayet üç sene önce, Ukrayna; Batı’nın tutmayacağı, tutamayacağı sözlerine güvenerek Rusya ile savaşa girme yolunu açmasaydı, bugün bu hâllerde olmazdı. Üç sene sonra bunca yıkım ve felakete rağmen, Ukrayna aynı şartla karşı karşıya. Üstelik bir önceki ABD Yönetiminin kendi menfaati uğruna sağladığı yardımlar da artık devam etmeyecek. Üstüne üstlük, yapılan yardımların bedeli de birkaç misliyle derhâl isteniyor… O hâlde ortada duran soruyu sormak lazım: Ukrayna savaşının 4. yılına girerken hangi taraf, ne kazandı? Tabloya bakılırsa burada kârlı çıkmış gibi görünen ne Rusya, ne de Avrupa!.. Ama kazançlı biri var. Evet, bildiniz, tabii ki Amerika. Rusya geçen üç yılda askerî ve ekonomik bakımından çok yıprandı. Lakin orta ve uzun vadede, Rusya’nın imkân ve kabiliyetleri bunu telafi edebilecek seviyede. Buna karşılık, Ukrayna’nın benzer bir kapasitesi yok. Avrupa Kiev’e ne kadar destek verebilir? AB’nin ne ekonomik imkânı ne de olmayan askerî kapasitesi, Ukrayna’yı Rusya karşısında arkalayacak bir konumda değil. Hâlbuki, Ukrayna İngiltere’nin tuzağına düşüp, savaşın başlangıcından yalnızca bir ay sonra, İstanbul’da kurulan barış masasından kalkmasaydı, bugünkü yıkıma maruz kalmayacaktı...
Dedikodu ve yalanla nereye kadar?
27 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme: 26 Şubat 2025 22:19
AK Parti’ye katılan Prof. Serap Yazıcı Özbudun ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in karşılıklı ithamları dikkatle takip edilmeli… Özgür Özel siyaseti dedikodu malzemesi ile yürütmeye çalışıyor!..
Acaba bu iddiaların hangisi doğru olabilir? CHP Genel Başkanı Özgür Özel, partisinin grup toplantısında şöyle bir cümle kurdu: "Serap Yazıcı önce bize gelmek istedi. Ben kabul etmedim…” Buna karşılık Prof. Serap Yazıcı Özbudun, sosyal medya hesabından dört sayfalık uzun bir açıklama yaptı. Özbudun, saat saat yaşananları anlatıp, danışmanlarını da şahit tutarak "gerçek dışı beyan" ve "iftira" dedi. "CHP Genel Başkanı Sayın Özgür Özel’in bugün hakkımda yaptığı gerçek dışı beyanlara cevabımdır" diyen Özbudun, açıklamasında, CHP'den birkaç defa teklif geldiğini; kendisinin reddettiğini, kendisiyle görüşmeyi Özgür Özel'in talep ettiğini savundu. Hâl böyle olunca ister istemez konuşulanları her yönüyle irdelemek gerekir. Doğrusunu isterseniz Sayın Özel’in bazı konuşmaları, insanı otomatik biçimde şüpheye düşürüyor. Bunu niye yapıyor bilinmez, ama dedikoduyu bayağı siyasi malzeme yapmaya kalkışması veyahut gerçekleri ters yüz ederek karşı tarafa yüklenmeye çalışması hiç de sağlıklı görüntü vermiyor. Önceki gün, parti grubunda yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot misali, hâlihazırda Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev yapmakta olan Kuvvet Komutanlarına karşı, hiçbir ölçüye sığmayan ithamlarda bulunması, acınası bir tablo idi… Kara ve Deniz Kuvvetleri Komutanlarını, isimlerini telaffuzla hedef alarak, birtakım dedikoduları da dayanak yaparak, kendince siyaset yapmaya kalkıştı… Söylediği şeyler kendi içinde çelişkili, aktüel durumla hiç ilgisi olmayan, mantık hatalarıyla dolu şeylerdi. Fakat Özel bunların hiçbirinin farkında bile olmadan, havada kalmaya mahkûm, kurusıkı tehditler savurarak tribünlere oynamayı tercih etti. Özgür Özel, askerî hiyerarşiyi, devlet geleneğini, ASKERLİĞİN RUHU OLAN DİSİPLİN KAVRAMINI dahi anlayamamış, birilerinin yönlendirmesiyle teamüllere kafa tutmaya kakışan, belli sayıdaki tecrübesiz teğmenlere uygulanan yaptırımın asıl mahiyetinden habersiz, kuvvet komutanlarını suçlamaya kalkıyor. Bunu da yukarıda işaret ettiğimiz üzere, birtakım dedikodulara istinaden yapıyor. Zihniyet hiç ama hiç değişmiyor. CHP’nin ilişkili olduğu vesayet odaklarının, malum “GENÇ SUBAYLAR RAHATSIZ…” üfürmesinin peşine takılmış. “Mustafa Kemal'in askerleriyiz…” diye bağırdıkları için ordudan atıldıklarını savunuyor. Hakikaten, tek başına bu durum bile Özel’in gerçeklerden ne kadar kopuk olduğunu ortaya koyuyor. Özel kendince bazı şeyleri not etmeye devam etsin, velakin unutmasın ki millet de olup bitenleri gayet kesin biçimde not ediyor!..
AK Parti Kongresinden yalnızca on dört saat önce, Serap Yazıcı Özbudun’un CHP’ye katılmak istediğini iddia eden Özel’e, Bayan Özbudun; 9 Ekim 2024 tarihinden beri yaşanan temasları ve kendisine yapılan teklifleri, günbegün anlatarak, onun yalan beyanlarını tek tek çürütüyor. Vâkıâ, Özbudun sıradan bir isim değil, önemli bir anayasa hukukçusu… AK Parti 8. Kongresinde, partiye katılanların içinde en fazla dikkat çeken bir isim. Üstelik anayasa ve hukuk düzeni açısından, yıllardır AK Parti’ye sert eleştiriler yöneltmiş olan da bir hukukçu. Buna rağmen AK Parti’ye ısrarla davet edilmesi üzerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la katılma öncesinde görüşmüş ve ondan sonra katılmış… Belli ki, yakın gelecekte anayasa ile ilgili tartışmalarda Bayan Özbudun önemli bir rol alacak. Hatırlanacağı üzere, 2007 yılında AK Parti’nin anayasa hukukçularına yaptırdığı taslak çalışmalarında, Serap Hanım merhum eşi Ergun Özbudun’la birlikte yer almıştı… O günkü şartlarda vesayet ağır basmış ve bu çalışmanın istenen neticeye ulaşması mümkün olmamıştı. Türkiye ise hâlâ bir anayasa arayışı içinde. Haziran 2023 seçimleri öncesinde, AK Parti tarafından başlatılan ve hâlen de devam ettirilen tartışma besbelli ki daha çok sürecek. Bayan Özbudun’un uzun açıklamalarında, CHP’li bazı isimler ve Özgür Özel ile yaptığı görüşmelerde, “Partinizle aramızda doku uyuşmazlığı var” dediğini ve bunu mahut 367 meselesi ile üniversite öğrencisi kızların yaşadığı başörtüsü zulmüne kadar izah ediyor. Evet, Serap Hanım; CHP Antalya milletvekilleri Mustafa Erdem, Aliye Coşar ve CHP’li Antalya Belediye Meclisi Üyesi Berna Polat aracılığıyla yaşanan diyalogların hepsini tane tane yazmış. Bu arada davet üzerine gittiği CHP genel merkezinde Özgür Özel ile olan konuşmaları da kelime kelime aktarıyor. Bütün bu muhavere gösteriyor ki, CHP’liler Serap Hanım’ı partilerine transfer etmek için bir hayli mesai yapmışlar. Ancak netice alamamışlar… Özgür Özel bunca teferruatı hiç yaşanmamış gibi atlayıp, üstelik yalan bir beyanla Serap Hanım’ı kamuoyu önünde itham ediyor!..
Ancak, gerçeklerin mutlaka ortaya çıkmak gibi bir huyu var!.. Özgür Özel’in CHP parti toplantısında taraftarlarına hamaset yapması, hiç şüphesiz ucuz siyasetin bir parçası… Orada istediği gibi esip gürleyebilir. Nasıl olsa herkes kendi taraftarı! Özel hemen her toplantısında gündeme getirdiği üzere, rakı fiyatlarına yapılan zam üzerinden kurguladığı siyaseti eleştiren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da, başkalarının yaşam tarzına karışmakla suçlamaya kalkıyor. Sahi vatandaşın hayat tarzına karışma bakımından kimse CHP’ye yetişemez. 80 sene boyunca halkın hem hayat tarzına hem kılık kıyafetine hem de yiyip içmesine karıştı. Öyle ki, sofrasına götürmeye çalıştığı soğanına kadar müdahale etti. Ekmeği karneye bağlama marifeti hangi partiye ait acaba?..
Hâsılı, şu garabet var ki, CHP kendisinin antidemokratik, despot ve hukuksuz bütün icraatını, hâlâ bir marifetmiş gibi satmaya kalkışmaktan vazgeçemiyor. Çünkü elinde avucunda siyaset namına ortaya koyabileceği bir şey kalmadı…
Terörsüz Türkiye’den rahatsız olanlar…
1 Mart 2025 02:00 | Güncelleme: 28 Şubat 2025 21:27
Yaklaşık üç buçuk aydır beklenen çağrı gerçekleşti. Bölücü terör örgütünün elebaşı Öcalan; kayıtsız-şartsız, açık ve net olarak, PKK’nın silah bırakması ve kendini feshetmesi çağrısında bulundu.
Bazıları ihtimal vermiyordu, ama beklenen şey gerçekleşti… Güya siyasi parti formatıyla kurulan PKK terör örgütü, resmî kuruluş tarihi olan 1978 yılı baz alınırsa, 47 seneden beri, bu ülke aleyhine ihanet faaliyetlerine devam ediyor!.. Ve bu zaman zarfındaki terör saldırılarında, binlerce sivil vatandaş ile güvenlik görevlimiz hayatını kaybetti. Keza bölücü örgütün içinde, devlete ve halka karşı silahlı eylemlerde bulunan teröristlerden de binlercesi öldürüldü. Bu vahşi terör örgütünün yaklaşık elli sene boyunca, memleket ekonomisine verdiği toplam maddi zarar da, en az üç trilyon dolar olarak hesaplanıyor ki, bugünkü millî gelirimizin üç katıdır…
Bu kısa özeti yaptıktan sonra önceki gün, Öcalan tarafından yapılan kritik silah bırakma çağrısına dönelim. “Terörsüz Türkiye” hedefinin en önemli safhalarından biri, bölücü örgütün kayıtsız-şartsız olarak silah bırakması ve kendini feshetmesidir. MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’te attığı tarihî adım ve bunun devamında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ortaya koyduğu irade, ilk sonucunu vermiş bulunuyor. Şöyle ki, bölücü örgüt elebaşı Öcalan’ın çağrısına kulak verilerek silahların bırakılması ve fesih işleminin gerçekleşmesi durumunda, yarım asırlık bir kanlı serüven, memleket hayrına çok farklı bir zemine taşınmış olacak… Temkinli bir iyimserlik içinde bu neticenin hâsıl olmasını bekleyebiliriz. Önümüzdeki üç-dört ay içinde vuku bulacak gelişmeler, gidişatın hangi yönde olacağını ortaya koyacaktır. Şunu hemen ifade edelim ki, içeride ve dışarıda “TERÖRSÜZ TÜRKİYE” hedefinin gerçekleşmemesi için tırnak sürten pek çok irili ufaklı odak ve aktörler var!.. İçerideki şeytan uşakları çok önemli değil. Onların kıstırılması ve bastırılması kolay. Ama dış aktörlere çok dikkat etmek gerekiyor!.. Dış aktör derken tabiatıyla bazı devletleri ve onların istihbarat teşkilatlarını kastediyoruz. Çünkü PKK’nın bunca yıl Türkiye’yi bu denli uğraştırmasının temelinde, dışarıdan verilen destek yatıyor…
Bu sinsi destek bir şekilde sonlandırılmadan terör örgütünün kalıntılarını tamamen ortadan kaldırmak mümkün değil. Bu sebeple Öcalan’ın önceki gün yaptığı açıklamaya dışarıdan verilen tepkilere dikkat kesildim. Kimler nasıl karşılıyordu… İsrail’i burada bir değerlendirmeye tabi tutma gereği duymuyorum. Zira onun niyeti de, cirmi de bellidir. Ama onun hamisi olan ABD cenahından gelecek açıklama önemliydi. Ve Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü şöyle elastiki bir beyanda bulundu: “Bu önemli bir gelişme ve Türk müttefiklerimizin ABD’nin Suriye’nin kuzey doğusundaki DEAŞ karşıtı ortakları konusunda rahatlamasına yardımcı olacağına inanıyorum. Bunun bu sorunlu bölgeye barış getirmeye yardımcı olacağına inanıyoruz.”
“ABD’nin DEAŞ karşıtı ortağı” malum PKK/PYD. Ve hâlihazırda Öcalan’ın ifadesiyle, “Tüm grupların silah bırakması ve kendini feshetmesi” sürecinin en sancılı kısmı burasıdır. Daha açıkçası, Suriye’nin kuzey doğusunda; ABD’nin koruması altında, ülke topraklarının yaklaşık üçte birini işgal ederek, bölgenin bütün tabii zenginliklerine çöken, PKK’nın Suriye versiyonunun nasıl bertaraf edileceğidir. ABD’den gelen açıklamayı bu açıdan okumak gerekiyor…
Bir diğer önemli aktör Almanya! Zira bugüne kadar, Türkiye aleyhine çalışan istisnasız bütün örgütleri (Sol, sosyalist ve komünist örgütler) barındıran, en üst seviyede yardım ve yataklık eden, bu manada PKK’yı arkalama yarışında bütün Avrupa ülkelerini geride bırakan bir devletten bahsediyoruz… Birkaç gün önce yapılan seçimleri kaybeden ve siyasi sahnenin gerisine çekilmek durumunda kalacak olan Olaf Scholz’un sözcüsü aracılığıyla duyurduğu açıklamasına göre, Almanya Şansölyesi bu çağrıyı memnuniyetle karşılamış ve söz konusu çağrının şiddetin aşılması için bir fırsat sunduğunu kaydetmiş...
Özetle, Almanya’nın bundan bunda böyle mahut terör örgütüne karşı takınacağı tavır çok önemli. Türkiye’nin yükselen gücü karşısında, Berlin’in muhakkak bir düzeltmeye gitme ihtiyacı duyacağını düşünüyorum...
Bir diğer önemli adres İran… Çünkü İran, yakın zamanda özellikle Suriye ve Lübnan’da maruz kaldığı stratejik kayıplar sebebiyle fena hâlde rahatsız. Türkiye ile aynı hinterlanddaki rekabette güç kaybetmesi, açıkçası Acem ülkesini yeni arayışlara ve bu arada hiç de dostane olmayan yöntemlere sevk edebilir! Esasen PKK’nın İran versiyonu olan PEJAK, Tahran Yönetimini az rahatsız etmiyor… Fakat buna rağmen, tuhaf şekilde İran Türkiye aleyhindeki bölücü faaliyetleri çeşitli şekillerde destekliyor. Mesela PKK elebaşlarını bilerek, isteyerek topraklarında barındırıyor… İran bu komşuluğa hiç de yakışmayan siyasi tavrını bırakır mı? Buna bakmak lazım. Nükleer Program çalışmalarından ötürü, ABD ve İsrail’in açık ve yakın tehditleri altında bunalan İran, bu dönemde Türkiye ile dürüst komşuluk ilişkilerine dönme ihtiyacı hissedecektir diye değerlendiriyorum. Şüphesiz İran’ın muhtemel tutumu, özellikle Suriye ve Lübnan’daki gelişmeler bakımından Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyor… İran resmî ajansının (İRNA) haberi veriş tarzı ortadan görünüyor: “Bu çağrının Türkiye’de ve Bölgede barış ve istikrarın sağlanması yönünde önemli bir adım olması bekleniyor…”
Bu arada İngiltere ve Rusya için de ayrı bir parantez açmak icap eder. Rusya PKK kartını asla elinden bırakmak istemez. Ama bazı durumlarda esnekliğe gidebilir ve pazarlığa tabi tutabilir. İngiltere ise dünyadaki bütün terör örgütlerine olan ilgisi ve bunların çoğu ile eskiden beri tesis ettiği ilişkiler apayrı ve o derece geniş bir konudur. Yani özel bir dikkat gerektiriyor. İngiltere’nin Orta Doğu Bölgesi üzerindeki niyetleri, son üç asırdan beri sahneye koyduğu müthiş stratejiden gayet açık anlaşılıyor… Bu sebeple, Guardian gazetesinin; “Öcalan, Türkiye ve Orta Doğu’yu sarsabilecek bir değişimde grupların silahsızlanmasını istiyor” şeklindeki değerlendirmesini dikkate almak lazım.
Siyonist İsrail kana doymuyor!..
4 Mart 2025 02:00 | Güncelleme: 4 Mart 2025 00:08
Gazze kasabı Netanyahu güya ramazan ayında, Gazze’ye saldırıda bulunmayacaktı… Ancak saldırılarına hiç ara vermedi. Ve Gazze’de Filistinlileri büsbütün boğmak için “cehennem planı” yapıyor!..
Gazze’de sözde bir ateşkes anlaşması yürürlükte. Ancak bu anlaşmayı Siyonist İsrail sayısız kere ihlal etti. Gelinen noktada ateşkesi büsbütün ortadan kaldıracak bir durum söz konusu… Anlaşmanın birinci safhası tamamlandı, ikinciye geçmeden saldırıları arttırdı. Sadece Gazze’de değil, Batı Şeria ve Kudüs’te de vahşi saldırılar devam ediyor. Sadece şubat ayında, Mescid-i Aksa’ya en az yirmi defa Siyonist saldırı oldu. Amerika’nın İsrail’i her türlü vahşet için serbest bırakması, bu konuda sınırsız askerî destek vermesi, insan kasabı Netanyahu’yu tastamam zıvanadan çıkardı. Fransa Devlet Başkanını kolundan tutup bir çocuk gibi yanındaki sandalyeye iliştiren Donald Trump, Uluslararası Ceza Mahkemesince soykırım suçlusu ilan edilen insan kasabı Netanyahu’nun sandalyesini ise bizzat altına itiyordu… Beri tarafta ABD adına üç yıldır vekâlet savaşı yapan ve yüz binden fazla askerini kaybeden, Ukrayna devlet başkanı Zelenskiy’yi ise bütün dünyanın gözü önünde, yardımcısı JD Wance ile birlikte en kaba şekilde azarladı. Aynı Trump utanmadan, hayalindeki Gazze için video çektirip, Netanyahu'yla birlikte plajda şezlonga uzanmış içki içiyor… Bütün bu saçmalıkların mimarı Trump, güya barışçı bir lider ve savaşların önüne geçemeye gayret ediyor!.. Trump’ın ölçüsüz, kuralsız, mafya babası gibi hâl ve hareketlerinden cüret alan Siyonist İsrail Hükûmeti, Gazze’deki ateşkesin birinci aşamasının tamamlanmasından faydalanarak, yeniden soykırım ve katliama devam etmek istiyor. Bu defa çok daha insafsız ve acımasız biçimde saldıracaklarını söylüyorlar. Terörist İsrail sadece saldırmakla kalmıyor, zavallı Filistinlilerin hayata tutunması için lazım olan bütün can damarlarını kesiyor. Mesela Gazze’ye giden elektriği tamamen kesmekle tehdit ediyor. Ayrıca dört yüz bin yedek askeri silahaltına çağırıyor… Yegâne hedef ve maksat, Filistin halkını Gazze’den tamamen çıkarıp sürgüne göndermek. Bunun altyapısını da, yine bizzat ABD Başkanı Trump yapıyor. Gazze’ye çökmek için Ürdün ve Mısır’ın daha çok sığınmacı kabul etmesi yolunda baskı yapıyor. Anlayacağınız Trump denilen kişi, Gazze için düşünülen bütün hinliklerin baş planlayıcısı.
Peki, gitgide akıl ve mantık durumuyla ilgili yorumların arttığı Trump iddia ettiği şeylerin ne kadarını hayata geçirebilecek? Fransa Başkanı Macron ve İngiliz Başbakanı Starmer’i oval ofiste ağırladığında, her ikisinin de direkt yalanlamasına maruz kalan Trump’ın ayarının öyle pek de düzgün olmadığına dair kanaatler pekişiyor… Hem Macron hem de Starmer, aksini iddia eden Trump’ın yüzüne karşı, Ukrayn’dan para almadıklarını, verdiklerinin de hibe olduğunu söyleyerek, Sarı Kovboy’u mahcup ettiler. Kanada, Grönland ve Panama Kanalı üfürmeleri bir kenarda dururken, en zayıf halka olarak, Ukrayna Başkanı Zelenskiy’yi sıkıştırarak bir netice almaya çalıştı. Velakin Zelenskiy, onun beklediğinden daha dişli çıktı. Amerika’nın Ukrayna’ya verdiği silah ve para miktarı, toplam olarak 98 milyar dolar... Gelgelelim Trump, beş yüz milyar Dolarlık bir fatura çıkararak, Ukrayna’nın bütün kıymetli toprak elementlerine çökmek niyetinde. “Zelenskiy buraya gelecek ve bu anlaşmayı imzalayacak” dedi. Ama beklediği şey en azından bu rauntta olmadı… Üstelik Beyaz Saray’daki direnişi, Zelenskiy’ye Avrupa cenahından yüksek frekanslı bir destek getirdi. Netice itibarıyla güçlü taraf ağır basar. Eninde sonunda, Ukrayna ABD’den aldığı bir kuruşa karşılık, beş kuruş ödemek üzere, malum anlaşmayı imzalamaktan kaçamayacak. Fakat hiç olmazsa, dünyada devletlerarası kirli alışverişlerin nasıl yapıldığı da nispeten görülmüş oldu. Normal şartlarda, kapalı kapılar ardında cereyan eden durumlar, bu defa ‘kamuya açık’ biçimde yapıldı… Ve tabir yerindeyse dünya Trump’ın yaptığı karşısında şoke oldu. Lakin hepsinden önemlisi koskoca Amerika’nın prestiji yerle bir oldu! Trump, isteklerine karşı direnen Zelenskiy’yi “barışa karşı çıkmakla” suçluyor. Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz da, "savaşı bitirecek yeni bir lider lâzım” diyerek Washington’un çoktan Zelenskiy’nin ipini çektiğini ilan ediyor…
Yeniden Gazze’ye dönersek; Siyonist-terörist İsrail yeni bir soykırım saldırısına girişmeden, muhakkak durdurulmalıdır. Batı Dünyası bir buçuk seneden beri, Siyonizm’in Gazze’de sergilediği vahşeti; sadece seyretmedi, aynı zamanda siyasi ve askerî yönden açıkça destekledi. Buna karşılık İslâm âlemine de tam manasıyla bir sessizlik ve çaresizlik çöktü. Ürdün Emîri Abdullah’ın ABD ziyaretinde, Trump’ın dayatmalarına karşı ne denli zora girdiğini ibretle gördük. Benzer bir tazyik Mısır’a da yapılmak isteniyor. Ne yazık ki, Türkiye’nin ilk günden beri harekete geçirmek istediği mekanizmalar bir türlü beklenen gayret ve cesareti ortaya koyamadı. Bu hâl Siyonist İsrail’in daha da küstahlaşmasına yol açtı. Arap Birliği Ligi, Gazze’nin imarı için yeni bir plan üzerinde çalıştığını açıkladı. Bakalım gerçekten ortaya bir şey konulabilecek mi? Yoksa plan filan derken, Siyonist İsrail, Trump Yönetiminin sınırsız silah ve siyasi desteğiyle tekrar katliama girişme fırsatını yakalamış olacak mı? Tehlike hakikaten çok büyük. Filistin halkının vermiş olduğu on binlerce cana yenileri eklenmemelidir. Dünyanın burada çok büyük sorumluluğu var. Gazze barbar ve vahşi Siyonistlerin insafsızlığına terk edilmemelidir. Bilhassa İslâm Dünyası, bu mübarek ramazan ayında Filistinli kardeşlerinin tekrar kan revan ortamına düşmemesi için azami gayreti göstermelidir.
İran tam olarak neyin peşinde?
6 Mart 2025 02:00 | Güncelleme: 5 Mart 2025 22:55
Suriye’de yaşadığı acı tecrübe İran’ı fena rahatsız etti. Hazmetmekte zorluk çekiyor! Terör örgütü PKK ve uzantılarının kayıtsız-şartsız silah bırakma noktasına geldiği safhada komşumuzun tavrı rahatsız edici…
Komşumuz İran, Suriye’de hiç de vicdani ve insani olmayan bir şekilde, desteklediği zalim Esad rejimi yıkılıp gittiği, dolayısıyla kaybeden tarafta kaldığı için fena hâlde rahatsız. İşin tuhaf tarafı bu rahatsızlıktan Türkiye sorumluymuş gibi bir tavır sergilemesi… İran’ın bu reel politik durumla hiç de bağdaşmayan yaklaşımı, hiç şüphesiz ki, iyi komşuluk ilişkilerine zarar verici nitelikte. Millî Savunma Bakanı Yaşar Güler, terörle mücadele konusunda iş birliği yapma hususunda, İran’ın kendisinden beklenen iyi komşuluk anlayışı ile hareket etmediğini diplomatik bir dille ifade etmişti. Bölücü örgüt PKK militanlarının, Kuzey Irak’ta yapılan operasyonlardan sıkışıp İran topraklarına kaçması ve İran’ın bu duruma göz yumması sıkıntılı bir durumdu. Türkiye’nin bu yöndeki uyarılarına ve karşı tarafa verilen açık ve net bilgilere rağmen, İran makamları âdeta üç maymunu oynuyordu. Tuhaftır ki, aynı yöntemi Suriye’de Esad rejimi yıllarca uyguladı. Radikal biçimde değişen bölgesel ve küresel dengelere ve şartlara rağmen, İran hâlâ daha eski tavır ve alışkanlıklarıyla bir sonuç almaya çalışıyor. Türkiye’nin bundan rahatsızlık duymaması mümkün değildi. Bugüne kadar doğrudan veya dolaylı olarak ve elbette arka kapı diplomasisi dâhil mevcut bütün vasıtalarla muhatabını ikna etmeye çalışan Türkiye’nin sabrı sınırsız değildi. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın EL Cezire Televizyonuna verdiği mülakatta, bu meselede hayli köşeli sözler söylemesi, taraflar arasında tansiyonun yükselmesine yol açtı…
İran Dışişleri Bakanlığı, yükselen tansiyon durumuna bir açıklama yapma ihtiyacı duydu ve Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi Hicabi Kırlangıç ile İran Dışişleri Bakanlığı’nın Akdeniz ve Doğu Avrupa’dan Sorumlu Genel Müdürü Mahmud Heydari arasında bir görüşme yapıldığını bildirdi. Buna göre, Heydari (İki ülkenin ortak çıkarları ve bölgedeki şartların hassasiyeti sebebiyle, yanlış yorumlar ve gerçekçi olmayan analizlerden kaçınılması gerektiği; zira bu tür ifadelerin ikili ilişkilerde ayrılığa ve gerilime yol açabileceği) mesajını vermişti. Anlayacağınız, komşu ülke Türkiye’nin rahatsızlığını belirtmesinden ve bu duruma ilanihaye kayıtsız kalmayacağını ihsas etmesinden rahatsız olmuştu… Tabiatıyla bu açıklamanın akabinde İran maslahatgüzarı Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı. Bakanlıktan yapılan açıklamada, Tahran’ın Türkiye’nin politikalarına ilişkin kamuoyu önünde yaptığı eleştiri dolayısıyla İran’ın Ankara’daki maslahatgüzarının çağrıldığı aktarıldı. Maslahatgüzara, dış politika meselelerinin iç politika için saptırılmaması gerektiğinin bildirildiği ifade edildi. Peki, Hakan Fidan ne demişti? Dışişleri Bakanı Fidan, El Cezire’ye verdiği röportajda, İran’ın terör örgütü PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’yi destekleme ihtimaline yönelik iddialara dair soruya çok dikkat çekici cevap vermişti… Fidan, İran’ın geçmişteki gibi politikaları devam ettirmesinin doğru bir yol olmayacağına dikkat çekerek, “Eğer siz başka bir ülkedeki bir grubu destekleyerek orada rahatsızlık oluşturmak isterseniz, başka bir ülke de sizdeki başka bir grubu destekleyerek size rahatsızlık oluşturmak ister. Dolayısıyla camınıza taş atılmasını istemiyorsanız başkasının camına taş atmayacaksınız” demişti. Türkiye ile İran arasında bugüne kadar pek çok defa gerilimler meydana geldi. Her seferinde yükselen tansiyon, bir müddet sonra yerini normalleşmeye bıraktı. Gene aynı şeyin vuku bulması beklenir elbet. Ancak Dışişleri Bakanı seviyesinde verilen bu mesajın (Mukabele bil misil-aynıyla karşılık verme) hayli yankı yaptığı ve yapacağı anlaşılıyor… Cumartesi (1 Mart) günkü yazımızda “Terörsüz Türkiye"den rahatsız olan iç ve dış odakları değerlendirirken, İran’ın malum tutumuna bilhassa işaret etmiştik. PKK’nın bir kolu olan PEJAK’ın İran’daki mevcudiyetine rağmen, bu ülkenin Türkiye’de faaliyet gösteren PKK’ya karşı ortaya koyduğu tutum, izahı olmayan bir davranış. Ve bu davranış, komşu ülkeler arasında husumetin büyümesine kesinlikle kapı aralayan bir fitne mesabesinde…
İran’ın stratejik olarak Orta Doğu’da ve siyasi-mezhebî yayılma hedefleri dolayısıyla genel olarak İslâm âleminde yürüttüğü sinsi politikalar, kırk beş yıldan beri muhtelif çalkantılara sebep oldu. Lafa gelince dostluk ve iyi komşuluktan dem vuran, ama realiteye gelince asla kabulü mümkün olmayan "Acem siyaseti" ile bugüne kadar İran ne kazandı, ne kaybetti? Bunun muhasebesini yapmak şüphesiz İran’ın meselesi… Dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerine (Rusya’dan sonra geliyor) sahip olup evlerini ısıtacak, sokaklarını aydınlatacak enerji tedarikinden aciz bir ülke oturup düşünmeli. Bugünkü hâllere neden, hangi sebeplerden ötürü geldi? Pers İmparatorluğu sevdasını bırakmayan İran, Şahlık döneminde de farklı hesaplar peşindeydi. Fakat anlaşılan o ki, “İslam Cumhuriyeti” de, çok geçmişlerde kalmış olması gereken bu saplantıdan kendisini kurtaramadı. Peki, İran halkı bu vaziyetten memnun mu? Dışarıdan görünen ve içeriden yansıyanlara göre asla ve kata memnun değil. Ve bu sebepledir ki, rejim kesinlikle diken üstünde. Bir taraftan ayrılıkçı cereyanlar diğer yandan ülke içindeki siyasi ve sosyal rahatsızlıklar, bunları bastırmak için devreye sokulan otokrat yöntemler, İran’ı bir hayli yormuş durumda. Lakin ülkeyi yönetenler bu durumu asla kabul etmiyor. Onlar hamasetle başka telden çalıyor!.. Vâkıâ, İran’ın, gelişen dünya dengeleri karşısında mutlaka bir paradigma değişikliğine gitmesi icap ediyor. Amma bunu yapacak niyet ve iradeye sahip siyasi kadrodan eser yok. Hâsılı İran, aslında çok da iyi bildiği gerçeklere gözünü kapatarak yanlış istikamette ilerlemeye çalışıyor. Türkiye ile olan ilişkilerdeki sıkıntılar da tam bunu gösteriyor…
Suriye’yi daha çok kaşıyacaklar!..
11 Mart 2025 02:00 | Güncelleme: 11 Mart 2025 11:30
Evet, bölgesel ve küresel şer odakları, Suriye’yi asla kendi hâline bırakmak istemez. İran’ın dinî lideri Hamaney, rejimin çöküşünden iki hafta sonra; “Suriyeli gençlerin kaybedeceği bir şeyleri yok…” demişti.
Bu köşede çok dile getirdik… Suriye meselesi çok yönlü ve bir o kadar da çetrefil. Bu yazının kaleme alındığı saatlerde BM Güvenlik Konseyi henüz toplanmamıştı. Güvenlik Konseyinin toplanması o kadar da çok önemli değil. Çünkü bu kurul, sayısız meselede sayısız kereler toplandı ve sonucunda genellikle dağ fare doğurdu. Burada dikkat çeken husus şudur: Tam on üç yıl boyunca, Suriye kanlı iç çatışmalarla yangın yerine dönmüşken BMGK’da, daimî üyeler olarak Rusya ve Amerika birbirleri ile kıyasıya rekabet içinde, etkili olabilecek bir kararın çıkmasını engellemek için her şeyi yaptılar. Rusya’nın birdenbire Suriye’ye gelip yerleşmesi ABD’yi tabii ki rahatsız etmişti… Daha da ötesi orada Rus-İran ortak operasyonlarının nereye varacağı belli değildi. Ukrayna Savaşı sebebiyle aralarındaki diplomatik münasebetlerin dahi askıya alındığı bir ortamda, daha yeni yeni karşılıklı olarak büyükelçilikler faaliyete geçirilirken, aynı iki devlet bu defa Suriye için şaşırtıcı bir süratle BMGK’yı acil toplantıya çağırıyor… ABD’nin de, Rusya’nın da başta İsrail’in güvenlik stratejisi olmak üzere, birçok başka gerekçe ile Suriye’ye dair paralel politikalar uygulaması şaşırtıcı değil. Bunlar öteden beri iyi bilinen konular. Yeri geldiğinde küresel güçlerin nasıl menfaat uzlaşmasına vardığı sayısız örnekleriyle ortadadır. Aynı şekilde rakip durumundaki bazı bölgesel güç ve aktörlerin de, görünürdeki agresif zıt politikalarına karşılık, bazı kritik konularda pekâlâ örtülü uzlaşma içine girdiklerini müşahede ediyoruz. İsrail ile İran arasında, Suriye konusunda sureta cereyan eden çatışma durumunun aynı zamanda gizli bir iş birliği formatında yürüdüğünü başka türlü nasıl izah edebiliriz?
Evet, Suriye’deki son olaylar hiç de şaşırtıcı değil… Nitekim Suriye geçici yönetiminin Cumhurbaşkanı Ahmet Eş-Şara bunun beklenen bir durum olduğunu belirtiyor. En az bir milyon insanın hayatını kaybettiği on üç yıllık yıkıcı iç savaş döneminin akabinde, her şeyin kısa zamanda sütliman olması mümkün olamazdı. Burada gerçekçi olmak lazım! Ancak zamanın da çok önemli olduğu, zira düzenin kalıcı şekilde kurulmadığı ortamda, geçen her dakikanın şer güçlerince kullanılacağı şüphesizdir!..
Suriye’deki durum özetle budur. Ne yazık ki Suriye’de şer güçlerin istismar edeceği meseleler oldukça fazladır. En başta da mezhep ve etnik kimlikler konusundaki hassasiyetler… 2011 öncesi dönemde Suriye’nin demografik yapısında Sünnîler nüfusun yüzde 74’ünü teşkil ediyordu. Velakin bu tablodan şimdi eser yok. Çünkü milyonlarca Sünni Müslüman ülkeden kaçmak zorunda kaldı. İran’dan getirilen binlerce Şii nüfus Suriye’nin başta Şam olmak üzere kritik bölgelerine yerleştirildi. Bir de ABD’nin koruması altında Suriye’nin Kuzey Doğu Bölgesinde fiilen kurulmuş terör bölgesi var. Bu çıbanbaşları hâl yoluna konulmadıkça, Suriye’de huzur ve sükûnun temin edilmesi mümkün değil. O kadar çok fitne fesat unsuru var ki, bunlarla başa çıkmak hiç kolay değil. Bu yüzden Suriye geçici yönetiminin yeterli desteği alması şarttır. Ancak bu da o kadar kolay bir mesele değil. En büyük desteği Türkiye veriyor şüphesiz. Fakat gelin görün ki, Türkiye içinde dahi, Suriye’nin istikrarını hedef alan birtakım kişi ve kuruluşlar ateşe benzinle gidiyor. Alevileri katlediyorlar diye üfürülen yalanları sınırsız şekilde körüklüyorlar. Hatay’da, kendisini “Nusayri şeyhi” diye takdim eden şahsın yaptığı kışkırtma, bunlardan sadece biri... Birtakım kripto şahıslar, şüpheli hesaplar üzerinden şeytanın değirmenine su taşıyor… Dememiz o ki, Türkiye’de bile böyle fitne fesat tezgâhları iş yapıyorsa, başka yerlerde neler olmaz. Hâl böyle olunca üzerine ölü toprağı serpilmiş BM Güvenlik Konseyi bile birdenbire harekete geçebiliyor…
İçeride bin türlü derdi olan İran, Suriye konusunda en ateşli düşmanlığı yapıyor. Ali Hamaney’in dış politika danışmanı olan Ali Ekber Velayeti'nin şu lafına bakar mısınız:
“Şu anda Suriye’nin geleceğini tahmin etmek mümkün değil. Ancak işaretler ve gördüklerimiz, devletin parçalanmasının ön hazırlıkları olduğunu gösteriyor…” Bu kin dolu laflar İran rejiminin temennisidir elbet. Gelgelelim bu niyetlerde İran tek başına değil. Fakat en fazla fitne peşinde koşan adres kim diye sorulursa, cevap İran’dır! İçeride ve dışarıda Suriye’ye dair yalan yanlış bilgiler yayarak bu zavallı ülkeyi bölmeye çalışan malum odaklar pek fazla da sevinmesin. Suriye o kadar da sahipsiz değil. Esad rejiminin ayakta kalmak için ülke menfaatlerini başkalarına peşkeş çekmesi dönemi artık geride kaldı. AB cenahından son olaylarla ilgili gelen açıklama son derece dengeli ve gerçekçi… Suriye halkı çok ağır imtihanlardan geçti. Bugün karşılaştığı problemlerle eskiye nazaran daha güçlü şekilde mücadele edecek kapasitesi var. İnşallah dostlarının da yardımıyla bu zor günleri aşacaktır. Bütün tahrik ve kışkırtmalara rağmen, gerek Nusayri gerekse Dürzi azınlığın ekseriyetinin İsrail, İran ve diğer çevrelerin teşviklerine kanmadığını, birlikten yana tavır koyduklarını da görüyoruz. Temennimiz bütünü itibariyle Suriye halkının şuurlu hareket etmesi. Tuzaklara düşüp bir defa daha felaketlere maruz kalmamak için geçmişten ders almış olmasıdır. Şer güçler, bu denemede beklediklerini alamadı. Ancak vazgeçmeyecekler ve tekrar tekrar deneyeceklerdir. Geçici Suriye Yönetimi’nin bundan sonraki muhtemel saldırılara karşı daha hazırlıklı olacağına inanıyoruz.
Fitne ateşini körükleyenler…
13 Mart 2025 02:00 | Güncelleme: 12 Mart 2025 23:07
Suriye’de yeni dönemi baltalamak isteyen fitneci odaklar hiç boş durmuyor… Bilhassa mezhep ve etnik temelli çatışmayı körüklemek suretiyle, bu ülkeyi birkaç parçaya bölmeye çalışıyorlar. Dikkat, dikkat!
Suriye’de gelişmeler baş döndürücü hızla ilerliyor… Esad rejiminin çöküşü üzerinden henüz üç ay geçti. Bu üç ay zarfında umumiyetle mutedil bir hava hüküm sürdü. Yer yer baş gösteren küçük çatışma ve gerginlikler eşyanın tabiatından kabul edilebilecek mahiyette idi. Ancak 6 Mart günü, Tartus ve Lazkiye’de alevlenen fitne ateşi, Suriye geçici hükûmetinin yüz yüze geldiği en ciddi sınama idi. Neyse ki, bu kalkışma denemesi kontrolden çıkmadan bastırıldı. Bu kalkışmanın esasen Esad rejiminin çöktüğü ilk günden itibaren planlandığı da bir gerçek. Türkiye gazetesi olarak, Tartus ve Lazkiye’de katliam hazırlığı yapıldığını çok önceden haber olarak verdik. Zira hazırlıklar öyle gizli saklı değil, aleni şekilde yapılıyordu… 6 Mart’tan üç gün önce Rakka’da, ABD ve İran’ın (Buraya dikkat! ABD Cent-Com görevlisi ile İran’lı temsilci aynı masada) da içinde olduğu; PYD/YPG temsilcisi, Esad rejiminde görev yapmış bir Nusayri general ve keza Dürzi terör örgütünden bir temsilcinin yer aldığı ortak toplantı yapılıyor… Üç gün sonra kanlı olaylar patlıyor… Her şey bu kadar açık!.. Başarabilselerdi bugün çok çok farklı bir Suriye tablosunu konuşuyor olabilirdik. Çok şükür ki, güçleri yetmedi. Fakat gayet iyi biliyoruz ki, şer güçler asla vazgeçmeyecek. Suriye’nin işi hakikaten zor. Cumhurbaşkanı Ahmet eş-Şara, “Dış güçler ülkede mezhep temelli fitneyi körükleyerek memleketi bölmek istiyorlar, bunlara karşı güçlü olmak zorundayız…” diye birlik çağrısında bulunuyor. Şara’ya halktan büyük destek var. Haddizatında şu ana kadarki kıpırdamalarda, Nusayri ve Dürzi kesim içinden de ayrılıkçılara fazla destek çıkmadı. Her iki kesimin ekseriyeti Suriye’deki yeni yönetime yakın duruyor. Lakin dışarıdan çok büyük tahrikler var.
İsrail milyar dolarlık fonlar tahsis ederek Dürzileri parayla satın almaya çalışıyor… Hedefi, özerk bir Dürzi bölge meydana getirerek, Suriye’nin parçalanmasını sağlamak. Aynı şekilde İran da Nusayrileri fena hâlde tahrik ediyor. Başta dinî lider Ali Hamaney olmak üzere, İranlı yetkililer çok kışkırtıcı beyanlarla Nusayrileri başkaldırı için teşvik ediyor. Tartus ve Lazkiye’deki olayların fitilinin ateşlenmesinde İran’ın rolü çok açık… Bu arada Türkiye’de yaşayan Nusayriler içinden bazı kişiler “Aleviler katlediliyor" yaygarası ile ortalığı velveleye verdiler. Bunların başında kendisini Nusayri Şeyhi diye takdim eden Selim Narlı ile CHP’li eski ve yeni vekiller geliyor… Olayları saptırmak için seferber oldular. CHP’nin klasikleşmiş Alevi istismarcılığı bir kere daha yüzünü gösterdi. CHP hiç şaşırtmadı ve hem bireysel hem kurumsal ölçekte bu anaforda yerini aldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan dün AK Parti grup konuşmasında CHP’nin bu yaklaşımına sert eleştiriler yöneltti: “Bizim üzüntümüz bu tablonun Türk demokrasisine yakışmamasınadır. Bizim üzüntümüz genel başkan değişse de CHP'nin faşist zihniyetinin olduğu yerde çakılı kalmasınadır. Sayın Özel kusura bakmasın. Şahsi siyasi ikbali uğruna bile olsa kimsenin siyaset kurumunu bu duruma düşürmeye hakkı yoktur. Sayın Özel'i ve CHP yönetimini bir kez daha sorumlu siyaset yapmaya davet ediyorum. Özellikle Alevi canlarımız konusunda kullandıkları çirkin, ayrımcı ve zehirli dili terk etmeye çağırıyorum. CHP yönetimi artık Suriye'deki ateşi ülkemize taşıma siyasetinden tövbe etmelidir. Kullanılan dil bu ülkeye geçmişte çok acı bedeller ödetmiş, son derece sorumsuz, son derece tehlikeli bir dildir. Türkiye'nin birliğini, dirliğini, bütünlüğünü, huzur ve güvenliğini korumak hepimizin görevidir. Millete karşı ortak mesuliyetidir. Muhalefette olmanız bu gerçeği değiştirmez, değiştirmemelidir... Bir diğer husus ise şudur değerli kardeşlerim: Bu ülkede Kürt de Alevi de muhafazakâr da demokrat da en şedit baskıyı CHP'den görmüş CHP'nin faşist zihniyeti eliyle yaşamıştır. CHP yönetimi Alevi vatandaşlarımızı istismar edeceğine, kışkırtacağına önce çıksın onlara yaptıkları zulümden dolayı nedamet getirsin.”
Evet, ne yazık ki CHP bunca yıl yaşanan acı tecrübelere rağmen, saplandığı malum zihniyeti terk etmiyor. Cumhurbaşkanının konuyla ilgili verdiği hüküm şöyle: “Terörsüz Türkiye hedefiyle yürüttüğümüz çalışmalarda, ülkenin 40 yıllık bir sorununu çözerken istismara müsait yeni fay hatları oluşturmak, açık ve net söylüyorum emperyalizme uşaklık etmektir. Her kim 3-5 emperyalistin gazlamasıyla bu milletin kardeşliğine kastederse karşısında bizi bulur. Devletimizi bulur. 85 milyonu bulur. Çünkü biz bu tezgâhı son 22 yıl boyunca defalarca gördük. Biz bu kirli oyunu daha öncesinde 27 Mayıs'ta, 12 Mart Muhtırası'nda, 12 Eylül Darbesi'nde, 28 Şubat Postmodern Darbesinde bunlara giden kanlı ve alçak yollarda gördük. Biz bu tarz söylemleri demokrasimize ve ekonomimize yönelik müdahale girişimlerinde, Türkiye'yi istikrarsızlık bataklığına sürüklemeyi amaçlayan enva-i çeşit tuzakta gördük. Bu mülevves senaryoyu daha önce Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta, Gazi Mahallesi'nde ve başka yerlerde gördük. Buradan aynı hevesler peşinde koşanlara şunu bir kez daha söylüyorum. Artık başaramayacaksınız. Kardeşliğimize halel getiremeyeceksiniz. Bizi Türkiye Yüzyılı hedefimizden alıkoyamayacaksınız. Ülkemizin iç dinamiklerini kaşıyarak bu milleti tekrar kendi iç gündemine hapsedemeyeceksiniz. Allah'ın izniyle bu sefer Türkiye'yi küresel demokrasi ve kalkınma yarışının dışına atamayacaksınız…”
Aynı inancı biz de paylaşıyoruz. Diyoruz ki: Her şeye rağmen Suriye’de, PYD/YPG’nin yeni yönetimle uzlaşmaya varıp özerklik macerasından vazgeçmesi önemli bir gelişmedir. ABD’nin de, Suriye’nin kuzeyinde kalmasının artık bir gerekçesi kalmamıştır… Yani çekilecektir. Keza Suriye’nin fiilen gasbedilmiş toprakları artık devletin kontrolünde olacak ve Suriye haritası tek renk olarak dalgalanacaktır. Hayırlı olsun...
Terörsüz Türkiye’ye adım adım…
15 Mart 2025 02:00 | Güncelleme: 14 Mart 2025 22:44
İlk günden beri, bölücü terör örgütünün silah bırakmayacağına dair bir olumsuz kanaat yaymayı vazife edinen kişi ve çevrelere rağmen, şu ana kadar gelişmeler oldukça iyi gitti. Terörsüz Türkiye hedefine adım adım...
İhtiyatlı olmak yahut temkinli bir iyimserlik içinde olmak hâlin icabına göre beşerî bir tavırdır. Şimdilerde iyimserlik-kötümserlik kelimeleri yaygın kullanımda. Nikbin ve bedbin kelimelerini unutalı maalesef uzun zaman oldu… Bu deyimler, hadiseler karşısında insanın sahip olduğu his ve düşünce hâllerini anlatmak için. 50 yıllık musibeti geride bırakmak için devlet ve siyaset adamlarının attığı önemli adımların neticeleri bir bir tahakkuk ediyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çağrısı ile başlayan gelişmeleri, herkes kendi açısından okumaya çalışıyor. Bölücü terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın, PKK’nın silah bırakıp kendini feshetmesi çağrısından bu yana, medya organlarında ‘temkinli iyimserlik’ ifadesi yaygın biçimde kullanılıyor. Daha önce Habur açılımı, Oslo görüşmeleri ve “çözüm sürecinde” yaşanan acı tecrübeleri hatırda tutarak, her ihtimale karşı ihtiyatlı olmayı elden bırakmamak, son derece mantıklı bir durum. Diğer taraftan hadiseye ilk günden beri kategorik biçimde kötümser açıdan bakmakta ısrar eden kesim, olumsuz kanaat yaymak için bayağı çaba gösteriyor… En başta, "Öcalan silah bırakma çağrısında bulunmaz, bulunsa da örgüt üzerinde etkisi olmaz" dediler. Onlara göre 25 yıldan beri hapiste olan ve örgütle fiilî bağı koparılmış olan Öcalan’ın etkisi de zayıflamıştı. Nitekim 2013’te bu minvalde yaptığı çağrı sonuçsuz kalmıştı. Şimdi ne değişmişti de farklı bir netice çıkacaktı… Lakin öyle olmadı. Öcalan beklenen çağrıyı yaptı. Ve şu ana kadar PKK ve uzantıları büyük çapta çağrıya olumlu şekilde tepki verdi. Her ihtimale karşı geçmişte yaşananların bir benzerinin tekrar etmemesi hususunda, devlet kademeleri başta olmak üzere, genel olarak bir ihtiyatlı iyimserlik havası hâkim.
Devlet, kendisinden beklenen tavır içinde, terör örgütü ile herhangi bir pazarlığa girmeden, kati kararını da bildirerek; bölücü örgütün silah bırakması, aksi hâlde silahlarıyla birlikte gömülmesinin kaçınılmazlığını ortaya koydu. Terörle mücadelede son yıllarda kaydedilen büyük başarı zaten örgütün belini kırmıştı. Bunun devamında tamamen imha olmaktan kurtulması da mümkün değildi. Sahadaki durum ile bölgesel-küresel ölçekteki siyasi ve askerî gelişmeler, PKK’nın bu saatten sonra ayakta kalmasının ne kadar zor ve imkânsız olduğunu açıkça gösteriyordu. Bu şartlar altında Öcalan, elli sene boyunca terör eylemleriyle varılmak istenen neticenin artık mümkün olmadığını, özerklik veya federasyon gibi taleplerin de bundan böyle söz konusu olamayacağını, örgütün bu sebeple kendisini feshetme çağrısını yaptı. Silah bırakma çağrısı kayıtsız şartsız biçimde yapıldı. Bu, devletin beklediği şeydi. Şimdi sahadaki fiilî durum elbette yakından takip ediliyor ve örgütün elinde silah bulunduğu müddetçe, terörle mücadele kararlılığı sürdürülecek… Bu saatten sonra, PKK’nın daha önce tevessül ettiği gibi süreci sabote etme, zaman içinde işi sulandırma veya başka bir şekilde faaliyetine devam etmek gibi bir şansı kalmamıştır. Ama her şeye rağmen, ihtiyatlı iyimserlik içinde olmak gerekir. Zira terör örgütünün geçmişi ve sicili ortadadır. Şu ana kadar esasen gelişmeler olumlu bir seyir içinde. Fakat bazıları ısrarla "Terörsüz Türkiye" hedefine ulaşılmasını istemiyor. İstememek bir yana dursun, buna mâni olmak için de çok tehlikeli hareketlere girişiyor. Öcalan’ın yaptığı çağrının, Suriye’nin kuzeyinde ABD himayesi altında; güya Sivil Demokratik Güçler (SDG) olarak faaliyet gösteren PYD/YPG örgütünü, kapsayıp kapsamadığı tartışılırken, bazılarını ters köşeye yatıran bir önemli gelişme oldu.
Tam da Lazkiye ve Tartus şehirlerinde, Suriye geçici hükûmetine karşı, bir kalkışmaya yeltenen Esad rejimi artıklarının hareketlendiği bir sırada, SDG’nin elebaşı Ferhat Abdi Şahin, Ahmet eş-Şara ile masaya oturdu ve sekiz maddelik bir anlaşma metnine imza attı. Bu anlaşma metninde yer alan pek çok konuyu, SDG önceleri kabul etmemişti. Nedense ABD helikopteri ile Şam’a giden Ferhat Abdi Şahin bu defa imzayı atıyordu… Burada ABD’nin tavsiye ve telkinlerinin etkili olduğuna dair yaygın kanaat var ki, doğrudur. Lakin ABD’nin düne kadar hayata geçirmek istediği, Suriye’nin kuzeyinde bir özerk bölge projesi de külliyen çökmüştür. Bu gelişme, Esad rejiminin yıkılmasından sonraki en önemli ikinci olaydır. Şayet SDG veya hakiki yapısıyla PYD/YPG, bu şekilde Suriye Yönetimi ile anlaşıp entegre olmayı kabul etmeseydi, Türkiye kaçınılmaz olarak askerî operasyon yapacaktı. Zira Suriye’nin kuzeyinde bir özerk yapı projesi, Türkiye’nin ulusal güvenliğini doğrudan tehdit ediyordu. Burada da ihtiyatlı iyimserlik hâli, SDG güçleri tamamen tasfiye edilene kadar devam ediyor. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Suriye’deki varlığı ve konumu aynen devam edecektir. Evet, Türkiye’ye rağmen, Suriye’de birilerinin farklı hedefler peşinde koşup bunu hayata geçirmesi mümkün değildir. Bunun en son örneği, 6 Mart’ta Tartus ve Lazkiye’de, İsrail ve İran ve dahi ABD-Rusya gibi küresel güçler tarafından tezgâhlanan kalkışma teşebbüsüdür. Türkiye’nin doğrudan ve etkin müdahalesiyle, bu fitne büyümeden bastırılmıştır. Şüphesiz bu hadise Suriye’nin inşa sürecinde de bir kırılma noktasıdır. Hem yeni Suriye Yönetiminin otoritesini pekiştirmiş hem de Türkiye’nin bu ülkedeki etkisini perçinlemiştir. Dahası Kuzey Irak’ta olduğu gibi, Suriye’nin kuzeyinde yuvalanan PYD/YPG yapılanmasının da sonunu getirecek süreci geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde başlatmıştır...
Özetlersek, Türkiye içinde bitirilen, Kuzey Irak ve Suriye’de de bitme noktasına gelen 50 yıllık terör örgütünün tabutuna son çiviler çakılıyor...
CHP bu sınavdan geçebilecek mi?
22 Mart 2025 02:00 | Güncelleme: 21 Mart 2025 23:24
Evet, Cumhuriyet Halk Partisi çok ciddi ve sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Bu noktaya bir anda gelinmedi elbet… Bireysel yolsuzluk iddialarının da ötesinde yaşanan kurumsal siyasi kriz, partiyi fena hâlde çıkmaza soktu.
CHP Genel Başkanlığını kaybettiği için hayli üzülen Kemal Kılıçdaroğlu, acaba şu anki şartlarda aynı koltukta olmayı ister miydi? Birkaç günden beri, Türkiye gündeminin en üst sırasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi merkezli yolsuzluk iddialarıyla ilgili soruşturma var… Aynı şekilde “Kent uzlaşısı” adı altında terör örgütüyle kurulan ilişkiler çerçevesinde yürüyen çok ciddi bir suçlama söz konusu. An itibarıyla, soruşturmaya tabi 107 isim var. Bunların 90 tanesi gözaltına bulunuyor. En başta “örgüt lideri olma” suçlamasıyla İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu yer alıyor… İmamoğlu epey zamandır CHP tüzel kişiliği dairesinde, çok farklı ve müstesna bir konumda görünüyor. Müstesna kelimesini bilhassa kullandım. Çünkü CHP’de fiilî liderlik pozisyonunda bir görüntü veriyor. CHP teşkilatının en azından bir kısmının bu görüntüden pek mutlu olmadığını tahmin etmek zor değil. Mesela genel başkan Özgür Özel’in kendisi bu sıfatıyla birlikte geri plana düşmekten memnun kalabilir mi? Ne var ki fiilî durum böyle. İmamoğlu; Kasım 2023 İstanbul il kongresi ve akabinde yapılan 38. Kurultay’dan itibaren, parti içinde kontrolü ele geçiren ve istediği şekilde dizayn eden bir konuma yükseldi. CHP Merkez Yönetiminin en kritik noktalarına İmamoğlu’nun istediği, tercih ettiği isimler geldi. Devamında aynı istikamette gelişen şartlar dâhilinde, CHP’nin tek cumhurbaşkanı adayı olmak üzere kendisini tescil ettirecek “örgüt denetiminde seçimi” kotarıverdi. Velakin, bu safhada işler fena hâlde karıştı. Öyle ki, CHP tam bir açmazın içine düştü. O yüzden Kılıçdaroğlu mevcut şartlarda acaba CHP’nin başında olmak ister miydi sorusunu sorduk. İmamoğlu’nun ısrarlı talebiyle, CHP kendi kendini bağlayarak, cumhurbaşkanlığı adayı olarak tek kişiyi ilan etmeye hazırlanıyor. Fakat o kişinin şahsıyla ilgili pek çok hukuki problemi var. Ve mevcut şartlar değişmediği takdirde, asla aday olması mümkün değil!..
Ekrem İmamoğlu’nun üniversite diploması iptal edilmiş durumda. Bu iptal kararı orta yerde durdukça, (cumhurbaşkanı adayının üniversite mezunu olması) şartından dolayı adaylık imkânsız. Diğer taraftan İmamoğlu hakkında hâlen derdest olan yarım düzine dava var… Ve bunların bazısından mahkûmiyet alıp siyasi yasaklı hâle gelme ihtimali de var. Hâlen soruşturma safhası devam eden süreçte ise Ekrem İmamoğlu hakkında çok ciddi yolsuzluk iddiaları var ve bu çerçevede sahibi olduğu inşaat şirketine de el konulmuş durumda… Tabii hemen belirtelim ki, hukuki süreç soruşturma safhasında olduğu için, henüz herhangi bir mahkûmiyet kararı yoktur. Hatta savcılık iddianamesi de hazırlanmış değildir. Ancak bu süreçte yapılan şikâyet, ihbar ve ifşaatın daha ziyade CHP içinden gelmiş olması çok dikkat çekici bir durumdur. Önümüzdeki günlerde çok daha şaşırtıcı şeyler duyabiliriz… Hâlen tutuklu bulunan bazı CHP ilçe başkanlarının itirafları, soruşturma ve davanın seyrini dramatik şekilde değiştirebilir. CHP Yönetimi, mensuplarının bu şekilde yolsuzlukla suçlanmasından tabii olarak rahatsız ve bundan dolayı hadiseyi hukuk zemininden çıkarıp siyasi zemine taşımak istiyor. Bunu yapmaya çalışırken de çok tehlikeli bir yola başvuruyor. Vatandaşı sokağa çağırmakla CHP, fitnenin ateşini yakmak için alesta bekleyen marjinal örgütlere bir kere daha fırsat sunmuş oluyor ki, bunun siyasi ve hukuki sorumluluğu çok ağırdır. Başta Özgür Özel olmak üzere, CHP yetkilileri bu konuda çok dikkatli olmalı. Aman ha aman!.. Bunun ülkeye getireceği huzursuzluğun müsebbibi olmak, CHP’lilere zarardan başka bir şey kazandırmaz. Cumhurbaşkanının da belirttiği üzere bu sokak “çıkmaz sokaktır”. Daha evvel çok denendi. Lakin bu yollara girenlerin hepsi sonunda hüsrana uğradı.
CHP yolsuzluk iddialarından kurtulmak için sokakları karıştırarak bir sonuca varacağını gerçekten düşünüyorsa, buna şahsen şaşarım… Yüz yıllık parti olmakla övünen CHP, şimdilerde yolsuzluk suçlamalarının yanında daha ciddi ve kurumsal bir problemle karşı karşıya. İstanbul il kongresi ve 38. Kurultay’ın şaibeli olduğu yolunda şikâyet ve ihbarlarda bulunan CHP’lilerin beyan ve başvuruları sebebiyle doğması muhtemel çok ciddi hukuki sonuçlar söz konusu. Daha açık ifade edecek olursak, CHP Yönetimi İstanbul Büyükşehir Belediyesine kayyım atanmasın diye direnirken, bizatihi CHP’nin kendisine kayyım atanması söz konusu olursa ne olacak? Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle “Geliyor gelmekte olan…” Sokaklardaki kalabalıklar, meydanlardaki nümayişler ne kadar geniş çaplı olursa olsun, hukuki sürecin seyrini değiştirmez. CHP’yi yönetenler öteden beri övündükleri söylemlerine uygun biçimde, gerçekçi olup hukukun işlemesine yardımcı olmalı ve sabırla, olgunlukla neticeyi beklemeli. Özgür Özel içine düştüğü ikilemde çaresiz kalarak vatandaşı sokağa davet etmek gibi daha büyük bir yanılgıya düştü. Yol yakınken geri dönerse rasyonel davranmış olur. Aksi durumda siyaseten daha ağır bir yükün altına girmiş olur ki, o yükü kaldıramaz duruma da düşebilir. Geçmişte de CHP yerel yönetimlerde benzeri durumlara düştü ve süreci iyi yönetemediği için ağır faturalar ödedi. Geçmişten ders almanın önemini CHP’lilere hatırlatmak bize düşmez herhâlde!..
Bu satırların yazıldığı sırada; Genel Başkan Özgür Özel’in olağanüstü kurultay çağrısı geldi. Çok çok önemli bir gelişme… Kayyım endişesi… Bu defa olay geçmişe nazaran daha ciddi görünüyor. “Siyasi darbe” ve benzeri sloganlarla bunu savuşturmak mümkün değil. Ziya Paşa’nın “Bu terazi bu sıkleti çekmez” dediği gibi, gün ışığına çıkan boy boy para kasalarının ağırlığını ucuz sloganlar kaldıramaz.
Gerçeklerle yüzleşmek pek zordur!..
25 Mart 2025 02:00 | Güncelleme: 25 Mart 2025 08:24
Acaba Özgür Özel, son zamanlarda partisinin yaşadığı süreci hangi ruh hâliyle değerlendiriyor? Sahi, nicedir eylemsizlikten mafsalları kireçlenmiş marjinal örgütlere, anarşi zemini açmakla hangi akla hizmet ediyor?..
CHP’de genel başkanlık koltuğuna oturduğu günden beri, Ekrem İmamoğlu’nun gölgesinden çıkamayan Özgür Özel, "fırsat bu fırsat" düşüncesiyle "liderlik" kimliğini kabul ettirmek için çırpınıyor… Bu tabii ve anlaşılabilir bir durum. Ancak tabir yerindeyse, kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi bir sakil duruma da düşmemek gerekir. Özgür Özel yaşı itibarıyla, 12 Eylül 1980 öncesi dönemde bu ülkede yaşanan, anarşik ortamı bilfiil idrak etmiş olma durumunda değil. Ama herhâlde ve mutlaka, siyasete meraklı ve sol ideolojiye meyyal bir kişi olarak, bu hususta epeyce gazete ve kitap sayfasını karıştırmış, ilişkili olduğu siyaset erbabından da hayli acı hatıra dinlemiş olsa gerek… Dolayısıyla 1960 ve 70’lerde, her gün sokakları savaş alanına çeviren sayısız örgüt ve fraksiyonun; memlekete verdiği korkunç zararları, en iyi bilmesi gereken sorumlu bir makamdaki kişi olarak, o derece dikkatli olması gerekir! Ne var ki, yapılan bütün uyarı ve hatırlatmalara rağmen; Özel, yanlışlarını görme ve düzeltme yoluna gitme niyetinde görünmüyor. Daha önce de bu köşede ifade ettiğimiz üzere, hukuk sürecinin işleyişini sabır ve olgunluk içinde beklemek yerine, halkı sokağa inmeye çağırarak, kamu düzenini tehlikeye atmanın hiçbir rasyonel tarafı yoktur. Ve buradan ne CHP’ye ne de Özgür Özel’e bir fayda gelmez. Tam aksine vatandaşın huzurunu kaçırmaktan ötürü, ciddi nefret ve öfke doğar…
Zira bu halk hangi siyasi düşüncede olursa olsun, anarşiye, Vandallığa, kanunsuzluğa prim vermez. Hâlbuki, CHP Yönetimi, tuhaf biçimde kendi sorumluluğundaki belediyelerle ilgili hukuki soruşturmaya tepki olarak, mahkeme salonlarında hak aramak yerine, sokakları ve meydanları provoke ediyor. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın açıklamasına göre 123 polisimiz çıkan olaylarda yaralanmış. Polisin üzerine asit atan anarşist, bu marjinal örgütlerin neler yapabileceğini ortaya koyuyor. Taş, molotof, balta, bıçak vs. eline ne geçirmişse onunla polislere saldırıyor… Bu anarşistlerin Şehzadebaşı Camii'ne ve haziresine karşı yaptıkları vahşet ve ahlaksızlık insanın nevrini döndürüyor. Tarihî mezar taşları tam bir Vandallıkla tahrip edilmiş. Özgür Özel, 2013’teki Gezi olaylarını bu vesileyle bir kere daha hatırladı mı acaba? Hani sözde göstericilerin Dolmabahçe Camii'ne karşı yaptığı çirkinlikler… Sayın Özel, “Mesele ağaç değil hâlâ anlamadın mı?” klişesini de hatırlar mı acaba? Tabii ki, bu marjinal örgütlerin niyeti Ekrem İmamoğlu filan değil, onlar çok daha başka şeylerin peşinde. Ama Özel, meydanlarda toz kaldırmayı ülkenin huzuruna kastedecek seviyede önemsiyor. Burada zerre kadar siyasi basiretin olmadığını bir kere daha hatırlatalım. CHP’nin sözde siyaset şemsiyesi altında bu memleketin huzur ve barışına kasteden marjinal örgüt mensupları, elbet yetkili merciler tarafından derdest edilecektir. Nitekim İçişleri Bakanı, şu ana kadar 1.133 eylemcinin gözaltına alındığını bildirdi. Yakalananların içinde uyuşturucu, hırsızlık, dolandırıcılık, cinsel taciz/istismar, kasten yaralama dâhil olmak üzere on yedi farklı suçtan adlî kayıtları bulunuyor. Yani Bay Özel’in de bilhassa farkına varması gereken bir nokta var ki, çok önemli. Saraçhane Meydanı başta olmak üzere, çeşitli mahallerde toplanan kalabalıkların içine kimlerin karışabileceğini ve fırsatını bulduğunda, fitne ateşini nasıl tutuşturabileceğini hatırdan çıkarmamalı. Bakan Yerlikaya on iki ayrı örgütün bu olaylara karıştığını ifade ediyor ki, üzerinde çok dikkatli, şekilde düşünmek lazım.
Bize kalırsa, Özgür Özel; ekonomiyi ve siyaseti tehdit ederek iktidara gözdağı vermek yerine, partisinin sorumluluğundaki belediyelerde gerçekten neler olup bittiğini araştırıp, suça karışmış isimlerin tasfiyesi için hemen disiplin teşkilatlarını hareketlendirmelidir. Böylece partiye siyaseten yüklenebilecek ağır faturanın önüne geçilmesi daha mantıklı bir durum. Fakat görüyoruz ki, CHP bambaşka bir hava içinde. Açılan soruşturma ve davaları “siyasi darbe” diyerek boşa çıkarmaya çalışmak beyhude bir gayret. Bakınız Kasım 2023’te yapılmış olan İstanbul İl Kongresi ve 38. Kurultay üzerinde şaibe iddiaları uçuşuyor. Hâlihazırda devam eden soruşturmalar var. Çok ciddi iddia ve ithamlar söz konusu. Tanık beyanları var, kamera kayıtları var ve orta yerde cevaplandırılması gereken çok ciddi sorular var. Anlayacağınız Özgür Özel’in işi çok zor. Öyle ki, olağanüstü kurultay bile pek çok problemin çözümünde etkisiz kalabilir. CHP mağduriyet havası pompalamakla sorumluluklarından kaçınamaz. Şayet ileri sürülen suçlama ve iddiaların bir kısmı dahi mahkemeler tarafından tasdik edilirse, bunun siyasi faturası hakikaten ağır olur. CHP gerçeklerle yüzleşmenin zorluğunu yaşarken, çözüm yollarını da doğru biçimde devreye almalıdır. Aksi hâlde daha beter sıkıntılarla karşı karşıya kalabilir. Kurultay için beyanda bulunan on bir tane tanığı, “meczup” diye geçiştiremezsiniz. Ama Özel her seferinde meczup demeye devam ediyor.
Şayet pazar günü olmasına rağmen açıldığı söylenen Laleli’deki dört tane döviz bürosunun kamera kayıtları (Ki, savcılık tarafından el konulduğu bildiriliyor) iddia edilen para trafiğini açığa kavuşturursa, bugünkü Parti Yönetimi tahmin etmediği kadar zor bir duruma düşer. Belediyelerdeki yolsuzluklarla uğraşırken, Parti Yönetimini şekillendiren kongre ve kurultayın şaibeli olarak soruşturma ve davalara konu olması, öyle kolay hazmedilebilecek bir durum değil. Evet, gerçeklerle yüzleşmek zordur, bazen de çok daha zordur...
“Özgür”lüğün akıntısına kapılmak…
27 Mart 2025 02:00 | Güncelleme: 27 Mart 2025 00:36
Başlığı mahsus bu şekilde yazdım. Özgür Özel’in tehlikeli sularda kulaç atmaya başladığını hatırlatmak için… Zira Saraçhane’deki nümayişler bir gösteri yapma özgürlüğünden çıkıp provokasyona dönüşüyor. Dikkat!
Evet, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemek anayasal bir haktır… AY Madde 34: “Herkes önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” CHP’nin Saraçhane’de günlerdir tekrarladığı toplantılarda boy gösteren sokak teröristlerinin taş, 'molotof', balta ve bıçaklarla polise saldırmasının yukarıdaki özgürlükle ne ölçüde bağdaştığını Özgür Özel izah edebilir mi acaba? Sayın Özel pek farkında değil veya öyle görüntü veriyor, ama bizatihi onun laflarından doğan bir netice söz konusu. Savcıya odun, bakana darbe aparatı gibi lakaplar takmak, ne devlet ne de siyaset adamlığı ile bağdaşır. Nitekim Saraçhane ile yetinmeyip Taksim'e yürümek isteyenleri, ancak bir nevi oylama yaparak sakinleştirebiliyor!.. “Haklıyken haksız duruma düşmeyelim” diye uyarması doğru bir tavır. Lakin "yığın psikolojisi" diye bir kavram var. Bir anda hiç ummadık şeyler olur. Bireysel kontrol topluluğun eline geçer ve kişi de uydum kalabalığa diyerek kontrolden çıkabilir. Oraya gelen herkesin Ekrem İmamoğlu ile dayanışmaya gelmediğini Özel de çok iyi biliyor olsa gerek. Ancak bizzat kendisi kışkırtıcı bir üslup kullanıyorsa ne demeli? Hani derler ya, ağzının dediğini kulağın duyuyor mu? Özel iktidara hücum etmek için ülke ekonomisini doğrudan hedef alıyor. Dikkat ediniz, Ekrem İmamoğlu ve diğer yüz küsur kişi ile alakalı söyleminde, iddiaları yalanlamaktan öteye bir şey diyemiyor. Ama yürüyen hukuki süreçten iktidarı sorumlu tutmak için her bahaneyi kullanıyor. Saraçhanede toplanan kalabalığı da bu yönde tahrik ve teşvik ediyor. Ve devamında da topluluk içine sızan Vandallar galeyana gelip polise saldırıyor. Resmî binaların ve esnafın cam çerçevesini indiriyor. Bununla kalmayıp, cami avlusundaki tarihî mezarları tahrip ediyor… Camiye saygısızlık ediyor. Burada hatırıma gelen bir halk deyişi var ama yazmak istemiyorum! O çapulcular, polis tarafından yakalanıp adliyeye teslim ediliyor. Lakin olanları seyreden sade vatandaşın da sinirleri geriliyor. Bu gidiş iyi bir gidiş değil!
Cumhurbaşkanının ailesine galiz küfürler eden aşağılık tiplerin, zemin bulduğunda ne gibi taşkınlıklara tevessül edebileceği açıkça ortada. Özel ve ekibi tepki ve hareketlerini mutlaka gözden geçirmeli, ülke huzurunu bozabilecek gelişmelere kapı aralamamalı. Özgür Özel saldırgan bir üslup kullanmakta ısrar ediyor. Yerli ve millî şirketleri boykot etmeye çağırmak hangi aklın eseri? Onun bu saldırgan ve ölçüsüz üslubu, başkalarını da etkiliyor. Sanatçı diye gezen ne idüğü belirsiz bir tip, bir filmin isminden hareketle “toplu katliam” çağrısını yapacak kadar alçaklaşıyor. Bütün bunlar özgürlük diye pazarlanamaz. Hiç kimse bu ülkenin huzuruyla oynama hakkına sahip değildir. Evet, gösteri yapma özgürlüğünü istismar etmek tehlikelidir. Nitekim Anayasa 34. maddenin ikinci fıkrasında da, bu hakkın sınırlama hükmünü düzenlemiş. “Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı ancak millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir” diyor. Kanunlar çerçevesinde alınan tedbirlere saygılı olmak dürüst vatandaşlığın icabıdır. O yüzden polise kanunsuz emir verilmiş diye mugalata yapmak hiç dürüst bir değerlendirme değildir. Altı yedi gün boyunca, gösteri hakkını tepe tepe kullanan CHP ve yandaşları, yolların kapatılmasından dolayı evine ve işine rahatça gidemeyen vatandaşlara da, ülke ekonomisine de fazlasıyla sıkıntı ve zarar verdi...
Bir önceki yazıda da dile getirdik. CHP tepkisellikten öteye reel siyasetle meseleleri ele almalı ve işler daha da çetrefil vaziyete gelmeden doğru çözümü bulmalı… CHP, sadece İBB Başkanı İmamoğlu ve yüz yedi kişi hakkındaki soruşturma olayı ile karşı karşıya değil. 2023 Ekim ve Kasım aylarında yapılan İstanbul il kongresi ve 38. Kurultayla ilgili şaibe iddiaları Özgür Özel’in genel başkanlığını gölgeleme eğilimi gösteriyor. Şimdiye kadar ortaya dökülen bilgi ve belgeler ve muhtemelen dökülecek olan yeni deliller, öyle yenilir yutulur cinsten değil. CHP şu günlerde, Ekrem İmamoğlu ve ekibi etrafında gelişen olaylar sebebiyle birlik-beraberlik görüntüsü veriyor. Ama bir taraftan da siyasi rekabet ve hesaplaşma hamleleri devam ediyor. Özgür Özel, genel başkanlık süresi içinde, İmamoğlu’nun dominasyonu sebebiyle hep ikinci planda kaldı. Son bir haftadan beri liderliğini fiilen göstermeye başladı. Ancak önüne çıkan fırsatları iyi kullanmalı. 31 Mart seçimleri sonrasında ortaya koymaya çalıştığı yenilik ve uzlaşmacı politikalardan vazgeçmek zorunda kaldı. Özel’in ‘müzakereci’ yaklaşımı, Kılıçdaroğlu’nun ‘mücadeleci’ tarzına takıldı. Genel başkanlığı kaybetmiş olmasına rağmen, Kılıçdaroğlu’nun politikada etkili bir isim olarak kalma gayretlerinde bir gevşeme yok. Bu yeni dönemde özellikle de İstanbul il kongresi ve 38. Kurultay çerçevesinde yaşanabilecek gelişmelerden, eski genel başkanın elini güçlendirebilecek sonuçlar çıkabilir.
Bu sebeple Özgür Özel liderliğini perçinlemek için yakaladığı fırsatı sonuna kadar kullanmak istiyor olabilir. Bu anlaşılmayacak bir durum değil. Velakin genel siyaset planında hatalar yapmak, özellikle ülkenin kanun ve nizamına karşı aykırı duruma düşmek yani hak ve özgürlükleri göstere göstere istismar etmek fena hâlde ters tepebilir. Saraçhane mitinglerinde, topluluğun içine sızarak anarşi ve teröre kapı aralayacak teşebbüslerde bulunan sokak teröristlerinin can sıkıcı eylemleri vatandaşı sinirlendiriyor. Özgür Özel, isminin manasıyla çelişen hâl ve hareketlere set çekmeli. Aksi hâlde özgürce ‘eylem’ yapma hakkı, fena hâlde zora girebilir...
CHP boykotla nereye varmak istiyor?
3 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme: 3 Nisan 2025 01:17
Cumhuriyet Halk Partisi; yolsuzluk, usulsüzlük ve iç çalkantılara fena hâlde batmış durumda… Parti teşkilatı il kongresi ve kurultay etkinliğini dahi şaibesiz yapamıyor. Yönetimdeki sıkıntıyı boykot çağrıları örtebilir mi?
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in sık sık tekrarladığı bir sözünü hatırlatmanın vaktidir: “CHP demek zam demektir. CHP demek pahalılık demektir. CHP demek kıtlık demektir. CHP iktidara geldiğinde ineklerin bile sütü kesilir!..” CHP, tek parti iktidarı devrinde, vatandaşı bir ekmeğe muhtaç etmişti. O bir ekmeği de karnesiz vermiyordu. Yokluk, kıtlık had safhadaydı. Ama CHP vergi üstüne vergi salıyordu. Çok partili siyasi hayat başladıktan sonra, Türk halkı bir daha CHP’ye iktidar vizesi vermedi. Siyasi konjonktür icabı, CHP’nin öncülüğünde kurulan koalisyon hükûmetleri döneminde de, her seferinde büyük ekonomik sıkıntılar baş gösterdi. 1980 öncesi yıllarda, vatandaşların saatlerce beklediği tüp gaz kuyruklarını, yaşı müsait olanlar gayet iyi hatırlar. Sahi, benzin kuyrukları kilometrelerce uzuyordu. Sadece 250 gramlık bir “sana yağı” paketi için bile uzun kuyruklara girmek zorunda kalıyordu vatandaşlar. Evet, bütün bu yokluk ve kıtlıklar hep CHP hükûmetleri devrinde yaşandı. Anlaşıldığı üzere, CHP iktidarı dönemlerinde vatandaşın yüzü gülmedi. Ama aynı CHP muhalefette iken de bu halka rahat vermedi. Bakar mısınız, çok kritik bir süreçten geçtiğimiz şu günlerde, CHP doğrudan doğruya ülke ekonomisini temelinden dinamitlemek için, yerli ve millî firmalara karşı boykot çağrısı yaparak piyasaları provoke ediyor. Özgür Özel, yolsuzluk, rüşvet, irtikâp, nitelikli dolandırıcılık da dâhil olmak üzere; yedi ayrı suçla itham edilen İBB eski Başkanı Ekrem İmamoğlu ve aynı “çıkar amaçlı örgütte” yer aldığı iddia edilen kişilere destek vermediği veya yeteri kadar destek olmadığı için, esnafa yönelik boykotla şantaj yapıyor.
Bu son boykot şantajıyla, CHP bir kere daha asıl siyasi kimliğini ortaya koymuş bulunuyor… CHP esnafın ticareti ve vatandaşların cebine müdahale ediyor. Lakin hemen belirtelim ki, bu gidişin sonu hiç de iyi görünmüyor. CHP yolsuzluk, usulsüzlük ve parti içi çalkantılara fena hâlde batmış durumda. O kadar ki, CHP teşkilatı; il kongresi ve kurultay etkinliklerini dahi, şaibeden uzak tahakkuk ettiremiyor!.. 8 Ekim ve 5 Kasım 2023 tarihlerinde yapılan İstanbul il kongresi ile 38. Kurultay’a dair, şaibe itham ve iddiaları gırla gidiyor. Her ikisi de, Ekrem İmamoğlu için partiye hâkim olma fırsatını hazırlayan önemli siyasi gelişmeler. 38. Kurultay’ın iptali için açılan davalara karşı tedbir olarak, 6 Nisan’da olağanüstü kurultaya gitme kararı alan CHP Yönetiminin, süreci hangi ölçüde kontrol altına alabileceği belli değil. Zira hem il kongresi hem de 38. Kurultay için açılmış bulunan soruşturma ve iptal davaları devam ediyor. El çabukluğu ile alınan olağanüstü kurultay kararı, bir yere kadar. Beri tarafta hukuki prosedürün sonuna kadar devam etmesi kesindir. İşte CHP bu anafor içinde, başta İBB eski Başkanı Ekrem İmamoğlu ve diğer soruşturulan yerel yönetim mensuplarına dair iddia ve ithamları ele alıp cevaplandırmak yerine halkı sokağa çağırarak, kamu düzenini; halkın can ve mal emniyetini, tehlikeye atacak atraksiyonlara girişiyor. CHP’nin mitinglerine sızan marjinal örgüt mensupları, orada güvenliği sağlamakla görevli polise saldırıyor. Bu sokak teröristleri güvenlik görevlilerine asit atıyor, baltayla, 'molotof'la, bıçakla hücum ediyor. Bütün bunlara zemin hazırlayan Özgür Özel ve ekibi, üstüne üstlük mülki idare amirlerini tehdit etmeye kalkışıyor. Özel’in bu cüreti nereden kaynaklanıyor, doğrusu üzerinde durmak gerekir. Yabancı ülkelere Türkiye’yi şikâyet ederek bir nevi piyasa yapmaya çalışan Özel’e, böyle absürt politikalarla bir yere varılamayacağını birileri anlatmalı.
CHP ve Özgür Özel, adli mercilerde derdest yolsuzluk; rüşvet, irtikâp ve nitelikli dolandırıcılık suçlamalarını savuşturmak için sokağa bel bağlamış görünüyor. Bununla da yetinmeyip bayağı ülkenin ticari hayatına ve ekonomisine kastediyor. Vatandaşları bu ülkenin yerli ve millî firmalarına karşı boykot eylemine zorluyor. CHP’nin karakteri özetle budur. Hak ve özgürlüklerden dem vurur. Ama vatandaşın iradesine baskı kurmak için yeri geldiğinde tam tersi istikamette zorlamada bulunmaktan kaçmaz. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde, CHP elitleri; MHP’yle ortak aday gösterilen Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy vermek istemeyen bazı partililere, amansız baskılarda bulunmuştu… Bu defa da zorla İmamoğlu’na destek çıkarmak üzere, boykot şantajını devreye sokuyor...
Tekrar hatırlatalım, CHP ne yaparsa yapsın, bu şantajcı zihniyetle devam ettiği müddetçe kaybetmeye mahkûmdur. Bakınız vatandaş neyin ne olduğunun gayet iyi farkında… Gezi olayları sırasında yapılan boykot çağrıları karşılık gördü mü? Yetmiş beş yıldır CHP’ye bu ülkeyi yönetme vizesi vermeyen halk; hâlâ ders almamış olup, sokak hareketleriyle, şantaj ve tehditle sözüm ona iktidar mücadelesi vermeye kalkışanları da pekâlâ reddedecektir. Tabiatıyla bu son boykot zorlamasının hukuki bir boyutu da söz konusu. Ticaret Bakanı Ömer Bolat’ın belirttiği üzere, CHP ve şürekâsının bu eyleminden zarar gören firmalar dava açma hakkına sahiptir. Bu yolla uğradığı zararın tazminini talep edebilir. CHP tüzel kişiliğine karşı açılmış binlerce davayı düşünün… Muhalefette iken ülkenin ekonomisine ve vatandaşın gelirine bu denli zarar veren bir siyasi partiye, halk hiç iktidar vizesi verir mi? Son yetmiş beş senelik siyasi tablo bunun en bariz ispatı değil mi?
Siyonist İsrail neyi test ediyor?!
5 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme: 5 Nisan 2025 01:30
Uluslararası hukuk nizamına göre (hâlâ böyle bir şey varsa tabii) sınırları belli, egemen bir devlet olan Suriye’ye karşı, Siyonist İsrail, dört ay içinde yedi yüzden fazla hava saldırısında bulundu. BM teşkilatından tık yok!..
İsrail (yani Küçük Amerika) sırtını ABD’ye (yani Büyük İsrail’e) dayamış, hiçbir kaide-kural tanımadan, başka devletlerin topraklarına vahşice saldırmaya devam ediyor. Filistin toprakları üzerindeki zulüm, soykırım ve katliamı anlatacak kelimeler tükendi. Gazze’de ayakta kalan birkaç okul binası ve hasarlı hastaneler de bombalandı… Sadece son on günde çoğu çocuk bine yakın insan hayatını kaybetti. Uluslararası Adalet Divanı bu vahşeti defalarca tescil etti ve Siyonist İsrail’in kesinlikle soykırım yaptığını kayıtlara geçirdi. Ancak devamı gelmedi maalesef. Uluslararası Ceza Mahkemesi, Gazze Kasabı Netanyahu hakkında tutuklama kararı verdi. Ne var ki, bu insan kasabı, Macaristan gibi bir ülkenin yöneticileri sayesinde dış seyahate bile çıkabiliyor... Devir, kalleşlerin devri yani! Dolayısıyla Siyonist, terörist İsrail ateşkes anlaşmasına rağmen, hemen her gün Lübnan’a saldırıyor. Suriye’ye saldırıyor… Zalim Esad rejiminin yıkıldığı 8 Aralık’tan bu yana dört ay içinde, bu ülkeye yedi yüzden fazla hava saldırısı düzenledi. Suriye, sınırları güya BM teşkilatının teminatı altında olan egemen bir devlet. İsrail’in kendini savunma hakkından dem vuran ikiyüzlü Batı, Suriye topraklarının bu derece haksız saldırıya maruz kalması karşısında dut yemiş bülbül gibi… Tek kelime bile etmiyor. İşte Batı böyle ikiyüzlüdür. Hak-hukuk filan aramayın. Zorbaların hukuku geçerli çünkü. O yüzden Batı’dan medet ummak akıl kârı değil...
Şimdi gelelim ırkçı İsrail yöneticilerinin çemkirmelerine. Siyonist devletin savunma ve dışişleri bakanları, münasebetsiz şekilde Türkiye’yi hedef alan laflar etmekten kaçınmıyor. İsrail’in Türkiye ile ilgili olarak büyük karın ağrısı var. Bu bir gerçek… Çünkü Türkiye’nin Bölgede, Siyonist yayılmacılığa karşı en büyük engel olduğunu çok iyi biliyor. Dışişleri Bakanı Gideon Saar, “Türkiye’yi Suriye’de kesinlikle istemiyoruz” diyor ve şöyle devam ediyor: “Türkiye’nin Suriye, Lübnan, Irak dâhil bölgemizde oynadığı rolden gerçekten de endişe duyuyoruz…” Siyonist Devlet her zamanki gibi ikiyüzlü bir politika güdüyor. Bir taraftan Türkiye’ye karşı hasmâne tutum sergilerken, diğer yandan da kapalı kapılar ardında ülkemizle diyalog kurmak ve özellikle Suriye meselesini müzakere etmek istiyor. Bugünkü Şam Yönetiminden, İsrail’e karşı herhangi bir eylem söz konusu olmadığı hâlde, Siyonist Tel Aviv, dört aydan beri kasıtlı olarak Suriye’nin bütün askerî tesis ve altyapısını tahrip etti… Böyle bir kalleş devletle kim nasıl müzakere yapsın? Bakar mısınız Siyonist hükûmetin savunma bakanı Israel Katz ne diyor? “Suriye Yöneticisini (Ahmet eş-Şara) uyarıyorum. İsrail’e düşman güçlerin (Türkiye’yi kastediyor) Suriye’ye girmesine ve İsrail’in güvenlik çıkarlarını tehlikeye atmasına izin verirseniz, ağır bedeller ödeyeceksiniz. Hava kuvvetlerinin son faaliyeti geleceğe dair uyarıdır. İsrail devletinin güvenliğinin zarar görmesine izin vermeyiz.” Yani bu ırkçı herif demeye getiriyor ki; Suriye gerçek bir devlet gibi sınır güvenliğine sahip olmasın, istediğimiz vakit elimizi kolumuzu sallayıp karadan-havadan rahatlıkla saldıralım…
Siyonist küstahlığının nihai hedefi belli. Suriye’yi de Lübnan gibi, Ürdün gibi etkisiz bir ülke hâline getirip buradan Irak’a doğru ilerlemek… Ama bu rüyadan kâbusla uyanacaklar. Bunu belirtelim. Ne 'Küçük Amerika’nın pervasızlığı ne de 'Büyük İsrail’in ekonomik ve askerî gücü, Siyonizm’in megaloman hedeflerine ulaşması noktasında asla yeterli olmayacaktır. Hâlihazırda dünyadaki keşmekeş ve düzensizlikten faydalanarak yol almaya çalışan İsrail, haddinden fazla ileri gitti. Bunun cezasını mutlaka görecektir. Jerusalem Post gazetesi, Siyonist yöneticilere dayandırarak, Suriye’ye karşı yapılan son hava saldırılarında, düşen her bombanın Türkiye’ye mesaj olduğunu ileri sürüyor. Yani Suriye’de üs kurmayın, İsrail’in Suriye semalarındaki hava faaliyetlerine müdahale etmeyin… Tam on yedi aydır, başta ABD olmak üzere, Batı’nın tamamının askerî ve ekonomik yardımlarıyla; Gazze’deki iki milyon insanın bütün zorluklara ve yokluklara rağmen, sürdürdüğü direnişi kıramayan İsrail, vahşet üstüne vahşet sergilemeye devam ediyor. En korkunç silahlara karşı, âdeta çıplak elle savaşan Gazze halkı, vatan topraklarını kahramanca savunmaya devam ediyor. Siyonist İsrail’in uyguladığı abluka ile insani yardımdan mahrum bıraktığı insanlar, bir taraftan açlık diğer taraftan da en korkunç katliamlara karşı mücadele veriyor. Bu şanlı direniş elbette zaferle neticelenecektir.
Siyonist İsrail’in soykırım ve katliamlarına karşı uluslararası arenada en büyük diplomatik mücadeleyi veren ülke hiç şüphesiz Türkiye’dir. Bu yüzden Siyonistler Türkiye’ye karşı fena hâlde öfkeli ve bu düşmanlığı her zeminde açığa vuruyorlar. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Reuters Haber Ajansı'na verdiği röportajda İsrailli ırkçı bakanların son günlerdeki açıklamalarına cevap verdi. Türkiye’nin Suriye’de İsrail ile karşı karşıya gelmek istemediğini belirten Fidan, İsrail’in Suriye’ye saldırısının bölgede istikrarsızlığa yol açtığını ifade etti. Fidan İsrail saldırılarının DEAŞ’la mücadelede caydırıcılığa zarar verdiğini de hatırlattı.
Şunu da hemen belirtelim ki, Siyonist İsrail’in Orta Doğu’daki en büyük hedeflerinden biri de, İran’ın nükleer programını bahane ederek, ABD’yi de yanına alıp bu ülkeye saldırmaktır. Böyle bir saldırının korkunç sonuçlara yol açacağını herhâlde dikkatlerden uzak tutmamak gerekir değil mi? Hakan Fidan, "İran’a saldırıldığını görmek istemiyoruz" derken, bu hususa işaret ediyor. Velakin Siyonist, terörist İsrail, Amerika’nın devasa gücünü bu uğurda kullanmakta pek ısrarlı. Bakalım Amerika tuzağa düşecek mi?
.
CHP “cunta” lafının altında ezilir!..
10 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme: 10 Nisan 2025 01:18
Özgür Özel şöyle bir cümle kurmuştu; “CHP istese tek parti olarak devam edecekken ülkeyi seçimlerle tanıştırdı…” Bu ifade tam bir mugalatadır. CHP’nin ülkeyi tanıştırdığı seçim; 1946’da “açık oy gizli tasnif” rezaletidir!..
Yolsuzlukların üzerini örtmek için vatandaşı sokağa davet etmek, boykot çağrısında bulunmak gibi atraksiyonlardan beklediği sonucu alamayan; CHP Genel Başkanı Özgür Özel, bu defa Cumhurbaşkanı Erdoğan ve kabinesini cuntacılıkla itham etmeye kalkıştı. Hemen belirtelim; CHP bu cunta lafının altında fena hâlde ezilir! Özel’in şu ifadesi dahi tek başına, CHP’nin öz yapısını ve siyasi tasavvurunu en çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır: “CHP istese tek parti olarak devam edecekken, ülkeyi seçimlerle tanıştırdı…” İşte bu laf net olarak CHP zihniyetinin dikta ve cuntacılıkla sıkı ilişkisinin ayrılmaz parçası, eski tabirle “Lâzım-ı gayrı mufârıkı”dır. Zira CHP’nin ülkeyi tanıştırdığı sözüm ona seçimler, 1946’daki (AÇIK OY GİZLİ TASNİF) rezaletidir. Özel’in siyasi tarih bilgisi, 1946’da dünyanın hangi istikamete yöneldiğini bilebilecek kadar yardımcı olsaydı, bu açık hataya düşmezdi belki… İşin hakikati ise, 1950’de ilk defa çok partili siyasi hayat şartlarında yapılan ve halkın CHP’yi silip attığı hür seçimlerdir. Gelin görün ki, o gerçek seçimlerin sonucunu bir türlü hazmedemeyen cuntacı apoletlilerin, İsmet İnönü’ye gidip; seçimleri iptal etme ve iktidarı silah zoruyla gasbedip tekrar kendisine teslim etme teklifinde bulundu. Lakin dünyanın gidişatı ve ülkenin içinde bulunduğu ulusal güvenlik meseleleri, demokrasiye doğru tazyik edince, cuntacıların hevesi kursağında kaldı… Bakınız, 27 Mayıs 1960 Darbesini yapan cunta 1952’lerde kurulmaya başladı. Yani Mısır’da, General Necip ve Albay Cemal Abdunnasır’ın darbe yaptığı dönemde… Hâlâ daha, 27 Mayıs Darbesinin bir gerekçesi olarak, Meclis Tahkikat Komisyonu üzerinde tepinenler, nedense şu gerçeği görmek istemez. Tahkikat Komisyonu 18 Nisan 1960’ta kuruldu. Bundan yalnızca otuz dokuz gün sonra da darbe yapıldı. İnönü’nün “Şartlar tamam olduğunda ihtilal milletler için meşru bir haktır…” lafının altyapısını iyi irdelemek lazım. Şartlar öyle bir ay içinde tamam olmadı. Millî Şef’in yıllar içinde, cuntacılarla kurduğu ilişkinin kirli belgeleri tarihin tozlu raflarında duruyor…
O sebepledir ki, darbenin lideri olarak işbaşına getirilen Cemal Gürsel’in, Millî Şef’e söylediği şu söz, başka bir vesikaya ihtiyaç bırakmadan her şeyi izah ediyor: “Sizin isteğinizi biz emir telakki ederiz…” Zaten Millî Şef de buna güvenerek DP iktidarına meydan okumuyor muydu? Evet, o Millî Şef; 34 yıl CHP’nin başında kaldı ve 88 yaşındayken, Bülent Ecevit’e karşı yenilince partiden istifa etti… CHP’nin “cemaziyel evveli” özetle budur. Daha sonra Bülent Ecevit de istifa etmek zorunda kalacaktır. 12 Eylül darbesi, sadece işin bahanesidir. Ecevit’i yol ayırımına götüren asıl sebepler; CHP içindeki hizipleşme, parti içi iktidar mücadelesi ile cuntacı zihniyetle her vasatta iş tutan unsurlardır. 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı hayata geçiren apoletli ve dahi apoletsiz aktörlerin CHP ile hangi ölçekte iş birliği yaptığını, Özel teferruatlı şekilde incelemiş olsaydı, bugünkü AK Parti iktidarına “cuntacı” çamurunu atmazdı. Zira son bir asırlık siyasi tarih akışında, İnönü’nün de damadı olan; ünlü gazeteci Metin Toker’in dile getirdiği üzere, (CHP ARTI ORDU EŞİTTİR DARBE) formülü, ülkenin gidişatını fena hâlde örselemiştir. Özel’in uzun yıllardır önemli yetkilerle yöneticilik yaptığı partisini iyi etüt etmesi, kendi siyasi kariyeri için de önemli. Kurultay’da yüksek oy almak ve Parti Meclisini istediği isimlerle teşkil etmek, kalıcı liderlik için yeterli olmayabilir. Unutulmamalıdır ki, Deniz Baykal bir kaset ile devrilmeden önceki son kurultaya tartışmasız biçimde damgasını vurmuş ve o öz güvenle şöyle demişti: “Bir diyeceği olan varsa bugün konuşsun aksi hâlde ebediyen sussun!..” Baykal’ın on altı yıllık genel başkanlık serüveni çok kötü bir şekilde sona erdi. Yerine gelen Kılıçdaroğlu da on beş yıl sonra, “SIRTIMDAN HANÇERLENDİM” diyerek ihanete uğradığını söylemeye devam ediyor. Kemal Beyin hâl ve hareketlerine bakılırsa, siyasi mücadeleye devam edip, kendisini sırtından hançerleyenlerle hesaplaşmakta kararlı. Son olağanüstü kurultayda adaylığını koymaması, havlu attığı anlamına gelmiyor elbet!
Evet, CHP kendi kendine verdiği “Cumhuriyeti kuran parti” payesini ha bire öne sürerek, seksen küsur yıl boyuncu vesayetçi odaklarla iş birliği içinde bu halkın ensesinde boza pişirdi… Sebebi gayet açık, yetmiş beş yıldan beri bu halk CHP’ye iktidar vizesi vermiyor. Bunun teferruatı siyasi tarih kitaplarının sayfasında okunmayı ve buna göre değerlendirmeyi bekliyor. Anlaşılan o ki, CHP’liler bugüne kadar gerçek manada kendi tarihleriyle yüzleşme cesaretini göstermedikleri için, halktan destek görecek yeni bir vizyon ve program ortaya koyamıyor. Hâl böyle olunca, başarısızlığının sebebini yanlış adreslerde arıyor. Bu minval üzere, genlerindeki vesayetçi anlayışla yola devam edebileceğini zannediyor. “Cumhuriyeti kuran partiyiz” yalanıyla kendisine bir ayrıcalık kotardığını düşünüyor...
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünkü AK Parti Grup konuşmasında dile getirdiği üzere Türkiye eski Türkiye değil. Köprülerin altından çok sular aktı. CHP de artık bunun farkına varmalı ve köhnemiş zihniyeti terk etmeli. Ne var ki, bu ülkede kanunlar dairesinde işleyen Kur’ân-ı kerim kurslarını, “Orta Çağ zihniyeti” diyerek karalamaya kalkacak kadar cahil ve gerçeklerden kopuk, bu milletin dinî değerleri hakkında asgari bir bilgiye dahi sahip olmayan Özgür Özel’le bu iş mümkün görünmüyor…
“Özel niteliksiz siyasetin markası…”
15 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme: 15 Nisan 2025 00:06
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel, bütün mesaisini Ekrem İmamoğlu yoluna hasretmiş vaziyette. Sabah-akşam bütün yaptığı, yolsuzlukla suçlanan İmamoğlu’nu yargının pençesinden kurtarma çabası!..
19 Mart’tan bu yana CHP’nin ve Genel Başkanı Özgür Özel’in, siyaset adına ortaya koyduğu hâl ve hareketlere yakından baktığınızda neler görüyorsunuz? İstanbul Saraçhane Meydanı'nda günlerce devam eden anlamsız; agresif ve kamu düzenine karşı, bolca aykırı ve tuhaf eylemin sergilendiği sözüm ona siyasi protesto faaliyeti. Akabinde Maltepe mitingi ve Özel’in sık sık tekrarladığı hapishane ziyaretleri. Her ziyaretten sonra da, devletin yargı mercilerini hedef alan temelsiz, ucuz, kaba, ciddiyetsiz ve samimiyetsiz salvolar… İktidara, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik mesnetsiz iddialar. Ölçüsüz, saldırgan ve tribünlere oynamaktan başka bir manası olmayan, asgari siyasi nezaketten yoksun beyanlar… Evet, Özgür Özel netice alınmayacağı en başından belli olan, bir siyasi tiyatro oyunuyla mesafe almaya çalışıyor. Görünüşe bakılırsa, Özel çok etkili ve agresif bir politika icra ediyor. Oysa partisinin bir kişinin, siyasi ikbali uğruna âdeta rehin tutulmasına rıza göstererek, yakalanması muhtemel asgari başarılara da kapıyı kapatıyor. Kısacası CHP’yi ve kendisini bilerek bir cendereye sıkıştırmış durumda. Özel’in Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı hususunda sarf ettiği sözler evlere şenlik… Ne siyaset bilimine ne de ülkenin hukuk mevzuatına sığabilecek gülünç tasarımlar! Neymiş, sonuna kadar İmamoğlu’nun adaylığı için uğraşacaklar, şayet onu resmen aday yapamazlarsa, yerine en çok oy alabilecek birini aday gösterip seçtirecekler. O seçilen kişi de gelip İmamoğlu’nu hapishaneden çıkaracak ve siyasi haklarını iade edecek; böylece günün şartlarına göre İmamoğlu’na ya cumhurbaşkanı ya da başbakan koltuğu teslim edilmiş oluverecek… Sahi böyle bir izahın ciddiyeti olabilir mi gerçekten?
Kim kime, nasıl oluyor da böyle bol keseden devletin en üst makamlarını peşkeş çekiyor? Ortada belirlenmiş bir seçim takvimi yok. Normal seçim zamanına daha üç yıl var. Velakin hâlihazırda, kişisel konumu itibarıyla adaylığa elverişli olmayan (mesela yüksek tahsil diploması bulunmayan), hakkında derdest yarım düzineden fazla davanın söz konusu olduğu bir şahıs zoraki aday (pardon aday adayı) yapılmak isteniyor. Yahu bu durum düpedüz irrasyonel bir şey. Fakat CHP yönetimi bile bile bu irrasyonel yaklaşımı sürdürmeye çalışıyor. Aslına bakarsanız, Özgür Özel; maruz kaldığı baskılar sebebiyle, bu tiyatroda başrol oynamak zorunda. Çünkü bulunduğu siyasi mevki malum şartlar altında bu neticeyi doğuruyor… Gelgelelim, hakkında ortaya atılan yolsuzluk iddiaları sebebiyle, çok uzun bir müddet yargı önünde hesap verme durumunda olan İmamoğlu’nun adaylığının hayal olduğunu yakından gören Özel, artık başka bir hesabın içine de girmiş bulunuyor. O da şudur: Özel İmamoğlu yerine, en fazla oyu alacak müstakbel adayın kendisi olduğunu, siyasi taktik icabı açıkça telaffuz etmese bile, yavaş yavaş tabanını alıştırmaya başladı. Yukarıda işaret ettiğimiz komik çözüm tarzının asıl mahiyeti budur. Ancak CHP gibi asırlık bir partinin böyle hacil durumlara düşmesi normal karşılanacak bir vaziyet değil. Bundan dolayı CHP yönetimi ciddi bir sıkışmışlık içinde ve bunu savuşturmak için de iktidar kanadına olur olmaz suçlamalarla, halkı sokağa çağırtıp asayişi tehdit etme veyahut boykot çağrılarıyla ekonomik işleyişe, daha doğrusu vatandaşın geçim gayretine ket vuracak biçimde cebine müdahale etmeye yelteniyor… Çok açık ifade edelim ki, bu yol sağlıklı bir tarz değil. Olmadığı için de CHP bariz şekilde tıkanmış görünüyor.
Bu tıkanma sebebiyle yarınlara dair rasyonel bir söylem geliştiremeyen CHP genel başkanı 145 sene öncesine giderek, Jön Türklerin o mahut ideolojilerine sarılıyor. Bu konulara hayli uzak olduğu bilinen İmamoğlu da ondan kopya çekerek aynı dili kullanıyor… Nereden nereye!.. O Jön Türkler ki, İngiliz büyükelçinin arabasındaki atları çözüp kendilerini koşturacak kadar zavallı ve sefil yaratıklardı… Bunlardan bir kısmı, özellikle Enver ve Talat Paşa gibi önde gelen isimler sonradan pişman oldular, ama iş işten geçmişti. İngilizlerin güdümündeki İttihat ve Terakki koskoca imparatorluğu dokuz yıl gibi bir müddet içinde paramparça etti. Bugün Özgür Özel, aynı zihniyetle İngiltere’den medet umuyor. İngiliz Başbakanı Starmer’e sitem ederken için için ağlıyor. “Kendimizi terk edilmiş hissediyoruz” diyor. Türkiye’yi Batı’ya şikâyet eden ve bu fiilinden dolayı övünen Özgür Özel, beri tarafta her vesileyle Kuvvay-ı Milliyeci olmakla böbürlenen sözde bir ulusalcı partinin başındaki isim. Şimdi gelin Özel’in CHP liderliği adına sergilediği bu politikalara her tarafından bakın ve anlamaya çalışın… Bu ne menem siyaset anlayışıdır. Ve bu zihniyet maazallah Türkiye’de yönetim yetkisi alsa memleketi hangi istikamete götürür? AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, Özel’in geldiği nokta itibarıyla niteliksiz siyasetin markası olduğunu söylüyor. “Özgür Özel siyasi tarih bilmiyor. Siyasi tarif yeteneğinden yoksun ve siyasi kavramlardan haberdar değil. Özgür Özel’in siyasi söyleminin Avrupa’daki aşırı sağcılarla bire bir benzerlik göstermesi vahimdir” diyor. “Özgür Özel'in Cumhurbaşkanımıza dönük kullandığı ifadeler, Türkiye ve İslam düşmanı Avrupalı aşırı sağcı siyasetçilerin düşmanca sözlerinin aynısıdır" ifadesiyle, Özel'in geldiği alanın siyaset karşıtlığı olduğunu kaydeden Çelik, "Siyasete emek vermiş ve siyasi hayatımızda iz bırakmış birçok CHP Genel Başkanı oldu. Katılmadığımız çokça fikirleri olsa da bu genel başkanların çeşitli siyasi meselelerde nitelikli yaklaşımlarına şahit olduk. Özgür Özel'in geldiği nokta ise tamamen 'niteliksiz siyasetin’ markası oldu" diyor. Peki, bu niteliksiz siyasetle nereye kadar?
Turgut Özal… Tam 32 yıl geçmiş…
17 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme: 16 Nisan 2025 23:40
32 Sene önce bugün, 17 Nisan 1993… Türkiye, siyasi tarihinde yepyeni bir çığır açmış olan büyük devlet adamını kaybetti. Merhum Turgut Özal’ın da, benzer şahsiyetler gibi, ancak vefatından sonra kıymeti anlaşıldı.
İkisi de memur ebeveynin, üç erkek çocuğunun en büyüğü idi rahmetli Turgut Özal… Korkut ve Yusuf Bozkurt Özal’ın ağabeyi… Babaları Mehmet Sıddık Efendi’nin görevi dolayısıyla, ilkokul ve ortaokulu Bilecik, Silifke ve Mardin’de tamamladı. Mardin’de o tarihte lise olmadığından, önce Konya’ya nakledildi, daha sonra kardeşi Korkut ile birlikte Kayseri Lisesinde orta öğrenimini bitirdi ve İstanbul Teknik Üniversitesine girerek 1950 yılında, elektrik yüksek mühendisi olarak hayata atıldı. İnsanoğlu kaderinde yazılmış ilahi program istikametinde, hayatını idame ettirmeye çalışır. Nerede, ne zaman neyle karşılaşacağını bilemez… Dolayısıyla hayatın akışında acı-tatlı pek çok hadise ve beklenmedik neticelerle karşılaşır. Merhum Turgut Özal’ın gençliğinde en çok heves ettiği şeylerden biri de pilot olmaktı… Velakin biraz da kabına sığmayan hareketliliği, onun bu arzusuna kavuşmasına mâni olacaktı! Küçük yaşta merkepten düştüğü için, kolu fena kırılmış ve daha da kötüsü o gün için doktorlar, bu kolun muhakkak kesilmesi gerektiğini söylemiş!.. Ancak Turgut, "ölürüm de kolumu kestirmem" diye direnmiş ve yaklaşık bir buçuk yıl sürecek acıya katlanmış. Bu arada doktorlar kol kesme dışında tedavi yapmadığı için kolu, bir kırıkçı alçıya almış. Fakat kolun kemiği yanlış kaynamış. Bir sene sonra, bu defa daha usta bir kırıkçı yeniden o kemiği kendine has metotla yumuşatıp ayrıştırarak, tekrar alçıya almış ve böylece kol iyileşmiş. Ne var ki, bu büyük kırığın izlerini ve arızasını tamamen geride bırakmak mümkün olmamış. Bundan dolayı Turgut Özal pilotluk sevdasından vazgeçmek zorunda kalmış. Pilot olamayan Turgut Özal, böylece; yüksek mühendis, teknokrat ve siyasetçi olarak, ileride ülkenin siyaset meydanında müstesna bir yer tutacak konuma gelmek üzere, İstanbul Teknik Üniversitesinde tahsiline devam edecek...
İstanbul Teknik Üniversitesi, o yıllarda; Ankara’da devlet yönetimine âdeta ipotek koymuş bulunan Mülkiye ekolünün tutucu bürokratik (önce mülkiye sonra Türkiye) anlayışına tam zıt istikamette, gerçek kalkınmayı önceleyen dinamik bir kadroyu barındırmakta… Doğum tarihleri 1924 ila 1930 yılları olan başarılı isimler. Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Korkut Özal, Recai Kutan… Bu kadro teknokrat ve siyasetçi kimliğiyle Türkiye tarihine damga vurmuş, derin izler bırakmış olan kadro. Turgut Özal, mezuniyetten sonra Elektrik Etüt İdaresinde görev alarak, Türkiye’nin elektrifikasyon çalışmalarında önemli rol oynayacaktır. Aynı yıllarda Devlet Su İşlerinde yönetici olan Süleyman Demirel ile birçok projede mesai kesişmesi olacaktır. Demirel 1965’te ilk defa başbakan olduğunda, Turgut Özal başbakanlık müşaviri olarak görev alacaktır. 1967’de ise Turgut Özal Devlet Planlama Müsteşarlığına (DPT) getirilecektir. O yıllarda Odalar ve Borsalar Birliği yönetiminde olan Sakıp Sabancı’nın ifadesiyle Özal, DPT’yi âdeta bir okul hâline getirmiş. Sabancı ve onun gibi iş adamları “bundan dolayı bayram yapıyor…” Ama bu devran uzun sürmüyor. 12 Mart Muhtırası AP Hükûmetini devirdiği gibi, Turgut Özal’ı da DPT müsteşarlığından gönderiyor. O sırada ülkesinde kıymeti bilinmeyen Özal, Dünya Bankası Başkanı Robert McNamara tarafından danışman olarak atanıyor. Sakıp Sabancı, daha ilk zamanlarda DPT’deki performansına bakarak, “Ne olur bize de gel…” davetinde bulunuyor. Neticede Özal Amerika’dan döndükten sonra Sabancı Grubunda genel koordinatör olarak görev alacak ve Holdingi Adana’dan İstanbul’a taşıyarak Grubun büyümesinde çok önemli bir rol oynayacaktır...
Merhum Turgut Özal, kabına sığmayan bir kişi… Daima yenilik, daima büyüme ve kalkınma peşinde. Bu arada Demir-Çelik sanayiinde kendisi müteşebbis olarak faaliyette bulunacak. Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) başkanlığını üstlenecektir… Derken 1979 yılında Süleyman Demirel başkanlığındaki hükûmet işbaşına gelince, Turgut Özal bu defa Başbakanlık Müsteşarlığına getirilecektir. Ama sadece bununla yetinmez, DPT müsteşarlığını da ister. Böylece Cumhuriyet tarihinde ilk ve tek olarak, başbakanlık müsteşarlığı ile DPT müsteşar vekilliğini uhdesinde bulunduran kişidir Turgut Özal. Bu görev esnasında Türkiye’nin ekonomik hayatında bir devrim mahiyetinde olan meşhur “24 Ocak Kararları” hayata geçecektir… Yine bu dönemde, TSK’nın üst kademesine ekonomik brifingler veren Özal’ı, askerler 12 Eylül darbesini yaptıktan sonra göreve çağıracaktır. Böylece Merhum Özal, Bülent Ulusu Hükûmetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak tayin edilecektir. Bu görevde toplamda 22 ay kalan Özal, istifa ettikten sonra, sivil siyaset yolunun açılması ve parti kurulmasının serbest bırakılması üzerine, 1983’te Anavatan Partisini (ANAP) kuracaktır. Dönemin siyasi anlayışından çok farklı olan ve Merhum Özal’ın ifadesiyle “dört eğilimin birleşmesinden meydana gelen”, kavgacı siyasi üslup yerine, diyalog ve iş birliği arayışı içinde olan ANAP, Özal’ın liderliğinde gerçekten Türkiye’ye çağ atlattı. Rahmetli Özal bu büyük değişime “transformasyon” diyordu.
Ne yazık ki, Merhum Özal’ın muhteşem siyasi vizyon ve uygulama kapasitesine rağmen, kendisinin kurduğu ANAP sonraları ayak uyduramamaya başladı. Bu yüzden Turgut Özal, cumhurbaşkanlığını bırakıp yeni bir parti kurma düşüncesini ortaya koydu. Lakin ömrü buna vefa etmedi. Özal’ın siyasi vizyonunu ve hedeflerini kavrama noktasında ne yazık ki, devrin siyaset erbabının performansı çok düşüktür. Özal, Türkiye’de vesayet odaklarının tahakkümünü ilk kıran siyasetçidir. Mesela sivil cumhurbaşkanlığı yolunu sonuna kadar açan isimdir. Onca yıl siyaset yapan Demirel de bu yoldan geçerek Çankaya’ya çıkmıştır. Merhum Özal’ın ekonomide, sanayide, sosyal hayatta ve dış politikada yaptığı büyük hamleleri başlık olarak saysak buraya sığmaz… Onu ancak vefatından sonra anlayabildik, ama bu anlam dahi yetersiz kaldı. Allahü teala gani gani rahmet eylesin...
Ne postmoderni, ne e-Muhtıra'sı!..
29 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme: 29 Nisan 2025 00:30
Üzerinden tam on sekiz sene geçti… On sekiz sene zarfında bu ülkede demokrasi düzenine ve siyasi istikrara yönelik, birçok hamle yapıldı. Hükûmetin 27 Nisan 2007 e-Muhtıra'ya sert tepkisi, kırılma noktasıdır.
Darbe, muhtıra, postmodern darbe, e-Muhtıra ve vesayet odaklarının ülke yönetimine vaki her türlü gizli ve açık müdahaleleri, nihayet tarihin çöp sepetinde… Bu iddialı cümleye birilerinin itiraz etmesi hiç şaşırtıcı olmaz. Zira memleketimizin bu bakımdan yaşadığı acı tecrübeler, hâlâ hafızalarda canlıdır. Bunun yanında, her zaman darbe ve demokrasi dışı otoriter yönetim anlayışıyla ülkeye hâkimiyet sağlamak isteyen bir damarın varlığı da bu itirazın dayanabileceği en güçlü argümandır. Çok partili siyasi hayatın başladığı 75 yıllık siyasi tarihimizde, netice alan veya teşebbüs safhasında kalan; bütün antidemokratik müdahalelere karşı, dönemin şartları sebebiyle, sivil kanat gerekli ve yeterli tepkiyi ve karşı duruşu ortaya koyamadı. 27 Nisan 2007 e-Muhtıra'sı hariç... Gece yarısı dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt tarafından kaleme alındığı belirtilen (Daha sonraki yıllarda bizzat metni kendisinin yazdığını beyan etti) ve Genelkurmay İnternet Sitesinde yayınlanan muhtıra, direkt olarak sivil siyaseti ve demokratik rejimin kendisini hedef alıyordu. Mayıs ayında görevini tamamlayacak olan A. Necdet Sezer’in yerine, AK Parti’nin kendi adayını göstermesine, askerî cenah doğrudan ve açıkça karşı çıkıyordu. 12 Nisan’da, Genelkurmay Karargâhına davet edilen gazetecilere, Yaşar Büyükanıt, cumhurbaşkanının aynı zamanda başkomutan olması hasebiyle, Silahlı Kuvvetlerin bu konudaki tavır ve düşüncesini kendince şöyle açıklıyordu: “Seçilecek cumhurbaşkanının cumhuriyetin temel ilkeleri ve kuralları ile Atatürkçülük gereklerine sözde değil, özde bağlı olması gerektiğine inanıyoruz…” Evet, o günün TSK üst komutası, resmen bağlı oldukları sivil idareye karşı alenen bir anayasal sürecin işlemesine, engelleme yapmaya kalkışıyordu. Aslında durum kalkışmanın da önüne geçmiş bir safhayı anlatıyordu. Asker ve hukuki vesayeti üstlenmiş odaklar, çok kararlı biçimde anayasa hükümlerine göre cumhurbaşkanı seçimini fiilen engelliyordu. Bu engellemeler halk tarafından not edilerek, gerekli demokratik tepki ortaya kondu ve sonuç bambaşka bir şekilde ülke yönetimine yansıdı. İşte bu safhada, e-Muhtıra'nın verildiğinin ertesi günü (28 Nisan), AK Parti Hükûmeti, o vakte kadar askerlerin hiç şahit olmadıkları derecede, sert bir tepki ortaya koydu. Açıkçası hükûmetin bu duruşu, siyasi tarihimizde tam bir kırılma noktası oldu… Gece boyunca tam on dört defa telefonla aranan Genelkurmay Başkanına bir türlü ulaşılamaması, yeteri kadar garip ve düşündürücü değil mi? AK Parti Hükûmet Sözcüsü Cemil Çiçek tarafından 28 Nisan günü yapılan açıklamada, silahlı kuvvetlerin statüsü hatırlatılarak, Genelkurmay Başkanının, Başbakana bağlı olduğu belirtildi. Ve her kurumun kendi görevini yapmasının esas olduğu çok kesin biçimde ifade edildi. O gün itibarıyla, Türkiye’de asker-sivil siyaset dengeleri de köklü bir şekilde değişmiş oldu.
İki sene evvel (Şubat 2023) ölen, eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, o güne kadar benzeri hiç duyulmamış saçma bir görüşle, Meclis toplanma ekseriyetinin üçte iki çoğunlukla yani 367 vekilin hazır bulunmasıyla mümkün olacağını aksi hâlde bunun geçersiz hükmünde olduğunu yumurtladı!.. Ve Anayasa Mahkemesi (AYM) de derhal bu absürt görüşü benimseyerek tatbik etti. Netice olarak belirlenen süre içinde Meclis yeni cumhurbaşkanını seçemediği için, seçimlerin yenilenmesine karar verildi. 2002 seçimlerinde yüzde 34 oy almış olan AK Parti, 22 Temmuz seçimlerinde oylarını yüzde 47’ye yükselterek müthiş bir çıkış yakaladı… Seçimlerden sonra MHP de sistemin işlemesi için AK Parti ile iş birliği yapınca, ortaya sürülen bütün engeller kalkmış oldu ve 28 Ağustos’ta Abdullah Gül 11. Cumhurbaşkanı olarak seçildi… 21 Ekim 2007’de de daha köklü bir reform hayata geçirildi. Yapılan Anayasa değişikliğiyle, cumhurbaşkanının doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesi sağlandı… Rahmetli Turgut Özal, hatıralarında sivil cumhurbaşkanlığı meselesinin önemli bir iddia olduğunu ve bu iddiayı kendisinin hayata geçirdiğini anlatır. Gerçekten Meclis aritmetiği bakımından, sivil bir kişiyi cumhurbaşkanı seçme imkânına sahip olan Süleyman Demirel bu konuda güçlü bir inisiyatif almadı. Ama Özal aynı konuda kararlı davranarak, cumhurbaşkanlığı yolunu sivil kişiler için de sonuna kadar açtı. Ondan önce cumhurbaşkanlığı askerler için âdeta bir terfi makamı olarak görülüyordu. Mesela 1973’te dört yıllık bir görev süresi için Genelkurmay Başkanı olan Faruk Gürler, sadece altı ay sonra üniformasını çıkararak cumhurbaşkanlığına aday olacaktır. Gürler'in metazori adaylığı karşısında, sivil siyaset direniş gösterdi ve seçilmesine mâni oldu. Ancak onun yerine yine bir emekli asker olan Fahri Korutürk seçildi…
Cumhurbaşkanlığı seçiminin siyasi vesayet odaklarının etkisinden tamamen kurtarılması, 21 Ekim 2007 tarihindeki referandum ile esasa bağlanmıştır. 15 Temmuz 2016’daki ihanet kalkışmasının akabinde de daha köklü bir reformla, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi hayata geçirilmiştir.
Geçen on sekiz yıllık zaman zarfında, vesayet odakları her fırsatta eski alışkanlıklarıyla hareketlenip çeşitli maceralara yeltendi. Ama her saferinde halkın güçlü ve sarsılmaz iradesi karşısında geri adım atmak zorunda kaldı...
Özetleyecek olursak yetmiş beş yıllık çok partili siyasi hayatımızda, altmış küsur sene şöyle veya böyle çalkantılarla geçti ve ülkeye çok zaman ve enerji kaybettirdi. 2002 yılından beri AK Parti iktidarının ortaya koyduğu siyasi istikrar ve güçlü yönetim başarısı ülkeyi eski siyasi bunalımlarından kurtardı. Şüphesiz bu çok çok önemli bir neticedir. Tekrar belirtelim ki, bunun kırılma noktası da, 28 Nisan günü ortaya konulan güçlü ve kararlı siyasi tavırdır.
.
Don Kişotvari siyasetle nereye kadar?
1 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme: 1 Mayıs 2025 00:29
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu ve ekibinin yolsuzlukla soruşturulmasından bu yana, yel değirmenleriyle savaşıyor… Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yaptığı salvolar tam Don Kişotvari!..
Özgür Özel’in söylediklerinin hangisi gerçek hangisi hayal? Hakikaten anlaşılır gibi değil… Yetmiş küsur senedir halktan bir türlü iktidar vizesi alamayan CHP’nin, yüzde yetmiş oy alacağını söylüyor mesela! Selefi Kemal Kılıçdaroğlu için de, 2023 seçimlerinde, yüzde altmış oy alacak deniliyordu. Yapılan sözde kamuoyu araştırmaları böyle gösteriyordu… Bu defaki yüksekten uçmanın motivasyon kaynağı nedir acaba? Ekrem İmamoğlu’nun yolsuzluk suçlamasıyla takibata uğrayıp tutuklanması ve buradan devşirilecek bir mağduriyet mi, yoksa daha başka bir şey mi? Özel’in “Yüzde yetmiş oy alarak kısa zamanda anayasayı değiştiririz, İmamoğlu’nu da dışarıya çıkarır görevinin başına geçiririz…” cinsinden uçuk kaçık beyanları için nasıl bir değerlendirme yapmalı? Kendisinin kafası da pek berrak değil bu konuda. İhtimalleri sıralayarak, ama her seferinde kendi hayalini gerçek gibi sunarak, birilerini ümitlendirmeye çalışıyor. Özel’in ve tabii Silivri Cezaevindeki İmamoğlu’nun ruh hâlini, ancak Cervantes’in roman kahramanları Don Kişot ve Sancho Panza’nın maceralarıyla kıyaslayarak anlamaya çalışabiliriz! Yani Sancho Panza adına gerçeklikten hayale yükselen bir ruh hâline karşılık, Don Kişot hesabına tam tersi olarak hayalden gerçeğe doğru alçalan bir dramatik son… Bu minvalde Sayın Özgür Özel yel değirmenleriyle daha ne kadar savaşır ve ne gibi yeni maceralara yelken açar, bunu bekleyip göreceğiz. Özel, şartların icabına göre, cumhurbaşkanlığı ile başbakanlık makamını; Mansur Yavaş ve İmamoğlu arasında, sıradan birer görev becayişi gibi kullanıp, kendisi de üç çeyrek asır sonra, partisini iktidara getiren lider sıfatıyla kahraman olmak istiyor. Ne var ki, en kilit noktada çok sıkça tereddüde düşüyor.
Vaziyete göre yani Özel’in beyanlarına göre, Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı sanki artık bir hayal… Esasen bunun işaretini bir buçuk ay kadar önce vermişti. Demişti ki: Şayet İmamoğlu’nun (Diploma meselesi yüzünden) resmen adaylığı gerçekleşemezse, biri onun yerine aday olur ve seçimi kazanır. Kimin aday olduğu önemli değil! Hayal âleminde görüş değiştirmek, tahmin esnetmek zor değil elbet. Özel diyor ki: İmamoğlu’na adaylık yasağı gelirse, biz seçimi kesin yüzde yetmiş oyla kazanırız. Gerçekten kendi kendisini buna inandırmış mı yoksa bu şekilde siyasi tabanı rahatlatma taktiği mi? Evet, işte bu noktada hayal ile gerçek arasında bir gelgit var. Düne kadar İmamoğlu’nun adaylığı tek ve kesin karar iken, şimdi işler çok farklı bir yönde gelişmeye başladı. Bu durumda hayali tekrar öne çıkarmak gerekiyor galiba. Son söylemlerine bakılırsa, yeni formülde cumhurbaşkanı adayı artık Mansur Yavaş. Lakin seçimleri yüzde yetmişle kazandıktan sonra çok hızlı bir anayasa değişikliğiyle parlamenter sistem geri getirilecek, Yavaş cumhurbaşkanı, İmamoğlu başbakan olarak dümene geçecek. İmamoğlu’nun sloganına göre her şey çok güzel olacak… Bütün bu gelgitler, Özgür Özel’in ciddi biçimde gerçeklikten koptuğunu ifade ediyor. Daha açık ifadeyle nerede gerçekçi nerede hayalperest modunda olduğu belli değil. İmamoğlu ve şürekâsı aleyhindeki soruşturma genişledikçe ve derinleştikçe, Özel’de panikatak yükseliyor!.. Her gün farklı konuda ortaya çıkan görüntülere, bilgi ve belgelere karşı ne diyeceğini şaşıracak hâle düşünce, bu defa akıl ve mantık sınırlarını zorlayan söylemlerle zevahiri kurtarmaya çalışıyor. Yolsuzlukları örtbas etmek kolay değil tabii. Mızrak çuvala sığmıyor. Fakat Özel’e bakılırsa, sanki her şey mubah!..
Son olarak İmamoğlu ve şürekâsının onlarca kez gizli toplantı yaptığı bir oteldeki görüntüler… Kameraların bantlanarak karartılması, valizler içinde jammer denilen frekans kesici aletlerin taşınması (valizlerdeki şeyler gerçekten sinyal kesici miydi?), besbelli bazı şeylerin gizlenmeye çalışıldığını apaçık gözlere sokarken, Özel yine mugalataya başvurdu. Ve aynen şunları söyleyebildi: "Mevcut cumhurbaşkanı ne için kameraları kapattırıyorsa, gelecekteki cumhurbaşkanı da aynı gerekçelerle kapattırıyor...” Sahi, bir partinin hem de ana muhalefet konumundaki bir partinin başındaki kişi bunları rahatlıkla söyleyebiliyor. Söyleyebiliyor da, bunları ciddiye alan var mı acaba? Bunca yılın politikacısı Özgür Özel, en cahil kişinin dahi dile getiremeyeceği şeyler söylüyor ve üstelik bunu çok rahat biçimde söylüyor. Bu kadar komiklik fazla değil mi? CHP’liler acaba bu absürt şeyler karşısında ne düşünüyor? Şimdi burada oturup ciddi ciddi, 5809 sayılı elektronik haberleşme kanunu hakkında Özel’e bilgi vermenin faydası olur mu ki? Polislerin ceplerinde bantla dolaşıp kamera kapattığı iftirasını atabilen bir “siyasi lidere” halkın vereceği notu gerçekten merak ediyorum. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın bu hususa dair söyledikleri yenilir yutulur cinsten değil. Ama Özgür Özel hiçbir şey olmamış gibi aynı minvalde devam ediyor. Belki de siyaseten çaresizlik!..
Özel söylemlerinde giderek daha fazla hakaret yoluna başvuruyor ve çok kışkırtıcı ifadelerde bulunuyor. Agresif üslup, hakaretamiz söylemler ve sokakları hareketlendirmeye dönük kışkırtıcı eylemler esasen kaybediyor olma psikolojisinin yansımalarıdır. İBB ve ilgili kurumlardaki yolsuzluk soruşturması hayli genişleyerek ilerliyor. Yüz elliden fazla şüphelinin soruşturulduğu dosyadan sızan bilgiler, an itibarıyla çok ciddi iddia ve suçlamaların vuku bulduğunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün partisinin grup toplantısında, Özel’in kendi şahsına ve kabine üyelerine yönelik hakaret ihtiva eden sözlerine çok sert tepki göstererek, yolsuzluk ve sahtekârlığın CHP’yi bir ahtapot gibi sardığını söyledi. “Bir yerde Deli Dumrul düzeni kurulmuşsa, yargının ona karşı hareketsiz kalması söz konusu olamaz” diyen Erdoğan, yolsuzluklarla sonuna kadar mücadele edeceklerini belirtti...
Özetlersek; CHP’nin İmamoğlu’nu kahramanlaştırma çabaları akıntıya karşı kürek çekmek gibi görünüyor…
.
CHP, Quo Vadis?
3 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme: 2 Mayıs 2025 23:19
Evet, CHP nereye gidiyor? Veyahut CHP nereye gittiğini biliyor mu? Ya CHP Genel Başkanı Özgür Özel, söylem ve eylemleriyle partisine nasıl bir istikamet çizdiğinin farkında mı? CHP’li Tanal, Özel’den mi etkileniyor?
23 Nisan günü cereyan etmiş olan ancak önceki gün medya organlarına düşen görüntüler, tek kelimeyle dehşet verici! Görüntülerin birinde CHP’li vekilleri taşıdığı belirtilen bir otobüs, dur ihtarında bulunan yol ortasındaki bayan polisin üzerine süratle gidiyor. Şayet son anda gösterdiği hızlı refleksi olmasa, bayan polisin bugün yaşamama ihtimali yüksekti!.. Zira otobüs doğrudan ve kasıtlı biçimde, görevli polisin üzerine sürülüyor… Apaçık şekilde, bahse konu polisin hayatına kasteden bir teşebbüs söz konusu! Lakin “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” sözünü hatırlatır şekilde, CHP’nin tezviratı devreye giriyor. CHP trollerinin sosyal medyadaki çirkin ve kışkırtıcı üfürmelerine göre, güya emekçi otobüs şoförü 1 Mayıs emek günü tutuklanmış… Oysa medyada dolaşan görüntüler, esas olayın ne olduğunu görmek istemeyen gözlere de sokuyor. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, siyasi parti otobüsünü kullanıyor olmanın, kimseye görevli memurun hayatını riske atma hakkını vermediğini belirtiyor. Bu hareketin ardından malum otobüs şoförü hakkında işlem yapıldığını, kişiye hâlen ev hapsi tedbiri uygulandığını ve soruşturma sürecinin devam ettiğini açıklıyor. Nitekim otobüs şoförü ifadesinde, CHP’li yetkililerin kendisine durmadan devam etmesini söylediklerini itiraf etmiş bulunuyor… Ama CHP’nin trollerinin yalanları dolaşımdan kalkmış değil.
Diğer taraftan aynı gün yani 23 Nisan’da, güya törenlere yetişmek için yola çıkan CHP’nin Ankara Milletvekili Adnan Beker’in aracı da, şoförü tarafından benzer şekilde ve küstahça görevli polis memurunun üzerine sürülüyor, sürüklemek suretiyle yaralanmasına sebep oluyor. Burada da, aynı şekilde; eski İyi Partili yeni CHP’li Beker’in buz gibi yalanı devreye giriyor. Utanmadan şöyle diyebiliyor: “Amirinin talimatına rağmen, polis memuru kendisini benim aracımın önüne attı…” Yuh artık! Bu kadar karakter zaafı olabilir mi? Ne oluyor arkadaş? Bunlar kim, hangi ülkede yaşıyorlar? CHP’li vekiller veya parti mensupları kendilerini kanunların üstünde mi görüyor ne? Bu kadar başıbozukluk fazla değil mi? 19 Mart sonrasında, Özgür Özel’in; günlerce İstanbul Saraçhane meydanında organize ettiği yasa dışı eylemlerde, polis barikatı için “YIKIN GEÇİN…” diyerek anarşiye açıkça yol vermesi sonrasında, sanki CHP’lilere bir hâller oldu. Bu “yıkın geçin” tahriki o kadar tehlikeli ki, lamı cimi yok, kamu düzenini doğrudan hedef alan bir davranıştır. Ve devamında tahmin edilemeyecek kadar ciddi gelişmelere kapı aralayabilir. Bu durumda asayişi sağlamak üzere, güvenlik kuvvetlerine ‘ezin-geçin’ emrinin verilme zarureti doğmaz mı? Evet, Bay Özel acaba bütün bu tehlike ve tehditlerin muhtemel boyutlarını hiç düşünmüyor mu? Güya siyaset yapma adına, direkt ülkenin huzur ve güvenliğine karşı bu çapta bir fitne koparmanın, eninde sonunda kendisi ve partisine nasıl bir fatura yükleyeceğini hiç hesaplamıyor mu?
Partisine mensup bazı belediye başkanı vesair görevlilerin, yolsuzluk; usulsüzlük, irtikâp, rüşvet, nitelikli dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırma, kişilere ait verileri hukuksuz biçimde elde edip yaymak gibi, çok ağır ve yüz kızartıcı ithamlarla soruşturulması, genel başkan olarak Özel’i fena hâlde sinir harbine sürüklemiş gibi görünüyor. Özel, yolsuzluk iddia ve ithamlarının bir an evvel açığa kavuşması ve şayet suçsuz iseler, parti mensuplarının aklanması için ortam oluşmasına katkıda bulunacağına, gerilim politikasıyla birilerini himaye etmeye çalışıyor… Bunu yapmaya devam ettikçe partisini ileride altından kalkamayacağı zorlukların içine sürüklüyor. Özel’e bu tarz bir aklı kim veya kimler veriyor bilemeyiz, ama bu gidişin hiç de hayra alamet olmadığını görmemek mümkün değil. Özel kışkırtıcı politik üslupla toplumu tahrik ederek, sokakları karıştırmaya çalışarak netice almayı düşünüyorsa; bu yol çıkmaz sokak! Özel’in "kurşun askeri" gibi sahada ve Meclis zemininde milletvekilliğinden ziyade militanlık yapmaya soyunan Mahmut Tanal ve Ali Mahir Başarır gibi isimlerin, zembereği boşalmışçasına nereye toslayacakları bellisiz. Her gün yeni bir vukuatla gündem oluyorlar. Üstelik her ikisi de hukuk eğitimi almış!.. Bunlar mı Özel’e kanun ve nizamı hatırlatacak yoksa Özel mi bunlara siyasi nezaket öğretecek? Al birini vur ötekine… Yüz yıllık partiyiz diye her vesileyle böbürlenen CHP’nin, Tanal ve Başarır misali kişiliklerin peşinden sürüklenmesi düşündürücü...
Çıkar sağlama örgütleriyle milyon dolarlık vurgun vuranları gözü kapalı savunmak, CHP’nin meşhur ilkelerine ne derece uygun düşüyor acaba? Özgür Özel ve yardımcıları ne kadar hırçınlaşırsa hırçınlaşsın, yolsuzluk soruşturmaları kendi mecrasında ilerliyor ve her gün şüphelileri daha da zora sokacak bilgiler, belgeler, görüntü ve ses kayıtları ortaya çıkıyor. Bakınız olayın başından beri, 5 milyon dolarlık rüşvet talebi iddiasıyla konuşulan Bakırköy’deki AVM’ye dair şikâyetlerin ses kaydı da ortaya çıktı… Bakalım ne diyecekler? Bantla veya peçete ile kapatılan kameralar her tarafı kör noktaya çeviremiyor zahir. Hiç ummadık yerlerden yeni deliller fışkırıyor. En önemlisi itirafçıların sayısı günbegün artıyor ve çarpıcı ifşaatta bulunuyorlar…
Hâsılı kelam, CHP’nin bugünkü pozisyonuna büyük problemler yüklemesi sebebiyle muhtemel gelişmelerin önü alınabilecek gibi değil. Öyle hayalî seçimlerle yüzde yetmiş oy alırız gibi ciddiyetten uzak söylemlerin altı tamamıyla boştur. Şayet varsa bunlara dayalı taktikler, her an çökebilir. O yüzden Özgür Özel ve ekibi, vakit kaybetmeden ciddi bir muhasebe yapmalı ve (Quo Vadis=NEREYE GİDİYORUZ?) sorusunun cevabını aramalıdır.
Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir…
8 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme: 8 Mayıs 2025 00:31
Önce şu dehşet verici sosyal durumu bir kere daha hatırlayalım: Gazetemizin salı günkü (6 Mayıs) manşet haberinde şu kritik bilgi yer alıyordu: Cezaevinden çıkan her yüz kişiden kırk beşi tekrar suç işliyor!..
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e yumruklu saldırıda bulunan, Selçuk Tengioğlu isimli şahsın, evlat katili olması ve iki çocuğunu öldürüp ikisini de yaralamak gibi fecaat üstüne fecaat işlemesine rağmen, nasıl olup da on altı yıl gibi bir hapis cezasıyla kurtulduğu ve serbestçe aramızda dolaştığının tartışması yapılıyor… Tengioğlu'nun eylemi sansasyonel olunca, toplumdaki tartışmanın boyutu da ona göre gelişti. Hâlbuki, bu son vukuattan önce de, eski hükümlülerin hapisten çıktıktan sonra tekrar suça karıştığına dair, hemen her gün bir düzine hadise vuku buluyordu… Yani az veya çok, etkili veya etkisiz, dengeli veya dengesiz ceza vermek, tek başına suç faillerini, özellikle suç makinesine dönüşen mahut tipleri maalesef yola getirmiyor, getiremiyor. Bilindiği üzere, modern hukukta suç işleyen kişilere verilen ceza, öncelikle faili ıslah etmeye ve pek tabii devamında başkalarına ibret teşkil ederek, böylelikle insanların kanunları çiğnemekten sakınmalarını temin etmeye dönüktür… Yani suçlulara hükmedilen ceza bir intikam alma tatbikatı değildir. Cezanın özünde suça karışanları terbiye edip, onları yeniden topluma kazandırma hedefi yatar. Tam da burada, Tanzimat döneminin önemli edebiyatçılarından Ziya Paşa’nın Terkîb-i Bend’inde kaleme aldığı şu özlü sözü hatırlamamak mümkün değil: “NUSH İLE USLANMAYANI ETMELİ TEKDİR, TEKDİR İLE USLANMAYANIN HAKKI KÖTEKTİR!” Tabii burada “kötek” lafını duyan bazıları yerinden zıplayabilir… Günümüz dünyasında hâlâ daha kötekle netice almaya mı kalkıyorsunuz diye, bayağı üst perdeden ahkâm keserler.
Ne var ki, Ziya Paşa'nın bu sözü çoktan kayıtlara geçmiş ve dillere de pelesenk olmuş. Yalnızca bu söz değil tabii. Daha başka ve daha ağır ifadeler de vardır. Mesela insanların vicdanını kanatan suçlara karışanlar için şöyle demezler mi? "Bunları derhal meydanda asacaksın!.." Yahut topluca bir ders vermek için; “Sallandıracaksın birkaç tanesini, bak o zaman ne oluyor!..” Türkiye’de, Avrupa Birliği müktesebatına uyum sağlamak maksadıyla, 1980’li yılların ilk yarısından beri idam cezası uygulanmıyor. Diğer taraftan ABD (bazı eyaletlerde kaldırıldı) ve Çin başta olmak üzere pek çok ülkede idam cezası var ve hayli yüksek oranda da tatbik ediliyor. Hâlihazırda Türkiye’de, dört yüz bin kişi ceza ve tevkif evlerinde cezasını çekiyor. Gazetemizin haberinde belirtildiği üzere altı yüz bin kişinin de, “denetimli serbestlik” çerçevesinde cezası dışarıda infaz ediliyor. Türk Ceza Kanunu ve Ceza İnfaz Kanunu yirmi yıl önce değiştirildiği hâlde, günün şartlarına cevap vermekte yetersiz kalıyor. Bazı suçlara tatbik edilen hükümler ve buna göre suçlulara biçilen cezalar çoğu kere vicdanları rahatlatmıyor. Bu mesele çok derin. Öyle ki, hukukçular da kolay kolay içinden çıkamıyor… Mahkemelerde hâkimler tabiatıyla dosya muhtevasına ve ‘vicdani kanaatlerine’ göre hüküm veriyorlar. Bu mevzuya ne kadar uyar, tartışılabilir ancak; “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır…” sözü fehvasınca, her hâkimin hukuk ilmine vukufiyeti, dosyaya hâkimiyeti ve şahsi ve vicdani kanaatiyle karar vermesi yekdiğerinden farklı olacaktır. Suçlulara verilecek ceza miktarını tespit ederken, kanundaki en alt ve en üst sınırın tespit ve takdirinde ayrışma kaçınılmazdır. Keza haksız tahrik gibi veya pişmanlık hâli gibi hafifletici sebeplerin dikkate alınmasında, her hâkimin kendine has ölçü ve yaklaşımı kaskatı bir gerçektir. Bu yüzden kimi davalarda verilen kararlar, bazen büyük şaşkınlıklara, tepkiye yol açabiliyor. Diğer taraftan ilk derece mahkemelerinde verilen kararların istinaf veya temyiz safhalarında, yüksek oranda bozulmaya maruz kalması da ayrı bir sıkıntı kaynağı… Bu gibi hepsini sayamadığımız daha pek çok sebeple, yargı mercilerinde verilen kararlar, resmî prosedürün dışında bizatihi vicdanlar tarafından da şiddetle tenkit ediliyor.
Gerçekçi olmak gerekirse, bu tartışma ve şikâyetlerin büsbütün ortadan kaldırılması mümkün değil. Lakin azaltılması mümkündür. Bunun için de öncelikle ilgili kanunların (Ceza kanunu ve ceza infaz kanunu başta olmak üzere) köklü biçimde ele alınıp yetersiz kalan veya ilgili suç bakımından daha farklı hükümlerin ihdas edilmesi gereken noktalarda, bir ıslahata gitmek zaruridir. Toplumda bu konuda çok ciddi rahatsızlık ve şikâyetler söz konusu… Adalet Bakanlığı ve AK Parti, hâlen bir çalışma yürütüyor. Temenni edelim ki, neticede iyi bir düzenleme ortaya çıksın. Cezaların arttırılması ve infaz hükümlerinin sertleştirilmesi, şüphesiz caydırıcı etkiye sahiptir. Ancak tek başına yeterli olamaz. Cezaevindeki sosyal şartlar ve en önemlisi de, insanları gerçekten terbiye edecek bir eğitim ortamının sağlanması şarttır. Yetkililerin beyanına göre, Türkiye’de cezaevinden çıktıktan sonra tekrar suça karışan kişilerin oranı yüzde kırk beş civarında. Dünya ortalamasının da seviyede olduğu belirtiliyor. Lakin dünya ortalaması böyle deyip, mevcut durumu kabullenmek de herhâlde düşünülecek bir durum değildir!.. Çünkü toplumdaki suç işleme temayülü ve suça karışma yaşı, hakikaten alarm veriyor... Ziya Paşa’nın yukarıdaki sözü bugün kulakları tırmalayabilir. Ancak kanun tanımaz azgınları yola getirecek metotlar bugün için ne ise, mutlaka onları uygulamaya sokup toplumun huzur ve sükûnuna amade kılınmalıdır...
Tekrar ifade edelim ki, cezaevleri suçluyu ıslah eden yerler olmalı. Suçluları daha fazla azdıran ortam hâline gelmesi felaket üstüne felaket olur… Her halükârda adaletin tecellisi sağlanmalıdır. Suça göre gereken cezanın verilmesi… Çünkü adalet tecelli ettiğinde ancak vicdanlar rahatlar!
Terörsüz Türkiye… Dönüm noktası
10 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme: 10 Mayıs 2025 00:22
Dün itibarıyla Türkiye resmen yeni bir iklime girdi… Artık kan ve gözyaşı yerine, huzur ve güvenliğin hüküm sürmesini beklediğimiz Türkiye. Yani Terörsüz Türkiye… Yarım asır süren kâbus sona erdi. Hepimize geçmiş olsun!
Geçmişten gelen şüphe ve tereddütler, bu kere de en başından beri hep dile geldi… Bu defa gerçekten olacak mıydı, olabilir miydi? Bazı kişiler samimi olarak geçmişte yaşanan acı tecrübelerin etkisinde kalarak böyle düşünüyordu. Ama bazıları da hâlâ daha işe nasıl çomak sokabiliriz diye, şeytanın uşaklığını yapıyordu!.. Ancak şer odakları bu defa başaramadı. Ne Habur fiyaskosu, ne dışarı sızdırılan Oslo görüşmeleri ve ne de sonu hüsrana dönüşen çözüm süreci. Bu defa kayıtsız, şartsız ve herhangi bir pazarlık söz konusu olmadan; ortaya konulan devletin kararlı iradesiyle, terör örgütünün kendisini feshetmesi ve silahları teslim etmesi hedefi söz konusu. O hedef an itibarıyla resmen yakalanmıştır. Şu hususun altını kalın bir çizgi ile çizelim: Bölücü terör örgütü artık fiilen bitmiştir. Bundan sonraki işlemler meselenin teferruatıyla ilgilidir…
Bu satırların yazıldığı saatlerde bölücü örgüt PKK’nın açıklaması henüz gelmemişti. Fakat DEM Parti’nin açıklaması, beklenen bildirinin muhtevası hakkında yeteri kadar fikir veriyordu. Esasen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın evvelki gün yaptığı açıklama, örgütün kendini feshetme işlemini tamamladığını net olarak haber veriyordu. Zira kesinleşmemiş bir konuda, Cumhurbaşkanı tarafından bağlayıcı bir açıklama herhâlde beklenemezdi. Böylece Ekim 2024 tarihinden beri gündemde olan ve ülkenin ulusal güvenliğini en yakından ilgilendiren bir mesele, bugün itibarıyla yeni bir safhaya girmiş bulunmakta. Yeni bir safha daha doğrusu yeni bir iklim. Kan ve gözyaşı yerine huzur ve sükûnun hüküm sürmesini temenni ettiğimiz bir iklim… DEM Parti’nin dün yaptığı açıklamada, “Barış ufkuna bir adım daha yaklaşıldığı” belirtiliyordu. Buna geri dönülmez nokta veya kırılma noktası da diyebiliriz… Kolay olmadı bu noktaya gelmek, ama gelindi. Şimdi artık ileriye bakmamız gerekiyor.
Terör belasının kim/kimler tarafından başımıza sarıldığını kırk senedir konuşuyoruz. Elbette bu konuyu unutacak değiliz. Bize bu kötülüğü yapan bütün aktörlerin sinsi faaliyetlerini didik didik etmemiz lazım. Çünkü bugün olmasa bile yarınlarda bazılarına hesap sormamız lazım!.. Evet, Amerika’sından Rusya’sına, baştan aşağı Avrupa ülkelerinden Orta Doğu’daki aktörlere. Dost gibi görünen ama düşmanlıkta en sinsi faaliyetlerden geri durmayan devlet ve devletçikler… Hepsini ama hepsini mutlaka masaya yatırmamız lazım. Çünkü bu ihanet bizim kırk binden fazla insanımızı kaybetmemize yol açtı. Giden canların geri gelmesi mümkün değil. Dolayısıyla bu büyük kaybın telafisi söz konusu değil. Maddi kayıplarımız da çok büyük. Kayıplar, trilyonlarca dolar tutuyor. Bu bela başka herhangi bir ülkenin başına gelseydi ayakta durması mümkün olmazdı… Velhasıl Türkiye’nin yarım asır uğraştığı bu belanın büyüklüğü dehşet verici. Bunun muhasebesini muhakkak en doğru şekilde yapmamız gerek. Bir daha benzeri tuzaklara düşmemek için. Zira bu meselenin başından itibaren mücadele şekli ve kapsamı konusunda ciddi yanlışlıklar yapıldığı için, örgütün belini kırmak uzun zaman aldı. Terör örgütünün dağ kadrosu beş defa sıfırlandığı hâlde, güvenlik boyutu yanında siyasi, hukuki ve sosyal boyutlar ihmal edildiği hatta uzun müddet hiç üzerinde durulmadığı için, beklenen netice alınamadı. Bu husus Türk siyasi tarihinde ayrıca değerlendirilmesi gereken konudur. O da ayrı bir yazı konusudur...
Bugün meselenin acil tarafına odaklanmamız gerekiyor. O da resmen biten terör örgütünün bütün unsurlarıyla tamamen ortadan kaldırılması için yapılması lazım gelen hususlar. Silahların teslimi, hâlen örgüt içinde bulunan militanların akıbeti. İçlerinde yabancı ülke vatandaşları da var. Sayın Devlet Bahçeli, Ekim 2024’te bu meseleyi dile getirdiğinde, birileri çok farklı yorumlarla süreci en başında sakatlamak istiyordu. Bu teşebbüs sadece Bahçeli’nin inisiyatifi ile mi gündeme gelmişti? AK Parti iktidarı Bahçeli’nin arkasında duruyor muydu? Hatta başlangıçta kimileri bu konuda Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Bahçeli arasında görüş ayrılığı olduğunu öne sürüyordu... Yapılan mükerrer açıklamalara rağmen bazıları ısrarla AK Parti ve MHP arasında siyasi ihtilaf olduğunu iddia etmeyi sürdürüyordu. Lakin konuya samimiyetle yaklaşanlar, ilk günden itibaren bu sürecin farklı olduğunu ve sağlıklı yürüdüğünü, başarılı şekilde yönetildiğini görüyordu. Nitekim yanılmadıklarını da gördüler.
Şurası da yeteri kadar dikkat çekici değil mi? Devlet Bahçeli, PKK’nın 5 Mayıs’ta kongreyi toplamasını tavsiye etmişti. Bugün öğreniyoruz ki, hakikaten kongre belirtilen tarihte toplanmış. Bahçeli toplanma yeri olarak Muş’u işaret etmişti. Ama şartlar sebebiyle bunun sadece bir çağrı olduğu belliydi. Irak topraklarında toplanması işin tabiatı icabıydı ve öyle de oldu. Terör örgütünün bugüne kadarki faaliyetlerinde en geniş şekilde kullandığı alan Irak toprakları oldu. Ama devir değişti. Artık Irak toprakları da, Suriye toprakları da örgüt için at koşturacak saha olmaktan çıktı. Irak Başbakanı Sudani, önceki gün Ankara’da ilan etti. “Bizim topraklardan Türkiye’ye yönelik terör saldırısı artık söz konusu olamaz…” Aynı hava Suriye toprakları için de geçerli. Aslına bakarsanız, değişen dünya dengeleri ve stratejik yapılanmalar, bölücü terör iklimine destek veren eski düzeni bertaraf ediyor. Bugüne kadar Türkiye aleyhine terör kartını kullananlar artık bu yolun kendilerine pahalıya mal olacağını görüyor…
Şimdi Türkiye’nin tamamlaması gereken bir iş var. Örgütün kalıntılarını süratle ortadan kaldırmak… DEM Parti’nin açıklamasında şu cümlenin altını özellikle çiziyorum: “Süreci zedeleyecek hiçbir söylem ve eyleme izin vermeyeceğiz…” Bu dönemde DEM Parti’ye çok iş düşüyor, ama aynı zamanda DEM Parti’yi siyaseten güçlendirecek atmosfer hüküm sürüyor. Bu kıymetli bir şey. Huzur ve barış iklimi hepimiz için hayırlı olsun.
Nihayet o gün geldi…
13 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme: 13 Mayıs 2025 00:44
Evet, Türkiye’nin elli seneden beri beklediği gün geldi. Bölücü terör örgütü PKK, kendisini feshetti ve silah bıraktığını ilan etti. Buraya kadar meselenin teorik kısmı. Bundan sonrası ise sahadaki kısmı…
Bütün yurtta sevinç ve bayram havası var… Nasıl olmasın ki, elli seneden beri kan döken, on binlerce vatandaşımızın hayatını söndüren bölücü terör örgütü, sonunda kendisini feshetti ve silah bıraktığını ilan etti. Geçtiğimiz sene ekim ayı başında, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Meclis’te DEM Partili vekillerle el sıkışmasından itibaren başlayan süreci, bazı çevreler ısrarlı biçimde şüpheyle karşıladı. İlk önce bunun yalnızca Sayın Bahçeli’nin bir inisiyatifi olduğu, AK Parti İktidarının bu konuda hemfikir olmadığı, hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu işten haberinin bile olmadığını söylediler. Hâlbuki, Erdoğan cenahından Bahçeli’yi destekleyen ve teyit eden mükerrer açıklamalar da gelmişti… Ancak şüpheci düşünenlerin devlet işlerine ve bizatihi devlet yönetimine pek fazla aşina olmadığını ortaya koydu. Hiç olmaz denilen şeyler, bir bir tahakkuk etti ve etmeye de devam edecek. Abdullah Öcalan’ın, keskin iddiaların aksine; hâlâ daha örgüt üzerinde etkili ve sözünün de geçerli olduğu, 5-7 Mayıs tarihlerinde toplanan Kongre ile ispatlandı. Bundan sonrası için de, yine Öcalan’ın yönlendirmesiyle, tarihî sürecin ilerlemesi bekleniyor. Bu arada, 5 Mayıs tarihinin daha önce Bahçeli tarafından telaffuz edildiğini de hatırlayalım. PKK’nın bu noktaya gelmesi, küresel konjonktür değişimi ve bölgesel ölçekte vuku bulan jeopolitik gelişmelerin sonucudur. Yani PKK için esasen deniz bitmiş idi… Türkiye’nin özellikle son on yılda, teröre karşı verdiği muazzam mücadele ve bunun sonunda yurt içinde örgütü eylem yapamaz hâle getirmesi, meselenin nirengi noktasıdır. Türkiye sadece yurt içinde değil, yurt dışında, komşu ülkelerde de amansız takiple PKK ve türevlerini hareket edemez hâle getirdi. Ülkemizin korunmasında, dillere destan fedakârlıkla mücadele eden kahraman güvenlik güçlerimize minnet borçluyuz. Şehitlerimize Allahü tealadan gani gani rahmet, gazilerimize de şifalar ve hayırlı uzun ömürler temenni ediyoruz.
PKK için deniz bitmişti derken, son kırk yılda bu örgüte her türlü desteği veren Avrupa ülkelerinin, Amerika’nın, İsrail’in, Rusya’nın ve dahi İran’ın bugüne kadarki hasmane tavırlarının dış politika altyapısında büyük değişimler meydana gelmesi dolayısıyla, mecburi yaklaşımın galebe çalmasıdır. Yani 1980 ve 90’lardaki terör destekçiliği, bugünkü şartlarda bahse konu ülkeler için, reel politik açıdan uygulanabilir şeyler değil. En başta Orta Doğu Bölgesinde, bilhassa Suriye, Irak ve İran’da meydana gelen değişim ve dengelerin ters yüz olması, bu meseleye yepyeni bir boyut kazandırdı. Düne kadar Türkiye’ye karşı, terör kartını en katı şekilde kullanmaya çalışan Suriye’deki Baas rejimi ve Esad ailesinin zalim idaresi tarihe karıştı. Rejim sayesinde rahatça girip Suriye’ye çöken İran ve Rusya, yeni siyasi durum muvacehesinde geçmişteki etkili varlığını sürdüremedi. Dolayısıyla paradigma kökünden değişiverdi… Rusya-Ukrayna savaşı hem bu iki ülkeyi hem de bütünüyle Avrupa’yı derinden sarstı. Avrupa tek kelimeyle kendi derdine düştü. Arap Baharı ile birlikte, Suriye’de ikircikli politikalarla âdeta kendi ayağına ateş eden Amerika Birleşik Devletleri de her yönetim değişikliğinde farklı bir yanlışın içine düştü… Hâlâ daha ABD Yönetimi ve askerî cenahı bu konuda hemfikir değil. Trump, ilk döneminde de teşebbüs ettiği üzere, Suriye’den çekilmek istiyor. Lakin Pentagon bu konuda ayak sürümeye devam ediyor… Türkiye Suriye’de bugünkü Yönetim ile gayet iyi ilişkilere sahip. Daha açıkçası Esad döneminin tam tersine, iki ülke arasında büyük bir iş birliği ve dayanışma iklimi söz konusu. Suriye sınırı boyunca bir terör koridoru oluşturmak isteyen PKK’nın uzantısı PYD/YPG, ayrı devlet veya federasyon tezinden vazgeçtiğini bildirerek Suriye Yönetimi ile mutabakat imzaladı. Her ne kadar ABD ve İsrail’in gizli-açık desteğiyle bir şekilde yan çizmek istiyorsa da, bu yol artık çıkmaz sokak. Yani PYD/YPG ne yaparsa yapsın, Esad rejimi devrindeki boş meydanı zinhar bulamaz…
PKK içinden çeşitli grupların ayrı baş çekmeye kalkması, beklenebilir. Yani sürpriz veya şaşırtıcı değil. Lakin bu ayrı baş çekmenin bir sonuca varması mümkün değildir. Netice itibarıyla, PKK için yolun sonu kati olarak gelmiştir. Kendini feshetmekten başka çaresi kalmayan örgüt, şimdi belirlenen yerlerde (Kuzey Irak coğrafyası, Duhok, Erbil ve Süleymaniye) ve belirlenen şekilde, kontrol altında silahlarını getirip bırakacaktır. Bu işlemin iki-üç ay gibi bir zaman alması bekleniyor. Silahları teslim süreci kesinlikle Irak ve Türkiye’nin kontrol ve tarassutu altında olacaktır. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin de burada rol alması beklenmekte. Ancak PKK’nın bildirisinde yer aldığı üzere, BM Teşkilatının herhangi bir şekilde sürece müdahil olması söz konusu değildir…
Gelelim hâlen örgüt yapısı içinde bulunan militanların durumuna... Örgütün elebaşlarının (Sayılarının kırk-elli civarında olduğu bildirilen ve kırmızı bültenle arananlar) Türkiye ve Suriye topraklarına girmesine müsaade edilmeyecek. Keza farklı ülke vatandaşı olan (Avrupa ülkelerinden gelen) militanların Türkiye ve Suriye topraklarına girmesine de izin verilmeyecek. Örgüt elebaşlarının, Kuzey Avrupa ülkeleri veya Güney Afrika Cumhuriyeti gibi yerlere gitmesi veyahut Irak topraklarının derinliklerine çekilmesi gibi alternatif yollar mevcut. Türkiye topraklarında ve Türkiye’ye karşı herhangi bir suça karışmamış olanların ülkeye girmesi ve toplumla bütünleşmesi konusunda gerekli uygulamalar yapılacak. Bu konularda devlet yetkililerinin son derece dikkat ve titizlik gösterdiği husus, şehit ve gazi yakınlarını üzecek herhangi bir hâl ve tavra mahal verilmemesi… Her şeye rağmen, süreci zehirlemek isteyen şer odakları boş durmayacak tabii. Ancak onlara da fırsat verilmeyecek.
En kritik eşik…
15 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme: 15 Mayıs 2025 00:19
PKK terör örgütünün kendisini feshetmesi ve silahları temelli olarak bırakmasından memnun kalmayanların karın ağrısı devam ediyor… Fesih bildirisindeki bazı ifadeleri öne sürerek, süreci bulandırmaya çalışıyorlar!
En önemli ve en kritik eşik, silahların gölgesinin ortadan kalkmasıydı şüphesiz… Ve bu eşik büyük başarıyla aşıldı. Bunu ifade ederken, örgüt militanlarının hâlen elindeki silahları teslim etmediğini unutmuyoruz elbet. Ama esas olan o silahların bir daha kullanılamayacak olmasıdır. İşin püf noktası burada. Türkiye Cumhuriyeti Devleti büyük bir kararlılıkla, adım adım, bu sürecin emniyetle ilerlemesini yönetti. Daha önce yaşanan acı tecrübelerin de ışığında, bu defa bir yol kazasına mahal vermemek için gereken her şeyi yaptı. Bunu yaparken de, devletin mehabet ve kararlılığını her adımda ortaya koydu. Türkiye bu başarıyı bir başına, başka herhangi bir aktörün dahli olmadan, hayata geçirdi. 52 yıl boyunca ülkenin başına çok büyük gaileler açmış ve Türkiye’yi içeride ve dışarıda müşkül durumlara düşürmüş olan bölücü terör örgütünün kendini feshetme noktasına gelmesinin sebeplerini, önceki iki yazımızda dile getirmiştik. Dört günden beri bu konuda yazılıp çizilen, televizyonlarda dile getirilen pek çok şey var. Bunların içinde iyi niyetli olarak, bazı endişelerini dışa vuran kimselerin farklı fikirleri de elbette önemlidir. Velakin geçmişte de her fırsatta yaptıkları gibi, bulanık suda balık avlamaya çalışan bedbahtların da tam kadro işbaşında olduğunu görüyoruz. Elbette herkes PKK’nın fesih kongresi sonrasında yayınladığı bildiriyi her yönüyle irdeleyebilir… Bu çerçevede PKK’nın Lozan Anlaşmasına ve 1924 Anayasasına göndermede bulunarak, bunun üzerinden Cumhuriyetin ilk dönem politikalarına ve daha sonraki yıllarda vaki uygulamalara eleştiride bulunması şaşırtıcı bir durum değil. PKK’nın doğru-yanlış ileri sürdüğü tezlerin (Ki, bu tezlerin günümüz şartlarında demode olduğu ve işe yaramadığı bizzat Abdullah Öcalan tarafından dile getirildi…) bugüne kadar sonuç vermediği ortada. Fakat PKK örgütünün kendi tabanına da bir mesaj verme ihtiyacı duyması beklenen sonuçtur. Bu meselede Lozan Anlaşmasına atıf yapmanın pratikte bir anlamı var mı, yok mu ayrıca sorgulanır. Örgütün bu yaklaşımı yanında, “Tam Bağımsız Türkiye” inşasından bahsetmesi dikkat çekici değil mi? Keza bildiride, aynı meselede dış güçlerin artık müdahalede bulunmamasını talep etmesi, bir anlam ifade etmiyor mu? PKK terörünün en büyük destekçisi olan ve “dış güçler” diye kısaca ifade etmeye çalıştığımız malum odakların yarım asır boyunca memleketimize neler çektirdiğini hiç unutabilir miyiz? Örgüt bu hususu itiraf ediyor!
Bölücü örgütün sahneye çıkması ve on yıllarca faaliyet sürdürebilmesinin dört başı mamur bir muhasebesini yapmak zorunda olduğumuzu, daha önce bu köşede dile getirdik. Bu konuda devletin çözüm formüllerindeki eksiklikler şüphesiz en temel faktörlerden biridir. 1970’li yılların ilk yarısında, farklı isimlerle ortaya çıkan ve nihayet 1978 yılında, Diyarbakır'ın Lice ilçesinin Fis köyünde PKK adıyla kurulan kanlı örgüt, uzun müddet yalnızca bir güvenlik problemi olarak görüldü ne yazık ki. Mücadele şekli de bu kurgu üzerinden yürütülmeye çalışıldı. Maalesef dönemin siyasi ve askerî sorumluları meselenin siyasi, sosyolojik ve ekonomik boyutunu kale almadı. Bu yüzden güvenlik alanındaki mücadele yetersiz kaldı. Rahmetli Turgut Özal döneminde cesaretle bazı adımlar atıldı, ancak onun vefatıyla işler tekrar sarpa sardı. Resmî makamlarca daha önce ifade edildiği üzere, beş veya altı defa PKK’nın dağ kadrosu sıfıra indirildiği hâlde, örgütün hayatiyeti devam etti. Çünkü dağa adam devşirme işinde örgütü engelleyecek yeterli tedbir alınamadı. 12 Eylül Darbesi sonrasında Diyarbakır Cezaevindeki uygulamaların nasıl dağ kadrosunu beslediği acı bir hakikat olarak hafızalardadır… Gerçi Diyarbakır benzeri uygulamaları Mamak Askerî Cezaevi'nde de en katı şekilde uyguladılar. Bu zihniyetin memlekete neler kaybettirdiği ortada…
Şimdi çeşitli bakımlardan muhasebe yapılıyor ya… Terörün maliyeti konusunda trilyonlarca dolarlık harcama ve meydana gelen zararlar… Boşaltılan dört bin beş yüz köy. Yıllarca çıkılamayan yaylalar. Can çekişen hayvancılık ve tarım. Bu paralarla neler yapılırdı neler! Türkiye bugün İtalya seviyesinde bir ekonomiye sahip olurdu ve kişi başına millî gelir 30 bin dolar olurdu. Terörle mücadeleye harcanan paralar hayat standardımızın düşmesiyle o dönemin faturası olarak sırtımıza yüklendi. Bu paralar zaman içinde tekrar kazanılabilir. Nitekim şimdilerde bunun hesabı yapılıyor. Artık bu kaynaklar ekonomiye gidecek. Evet, bölücü terör için harcanmasaydı, yüz tane nükleer santral yapılabilirdi. Bin tane şehir hastanesi yapılabilirdi. Veya üç yüz tane İstanbul havalimanı yapılırdı vs... Bunların hepsi maddi kayıplar. Telafisi zamanla mümkün. Ama can kayıpları öyle değil. Çünkü giden canlar geri gelmez…
Dört günden beri memlekette büyük sevinç yaşanıyor. Ve bu sevinci buruk şekilde yaşayanlar şehit ve gazi yakınları. Ülkenin huzur ve güveni için en büyük fedakârlığı gösterenler, kahraman şehit ve gazilerimizdir. Onlara minnet borçluyuz. Şehitlerimize ve vefat eden gazilerimize rahmet, hayatta olanlara da hayırlı uzun ömürler diliyoruz. Evet, maalesef hain terör, bizi millet olarak çok derinden yaraladı. Yaşananları hafızamızda canlı tutarak, geleceğe bakmak durumundayız.
Gün, kardeşlik günüdür. Bu süreci zehirleyecek söz ve davranışlardan herkesin kaçınması lazım. Zira çok hassas bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemde Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Sayın Devlet Bahçeli’nin ortaya koyduğu dirayetli ve kuşatıcı liderliği ve asil duruşu gayet iyi okumak gerekiyor… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kardeşlik iklimine çağrıları ne kadar kıymetli ise, Sayın Bahçeli’nin gösterdiği hassasiyet ve özen de o kadar değerlidir. Bu mesele siyaset üstü meseledir. Terör belası toplum olarak yarım asrımızı zehir etti. Bundan sonrası için fırsat vermeyelim...
Küresel diplomasi merkezi…
17 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme: 16 Mayıs 2025 23:42
Antalya Dördüncü Diplomasi Forumu'nun üzerinden bir ay geçti… Yirmi devlet ve hükûmet başkanı, 74 bakan ve 155 ülkeden yedi bine yakın kişinin katılımıyla gerçekleşen forumu, bini aşkın yabancı gazeteci izledi.
Türkiye’de muhalif kesimler, ısrarla ve inatla ülkenin özgül ağırlığını, hâlâ daha, geride kalmış şartlar muvacehesinde okumaya çalışıyor!.. Hâl böyle olunca, Türkiye’nin uluslararası arenadaki özgül ağırlığı eksik ve yanlış değerlendiriliyor. Hatta bazı sözde entelektüel etiketli kişiler, göz göre göre gerçekleri tersyüz etmeye çalışıyor… Hakikaten gülünç bir tavırla ülkenin diplomaside kaydettiği başarıları hafife alıyor, inkâr ediyorlar. Kısaca ifade etmek gerekirse bir türlü hazmedemiyorlar. Her zaman meftunu oldukları Batılı medya kuruluşlarının bu konudaki haber, analiz ve yorumlarını, raporlarını dahi çarpıtmaya, yok saymaya yelteniyorlar. Bunların iflah olması mümkün görünmüyor doğrusu. Neyse ki, gerçekler dünyasında; siyasi, stratejik ve ekonomik hadiseler kendi tabii seyrinde olması gerektiği gibi akıp gidiyor… Yeter ki doğru dürüst takip etmesini ve değerlendirmesini bilelim. Sadece son bir haftada, Türkiye’nin başrollerinde oynadığı gelişmelerin dökümü yapılsa, başka devletlerin bir yıllık gündeminden daha fazla olduğu görülecektir. Türkiye’ye gelip giden yabancı heyetlerin sayısı tek başına her şeyi anlatıyor. NATO Gayriresmî Bakanlar Zirvesi Antalya’da devam ederken; Ankara, Rusya-Ukrayna barış görüşmeleri için bütün ağırlığı ile devredeydi… Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2023 Mart’ında olduğu gibi, barış görüşmelerinde Türkiye’nin ara buluculuk ve ev sahipliği yapması için ricada bulunuyordu. ABD Başkanı Donald Trump, Orta Doğu turuna çıkmadan evvel sabah-akşam Cumhurbaşkanı Erdoğan’a güzellemelerde bulundu. Bu durum tur başladıktan sonra da devam etti. Riyad’da gerçekleşen Trump, Muhammed bin Selman ve Suriye Devlet Başkanı Ahmed Eş-Şara zirvesine; Cumhurbaşkanı Erdoğan video-konferans ile katıldı. Trump, Suriye’ye uygulanan yaptırımları Erdoğan’la görüştükten sonra kaldırdığını dünyaya ilan etti. Trump daha önce de “Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde” demişti. Riyad Zirvesi bu gerçeğin teyidi değil midir?
Eskiden Türkiye’den bir başbakan veya cumhurbaşkanı Washington’a gittiğinde, Beyaz Saray’da kendisine ne kadar vakit tahsis edileceği endişesi hüküm sürerdi… Eğer ziyaret programı bir saati bulursa, bu bir diplomatik başarı olarak addedilirdi! Nereden nereye!.. Bakınız bu satırlar yazılırken, İstanbul Dolmabahçe’de; Hakan Fidan Türkiye-ABD ve Ukrayna toplantısından sonra, Rusya ve Ukrayna barış görüşmelerine başkanlık ediyor… Aynı saatlerde İran ile Avrupa Birliği arasında, (İngiltere, Fransa ve Almanya E-3 Grubu) yine İstanbul’da, nükleer programla ilgili görüşmeler yapılıyor. Türkiye’nin son yıllarda bölgesel ve uluslararası meselelere yaptığı müdahale ve olumlu anlamdaki katkıları, kendisine çok farklı bir kimlik kazandırdı. Şüphesiz Türkiye, küresel diplomasinin merkezlerinden biridir. En kritik meselelerde Türkiye’nin ara buluculuk rolüne duyulan ihtiyaç ve talep günbegün yükseliyor. En çarpıcı örneği, yukarıda özetini verdiğimiz beynelmilel müzakerelerde, bizzat Türkiye’nin oynadığı roldür. Türkiye daha önce Kafkasya’da, Karabağ meselesinde; Afrika’da Somali ve Libya’daki iç savaşlarda, keza Etiyopya ile Somali arasındaki harp tehlikesinde, nasıl köklü ve etkili bir barış aktörü rolü oynamışsa, aynı şekilde Sudan’daki iç çatışmalarda da tarafları barış ve uzlaştırma zeminine çekmenin adresi olarak kapasitesini ispat etmiştir. Bunun gibi Balkan coğrafyasında, yakın geçmişte yaşanan büyük dram ve acılara rağmen; bugün sükûnet hüküm sürüyorsa, bu da yine Türkiye’nin gerçekten objektif, samimi ve bütün tarafların görüş ve tezlerine önem veren bir tarzda yürüttüğü ara buluculuk rolü sayesindedir. Türkiye’nin Suriye’de son on dört yıl boyunca ortaya koyduğu siyasi ve stratejik hamleler, sonuç olarak altmış küsur yıllık Baas rejimi ve elli dört yıllık Zalim Esad Ailesi idaresini temelinden yıkmıştır. Bu konuda Donald Trump’ın tekrar tekrar dillendirdiği gerçeklere yukarıda işaret etmiştik.
Türkiye Filistin Meselesinde de, İsrail’in zulüm-baskı, katliam ve soykırım canavarlığına karşı en büyük itiraz ve mücadeleyi yürütüyor. Uluslararası hukuk düzeninde, Siyonist devletin hesap vermesi için bütün yollara başvuruyor… Türkiye’nin bu gayret ve teşebbüsleriyle, Filistin devletini tanıyan ülkelerin sayısı artıyor. Şüphesiz Türkiye bütün bunları yaparken, hem yumuşak hem de sert gücünü doğru ve kararlı şekilde kullanıyor ve bundan da kati sonuçlar alıyor. Evet, Batı’nın önemli yayın organları, ülkemizin özellikle savunma sanayii alanında kaydettiği başarılara dikkat çekiyor ve Türkiye’nin küresel bir aktör ve denge unsuru olduğunu belirtiyor. İngiliz Financial Times gazetesi, en son yayınladığı analizde bu hususu teyit ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna-Rusya savaşının durması için tarafları barış masasına davet edecek dünyadaki ender liderlerden bir olarak tavsif ediyor… Daha önce Fransız Le Point dergisinin kapak resminde, Amerika, Çin ve Rusya liderleriyle birlikte, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünya siyasetine yön veren dört kişiden biri olduğu verilmişti. Velhasıl Türkiye, yeni dünya düzeninin şekillendiği şu dönemde yükselen bir yıldız olarak parlıyor. Birileri bunu hazmedemezse de, karın ağrıları çekse de, karalar bağlasa da gerçek böyledir!.. Antalya Dördüncü Diplomasi Forumu'nun üzerinden yalnızca bir ay geçti. Yirmi devlet ve hükûmet başkanı ve 74 bakanın katıldığı, 155 ülkeden yaklaşık yedi bin kişinin iştirak ettiği bu geleneksel forumu izlemek için bini aşkın yabancı gazeteci akreditasyon yaptırdı… Netice olarak, eski Türkiye fotoğraflarını seyrederek nostalji yapmaya çalışan yazar-çizerler de, eninde sonunda Türkiye’nin geldiği seviyeyi kabulleneceklerdir. Terörsüz Türkiye hedefine doğru çok net ve keskin bir hamlenin yapıldığı şu sıralarda, Türkiye’de siyasetin de artık rasyonel ölçüler içine çekilmesi ve körü körüne ideolojik saplantılarla, akıntıya karşı kürek çekmekten vazgeçilmesi aklın yoludur. Bu ülke hesabına atılan her doğru ve faydalı adıma, sırf siyasi taassupla olumsuz reaksiyon göstermek çaresizliktir!
“Tam bağımsızlığın simgesi…”
20 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme: 20 Mayıs 2025 00:24
Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, Şırnak Gabar Dağı’nda, Şehit Aybüke Yalçın Petrol Sahasında açılan kuyuyu böyle nitelendiriyor. Enerji arz güvenliği, tıpkı gıda arz güvenliği gibi bir ulusal güvenlik meselesi…
Türkiye’nin hayrını istemeyen malum çevreler yine fena hâlde mide krampları çekecek, ama onlara inat ülkemizdeki yeni doğalgaz ve petrol rezervi keşifleri, ileriye dönük büyük müjdeler veriyor… Hatırlayınız Sakarya-1 Doğalgaz Sahasında 2020 yılında keşfedilen 405 milyar metreküplük doğalgaz rezervi ülkede büyük heyecan ve sevinç uyandırmıştı. Fakat birileri ısrarla bu gerçeği inkâr etmeye kalkışmıştı. Ondan bir sene sonra yapılan 135 milyar m3’lük keşifle, bu miktar 540 milyara yükselmişti. Daha sonraki keşiflerle birlikte miktar total olarak 710 milyar m3’e yükseldi. Deniz kıyısından 180 km açıktaki bu rezerv bölgesinden çoktan beridir doğalgaz üretimi yapılıyor ve işte millî ve yerli üretimle, hanelerin ihtiyacı olan enerjinin önemli bir kısmı karşılanıyor. Bu sayede devlet, vatandaşlarının doğalgaz ve elektrik giderlerinin önemli bir kısmını sübvanse ediyor. (Doğalgazda yüzde yetmiş, elektrikte yüzde elli… Anlayacağınız vatandaş bin liralık gaz faturasının sadece üç yüz lirasını ödüyor. Elektrikte de bu miktar beş yüz lira…) Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan; Karadeniz’de, 75 milyar metreküplük yeni bir gaz keşfi yapıldığını duyurdu. Bunun ekonomik değeri 30 milyar dolar. Ve ülkenin hane ihtiyacının üç buçuk yıllık tedarikini sağlayabilecek bir miktar… Enerji arz güvenliği, bilindiği üzere gıda arz güvenliği gibi bir ulusal güvenlik meselesi. Zira güvenlik kavramı eskiden olduğu gibi ülkelerin sadece sınır emniyetini sağlaması anlamına gelmiyor. “Ulusal güvenlik” kavramı globalleşme ve teknolojik gelişmelerle birlikte çok genişledi ve çetrefilleşti. Şöyle ki, konvansiyonel savaşların yerini artık siber saldırı tehditleri almaya başladı. Devletler şimdilerde buna karşı tedbirler geliştirmeye çalışıyor. Rakip veya düşman güçler tarafından tetiklenecek bu türden saldırıların yanında, belli alanlarda devletler, bizatihi hazırlıklı ve tedbirli olmaması durumunda, farklı sebeplerle çok ciddi sıkıntılarla yüz yüze gelebilirler. Nitekim bir müddet önce, İspanya ve Portekiz’de meydana gelen geniş çaplı elektrik kesintisinin ne gibi sonuçlara yol açabileceği çarpıcı şekilde görüldü…
Millet Meclisi Başkanı Numan Kurtulmuş, dün Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar ile AK Parti Grup Başkanı Abdullah Güler’in de içinde olduğu altmış kadar milletvekiliyle birlikte, On Dokuz Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı münasebetiyle Şırnak Gabar Dağı'na önemli bir ziyarette bulundu. On yıllarca terör belası yüzünden başını kaldıramayan Şırnak ve çevresi, artık bambaşka bir iklimi yaşıyor… Gabar Dağı’nda günlük üretilen ham petrol miktarı, Bakan Bayraktar’ın verdiği bilgiye göre 81 bin varil… Cumhurbaşkanı Erdoğan, üç gün önce Karadeniz’deki yeni doğalgaz keşfini açıklarken, Gabar’da üretilen petrolün yıllık ekonomik değerinin iki milyar dolar olduğunu da belirtmişti. Enerji Bakanı da, çoğu bölge insanımız olmak üzere; hâlen üç bin iki yüz kişinin burada istihdam edildiğini bildirdi. Gabar’da hedef, günlük yüz bin varil üretim miktarını yakalamak. Bu, Türkiye’nin günlük tüketim miktarının yüzde onuna tekabül ediyor. Hâlihazırdaki üretim, yüzde sekizini karşılıyor ki, bu miktarı küçümsememek lazım. Malum olduğu üzere, Türkiye’nin dış ticaretteki en büyük gider kalemi enerjiyle ilgili. Petrol, doğalgaz ve kömür için, Türkiye her sene yüz milyar dolar gibi bir büyük meblağ ödüyor. Bu alanda içeride yapılacak her yeni keşif ve üretim, şüphesiz bu yüksek faturayı hafifletecek. Bunun için son yıllarda devasa hamleler yapıldı ve karşılığı da alınıyor. İşte Abdülhamid Han Sondaj Gemisi 75 milyar metreküplük rezervin keşif işlemini tamamladı. Dört sondaj ve iki sismik araştırma gemisi ile Türkiye, bu alanda kapasite itibarıyla dünyada ilk beş ülke arasına giriyor… Doğalgazın yanında petrol rezervleri bakımından da pek sevindirici gelişmeler yaşıyoruz… Bakan Bayraktar, 2025 yılı itibarıyla petrol rezervi olarak 41 milyon varillik keşif yapıldığını açıkladı. Bunun yüzde 58’i Diyarbakır bölgesinde. Bütün bu sevindirici haberler, şüphesiz yakın gelecekte Güney Doğu Bölgesinde müşahede edeceğimiz ekonomik canlılığın birer işareti. On yıllarca terör belası yüzünden ancak askerî birliklerle girilebilen yerlere, bugün turistler çok rahat ve güvenli bir şekilde gidip gezebiliyor. Tek başına bu gelişme dahi bölgedeki büyük değişimi haber veriyor.
O sebepledir ki, Numan Kurtulmuş, Gabar’daki Şehit Aybüke Yalçın Petrol Sahasındaki sondaj kuyusunu; “Karşınızda duran sadece bir kuyu değil, Türkiye’nin tam bağımsızlık idealinin bir simgesi…” diye tanımlıyor. Kurtulmuş'un bu tanımlaması gerçekten çok önemli. Bir taraftan dünya rekabetinde güç ve kapasite sahibi olmak, diğer taraftan da kendi millî rezervlerini zamanında ve yeterince değerlendirebilmek, hayati bir mesele. Türkiye içeride kendi üretimiyle sağlayacağı ekonomik değeri, dışarıya transfer etmek zorunda kalmadan, kendi ihtiyaçlarına dilediği şekilde harcama imkânını yakaladığında, kalkınma hamlelerini çok daha yüksek noktalara taşıyabilecek. Bugün Şırnak’ta hayata geçirilen iki milyar dolarlık ekonomik değer, yarınlarda Diyarbakır’daki 2,5-3 milyar dolarlık miktarla birleştiğinde, bölge insanının refahına çok daha büyük katkı yapacak.
Terör Örgütü PKK’nın kendisini feshetmesi ve silah bıraktığını ilan etmesi, başta Güneydoğu Bölgesi olmak üzere, bütün ülke için apayrı bir hayırlı neticedir. Kırk küsur bin vatandaşımızın hayatını kaybetmesini her şeyin üstünde ve önünde bir yere koyarak, elli iki yıl boyunca, terör belasının ülkemize verdiği kayıpları her daim akılda tutmak zorundayız. İktisatçıların en az iki trilyon dolar olarak hesapladığı maddi kayıplar yaşanmasaydı, Türkiye bugün İtalya seviyesinde millî gelire sahip olurdu. Her petrol veya doğalgaz kuyusundaki rezerv tespiti, bu devasa kaybın birer telafisi olacaktır.
Yeni anayasa ve Erdoğan’ın adaylığı…
24 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme: 24 Mayıs 2025 02:24
Türkiye’de anayasa meselesi en çok tartışılan konulardan biri… Vâkıâ, çok tartışılması, meselenin hâlli yolunda mesafe alındığı manasına da gelmiyor! Ülkeye muhakkak yeni anayasa lazım. Peki, nasıl olacak?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Macaristan dönüşü; Türk Devletleri gayriresmî zirvesini izleyen gazetecilere önemli açıklamalarda bulundu… Bunların içinde en dikkat çeken hususların başında, Erdoğan’ın yeni bir anayasa ihtiyacını değerlendirirken, kendisinin muhtemel adaylığı konusunu dile getirmesi oldu. Zira uzun zamandan beri bilhassa CHP ve Genel Başkanı Özgür Özel tarafından (Diğer bazı partiler de aynı şeyi yapmıyor değil…) seslendirilen iddialar bıktırıcı seviyede. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine hayli uzun zaman varken, ısrarla bu konuyu gündeme taşımaya çalışıyor. Ve siyaseten atılan hemen her adımı getirip bu yeni dönem adaylığına monte eden CHP’nin kısır döngüsü, bir faydası olmadığı hâlde ısrarla sürdürülmeye çalışılıyor. Bu hususta çok tuhaf bir zamanlama ile ortaya atılan ve peşinden CHP’nin başına, bir dizi ciddi sıkıntının doğmasına yol açan Ekrem İmamoğlu’nun adaylık konusu da, olumsuz katkı yapmaya devam ediyor. Özel ve CHP, kendisini İmamoğlu’nun adaylık çıkmazına mahkûm ettiği için, irrasyonel söylem ve spekülasyonlarla sonuç almaya çalışıyor. İktidar kanadının her adımını zoraki yorumlarla getirip yeniden adaylık konusuna bağlıyor. O kadar ki, Ekrem İmamoğlu için açılmış olan ve boyutları inanılmaz noktalara uzanan yolsuzluk soruşturmasını, çok tuhaf bir şekilde adaylık-rakiplik algısıyla, umutsuzca boşa çıkarmaya çalışıyor. Sözüm ona İmamoğlu Erdoğan’a rakip olduğu için; hatta onu yenme kapasitesine sahip olduğu(!) için, sırf yarış dışı bırakmak üzere aleyhine tezgâh kurulmuşmuş!.. Bu kallavi komployu ortaya atan Özel ve ekibi şöyle de bir manevrayı ciddi ciddi, rüşvet-i kelam kabilinden dillendiriyor. Diyor ki, demek istiyor ki; İmamoğlu yeter ki aday olabilsin! Bunun karşılığında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da tekrar aday olmasının önünü açalım… Amiyane tabiriyle lafa bak, hizaya gel! CHP’nin ve Özel’in vizyonu bu. Siyaset üretme kapasitesi bu kadar. Hâl böyle olduğu için, zaten Türk halkı da 75 seneden beri yani çok partili siyasi hayat başlayalı beri, CHP’ye ülkeyi yönetme yetkisi vermiyor. Özel ve Yönetimi, 31 Mart 2024 mahallî seçimlerinde; AK Parti seçmeninin bir kısmının, çeşitli sebeplerle sandığa gitmemesi veya gidip de boş oy atması sonucunda, biraz da beklemedikleri hatta şaşırdıkları bir başarı elde etti. Aslında Özel, başlangıçta alınan oyların bir kısmının emanet olduğunu kabul ve itiraf etti. Ne var ki bunu çabucak unuttu ve bir nevi zafer sarhoşluğuna girdi. Bunun akabinde de akıl ve mantık sınırlarını zorlayan söylemlere sarıldı...
CHP bu ülke için günlük siyasi dedikodular ötesinde, bağımsız ve köklü bir çözüm reçetesi ortaya koyamıyor. En fazla ucuz tartışmalarla günü kurtarmaya çalışıyor… Bunun için bir gün erken seçim diyorsa, ertesi gün herhâlde bunun mümkün olmadığını görüp bu defa ara seçim için bir yerleri kurcalamaya çalışıyor. Hiçbir şey yapamazsa, siyaseten güçlü olduğu seçim bölgelerinde, bazı vekillerini istifa ettirip, anayasa hükmü gereği ara seçimi zorlamaya yelteniyor. Bunu başarabilirse, ara seçimde aldığı oyu bahane ederek (Tıpkı İmamoğlu’nun adaylığı için yapılan örgüt denetimindeki seçimde, gülünç derecede yöntemlerle 15 milyon oy…) devşirdikleri gibi yapacaklar. Anlayacağınız, kamuoyunu erken seçim için hareketlendirmeye yeltenecekler. Bu kadar basit ve komik yani… CHP bu ucuz uğraşıları bir politika gibi sunmaya çalışırken, Cumhur İttifakı ülkenin geleceği konusunda, yeni tema ve icraatla 2. Yüzyıl projelerini realize ediyor. Yeni bir anayasa yapma maksadını da bu istikamette sürdürüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Budapeşte dönüşü sorulan sorular arasında, yeni anayasaya olan talep ve gereklilik de belirtildi. Erdoğan yeni anayasayı niçin istediklerini gayet açık şekilde izah etti:
“Türkiye değişiyor, dünya değişiyor. Yeni bir çağda yaşıyoruz, daha yeni bir çağa doğru ilerliyoruz. Bu kadar hızlı değişen dünyada, eski Türkiye’nin üstelik de darbenin şartlarında hazırlanmış, ne kadar değişiklik yapılırsa yapılsın darbeci zihniyetin satırlarında gezindiği bir anayasa ile bir yere varmak mümkün müdür? Darbecilerin yazdığı anayasa ile toplumu birleştirmenin ne kadar zor olduğunu 40 yıldır yaşayarak görmüyor muyuz? Bugün yaşadığımız birçok sorunun temelinde darbe anayasasının olduğunu bilmeyen var mı? Siyasi hayatım boyunca Türkiye’nin sivil, demokratik ve özgürlükçü bir anayasaya ihtiyacı olduğunu dile getirdim. Bugün de aynı noktadayım. Darbecilerin yazdığı, darbecilerin ortaya koyduğu bir anayasayla Türkiye artık geleceğe yürüyemez. Artık darbecilerin değil, sivillerin ortaya koyduğu bir anayasaya ihtiyacımız var. Bunun için de AK Parti olarak biz bir çalışma yapıyoruz. Bununla ilgili bazı arkadaşlarımıza görevler de verdik. Bütün mesele, acaba Cumhuriyet Halk Partisi de bizlerle ortak, müşterek bir sivil anayasa yapma yolculuğuna çıkar mı? Önemli olan bu. Diyoruz ki; gelin el ele verelim. Komisyonlarımızı kuralım ve bu komisyonlarla beraber sivil anayasayı bir an önce oluşturalım ve milletimize takdim edelim. Hem millî olsun hem yerli olsun. Böyle bir anayasayı inşallah Türkiye görsün, yaşasın. Olmaması için hiçbir sebep yok. İlk dört madde ile ilgili herhangi bir sorun yok. Ortada ilk dört madde ile ilgili bir sorun olmadığına göre, sadece yol haritasını belirleyeceğiz. Süratle heyetlerimizi oluşturabiliriz. Başbakanlığım döneminde böyle bir çalışmayı yapmıştık, yine yapabiliriz, fazla vaktimizi almaz. Yeni anayasayı kendimiz için değil, ülkemiz için istiyoruz. Benim tekrar seçilme veya tekrar aday olma gibi bir derdim yok. Atacağımız adımlarla ülkemizin itibarını nasıl yükseltiriz, derdimiz bu.”
Evet, iki cenah arasındaki vizyon farkı işte böyle. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tekrar aday olma konusuna gelince, tıpkı erken seçim tartışmasında olduğu gibi, bugünün meselesi değil. Vakti geldiğinde gayet sarih ve net biçimde bu konu da halka anlatılır. Takdir elbette milletindir…
27 Mayıs’ın melanet kökleri…
29 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme: 29 Mayıs 2025 00:36
Faşist darbenin üzerinden altmış beş yıl geçti… Ama bıraktığı acılar hâlâ toplum hafızasında bugün gibi hissediliyor. Bir askerî darbenin ötesinde, büyük yıkım getiren, ülkeyi bunca yıl vesayet altında tutan bir musibet!
27 Mayıs Faşist Darbesine dair yazılmadık bir şey kalmadı dense yeridir. Bu kalleş darbe, hiç şüphesiz dış güçlerin desteği ile sahneye konulmuş bir felakettir. “Dış güçler” klişesi çok kullanıldığı için, bazıları bunu hafife alabilir… Ama aradan geçen bunca zamanda ortaya çıkan hakikatler, dış güçler dediğimiz odakların tezgâhını kati olarak gün ışığına çıkarmıştır. Tabii dönemin ana muhalefet partisi CHP ve onun tek parti saltanatını kaybettiği için fena hâlde rahatsız olan, genel başkanı İsmet İnönü de Darbenin göbeğinde idi!.. 27 Mayıs darbesi sadece millî iradenin işbaşına getirdiği Demokrat Parti hükûmetinin devrilmesiyle sınırlı değil. Başbakan Merhum Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın bir cinayet misali idam edilmeleriyle de sona varılmamıştır. 27 Mayıs, DP mensuplarına karşı en aşağılık itibar suikastını yapan bir darbedir. Kendisini memleket hizmetine adamış, haysiyetli, vatansever insanları itibarsızlaştırmak için hususi olarak tezgâhlanmış bir ihanettir. Yassıada’da, ‘Adalet Divanı’ diye kurulan uyduruk mahkemede, düpedüz insanların şahsiyetleri ve haysiyetleri çiğnenmiştir. Orada başta Merhum Menderes olmak üzere, DP mensuplarına yapılan alçakça işkenceler doğrudan insan haysiyetini hedef alan vahşi uygulamalardı… Menderes ve arkadaşlarını milletin gözünden düşürmek için akla hayale gelmedik iftiralar atıldı. Böyle bir aşağılık tavır görülmemiştir. Menderes ve beraberindekilerin, on iki uçak dolusu altınla yurt dışına kaçarken yakalandığı iftirası, tek başına yapılan aşağılık propagandanın mahiyetini fazlasıyla anlatıyor. Gençlerin kıyma makinelerinde kıyıldığı şeklindeki en adi yalan ve iftiralarla masum insanları karalayıp idam sehpalarına yolladılar. Bütün bu denaet ve şenaat örnekleri, tarihin tozlu raflarında bir kara leke olarak duruyor…
27 Mayıs Darbesini gerçekleştiren cunta ve uzantıları, ülkeyi en az 20 sene geriye götüren bir ihanetin failleri olarak tarihe geçti. Yassıada’da güya hukuk ve adalet namına, en korkunç zulüm örneklerine imza atan sefiller, sonunda zelil ve perişan hâlde ölüp gittiler. Onlar şimdilerde ancak nefretle anılıyor… Ama onların zulmüne maruz kalan Merhum Menderes ve arkadaşları, milletin gönlünde, en muhterem konumda yer alıyor. İnsanlıktan nasibini almamış olan yaratıklar elbet bu durumu hiç anlamaz. O yüzden sayıları kelaynak kuşları gibi azalmış olan gafiller, hâlâ daha 27 Mayıs’ı savunma rezilliğini sergileyebiliyor… Onları saplantılarıyla baş başa bırakmak en doğrusu. Şehit Menderes ve arkadaşları bu milletin gönlünde yaşamaya devam edecek. Hesap günü geldiğinde de, zalimler şüphesiz hesap verecektir. Buna iman etmişiz… 27 Mayıs Darbesi bu memlekete en büyük kötülüğü yaptı. Türk Silahlı Kuvvetlerinin yetişmiş personelini tasfiye etti. 230 generali emekliye sevk ederek neredeyse orduda general bırakmadı. Aynı şekilde yedi bin iki yüz on beş subayı (EMİNSU) emekli ederek bu ülkenin savunmasını çok büyük zaafa uğrattı. Orduda hiyerarşi bozuldu. O kadar ki, generaller cunta üyesi olan binbaşı ve yarbay rütbesindeki kişilere selam vermek zorundaydı!.. Süleyman Demirel’in ifadesiyle, “Ordunun içi cam kırığına dönmüştü.” Bu keşmekeşte cuntacılar belli zamanlarda bir araya gelip yeni darbeler yapmak üzere, kendi aralarında protokol imzalıyordu! Şu kepazeliğe bakar mısınız? Böylelikle 27 Mayıs’ın devamında 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül Darbesi, 28 Şubat Postmodern Darbesi, 2007 e-Muhtırası ve nihayet 15 Temmuz 2016’da FETÖ ihanet kalkışması vukua geldi…
27 Mayıs’ın gerekçesi olarak DP İktidarının kurdurduğu Tahkikat Komisyonunu gösterenler yalan söylüyor. Bu komisyon 27 Mayıs’tan sadece bir ay evveldir. Oysa 27 Mayıs Cuntasının kuruluş çalışmaları 1950’li yılların ilk yarısında başlamıştır. 1957'de "Dokuz subay olayı" patlak vermiş ve yargılama yapılmıştır… Velakin 27 Mayıs’ın melanet köklerini daha öncelerde ve derinlerde aramak gerekir. Bunun da ilk başlangıcı, 30 Mayıs 1876 yılında Sultan Abdülaziz Han’a karşı yapılan darbedir. O Darbenin koçbaşı olarak, dönemin Harbiye Komutanı Süleyman Paşa kullanılmışsa da, asıl failler Serasker Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüştü Paşa ve Mithat Paşa’dır. Tam yüz kırk dokuz sene evvel fitili tutuşturulan bu fitne, günümüze kadar sayısız kere, gizli-açık darbe ve müdahalelere kapı araladı… 1913’te Talat ve Enver paşaların birlikte tezgâhladığı Bâb-ı Âli Baskını da, devrin harbiye nazırı Nazım Paşa’nın öldürülmesi ve Sadrazam Kâmil Paşa’nın istifasıyla neticelenmiş. Yerine Mahmut Şevket Paşa gelmiş ve iktidar gücü İttihat ve Terakki’nin eline geçmiştir. Ancak bu pek uzun sürmemiş, Balkan Harbi faciasına rağmen, ülke içindeki güç çekişmeleri devam etmiş. Dört ay sonra Mahmut Şevket Paşa da bir suikasta kurban gitmiş… Tıpkı Sultan Abdülaziz’e karşı darbe yapan Hüseyin Avni Paşa’nın ortadan kaldırılması gibi o da hak ettiği yeri boylamıştır!
Evet, 1876 Darbesinde, harp okulu komutanı ve öğrencileri kullanıldığı gibi, 27 Mayıs Darbesinde de yine aynı şekilde Harbiyeliler kullanılmıştır. Keza 1962 ve 63’te de Harp Okulu eski komutanı Albay Talat Aydemir de her iki kalkışmada o öğrencileri kullanmıştır. Harbiye öğrencileriyle ilgili bu detayları hatırlatmamızın sebebi, geçtiğimiz sene, Kara Harp Okulu mezuniyet töreninde yaşanan kılıç çekme hadisesine dikkat çekmek… Malum ondan daha önce de, Tuzla Piyade Okulu’nda garip bir hadise yaşanmıştı. Dememiz o ki, fitne ateşini hiç fasılasız körükleyen şer güçler hep tetikte. Onlara fırsat vermemek gerekiyor. 150 senelik geçmişimiz bunu teyit ediyor. Dikkat!..
Çifte kavrulmuş yolsuzluk!..
5 Haziran 2025 02:00 | Güncelleme: 5 Haziran 2025 01:40
Kılıçdaroğlu mağdur, Lütfü Savaş müşteki, Ekrem İmamoğlu şüpheli… Şüpheli listesinde İzmir Belediye Başkanı Cemil Tugay ve İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik de var. Bir de kurultay iptal davası. Hayli cümbüş yani!..
Cumhuriyet Halk Partisi, tarihinin herhâlde en zor dönemlerinden birini yaşıyor… Bir taraftan partiye mensup bazı belediye başkanları ve yardımcılarının, yolsuzluk; usulsüzlük, rüşvet, irtikâp ve ihaleye fesat karıştırma gibi, temelde yüz kızartıcı itham ve iddialara muhatap olması. Diğer taraftan da, partinin son olağan ve olağanüstü kurultaylarında, delegelerin iradesini ifsat etmek üzere parayla delege avlama ve netice olarak oy hırsızlığı suçlamaları sebebiyle devam eden bir iptal davası… Bu davanın 30 Haziran günü yapılacak 3. duruşmasında; 4-5 Kasım 2023’te icra edilmiş olan 38. Kurultay’ın, delege oylarının parayla satın alındığı gerekçesiyle mutlak butlandan iptali hâlinde, amiyane tabiriyle dananın kuyruğu kopacak gibi görünüyor. Öyle ki, bu durumun vukuu hâlinde, partinin ikiye bölünmesi dahi beklenen bir sonuç olarak ortada duruyor. Bütün bu gelişmelerden ötürü gerilim had safhada… Eski genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu, bu süreçte hedefteki isimlerin başında geliyor. Bizzat kendisi çok ciddi tehditler adlığını duyurdu. “Kimliklerini gizlemiş, organize hareket eden trol hesaplar üzerinden sistematik bir linç kampanyasına maruz bırakılmış durumdayım. Beni elektrik direğine asılmakla, silahla vurulmakla tehdit edenler var. Sizden korkan sizden daha namerttir…” diyerek, bu tehditlere meydan okuyor Kılıçdaroğlu. Keza, iptal davasına karşı tavır koymadığı ve gidip ifade vermediği için “yüzüne tükürürler…” diye hakaret edenlere de, “Çalanların yüzüne tükürürler, ben çalmadım” şeklinde oldukça okkalı cevaplar verdi. Bu karşılıklı hamleler mücadelenin ne derece sert geçeceğini gösteriyor… Kemal Beyin her şeyi göze aldığı, şu sözlerinden net olarak okunuyor: “Bu partinin düşmanlarını yine bu partinin harim-i ismetinde boğmaya muktediriz…” Görüldüğü üzere kılıçlar çekilmiş. Özgür Özel ile İmamoğlu yandaşları, Kılıçdaroğlu’nun yeniden CHP’nin başına gelme ihtimaline karşı, alternatif parti için merkez çalışmalarına dahi başlamış durumda! Vakıa Kılıçdaroğlu’nu bu niyetinden vazgeçirmek uğruna, şimdiye kadar girdikleri çabalar boşa gitti…
Diğer yandan, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 38. Olağan ve 21. Olağanüstü Kurultay’la ilgili usulsüzlük şikâyetleri sonucunda hazırlanan iddianame, Ankara 26. Asliye Ceza Mahkemesince kabul edilmiş bulunuyor. Bu gelişme de yepyeni bir hukuki ve siyasi sonuç doğurmaya aday. Zira bahse konu iddianamede, Ekrem İmamoğlu ve on bir şüpheli için bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ve siyasi yasak isteniyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun mağdur, eski Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ın müşteki olduğu davada, CHP İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay ile İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik de şüpheliler arasında yer alıyor… Kurultaya hile karıştırma noktasında çok ciddi ve belgeli suçlamalar söz konusu. Özellikle eski Erzurum İl Başkanı ile Uzundere İlçe Başkanının itiraf ve ifşaatı son derece dikkat çekici. Pavyon kapılarında dağıtılan meblağlar karşılığında, daha önce Kılıçdaroğlu’na oy vereceğine dair imza vermiş olan delegelerin parayla taraf değiştirdikleri, bizzat mahkemede verilen ifadelerle kabul ve itiraf edildi. Bu arada Olağan Kurultay’da divan başkanlığı yapan Ekrem İmamoğlu’nun da, Kılıçdaroğlu’nun yarıştan çekildiği şeklinde aldatıcı bir duyuru ile genel başkanlık yarışının seyrini değiştirmeye dönük hareket ettiği iddia ediliyor. Görüldüğü üzere, CHP’nin mevcut yönetimi hakkında, çift koldan ilerleyen hukuki süreçler söz konusu. Bakalım bu cümbüş nasıl bitecek? Kılıçdaroğlu ile Özel arasında tekrar bir koltuk değişimi söz konusu olacak mı? Kamuoyu şimdi bu hususa kilitlenmiş durumda… Zira böyle bir değişiklik çok ciddi sonuçlar doğuracak.
Bu arada, CHP’li belediyelere yönelik; milyon dolarlarla ifade edilen yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet, irtikâp ve ihaleye fesat karıştırma iddialarıyla ilgili operasyonlar da, dalga dalga devam ediyor… İmamoğlu’na çok yakın Ertan Yıldız gibi isimlerle, Aziz İhsan Aktaş gibi iş adamlarının etkin pişmanlıktan faydalanmak için, yer, zaman ve belgelerle destekli itiraf ve ifşaatta bulunarak, adına “SİSTEM” denilen havuza nasıl para akıtıldığına dair verdiği bilgiler, soruşturmanın boyutlarının bir hayli genişlemesine yol açtı. İstanbul’dan Adana’ya kadar uzanan yeni yolsuzluk iddia ve itirafları, önümüzdeki günlerde başka noktalara da pekâlâ sıçrayabilir. Şimdiye kadar partili başkanlara kesin biçimde sahip çıkmaya çalışan Özgür Özel’in, ortaya dökülen bilgi ve belgeler karşısında fazlasıyla zorlanacağı dillendiriliyor. Bilhassa bu konuda Kılıçdaroğlu ile yaşanabilecek bir rekabet, parti içi dengeleri de temelinden etkileyebilir. Zira Özel ve çevresinin canhıraş savunmalarına karşılık, parti içinde yolsuzluk iddialarından dolayı fena hâlde rahatsız olan bir kesim var. Bu kesim partinin isminin dramatik biçimde yolsuzluk, rüşvet ve irtikâp iddialarıyla anılmasını hazmedemiyor. Hâl böyle iken, yolsuzluk ve irtikâp iddialarının parti üst yönetiminde yer alan isimlere kadar uzanması, büsbütün bir öfke ve paniğe sebep oluyor. Özgür Özel’in bu süreci yönetmekte hayli zorluk çektiği, buna karşılık Kemal Kılıçdaroğlu’nun ise elinin güçlendiği yorumları artıyor. Sürecin kırılma noktalarından biri, 30 Haziran’daki iptal davası sonucuyla birlikte ortaya çıkacak gibi. Her hâlükârda ÇİFTE KAVRULMUŞ YOLSUZLUK VE USULSÜZLÜK ithamı, CHP’yi ciddi biçimde zorlayacaktır. Bakalım asırlık CHP bu girdaptan nasıl çıkacak? Hiç kolay değil, çünkü hukuki süreçlerden işleri tersine çevirecek sonuçlar doğabilir. Bu da Özel’in siyasi istikbaliyle birlikte, İmamoğlu’nun ismi üzerine kurulan projeleri çökertebilir. CHP belki de hiç aklına getirmediği bir akıbeti yaşamakla karşı karşıya gelebilir!..
Kurban kanı aksın, insan kanı değil…
7 Haziran 2025 02:00 | Güncelleme: 7 Haziran 2025 01:02
Adı üstünde “Kurban Bayramı…” Kurban ve hac ibadetinin mevsimi. Müslümanların her iki ibadete yoğunlaşması, idrak edilen bayram günlerinin manevi tecellisidir. Ancak son yılarda ‘tatil yapmak’ daha çok öne çıkıyor!
Önce can emniyeti ve selamet temennisinde bulunalım. İnşallah Kurban Bayramı münasebetiyle yola çıkan vatandaşlar, sağ salim menzillerine varıp geri dönerler… Niyazımız hep o dur ki, bu bayram günlerinde akan kan yalnızca kurban kanı olsun! Evet, dua ve temennimiz her daim bu yönde. Maalesef yıllar yılı İslâm âlemi, rahat ve huzur içinde Ramazan ve Kurban Bayramlarını yaşayamadı. Her devirde Müslümanların başını ağrıtan, canını acıtan, yüreğini yakan korkunç hadiseler zinciri hemen hiç kopmadı. Belki de şu fâni dünyada, Müslümanlar hesabına rahat ve huzur olmadığı gerçeğini kabullenemiyoruz!.. Mesela Filistin halkı, yüz küsur yıldan beri kendi topraklarında parya muamelesi görüyor! Ondan evvel de Balkan Muhacereti faciası var. Milyonlarca kişi canını kurtarmak için, ana vatana; Anadolu toraklarına, kaçıp sığınmaya çalışırken yollarda helak oldu… Güney Asya’da, İngiliz sömürgesinden sureta kurtulan Hint Müslümanları, devrin stratejik ve siyasi şartlarını yanlış okuyan liderler yüzünden, o gün bugündür başını kaldıramıyor. Bizler onların feryadını pek duymuyoruz veya duymazlıktan geliyoruz. Velakin Hindistan’da yaşayan Müslüman kardeşlerimiz hakikaten pek feci baskı ve zulümlere maruzdur. Hindu faşizminin Siyonist İsrail faşizminden geri kalır tarafı yok. Üstelik dünya, Hint Müslümanlarının içler acısı hâlini, Filistinlilerinki kadar da bilmiyor… Hâlihazırda Hindistan’da yaşayan üç yüz milyondan fazla Müslümanın resmî nüfus kayıtları, gerçek rakamından çok daha düşük gösterilmekte. Vatandaşlık hakkıyla ilgili yeni sinsi düzenlemelerle, yıllardır orada yaşayan kişileri sınır dışı etmek gibi hinlikler söz konusu… Her Kurban Bayramında, kurban olarak inek kestikleri için saldırıya uğrayan Müslümanları unutmayalım.
Hindistan ve Pakistan’ın İngiltere’den bağımsızlığını kazanması 1947’de gerçekleşti. Yani Birleşmiş Milletlerin Filistin toprakları için “taksim kararı” verdiği aynı sene. O günden bu yana, her iki bölgede kan ve ateş eksik olmadı. Zira sinsi İngiliz Politikası, Hint alt kıtasına; Keşmir meselesini tıpkı Filistin problemi gibi bir hançer misali sapladı. Bugün Gazze halkı, İngiltere, Avrupa Birliği ve Amerika’nın verdiği silahlarla katlediliyor… Gazze’de alenen soykırım yapılıyor. İnsanlar ve özellikle çocuklar açlık ve susuzluktan ölüyor. Hâlen Gazze’de en az on dört bin çocuk gıda ve ilaçsızlık sebebiyle, ölümle burun buruna. Siyonist İsrail’in vahşeti bununla sınırlı değil. Hastaneleri bombalamaya devam ediyor. İnsani yardım için kuyrukta bekleyen insanları bombalıyor. Her şeye rağmen bayram hazırlığı yapan çocukları bombalıyor… Gazetecileri katlediyor. Sadece Gazze’de değil, Batı Şeria’da da aynı barbarlığı sergiliyor. Zavallı Filistinlilerin zeytin bahçelerini ateşe veriyor. Evlerine, arazilerine çöküyor. Kurban Bayramı öncesinde Filistinlilerin kurbanlık koyunlarını çalıyor ya da gasbediyor… Bu ne vahşettir, bu ne canavarlıktır arkadaş! Bütün bu zulmü ve canavarlığı insan kılığındaki yaratıklar yapıyor! Ve bu köşede hep tekrarladığımız üzere, dünya, yapılan bunca vahşete sessiz ve tepkisiz kalıyor. Siyonist canavarlar hâliyle bu ortamda kudurdukça kuduruyor. Bu şartlar altında Filistinli Müslümanlar bayramın geldiğini hissedebilir mi? Zulüm ve baskı altında çaresiz insanlar, maruz kaldıkları dehşetli zorluklar sebebiyle bayram sevincini yaşayamıyor. Ama beri tarafta da Bayramın kutsiyetini yeterince idrak etmediği için bu günlerin ne manaya geldiğini bilmeyenler çoğalıyor… O yüzden de son yıllarda bayram günleri daha ziyade tatil fırsatı olarak görülüyor!
Şüphesiz bayramda memleketine gitmek, sıla-i rahm yapmak, ölülerinin mezarını ziyaret etmek, büyük sevap. Bunun için yollara düşmek de çok kıymetli. Velakin, ana-babayı, atayı unutup, sıla yerine tatil ve eğlence merkezlerine yönelmek başka bir durum… Son zamanlarda Kurban veya Ramazan Bayramlarında, insanlar kaç gün tatil yapabileceğinin derdine düşüyor. Otobüs veya uçak bileti bulma, uygun fiyatla tatil yeri ayarlama, kaliteli ama ucuz otel bulabilmek gibi türlü konular asıl meşgale oluyor. Bayramlarda büyük kitleler hareketlendiği için trafik ve yol emniyeti de ona göre problem oluyor. Ne yazık ki bayram ve tatil mevsimlerinde her sene çok sayıda kaza yaşanıyor. Can ve mal kaybının fazla oluşu elbet düşündürücü. Her sene yeni tedbirler devreye alınıyor. Buna rağmen kaza sayılarında azalma olsa da, can kaybı devam ediyor. Bu sene daha geniş bir hazırlıkla bayram karşılandı. İnşallah netice de ona göre olur. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın uyarısı pek yerinde ve herkesin kulak vermesi çok iyi olur. “AŞIRI HIZ, DÖNÜŞÜ OLMAYAN TEK YOLDUR…” İnsanlarımızın yola çıkarken, evvela kendi canını sonra da beraberinde olan yakınlarının emniyetini ve nihayet yollarda olan bütün insanların selametini düşünmesi lazım. Şayet sürücüler yeterince şuurlu olursa, kaza sayısı en az yarı yarıya azalır. Yol hakkına ve önceliğine riayet, insanlara saygı ve en önemlisi de sabırlı olmak şüphesiz çok güzel. Ne var ki, bu konuda bizim insanlarımız (kurallara uygun hareket edenleri tenzih ediyoruz elbette) trafikte âdeta kimlik bunalımı yaşıyor. Yeni getirilen trafik cezalarının bu türden insanları ne kadar etkileyeceği su kaldırsa da, her şeye rağmen caydırıcı olmasını ve magandaları hizaya sokmasını ümitle bekliyoruz. Tekrar, bayramda akan kan yalnızca kurban kanı olsun diyoruz. Kimsenin ağız tadı bozulmasın inşallah. Bayram bütün İslâm âlemine huzur ve sükûnet getirsin. Sağlık ve afiyetle nice bayramlara inşallah...
İsrail vahşeti, bildiğiniz gibi!..
10 Haziran 2025 02:00 | Güncelleme: 10 Haziran 2025 11:06
Tarih 31 Mayıs 2010… On beş sene önce. 2006 yılından beri devam eden Gazze ablukasını kırmak için, altı uluslararası sivil toplum kuruluşunun organize ettiği ve altı gemiden oluşan insani yardım filosuna kanlı baskın!
Siyonist İsrail kurulduğu günden beri hep barbarlık yaptı… Filistin halkını topraklarından sürüp yok etmek için, Siyonist terör devleti henüz daha kurulmadan evvel, toplu sivil katliamlara başladı!.. 107 Filistinli masumun hayatını kaybettiği Deir Yasin katliamı bunlardan biridir. Zaten Siyonist terör devleti; İrgun, Haganah ve Stern gibi terör örgütlerinin temeli üzerine kuruldu. Bu terör örgütlerinin elebaşı olan İzak Şamir; Menahem Begin, Ariel Şaron gibi azılı teröristler, sonradan bakan ve başbakan oldular… İngilizlerin kellesine ödül koyduğu eski başbakan Begin, yaptıkları barbarlığı şöyle savunmuştu: “Deyr Yasin baskını olmasaydı biz İsrail devletini kolay kuramazdık…” Evet, İsrail; Siyonist ideolojinin yayılmaya başladığı 18. Asrın ikinci yarısından beri, aslında hep barbarlık ve vahşet yöntemini kurgulayıp, aynı insanlık dışı çizgide ilerledi. 20 aydan beri Gazze halkını bir taraftan kan ve ateşle boğarken, diğer yandan oradaki insanları, bilhassa çocukları açlık, susuzluk ve ilaçsızlığa mahkûm edip, kurşun ve bomba ile öldüremediklerini de bu şekilde katlediyor… En son olarak da Gazze’ye insani yardım götürmeye çalışan Madleen gemisine, uluslararası sularda tamamen hukuksuz biçimde müdahale ederek on iki yardım gönüllüsünü kaçırma alçaklığını sergiledi! Terörist İsrail askerleri tarafından zapt edilen yardım gemisi de Aşdod Limanı'na çekildi. Yardım için hayatlarını bile riske atan aktivistlerin akıbeti an itibarıyla bilinmiyor…
Ne yazık ki, İsrail’in on beş sene önce, 31 Mayıs 2010 tarihinde, uluslararası sularda (İsrail kıyılarına 73 mil açıkta…) yine aynı vahşetle yaptığı baskın çok kanlı olmuştu!.. Otuz altı farklı ülkeden 750 yardım gönüllüsünün içinde bulunduğu, altı tane gemiden oluşan yardım filosunda, çeşitli ülkelerden on beş milletvekili ve altmış kadar gazeteci bulunuyordu… Terörist İsrail askerleri vahşice saldırarak Mavi Marmara gemisinde bulunan dokuzu Türk vatandaşı, biri Türk asıllı ABD vatandaşı (Furkan Doğan) olmak üzere on kişiyi hunharca katletti. Daha sonraki hikâye de çok can sıkıcı. Baskında elli altı kişi ağır yaralandı. Siyonist İsrail, bütün yardım gönüllülerine çok kötü muamelede bulundu. Onları hücrelere soktu vs. O dönemde de İsrail hükûmetinin başında yine Kasap Netanyahu vardı… Bugün muhalefette olan ve o kasabı “iç savaş çıkarmakla” suçlayan Ehud Barak da savunma bakanı idi… Komorlar Devleti, Yunanistan ve Kamboçya, İsrail’in savaş suçu işlediğini belirterek Uluslararası Ceza Mahkemesine şikâyette bulundu. Lakin netice bugünkü gibi sürüncemede kaldı. İsrail işlediği cürümlerden dolayı Türkiye’den resmen özür diledi ve ölen Türk vatandaşları için tazminat ödedi. Ancak Türkiye’nin ortaya koyduğu üçüncü şart, yani Gazze’ye uygulanan ablukanın kaldırılması gerçekleşmedi. Gazze bugün çok daha kötü şartlar altında inliyor… Tam on dokuz seneden beri (2006 yılında yapılan Gazze seçimlerinin akabinde başladı) abluka devam ediyor. Gazze’deki dehşet verici şartlar, artık kelimelerle ifade edilemiyor… Gazze halkı, maruz kaldığı bütün zulüm, işkence ve baskılara rağmen, şimdiye kadar pes etmedi. Ne var ki, dünya bu zulüm karşısında utanç verici bir sessizlik içinde… İnsani yardım götüren Madleen gemisine yapılan saldırıya karşılık, dünya mutlaka şiddetli tepki vermeli ve İsrail barbarlığının durması için daha ciddi bir gayret içinde olmalı.
Madleen gemisinin ismi derin bir mana taşıyor… Çünkü bu isim aynı zamanda, Gazze’nin tek kadın balıkçısı olan Madleen Kulâb’ın (Bugüne kadar İsrail zulmüne büyük direnç gösteren dört çocuk annesi…) asil direnişini de hatırlatıyor. Daha 13 yaşındayken, babasının hastalanması üzerine küçük balıkçı teknesini devralan, ailenin geçimini temin eden ve bütün zorluk ve baskılara göğüs geren Madleen, ne yazık ki son işgal hadisesinde, bir hava saldırısında babasını kaybetti, çocuklarıyla birlikte evini terk etmek zorunda kaldı. Ama hiç pes etmedi. Bu direniş, Gazze halkının geleceğine dair ümit verici bir işarettir. İsrail, Madleen gemisine korsan bir baskın yaparak (Gemi tamamen uluslararası sularda iken yapılan hukuksuz bir saldırı…) sembolik yardımı engelledi. Bunu ilk defa yapmıyor. Karadan, havadan ve denizden 19 yıldır devam eden ablukaya rağmen, İsrail istediği ve beklediği neticeyi alamadı. Hâlihazırda Siyonist vahşet en uç raddeye varmış olmakla birlikte, İsrail geleceğe dair nelerle karşılaşacağını bilmiyor… Ama ismi yardım gemisine verilen Madleen Kulâb şunu söylüyor:
“Bizi yok edemezler. Çünkü artık ismimiz dalgaların üstünde. Balık tutamıyorum, ama adım denizlerde. Bu bile yeter…”
Madleen gemisiyle birlikte Gazze’ye gitmeye ve ablukayı kırmaya çalışan on iki aktivistin içinde, iki Türk vatandaşı (Yasemin Acar ve Hüseyin Şuayb Ordu) ile İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg ve Avrupa Parlamentosu üyesi Rima Hassan da bulunuyor.
Evet, uluslararası kuruluşlar daha fazla gecikmeden harekete geçmeli ve başta aktivistlerin can güvenliği olmak üzere, insan hakları için, Gazze halkının maruz bırakıldığı vahşete karşı etkili, sonuç alıcı hareket başlatmalıdır. Gazze’de yirmi aydan beri devam eden vahşet, insanlık tarihi için yeterince kara bir lekedir. Bu leke daha fazla koyulaşmadan masum Gazze halkına nefes aldırılmalıdır. Siyonist, terörist İsrail’in bu derece gemi azıya almasının sebebi, hiç şüphesiz, dünya devletlerinin barbarlık karşısındaki duyarsızlığıdır. Nokta!
Baba-oğul, Brütüs ve hançer…
28 Haziran 2025 02:00 | Güncelleme: 28 Haziran 2025 01:35
CHP’de tam olarak neler yaşanıyor? Bu soruya cevap vermek çok kolay değil… CHP’yi yakından takip eden Yalçın Bayer Hürriyet’teki köşesinde şöyle diyor: “Herkes birbirini boğazlayacak gibi!..” Nasıl yani?
Pazartesi günü (30 Haziran) CHP açısından kritik bir gün… Şayet ilgili mahkeme, 4-5 Kasım 2023 tarihinde yapılan 38. Kurultay’ın geçersizliğine (mutlak butlan) karar verirse, CHP’de dananın kuyruğu kopabilir. 30 Haziran’da karar çıkmasa da fazla uzamaz. Bir iki hafta içinde netleşir. Dananın kuyruğundan şunu da anlamak mümkün. CHP karpuz gibi ortadan ikiye bölünebilir! Yeni partinin muhtemel ismi, çoktandır kulaklara fısıldanıyor. Artık "Tohum" mu olur, “Ekim” mi olur? Ekilen tohum ne kadar yeşerir? Ne kadar yeşil kalabilir?.. Bu ve benzeri sorular için daha somut ve hararetli bir ortam oluşacak gibi… Birkaç aydan beri aralıksız devam eden parti içi kavgalar, son haftalarda fazlasıyla kızıştı. Tarafların parti içinde ve özellikle sosyal medyadaki karşılıklı hücumları hakikaten tedirgin edici. Bir süre kuyruğu dik tutan ve “Partimizi kimseye teslim etmeyiz” diye meydan okuyan CHP’nin şimdiki Yönetimi, kurultay iptali ihtimalinin giderek güçlenmesi üzerine hayli paniklemiş görünüyor. Eski genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun tekrar partinin başına gelmesinin önüne geçmek için bütün kapılar çalınıyor. Tartışmaların başladığı günden beri, Kılıçdaroğlu’na karşı başlatılan hücumlar, en ağır hakaretler ve tehditler bir taraftan devam ettirilirken, diğer yandan diyalog yoluyla sonuç alınmaya çalışılıyor. Mersin, Adana ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları aracı olarak eski genel başkana gönderildi. Ne var ki beklenen sonuç çıkmadı. Zira Kılıçdaroğlu oldukça kararlı. “Beni arkamdan hançerlediler…” diyen Kemal Bey, şimdiye kadar gelen tehdit ve hakaretlere karşı çok kararlı ve dik bir duruş sergiledi. Özgür Özel ise bir zamanlar babası gibi gördüğü Kemal Beyi "MAŞA" olarak itham ediyor... Ekrem İmamoğlu’nun davetiyle Silivri Cezaevine giden Kılıçdaroğlu, burada İmamoğlu’nun buyurgan üslubundan duyduğu rahatsızlığı açığa vurarak ziyareti sonlandırmış… Kulis bilgilerine göre, İmamoğlu, (Uzayan kayyım söylentilerinin bitirilmesi için eski ve yeni genel başkanlar olarak bir araya gelin…) demiş. Yine kulis söylentilerine göre, Kemal Bey de sinirlenerek, “Sen kim oluyorsun da iki genel başkana böyle bir üslupla konuşuyorsun” diye tepki gösterip ziyareti bitirmiş…
Kapalı-açık atışmalar aralıksız devam ediyor. Herkes sepetindeki pamuk miktarınca hamle yapıyor. Artık durum kontrolden çıktı. Onun için ellerinde ne var ne yok, herkes karşı tarafa salvo yapmayı sürdürüyor. İmamoğlu, Kılıçdaroğlu ve ekibine şunu söylüyor: “Mutlak butlan hevesinde olanlar, utançla hatırlanırsınız, lanetlenirsiniz…” Lakin, bugüne kadar en ağır hakaretlere maruz kalan Kılıçdaroğlu’nun sonuna kadar gitmek üzere kararlı olduğu anlaşılıyor. Yine Ankara kulislerine göre, mahkemenin kurultayı iptal edip, yönetimi tekrar Kılıçdaroğlu’na vermesi hâlinde, kendisinin partide ciddi bir temizlik yapmasına kesin gözle bakılıyor. Özellikle bazı isimlerin topun ağzında olduğu belirtiliyor. Bunlardan ikisi hâlen genel başkan yardımcıları pozisyonunda olan Burhanettin Bulut ile Gökhan Zeybek. Diğeri de Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan. Bulut’un kırk altı milyon lira para dağıtarak, trol ordusuna Kılıçdaroğlu aleyhine, hakaret ve tehdit dolu yayın yaptırdığı iddia ediliyor. Kılıçdaroğlu ve yandaşlarının aile efradına çok galiz küfürler edildiği bir sır değil. Gökhan Zeybek ise, Kılıçdaroğlu’nun tekrar partinin başına gelmesi ihtimaline karşı, “Yüzüne tükürürler…” ifadesini kullanmıştı. Kemal Bey buna karşılık şu cevabı vermişti: “Çalanın yüzüne tükürürler… Ben çalmadım. Sizden korkan sizden namerttir.” Bu arada Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş yazılı bir açıklama yaptı. Yargı sürecindeki davayı zoraki biçimde yürütme gücüne bağlamaya çalıştı. Birlik ve beraberlik çağrısı yapan Yavaş, "Bu süreçte önceki genel başkanımız, mevcut genel başkanımız ve tüm partililerin tek yumruk hâlinde bir ve bütün durması en büyük arzumdur, olması gerekendir. Aksi hâlde ben dâhil hiçbirimizin siyaset yapmasının bir anlamı kalmaz" ifadelerini kullandı. İktidarı hedef alan Yavaş özetle şunları söyledi:
“İktidar uzun bir süredir, partimize ve belediyelerimize yönelik itibarsızlaştırma kampanyası yürütüyor. Bu kampanyayı yürütürken hem tarafsız olması gereken yargıyı, hem tarafsız kalması gereken bürokrasiyi kullanarak partimizi cendereye almaya çalışıyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız dâhil 11 belediye başkanımız cezaevinde. Haklarında hazırlanmış bir iddianame bile yok. Şimdi hâl böyleyken partimizin 38. Olağan Kurultayına yönelik açılmış bir dava var. Bir hukukçu olarak ifade etmem gerekirse bu davaya hukuk içinde bakılırsa buradan iktidarın arzu ettiği sonucu alması mümkün değil. Çünkü tek yetkili anayasal kurum YSK'dır. Ancak, siyasallaşmış bir yargı düzeninde bir beklenti oluşturulmak isteniyor. Benim en çok üzüldüğüm bu beklentinin partimizde bir türbülans ve tartışma oluşturmuş olması. 30 Haziran'daki dava süreciyle ilişkilendirilerek, partililerimizin ya da partili görünen bazı isimlerin mevcut Genel Başkanımız ve önceki Genel Başkanımız etrafında yürüttükleri tartışmaların; ne ülkemizin demokratikleşme ve adalet mücadelesine, ne de yurttaşlarımızın derinleşen yoksulluk sorununa katkı sunması mümkündür... Üstelik bu tartışmaların, parti kültürümüzle bağdaşmayan bir üslupla ve önceki Genel Başkanımıza yönelik hakarete varan ifadelerle yürütülmesi, asla kabul edilemez…”
Cumhurbaşkanı adaylığı konusunda, anketlerde önde görünmesine rağmen, CHP içinde pek fazla destek görmeyen bundan ötürü buruk bir hava yansıtan Mansur Yavaş’ın bu sırada böyle bir açıklama yapması dikkat çekici. Zamanlama olarak gayet isabetli. Bakalım, parti içi gelişmeler Yavaş’ın dilek ve temennilerine paralel bir gelişme gösterecek mi? Kılıç şakırtılarından kimsenin kimseyi artık duymadığı bir ortamda, CHP; sanki bir kopuş ve yeni bir partinin doğum sancılarını yaşıyor gibi!
CHP; süreç bitmedi, sonuç belirsiz!..
1 Temmuz 2025 02:00 | Güncelleme: 1 Temmuz 2025 09:37
CHP adına dün hayli gerilimli bir gündü… Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesinin muhtemel bir mutlak butlan (yok hükmünde) kararı vermesi, büyük bir kırılmanın yaşanmasına sebebiyet verebilirdi!..
CHP’nin mevcut Genel Başkanı Özgür Özel, "Muharrem orucu" vesilesiyle gittiği cemevinde, Parti’nin 38. Kurultayına dair mesajlarını da verdi… Cemevinden verilen mesajlarla, bariz şekilde, mezhebî aidiyeti dolayısıyla eski genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’na da direkt göndermede bulundu... Duygusal açıdan mülayim kıvamdaki bu mesajlar, daha önce başka yerlerde ve başka sebeplerle verilen zehir zemberek mesajlardan elbette farklıydı. Ancak CHP’de yaşanan bölünmüşlük ve bu çerçevede devam eden parti içi rekabet, öyle bir noktaya geldi ki, bu saatten sonra Özel’in Alevî inancından alıntılarla sunmaya çalıştığı niyet ve uygulamalar, inandırıcılık hesabına pek fazla zemin bulamaz. Çünkü ayrışmalar çok derinleşti ve daha da derinleşecektir. CHP fiilen ikiye bölünmüş durumda. Eski genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu ve onunla birlikte hareket edenler ile Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel taraftarları… Bir zamanlar “baba-oğul gibi” karşılıklı muhabbet içinde olanlar, şimdilerde arkadan hançerleme suçlamasıyla hedef durumda. Şayet Ankara 42. Asliye Mahkemesi muhtemel bir (mutlak butlan-38. kurultayın geçersizliği) kararı verseydi, bugün çok farklı gelişmeler yaşanıyor olacaktı. Ama Özel’in kullandığı ifadeyle anlatacak olursak, “SÜREÇ” bitmedi, “SONUÇ” ise pek belirsiz. Mahkeme eninde sonunda bir karar verecek ve muhtemel sonuçlardan biri hâsıl olacak şüphesiz. Bu karardan sonra, CHP’de iki karşıt tarafın aynı çatı altında kalması ne kadar mümkün olacak? Zira konuşulan senaryolara bakılırsa, Kılıçdaroğlu ve ekibi; İmamoğlu-Özel ve ekibi, birbirlerini tasfiye etme noktasında bilenmiş vaziyette…
Kurultay iptal davasının hâlen derdest olduğu Asliye Hukuk Mahkemesi, itiraz yollarına açık kapı bırakmamak adına, Ağır Ceza Mahkemesinde devam eden ve suça karışan delegelerin yargılandığı davanın sonucunu beklemeyi uygun görmüş. Özel, bir gün önce cemevinde yaptığı açıklamada bahse konu iptal davası sonuç odaklı değil, süreç odaklı bir dava demişti. Ona göre maksat CHP’yi tartıştırmak… Oysa hadiseler bambaşka. 23 Kasım 2023 yani Kurultay’dan yaklaşık 20 gün sonra Bursa’da bir delegenin şahsi itham ve itiraflarıyla başlayan bir süreç var. Eğer Özel’in dile getirdiği şekilde bir SÜREÇ varsa o da budur. Çünkü Bursa’da parlayan kıvılcım hemen Ankara’ya sıçradı. Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı yetkisizlik gerekçesiyle soruşturma dosyasını Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi… Ondan sonra da âdeta ipin ucu kaçtı. Erzurum, Muş, Bingöl ve diğer illerden bazı delegelerin şahitli, ispatlı itiraf ve ifşaatları ortalığı toz dumana kattı. Bunu kabullenemeyen CHP’liler, çareyi suçu iktidar kanadına atmakta buldular. Hâlbuki, hem iptal davasında hem de ceza davasında ilk ihbarı ve ifşaatı yapan bizzat CHP’nin kurultay delegeleridir. İptal davası açanlardan biri de CHP’nin eski Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaştır. Kısacası, fitili ateşleyen yine bizatihi CHP delege ve üyeleridir. Gelgelelim Özel ve onun yanında saf tutanlar, umutsuzca iktidar kanadına salvo yapmaya devam ediyor. Zira 38. Kurultaya dair şaibe iddiaları yenilir yutulur cinsten değil. Ama hayır, CHP bu gerçeklerle yüzleşmek istemiyor. Bundan dolayı hayalet taşlama işine girişiyor. Özel’in kendisine göre sonuç beklediği ve fazlasıyla tedirgin olduğu süreç, eylül ayının ilk haftasına kadar devam edecek. İşte bu süre zarfında da İmamoğlu, Özel ve diğerlerinin hiç istemedikleri tartışmalar mecburen devam edecek. CHP içindeki çatlama ve yarılmalar daha da derinleşecek. Kılıçdaroğlu’nun bir müddetten beri kendi yandaşlarına telkin ettiği husus, yolsuzluklara bulaşan isimlerin partiden temizleme sürecinin başlatılmasıydı. Bunu kuvvetle bekliyordu. Ancak Mahkeme yüksek beklentilerin aksine, süreci uzatmış oldu. Sürecin uzaması rakip grupların mücadeleyi bitirdiği veya ertelediği anlamına gelmiyor tabii. Karşılıklı hücumlar dozajı arttırılarak devam ediyor.
Asırlık Partinin içine düştüğü durum hakikaten pek müşkül… Özgür Özel’in görev süresi içinde belki de en başarılı olarak yaptığı şey, sıkça miting yapmak… Şimdi yine miting serilerine devam kararı almış bulunuyor. Bakalım Saraçhane adresinde ve diğer yerlerde "Don Kişotvari" biçimde yel değirmenleri ile savaşmak parti içi iktidarı elde tutmaya yetecek mi? CHP’nin mahkemelik olan ve şaibe dolayısıyla iptal edilme ve dahi yok hükmünde sayılma tehlikesi altındaki kurultayı ve diğer yönetim kararları ile nasıl mesafe alacağı meçhul… El çabukluğu ile cumhurbaşkanı aday adayı yaptıkları Ekrem İmamoğlu’nun yeterli diploması dahi mevcut değil. Ama CHP Yönetimi onun adaylığında ısrarlı. Beri tarafta ABB Başkanı Mansur Yavaş, yavaş yavaş farklı yol ve yöntemlerle iddiasını güçlendirmeye çalışıyor… İmamoğlu’nun kişisel olarak içine düştüğü durum, gelecek açısından pek çok belirsizlik ve olumsuzluk yansıtıyor. Lakin Özgür Özel, parti olarak dimdik ayaktayız diye meydan okumaya çalışıyor. Kuyruğu dik tutma çabaları önemlidir. Ancak bunun altını da doldurmak gerekir. CHP, geçmişte de çokça başvurduğu üzere, kalabalık mitinglerle imaj parlatmaya çalışıyor. Bu taktik tutar mı tutmaz mı, onu zaman gösterecek. Bir de sık sık iddia ettikleri ve her seferinde çıtayı yükseğe koydukları oy yükselme iddiası söz konusu. Kamuoyu araştırmalarıyla istenen rakamlar dolaşıma sokulabilir elbet!.. Velakin gerçekler anketlerden ziyade oy sandıklarından çıkar değil mi? CHP seçimlere kadar tek parça hâlinde kalmayı başarırsa, bu öncelikle siyasi hayatiyeti için büyük bir “SONUÇ” olarak değerlendirilecektir. Ama bu hamur daha çok su kaldıracak gibi!
Kafkaslarda barış ve engeller…
5 Temmuz 2025 02:00 | Güncelleme: 5 Temmuz 2025 01:11
Uzun yıllardır istikrarsızlık ve kaosun hâkim olduğu Kafkalarda, barışın sağlanması şüphesiz çok önemli. Ancak barışın önündeki engelleri çok iyi analiz etmek gerekiyor. Hele işin içinde; Rusya, İran ve İsrail varsa!..
Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO-Economic Cooperation Organization) pek fazla gündeme gelmese de, esasen çok önemli bir milletlerarası kuruluş… 1964 yılında, Türkiye; İran ve Pakistan tarafından kurulan Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilatı (RCD-Regional Cooperation for Development), İran’da Humeyni Devrimi sebebiyle, faaliyetlerini bir süre askıya almak zorunda kaldı. 1985’te yeniden organize olma çalışmaları başlatılıp EİT (Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) kuruldu, neticede daha geniş bir yapıyla tekrar beynelmilel arenaya döndü. Türkiye, İran, Pakistan ile birlikte Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Afganistan’ın katılımıyla, on üyeli ve potansiyeli yüksek bir topluluk meydana geldi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de gözlemci üye olarak yer alıyor… İşte bu önemli teşkilatın Azerbaycan, Karabağ’daki Hankendi’de toplanan 17. Liderler Zirvesinde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan önemli mesajlar verdi… Kafkaslar coğrafyası dünya siyasi ve stratejik dengelerinde çok önemli yer tutan bir bölge. Bu bölgede Rusya, İran başta olmak üzere bölgesel ve küresel güçler, nüfuz politikalarıyla her daim yeni meseleler çıkarmaktan geri durmaz. Rusya, Sovyetler Birliği döneminden kalma iddialarıyla, bu bölgeyi hep bir arka bahçe olarak görmekte ısrarlı. Ermenistan’ın otuz yıl boyunca, işgal altında tuttuğu, Azerbaycan’ın Karabağ topraklarını zapt etmeye yeltenmesi, başlangıçtan itibaren Rus desteğiyle sağlandı. Zaman içinde dengelerde önemli değişimler meydana geldi. Azerbaycan nihayet Türkiye’nin de güçlü desteğiyle, 2020 yılı sonlarında işgal altındaki topraklarını kurtarınca, Bölgede yepyeni bir paradigma oluştu… İran çeşitli saiklerle en başından beri, Ermenistan’ın işgal politikasına destek verirken, Rusya; Bölgenin tamamına dair hesapları sebebiyle, kilit rolünü sürdürmek için problemin çözümünden ziyade devamını istedi. Bu arada, Kuzey Azerbaycan üzerinden Güney Azerbaycan’ı da kullanarak, İran’a baskı kurmaya çalışan İsrail’in buradaki ilişkilerinin sayısız soru işaretiyle dolu olduğunu belirtmek gerekiyor...
Özetle Rusya, İran ve İsrail’in doğrudan ve dolaylı olarak müdahil olduğu Kafkaslarda, barış ve sükûnetin sağlanması hiç de kolay değil. Tabiatıyla olumsuz etki yapan aktörler bunlardan ibaret değil. Mesela AGİT Minsk Grubu’nda yer alan ABD ve Fransa ile birlikte Almanya, İtalya, Belarus, Finlandiya vs. başta olmak üzere, bu coğrafyada daha etkin olmak isteyenler oldukça kalabalık… Hâl böyle olunca mevcut problemlerin dürüst şekilde ele alınıp çözümü için uğraşmak kolay olmuyor. Her şeye rağmen konjonktür dolayısıyla, daha başka meselelere angaje olan Rusya ve İran istedikleri kadar aktif rol oynamayı sürdüremiyor. Fakat her ikisi de bundan asla vazgeçmiyor… Ne zaman Kafkaslarda hakiki barışa doğru bir adım atılmaya çalışılırsa, hemen tuhaf olaylar gelişiyor. İran ile Azerbaycan arasında ilişkilerin yumuşaması ve olumlu bir çizgiye gelmesini hiç ama hiç istemeyen etkili odaklar var! İran’ın bir önceki cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, 19 Mayıs 2024’te, Giz Galası Barajının açılışına katılmak üzere Azerbaycan’a gitmişti. İki ülke arasında Aras Nehri üzerindeki üçüncü ortak proje olan bu barajın açılışını yaptıktan sonra, dönüş yolunda pek çok soru işaretiyle yüklü bir helikopter kazasında hayatını kaybetti. 1981 yılında bir bombalı suikastla hayatını kaybeden Ali Recai’den sonra görev başında ölen ikinci cumhurbaşkanı Reisi’nin, iki ülke arasında iş birliğini geliştirmekten yana bir isim olduğuna dikkat çekiliyor. Diğer taraftan Ermeni Diasporasının bütün baskılarına rağmen, ülkesinin geleceği için daha gerçekçi, yapıcı ve cesur politikaları hayata geçirmeye çalışan Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’a karşı, Kilise merkezli bir darbe teşebbüsü de ortaya çıkarıldı… Paşinyan’a yönelik, bugüne kadar gizli açık pek çok karşı eylem gerçekleştirildi.
Diğer taraftan son günlerde Rusya ile Azerbaycan arasında baş gösteren gerilim tehlikeli bir görüntü veriyor… Durduk yerde bu gerilimin ortaya çıkması ciddi soru işaretleri taşıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ECO zirvesinde, “Hankendi'nin Kafkasların yeni kalkınma ve barış merkezi olacağına inanıyorum…” mesajını vermesi, şüphesiz tam da bu süreçte dikkat çekici. Erdoğan bölge barışının önemine dikkat çekerken, İsrail’in tam aksi yöndeki Siyonist politikalarına işaret etti. Türkiye’nin Filistin ve Gazze politikasının ne derece kararlı şekilde yürütüldüğünü ve bundan asla vazgeçilmeyeceğini bir kere daha teyit etti. Ermenistan Başbakanı Paşinyan, iki hafta önce İstanbul’da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edildi. Bu görüşmede önemli konular konuşuldu şüphesiz. Tam da bu görüşme sonrasında darbe teşebbüsünün açığa çıkarılması yeterince manidar değil mi! Her şeye rağmen, Paşinyan tutarlı bir şekilde, Zengezur Koridoru'nun açılmasından yana tavrını sürdürüyor. Çünkü bu koridorun ülkesinin ekonomik refahına ve dünyaya açılmasına kapı aralayacağına inanıyor. Türkiye’yi doğrudan Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle buluşturacak bu koridora, ekonomik ve siyasi bazı gerekçelerle İran, çok katı biçimde karşı çıkmaya devam ediyor!.. ABD’nin İsrail ile birlikte nükleer tesislerini bombaladığı bir sırada dahi, İran, Zengezur konusunu gündeminin üst sıralarında tuttu ve aynı tutumu sürdürdü. Bu son derece dikkat çekici bir husus. Hâlbuki Türkiye, bu meselede İran gibi tek taraflı bir tavır koymuyor. Son derece esnek ve uzlaşmacı bir davranış sergiliyor. Velhasıl Cumhurbaşkanının da tekrar işaret ettiği gibi, Kafkaslarda barışın temini çok çok önemli. Ancak bu barışı tek taraflı gayretlerle sağlamanın mümkün olmadığını da göz önünde bulundurmak gerekiyor!
Terör duvarı yıkılacak…
10 Temmuz 2025 02:00 | Güncelleme: 10 Temmuz 2025 11:40
Türkiye’yi elli yıldır uğraştıran bölücü terör örgütünün silah bırakma anı nihayet gelmiş bulunuyor… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifade ettiği üzere: “Kanlı prangayı ayağımızdan tamamen söküp atıyoruz.”
Ülkemiz terör belasından kurtulmak için, son derece kritik bir safhaya gelmiş bulunuyor… Daha önce bu konuda akamete uğrayan pek acı tecrübeler yaşandı ne yazık ki! Bölücü terör örgütü, elli senede ülkemize çok büyük zararlar verdi. Artık bu şeamet devrinin bir daha dönmemek üzere, temelli kapanmasını istiyoruz. Özellikle son on yılda, teröre karşı verilen amansız mücadele, kesin olarak örgütün belini kırdı ve yurt içinde eylem yapamaz hâle getirdi. Şimdi hem cismiyle hem de ismiyle ve bütün kalıntılarıyla gömülmesine sıra geldi. Tam da bu neticeye seviniyorken, Pençe-Kilit bölgesinde, çok talihsiz bir facia yaşandı. Yüreğimizi yakan bu müessif hadisede, metan gazı zehirlenmesinden ötürü on iki şehit verdik. Acımız büyük… Hâlen tedavi altında olan Mehmetçiklerimize de acil şifalar diliyoruz. Elli yıl boyunca pek çok olayda, böyle düzinelerle kahramanlarımızı toprağa verdik… Ancak şunu hiç unutmayalım ki, bu vatan bize şehitlerin kahramanlık ve fedakârlıklarıyla intikal etmiştir. Bu gerçeği Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünkü AK Parti Grup konuşmasında bir kere daha hatırlattı: “Önce Terörsüz Türkiye ardından terörsüz bölge amacına ulaşarak, şehitlerimizin ruhlarını şad ederek, fedakârlıklarının boşa gitmediğini dost-düşman herkese göstereceğiz. Şehitlerimizin değerlerinin rehberliğinde, Türkiye’yi yarım asırlık musibetten kurtarıyoruz. Terör duvarı yıkıldıktan sonra her şey çok farklı olacak…” Erdoğan önümüzdeki günlerde önemli gelişmelerin yaşanacağına işaret ederek, tarihî müjdeyi yakında vereceklerini belirtti. Yukarıda işaret ettiğimiz “Habur Süreci”, "Oslo Süreci" ve nihayet “Çözüm Süreci” diye adlandırılan olayları hatırda tutarak, acaba bu defa da bir yol kazası yaşanır mı diye, Ekim 2024 tarihinden beri umumi bir tedirginlik vardı. Hamdolsun bugüne kadar korkulan olmadı. Bazı odakların ısrarla ve inatla estirmek istediği menfi havaya rağmen, süreç gayet düzgün şekilde işledi ve ilerledi. Erdoğan dün bu hususta şu beyanda bulundu: “Terörsüz Türkiye sürecinin yol kazası yaşanmadan, kirli mahfiller tarafından sabote edilmesine fırsat vermeden başarıyla neticelenmesini umut ediyoruz. Kanlı prangayı ayağımızdan tamamen söküp atıyoruz…”
Önce Terörsüz Türkiye, ardından terörsüz bölge… Maalesef terör bu bölgede sadece ülkemizin başına bela kesilmedi. Bu bölgede olup da terör belasına maruz kalmayan devlet yok. Ne yazık ki Orta Doğu’nun mahut siyasi ve askerî dengelerinde, komşu ülkelerin birbiriyle dayanışma ve yardımlaşması pek de mümkün olmuyor… Herkes çok farklı hesaplar içinde olunca da, başkalarının gelip bu meydanda istediği gibi at koşturması kolay oluyor. Geçmişten yeterince ders çıkarma hususu da hak getire! Neyse ki, aksi yöndeki bütün gayretlere rağmen, zaman zaman düşman hamlelerini boşa çıkarma imkânı da olabiliyor. Son yıllarda Türkiye ile Irak arasında ilişkilerin ilerleme kaydettiğini görüyoruz. Bunun daha iyi noktalara gelmesini elbette temenni ediyoruz. Irak ülke olarak çok büyük altüst oluşlar yaşadı ve hâlen işgal altında… Buna rağmen, bölücü örgütün silah bırakması hususunda, Irak kendi iradesiyle bir politika hayata geçirmeye çalışıyor. Bu konuda Türkiye ile iş birliği içinde olması hiç şüphesiz memnuniyet verici. Lakin Irak’ı rahat bırakmadıklarını da biliyoruz… Dolayısıyla ne kadar kararlılık gösterebilirse, ilerisi için o kadar faydasını görecek. Aynı şeyi Suriye için de söylemek gerekiyor. Yanmış, yıkılmış Suriye, yeniden devlet olmaya çalışıyor… Bu sahada Türkiye’den büyük destek görüyor. Suriye coğrafyasında hâlen PKK’nın türevleri bulunduğu için, iki ülke arasında bu meselenin ortak biçimde ele alınması son derece önemli. Mevcut durum ilerisi için ümit verici. Terör örgütünün uzantısının faaliyette olduğu önemli bir ülke de İran... Gelgelelim İran ile teröre karşı mücadele konusunda bugüne kadar pek de müspet bir yaklaşım göremedik. Söylemde iş birliğine istekli olduğunu duyursa da, eylemde başka türlü bir tavır sergiliyor! Şüphesiz Acem ülkesinin burada bölgesel ölçekte hayata geçirmek istediği politikaların mahiyetini iyi analiz etmek icap ediyor. Umarız bu meselede İran yanlışta artık ısrar etmez.
Türkiye’ye yönelik terör kartını oynayan bölgesel ve küresel güçlerin yıllar yılı izlediği düşmanca politikalar karşısında, ciddi sıkıntılar çektik ve buna karşı koymakta tabiatıyla fazla zorlandık. Ama artık köprülerin altından çok sular aktı. Türkiye’nin gücü göğüs kabartıcı biçimde yükseldi. Ve şimdilerde bahse konu ülkeler, bize karşı daha dikkatli ve hesaplı hareket etme ihtiyacında… Yani eski politikalarında ısrar etmeleri kendilerine bir şekilde bedel ödetebilir! Hâlen Türkiye ile fena hâlde kötüleşmiş ilişkileri dolayısıyla, İsrail’in; ABD gölgesinde, PKK ve uzantılarına arka çıkmaya çalışması, basiretsiz bir davranış biçimi. Bu süreçte tezgâhlamak isteyebileceği herhangi bir sabotaj teşebbüsüne karşı çok dikkatli olmak gerekiyor… Hani hep dillendiriliyor ya, birileri çomak sokmaya kalkışırsa… Bir de Amerika’nın yaklaşımı var tabii. Bu konuda birden fazla ABD söz konusu. Beyaz Saray ile Dışişleri Bakanlığı, CIA ile Pentagon ve diğerleri. Senato-Temsilciler Meclisi filan. Trump’a karşı direnişlerin devam ettiği gayet bariz okunuyor. Aksi hâlde SDG dedikleri, özünde PYD örgütü için, yüz küsur milyon dolarlık destek bütçesi istemek hangi aklın eseri?
Velhasıl saha çok problemli. Dosttan çok düşman varlığını hesaba katmak gerekiyor. Her şeye rağmen Sayın Cumhurbaşkanının işaret ettiği tarihî müjdeyi yaşayacağımıza inanıyoruz.
15 Temmuz ihaneti; tehlike geçti mi?!
15 Temmuz 2025 02:00 | Güncelleme: 15 Temmuz 2025 00:39
İhanet kalkışmasının üzerinden tam dokuz yıl geçti… Geçen dokuz sene zarfında neler oldu? En önemlisi, Türkiye’yi darbe yoluyla ele geçirip, bölüp parçalamaya çalışan FETÖ mensupları, hangi faaliyet içinde?..
15 Temmuz 2016… Cumhuriyet tarihinin en büyük, en kapsamlı ihanet kalkışması… Daha önceki darbe teşebbüslerinde rastlanmayan bir yöntemle, Türkiye’nin yaklaşık altmış vilayetinde, aynı anda fiilen icra edilen darbe teşebbüsü, Türk milletinin emsalsiz direnişiyle akamete uğratıldı. Ancak hainlerin tamamı ele geçirilemedi. İşte kritik soru burada. Bu denli haince hazırlanmış ve tatbikat safhasına konulmuş bir hedeften kolay kolay vazgeçerler mi? Asla vazgeçmezler. Hani ne derler; su uyur, düşman uyumaz… Hele hele bahse konu ihaneti tezgâhlayan terör örgütü, küresel güçler tarafından, çok hususi olarak himaye edilip destekleniyorsa!.. Evet, tam yüz yetmiş ülkede; eğitim, insani yardım gibi kisveler altında teşkilatlanmış bu örgütün, ürkütücü güç ve imkânını tasavvur edebiliyor musunuz? FETÖ asla dünyadaki herhangi bir terör örgütü değildir. Ve FETÖ hâlâ Türkiye’ye karşı ihanetini gerçekleştirmek üzere, her türlü hain metotlarla çalışmaya devam ediyor. Gün geçmiyor ki, TSK bünyesinde; Emniyet Teşkilatında veya adli merciler içinde, bu örgütün aktif yahut uykuya yatırılmış militanları yakalanmasın… Ezcümle, Cumhuriyet başsavcılığı tarafından yapılan açıklamada; yakalanıp hukuk önünde hesaba çekilen FETÖ mensuplarından daha fazlasının, hâlen kamufle vaziyette olduğuna dikkat çekildi ve tehlikenin büyüklüğüne işaret edildi. Hâlihazırda 32 bin 421 kişi hakkında yakalama kararı bulunduğunu unutmamak gerekiyor.
Resmî rakamlara göre, ihanet kalkışmasından sonra tam 713 bin 497 kişi hakkında adli işlem yapıldı. Sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’nden, 150’si general olmak üzere, 24 bin 706 kişi ihraç edildi. Bunların 16 bin 683’ü subay, 12 bin 269’u da astsubaydı. OHAL kararnamesi çerçevesinde ihraç edilen kamu görevlisi toplam 125 bin 678 kişi… İhraç edilen 150 generalden 85’i ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı. 24 tanesi de müebbet aldı. İhraç edilen subaylardan bin 116’sı ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldı. 266 astsubay da aynı cezayı aldı. FETÖ ile ilgili olarak açılan 289 davada, toplam 8 bin 725 kişi hakkında karar verildi. 2 bin 870 sanık beraat etti. Rakamlar çok yüksek ve fazlasıyla dikkat çekici. İhanet kalkışmasına katılan TSK mensubu sayısı 5 bin 600 kişi iken, ihraç edilen kişi sayısı 24 bin 706 kişi. Yani beş katı… Daha geçenlerde yapılan bir operasyonda, aralarında binbaşı, yarbay ve albay rütbelerinde 177 muvazzaf askerî personel yakalandı. Anlayacağınız tehlike katiyen geçmiş değil. Tam aksine belki de her zamankinden daha fazla dikkatli olmak gerekiyor… Zira on yıllarca süren sinsi bir çalışmanın neticesinde, Türk Ordusundaki general kadrosunun yarısı ele geçirilmişse, burada bir kere daha durup düşünmek lazım! Her kılığa giren, her türlü değeri istismar etmekten çekinmeyen son derece aşağılık karakterli örgütün, ne yapacağını önceden kestirmek çok zor. Bunun da ispatı 15 Temmuz 2016 günü sergilenen ihanet kalkışmasında başvurulan kalleş yöntemlerdir. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Millet Meclisi, Genelkurmay Karargâhı bombalandı. Türk milleti, benzeri görülmemiş bir cesaret ve kahramanlıkla bu ihaneti boşa çıkarmasaydı, bugün çok farklı bir Türkiye’ye şahit olabilirdik. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz gecesi sergilediği liderlik, müstesna bir hadise olarak tarihe geçmiştir. Bunun altını kalın bir çizgi ile çizelim… 253 şehit vererek ihanete karşı kazanılan eşsiz zaferde, canını feda ederek tankların önüne yatan kahraman gazilerimizin rolü büyüktür. Türk milleti, 15 Temmuz gecesi muhteşem bir imtihan verdi. Bu zafer tablosu, şüphesiz diğer dünya milletlerine de örnek olacak bir şeref levhasıdır. Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır. Necip Türk milleti bu uğurda, dünya milletleri arasında en seçkin yere sahiptir. Vatan savunmasında Türk milletinin gösterdiği kahramanlık, nevi şahsına münhasır bir meziyettir…
Yazının başına dönersek; şunu unutmayalım, ülkemiz aleyhine çalışan şer odakları fırsat kolluyorlar… Onlara zinhar bu fırsatı vermemeliyiz. Bu vesileyle bütün şehitlerimize bir kere daha Allahü tealadan rahmet, gazilerimize hayırlı uzun ömürler niyaz ederiz. Cenab-ı Hak hainlere fırsat vermesin!
.
İki örgüt, iki strateji ve sonuç…
17 Temmuz 2025 02:00 | Güncelleme: 17 Temmuz 2025 01:01
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, doğrudan kendi bekasına tehdit olarak yönelen FETÖ ve PKK’yla ilgili mücadele stratejilerinde, ciddi hata yaptığı için sonuçları da ağır oldu!.. Her iki örgüt on yıllar boyunca tahribat yaptı.
FETÖ’nün başını çektiği ihanet kalkışmasının dokuzuncu yıl dönümü dolayısıyla, bir kere daha dönüp geriye baktık. CEMAAT kimliği ile ortaya çıkan veya kendisini öyle takdim eden bir şebekenin, zaman içinde nasıl “Paralel Devlet Yapılanmasına-PDY” dönüştüğünü hayretle hatırladık… Şu soru beyinleri hep kemirmiştir şüphesiz: “Nasıl oldu da devlet, on yıllar boyu bir terör örgütünü, ‘CEMAAT’ olarak değerlendirdi?" Hakikaten hayret verici bir durum!.. Türkiye gibi çok büyük hadiseler yaşamış bir devlet, gerçeklerden bu denli habersiz olabilir miydi? Belki de bu sorunun cevabını tam manasıyla öğrenemeyeceğiz. Ama devlet içinde bu sorunun cevabının hiç olmazsa, ne zamandan itibaren bilinmeye başladığını bilenlerin izahlarını da dinlemek isterdik… 1960’lı yıllardan itibaren devşirildiği anlaşılan, FETÖ elebaşının yetmişli yıllardan itibaren toplum içinde söylem ve eylemleriyle görünür olduğu, bazı dernekler üzerinden hayli faal olduğu ortada. Nitekim devletin emniyet makamları 1986 yılında, “CEMAAT” kisvesiyle ortalıkta fink atan bu güruhun, hiç de göründüğü gibi olmadığını, basbayağı tehlikeli bir örgüt olduğunu rapora bağlamış… Dikkat buyurun 1986… Ondan tam 20 sene sonra da, 2004 yılında Millî Güvenlik Kurulu Toplantısında, bu örgütün devletin güvenlik ve bekası için çok tehlikeli olduğu tespit edilmiş. Ve mücadele edilmesi hususu hükûmete tavsiye edilmiş. Geçen 20 sene zarfında bu örgüt neler yaptı acaba? Devlet hiç görmemiş veya haberdar olamamış olabilir mi? DEVLET kavramının şümulüne baktığımızda, böyle bir şeyin mümkün olmaması lazım! Amma, devlet mekanizmasına sızmalar olmuşsa ve onlar köşebaşlarını tutup kendi elemanlarını her türlü kamufle ederek rahat çalışmalarına imkân hazırlamışsa, neden olmasın?! Böyle olduğu içindir ki, MGK’nın 2004 yılındaki tehdit ve tehlike tespitine ve etkin mücadele tavsiyesine rağmen, bu örgüt tam on iki sene sonra, 15 Temmuz 2016’da Türkiye tarihinin en korkunç ihanet kalkışmasını gerçekleştiriyor. Bu noktaya gelinceye kadar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) general kadrosunun en az yarısını ele geçirmiş olabiliyor... İşte zurnanın zırt dediği yer burası!.. Üstelik FETÖ, daha 2016’daki ihanet kalkışmasına gelmeden evvel, birkaç defa kendisini faş ederek, alenen devlete karşı eyleme geçiyor. Biri 2012 Şubat ayında, dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a operasyon çekmeye kalkışması… Bunun akabinde, 2013 Mayıs-Haziran ayındaki Gezi olaylarına, dibine kadar bulaşmış olduğu hayli geç fark edilecektir… FETÖ, aynı yılın 17-25 Aralık tarihlerinde bu defa, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı, emniyet-yargı ortaklı bir başka darbe teşebbüsünde bulunma cüretini gösterecektir… Eh bu kadar hadiseden sonra, devlet hâlâ gerekli mekanizmaları harekete geçirememişse, terör örgütü var gücüyle yüklenecektir. Nitekim öyle oldu ve maalesef ülkemiz çok büyük hasar gördü. Kim ne derse desin, devlet maalesef zamanında sinsi FETÖ tehlikesinin ciddiyetini kavrayamadı. Sebebi ne olursa olsun, netice değişmiyor…
Bölücü örgüt PKK için de, benzer şeyleri söyleyebiliriz. Yani devletin, devlet aklının zamanında doğru politikalar izlememesi sebebiyle tehdit ve tehlike büyümüş, sonunda ülkenin birlik ve bütünlüğünü ortadan kaldırabilecek raddeye varmış… Çünkü PKK örgütü daha ismen ve fiilen kurulmadan (1978) evvel, 1975’lerde; APOCULAR olarak tanımlanan çetenin de çok ciddi eylemleri söz konusu… 1984’ten itibaren yoğun saldırılarla ülkeye kan kusturmaya başlayan bölücü örgüt, önceleri çok hafife alındı ve “üç beş eşkıya” diye küçümsenerek, mesele sadece bir asayiş hadisesi olarak değerlendirildi. Daha sonraları da terör olayları çok çok şiddetlenmesine rağmen, meseleye sadece güvenlik açısından bakma yanlışında ısrar edildi. Bu son derece hatalı ve gerçeklerden kopuk strateji, Türkiye’nin binlerce can kaybı vermesine sebep oldu. Ekonomik ve sosyal alanda da çok büyük travmalar yaşandı… Velhasıl Türkiye’nin elli yılı heba oldu. Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, iki terör örgütünün (FETÖ ve PKK), ülkemizin başına bu derece bela kesilmesi, doğru strateji ve isabetli politikalarla pekâlâ önlenebilirdi diye düşünmeden edemiyor insan. Nirengi noktası şu ki, terör örgütlerinin arkasında devlet gücü olmazsa, hayatta kalması imkânsızdır. Şu hâlde bu gerçeğin izinde giderek, FETÖ ve PKK’ya alenen destek veren, hemen hepsi de sözde “MÜTTEFİKİMİZ” olan devletlerin, neden bunu yaptığını doğru teşhis edemez miydik? Buna göre de karşı tedbirler geliştiremez miydik acaba? “Devlet Aklı” kavramının muhtevası, bu hususta fazlasıyla geniş ve derin diye biliyoruz. Yoksa yanlış mı?!.
İsrail’in acelesi var, çünkü…
19 Temmuz 2025 02:00 | Güncelleme: 19 Temmuz 2025 00:50
Siyonist terörist devletin son zamanlarda, tek kelime ile ‘kudurma’ hâlini yansıtan saldırılarının temelinde yatan asıl şey yarınlara dair korkusudur. İsrail eninde sonunda kendisinin hizaya sokulacağını biliyor!..
"Büyük İsrail" hayali, “Vâdedilmiş Topraklar” vb. Muharref Tevrat'tan aşırma daha pek çok saçma sapan iddia ve tezlere dayanarak, en vahşi yöntemlerle başka milletlerin topraklarına tasallutta bulunan, çoluk çocuk demeden soykırım yapan İsrail terör devletinin acelesi var!.. Zira Siyonist İsrail çok iyi biliyor ki, eninde sonunda bu sınır tanımaz küstahlığının bedeli kendisine ödetilecektir. Yani daha açıkçası, terörist devlet mutlaka hizaya getirilecektir… İsrail işte bu sebeple kudurmuşçasına etrafına saldırıp bir şeyleri önlemeye, şayet bu mümkün olmazsa, en azından geciktirmeye çalışıyor. Bütün taktik ve stratejilerinin kaynağı Muharref Tevrat olan Siyonist İsrail, güvenliği bir “Din Mertebesine” çıkardığı (Bakınız Mim Kemal Öke, DİN-ORDU GERİLİMİ) için; bu alanda akla hayale gelmedik aşırılıklara saplanmış durumda. İsrail yakın çevresinde ve hatta uzak coğrafyalarda, kendisine tehdit teşkil etme ihtimali olan ülkeleri durduk yerde hedef almaktan çekinmiyor. İşin özü budur. Daha önce bu köşede mükerreren dile getirdik: Oded Yinon’un 42 yıl önce, 1983 senesi Şubat ayında kaleme aldığı, Siyonist Kvunim dergisinde yayınlanan makalede, İsrail’in güvenlik garantisi için geniş değerlendirme yapılıyor… Irak’ın, Suriye’nin ve Mısır’ın birkaç parçaya bölünmesi hedef olarak veriliyor. Mesela şöyle diyor: Irak’ta, Güneyde Basra merkezli bir Şii Arap Bölgesi, Ortada Bağdat merkezli bir Sünni Arap Bölgesi, Kuzey’de Musul merkezli bir Sünni Kürt Bölgesi kurulması, İsrail’in gelecekteki güvenlik garantisi için iyi olur…
20 yıl sonra, ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte bu plan fiilen hayata geçmiş oldu! Aynı şekilde, Suriye’de bir Dürzi Bölgesi, Bir Nusayri-Alevi Bölgesi ve Şam ve Halep Merkezli iki Sünni Bölgesi kurulmasını hedef olarak ortaya koyuyor. Keza Mısır için benzer bölme planı var. Mısır’da; Hıristiyan Kıptiler için ayrı ve özerk bölge tavsiye edilmekten başka, ülke toplumunun “radikal kesimi’ için de ayrı yerleşim ve idari bölge teşkil edilmesi isteniyor… Velhasıl, İsrail’in kendi güvenliği için başka halklar ve milletler için düşündüğü sinsi planların bir kısmı özetle böyle…
İsrail’in acelesi var dedik… Suriye’de Baas Rejiminin yıkıntıları üzerine inşa edilmeye çalışılan devlet tam manasıyla egemen olma noktasına gelmeden, mesela doğru dürüst orduya kavuşamadan, hava savunma sistemini kuramadan her şeyini yıkmaya yakmaya çalışıyor. Bununla Suriye’nin ayağa kalkmasını önlemeye, en azından geciktirmeye çalışıyor. Keza Irak’ta Amerikan işgalinin etkileri tamamen ortadan kalkmadan ve devlet ayakları üzerine dikilmeden, bunun önüne geçmeye çalışıyor. Lübnan’ın içler acısı hâli ortada. Maalesef devlet demeye bin şahit ister. İsrail’in kendi etrafında görmek istediği entitelerin topyekûn “BAŞARISIZ DEVLET” olması zorlanıyor ve bunun için her şey yapılıyor. 7 Ekim 2023’ten bu yana, İsrail, Filistin topraklarında yaptığı katliam ve soykırımın yanında, Lübnan’a, Yemen’e ve İran’a da saldırılarda bulunmaya devam ediyor. Siyonist terörist devletin şu ana kadar fiilen saldırmadığı bir Mısır bir de Ürdün kaldı. Mısır’ın durumu doğrudan ABD’yle bağlantılı olduğu için, bu ülkeden İsrail’e yönelik etkili bir politika söz konusu değil. Amerikan askerî yardımı karşılığında, iki taraf belli bir istikrar içinde hareket ediyor… Açıkçası Mısır, İsrail’i rahatsız edecek bir harekette bulunmuyor. Mesela Filistin Halkının haklarını koruma noktasında cesur bir adım atmıyor, atamıyor. Ürdün zaten başlı başına bir siyaset ortaya koyacak kapasitede değil. ABD ve İngiltere’nin gözetimi altında varlığını idame ettirmeye çalışıyor.
İsrail bugüne kadar doğrudan ve dolaylı saldırılarla İran’ı fena hâlde taciz etti. Son olarak, ABD’nin çok büyük lojistik ve askerî desteğiyle vurdu. İran buna karşılık vermeye çalıştı. Gelecekte de buna benzer durumların kaçınılmaz olduğunu belirtmek lazım… Yani İsrail’in Orta Doğu Bölgesini istikrarsızlaştırma ve yayılma politikalarının ne kadar zehirli olduğu ortada. Daha önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da çok doğru bir tespitle ifade ettiği üzere, Siyonist, terörist devletin bir sonraki hedefinin Anadolu toprakları olacağı aşikâr!.. Bu arada, İsrail’in nüfusu ve askerî kapasitesi malum. Bugüne kadar Amerikan ve genel olarak Batı desteğinde girdiği savaşlarda başarılı oldu. Velakin rakipleri çok zayıf durumda olduğu için bu başarı kolaylıkla sağlandı. İsrail gerçek bir güçle karşılaştığı vakit, ne kadar dayanabilir? İşte bu zaafını bildiği için, bugün aceleyle; kudurmuş şekilde, etrafına saldırıyor… Suriye’ye, Irak’a ayağa kalkma fırsatı vermek istemiyor. Türkiye’nin savunma sanayiindeki hamlelerinin de nihai noktaya gelmesine zaman bırakmamaya çalışacağı şüphesizdir! Türkiye buna göre hesap ve hazırlık yapmak durumunda. İsrail’i güç durdurur… Nokta!
Emevî Camii'nde cuma namazı…
14 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme: 13 Aralık 2024 23:16
Cuma namazının vücub şartlarından biri hür olmaktır. Bir diğeri mahpus olmamak, düşmanın yakalama korkusu olmamaktır. İşte Suriye halkı buna kavuştu. On gündür hürriyet havasını teneffüs ediyor.
61 yıllık esaretten sonra, nihayet Suriyeli Müslümanlar; başta Şam’daki Emevî Camii olmak üzere, gönül huzuruyla memleketteki mabedleri lebalep doldurup cuma namazını eda etti… Bir Müslümana cuma namazının farz olması için, o kişinin esaret altında olmaması gerekir. Malum olduğu üzere, cuma namazının vücub şartlarından biri de hür olmaktır. Bir diğeri de mahpus olmamak, düşmanın yakalama korkusu olmamaktır. Ne mutlu ki, dünyanın en zalim dikta rejiminin, baskı altında sokaklara; meydanlara çıkmasını yasaklamış olduğu Suriye halkı, artık rahat rahat ve korkmadan ülkenin meydanlarında toplanabiliyor… 15 gün öncesine kadar, Suriye halkından iki-üç kişi bir araya gelip de hâl hatır soramıyordu. Çünkü derhal başlarına "Muhaberat" ajanları üşüşüyordu… Ve gelişigüzel duydukları bir kelimeden dolayı, sorgusuz sualsiz onları yakalayıp zindana atıveriyordu. “Muhaberat” ajanları, insanları çok kolay “rejim muhalifi” diye yaftalayıp, sonra da korkunç işkencelerden geçirip ölüme sürüklüyordu…
Esad rejiminin yıkıldığı günden beri, Şam yakınlarındaki Sednaya hapishanesi ve onun gibi ülkenin diğer yerlerindeki "işkence merkezlerinde" yapılan zulüm ve katliamlar dünyaya anlatılmaya çalışılıyor. Zalim rejimi deviren muhalifler, buradaki insanlık dışı işkence ve vahşetleri, katliamları delilleri ile birlikte kayıt altına aldırıp, başta Beşar Esad olmak üzere, katillerin, fâtiklerin yargılanması için dosya hazırlıyor. Sednaya adlı vahşet zindanının ileride müze yapılarak, insanların ibret nazarına sunulması planlanıyor. Bu önemli bir hazırlık ve beşeriyet adına, gelecek nesilleri insan hak, hürriyet, vicdan ve adalet kavramaları üzerinde düşünmeye sevk edecek bir çalışma olacaktır…
Dün mübarek cuma günüydü. Suriye halkı, zalim rejimin esaretinden kurtuluşunun ilk cumasını idrak ediyordu. Bu şuur, vakar ve huşu içinde namazını eda etmenin sürurunu doya doya yaşadı. Dileriz Suriyeli kardeşlerimiz için her gün ve her cuma böyle geçer… Suriyeliler herhangi bir kargaşaya veya yanlış anlaşılmaya mahal verecek en ufak bir taşkınlık yapmadan, büyük bir olgunluk içinde namazını eda ederek, dünyaya çok güzel bir mesaj verdi. Esasen 61 yıllık esaretin çok şey öğretmiş olduğu Suriye halkı, üç kuşak boyu yaşadığı acıları iliklerine kadar hissettiği için, nihayet tatmaya başladığı hürriyetin kıymetini en iyi bilecek konumda. Bu şuur, Suriye halkının ülkesini yeniden inşa etmek ve hep birlikte huzur içinde yaşamak hedefinin gerçekleşmesine yardımcı olacaktır şüphesiz… Yeter ki içeride kendini saklamış olan fitnebazların ve emperyalist dış güçlerin tuzaklarına düşmesin. Bu hain tuzakları boşa çıkarmak Suriye halkının en büyük imtihanı olacaktır… İki haftalık seyir bu konuda ümit veriyor. Milletlerarası teşkilatlar ve imkân sahibi devletler bu zorlu geçiş döneminde Suriye’ye samimiyetle el uzatmalıdır. Şayet bu gerçekleşirse, Suriyeliler yaralarını daha çabuk sarma imkânı bulacaktır. Her ne kadar dünya kamuoyu, son yıllarda bu meselelerde pek parlak bir görüntü vermiyor olsa da, biz yine olumlu düşünelim… Zira çilekeş Suriye halkı el uzatılmayı fazlasıyla hak ediyor. Şimdiye kadar daha çok bölge ülkelerinin kaynaklarına el koyma siyasetiyle öne çıkan devletler artık insafa gelmelidir. Türkiye, benzer her olayda olduğu gibi, Suriye’de de yine en büyük yardımı ve cömertliği esirgemeyecektir. Millî gelirine nazaran, dünyada en fazla yardım papan ülke konumundaki Türkiye, bu vadide mükemmel bir örnektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği üzere, (Ensar olma vazifesini) en iyi şekilde ifa etmektedir...
Suriye’de vahşi rejimin yıkılmasının ilk işareti olan Halep’in kalesine çekilen Türk Bayrağı neyi ifade ediyorsa, dün Emevi Camii avlusunda açılan Türk Bayrağı da keza aynı büyük mesajı veriyor. Önceki gün, MİT Başkanı İbrahim Kalın'ın, Emevi Camii'nde şükür namazı kılmasının neye işaret ettiğini, içimizdeki İrlandalılar anlamamakta direniyor. Sahi, Özgür Özel’e bunu kim anlatacak? Nedense Kalın’ın namaz kılmasından fena hâlde rahatsız olmuş!.. Zalim Esad fare gibi kaçtıktan sonra bile onunla diyalog kurulmasında ısrar edecek kadar ileri görüş(!) sahibi Bay Özel, bu gidişle daha çok çam devireceğe benziyor. Bakınız, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha 2012 senesinde, Emevi Camii'nde namaz kılınacağını; Selahaddin-i Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okunacağını, Hazreti Bilal-i Habeşi ve Muhyiddin-i Arabi’nin türbelerinin ziyaret edileceğini ve dahi kardeş Suriye halkı ile muhabbetle kucaklaşma olacağını müjdelemiş olması devlet adamlığı ve basiretin ifadesiydi. Gelgelelim bazıları bunu hiç anlayamadı ve üstelik yıllar boyu küstahça alay etmeye kalkıştı!.. O terbiyesizliği yapanlar şimdi utanıp özür dileyeceğine, hâlâ cehalet ve siyasi körlük içinde debeleniyorlar. Bırakalım onlar aynı sazı çalmaya devam etsin. Çünkü Halep oradaysa arşın burada!.. Emevî Camii bütün ihtişamı ile Suriye Müslümanlarının sevincine ortak oluyor. Nadanlar bunu zaten idrak edemez. Şu hâlde baykuş misali öten inanç düşmanı tiplere de aldırmamak en iyisi. Haddizatında onlar yok hükmünde!..
Netice olarak şu sözü akıldan çıkarmamak lazım; Mazlumun ahı indirir şahı… Zalimlerden yana tavır koyanlar, gözleri olup da görmeyenlerdir. Ne kadar anlatsanız anlatın, beyhude! Lakin beri tarafta dünyanın büyük bir kısmı, Suriye’de ve genel olarak Orta Doğu Bölgesinde nelerin olup bittiğini yakından takip ediyor. Gelişmeler çok hızlı. Önümüzdeki iki üç ay kritik bir zaman dilimi. Suriye halkına selamlar...
Suriye halkı bu defa başaracak…
17 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme: 17 Aralık 2024 01:15
Fanatik Şiî saplantısıyla Irak’ı ABD işgalinden bin beter mahveden, hükûmet başkanından ziyade, savaş baronu tipi çizen Nuri el-Maliki diyor ki: “İran’ın Esad’ın yıkılmasına bu kadar kolay izin vermesi çok şaşırtıcı!”
Evet, her şey ayan beyan ortada… Suriye halkının en az on dört yıl daha uzun müddetle, dünyanın en zalim rejiminin pençesinde kıvranmasına sebep olanlar tek tek, isim isim belli. Bu insanlık suçunun baş failleri hiç şüphesiz, Esad’ın o kanlı koltuğunda oturmasına bile bile izin verenler, dönemin ABD Başkanı Barack Obama ve ekibidir. Tek başına değil elbet, Avrupa’nın bütün dişli ülkeleriyle birlikte… Özellikle ABD’nin zihnini çelen ve önceleri Esad’ı devirmeye istekli gibi görünen; Washington Yönetimini ikna ederek, Suriye’de katil rejimin devamına zemin hazırlayan İngiltere!.. Ve Almanya ve Fransa ve diğerleri… Bunlar meselenin Batı Cephesi, bir de Doğu Cephesi var tabii. Ta ilk günden beri, hadiselerin içine bütün imkânlarıyla dalan İran… Öyle ki, gücünün yetmeyeceğini anlayıp da tıkandığı anda, Rusya’yı Suriye’ye davet eden/ettiren İran!.. Bu kaskatı gerçeği Irak eski Başbakanı Nuri el-Maliki şaşkın vaziyette itiraf ediyor. Ne diyor peki? “İran’ın Esad rejiminin yıkılmasına bu kadar kolay izin vermesine çok şaşırdım!” Bre gafil adam!.. Hâlâ tam olarak hadisenin farkında değil. Başbakan olarak bir dönem güya yönettiği Irak’ı Amerikan işgalinden çok daha beter hâle getiren el-Maliki, Irak’ı İran’a tepsi içinde sunan bir vatan hainidir. Maliki İran’da ne vehmediyorsa, gelinen noktada bu yayılmacı ülkenin nasıl bir çıkmaza düştüğünü kavrayamıyor. Şahsen pek fanatik Şiî saplantısıyla, İran’ın kendi ülkesi üzerinde tesis ettiği nüfuzu normal ve makbul bir durum olarak algıladığı için, Suriye’nin de aynı derekede kalması isteğini dışa vuruyor!.. Ülkelerin batışı sebepsiz değil zahir. Satılık yığınla siyasetçi müsveddesinin işlediği denaet böyle sonuçlara götürür. Netice de o ülkelerin zavallı halkının başına patlar. İktidardan düşmekle birlikte saltanatını bir şekilde devam ettiren Maliki gibiler veya yüz binlerce masum insanın kanına girdikten sonra, memleketini kalan son kuruşuna kadar soyarak milyarlarca doları çalıp kaçan Beşar Esad gibiler, tarihin kara sayfalarını dolduruyor…
Suriye halkı bu defa başaracak diye olumlu ve ümitli kanaat bildirirken, en büyük dayanağımız Şam yakınlarındaki Sednaya Askerî Hapishanesi. Başka hiçbir şey olmasa, tek başına bu dehşet verici işkence heyulası yeter. Suriye halkının binlerce kere durup düşünmesi ve korkunç geçmişin bir daha tekerrür etmemesi için ne denli dikkatli hareket etmesi gerektiğini, sarsıcı biçimde öğretiyor… Bu noktada dünya kamuoyuna da büyük vazife düşüyor. Hiç olmazsa geçmişteki can alıcı hatalarını sürdürmemek adına. Sednaya Hapishanesi’nden yansıyan görüntüler bütün dünyada büyük şok etkisi yaptı. Bu canavarlık ve vahşet karşısında, azıcık insani hislere sahip herkesin dehşete düşmemesi mümkün değil. Esad Ailesi, Latin Amerika’daki uyuşturucu baronlarından da daha büyük bir ağa sahipti. Beşar’ın amcası Rıfat Esad hakkında, Avrupa ülkelerinde (Fransa, İspanya vb.) hâlâ devam eden uyuşturucu davaları var. Beşar’ın kardeşi Mahir, captagon ve benzeri uyuşturucu haplar ticaretinden milyon dolarlar vuran bir cani… Kısacası Esad Ailesi, Suriye’de ya zehirli gaz fabrikaları veya uyuşturucu imalathaneleri kurarak, insanların hayatına kastediyordu. Lanetli Esad klanı, benzeri görülmemiş bir insanlık düşmanlığı ile diğerlerine fark attı. Baba Esad, hapishane adı altında, onlarca işkencehaneyi Nazi subaylarına inşa ettirerek, Hitler'in katliam ve soykırım yöntemlerini uyguladı. Bugün itibarıyla dünyaya faş olan Sednaya ve başka pek çok insan mezbahası, dünya ülkelerini Suriye halkına yardım etme noktasında daha fazla sorumluluk altına sokuyor. Evet, dünya Suriye halkına olan gecikmiş borcunu mutlaka ifa etmelidir.
Bugüne kadar Baas-Esad rejimine doğrudan veya dolaylı destek verenler, on yıllar boyu milyonlarca insana cehennem hayatı yaşatan bu aşağılık rejimin ayakta kalmasına şöyle ya da böyle yardımcı olanlar, bu kirli ticaretten siyasi ve ekonomik menfaat devşirenler tarih önünde sorumludur. Bilhassa DEAŞ gibi örgütleri piyon olarak kullanıp Bölge’de emperyalist politikalar güden Amerika Birleşik Devletleri… Ve şimdi, Sednaya gibi, insan havsalasına sığmayan vahşetlerin faili olan Beşar Esad’ı koruma altına alan Rusya… “DEAŞ örgütünü kuran Barack Obama'dır” diyerek bizzat ifşaatta bulunan Donald Trump, aynı karanlık örgüt üzerinden Biden siyasetini devam ettirecek midir? Yoksa pek çok kere tekrar ettiği üzere, Suriye’den çekilecek midir? Nuri el-Maliki’yi fena hâlde şaşırtan İran bundan böyle nasıl hareket edecek? Suriye üzerinden Hizbullah’a lojistik destek hattı çöktüğü için, İran pek şaşkın. Ama Hizbullah’ın yeni elebaşı Naim Kasım, bunu “ayrıntı” olarak görüyor. Demek ki İran bu konuda yeni ve kirli tezgâhlar geliştirmeye çalışacak… İran Haşdi Şa’bi ve Hizbullah militanları vasıtasıyla, Suriye’de Esad’ın en büyük katliam yardımcısı olarak tarihe geçti!.. Ve İran, er ya da geç bu şenaatin bedelini ödeyecektir. Bunu bir kenara yazınız. Yüz binlerce kişinin katli olan Esad’ı Moskova’da koruma altına alan Vladimir Putin de bu kararın altından kalkamayacaktır.
Suriye tarihindeki bu kırılma noktası, halkının daha iyi bir gelecek inşa etmesi yönünde, büyük kolaylıklar sağlayacaktır. Yazının başlığına dönelim: Suriye halkı bu defa başaracaktır inşallah!..
“Şiddet imparatorluğu” çökerken…
7 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme: 7 Ocak 2025 00:29
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Ürdünlü mevkidaşı Eymen Es-Safedi ile ortak basın toplantısında, kitabın tam ortasından konuştu. "DEAŞ Müslüman toplumlar için zehirdir" diyerek, Batı’nın tezgâhına dikkat çekti…
Evet, bölücü terör örgütü PKK ve türevleri için alan ve zaman daralıyor… Türkiye’de, Irak’ta ve Suriye’de, küresel güçlerin destek verdiği, himaye ettiği bu kanlı taşeron örgüte karşı verilen keskin ve etkili mücadele, net olarak bir sonuca varmak üzere. Bölücü örgüt Türkiye’de bitti. Suriye’de, Dışişleri Bakanı Hakan Fidanın ifadesiyle yepyeni şartlar doğdu. “PKK’nın Kürt halkı üzerinde kurduğu şiddet imparatorluğu çökmek üzere…” Sayın Fidan’ın bu ifadesi tabir yerindeyse, kitabın tam ortasından konuşmaktır! Ürdün Dışişleri Bakanı Eymen Es-Safedi ile yaptığı ortak basın toplantısında; bölücü örgüt ve türevlerini on yıllardır gizli-açık biçimde destekleyen dış güçlere seslenen Fidan, nihai durumu şöyle özetledi: “Bölgede emelleriniz farklıysa, DEAŞ’ı bahane ederek PKK’yı güçlendirerek başka bir politikaya hizmet edilmek isteniyorsa, ona da geçit yok. Her türlü oyunu görecek ve bozacak durumdayız…” Batı’nın sözde DEAŞ ile mücadele masallarını dinleye dinleye bıktık. Bu karanlık örgütün kim tarafından ve nasıl kurulduğunu da, dünya âlem artık biliyor. Çünkü bizzat yeni seçilmiş olan ABD Başkanı Trump resmen ilan etti, dedi ki; “DEAŞ’ın kurucusu Barack Obama’dır. Yardımcısı da Hillary Clinton’dur…” Hatta Bayan Clinton için sahtekâr ifadesini de kullandı. İşte buradan devamla, Hakan Fidan DEAŞ’ın Müslüman toplumlar için bir zehir olduğu ikazında bulunuyor. Batı’ya da şu ihtarı yapıyor: " YPG’ye atfedilen gardiyanlık rolü ile DEAŞ’la mücadele bahane ve kisvesi altında, PKK/YPG üzerinden Kürt kardeşlerimiz sömürülerek, başka bir politikaya hizmet edilmek isteniyorsa, ona da müsaade etmeyiz…” Bu sebeple, şiddet imparatorluğunun çökmesinin an meselesi olduğuna dikkat çekiyor.
Ürdün Dışişleri Bakanı Es-Safedi de, “Suriye’de kuşatıcı hükûmetin kurulması hususunda hemfikiriz” diyen Hakan Fidan’ı teyit ederek şunları söyledi: “Yeni bir tarih daha yazılacak. Suriye egemenliğini alacak ve topraklarını kurtaracaktır. Her Suriyeli hukukun olduğunu görecektir, vatandaş olduğunu hissedecektir. Türkiye ile duruşumuz aynı. Yeni Suriye’yi destekliyoruz. Mutlaka hakları geri verilmeli…” Ürdün Devleti cenahından bu açıklamanın gelmesi önemli. Zira Arap âleminde, Suriye’deki yeni durumla ilgili derin tereddüt ve endişeler taşıyan ülkeler var. Bilhassa Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır… Arap Baharı diye on dört sene evvel başlatılan halk hareketlerinin hangi ülkelerde ne gibi gelişmelere kapı araladığı görüldü! Suriye’deki bu yeni durumla birlikte, kendilerine de sirayet edip tekrar 2011 Baharına dönme korkusu ciddi biçimde hüküm sürüyor. O yüzden de Suriye’deki sürecin çok dikkatli yönetilmesi elzem. Siyasi yapı ve işleyiş olarak, kırılganlığa mahkûm rejimlerin tedirginliği her daim fazla olduğu için, en ufak bir değişim talebi veya niyet işareti bu ülkelerin başkentlerinde kriz etkisi doğuruyor. Şayet Suriye’de geçiş süreci başarıyla yönetilebilirse, korku ve tereddütlerin dozu azalır ve gidişatı menfi yönde etkileyecek herhangi bir dolaylı müdahale düşüncesi ileriye götürülmez… Tabiatıyla bu hiç de kolay değil. Çünkü Batı Dünyası’nın ve özellikle İran ve Rusya’nın bu ülke üzerindeki emelleri de ortada. PKK/YPG üzerinden Suriye’nin Kuzey-Doğusunu kontrol altında tutmak isteyen Amerika’nın bitmeyen atraksiyonları ortada. İran ve Rusya, içinde bulundukları konjonktür sebebiyle geri çekilmek zorunda kaldı. Lakin bu geri çekilmeyi hiç hazmedemeyecekleri kesin. İş birlikçi rejim yıkılmış olmasına rağmen, yeni ortaklarla etkili olmak için çalışacaklardır. ABD/YPG misali ortada!
Suriye’de, Hakan Fidan’ın işaret ettiği üzere, ileriye dönük farklı hesapları bozabilecek ülke Türkiye’dir. Türkiye’de PKK’nın kendini feshetmesi için atılan adımların netice vermesi bu bakımdan hayatidir. Devlet Bahçeli’nin çağrısı ile PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın silah bırakma ve örgütün kendini feshetmesi adımları devam ediyor. İmralı’da Öcalan ile görüşen DEM Parti heyeti, siyasi partilerle görüşmeyi sürdürüyor. Şu ana kadar menfi bir hava esmedi… Ancak DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, herhâlde rol çalmak için veya en azından pişmiş aşa su katmak için çok yersiz bir çıkış yaptı. Hatimoğulları’nın dili hiç de barışa hizmet eden bir dil değil. Ortamı germek ve kendince bazılarını alttan alta tehdit etmeye dönük zehirli ifadelerin kimseye faydası yok, ama zararı çok olabilir. Her ne kadar, mevcut hâlde geçmişteki gibi herhangi bir çözüm süreci veya farklı isimle anılan bir müzakere söz konusu değil ise de, başlamış olan bu temas trafiğinin bir yol kazasına uğramaması konusunda herkes dikkatli olmalı. “Süreç” yerine daha eski kullanılan vetire kelimesini veya daha da anlaşılır olması için, safahat yani aşama aşama ilerleyen bu durumun ülkemiz yararına tamamlanması için, iyi niyetli olan herkesin ve her kurumun üstüne düşeni ifa etmesi fevkalade önemli. Tülay Hatimoğularının çok yanlış ve talihsiz biçimde yaptığı, “Kırılgan durum ya olumlu gelişir, barış olur veya negatif gelişir her yer Gazze olur…” gibi absürt benzetmeye Ahmet Davutoğlu’nun gösterdiği tepki son derece yerindedir. DEM Parti işlevsiz kalacağı endişesiyle buna benzer bozguncu çıkışlar yapma niyetinde ise, bunu derhâl terk etmeli ve gerçekçi bir tavır takınmalı. Şunu da unutmamalı; terör örgütüne sırt dayayarak siyaset yapma zemini artık sona ermiştir. “Ya silahlar gömülecek veya birileri silahlarıyla birlikte gömülecek.” Nokta!..
|
| Bugün 284 ziyaretçi (437 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|