Ukrayna vatandaşı Viktoriia Behuzlova (49) Çanakkale İl Müftülüğünde düzenlenen ihtida merasiminde Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu.
Ukrayna'nın Luhansk nufüsuna kayıtlı Viktoriia Behuzlova, 2 yıl boyunca Rusça Ku'an-ı Kerim meali okuyarak İslam dinini araştırdı. Araştırmaları sonucunda arkadaşlarının da etkisiyle Müslüman olmak isteyen Behuzlova, Çanakkale İl Müftülüğüne başvurdu.
İl Müftülüğünde düzenlenen İhtida Mersimi, İl Müftü Yardımcısı Mehmet Ali Bal'ın Kur'an-ı Kerim tilaveti ile başladı.
Merasimde İl Müftüsü Şükrü Kabukçu, İslam dini hakkında bilgiler verdi. Merasim, Viktoriia Behuzlova'nın şahitler huzurunda Kelime-i Şehadet getirmesi ve yapılan dua ile tamamlandı.
Müslüman olduktan sonra "Melek" ismini alan Behuzlova'yı tebrik eden Müftü Kabukçu, "Araştırmaları sonucunda İslam dinini inceleyen ve arkadaşlarının da etkisiyle dinimizi tercih ederek Müslüman olan kardeşimizi can-ı gönülden tebrik ediyorum. Yüce Rabbim kendisine sağlık, afiyet ve iman üzere bir hayat nasip eylesin." dedi.
Merasimin sonunda Behuzlova'ya İl Müftüsü Şükrü Kabukçu tarafından "İhtida Belgesi" ile birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarından çıkan Kur'an-ı Kerim meali ve çeşitli kitaplar hediye edildi.
.
İslam’a Giren Misyonerin İlginç Hikâyesi
Afrika’da bir misyonerin İslam ile şereflenmesine vesile olan hadise.
Bir misyoner, İslâm’la şereflenmişti. Hattâ daha sonra kitaplarımızı Fransızca’ya tercüme etti. Bu kardeşimiz, bir görüşmemizde şöyle anlatmıştı:
CAMİNİN ÖNÜNDE İNCİL DAĞITIYORDU
Ben, Afrika’da bir câminin önünde İncil dağıtıyordum. Câmiye gelip giden Müslümanlara:
“–Bakın, siz câmiye gidiyorsunuz ama esas din budur.” diyerek onları Hristiyanlığa çağırıyordum. Bana bir Müslüman geldi ve:
“–Burada bu İncil’leri teşhir ediyorsun ama, sen hiç Kur’ân-ı Kerîm’i okudun mu?” dedi. Ben:
“–Hayır, okumadım.” deyince;
“–O zaman git câmiden Kur’ân-ı Kerîm’in Fransızca meâl ve tefsirini al ve onları okuduktan sonra bu İncilleri dağıt.” dedi.
Ben de kendi kendime;
“–Doğru, İslâm hakkında düzgün bir mâlumâtım yok.” dedim ve Kur’ân-ı Kerîm’i incelemeye başladım.
KAFASINA TAKILAN MESELELER
Hristiyanlıkta kafama takılan bazı meseleler vardı. Biri günahın teselsül etmesiydi.
“Nasıl olur da Hazret-i Âdem aleyhisselâm ile Havvâ Vâlidemiz’in günahı sonraki nesillere teselsül eder, niye her insan günahkâr doğar? Bir insan başkasının günahından dolayı nasıl suçlanabilir? Vaftiz ve günah çıkarma nasıl insanı temizleyebilir? Bu mantıken nasıl olabilir?” gibi birçok soru, zihnimi meşgul ediyordu.
MÜSLÜMAN OLUNCA EVDEN KOVULDU
Kur’ân-ı Kerîm’in sayfalarını çevirdikçe kalbimi ve zihnimi kurcalayan daha pek çok sorunun cevaplarıyla karşılaştım. Çok etkilendim ve Müslüman olmaya karar verdim.
Sonra eve gittim. Hanımım da misyonerdi. Kararımı açıklayınca bana bağırıp çağırdı; “Senin içine şeytan girmiş!” dedi. Beni evden kovdu. Ben de teşkilâta gittim ve Müslüman olduğumu söyleyip misyonerlik vazifemi bıraktığımı bildirdim. Bana;
“–Sen aklını mı kaçırdın? Seni bir psikiyatriste gönderelim.” dediler. Ben de;
“–Bilâkis şimdi aklım başıma geldi.” dedim.
Hanımı iknâ ederim ümidiyle tekrar eve gittiğimde, eşyalarımı kapıda buldum. Afrika’da bir garip gibi kalıvermiştim.
İSLAM RUHA HUZUR VERİYOR
İşte hidâyet yolculuğunu bize böylece hulâsa eden bu kardeşimize sordum:
“–Bugün Hristiyanlığın içi boşaldı; doğru-dürüst bir akîde, ibadet, muâmelât, ukûbat yok, âdeta bir tabela dîni hâline geldi, ismi var cismi yok, cemaatsiz kalan kiliseler satışa çıkarılıyor. Evet, belli bir zümrede İslâmiyet’e yöneliş oluyor ama bu niye büyük kitleler hâlinde gerçekleşmiyor?”
Dedi ki:
“–Çünkü İslâm rûha huzur veriyor ama tatbikâtı için de bazı gayret ve fedakârlıklar gerekiyor. Hristiyanlık ise bomboş! Ne doğru dürüst bir ibadet hayatı var, ne de günahları önleyici herhangi bir müeyyidesi. Her şey serbest.
Müslümana ise günde beş vakit namaz var, sonra oruç var, zekât var, infak var, cömertçe paylaşmak var. Bunun yanında içki, kumar, iffetsizlik yasak; ahlâkî, ticarî, hukukî hükümler var.
Bunların hiçbiri bugünkü Hristiyanlık’ta yok. Bu da nefse hoş geliyor…”
Bu gerçeğe rağmen, hakikî saâdeti arayan ve sırât-ı müstakîme tâlip olan nice insan, dünyanın bir ucunda da olsa İslâm’ı araştırıyor, inceliyor, onun dünya nizâmındaki üstünlüğü, hayat ve kâinâtı îzah tarzındaki mükemmelliği görerek hidâyetle şerefleniyor.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları
Endonezya İslam’a Nasıl Girdi?
Endonezya nasıl Müslüman oldu? Endonezya’nın Müslüman olma hikayesi.
Gönlü İslâm’ın güzellikleriyle yoğrulmuş, kumaş ticâreti ile uğraşan Müslüman bir tâcir, günün birinde kumaşlarını bir gemiye yükleyerek Endonezya’ya gider ve oraya yerleşerek ticaretine devam eder.
ENDONEZYA NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Hazret-i Ömer radıyallâhu anh, yanında bir kimse medhedildiği zaman, medhedene üç şeyi, yani:
“–Sen onunla hiç komşuluk, yolculuk veya ticâret yaptın mı?” diye sordu.
Muhâtabı üçünü de yapmadığını söyleyince:
“–Sanırım sen onun câmide Kur’ân okurken başını salladığını gördün!” dedi. Adamın da “‒Evet, öyle.” demesi üzerine Hazret-i Ömer radıyallâhu anh:
“–O zaman fazla medihte bulunma! Zira ihlâs, kulun başını sallamasında değildir.” buyurdu.
Getirdiği kaliteli kumaşlar tam da halkın aradığı cinstendir. Kendisi ise kanaat sahibi bir mü’min olduğundan; “Varsın kazancım az olsun, lâkin temiz ve helâl olsun.” düşüncesindedir. Bu sebeple gabn-i fâhiş denilen, bir malı değerinin çok üstünde satmaya hiç meyletmez. Kısa zamanda zengin olma hayal ve hırsına kapılmaz.
İşe geç geldiği bir gün, tezgâhtarın sattığı mallardan çok yüksek bir kâr elde ettiğini görür ve bunun üzerine tezgâhtar ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“–Hangi kumaştan sattın?”
“–Şu kumaştan efendim.”
“–Kaça sattın?”
“–On akçeye.”
“–Nasıl olur? Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Adamcağızın bize hakkı geçmiş. Görsen tanır mısın onu?”
“–Evet, tanırım!”
“–O hâlde hemen git ve o müşteriyi buraya getir. Onunla vakit kaybetmeden helâlleşmem lâzım.”
Tezgâhtar gider, müşteriyi bulup getirir. Dükkân sahibi, müşteriyi karşısında görür görmez, kendisinden helâllik ister ve tezgâhtar tarafından alınan fazla parayı da müşteriye uzatır. Müşteri ise daha evvel hiç karşılaşmadığı bu güzel muâmele karşısında büyük bir hayret içindedir. Kendi kendine; “Hakkını helâl et?” cümlesinin mânâsını kavramaya çalışır.
Bu hâdise, kısa sürede dilden dile dolaşır. Çok geçmeden de kralın kulağına kadar ulaşır. Sonunda kral, kumaş tüccarını saraya çağırır ve:
“–Sizin yaptığınız bu davranışı biz daha önce ne duyduk, ne de gördük!.. Sizin bu hâliniz, bize bir muammâ oldu. Bunu bize îzah eder misiniz?” diye sorar.
Tüccar ise kemâl-i edeple:
“–Ben bir Müslümanım. İslâm’da mülk, Allâh’ındır. Kul sadece bir emanetçidir. Ayrıca İslâm’da haksız kazanç, fâiz, istismar, gabn-i fâhiş (kandırmak sûretiyle değerinin çok üstünde satış yapmak) ve toplumun zararına olan bütün satışlar yasaktır. Bu alışverişte ise müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram karışmıştı. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.” diyerek cevap verir.
Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem buyurur:
“Allah, sizden önce yaşamış olan bir kimseye rahmetiyle muâmele etti. Çünkü bu adam sattığında, aldığında, borcunu istediğinde (kabalık ve sertlik değil, anlayış ve) kolaylık gösterirdi.” (Tirmizî, Büyû, 75/1320)
Bunun üzerine kral:
“–İslâm nedir, Müslüman olmak neyi gerektirir?” gibi soruları peş peşe sıralamaya başlar.
Tüccar da soruları birer birer, tatlı bir üslûpla cevaplandırır.
Böyle bir dînin varlığını bu vesîleyle ilk defa duyan kral, fazla vakit geçirmeden İslâm ile şereflenir. Daha sonra kısa bir müddet içinde halk da müslüman olur.[1]
İşte dünya devletleri içinde -yaklaşık 250 milyonluk- en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip olan bugünkü Endonezya’nın İslâm’ı kabul etmesindeki sır, belki de sadece bu beş akçelik kumaş ticâretinde sergilenen İslâm ahlâkıdır. Müslüman tâcirin yaptığı şey ise:
İslâm şahsiyet ve vakarını temsil ederek İslâm’ın güler yüzünü ve gönül dokusunu fiilen sergilemektir.
Dipnot:
[1] Mehmet Paksu, Îman Hayata Geçince.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Para ile İmtihanı, Erkam Yayınları
Roger Garaudy Nasıl Müslüman Oldu?
Roger Garaudy, İslam’ı nasıl seçti? Fransız düşünür ve yazar Roger Garaudy’in İslam’a girmesine vesile olan hadise...
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi bir hatırasını anlatıyor...
ROGER GARAUDY NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Roger Garaudy yıllar önce İstanbul’a gelmişti. Yıldız Sarayı’nda bir konferans veriyordu. O konferansta hasbelkader ben de bulundum. Garaudy’ye:
“‒Sizi önce Hristiyan, ardından Komünist olarak görüyoruz. Şimdi Müslümansınız. Hindistan dolayına doğru da bir seyahat yapacak mısınız?” diye kinâyeli bir soru sordular. O da:
“‒Anlatayım.” dedi.
“Ben Hristiyandım. ABD’deki büyük kartellerin fiyatları sabit tutmak için milyonlarca ton sütü döktüklerini, milyonlarca ton buğdayı yaktıklarını görünce, bu vicdansızlık beni Komünizme itti. Baktım Komünizm de kuru, hiçbir mânevî tarafı yok. Hristiyanlık ile komünizm arasında bir köprü kurmaya çalıştım, ama olmadı.
O dönemlerde Fransızlar benim öldürülmemi istiyorlardı. Cezâyirli Müslüman bir askerin yardımıyla bu tehlikeden kurtuldum. Bilâhare o Müslüman askeri buldum.
«‒Fransız subayı benim vurulmamı istemişken, beni neden kurtardın?» diye sorduğumda;
«‒Ben Müslümanım, Allâh’ın verdiği canı bilmeden kıymaya râzı olmam. Bunun uhrevî mesʼûliyetinden korkarım.» dedi.
Ben o zamana kadar İslâm’ı bir aşîret dîni zannediyordum. Bu hâdise benim İslâm’a yönelmeme vesîle oldu. İktisatçı olduğum için İslâm iktisâdî yapısını da inceledim. Fâiz nedir, komünizmde nasıldır, İslâm’da nasıldır, nereye kadar yasaktır, hudutları nelerdir? Bu gibi hususları inceledim.
(Bilâl-i Habeşî radıyallâhu anhʼı kastederek) Bilâlʼin bir hadisi beni selâmete çıkardı. Bilâl, Allah Rasûlüʼne güzel bir hurma götürür. Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem;
«‒Bunu nereden buldun?» diye sorunca Bilâl de;
«‒Bizde âdî hurma vardı. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellemʼin yemesi için ondan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık.» der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem;
«‒Eyvah! Bu ribânın / fâizin ta kendisi, sakın öyle yapma! Şayet iyi hurma satın almak istersen elindekini ayrıca sat; sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al.» buyurur. (Müslim, Müsâkât, 96)
Gördüm ki Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem, fâize açılan her kapının anahtar deliğini bile kapatmış. Bu durum beni İslâm’ı daha çok tedkik etmeye sevk etti.
İslâm’da iktisat nedir, sorusunun cevaplarını ararken orada büyük bir dehâ ile de karşılaştım. O dehâ Ebû Hanîfe idi. Ne yazık ki bugün Ebû Hanîfe’nin dehâsını Müslümanlara ben anlatıyorum. İslâm dünyası daha Ebû Hanîfe’yi lâyıkıyla tanımıyor.” dedi.
Velhâsıl, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimizʼin İslâm iktisâdî hayatında da hiçbir tâvizi olmadı. Mü’minler olarak bizler de İslâmʼı bütün muhtevâsıyla yaşamaya mecburuz.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Para ile İmtihanı, Erkam Yayınları
İtalya'dan Siirt'e Uzanan Hidayet Hikayesi
İtalya uyruklu Stawan, Brüksel'de edindiği arkadaşları sayesinde Müslüman olmaya karar verdi. Evliyalar şehri Siirt'e taşınan Stawan, adını 'Yasin' olarak değiştirecek.
İtalyan 32 yaşındaki Stawan Stefano, Milano'da yaşarken, üniversiteyi tamamladıktan sonra Belçika’nın başkenti Brüksel’e yerleşti.
Stawan Stefano, burada tanıştığı Türk, Faslı, Afgan ve Pakistanlı arkadaşları sayesinde Müslümanlığa ilgi duymaya başladı.
Onların yaşantısına özenen ve İslamiyet’i araştıran Stawan, daha önce televizyondan ya da medyadan duyduklarının aksine bir din olduğunu görünce Müslüman olmaya karar verdi.
8 yıl önce Müslüman oldu
2014’te İslamiyet’i seçen Stawan, daha sonra Türkiye’ye geldi. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Portekizce ve Arapça gibi 8 dil bilen Stawan, Antalya, Isparta ve daha sonra da Bursa’da tercümanlık yaparak geçimini sağladı.

Evliyalar şehrine taşındı
Stawan'ın 2 yıl önce evlendiği Vanlı eşiyle, 6 ay önce Meryem adını verdikleri bir kızları oldu. İslamiyet’i daha iyi anlamak için bir süre önce evliyalar şehri olarak bilinen Siirt’e eşi ve kızıyla yerleşen Stawan, burada yine tercümanlık yapmaya başladı.
İslamiyet’i seçmeden öne televizyonda izledikleriyle Müslümanlık hakkında farklı fikirleri olduğunu belirten Stawan Stefano, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Arkadaşlarım adımı Yasin koydu"
“Mesela erkekler kadınları dövüyor diye çok düşündüm. Faslı, Afgan, Pakistanlı ve Türk arkadaşlar edindim, hakikatı gördüm. Türkiye’de Antalya, Isparta ve Bursa gibi şehirlerde yaşadım. Daha sonra Siirt’e yerleştim. 1 yıl sonra Türk vatandaşı olacağım. Halen kimliğimde Stawan olarak yazıyor. Buradaki arkadaşlarım benim adımı 'Yasin' koydular.

"Annem benden ötürü Müslüman oldu"
Şu anda ailem Hristiyan ancak annem benden ötürü Müslüman oldu. Anneme Müslümanlığı öğrettim. Babam ve kardeşim hala Hristiyanlar. Kur'an-ı Kerim’i okudum. Çok etkilendim ve böyle Müslüman olmaya karar verdim. Bu benim için büyük bir karardı. Türkiye’de eşim ile tanıştım kendisi Vanlı. Şu an 6 aylık bir kızımız var. Mutlu bir şekilde hayatımızı sürdürüyoruz. Bursa’da bir evimiz var bu evi sattıktan sonra Siirt’e tamamen yerleşmeyi hedefliyorum. Kiralık bir evde yaşıyoruz. İş olarak ise tercümanlık yapıyorum. İnternet ortamında öğrencilere İngilizce ve İtalyanca ders veriyorum. Geçimimi bu şekilde sağlıyorum."
.
İyi Niyetin Önemi ve Etkisi
İyi niyetin önemi ve insan üzerinde ki etkisi nedir? İyi niyetle yapılan her amelin kıymeti farklıdır. İşte iyi niyetle yapılan ameller sonucu meydana gelen ibretlik hadiseler...
“Vaktiyle bir adam;
«–Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi.
Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu. Ertesi gün belde halkı;
«–(Hayret!) Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı.
Adam;
«–Allâh’ım! Sana hamdolsun. Ben bugün de bir sadaka vereceğim.» dedi.
Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk;
«–(Olur şey değil!) Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı. Adam;
«–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlaka yine sadaka vereceğim.» dedi.
(O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk;
«–(Bu ne iştir!) Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı.
Adam;
«–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verebildiğim için Sana hamd olsun.» dedi.
(Bu ihlâsı sebebiyle) uykusunda o adama;
«–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe, belki yaptığından pişman olup iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.” (Buhârî, Zekât, 14)
Sadaka vermeye azmeden, gönlündeki hâlisâne ve samimî niyetle tasaddukta bulunan kişi; zâhiren verilmemesi gereken yerlere verdiği hâlde, Allah onu isabet ettirmiştir.
SİGARA PARASI VAR MI?
Bu hikmet ve hakikatin bir benzerini de, Sâmi Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin şu hâtırasında görmekteyiz:
Bir Anadolu yolculukları esnasında, bir kişi otomobilin önüne çıkarak Hazret-i Pîr’den sigara parası ister.
Bazı yol arkadaşlarının muhalefetlerine rağmen, Sâmi Efendi Hazretleri;
“–Mademki istiyor vermek lâzım!” diyerek hiç düşünmeden etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında adamın istediği parayı uzatıverir. Sevinçle parayı alan fakir, bir anda niyetini değiştirip;
“–Şimdi gidip bununla ekmek alacağım.” diyerek oradan ayrılır.
İşte Allah için ihlâsla verilen bir sadakanın muhatabında meydana getirdiği müsbet tesir!..
Niyet hayır ise âkıbet hayır olur.
Niyet hayırlı ise, Allah kula bilmediklerini de öğretir.
Hayırlı niyet, amellerin gidişâtına mânen rehberlik eder.
Hazret-i Mevlânâ, niyet ile amel arasındaki irtibatı şu misalle anlatır:
“Buradaki amel defterlerimiz, hayâlîdir, gizlidir. Büyük mahşerde ise o defterler, apaçık meydana çıkacak. Bu hayal burada gizlidir. Eseri görünmez. Fakat bu hayal orada sûretlere bürünür.
Mühendise bak, yere tohum eker gibi gönlüne bir ev yapma fikrinin, hayalini kor. O hayal içten gelir, dışta belirir, bir ev olur. Âdetâ yerden tohumların baş kaldırdıkları gibi, dışarıya çıkar, görünür. Gönülde yer tutan her hayal, mahşer günü bir sûrete bürünüp görünecektir.
O mühendisin gönlünde kurduğu hayali; tohum bitirme kabiliyetindeki bir yere ekilmiş, orada yeşermiş, yetişmiş bir nebat say.”
Kaynak: Yüzakı Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Ağustos, Sayı: 162
.
Gezmek İçin Gittiği Sultanahmet Camisi, Arjantinli Buzarquis’in Müslüman Olmasına Vesile Oldu
Arjantinli psikolog Abel Buzarquis, bir arkadaşının tavsiyesiyle 5 yıl önce gezmek için gittiği İstanbul’da Sultanahmet Camisi’nde yaşadığı atmosferden etkilenerek Müslüman oldu.
Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te, ülkenin en prestijli üniversitesi Buenos Aires Üniversitesinde hukuk psikolojisi dersi veren 50 yaşındaki Buzarquis, Müslüman olma sürecini anlattı.
Buzarquis, Lübnan kökenli Katolik bir aileden geldiğini ve çocukluğundan bu yana dini meseleleri sorguladığını belirterek, “Komünyona katılmak için gittiğimde beni bir Katedralden kovdular. 9 yaşındayken onlara rahiplerin niye evlenmediğini, çok altınları olmasına rağmen yoksullara niye yardım etmediklerini, niye bizim onlara yardım etmemiz gerektiğini sordum. Babamı aradılar, anneme tuhaf fikirlerim olduğunu ve bu fikirleri bırakana kadar geri dönemeyeceğimi söylediler ve komünyon için kiliseyi değiştirdiler.” dedi.
“TÜRKİYE BENİM İÇİN SADECE GİDİŞ SEYAHATİYDİ, ORADAN HİÇ DÖNMEDİM”
Türkiye’ye gitme fikrinin, 5 yıl önce İspanya’ya eğitim almaya gideceği dönemde bir arkadaşının, uçak biletini Türk Hava Yolları’ndan İstanbul aktarmalı almasını tavsiye etmesiyle ortaya çıktığını söyleyen Buzarquis, Eylül 2017’de yaptığı Türkiye ziyareti için şunları söyledi:
“Bu benim için tek yönlü bir yoluculuktu, galiba hiç dönmedim, kalbim orada kaldı. İstanbul’a geldiğimde dil bilmiyordum, 20-25 yıldan beri İngilizce konuşmuyordum. En ilginç yanı da kendimi hiç yabancı gibi, yabancı bir yerde gibi hissetmedim.”
“EZANI İLK DUYDUĞUMDA HAVA SALDIRISI ZANNETTİM”
Buzarquis, Türkiye hakkında kendisine söylenenler nedeniyle ilk kez ezan dinlediğinde yaşadıklarını şu şekilde anlattı:
“İlk kez ezanı işittiğimde, yemek yiyordum, çok garipti çünkü o an Türkiye ‘zor bir ülke’ diyenlerin söylediklerinin etkisindeydim. İlk kez ezanı hoparlörlerden duyduğumda, durdum ve ‘hava saldırısı’ dedim. Etrafıma bakıyordum acaba ne olacak diye. Yemek tabağını aldım elime etrafıma bakıyorum. Sonra fark ettim ki insanlar gayet sakin, normal bir şey, hiçbir problem yok. ‘Bu bir hava saldırısı değil, bu bir bomba değil, bu bir problem değil’ dedim ve sokakta oldukça sakin şekilde yürüyen insanlara baktım. O zamana kadar hayatımda hiç ezan sesi duymamıştım, ilk kez Türkiye’de duydum.”
“ÇOK UZUN ZAMAN ÖNCE KAYBETTİĞİM BİR ŞEYİ BULMAM GİBİYDİ”
Buzarquis, hidayet bulmasına vesile olacak Sultanahmet Camisi’ne ilk gittiğinde kıyafetleri nedeniyle içeri giremediğini ertesi gün tekrar gittiğini aktararak orada hissettiklerini şöyle ifade etti:
“İnsanlar gelip geçiyordu. Ben kendimi garip hissetmeye başladım. Sanırım tam kelime bu olurdu, garip bir şekilde garip. Gelen geçen insanları görüyordum, ben de her şeye bakıyordum, sanki bütün hayatım boyunca orada bulunmuş gibiydim. Yürürken kendimi garip hissettim ve ağlamaya başladım hem de çok. Bu bir üzüntü, keder veya acıyla gelen bir ağlama değildi. Bir huzur ağlamasıydı. Çok uzun zaman önce kaybettiğim bir şeyi bulmam gibiydi.”
Sultanahmet Camisi’nde yaşadığı atmosferi anlatırken duygulanan Buzarquis, “O an çok huzurlu hissettim, bir adam geldi, omzuma dokunup beni çitlerin arkasında götürdü. Yeniden ezan okunuyordu ve turistleri çıkarmaya başladılar. Beni çitin arka kısmında bıraktılar. Hepi topu tahtadan bir çitti, sadece kapısını açsam yeterdi ama sanki beni bir uçurum ayırıyormuş gibi geldi bana.” diye konuştu.
Buzarquis, 4 günlük Türkiye ziyaretinden 10 gün sonra tekrar İstanbul’a gittiğini belirterek hala Türkiye’de görüştüğü kişilerin bulunduğunu söyledi.
ARJANTİN’E DÖNÜP İSLAM’I ARAŞTIRMAYA BAŞLADI
Buzarquis, Arjantin’e döndükten sonra İslam’ı araştırmaya başladığını aktararak “Kalbim huzursuzdu, sadece müzik dinlediğimde rahatlıyordum. Müzik arattıkça öneriler geliyordu ve öneriler arasında ezan çeşitleri ve Kur’an tilaveti vardı. Onların ne olduğunu bilmiyordum, evden çıkıp işe gidene kadar beni rahatlatan şey buydu. Sonradan onların müzik olmadığını fark ettim.” ifadelerini kullandı.
Ülkesine döndüğünde patronuna Türkiye seyahatini anlatan Buzarquis, “Ona iyi ve mutlu olduğumu söylüyordum ama tekrar gitmek istiyordum, burada kalmak istemiyordum. Çünkü kalbimde bir şeyin eksikliğini hissediyordum. Ne olduğunu anlamıyordum, ben o camide, o sokaklarda bulduğum huzura ihtiyacım olduğunu hissediyordum.” dedi.
Yaklaşık iki ay araştırdıktan sonra Buenos Aires’teki camilere gitmeye başladığını söyleyen Buzarquis, gittiği camide Arapça öğrenmeye başladığını ve bu vesileyle cami imamına İslam hakkında sorular sorduğunu anlattı.
“ZEKATI ANLATTIKLARINDA ‘BENİM ARADIĞIM CEVAP BU’ DEDİM”
Buzarquis, kısa sürede haftada 3 gün camiye gitmeye başladığını söyleyerek “Bana namazı ve zekatı anlattılar. Zekatı anlattıklarında, kendi kendime ‘Benim aradığım cevap bu’ dedim, insan başkalarına yardım edebilir.” diye konuştu.
İslam’ı kabul etmesini Buzarquis, şöyle anlattı:
“Şehadet getirmeden önce namazlara dahil olmaya başladım. Bana soruyorlardı ‘Şehadet getirdin mi diye, niye getirmedin?’ diye. Ben onlara ‘Kalbim benzin deposu gibi doluyor, o zamanlar yüzde 60’taydı, yüzde yüze geldiğinde şehadet getireceğim’ diyordum. Ocak ayının ortalarına kadar böyle devam ettim. Sonra bir gün nasıl şehadet getirildiğini, nasıl Müslüman olunduğunu sordum, ve tamamdır, artık depo doldu. 2018 Ocak ayıydı şehadet getirdim. Çok şükür Müslüman olarak Türkiye’ye dönebildim ve tüm namazlara katıldım.”
Buzarquis, Müslüman olarak Türkiye’ye dönmenin farklı bir tecrübe olduğunu ve çok cami olduğu için namaz kaçırmaktan endişelenmediğini söyledi.
“TÜRKİYE’NİN İÇİNE ÇEKTİĞİNİZ HAVASINDA İSLAM VAR”
Buzarquis, içine Müslüman olma hissini düşüren Türkiye tecrübesi için şunları söyledi:
“Bu sanki, Müslüman olarak yaşamanın ne olduğunu hissetmek gibiydi, bana olan şey buydu. Türkiye’nin içinize çektiğiniz havasında İslam var. Bir parfüm gibi, onu görmüyorsun ama kokluyorsun. Benim için bu çok güçlü bir şeydi. Türkiye’ye döndüğümde Sultanahmet’e tekrar gittim, camiye girdiğimde göz yaşlarıma hakim olamadım, tam anlamıyla bana daha önce olan şeyin aynısı oldu. Sanki eve dönmek gibiydi. Sanki kaybolmuşsun da bir gün evine dönmüşsün ve herkesi bıraktığın gibi bulmuşsun.”
Müslüman olduktan sonra mesleğini icra ederken İslam’dan faydalandığını aktaran Buzarquis, bir psikolog olarak İslam’ın kendisinin bakış açısını genişlettiğini söyledi.
Buzarquis, sürekli takke kullanma sebebini, “Müslüman olmaktan mutluluk duyuyorum ve bunun görünür bir şey olmasını istiyorum. Davranışın yanı sıra, görünür, tanınabilir bir şeye sahip olmak, beni farklı bir konuma getirdi. Bugün fakültede de biliyorlar hukuk psikolojisi hocası Müslüman ve birçok kez bana soru soruyorlar.” sözleriyle açıkladı.
Müslüman olduktan sonra Abdulcelil ismini aldığını anlatan ve 2019’da hac ibadetini yerine getiren Buzarquis, “Sanırım Müslüman olmak günümüzde çok daha fazla değerli. Kat edilmesi gereken çok yol var. Bizim sorumluluğumuz mesajı iletmek.” ifadelerini kullandı.
Kaynak: AA
Resim Yaparken Hidayet Bulan Rum Ressam
Hazret-i Mevlânâ’nın resmini yapmaya çalışmasıyla bilinen Aynü’d-devle adlı Rum ressamın ibretlik hidayet öyküsü...
Hazret-i Mevlânâ’nın resmini yapmaya çalışmasıyla bilinen Aynü’d-devle adlı Rum ressam da, Hazret-i Mevlânâ’nın hikmet dolu irşâdıyla, hidâyete nâil olmuştu.
Anlatılır:
İstanbul’da bir levha üzerinde Meryem ve İsa’nın çok müstesnâ bir resminin bulunduğunu işiten Aynü’d-devle, bir yolunu bulup görmeye gitti. Hayran olduğu o resimleri bir fırsat bulup kaçırdı. Konya’ya dönünce, Mevlânâ;
“–Nerelerde idin?” buyurdu.
Aynü’d-devle, resmin hikâyesini olduğu gibi anlattı. Hazret-i Mevlânâ, resmi görmek istedi. Aynü’d-devle resmi getirdi.
Hazret-i Mevlânâ, resmi inceledikten sonra şu sırlı sözleri söyledi:
“–Bu iki güzel resim;
«–Aynü’d-devle’nin bize olan sevgisi samimî değildir, o, yalancı bir âşıktır!» diyorlar.”
Bunun üzerine Aynü’d-devle;
“–Bu nasıl olur?” dedi.
Hazret-i Mevlânâ şöyle cevap verdi:
“–Onlar diyor ki:
«Bizim hiç uyku ve yiyeceğimiz yoktur. Geceleyin dâimâ ayaktayız ve gündüzleri de oruç tutuyoruz. Aynü’d-devle ise; bizi bırakıp geceleyin uyuyor, gündüz de yiyor ve asla bize uymuyor!»”
Aynü’d-devle;
“–Onlara uyku ve yemek içmek tasavvur edilemez. Ayrıca dilleri ve konuşmaları da yoktur. Onlar, cansız resimlerdir.” dedi.
Mevlânâ Hazretleri muhatabına bu itirafı yaptırdıktan sonra şöyle buyurdu:
“–Bu kadar sanatlı ve canlı bir resim olan sen, bütün varlığı eşsiz bir şekilde yaratıp tasvir etmiş olan bir Nakkâş-ı Ezel’in eserisin.
Senin, Yaratıcı’nı bırakıp da cansız ve mânâsız bir resme âşık olman doğru mudur? O habersiz şekillerden ne elde edilir ve sana ne gelir?”
Aynü’d-devle derhâl tevbe edip baş koydu ve müslüman oldu. (Âriflerin Menkıbeleri, I, 489-490)
Hak dostları, dâimâ rahmet insanı olmuş, merhamet tevzî etmişlerdir. Dâimâ gönül almış ve gönülleri incitmemeye büyük titizlik göstermişlerdir. Bu hasletin güzel bir örneği şöyledir:
Mevlânâ Hazretleri, müridleriyle beraber Ilgın Kaplıcaları’na gider. Hamamcı, o anda havuzda yıkanmakta olan cüzzamlıları dışarıya çıkarmak için telâşa kapılır.
Mevlânâ Hazretleri ise, buna mânî olur. Hemen kendisi de cüzzamlıların olduğu havuza girer. Bu merhamet ve tevâzu karşısında cüzzamlılar feryâd ederek ağlamaya başlarlar. Bu hâli seyredenler de, bu Muhammedî ahlâk karşısında kendilerinden geçerler. (Âriflerin Menkıbeleri, I, 339-340)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Aralık, Sayı: 202
Robert Davila’nın Hidayet Hikayesi
Amerika’da yaşayan, 30’lu yaşlarda genetik bir hastalık nedeniyle vücudu felç olan Robert Davila’nın hidayet hikayesi…
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“…Allah kime hidayet ederse, işte o hakka ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın.” (Kehf, 17)
Resûlullah (s.a.v.) buyurdular:
“Ben ancak Peygamberim. Hidâyet benim elimde değildir. Hidâyet elimde olsaydı yeryüzündeki herkes îmân ederdi. İblis de ancak kötülüğün süsleyicisidir. Dalâlet onun elinde değildir. Dalâlet onun elinde olsaydı yeryüzündeki herkes dalâlete düşerdi…” (Münâvî, II, 571)
ROBERT DAVİLA’NIN HİDAYET HİKAYESİ
Amerika’nın kiliselerle dolu bir kasabasında, otuzlu yaşlarda genç bir çiftçi olan Robert Davila, genetik bir hastalığı ortaya çıkarak boynundan aşağısı felç kalır. Hâlen kalmakta olduğu bakımevinde, oda arkadaşı ile Allah Teâlâ’dan bahseden sohbetleri olur.
Robert’ın âilesi, dinlerine bağlı bir Hıristiyandır ve her hafta bir rahip bakımevine gelip duâ etmektedir. Ölen oda arkadaşından hâtıra kalan bir haç işaretli kolye, yatağının baş ucunda asılıdır. Bir gece, Robert rüyasında birisini görür. Bu kişi, isminin “Muhammed (s.a.v.)” olduğunu söyler ve haç işaretini göstererek der ki:
“-Allah, kendilerine ibadet edilsin diye elçiler, Peygamberler göndermez. Allah, elçiler gönderir ki, böylelikle siz Allâh’a ibadet edesiniz. Ve Îsâ (a.s.) da bir insandı, çarşı pazarda dolaştı, yiyecek yedi.”
Rüyası böylece biter Robert’ın... Uyandığında tek bildiği, rüyasında öğrendikleridir. Âilesinin onun için aldığı, ses düzeneği ile çalışan bilgisayarı ile internete girebilen Robert, “Muhammed (s.a.v.) kim?” diye araştırır. İslâm Dîni’ni bulup Müslüman olur.
Daha sonra, chat ortamında kendisine Kur’ân-ı Kerîm’i öğretecek birisini arar. Skype üzerinden, Mısırlı bir kardeşten Kur’ân-ı Kerîm öğrenir. On tane sûre ezberler, gözleri ve ağzı dışında hiçbir yerini oynatamayan o felçli hâliyle namazlarını kılmaya başlar, Kur’ân’ı anlamak için videolar izler… Hattâ bir gün sesli bir şekilde Kur’ân okurken, bakımevine gelen tamirci bir Müslümanın kendine gelmesine vesîle olur. Çünkü bu kişi, câmi uzak diye gitmediği gibi, hissettiği boşluğu kiliseye giderek gidermeye çalışmaktadır. Kiliselerle dolu bir Hıristiyan kasabasında, başucundaki haç işaretini bile kaldıramayacak durumda felçli olan Robert’ın hidâyeti, onda şok etkisi yapar.
Hikâye, ana hatlarıyla böyle… Rabbimizin izni ve lûtfu oldukça, imkânsız diye bir şey nasıl olabilir ki zaten?
Kaynak: Didar Meltem Erdem, Bir Arz-ı Hâl, Şebnem Dergisi Aralık-2016
Hz. Mevlana’dan Etkilenen ABD’li Katolik Papaz Müslüman Olup Konya’ya Yerleşti
ABD’li Katolik papaz Prof. Dr. Craig Victor Fenter, Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri’nden ve öğretilerinden etkilenip İslamiyet’i seçerek “İsmail” adını aldı.
ABD’nin Kuzey Karolina eyaletinde 1955 yılında dünyaya gelen ve Los Angeles’ta büyüyen Fenter, ailesinin isteğiyle Katolik okuluna giderek papaz oldu.
Yaklaşık 10 yıl görev yapan Fenter, bu süreçte aldığı akademik eğitiminin sonunda profesör olarak üniversitelerde de din eğitimi verdi.
HZ. MEVLANA’DAN ETKİLENEN AMERİKALI PAPAZ MÜSLÜMAN OLDU
İnancıyla ilgili aldığı eğitime rağmen içinde bir boşluk hissetmeye başlayan ve arayışlara giren Fenter, 2004 yılında bir program için ABD’ye giden Hazret-i Mevlana’nın 22. kuşak torunu Esin Çelebi Bayru ile tanıştı. Mevlana ve İslam ile ilgili ilk bilgileri almaya başlayan Fenter, Bayru’nun daveti üzerine 2005’te geldiği Konya’da Şeb-i Arus törenlerini izledi.
Anlatılanlardan ve sema ayini şerifinden, törenlerdeki manevi atmosferden çok etkilenen Fenter, yaşadıklarının etkisiyle 2006 yılında Müslümanlığı seçti.
Törenlerde tanıştığı “Mevlevi dedesi” Nadir Karnıbüyük’ten de İslam ve Mevlevilik hakkında dersler alan Fenter, Mevlana’ya daha yakın olmak ve Mevleviliği daha iyi yaşayabilmek için iki ay önce Konya’ya yerleşti.
Papazlıktan İslam’a geçiş sürecini İsmail Fenter, çocukluğundan itibaren iyi bir Hristiyan olarak yetiştirildiğini söyledi.
Her pazar kiliseye gittiklerini, kuzeninin de kilisenin papazı olduğunu ifade eden Fenter, “Din, ailem için çok önemliydi. Büyükannem benden papaz olmamı istiyordu. Rahipliği öğrenmek için ruhban okuluna gittim.” dedi.
Fenter, okulda hep Allah’ın, Hazret-i İsa’nın anlatıldığını ancak birçok şeyin kendisine mantıklı gelmediğini vurgulayarak şöyle devam etti:
“Allah’a inanıyordum ama bir şeyler doğru değildi. Daha sonrasında da öğrencilerime öğretmeye çalıştığım bilgiler bana hiç mantıklı gelmiyordu. Bu nedenle hayatımın büyük bölümünü arayışla geçirdim. Ruhban okulunda ders veriyordum ama öğrettiklerime inanmıyordum. Bir süre sonra ‘bunu artık yapamam’ dedim ve papazlığı bırakıp kiliseden ayrıldım. Ailemin yanına California’ya döndüm ve müzikle ilgilenmeye başladım. Müziğin içinde çok şey vardı ama kalbim boştu. İnsanların alkışları harikaydı ama bir şey eksikti.”
Bir öğretmeninin tavsiyesiyle, San Fransisco’ya gelen Mevlana’nın torunu Esin Çelebi Bayru ile tanıştığını dile getiren Fenter, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Sufilerin toplandığı eve gittim ve yanında çevirmeniyle bir kadın geldi. Kim olduğunu bilmiyordum ama o Mevlana’nın soyundandı. Bu kadın Esin Çelebi’ydi. Dinledim ve duyduklarım hoşuma gitti. Hayatım boyunca onu arıyormuşum gibiydim. Ona, ‘Kendimi okyanusun dibinde hissediyorum ve hazinenin nerede olduğunu bilmiyorum’ dedim. Bana, ‘Aradığın için hazineyi zaten buldun’ dedi. Bu cümle beni çok etkiledi. Sonra Bayru’nun daveti üzerine 2005 yılı aralık ayında Konya’ya gelerek Şeb-i Arus törenlerini izledim.”
“DUA ETMEM İÇİN BENİ ÇAĞIRDI”
Fenter, semazenleri izlediği sırada “özel” bir şeyler hissettiğini belirterek, Konya’da bulunduğu günlerde Mevlana Müzesi’ne de gittiklerini aktardı.
Sabah namazı vaktinde müzeyi gezdikleri sırada Mevlevi dedesi Karnıbüyük’ün kendisini yeşil kubbenin yanındaki niyaz penceresine götürdüğünü ve nasıl dua yaptıklarını anlattığını dile getiren Fenter, şöyle konuştu:
“Burada dua etti. Durup onu izledim ve dua ettiği sırada etrafa baktım. Her yerde kar vardı ve sağımda karın tam ortasında kırmızı bir gül vardı. Sonra dua etmem için beni çağırdı. Ne yapacağımı bilmeden Niyaz Penceresi’ne doğru yürüdüm. Mevlana Müzesi içindeki Niyaz Penceresi önünde, Rumi’nin sandukasına doğru dua etmeye başladım. Sonra bir şey oldu. Ne olduğunu bilmiyorum ama şaşkına dönmüştüm aniden. Kalbim yırtılıp açılmış gibi hissediyordum ve ağlıyordum. Birçok kez duayı okudum. Celaleddin Rumi’nin beni çağırdığına inanıyorum. Gerçekten saatlerce ağladım.”
“OLMAM GEREKEN YERİN BURASI OLDUĞUNU BİLİYORDUM”
ABD’ye dönmeden önce “Nadir Dede”den kendisine bir şeyler öğretmesini istediğini ifade eden Fenter, şunları aktardı:
“Onunla otel odama gittik. Ses kaydını açtım ve o zikir yapmaya başladı. Benim için Kur’an ve bazı duaları okudu, ben de kaydettim. Onun Türkçe söylediği hiçbir şeyi bilmiyordum ama söylediği her şeyi anlıyordum. Çünkü biz kalp kalbe konuşurduk. Neler olduğunu anlamıyordum ama onu en derin seviyede anlıyordum. Artık biliyordum ki; Mevlana yolu, Muhammed yolu. Gerçeğin bu olduğunu bildiğim için de bir sonraki yıl Müslüman oldum.”
Mevlana’ya yakın olmak için Konya’ya yerleşmeye karar verdiğini anlatan Fenter, şunları kaydetti:
“Olmam gereken yerin burası, Mevlana kenti Konya olduğunu biliyordum. Sonraki her yıl Konya’ya geldim. Çünkü burası Mevlana’yı öğrenmek için gelmem gereken yerdi. Burada Mevlana’nın izinden yürümek Amerika’da olmaktan daha farklı. Bir gece genç bir derviş bana ailemi sordu ve ben de ‘Annem ve babam öldü’ dedim. Bana baktı ve ‘Biz senin aileniz’ dedi. Bu benim için birinin bana söylediği en önemli şeylerden biriydi. Bu yüzden Konya’ya gelmeye devam ettim. Sonrasında da Konya’ya yerleştim.”
Kaynak: AA
Bir Başka Hikaye
Bir başka hikaye: Abdurrahman İslam, Sami Efendi ile tanışmasını, Müslüman olduktan sonraki İtalya günlerini ve Türkiye’ye hicret sürecini, evliliğini anlatıyor...
İtalya’da Mekke dönemi...
S. TAN: Sami Efendi ile özel görüşmeniz oldu mu?
İSLAM: Evet oldu. İlk gelişimden sonraki yıl yani 1978’de Türkiye’ye geldiğimde görüştük. Erenköy’de kendi devlethanelerinde, Güllü Köşk’te. O kadar heyecanlıydım ki benim için bir rüya gibiydi. Onun huzurunda bulunmak, onunla sohbet etmek büyük bir şerefti. Tercüman vasıtasıyla uzun bir görüşme oldu. Bana İtalya’da hizmet ihtiyacından bahsetti.
Daha sonra yalnız başına yaşadığımı öğrenince “Napoli’de kıymetli bir oğlumuz var. Onu ziyaret eder, ihtiyacınız olursa ona söyler, onunla sohbet edersiniz” dedi. Ayhan Ünsalan bey İtalya’da NATO’da askeri pilot olarak vazifeliydi. Çok muhterem ve mübarek bir insandı. Şu anda Antalya’da yaşamakta.
İtalya’ya döndükten sonra ayda bir kere Biella’dan Napoli’ye gidiyordum. Yaklaşık mesafe 800 kilometreydi. Trenle gidiyor pazar sabahı görüşüp birlikte sohbetimizi yaptıktan sonra tekrar dönüyordum. Çünkü benim için Ayhan Bey’i görmek Sami Efendi’yi görmek gibiydi.
Sami Efendi’nin vefatından sonra Musa Efendi bizleri İstanbul’a çağırdı. Üç kişi İstanbul’a geldik, yeniden bağlılık tazeledik. İlk olarak din arayışında bulunduğumuz altı kişiden üçü müslüman olmuş ve aynı zamanda aynı yolun yolcusu olmuştuk.
Beş yıl sonra tekrar Roma’ya döndüm. Müslüman olmamdan dolayı ailemle ilişkilerim daha kötü olmadığı gibi hatta daha iyi olmuştu. Babam ve annemin yardıma ihtiyaçları vardı, ben de onlara hizmet etmeye başladım. Özellikle annem son beş yılını felçli olarak geçirdi. Onun bakımıyla meşgul oldum. Bütün isteklerini yerine getirmeye çalışırdım. Mesela annem kiliseye gidemediği için pazar günleri rahibeyi çağırmamı istiyordu, ben de çağırıyordum. İhtiyacı olan hizmetleri neyse yapıyordum. Bu hizmetim 31 yaşından 42 yaşına gelinceye kadar devam etti. Hatta annem çok üzülüyor, “Oğlum sen benim için evlenemiyorsun, ben senin mutluluğunu istiyorum, ne istiyorsan Tanrı sana versin, inşallah bir Türk kızıyla evlenirsin” diyordu. Önce babam, sonra annem vefat edince ben yalnız kaldım.
TÜRKİYE’YE GELDİKTEN SONRA
Bir müddet sonra Türkiye’ye geldiğim zaman muhterem merhum Musa Topbaş üstadımıza “Türkiye’ye gelebilir miyim?” diye sordum. “Gelebilirsin” deyince bu izin ile buraya hicret ettim. Benim için hayat İtalya’da bitmişti artık, Türkiye’de devam edecekti. Çünkü bu benim hayalimdi. Üstadımın yanında daha dini, daha manevi bir hayat yaşamak istiyordum.
Tamam burada kardeşlerim vardı ama herkesin bir hayatı vardı. Benim işim gücüm, kimsem yoktu. Rabbime tevekkül ettim. Yeni bir hayata başlıyordum. Tabi bunu yaparken de eski hayatımı geride bırakıyordum. Bildiğim bitiyor, bilmediğim başlıyordu. Teşbihte hata olmasın kendimi muhacir gibi hissettim. Rabbime şükürler olsun burada çok fazla ensar buldum. Ne bıraktıysam kat kat fazlasını buldum. O’na doğru bir adım attım O’nun merhametini, bol bol nimetlerini gördüm. Gerçekten söz yetmiyor.
Ağabeyim ve ablamla her şeyimi paylaşırdım. Onlar benim hidayet sürecimi biliyorlardı. Hatta Allah hidayet versin ablam der ki “Senin anlattıklarından sonra ben kendimi müslüman gibi hissediyorum.” Türkiye’ye gitme kararımı verdiğim zaman ağabeyim ve ablam “Sen hayatını babamız ve annemize adadın. Onun için onlardan kalan evi bizim eşlerimiz duymadan istediğin gibi sat ve Türkiye’de yeni bir hayat kur” dediler. Onların bu davranışı ile ben de Türkiye’ye gelebildim.
Türkiye’ye gelince Musa Efendi üstadımız, “Burada ilk işin evlenmek olacak” dedi. Sağolsun kardeşler hep yardımcı oldular, farklı adaylar oldu. Sonunda yine Musa Efendi “Benim de bir adayım var” dedi ve o aday nasip oldu. 1994 yılında Musa Efendi’nin Köşkü’nde düğünümüz oldu.
EVLİLİK... DİLSİZ ANLAŞMA
En çok zorluk çektiğimiz şey dil problemi oldu. Evlendik, hanım yabancı dil bilmiyor, ben hiç Türkçe bilmiyorum. Anlaşabilmek için ikimiz de elimizde sözlükle bazen saatlerce uğraşıyor belki birkaç dakikalık konuşmayı yapabiliyorduk. Böyle farklı kültürlerden evlilik yapıldığı zaman genellikle problemler olur. Elhamdülillah bizim üstadımızın duası bereketiyle hiçbir uyumsuzluğumuz olmadı. Hanım Akhisar’lı olduğu için onların Ege kültürü ile bizim Akdeniz kültürü birbirine benziyordu, onun da faydası oldu. Musa isminde bir oğlumuz ve Rumeysa isminde bir kızımız oldu.
İslamî bir aile kurmamızın benim İslam’ı daha iyi yaşamama çok etkisi oldu. İnanç aile içinde kollektif olarak daha iyi yaşanıyor.
Burada tanıştığın bütün kardeşlerim yardımcı olmaya çalıştılar, başta üstadımız olmak üzere hepsinden Allah razı olsun. Ben İtalya’da bir aile bıraktım ama burada bin aile buldum.
Şunu bir kere daha anladım ve yaşadım ki çoğu korkularımız kendimizden kaynaklanıyor. Allah Teâlâ’ya güvenince bütün korkular izale oluyor, bütün problemler çözülüyor. Tevekkül edip her şeyi O’na bırakmak gerekiyor. O’na güvenince bütün yollar açılıyor. Düşündükçe bizim beynimiz yanıyor meseleleri de çözemiyoruz. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem “Teslim ol, kurtul” buyuruyor.
İTALYA’DA MEKKE DÖNEMİ
S. TAN: İş olarak Türkiye’de neyle meşgul oldunuz?
İSLAM: İtalya ile ihracat - ithalat işi yapan farklı şirketlerde 14 yıl kadar çalıştım. İtalya’daki kamu görevinden sonra Türkiye’de özel sektörü, iş hayatını tanımış oldum.
Sonra rahmetli Fahrettin Tivnikli ağabey şöyle bir teklifte bulundu. “Seni iş hayatından emekli edelim bundan sonra dini hizmetler için çalış.” Zaten bu benim en çok arzu ettiğim bir şeydi. Maddi rızkı temin etmek için bir şirkette çalışmak yerine şimdi İLAM’da hizmet etmeye çalışıyorum.
S. TAN: Neler yapmaya başladınız? Şimdi bu hizmetleriniz hangi noktaya geldi?
İSLAM: İtalya için bir şeyler yapmak istiyordum. Ben o kadar bereket aldım başka İtalyanlar da faydalansın diye düşünüyordum. Büyüklerimiz gereken şeyleri söylemişler ben onları tercüme edeyim diye karar verdim.
İlk tercümelerimi İngilizceden İtalyancaya yaptım. Daha sonra Türkçeyi öğrenince Türkçeden İtalyancaya tercümeler yaptım.
İlk olarak Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleri’nin ingilizceye de ilk tercüme edilen kitabı olan Hazreti Yusuf’u tercüme ettim. Sonra merhum üstadımız Musa Topbaş Efendi Hazretleri’nin muhtelif sohbetlerini tercüme edip kitaplaştırdım. Sonra Osman Nuri Topbaş Efendi’nin Muhammed Mustafa, Tasavvuf, Tefekkür, Son Nefes gibi kitaplarını tercüme ettim. Bu şekilde on kadar kitap oldu. Her bir kitabın önce bana faydası oldu elhamdülillah, içim nur ile doldu. Sonra bunlar basılıp İtalya’ya gönderildi. Ben de İtalya’ya gidip Roma’da, Milano’da, Napoli’de, Sicilya’da İslam’ı ve bu kitapları tanıtım konferansları verdim.
Şu anda İtalya’da tam bir Mekke dönemini yaşıyoruz. Çabalıyoruz ama istediğimiz sonucu alamıyoruz.
S. TAN: Yani İslam Mekke’de ilk on senede anca 40 kişiye ulaşabilmişti biz de İtalya’da böyle bir durumdayız mı diyorsunuz?
İSLAM: Evet aynen. Üstelik orada Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem vardı. Biz çalışmamızı yapıp gerisini Allahu Teala’ya bırakacağız. Ben onlara bir alternatif te sunmak istiyorum çünkü ben bu alternatifi çok aramıştım.
S. TAN: Siz bu çalışmalarınızın şu anda değerini bulmadığını düşünüyorsanız kitaplarınızı meçhule atılmış mektup olarak değerlendiriniz. Belki bir asır sonra farklı insanların hidayetine vesile olacaktır.
İSLAM: Elbette. Hidayet verecek olan Allah Teâlâ biz vesileyle şereflenmek istiyoruz. İtalya’ya giderken bilhassa ailemi çocuklarımı götürüyorum. Benden sonra bu hizmete orada onlar devam etsinler diye.
S. TAN: Onlar İtalyanca biliyorlar mı?
İSLAM: Çocuklarımız doğduğu zaman benim Türkçe öğrenmeme ihtiyacım vardı. O yüzden evde hep Türkçe konuşuluyordu. Fakat bugün durum tamamen değişti artık daha çok İtalyanca konuşuluyor.
Ayrıca Macaristan’a gidip geliyorum, orada güzel kardeşlerimiz var. Elhamdülillah orada 15 sene içinde 400-500 civarında müslüman olan Macar kardeşimiz oldu. İtalya’da ancak 15 kardeşimiz olabildi. Avrupa’nın özelliği olarak oradaki insanlarla tek tek ilgilenmek gerekiyor. Biz Avrupalıların yapısı din konusunda biraz anarşisttir. Orada herkes tek başına yaşıyor. Ulaştığınız zaman ancak tek tek ulaşabiliyorsunuz.
Mesela bir İtalyan müslüman olmuştu fakat ailesinin haberi yoktu karısı dahi bilmiyordu dolayısıyla namaz kılamıyordu. Manevi ders istediği zaman kendisine “Namaz kılamıyorsun sen nasıl ders yapacaksın” dediğim anda “Ben layık değil miyim bana dersi ondan mı vermiyorsunuz?” diyerek çok üzüldüğünü ifade etti. Arkasından devamla “Belki yapacağım zikirler namaz kılmama vesile olacaktır” dedi. Diyecek bir şeyim kalmamıştı “Haklısın” diyerek kendisine ders tarif ettim. Sonra üstadımıza sordum, “Bereket olur inşallah” dedi.
TASAVVUF NE VERİYOR?
S. TAN: Müslüman olduğumuzdan beri tasavufi hayatın içindesiniz sizin tasavvuftan anladığınız ne oldu Abdurrahman ağabey?
İSLAM: Müslüman olduğumuz zaman hedefimiz Allah ile birlikte olmak değil mi? Ama Allah ile birlikte olmamıza engel olan, perde olan şeyler var. Nefs bunlardan birisi, diğerleri şeytan, insanlar, dünya. Bu engelleri bertaraf etmek, etkilerini azaltmak için destek almak gerekiyor. Tasavvuf işte o destektir.
Gördüğüm kadarıyla bugün Müslümanlığı yaşayabilmek tasavvufi bir hayat olmadan çok zordur. Bir zamanlar müslüman olmak yetiyordu ama bugün müslümanlığı korumak için tasavvuf şarttır.
Öte yandan nefisle mücadele ederken ayrıca kalbimizi de temizlememiz gerekiyor. Çünkü kalbimiz Allah’ı kabul edebileceğimiz yerdir. O’nun için güzel bir ev hazırlamamız gerekiyor. Eğer siz böyle bir ev hazırlığına girişirseniz Allah Teâlâ’nın çok güzel ve inanılmaz hediyeleri oluyor. Sen yeter ki bir şeyler yap. Eğer ufak bir şeyler yapsan bile O’nun sonsuz nimetleri ile karşılaşıyorsun ve şaşırıyorsun. Daha doğrusu artık şaşırmıyorum bile çünkü o yardım etmeyecek, o vermeyecekse başka kim verecek ki.
Tasavvuf bir müslümana seher hayatı veriyor. Farklı bir âleme gözleri, kulakları açtırıyor. Anlıyorsunuz ki bütün hayvanat o anlarda zikir halinde. Kuşlar, köpekler o saatlerde farklı bir dilde konuşuyorlar. Sabah ezanları okunurken genellikle insanlar ezana mukabelede bulunamıyorlar ama dikkat ederseniz nerede sabah ezanı okunursa orada bulunan köpekler ezana mukabelede bulunurlar. Sanki kendi dilleriyle münacaat yaparlar. Hele kuşlar. Neredeyse birbirleriyle yarışırcasına deli gibi zikr ederler. Ancak güneş ortaya çıktığı zaman sakinleşiyorlar. Seher vakti bütün nebatat, hayvanat kıpır kıpırdır. Genellikle insanoğlu ise gaflet halindedir. Aslında bunlarda çok büyük dersler vardır. Allah Teâlâ kainatta her şeyin kendisine ibadet ettiğini bizlere göstermek istiyor.
Allah Teâlâ bize bir şeyleri anlatmak için her şeyi kullanıyor. Görüyorsun ki en gaflet içinde yaşayan varlık insan. Herkes vazifesini gayet güzel bir şekilde yapıyor.
GAFLETTEN KURTULMAK İÇİN...
S. TAN: Peki gafletin kaldırılabilmesi için formüller vardır herhalde...
İSLAM: İstikamet üzere bir hayat yaşamamız lazım. Hayatımızı düzeltmemiz lazım. Bunun için ise karar vermemiz gerekiyor. Burada en önemli adım ve ilk adım karar vermektir.
Geçmişimiz ne olursa olsun geçmişte kaldı. Önemli olan bugün ne yapabileceğimiz. Tam manasıyla biz şu anı yaşayabiliyoruz. O zaman yaşadığımız anı ölümsüz kılmak için şuurlu kararlar almamız lazımdır. İşte bunun adı da niyettir. Niyetimizi düzeltmemiz gerekiyor.
Niyet neden bu kadar önemli? Neye talip olduğunun, neyi istediğinin kodu onun içinde gizli çünkü. Doğru karardan sonra ise niyet özünde bir dua. Allah Teâlâ bizden dua istiyor. Eğer biz onunla bağı kurarsak istediğimiz şeyi gerçekleştirme gücünü zaten o veriyor. Aslında bizden hiçbir şey istemiyor sadece O’na “Evet” dememizi istiyor. Akabinde irademizin kuvvetlenmesi için arkamızdan bir destek geliyor. Biz ona dua ettikçe Allah Teâlâ tekrar tekrar güç veriyor.
Aslında biz dua etmesini de bilmiyoruz. Onu da gaflet içinde yapıyoruz. Biz yaptığımız dualara ne kadar inanıyoruz bunun kontrolünü kendi içimizde yapmamız lazımdır.
Dünya için ne kadar istekli oluyoruz. Dünyevi bir şeyi elde etmek için ne kadar gücümüz varsa o kadar asılıyoruz. Duayı böyle yapıyor muyuz? Maneviyat için böyle bir iştiyakımız, böyle kuvvetli bir arzumuz oluyor mu? Bir şeyi ne kadar istersen o kadar çok gayret edersin.
S. TAN: Sami Efendi’yi Musa Efendi’yi tanıdınız. Şimdi de Osman Efendi ile teşriki mesaileriniz var, onlarla ilgili neler söylemek istersiniz?
İSLAM: Gerçekten hepsi birbirinden farklı şahsiyetler ama üçü de mükemmel örnekler.
Hayatım onlarla dolu, sanki onlar benim hayatımdan bir parça. Simaları, gözleri hep gözümün önündeler. Bunları kelimelerle ifade etmek zor. İnsanın iç dünyasında yaşadıklarını anlatmak kolay değil. Kim nasip aldıysa o anlıyor. Anlatmakla da anlaşılmıyor.
S. TAN: Yunus Emre’nin dediği gibi “Dil dudak deprenmeden anlayan gelsin” mi diyorsunuz?
İSLAM: Evet tasavvuf onu istiyor. Allah’dan halimizi ilk önce korumak sonra artırmak için niyazda bulunuyoruz.
Dünya hepimizi sıkıştırıyor, maneviyatı korumaya çalışmak lazımdır.
Bugün en zor işlerimizden birisi edebi anlamak ve edepli olmaktır. Eğer edep kaybolursa korumak da istifade etmek te zorlaşıyor.
EDEB: İNCELİK, ZARAFET, MERHAMET
S. TAN: Edepten kastınız nedir?
İSLAM: İnce olmak. Zarif, fedakâr, merhametli mü’min olmak demek. Bütün tasavvufu edep ile tarif etmek mümkündür. Edep Allah’ın huzurunda ona uygun bir şekilde durabilmektir. Bu hal üzere yaşamaya çalıştığınız anda bütün hayatınızı bu düşünceye göre tanzim etmeniz gerekir.
Edebi gerçek manada öğrenmek Kuran-ı Kerim’deki ifadeyle ancak sadıklar ve salihlerle birlikte olunduğu zaman gerçekleşiyor. Bir şeyler ancak güzel bir örnek görüldüğü zaman öğreniliyor ve anlaşılıyor. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bunun için Allah-u Teala tarafından Üsve-i hasene yani en güzel örnek olmuştur.
Bizim tehlikemiz bize nefsimizin hoca olmasıdır. Çünkü hepimiz kendi sesimizi duyuyoruz. Binlerce kitap okusanız da, binlerce kilometre dolaşsanız da aslında siz nefsinizi güçlendiriyorsunuz.
Bugün sözde hoca olanların bir çoğu da aslında tamamen nefsinden konuşuyorlar. Yani onların da bir hocaya ihtiyacı var. Bu hocaları dinlerken hevasından mı konuşuyor buna dikkat etmek gerekir. Türkçede güzel bir benzetme var. İki küp vardır birisi boş birisi doludur. Boş olana dokunduğunu zaman tın tın diye ses çıkarır. Bu noktada sizin de feraset sahibi olup boş küpü anlamanız gerekir. Hoca var, hoca var. Yani Mevlana hazretlerinin dediği gibi dizden dize fark var.
Hepimiz için en önemli olan şey nefsin hocalığından kurtulmamızdır. Üstadımız diyor ki: “İlim beyinde kalırsa faydası yoktur. Ne zaman ki beyinden kalbe indi o zaman fayda vermeye başlıyor. İşte o zaman nefs hocalık yapamamaya başlıyor. Gerçekte hoca olacak şahsiyetler Rabbani âlimler, sadıklar, salihlerdir.
Nefsin tezkiyesi de, kalp tasfiyesi de ancak edepli olmakla mümkün olabilir.
Bir diğer husus ta doğru bir şekilde şükür edemiyoruz. Şu anda bizim yaptığımız şükür değildir. Yemek yeyip şükretmek gerçek şükür değildir. Bir sağlık probleminden kurtulduğumuz anda şükür etmek te gerçek şükür değildir. Elbette öyle davranmamız gerekir. Ama gerçek şükür verilen manevi nimetlerin farkında olup onun için Allah’a şükretmektir. ‘Bu nimet başkalarına değil de neden bize nasip oldu?’ diye düşünüp halimizin farkında olmamız gerekir. Biz çok üstün insanlar değiliz ama Allah böyle istedi. Allah bu nimeti verdi ise ilk önce şükür edip ondan sonra dolu dolu yaşamak lazımdır.
Toplumsal anlamda tarih boyunca müslümanlar bir baskı ve zulümle karşılaşmadıkları zaman kendi rahatlarına düşmüşlerdir. Aslında bu rahatlıkları kendilerinin veya kendinden sonra gelecek nesillerin düşmanı olmuştur. Ama ne zaman ki bir tehditle karşılaşmışlar o zaman kendilerini bulmuşlardır. Halbuki şükür verilen nimetlerden istifade edilirken nimetlerin gereğini yerine getirmektir. Hayatımız sonu ahirette bitecek bir yarıştan ibaret.
Bugün hem müslümanlığımızın, kulluğumuzun getirdiği emri bil maruf vazifesini yerine getirmek için hem de kendimizi ve neslimizi korumamız için çok çalışmamız gerekiyor. Hayatta en kötü şey nedir biliyor musunuz? “Keşke” demektir.
S. TAN: Siz 1977 yılından beri Türkiye’yi tanıyıp yorumluyorsunuz. Dışardan bakan bir göz olarak Türkiye’deki değişimi nasıl görüyorsunuz?
İSLAM: Türkiye sanki yeniden doğuyor. 40 yıl önce Türkiye’ye geldiğim ilk yıllarda gördüğüm şeylerden birisi camiler bomboştu. Hanımların tesettüründe şuur yoktu. Elbette şimdiki de mükemmel yani olması gerektiği gibi olmayabilir ama benim söylemek istediğim şey gittikçe artan bir dini heyecan, bir gayret bir canlanma gördüğümdür.
O zamanlar İslami hayat bir yeraltı hayatı gibiydi. Türkiye’de hem manevi anlamda hem de maddi anlamda inanılmaz gelişmeler yaşanıyor. Bunun daha da artacağını tahmin ediyorum. Allah Teâlâ bu millete çok şeyler nasip etti, daha da edecek.
Türkiye İslam dünyasının liderliğini yapacaktır. Bu Allah tarafından verilen bir vazifedir.
Bu durumu açık ve net bir şekilde 15 Temmuz’da bir kere daha anladım. Allah Teâlâ dedi ki “Sen Benim tarafımı tutarsan Ben de sana göstereceğim ki sen tankları çıplak ellerinle tutacaksın.” O gece Türkiye ve İslam dünyası için tarihi bir gecedir. O gece sokağa çıkanlara “Ne hissettiniz?” diye sorduğumda verdikleri cevap “Ben ben değildim” oluyordu. Ben de Üsküdar meydanındaydım. Bu durumu görünce Çanakkale Savaşı’nı, Bedir Savaşı’nı anlıyorsun.
Manevi büyüklerimizin bizden istediği de ashab-ı kiram ruhunu yaşatmak değil midir? Hedefleri Aşere-i mübeşşere’ye benzeyen insan yetiştirmek değil midir?
Sizler Türkiye’nin yaşadığı değişimi içinde yaşadığınız için çok fark etmeyebilirsiniz. Aynen bir evliyaullahın aile fertleri tarafından fark edilmemesi gibi...
Düşmanlar hiç boş durmuyorlar. Onun için devamlı çalışmak gerekiyor. Üstadımız bunu çok güzel bir şekilde ifade ediyor; “Şu anda bize dinlenmek yok ne zaman ki mezara gireriz orada dinleniriz.”
Güç varken durmayalım. Gün gelecek durmak zorunda kalacağız.
Maalesef müslümanlar için bugün en büyük tehlike tembelliktir. Pasifliktir. İnsanların bir kısmı talimat bekliyorlar. Niye talimat bekliyorsunuz? Yapabileceğiniz şeyleri düşünün ve gücünüz yettiği kadar yapmaya gayret edin.
Bilelim ki hepimiz birbirimize iyilikte veya kötülükte farkında olmadan örnek oluyoruz. Aslında hepimiz kendimizle doluyuz ve başkalarına olumlu veya olumsuz etkilerimizin farkında olamıyoruz.
Rabbimiz hepimize bundan sonraki hayatımızı müslüman olarak yaşamayı ve müslüman olarak tamamlamayı nasip eylesin. Âmin.
Bizleri öbür dünyada Üstatlarımızla, Peygamberlerimizle komşu eylesin. Âmin.
Ömrümüzü kendisine layık hizmetlerle şereflendirsin. Âmin.
Bizleri gerçekten sevdiği ve O’na layık olan kulları arasına dahil eylesin. Âmin. Lillahi’l fatiha...
Kaynak: Selman Tan, Altınoluk Dergisi, Sayı: 387
Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:
“Arap kabîlelerinden birinde siyah bir câriye vardı ki, âzâd edildiği halde yine o kabîle ile beraber ikâmet ediyordu. Bir gün bana şu hâdiseyi anlattı:
«‒Yanlarında kaldığım kabileden, üzerinde kırmızı sırımlardan yapılmış bir gerdanlık bulunan küçük bir kızcağız (gelin) çıktı. Bir ara gerdanlığı üzerinden çıkardı veya gerdanlık üzerinden düştü. Gerdanlık yerde dururken oraya bir çaylak geldi ve onu et parçası zannederek kapıp kaçtı. Gerdanlığı çok aradılar ancak bulamadılar. Bunun üzerine beni hırsızlıkla ithâm ettiler.»
Her tarafı aramaya başlamışlar, hattâ cariyenin ön tarafını bile aramışlar. Câriye sözlerine şöyle devam etti:
«‒Vallâhi ben onlarla beraber ayakta durup beklerken çaylak gelip gerdanlığı attı. O da tam ortalarına düştü:
“‒İşte beni itham ettiğiniz şey! Siz onu benim çaldığımı söylediniz, hâlbuki ben berîyim. İşte o, aradığınız gerdanlığın ta kendisi!” dedim.»
O siyah câriye, Allah Rasûlü’ne gelip müslüman oldu. Mescid-i Şerîf’in bir kenarında ona mahsus bir kıl çadır veya küçük bir oda vardı. Yanıma gelir ve benimle sohbet ederdi. Ne zaman yanıma otursa mutlaka:
«‒Yevmü’l-Vişâh (Gerdanlık günü), Rabbimizin hayret verici işlerinden biridir.
Şüphesiz ki O, beni küfür diyarından kurtardı» derdi. Bir gün ona:
«‒Nedir bu hâlin? Ne zaman benimle otursan mutlaka bunu söylüyorsun!» dedim.
Bunun üzerine bana yukarıdaki kıssayı anlattı.” (Buhârî, Salât, 57, Menâkıbu’l-Ensâr, 26)
Çaylağın değerli gerdanlığı tekrar getirmesi normal bir şey değildir. Bu hârikulâde hâdiseyle kızcağız hem kavmin elinden kurtulmuş hem de bu vesileyle küfürden kurtulup imanla şereflenmiştir. Bunun için bu olayı her zaman minnet ve şükürle hatırlamaktadır.
Kaynak: Dr. Murat Kaya, Mescid-i Nebevi'den 111 Hatıra, Erkam Yayınları
Dımâm bin Saʻlebe'nin Hidayeti
Tek başına gelerek kendi topluluğunu temsil eden Dımâm bin Saʻlebe'nin hidayeti...
Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle anlatır:
“Bir defasında Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’le birlikte oturduğumuz esnâda deve üstünde biri gelip devesini Mescid’in kapısında çökerttikten sonra bağladı. Ondan sonra:
«‒Hanginiz Muhammed’dir?» diye sordu.
Nebiyy-i Mükerrem Efendimiz ashâbı arasında dayanmış oturuyorlardı.
«‒İşte dayanmış olan şu beyaz zâttır» dedik. Adamcağız:
«‒Ey Abdü’l-Muttalib’in oğlu!» diye hitâb etti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
«‒Seni dinliyorum» buyurdular.
«‒Ben sana bazı şeyler soracağım. Amma suallerim biraz sert ve ağır olacak, gönlün benden incinmesin!» dedi.
Nebiyy-i Efham Efendimiz (s.a.v):
«‒Aklına geleni sor!» buyurdular.
«‒Sen’in ve Sen’den evvelkilerin Rabbi aşkına söyle, bütün insanlara Sen’i Allah mı gönderdi?» dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):
«‒Evet» buyurdular.
«‒Allah aşkına söyle, bir gün bir gece içinde beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?» dedi.
«‒Evet» buyurdular.
«‒Allah aşkına söyle, senenin şu mâlûm ayında oruç tutmayı sana Allah mı emretti?» dedi.
«‒Evet» buyurdular. Yine:
«‒Allah aşkına, şu mâlûm olan sadakayı zenginlerimizden alıp fukarâmıza dağıtmayı sana Allah mı emretti?» dedi. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz buna da:
«‒Evet» buyurunca adamcağız:
«‒Sen ne getirdiysen ben ona îmân ettim. Ve ben kavmimin geride kalanlarına da elçiyim. Ben, Saʻd ibn-i Bekr kabîlesinden Dımâm bin Saʻlebe’yim» dedi.” (Buhârî, İlim, 6)
Kaynak: Dr. Murat Kaya, Mescid-i Nebevi'den 111 Hatıra, Erkam Yayınları
Mekkelilerin İslam’a Girmelerine Vesile Olan Davranış
Peygamber Efendimizin, Mekkeli müşriklerin İslam’a girmelerine vesile olan davranışı.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hicretin yedinci senesinde Hayber Fethi’nden sonra, kuraklık ve kıtlığa dûçâr olan Mekke halkına muhtelif yardım malzemeleri göndermiştir. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıtmıştır. Kendisi o zaman müşrik olduğu hâlde bu âlicenaplığa hayran kalarak:
“–Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti ifâde etmiştir.[1]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu âlicenap muâmelesi, Mekkelilerin kalplerini yumuşatmış ve onların kısa bir müddet sonra gerçekleşen Mekke Fethi’nde, kolayca İslâm’a girmelerine vesîle olmuştur.
Dipnot:
[1] Ya’kûbî, Târîhu’l-Ya’kûbî, Beyrut 1992, II, 56.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları
.
Bir Kitap İle Değişen Hayatlar
Öğrenme vasıtalarından biri olan kitaplar, insanlara düşünce biçimleri ve yeni fikirler sunma konusunda destekleyici birer rol üstlenirler. Bu sayede insanlar başkalarından etkilenerek yeni kararlar almaya başlarken, aynı zamanda elde ettiği tecrübeleri başkalarına taşımaya devam ederler. Bu örneğe benzer bir kitap ile değişen hayatlara örnekler...
İnsan, hayatı boyunca öğrenmeye açık bir varlıktır. Önemli olan insanın öğrenmeyi istemesi, kendini geliştirmeye talip olması ve buna inanmasıdır.
ÖĞRETİR, DÜŞÜNDÜRÜR VE YÖNLENDİRİR
Öğrenme vasıtalarından biri olan kitaplar, insanlara düşünce biçimleri ve yeni fikirler sunma konusunda destekleyici birer rol üstlenirler. Bu sayede insanlar başkalarından etkilenerek yeni kararlar almaya başlarken, aynı zamanda elde ettiği tecrübeleri başkalarına taşımaya devam ederler. Bu yüzden muhtevası güzel ve faydalı kitaplar, insana maddi ve manevi açıdan paha biçilemeyecek zenginlik kazandırır. İnsanın ufkunu derinleştirir. Bakış açısını genişletir. Ruhunu olgunlaştırır. Bazen de, aradığı huzura kavuşması için insana destek olur.
İnsanın ruhen ve fikren beslenmesinde, hayatının şekillenmesinde, müspet ya da menfi istikamete yönlenmesinde önemli bir rol üstlenen kitaplar, Hüdayi Gönüllülerinin 28 yıllık yurt dışı hizmetlerinde önemli bir yere sahiptir. Hüdayi Gönüllüleri tarafından birçok dilde yayınlanan yüzlerce farklı kitap ve dergi milyonlarca insana ulaştırılmıştır ki bu eserlerin neredeyse tamamına www.islamicpublishing.org sitesinden PDF formatında ücretsiz olarak erişim imkânı bulunmaktadır.
Biz, en küçüğünden en hacimlisine kadar kaleme alınıp dünyanın birçok yerine ulaştırılan her bir çalışmanın “istikbale yazılmış alıcısı meçhul mektuplar” olduğuna inanırız. Nitekim bu mektuplar sayesinde ihtida etmiş (Müslüman olmuş) veya tövbe ve istiğfar ederek yeniden İslam’ı yaşamaya başlamış yüzlerce insanın mektup ve mailleri ulaşmaya devam etmektedir. Bu kitap ve dergiler, belki şimdi daha doğmamış bir çocuğun ileride hidayetine vesile olabilecektir. Son misal, bu kitaplar sayesinde hidayetle şereflenen iki Filipinli kardeşimizin hikâyesidir, sizlerle paylaşmak istiyorum.
FİLİPİNLERDE DEĞİŞEN İKİ HAYAT
Mehmet Rıza Derindağ isminde Filipin’lerde hizmet eden bir kardeşimiz, Erkam Yayınevi’nin bastığı İngilizce kitaplardan yüklü bir miktarı Filipinlere götürmüştü. Kitapların değişik kurum ve şahıslara dağıtımını yapan Mehmet Bey, 10 Mayıs 2018’de, bu kitaplardan bir kısmını Filipinler, Lumbia Cezaevine ulaştırdığını, mahkûmların kitaplara büyük bir ilgi gösterdiğini, bu kitaplar sayesinde bazılarının hidayete kavuştuğunu, bazı Müslüman mahkûmların ise, tekrar namaz kılmaya başladığını anlatıyor ve sözlerine şöyle devam ediyor:
“Müslüman mahkûmlar, hapishane idaresine müracaat ederek Cuma Namazı yeri istediler. Hapishane müdürünün tahsis ettiği bir yerde namaz kılmaya başladılar. Aynı yerde günlük okuma saatleri koyarak bir ders programı yaptılar ve kitaplardan okumaya başladılar. 4 ayda hapishanede 14 kişi Müslüman oldu. Onlardan birisi de Vilademir’di. Radyo spikerliği yapan Vilademir, Müslümanlardan uzak duruyor ve hepsini terörist sandığından onlara yaklaşmıyordu. Fakat gelen kitapları okuyan Müslümanlardaki değişikliği görmüş ve özellikle Müslüman olunca Mahmut Sami ismini alan Garry’den çok etkilenmişti. Önce bir iki derse katılan Vilademir’den, sesinin tokluğu, okumasının güzelliğinden dolayı mahkûmlar, kendileri için “Muhammed Mustafa 1” isimli kitabı sesli okuyup okuyamayacağını sorarlar.
Vilademir bu teklife çok sevinir. Koyu bir Katolik olan Vilademir eline aldığı Siyer kitabını ders olarak okumaya başlar. Güzel okumasından etkilenen bir başka Filipinli Müslüman olur ve Hamza ismini alır. Sonra da Vilademir’e teşekkür eder. Nihayet kitabın, Peygamber Efendimizin çocukluk yılları ve gençlik yıllarını anlatan kısımları biter ve sıra Nübüvvetin verildiği, ilk emrin nazil olduğu bölüme gelir. Vilademir bu bölümde tam;
“Mübârek Ramazan ayının 17. günüydü. Resûl-i Ekrem Efendimiz Hirâ Mağarası’ndaydı. Cebrâîl (a.s.) geldi ve Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’e:
“–Oku!” dedi. Peygamber Efendimiz:
“–Ben okuma bilmem!” karşılığını verdi …” paragrafını okumaya başlıyor.
Ancak bu paragraftaki “–Oku!” kelimesini söyledikten sonra sanki dili tutuluyor ve ondan başka bir kelime okuyamıyor. Sonra tekrar deniyor. Ama olmuyor. Vilademir okuyamıyor artık… Oku diyor, ama ondan sonrasını okuyamıyor…
Kitap o hali öyle tasvir ediyor ki, sanki siz de Hira’dasınız. Vilademir ağlamaya başlıyor ve “Ben de Müslüman olmak istiyorum” diyor. Kitabı okumaya başladıktan kısa bir süre sonra hapishanede şehadet getirerek Müslüman oluyor ve bir kaç hafta sonra da hiç ummadığı halde tahliye oluyor. Bunu da Allah’ın Müslüman olduğu için kendisine bir ihsanı olarak görüyor.
Vilademir yani yeni adıyla Said Emir bundan sonra, toplumun gözünde bir suçlu olarak addedilse de tebliğ ve temsil görevini hakkıyla yapmaya ve çevresine örnek olmaya çalışacaktır. Güzel bir Müslüman olmaya gayret eder. Fakat gelin görün ki mum dibine ışık vermez misali, genç hanımına İslamiyetten her bahsettiğinde hanımı ona “Bir uyuşturucudan içeri girdin, başka bir uyuşturucu olan İslam ile dışarı çıktın” diye çıkışmaktadır. Yapacak çok bir şey kalmamıştır. Ne kadar anlatsa da hanımı oralı olmaz. Derken kendi kendine tefekkür eder ve “Ben nasıl Müslüman oldum? O kadar suçlu arasında İslamiyet’i bana tanıtan aslında bu ‘Muhammed Mustafa’ kitabı olmuştu” der. Bu düşünce ve duayla kitabı hanımının eline verir. Bir kaç gün sonra hanımı “Hatice ne büyük bir hanımmış, Muhammed doğru sözlü olmasa ona ilk iman eden hanımı olur muydu, en büyük desteği hanımından görür müydü ?” der ve o da Müslüman olur... Elhamdülillah.”
Her iki kardeşimizin hidayetini tebrik ediyor, Cenab-ı Hak’dan hidayetlerini daim kılmasını niyaz ediyoruz. Ayrıca Allah teala Hazretleri, kitabın müellifi Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ve muhibbanından sonsuz razı olsun, bu eserleri basan, dünyanın en ücra yerlerine ulaştıran, bu hizmete vesile olan herkesi Firdevs cennetlerinde ebedi saadetlerine nail eylesin… Âmin.
Kaynak: Alican Tatlı, Altınoluk Dergisi Mart-2020, Sayı: 409
Adalar Ülkesi’nden İslam’ın Adası’na Geçiş
12 yaşında Müslüman olan Filipinli genç kızın hidayet hikayesi.
Nikita, -Müslüman olduktan sonraki ismiyle Nûriye- Filipinler’den kursumuz Fasl-ı Bahar’a geldiğinde henüz on beş yaşındaydı. Filipinler’deki çoğu kişi gibi küçük yapılı, neşeli ve kıpır kıpırdı. Parıl parıl parlayan çehresindeki tefekkürün ışıltılarını taşıyan bakışlarıyla karşısındaki kişinin tebliğ heyecanını artıran, firâsetli ve kâbiliyetli bir kardeşimiz…
On iki yaşında İslâm ile şereflendiğini, on beş yaşında İslâm’ı daha çok tanımak ve tanıtmak maksadıyla kendi ülkesinden kilometrelerce uzaklıkta olan bir ülkeye gelecek kadar cesaretli olduğunu öğrendiğimizde, ona olan saygımız ve sevgimiz arttı. Her Filipinli gibi iyimser, duygulu, ketum ve dirâyetli olan Nikita, bizim hiçbir ricâmızı geri çevirmedi. Bıkmadan, usanmadan geldiği ortamı ve kendi hidâyet hikâyesini anlattı. Tamamı Hristiyan olan bir köy ve Hristiyan bir âile… Teyzesi ve ağabeyi hâricinde yoldaşı yok. Ve elbette ki Âlemlerin Rabbi her zaman yanında...
O şimdi Filipinler’de... Sahip olduğu büyük istîdatla, taşıdığı nûru etrafına yaymaya çalışıyor, minik gönüllerin ellerinden tutuyor, halkının gözyaşlarını siliyor.
12 YAŞINDA MÜSLÜMAN OLDU
Onun hidâyete nâil oluşunun hikâyesi, sadece zihinlerde kalmasın, sayfalara aksetsin, bize ve bu hikâyeyi okuyacaklara bir öğüt olsun istedik. İşte bu vesîleyle yazmasını istediğim hidâyet hikâyesini, kendi anlattığı şekliyle aynen aktarmayı bir borç bilirim:
“Belki de benim hikâyem, diğer mühtedîlerin hikâyesi gibi sizi derin duygular içinde bırakıp gözyaşlarına boğacak bir türden değildir. Bu hikâye, hâli hazırda on yedi yaşında olan, on iki yaşında İslâm’la şereflenen, Filipinler’in kuzeyinde Ifugao adlı köyde yaşayan bir kızın hikâyesidir.
Ifugao… Kamp yapmak ve tırmanmak gibi pek çok maceraya elverişli, el değmemiş bir tabiata sahip, pek çok hayvanın ve muhteşem güzellikte olan bitkilerin bulunduğu, yemyeşil, dağlar üzerine kurulmuş bir köydür. Bereketli sebze bahçeleri, pirinç tarlaları ve nice tabiî güzelliklerle doludur. Bu köy, buraya kadar anlattıklarımı okuyan herhangi bir kişi için son derece mükemmel bir yer olabilir.
MADALYONUN DİĞER YÜZÜ ÇOK BAŞKA
Fakat madalyonun diğer yüzü çok başkadır. Maalesef bu köyün halkı eski zamanlardan beri çok tanrılı bir dîne mensuptur. İspanyol sömürgesi olması sebebiyle de Hristiyanlığın tesiri altındadır. Bu iki din birbirine karışmış bir hâldedir. Meselâ; her sene, Hristiyanlık inancına sahip gibi görünen köyümde tanrı “Kabunyan”a hayvanlar kurban edilen bir festival yapılır. Bu vesileyle Tanrı’nın onlara bolluk ve bereket vereceğine inanılır. İnsanlar sâde bir hayat yaşarlar. Kimi toprağıyla uğraşır, kimi işine gider, kimi hastanede çalışır, büyük bir kısmı ise okula gider. Halkımla ilgili beni çok üzen bir mesele var. Türk insanı için çay ne kadar önemli ise, her zaman ve mekânda içilecek kadar yaygınsa, alkol de benim insanım için öyledir. Alkolün onların hayatındaki yeri çok büyük…
Genel itibariyle basit bir hayat süren köyümün insanları; modern zamanlarda çocuklarını daha iyi eğitim görsünler diye büyük şehirlere göndermeye başladılar. Ben, ağabeyim ve kız kardeşim gibi... Kız kardeşim başkentteki bir Katolik okulundan burs kazandı, ben ve ağabeyim ise Müslüman teyzemin teklifini kabul ederek Filipinler’in güneyine gittik.
Benim Müslüman bir teyzem var ve bizden başka âiledeki tek Müslüman da o... Teyzem, İslâm ile şereflenmeden evvel, bize yarım günlük mesâfedeki bir köyde yaşıyordu. Üniversite yıllarında hidâyet nasip olduktan sonra İslâm’ı daha iyi öğrenmek için Türkiye’ye gitti. Türkiye’de aldığı bir yıllık eğitimden sonra Müslümanlar’ın en yoğun olduğu bölgeye, Filipinler’in güneyine gitti. Burada Dâru’l-Erkam misâli küçük bir hizmet evi açtı.
BAŞLARI ÜŞÜYOR
O zamanları hâlâ çok iyi hatırlarım. Yaklaşık on yaşlarındaydım. Yaz tatillerinde evimize gelir, bizimle kalırdı. O zamanlar çok ilginç bir şekilde onun gibi örtünmek için can atıyordum. Teyzem de gönlümüzü hoş etmek için, bize küçük eşarplar verirdi. Eşarpları çok severek örterdim. Okula bile örtünerek gittiğim zamanlar olurdu. Tabiî o zamanlar ben dînî uygulamaların okulda hoş karşılanmadığının farkında olamayacak bir yaştaydım. Anneme bu durumumun sorulduğunu hatırlıyorum. Annem ise eşarp takma sebebimizi “Başları üşüyor.” diye açıklıyordu.
Bir keresinde kız kardeşimle dondurma alıyorduk. Dükkân sahibi yanındaki kişiye “Gözünü onların üstünden ayırma!” demişti. Bizim hırsızlık yapmamızdan korkuyor, tehlikeli insanlar olduğumuzu düşünüyor sanmıştım. Elbette ki başörtüm sebebiyle beni terörist zannedeceğini bilemezdim. Başörtü bana dolabımdaki herhangi bir eşya kadar sıradan gelirdi. Lâkin bu hâdiseden sonra başörtü takmamaya başladım.
MÜSLÜMANLAR İYİ İNSANLAR
Ben on bir, ağabeyim on altı yaşındaydı. Ağabeyim o yaz, teyzemin yanına gitti. Onun da Müslüman olduğu hakkında konuşuluyordu. Bu, benim için sıkıntı değildi. Çünkü teyzemin bana yaptığı iyilikler sebebiyle Müslümanların iyi insanlar olduğunu biliyordum. Ben de teyzemin yanına gitmek istiyordum, fakat annem çok küçük olduğumu söylüyordu. Kız kardeşim henüz katolik okuluna başlamamıştı. O yaz kendi kendimize İhlâs Sûresi’ni ezberlemiştik.
O sene okulda daha aktif bir talebe oldum ve bize sunulan fırsatlara dört elle sarıldım. İzci takımının kaptanı oldum. Beysbol beyin takımında olmak gibi çeşitli aktivitelere katıldım. Bu vesîlelerle âileme hür olacak yaşa geldiğimi ve uçmaya hazır olduğumu ispatlamaya çalıştım. Yuvadan uçmayı, hürriyete kanat çırpmayı çok istiyordum. Aslında evimde olmak eğlenceliydi; arka bahçemizdeki hayvanları beslemek, böğürtlen toplarken istediğim kadar üstümü kirletmek, istediğim her şeyi yapabilmek çok güzeldi, beni çok mutlu ediyordu. Hakîkatte ise bunların hiçbiri beni tatmin etmiyordu. Uçmak istiyordum.
BİRLEŞTİREN TEK ŞEY İSLAM
Nihâyetinde teyzem, onunla yaşamak istediğimi öğrendi. Ortaokula yanında devam etmemi teklif etti. O zaman on iki yaşındaydım. Hiç düşünmeden bu teklifi kabul ettim. Çünkü biliyordum ki; bu, benim beklediğim şanstı. Âilemin tam güveni ve desteğini alarak teyzemle güneye gittim. Uzun bir yolculuktan sonra beklediğimden, hayal ettiğimden çok daha farklı bir eve gittik. Bu ev; kitaplarla dolu, içinde her kabîleden, kültürden, dilden ve yaştan hanımın bulunduğu basit bir yerdi. Onları birleştiren tek şey, İslâm’dı.
İLİM YUVASI
Teyzemin yaşadığı bu evin “dershane” adı verilen küçük bir ilim yuvası olduğunu sonradan öğrenecektim. O yaşlarda dînî meselelerin ciddiyetini anlayamıyordum. İlk zamanlarda evdeki tek Hristiyan olmak bana zor gelmişti, bu duruma sonra alıştım. Orada kaldığım süre içinde gördüğüm tek şey, onların yaptığı iyiliklerdi. Devamlı gruplar hâlinde bir şeyler yapıyorlar ve hiç boş durmuyorlardı. Mutlaka her gün dersleri ve pek çok çalışmaları vardı. Bu çalışmaların çoğuna katılıyordum.
EN KIYMETLİ HEDİYE
O günlerde bana, yavaş yavaş yeni hayat tarzını, yani İslâm’ı tanıttılar. Allah’tan ve Rasûlü’nden bahsediyorlardı. Derslerin konusu genellikle müteâl (hayal ve idrâk ötesi, tek) Allah inancı ile alâkalıydı. Bu mevzûlar, benim zihnimi açtı ve bana mikrodan makroya kadar her şeyle ilgili bir uyanış sağladı. Tefekkür dolu düşünceler içimi sardı. İki ay sonra bana, bir insana verilebilecek en kıymetli hediye verildi: Hidâyet.
TEK MÜSLÜMAN KIZ
Elhamdülillah ki; Allah bana, açık görüşlü ve her hususta destek veren bir aile ihsân etmiş. Beni ve ağabeyimi din değiştirdiğimiz için sorgulamadılar. Elbette ki etrafımdaki insanlar ailemden ibâret değildi. Köydeki tek Müslüman kız olmak kolay değildi. Artık kabilemin gözünde farklı birisiydim.
Bir başka sıkıntı ise, katolik okulundaki ablamın iki yıl boyunca benimle konuşmamasıydı. Çünkü ona, ağabeyim ve teyzem gibi Müslüman olmayacağıma dair söz vermiştim. Ayrıca onun inancına göre din değiştirmek, sonu cehennemde biten büyük bir günahtı. Bu tavrının, merhametinden ve dînine olan sımsıkı bağlılığından kaynaklandığını biliyordum. Fakat iki yıl sonra tekrar birleştik, yaz tatilini beraber geçirdik. İslâm’ı bizden öğrendikten sonra, iki kardeşinin İslâm’ı seçişini kabullendi.
ALLAH’IN PLANI
“Dershane” adını verdiğimiz eğitim yuvasında üç sene kaldım. Burada geçirdiğim zaman sâyesinde îmânımı kuvvetlendirdim. Okulumun ve toplumun bana olan tavrına karşı dirâyet kazandım. Allâh’ın merhametinin bir neticesi olarak da Türkiye’ye geldim. Burada mes’ûliyetimin, yani tebliğin ağırlığını fark ettim. Âileme ve köyümün insanlarına “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” vazifemin ne kadar önemli olduğunu idrâk ettim. Beni bekleyen bu mes’ûliyeti düşündükçe bazen endişeleniyorum, yüreğimi bir hüzün sarıyor; fakat sonra her zaman Allâh’ın bir plânı olduğunu ve O’nun yolunda ihlâsla çalışan kuluna yardım edeceğini hatırladıkça rahatlıyorum.
Elbette ki, bu süreçte Türkiye’deki hocalarımın, kardeşlerimin duâları en büyük desteğimiz olacak. Duâlarınızda olmak ümîdiyle…”
Hikâyesini aynen aktardığım Nikita, bu sene ülkesine geri döndü. Şu an Filipinler’in minik yürekleriyle gece gündüz ilgileniyor, Kur’ân-ı Kerîm sesleriyle dolup taşan evde nice hidâyetlere şâhitlik ediyor.
Kaynak: Zeynep Duman, Şebnem Dergisi, Sayı: 175
Macar Akademisyen Dr. Tibor Imre Baranyi Müslüman Oldu
Altınoluk dergisinin Mayıs 2019 sayısında İslam ile şereflenen yeni mühtedi Dr. Tibor Imre Baranyi ile yapılan röportajı istifadenize sunuyoruz.
Röportaj: Ömer Faruk Demireşik
Altınoluk dergisinin 399. sayısında Macar akademisyen Dr. Tibor Imre Baranyi hidayet hikayesini anlattı.
BEKLEDİĞİMİZ GELMİŞ AMA BİZ HABERSİZMİŞİZ
Geçtiğimiz ay İlmi Araştırmalar Merkezi (İLAM) mensupları tatlı bir heyecana ev sahipliği yapmanın şükrünü yaşadılar. Macaristan Muhalefet Partisi lideri Gabor Vona’nın başdanışmanı, akademisyen ve düşünür Dr. Tibor Imre Baranyi, Osman Nuri Topbaş Hocamızın telkin ettiği kelime-i şehadet ile İslam dairesine girdi. Yıllar süren araştırmaları, Fahrettin Tivnikli ağabey ve Abdurrahman İslam gibi güzel insanlarla birliktelikleri ve Macaristan’daki gayretli müminlerin kalbi ısındıran temasları Baranyi’yi nihayet bir noktaya getirmiş ve Müslüman olmaya karar vermişti. Bu kararını Hocamızın şahitliğinde gerçekleştirmek istemesi de bu Macar düşünürün bir diğer kararıydı. Baranyi ilk ezan sesini İstanbul’da duymuş, yıllar sonra o ezana muhatap olacağı yerin de yine İstanbul olmasını arzulamıştı. Hocamızın, hidayet töreni akabinde beşuş bir çehre ile “artık hem dünya hem ahiret kardeşimiz oldu” diyerek tebrik ettiği bu güzel insan hidayete ermesinden sonra ilk olarak kendisine yaptığı ikram ve iyiliklerini hep hatırladığı Fahreddin Tivnikli ağabeyin mezarını ziyaret etmek istedi. Elinde tuttuğu takkesini Fahreddin ağabeyin verdiğini ve son hastalık döneminde ona şu sözleri söylediğini ifade ederek: “Benim vaktim az kaldı, artık gidiyorum. Ama burası sizin yeriniz, sizin evinizdir inşallah, sizi her zaman bekliyoruz.” Tibor Bey’in bu vefalı ve hamiyetperver davranışı orada bulunan herkesin yüreğini kabarttı ve Fahreddin ağabeyimizi bir kez daha hayırla yad ettik. Dr. Tibor Imre Baranyi ile hidayetle buluşma sürecini arkadaşımız Ömer Faruk Demireşik konuştu.
- İslam’la buluşma hikâyenizi dinlesek öncelikle?
Tibor Imre Baranyi: Yirmi yaşımdan beri dinleri, gelenek ve kültürleri araştırıyor, bunların üzerinde çalışma yapıyorum. Haddimi aşmak istemem ama uzun yıllar Budizm, Hinduizm ve diğer Uzakdoğu dinlerini araştırdım. Tabiî Hristiyanlığı da öğrendim ki zaten içinde doğup büyüdüğüm ortamdır. Dinleri araştırırken akademide kendi öğrencilerime görüşlerimi aktarmaya çalıştım. Bu arada çok iyi dostum olan Macaristan Ana Muhalefet Partisi genel başkanının danışmanlığını yapmaya başladım. Her şey çok iyi gidiyordu. İkinci parti olmuştuk. Bana milletvekilliği teklif edildi. Ama ben teklifleri reddettim. Çünkü biliyordum ki politikaya girdiği zaman insan kirlenir. Bu yüzden uzak kaldım. Partiyle bütün ilişkilerimi kesip de tamamen talebelerimle meşgul olmaya başladığımda büyük bir boşlukta kaldım. Acaba Mevlâ benden ne istiyor, bunu düşünmeye başladım.
Tabiî ben siyâsî camiaya arkamı çevirince onlar da bana sırtlarını döndüler. Ailemle beraber yokluk içinde kaldım. Elimde hiçbir şey kalmadı. İşte o zaman yoğun bir şekilde ölümü ve ötesini düşünmeye başladım. Şu ana kadar araştırdığım hiçbir din, buna Hıristiyanlık da dâhil, bana ölümden sonrası için bir güven vermemişti. Öldükten sonra ne olacağım hususunda tatmin edici bir bilgim yoktu maalesef.
15-16 yıldan bu yana dostum olan Ahmet (Barışçıl) vasıtası ile elime bir Kur’ân-ı Kerim geçti. Bu, Macarca bir Kur’ân mealiydi. Benden, onu okumam, gerekli düzeltmeleri yapmam ve mümkünse Macarca edisyon yapmam istendi. Aman Allah’ım! Okumaya başladığım andan itibaren her bir ayetin sanki bizzat bana hitap ettiğini gördüm. Okuduğum her ayet, kalbime ufak dokunuşlar yapıyor, sanki benim için gönderilmiş intibaı veriyordu. Hepsi içinde bulunduğum sıkıntıları anlatan ayetlerdi.
Türkiye’ye ilk defa Fahreddin Tivnikli Ağabeyin daveti üzerine geldik. Burada harikulade bir ikrâmseverlik, kardeşlik ve cömertliğe şahit oldum. İçinde büyüdüğüm Hıristiyanlık kültürü de hep sevgiden ve merhametten bahseder ama yaşantıda bunu hiç göremezsin. Onu burada yaşanır şekliyle gördüm.
Aralık ayında kendimi Kur’ân’a verdim. Kur’ân-ı Kerîm’i ve elimizde bulunan hadîs-i şerîfleri okumaya başladıkça daha da yakınlaştım. İçimdeki soru işaretleri yok olmaya başladı. Bu esnada yüzde yüz emin olabileceğim net cevaplar aldım. Kur’ân-ı Kerim ve hadisler ölümden sonra ne olacağı hususunda beni mutmain etti. Elhamdülillah, şimdi buradayım, karşınızdayım.
- Günümüzde Hıristiyanlığın durumu hakkında neler söylemek istersiniz?
I. Baranyi: Hıristiyanlık aslında Tanrı’dan uzaklaşmış, Hazreti İsa’ya bağlanmış, onu takip etmek üzere kurulmuştur. Öğreti şudur: Hazret-i İsa bizim günahlarımız için çarmıha gerildi. Dolayısıyla bizim günahlarımızın acısını Hazret-i İsa önceden çekmiştir. Biz sadece onu severek kurtuluşa erebiliriz.
Aslında bu, aynı zamanda insanlara şöyle bir mesaj veriyor: Hakikat için çok fazla mücadele etmeyin! Her zaman doğrunun yanında olmak zorunda değilsiniz. En güzel örnek Hazret-i İsa’dır; o hakikatin yanında olduğu için çarmıha gerilmiştir. O yüzden siz de bu yolda çok ısrar etmeyin, yoksa bedelini ödersiniz. Öyle bir İsa figürü oluşturuldu ki, hayatı takip edilemez, onun gibi yaşanılamaz! Sadece varlığı vardır, o da semboliktir.
Ortaçağ’ın sonunda Hıristiyanlık tamamen yenilgiye uğradı ve şu an işte Batı’da gördüğümüz dehşet verici liberal ve demokratik hayatı bir din olarak insana sunar hale geldi. Şu an Batı hayat tarzını tamamen şeytan belirliyor; Hıristiyanlıkla hiç alakası yok! Ve bu şeytânî hayata hiçbir din cevap veremiyor. İslâm hariç tabii. Budizm, Hinduizm, Şintoizm ve diğer doğu dinleri de bu şeytânî akıma ellerini kaldırıp teslim olmuştur. Budizm, Hinduizm ve Şintoizm kendi bulunduğu bölgelerde insanlara mutluluk sunamadığı gibi Batı’da insanlar hakikate ulaşmasın diye bu dinlere yönelik suni akımlar oluşturuluyor.
Bu yolun sonuna kadar yürüdüm ve elhamdülillah İslâm’la tanıştım. İslam da bana yolun bitmediğini, hakikatin yok olmadığını, hâlâ var olduğunu, ona göre yaşandığı takdirde sonuca varabileceğimizi gösterdi.
- Kur’an’da sizi en çok ne etkiledi?
I. Baranyi: Kur’ân-ı Kerim’de beni çok etkileyen âyetlerden bir tanesi şudur: “(Ey Muhammed!) Sana da geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur’ân)’ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma.” Başka ayetlerde de Allah Teâlâ’nın tekrar tekrar söylediği bu hususu, yani “Biz sana yeni bir kitap, yeni bir şeriat göndermedik. Senden öncekilerin öğretilerini tekrar tashih etmek ve güçlendirmek için bu kitabı gönderdik” gerçeğini bir Hıristiyan olarak okuduğum zaman: “Evet, elhamdülillah bizim beklediğimiz gelmiş! Biz habersizmişiz!” dedim.
- Müslüman olmaya karar verişiniz uzun bir süreç almış. Son kararı nasıl verdiniz?
I. Baranyi: İki ay önce bir rüya gördüm. İstanbul’a gelmiştim. Arabaya bindim ve Üsküdar’dan Çamlıca’ya doğru bir yokuş çıkmaya başladım. Çıkarken sağda büyük bir bahçe gördüm. Arabadan indiğimde şehir bir anda insansız hâle geliverdi. Bahçeye girdim, aman Allah’ım, bahçe ne muhteşemdi, ne muazzam bir tat ve kokusu vardı. Güzel, çok büyük bir bahçeydi ve her tarafta değerli taşlar vardı. Ortada bir kitap vardı, hemen bir kalem aldım ve bu kitaba talebelerimden uygun gördüklerimin ismini yazmak istedim. Başladım onların isimlerini yazmaya… Akademideki arkadaşlarımın, öğrencilerimden bir kısmının isimlerini yazdım. Sonra dışarı çıkmaya çalıştım. Ama o büyük bahçede çıkışı bulamadım. Bahçe içinde kalakaldım. Bunun üzerine uyandım, rüyadan o kadar etkilendim ki, akşama kadar tesirini hissettim. O mutluluk, o huzur akşama kadar devam etti. Bu duygular içerisindeyken Ahmet ana muhalefet partisi genel başkanı arkadaşımla konuşmuş. O:
“- Ahmet Bey, bizim üstadımız galiba Müslüman olacak” demiş. Ahmet de:
“- Öyle görünüyor” demiş.
“- Bize fikri öncülük yapan hocamız Müslüman olursa biz ne yapacağız o zaman…” dediğinde Ahmet:
“-Bilmiyorum artık, ondan sonrasını aranızda konuşursunuz” diye mukabelede bulunmuş. Sonra Abdurrahman (İslam) ağabeye rüyayı anlattım. Abdurrahman abi:
“-Rüyanın mesajı çok net! Sen mesajı aldın inşallah” dedi. Ben de aldığımı söyledim.
Sizi tebrik ediyor, Rabbimizden hayırlı hizmet ömrü niyaz ediyoruz.
I. Baranyi: Teşekkür ederim.
Kaynak: Altınoluk Dergisi, Sayı: 399
İslam ve İhsan
.Roger Garaudy yıllar önce İstanbul’a gelmişti. Yıldız Sarayı’nda bir konferans veriyordu. O konferansta hasbelkader ben de bulundum. Garaudy’ye:
“‒Sizi önce hristiyan, ardından komünist olarak görüyoruz. Şimdi müslümansınız. Hindistan dolayına doğru da bir seyahat yapacak mısınız?” diye kinâyeli bir soru sordular. O da:
“‒Anlatayım.” Dedi;
KARTELLER MİLYONLARCA SÜTÜ DÖKÜYORLARDI
“Ben hristiyandım. ABD’deki büyük kartellerin fiyatları sabit tutmak için milyonlarca ton sütü döktüklerini, milyonlarca ton buğdayı yaktıklarını görünce, bu vicdansızlık beni komünizme itti. Baktım komünizm de kuru, hiçbir mânevî tarafı yok. Hristiyanlık ile komünizm arasında bir köprü kurmaya çalıştım, ama olmadı.
CEZAYİRLİ MÜSLÜMAN YARDIM ETTİ
O dönemlerde Fransızlar benim öldürülmemi istiyorlardı. Cezâyirli müslüman bir askerin yardımıyla bu tehlikeden kurtuldum. Bilâhare o müslüman askeri buldum.
«‒Fransız subayı benim vurulmamı istemişken, beni neden kurtardın?» diye sorduğumda;
«‒Ben müslümanım, Allâh’ın verdiği canı bilmeden kıymaya râzı olmam. Bunun uhrevî mesʼûliyetinden korkarım.» dedi.
Ben o zamana kadar İslâm’ı bir aşîret dîni zannediyordum. Bu hâdise benim İslâm’a yönelmeme vesîle oldu. İktisatçı olduğum için İslâm iktisâdî yapısını da inceledim. Fâiz nedir, komünizmde nasıldır, İslâm’da nasıldır, nereye kadar yasaktır, hudutları nelerdir? Bu gibi hususları inceledim.
Câbir şöyle der:
“Rasûlullah fâiz yiyene, yedirene, bu muâmeleyi yazan kâtibe ve şâhitlerine lânet etti ve:
«–Onlar müsâvîdir...» buyurdu.” (Müslim, Müsâkât, 105-106)
BİLAL'İN NAKLETTİĞİ HADİS BENİ SELAMETE ÇIKARDI
(Bilâl-i Habeşîʼyi kastederek) Bilâlʼin bir hadisi beni selâmete çıkardı. Bilâl, Allah Rasûlüʼne güzel bir hurma götürür. Efendimiz;
«‒Bunu nereden buldun?» diye sorunca Bilâl de;
«‒Bizde âdî hurma vardı. Rasûlullah`ın yemesi için ondan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık.» der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber;
«‒Eyvah! Bu ribânın/fâizin ta kendisi, sakın öyle yapma! Şayet iyi hurma satın almak istersen elindekini ayrıca sat; sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al.» buyurur. (Müslim, Müsâkât, 96)
Gördüm ki Allah Rasûlü, fâize açılan her kapının anahtar deliğini bile kapatmış. Bu durum beni İslâm’ı daha çok tedkik etmeye sevk etti.
İSLAM DÜNYASI EBU HANİFE’Yİ LAYIKIYLA TANIMIYOR
İslâm’da iktisat nedir, sorusunun cevaplarını ararken orada büyük bir dehâ ile de karşılaştım. O dehâ Ebû Hanîfe idi. Ne yazık ki bugün Ebû Hanîfe’nin dehâsını müslümanlara ben anlatıyorum. İslâm dünyası daha Ebû Hanîfe’yi lâyıkıyla tanımıyor.” dedi.
Velhâsıl, Rasûlullah Efendimizʼin İslâm iktisâdî hayatında da hiçbir tâvizi olmadı. Mü’minler olarak bizler de İslâmʼı bütün muhtevâsıyla yaşamaya mecburuz.
“Fâiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimse gibi kalkarlar. Bu hâl onların «Alışveriş de fâiz gibidir.» demeleri sebebiyledir. Hâlbuki Allah, alışverişi helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun hakkındaki hüküm Allâh’a âittir. Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar Cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.” (el-Bakara, 275)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş / Müslümanın Para ile İmtihanı, Erkam yayınları
.
Şamanist'ti Müslüman Oldu
Moğolistanlı bir genç kız ibretlerle dolu hayatının ardından İslam’la şereflendi. Peki nasıl ve Müslüman oldu? Bu hidayet öyküsünden çıkaracağımız dersler neler? Okuyanların ibret alacağı bu hidayet hikayesini istifadenize sunuyoruz.
Günümüz gençlerinin hayallerini süsleyen bir hayat tarzı var: Nerede akşam, orada sabah… Karışanı görüşeni olmayan… Cebinde hiç bitmeyen hazır parası, her istediğini alabilen, her arzu ettiğine ulaşabilen… Acaba gerçekten böyle bir hayat tarzı, mutluluk vaad ediyor mu? Yoksa insan, dışarıdan imrenilen böylesi bir hayat ile aslında büyük bir buhranı mı gizliyor? İşte bu ve benzeri soruların cevabı, çok uzaklardan, Moğolistan’dan geliyor. İbretlerle dolu 20 yıllık bu hayatın, bize de söyleyecekleri var, şüphesiz…
AİLEM ŞAMANİST’Tİ
Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Adım Möngönami Gambat… Moğolistanlıyım. 20 yaşındayım. Türkiye’ye geleli daha bir yıl olmadı. Burada kardeşlerim bana, “Fatma Zehra” diye hitap ediyorlar.
Biz de öyle diyelim o zaman… Fatma Zehra, İslâm’dan evvel hangi dine mensuptunuz?
Aslında ben ateisttim, ama âilem Şamanist olduğu için onların inanç âyinlerine de bir-iki defa katılmıştım.
Âilen Şamanist, ülkende Budizm yaygın olduğu hâlde, siz neden “ateistim” dediniz?
Benim aklıma ve mantığıma göre, gerek Budizm, gerekse Şamanizm ve diğer dinler hakiki ve doyurucu gelmiyordu. Bir ara gerçekten din diye bir şey var mı diye küçük çaplı araştırmalarım oldu ama hiç etkilenmedim. Ben de kendimi hayatın akışına bıraktım.
İSLAM’I TERÖR DİNİ OLARAK GÖRÜYORLAR
Şamanizm hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Şamanistler, gök cisimlerine ve dağlara taparlar. İnsanlar, genelde başlarına bir felâket geldiğinde Şamanist oldukları akıllarına gelir. Yüksek dağa çıkarlar. Hani koca göbekli bir erkek heykeli vardır, televizyonda görmüşsünüzdür. Onun önünde adaklar adayıp duâ ederler. Dînî liderleri vardır. Onlar da dağa çıkıp ruhlarla konuştuklarını ve onlardan haberler getirdiklerini söyler, herkes de onlara inanır. Şamanistlerde ibâdet diye bir şey yoktur.
Moğolistan’da Şamanizm ve Budizm’den başka, hangi dinler yaygın?
En fazla Şamanizm ve Budizm… Ama son yıllarda misyonerler yüzünden Hıristiyanlık da hızla yayılmaya başladı. Çok az Müslüman var. İnsanlar, İslâm’ı terör dini olarak görüyorlar.
SÜREKLİ İÇİMDEKİ BOŞLUĞU DOLDURACAK BİR ŞEY ARIYORDUM
İslâm, ülkenizde pek rağbet görmediği hâlde, siz, Müslüman olmaya nasıl karar verdiniz?
Sekiz yaşımdan beri âilemden uzak şehirlerde yaşadım. Bütün kararlarımı kendim verdim. Benim annem ve babam doktor... İkisi de çok meşgul, benim kredi kartımı dolduruyorlardı, ben istediğimi yapıyordum. Hiç hesap sorma yoktu. İstediğim her şeyi alabiliyordum. İstediğim her yere de gidebiliyordum. Ama herkese câzip gelen bu hayatım, bana mutluluk vermiyordu. Geçici bir tat, ardından büyük bir boşluk hissediyordum. Sürekli içimdeki boşluğu dolduracak bir şey arıyordum.
İçinizdeki boşluğu neler yaparak doldurmaya çalışıyordunuz?
Meselâ dövme yaptırıyordum. Çünkü dövme yaptırırken çok acı çekiyorsunuz, yani acı çekmekle bile yüreğinizdeki boşluğa bir çare arıyorsunuz. Beş yıl sigara kullandım. Zaten on sekiz yaşından sonra herkes serbest… Ben daha da serbest oldum. Her akşam barlarda sarhoş olup mutlu olmaya çalışıyordum. Hayatım dünyevî açıdan zevkliydi ama her geçen gün kötülük içinde âdetâ boğuluyordum. Bana uzaktan bakan birçok genç kız:
“-Oh ne rahat, istediği kadar parası var, istediği her yere gidiyor. İstediği her şeyi yapıyor!..” diyerek imreniyordu.
Derslerimde de çok başarılı idim. Olimpiyatlara katılıyordum. Çok iyi dereceler alıyordum. Bir gencin dünyada istediği her şeye sahiptim. Ama içimdeki o boşluk, her geçen gün daha da artıyordu. Ben o boşluğu doldurmaya çalıştıkça, daha da mutsuzlaşıyordum. Artık şöyle düşünmeye başlamıştım.
“-Ben niye çalışıyorum. Zaten zenginim. Evlensem çocuklarım olacak… Onlar da benim gibi mutsuz olacak.”
Hayatımı düşününce bir son yok! Bir hedef yok! Böyle düşünüp iyice bunalıma giriyordum. Bazen; “Benden daha üstün bir varlık olmalı, hiçbir şey kendi başına olmuyor. Yemek kendi başına pişmiyor, bunu pişiren bir aşçı var. Elbiseyi diken bir terzi var da bu eşsiz güzellikteki dünya mı kendi kendine olacak?!” diyordum. Ama bu kim, nerede diye yine bir bilinmeze dalıyordum.
ÖLENLER DİKKATİMİ ÇEKMEYE BAŞLADI
“Ben nereden geldim ve nereye doğru gidiyorum.” diye hiç düşünüyor muydunuz?
Evet, son zamanlarda; “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” düşüncesi çok ağır basıyordu. İçimdeki boşluk, beni bu sorulara doğru sürüklüyordu. Ölenler dikkatimi çekmeye başladı. Bunlar ölmeden önce canlıydı; gülüyordu, ağlıyordu, şimdi ne oldu?! Ölünce ne oluyor? Bu dünyadaki güneş, ay ve yıldızlar, her şey artık benim dikkatimi çekiyor, onların üzerinde uzun uzun düşünüyordum.
Şamanistler, ruhların var olduğuna, onların ölmeyip devam ettiğine inanıyorlardı. “Ruh nedir?” sorusu beni epey meşgul etti.
Peki, İslâm’ı ilk defa nasıl duydunuz?
Moğolistan’da Türk Koleji’nde okuyordum. Türk belletmen hocalar, bizimle yakından ilgileniyordu. Bir gün bir problem yaşamıştım. Onu ağlayarak anlatırken birden içimde yaşadığım boşluğu, düşüncelerimi, yaşadıklarımı her şeyi bir solukta anlatıverdim. O belletmen hocamız:
“-Senin içindeki boşluk, mânevî… Biraz dinleri araştır, bu arada kâinâttaki varlıkları tefekkürle seyret… Bir-iki hafta sonra tekrar görüşelim!..” dedi.
İşte bu dönemde, ben önce Şamanizm olmak üzere etrafımdaki dinleri tek tek araştırmaya başladım. Şamanizm'den sonra Budizm’i araştırdım, ardından da Hıristiyanlığı...
GÜZEL GÜNLERDE TANRI YOK, BAŞI SIKIŞINCA YARATICI VAR!
Sizi bunlardan uzaklaştıran ne oldu?! Hıristiyanlık’ı neden tercih etmediniz?
Budizm’de insanlar, şişman erkek putu var, ona tapıyorlar. Tapan insanlar, çok pisti. Temizlik mefhumu yoktu. İnandıkları akımın insanın mantığıyla izah edilecek bir tarafı da yoktu. Meselâ insanlara:
“-Çok yıkanırsanız, sizde var olan güzel ahlâk da suyla beraber akıp gider. O yüzden yıkanmamak iyidir!..” diyorlardı.
İmam gibi din liderleri çıplak geziyor, sadece üzerlerine bir bez alıyorlardı ve temizliğe hiç dikkat etmiyorlardı.
Bir arkadaşım Hıristiyandı. Etrafındaki herkesi bu dine dâvet ediyordu. Hıristiyanlığa girenlere para ve hediye veriyorlardı. Cennetten arsalar satıldığını duydum. Düşündüm ki bu din kaliteli olsaydı, herkesi yalvarırcasına dinlerine çağırmazlar, herkes onları tercih ederdi!.. Yani bir dinin bence böyle maddî bir reklama ihtiyacı olmamalıydı. Onun kalitesi, onu yaşayanlardan anlaşılmalıydı.
Şamanizm, âilemin dini idi. Belki o doğrudur, diye düşündüm. Onların dînî liderleri de yüzünü kapatıyordu, duâ gibi bir şeyler okuyordu. Sonra içine başka bir ruhun girdiğini söylüyordu. İçine giren o ruh, o kişiye gelecekten haberler veriyormuş. O ruh, onun bedenine girince herkesin içini görebiliyormuş, geçmişten gelecekten haber veriyormuş.
Bir gün annem ve babam, beni de o dînî lidere götürdüler. Benim içimden geçenleri öğrenmek için… Açıkçası giderken biraz korktum; içimdekileri bilirse ben ne yaparım diye endişelendim. Çünkü annem ve babamdan gizlediğim çok şey vardı. Sonra o adam başladı anlatmaya, hep kafasından bir şeyler uyduruyordu. Benimle hiç alâkası yoktu. Meğer önceki hayatta ben kralmışım. Vesâire, vesâire… Ben de rahatladım. Tabiî, hakiki bir dinle hiç alakasının olmadığını, insanları aldattığını iyice anlamış oldum.
İnsanların zihninde din, kötülük ve zorluk (deprem, ölüm, sel vs.) zamanında ihtiyaç duyulan bir şeydi. Güzel günlerde, hayatın içinde bir din mefhumu yoktu. İnsanın sadece başı sıkıştığı zaman bir Yaratıcı’ya ihtiyaç duyması da bana tuhaf geliyordu.
Hâlbuki ben böyle düşünmüyordum. Bence din, insanın hayatının tamamını kaplamalıydı. Beni rûhen öyle doyurmalıydı ki ben başka bir şeye ihtiyaç hissetmemeliydim. Araştırdığım dinlerin mensupları ya ayda bir veya haftada bir ya da sadece ölüm zamanlarında dinlerinin varlığını hatırlıyorlardı.
Bu arada ben belletmen ablamın yanına gelip onunla konuşmak istediğimi söyledim.
MÜSLÜMANLARIN İBADET ŞEKİLLERİ HEP DİKKATİMİ ÇEKİYORDU
Belletmen hocanızın Müslüman olduğunu biliyor muydunuz?
Onun farklı bir ibadet yaptığını biliyordum ama hangi dinin ibadeti olduğunu anlamamıştım. Çünkü çevremizde bu şekilde ibadet eden kimse yoktu.
İbadet şekilleri, hep dikkatimi çekiyordu. Geceleri kalkıp yemek yemeleri ve gün boyu hiçbir şey yememeleri (meğer oruç tutuyorlarmış), kapılarını çaldığımızda kapıyı hep geç açarlardı. Bir gün belletmen ablamı, namaz kılarken gördüm. Çok ilgimi çekti. Sonra:
“-Siz ne yapıyorsunuz?” diye sordum.
O da Müslüman olduklarını ve namaz kıldıklarını söyledi. Biraz İslâm’dan bahsetti. Artık ben, her gün derslerden sonra yanına geliyordum ve saatlerce onunla konuşuyordum. Bu da beni çok rahatlatıyordu.
Bu arada ben mezun oldum. Ablam da Türkiye’ye döndü. Ben şimdi ne yapacaktım?! Âilemle beraber yaşayamazdım. Buna hiç alışık değildim. Büyük ablam, İtalya’da okuyordu. Onun yanına gidip üniversiteyi okumaya karar verdim. Âilem böyle istiyordu. Ama ben İslâm’ı öğrenmek istiyordum fakat üniversiteyi de okumalıydım. Ve Türkiye’ye belletmen ablama telefon açtım. Ablam da:
“-Türkiye’ye gel, burada hem İslâm’ı öğreneceğin Kur’ân Kursları var hem de üniversite imkânı…” dedi.
Bu teklif, tam bana göre idi. Âilemden habersiz bu kursa gelebilmek için sınava girdim ve kazandım. Âileme üniversiteyi okumak için gideceğimi söyledim. Annem:
“-Tamam, gidebilirsin.” dedi.
Dinleri de araştıracağımı söyleyince biraz tartıştık.
“-Zaten sen istediğini yapıyorsun. Bize hiç sormuyorsun!” diye kızdı. Bana hâlâ biraz kızgın…
Havaalanına da tek başıma gittim. Sonra da buraya geldim işte.
Röportajın Devamı: Hüdayi’de Aileden Öte Bir Muhabbet Yaşadım
Kaynak: Dünya İslam'a Koşuyor, Halime Demireşik, Sultantepe Yayıncılık
Obed Davud'un Haiti'den Üsküdara Uzanan Hikayesi
Obed Davud kimdir? Nereden geliyor? Neler yaşadı ve nasıl müslüman oldu? İşte Muhabbeteki sırra vakıf olan Obed Davud'un Haitiden Eyüp'e oradan Üsküdar'a uzanan ibret dolu hidayet öyküsü...
"Araştırmalarımda Osman Nuri TOPBAŞ’ın Fransızcaya tercüme edilmiş bir kitabına rastladım: «Muhabbetteki Sır» kitabına. Tabiî kitabı tamamen okudum. Okuduktan sonra İslâm’ın anlatılanlardan çok farklı, terör organizasyonuyla hiçbir alâkası olmayan gerçek bir din olduğunu gördüm." (Obed Davud)
Ömer Sami HIDIR – Nurullah Yaşar KELEŞ'in kendisiyle gerçekleştirdiği mülakatın tamamı:
Obed Davud, Haitili bir kardeşimiz. Hidâyete erme hikâyesi ve ülkesinin mâzîsine dair anlattıkları; gönül ufuklarımızı, Amerika kıtasının dibindeki bu adaya kadar genişletiyor. Fransızca konuşan Davud Kardeşimizle, değerli Nurullah Yaşar KELEŞ Beyin tercümesi vasıtasıyla hasbihâl ettik.
YÜZAKI: Sizi tanıyabilir miyiz? Buraya gelişiniz, yani İslâmla müşerref oluşunuz nasıl oldu?
Obed Davud: Bir rahip olan babam bana iki isim vermiş. Biri İbrânîce bir kelime olarak Obed diğeri de Davud Peygamber’in adı: David. İkisi de Kitâb-ı Mukaddes’te geçtiği için koymuş. Obed de kul, hizmetçi demek. «Abdullah» kelimesine benziyor.
İslâm’a ilgim, önce onu araştırmakla başladı. 2015’te medyada İslâm’la ilgili haberler geçiyordu. İslâm, Haiti’de «terörist bir organizasyon» olarak nitelendiriliyordu. «İslâm» ve «müslüman» denince insanlarda bir korku meydana geliyordu.
YÜZAKI: İslâmofobi yani!
Obed Davud: Evet. Haberlerde müslümanların hiçbir sebep olmaksızın insanları öldürdüğü söyleniyordu. Ben de araştırmaya başladım; «İslâm nedir?» diye. İnternette bulabildiğim kaynaklara bakıyordum.
Araştırmalarımda Osman Nuri TOPBAŞ’ın Fransızcaya tercüme edilmiş bir kitabına rastladım: «Muhabbetteki Sır» kitabına. Tabiî kitabı tamamen okudum. Okuduktan sonra İslâm’ın anlatılanlardan çok farklı, terör organizasyonuyla hiçbir alâkası olmayan gerçek bir din olduğunu gördüm.
O kitapta İslâm’ın insan hayatına saygısını okudum. Sevgi-saygı çerçevesinde bütün insanların muhabbetle, kardeşçe yaşamasına İslâm’ın büyük değer verdiğini gördüm.
Bilhassa şu dikkatimi çekti: İslâm’ın kaynağında yani Kur’ân-ı Kerim’de; «Bir insanın öldürülmesi, bütün insanlığın öldürülmesine, bir insanın yaşatılması da bütün insanlığın ihyâ edilmesine» eş tutuluyordu.
İslâm’a atılan iftiralardan biri de kadınlarla alâkalıydı.
Medyayı takip ederken, özellikle Fransa’daki ırkçı partinin yayınlarında; «İslâm’ın kadınları dışladığı» suçlaması yer alıyordu. Onu da araştırdım.
Yayınlarda, İslâm’ı suçlayanlar olduğu gibi, onu müdafaa edenler de var.
Onlardan biri de «Tarık RAMAZAN» idi. Bu kişi Oxford’da felsefe hocası. Fransa’da büyümüş fakat Mısır asıllı. Hasan el-Bennâ’nın torunlarından. O; fikirlerinde, İslâm’ın kadını yücelttiğini savunuyordu.
Araştırmamı derinleştirdiğimde Osman Efendi’nin «Muhabbetteki Sır» kitabında kadınlarla ilgili bir bölüm dikkatimi çekti. O kitapta özellikle anlatıyor:
Kadının asıl dışlanması ve şiddete maruz kalması Peygamber Efendimiz’den önceki câhiliyye devrinde yaşanıyordu. Daha sonra Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimiz’i göndermesiyle, bu kadınlara da rahmet oluyor ve haklarını alıyorlar. Oradaki şu hadîs-i şerif de gönül dünyamı okşadı:
“Cennet annelerin ayakları altındadır.”
İslâm’da kadına, olması gereken haklar veriliyor. Bunun yanında kadınlar, tesettür vb. hükümlerle; istismardan, kötü niyetli muamelelerden muhafaza ediliyor. Bu emirlerin maksadı; kadınların değerini düşürmek değil, bilâkis onların kıymetlerini muhafaza ve himaye etmek.
İki şeker misali vardır:
“Birisi ambalâjlı diğeri ambalâjsız. İkisi de yere düşüyor. Size ikram ediliyor. Hangisini seçersiniz?” diye. Yani oradaki temsilde de, yere düşen şekerler dünyadaki kadınlar gibi. O korunaklı olan; teşhir edilmeyen, korunma altına alınan kadınlar, İslâm kadınını temsil ediyor. Daha değerli oluyor. Diğerleri de, herkese teşhir edilen kadınlar gibi.
Yine o eserde; «Hanımına iyi davranan erkeğin ümmetin en hayırlıları» olduğu anlatılıyor. Yani en iyi insanlar, en iyi erkekler olarak bildiriliyor onlar. Gerçek İslâm’da hakikatin, medyada yansıtılanların aksine çok farklı olduğunu gördüm.
Sadece benim hanımım değil çevremdeki hanımların İslâm’a karşı olan soğuklukları bundan dolayı idi. Daha sonra hanımıma bu bölümü okuttum.
Ondan sonra; «Nasıl müslüman olabilirim?» diye araştırmaya başladım. Yani müslüman olmak basit; bir imam huzûrunda kelime-i şahâdeti getirirsiniz ve müslüman olursunuz. Öyleyse bir cami bulmalıydım. Caminin ne olduğunu bilmiyordum o zamana kadar! Bir cami tarif ettiler. Bana tarif edilen cami, oturduğum yere 300 kilometre uzaklıkta başkent Port au Prince’teydi. Oraya gittim. Orada aslen Kanadalı olup, Haiti’ye gidip gelen bir imam vardı. Caminin adı da Fâtiha Camii’ydi. Elhamdülillâh 2015 Ramazan’ından sonra orada şahâdet getirdim. Kendi şehrime döndükten sonra; «daha yakın bir cami bulabilir miyim?» diye araştırdım. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptırdığı bir caminin, bana 50 kilometre uzakta olduğunu tespit ettim. Cuma namazlarına oraya gitmeye başladım.

Orada, yani bulunduğum muhitte; etrafımdaki müslümanlara baktım ki, ilim yok. Cami cemaati dâhil, kimsenin köklü bir ilmi yok. Haiti neredeyse tamamen hıristiyan olduğu için, herhangi bir tebliğde bulunabilmek için gerçekten dîni çok iyi bilmek lâzım.
YÜZAKI: İstanbul’a bu sebeple geldiniz. Değil mi?
Obed Davud: Evet. İslâmiyet hakkında, daha fazla bilgi sahibi olmak istiyordum. İslâm’ı ilk önce «Muhabbetteki Sır» kitabından öğrendiğim için; «İslâmiyet ile ilgili daha fazla bilgi için bu kitabın yazarına ulaşmam lâzım.» diye düşündüm.
Bu kitap beni çok etkiledi. Bütün bakış açımı değiştirdi. Ve bu şekilde; «Dîni bu zâtın ağzından bizzat öğrenmek isterim.» diye böyle bir araştırmaya giriştim. Araştırmalarım neticesinde burada, Osman Nûri TOPBAŞ Efendi’nin İstanbul’da olduğunu, burada yaşadığını gördüm. Meşhur bir hoca efendi ve müellif olduğunu fark ettim.
Haiti’den buraya gelmek kolay olmadı.
Haiti’de Türk konsolosluğu yok. «İstanbul’a nasıl gelinir?» diye araştırdım.
Haiti, ortadan ikiye bölünmüş Hispaniola adası üzerindedir. Adanın diğer tarafında Dominik Cumhuriyeti var. Haiti’den İstanbul’a doğrudan sefer yok. Ben Dominik Adaları’ndan vize aldım. Oradan İspanya / Madrid aktarmalı olarak İstanbul’a gelebilmek için gidiş dönüş bileti aldım. Böyle bir kolaylık tanıyorlar.
Uçak yolculuğu 20 saat sürdü. İstanbul’da havalimanına 16:30’da indim. Yakın bir otel tarif ettiler. Orada sabah Tacikistanlı birisiyle tanıştım. Ona hemen Osman Efendi’yi sordum;
“–Burada bulabilir miyim?” diye.
“–Sen burada bulamazsın. Sen Eyüp’e git. Orada aradığını daha çabuk bulursun. Orası dindar insanların en çok ziyaret ettiği camidir. Oraya gelen giden Afrikalılar ve siyahîler de olur.” dedi. Bana Eyüp civarında ucuz bir pansiyon da tarif etti. Eyüp’e gittim ertesi gün.
“Eyüp Sultan Camii’ne her gün namaza gidersen orada birilerini bulursun.” dedi.
YÜZAKI: Eyüp’te ne kadar kaldınız?
Obed Davud: Eyüp çevresinde günlerce sordum soruşturdum. Tabiî ben Fransızca konuşuyorum. Ancak Fransızca bilen kardeşlere sorabiliyordum. Saat satan Afrikalı arkadaşlara rastladım, fakat onlar haberdar değildi.
Sonunda «Cuma» diye bir kardeşle tanıştım. Cuma, Kongolu bir talebe, İLAM’dan. Onunla tanıştım. Cuma dedi ki;
“–Osman Efendi’nin bulunduğu merkeze seni götürürüm. Kolay olmayabilir ama seni de kendisiyle görüştürürüm.”
O irtibat kurdu ve Osman Efendi ile görüştük. Elhamdülillâh İLAM’da kalmama müsaade ettiler. Burada İslâmiyet’i öğrenmem için seferber oldular. Kendilerine çok teşekkür ediyorum.
Bir eseriyle İslâm ile tanıştım, şimdi de elhamdülillâh bizzat kendisinin bulunduğu merkezde, talebeleri vasıtasıyla İslâm’ı daha iyi bir şekilde tâlim ediyorum. Sonsuz şükürler olsun.
YÜZAKI: Haiti’nin tarihi ve mevcut durumu hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Obed Davud: Haiti, Karayip Denizi’nin ikinci büyük adası olan Hispaniola üzerindedir. 1492’de Kristof Kolomb, Haiti’yi keşfetti.
İlk olarak orada ikamet eden, oranın yerlisi Kızılderililer idi. Kolomb gelir gelmez onları köleleştirdi. Haiti batının ilk sömürgesidir.
Haiti’nin madenlerinde yerli halkı köle olarak çalıştırmaya başladı. Fakat onlar nahif, zayıf insanlardı. Kristof Kolomb’un zorladığı zor çalışmalara dayanamıyorlardı. Vücutları daha zayıftı. Bu çalışmalarda çoğu öldü.
Haiti’nin yeraltı zenginlikleri, yani altın vs. madenleri çoktu. Oradaki insanları köleleştiriyor, madenleri çıkarmak için çalıştırıyordu. Ayrıca kakao ziraatı yaptırıyordu. İnsanlar kendi topraklarında önce köle oldular, sonra da öldüler. Onlardan kimse kalmadı!..
Daha sonra Afrika’ya gittiler. Oradan yüz binlerce insanı köle olarak Haiti’ye getirdiler.
Bu arada İspanyollardan sonra Fransızlar da geldiler ve ada ikiye bölündü. Bir kısmı Fransızların, bir kısmı İspanyolların oldu.
Bugünkü Haiti, Fransız kısmı; Dominik Cumhuriyeti de İspanyol kısmı.
Napolyon zamanında farklı Afrika ülkelerinde gezip, güçlü köleler edinip Haiti’ye çalışmaya getiriyorlardı. Bu köleler müslümandı.
Burada mânidar bir husus var:
Köleleştirme esnasında bazı âlimler de, kardeşlerini bırakmamak için kendilerini köleleştirdiler. «Kardeşlerimizi rehbersiz bırakamayız.» diyerek, zincirlere vurulmaya râzı oldular. «Halk dînini unutmasın.» diye onlar da bu çile ve meşakkatlere göğüs gerdiler. Kendi kendilerini köleleştirdiler. Hürriyetlerinden fedâkârlık yaptılar. Onlarla beraber adaya geldiler.
İslâm’ı alenî olarak yaşayamıyorlardı. Gizli olarak gayret ediyorlardı.
Hem İspanyol hıristiyanların hem de Fransız hıristiyanların Pazar günü dînî âyinleri olduğu için o gün kiliseye gidiyorlardı. Müslümanlar da bunu vesile bilerek o gün dinlerini daha rahat yaşıyorlardı, tebliğ ediyorlardı.
Bugün Haiti’nin istiklâlini kazanmasında adı geçen bir kişi var:
Dutty Boukman.
Jamaika’dan getirilen Dutty Boukman’ın müslüman olduğu bildirilmekte. Bu şahıs Kur’ân eğitimi almış bir âlimdi. Başkalarına da İslâm’ı tebliğ etmek istediği için baskıya uğruyordu. Adının, yanında sürekli kitap taşıdığı için Boukman olduğu söylenir. Yine kitabının sağdan sola okunan bir kitap olduğu ifade ediliyor. Kimsenin bilmediği bir kitabı okuduğu için onun hakkında «esrarengiz adam» ve «sihirbaz» gibi sıfatlar da zikredilmiş. Onun âzadlı olduğu, bundan dolayı İslâm’ı tebliğ etmeye çalıştığı bildirilmekte.
Boukman; Bois Caiman adlı ağaçlık yerde 14 Ağustos 1791’de Haitililere bir kurban merasimi icrâ etti. Bu tarih Zilhicce’nin ortalarına yani Kurban Bayramı’na tekabül etmektedir. Orada samimî bir duâ yaptı. Kölelere mücadele etme azmini aşıladı. Lâkin bu toplantı, içlerinden biri tarafından beyazlara aktarıldı. Beyazlar, Boukman’ı Kasım 1791’de katlettiler.
Böylece başlangıcında müslüman olduğu söylenen bir kişinin gayretleriyle isyan başladı ve oradaki Napolyon askerlerine karşı muzaffer oldular, bağımsızlıklarını kazandılar.
Hâlbuki kölelerde sadece ok ve ufak tefek silâhlar vardı. Napolyon askerleri ise silâhlıydı. Bu şekilde karşılaştıkları hâlde mûcizevî şekilde siyahîler galip geldiler. 1804 yılında Haiti ilk siyahî bağımsız ada oldu. Yani bağımsızlığını ilân eden ilk yer oldu. Fakat maalesef İslâmî kök kayboldu.
Diyorum ki:
Haiti eskiden kökü itibarıyla müslümandı. Benim asıl gayem, hedefim; eskiden İslâm beldesi olan o beldeyi fikrî bir dönüşümle tekrar müslümanlaştırmak. Çünkü şu an Hıristiyanlık’la yoğun bir bölge.
YÜZAKI: Haitililer bu tarihî köklerini biliyorlar mı? Yani meselâ Boukman’ın müslüman olduğunu vs.

Obed Davud: Afrikalı köklerini biliyorlar. Fakat çok azı tarih biliyor. Bilen de biraz daha deşmeye çalışıyor. Biraz araştıran, 1492’den sonra gelen bütün Afrikalıların müslüman olduğunu bulur. Bu tarihî bir vak‘a. Bunun da üstünü kapatmaya çalışıyorlar. Fakat hakikat ortaya çıkmaya başladı.
Meselâ geçen hafta Haiti’de en çok dinlenen radyolardan bir tanesinde, program yapımcılarından bir tanesi bir din adamını davet etti programına. Bu kişi kiliseyi terk ederek, kendi araştırmalarını yapmaya başlayan bir kişi…
Araştırdıkça o da görmüş ki: Şimdiye kadar Hıristiyanlık’la ilgili verilen eğitimin hepsi yalan. Yani;
• «İsa -aleyhisselâm-’ın çarmıha gerilmesi.» yalan.
• «İsa -aleyhisselâm-’ın Rabbin oğlu olduğu.» yalan.
Bu da insanların zihinlerini köleleştirmek için zenginlerin ve en üst seviyedeki kilisenin yaptığı bir oyun.
Bu adamın söylediği bilgiler İslâm ile uyum içinde. O radyo programcısı şimdi programına çıkarmak için Fransızca bilen müslüman bir âlim araştırıyor. Benim akrabalarımdan birisi müslüman. Bu programdan bahsetti. Bana; «İlgini çeker mi, çekmez mi?» diye sordu. Ben henüz hazır olmadığım için, oradaki İmam Hanif adında bir cami imamına yönlendirdim.
YÜZAKI: Şu anda Haiti’de ne kadar müslüman var?
Obed Davud: Haiti’nin toplam nüfusu yaklaşık 13 milyon. 2300 kadar müslüman var. Her gün yeni müslüman olanlar oluyor.
Haiti’de 2004’te bazı siyasî-askerî karışıklıklar oldu. BM’den barış gücü geldi. Gönderilen askerlerle beraber gelen Pakistanlı müslümanlar da oldu. «Kırmızı alanlar» denilen en tehlikeli yerlerde müslüman askerleri vazifelendirmişler. Onlar da dînî tebligatta bulunmuşlar. Böylece müslümanların sayısı arttı. 2010’da meydana gelen ve 200.000 kişinin hayatını kaybettiği büyük depremden sonra da Türkiye’den yardımlar geldi. Diyanet de bahsettiğim camiyi yaptırdı.
YÜZAKI: Biraz da ailenizden bahsedebilir misiniz?
Obed Davud: Babam hâkimdi ve aynı zamanda din adamıydı. Vefat etmeden 10 yıl önce de milletvekili oldu.
Ben babamın dînî eğitimini sevmiyordum. Babam 5 tane kiliseye bakıyordu. Ben kiliseye alâka duymadığım için bana çok kızardı. Bir gün bir aile toplantısında bana serzenişte bulundu:
“–Ben şimdiye kadar kazandığım her şeyi dînim vesilesiyle kazandım. Eğer sen benimle aynı îmâna sahip olmazsan, aynı yolu takip etmezsen sen hiçbir şey olamazsın.” dedi.
Bu sözler, beni şoka uğrattı;
“–Allah isterse ben de bir yerlere gelebilirim ve senin öğrendiğini de öğrenirim.” dedim. Babamın bir vasfı da hâkim vasfı olunca, ben de hukuk okudum.
İslâm’ı duymadan önce bile Hıristiyanlık’ta bir eksiklik olduğunu hissediyordum. Allâh’ın lutfu; ben çok soru sorardım. Orada soruların önünü kapatma vardır. Çok soru sorman istenmez. Soruları cevapsız bırakırlar. Üstü kapalı, izah edilemeyen şeylere de inanmak gerekiyordu. Bu beni Hıristiyanlık’tan soğuttu. Bir zaman geldi, kiliseyi tamamen bıraktım. Kilisenin hâricinde dînî araştırmalar yaptım. Mâneviyatla ilgili araştırmalarda bulundum. Müslüman olduktan sonra şunu fark ettim:
İslâm Hıristiyanlık’tan çok farklı. İslâm’da özellikle tefekküre yönelik; «Tefekkür edin, düşünün.» tarzında bir yönlendirme var.
Evet, İslâm’da şu da var; aklın bitiminde din başlıyor. Hıristiyanlık’ta tam tersi. Yani İslâm’da aklın sınırında din, îman başlıyor. Ulaşabildiğin yere kadar tefekkür edeceksin, onun dışında îmân olacak. Ama Hıristiyanlık’ta tam tersi, böyle değil.
Hıristiyanlık’ta kaynakların tahrif edilmiş olması da büyük bir problem.
Hıristiyanlık’ta kullandığımız İncil, tercüme edilmiş bir İncil. Romalılar zamanında Ârâmîceden Yunancaya tercüme ettiler. Orada da diğer dillere çevrildi. Tahrifler tâ baştan başladı. Yani Ârâmîceden tercümeler yapıldığı zamanda.
YÜZAKI: Teslis de böyle mi çıktı?
Obed Davud: Orada tercümeler yapılırken Yaratıcı’nın vasfı olarak; «Baba»dan bahsedilir. Yaratıcı’dan bahsederken; «Rabbim!» derken, işte; «Rab!», «Baba» olarak geçiyor, tercümede bozulmuş. Orada konuşma tarzından kaynaklanan bir yanılgı var. Tercümede bu; gerçek baba, gerçek oğul gibi algılandı, bozuldu. İsa -aleyhisselâm- da babasız yaratıldığı için orada bir benzetme oldu.
Yine peygamberlere ağır iftiralar atılıyor. Yakışmayacak şeyler isnâd ediliyor. İslâm’da ise peygamberlerin ismet sahibi oldukları ve günah işlemediklerine dair bilgi var.
İslâm’da bütün peygamberlere îmân ediliyor. Fakat meselâ Protestanlardaki bilgi şöyle; Musa -aleyhisselâm- da peygamberdir. Fakat İsa -aleyhisselâm-’ın gelişiyle o tamamen silindi. Yani reddedildi!
YÜZAKI: Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i niçin kabul etmiyorlar?
Obed Davud: Peygamber Efendimiz’le ilgili bir şey yok. Aslında İncil’de «Faraklit» kelimesi geçiyor. Fakat onu başka mânâyla te’vil ederek tahrif ediyorlar. Rûhu’l-Kudüs gibi, yani teselli edici gibi bir mânâyla değiştiriyorlar.
Hıristiyanlar iki grup.
Bir grup, din adamı, ilâhiyatçı diyebileceğimiz kişiler. Onlar İslâm hakkında bilgi sahibidirler. Fakat yansıtmazlar.
İkinci grup ise halktır. Sâfiyetle inananlar… Samimiyetle yönelen kişiler. Bunların İslâm’ı öğrendikleri zaman kolayla İslâm’ı seçeceklerine inanıyorum.
Şimdi Rabbimin lutfettiği bu fırsatla, kendimi güzelce yetiştirmek; İslâm’ı çok güzel öğrenmek istiyorum. Sonra memleketimde tebliğe koşmak istiyorum.
Bana muvaffak olabilmem için duâ edin…
Ömer Sami HIDIR – Nurullah Yaşar KELEŞ
Kaynak: yuzaki.com
Hollandalı Siyasetçi İslam Karşıtı Kitap Yazarken Müslüman Oldu
Hollanda'da bir dönem aşırı sağcı Geert Wilders'in Özgürlük Partisinden milletvekili olan Joram van Klaveren, İslam karşıtı kitap yazarken müslüman oldu.
Hollanda basınında çıkan haberlere göre, eski siyasetçi 39 yaşındaki Joram van Klaveren, geçen yıl ekim ayında şehadet getirerek Müslüman oldu.
Eski siyasetçinin, Müslümanlık karşıtı kitap yazdığı süreçte yaptığı araştırmalar sırasında İslamiyet ile ilgili bakış açısı değişti.
İSLAM KARŞITI DÜŞÜNCELERİNİ ÇÜRÜTEN BİR KİTAP ÇIKARDI
İslamiyet'i seçen Klaveren, Müslüman olduktan sonra gayrimüslimlerin İslam karşıtı düşüncelerini çürüten bir kitap çıkardı.
2010-2017 yıllarında Hollanda Parlamentosunda milletvekili olan van Klaveren, 2014'te Özgürlük Partisinde (PVV) lideri Geert Wilders'in, Fas kökenliler için sarf ettiği ırkçı sözlerinden sonra partiden ayrılarak bağımsız milletvekili olmuştu. Wilders'in, ırkçı söylemlerinden ötürü yargılanma süreci devam ediyor.
Van Klaveren, ülkede 2017'de yapılan genel seçimlerde kendi kurduğu partiden aday olmuş fakat yeterli oy alamadığı için siyasete veda etmişti.
Bir dönem aşırı sağcı PVV partisinde olan Birlik Partisi lideri Arnoud Van Doorn da yaklaşık 6 yıl önce partiden ayrılarak Müslümanlığı seçmişti.
Kaynak: AA
Camilerden Etkilendi Müslüman Oldu
Motosiklet kazasında kaybettiği arkadaşı Egemen Edineli'nin Sakarya'daki ailesini ziyaret etmek için sık sık şehre gelen İtalyan genç Daniele Silvestri (25), İl Müftülüğü'nde düzenlenen ihtida töreniyle Müslüman oldu.
Daniele, yurt dışında birlikte okuduğu arkadaşı Egemen Edineli'yi 24 Eylül 2015 tarihinde motosiklet kazasında kaybetti. Olayın ardından büyük üzüntü yaşayan Silvestri, aileyi ziyaret etmek için sık sık şehre geldi.
Burada ailenin hayat tarzından ve ziyaret ettiği camilerden etkilenen Silvestri, Edineli ailesine Müslüman olmak istediğini söyledi. İslamiyeti benimseyen Silvestri, İl Müftülüğü'nde düzenlenen ihtida töreninde Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu.
Müftü İhsan Açık, daha sonra İslam dininin temel esaslarıyla ilgili Silvestri'ye bilgi verdi.
Okunan duaların ardından Açık, "Burak" ismini alan gence ihtida belgesini vererek, Kur'an-ı Kerim hediye etti.

Müftü Açık, tören sonrası yaptığı konuşmada, İtalyan gencin Müslüman olmasından büyük mutluluk duyduklarını belirterek, "Bu dakikadan itibaren elhamdülillah Müslümansınız. Şu an itibariyle 1,5 milyar kardeşiniz var. İmanınız, İslamınız inşallah size ve sevdiklerinize güzellikler getirsin. Şu an itibariyle annenizden doğdunuz gibi tertemizsiniz." diye konuştu.
İtalyan gencin arkadaşı Egemen Edineli'yi kaybettiği için büyük üzüntü yaşadığını öğrendiklerini anlatan Açık, "Şu an Egemen için dünyadaki en büyük hediyeyi vermiş oldunuz. Egemen, şu anda bir dünya kadar nimeti almış oldu. Artık Egemen için siz de fatiha okuyabileceksiniz. Egemen'i her zaman anmanızı ve unutmamanızı istiyoruz." ifadesini kullandı.
Kaynak: Diyanet Haber
Yahudi Yazar Neden Müslüman Olduğunu Anlattı
Yahudi kökenli Amerikalı yazar Shems Friedlander neden Müslüman olduğunu anlattı.
Mevlevilerle tanıştıktan sonra Mevlana Hazretlerinin “gel” çağrısına uyarak 45 yıl önce Müslüman olan Yahudi kökenli Amerikalı yazar Shems Friedlander, hidayet hikayesini anlattı.
İslami Araştırmalar Enstitüsü tarafından 2012 yılının en etkili 500 Müslümanı arasında gösterilen ve “Hayatım aramakla geçti” diyen Shems Friedlander, 1940 yılında Rus Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak New York’ta doğduğunu söyledi.
“1960’ların başında Doğu’dan Batıya doğru gelen çok sayıda ruhani akıntılar vardı” diyen Friedlander, bu sırada kendisinin de Allah’ı araştırdığını, farklı dinlerin öğretilerini incelediğini belirtti.
MEVLEVİLERLE NEW YORK’TA TANIŞTI
Üniversiteden mezun olduktan sonra New York’ta grafiker olarak çalışmaya başladığını ve 1972 yılında Brooklyn Müzik Akademisi’ne sema gösterisi yapmak üzere gelen Mevlevilerle tanıştığını anlatan Friedlander, şöyle devam etti:
“10 gün boyunca orada sema gösterisi yaptılar ve ben de gittim onları seyrettim. İlk kez semayı orada izledim ve benim için çok heyecan vericiydi. İnsanda meditasyon etkisi yapan ruhani bir şeydi. İlk programdan sonra kulise gittim ve gelenlerle tanıştım. Daha sonra onlarla ömür boyu arkadaş olduk. Onları akşam evime davet ettim ve sabah gün ağarana kadar oturduk, sohbet ettik. O gün 2 saatlik uykuyla işe gittim. Buna 10 gün boyunca devam ettik.”
Friedlander, tanıştığı Mevleviler tarafından Konya’ya davet edildiğini dile getirerek, sözlerini şöyle sürdürdü:
“O dönemde hayatı keşfediyordum, Hinduizme bakıyordum, Budizmi araştırıyordum, Tanrı’yı araştırıyordum. Herhangi bir dini pratiğim yoktu. Hayatım aramakla geçti. İlk kez 1972 yılında Konya’ya, Mevlana’ya geldim ve her şey o zaman aydınlanmaya başladı. Bunlar benim ilk adımlarımdı, yolun başlangıcıydı.”
“HAYATIMDA HASAT HEP KIŞ MEVSİMİNDE OLDU”
Türkiye’de Mevlevilerin önde gelen temsilcileriyle tanıştığını ifade eden Friedlander, “Pek çok şeyi bu dönemde okumaya başladım. Her yıl kış aylarında Türkiye’ye gelmeye başladım. ‘Kış Hasadı’ kitabımın adı buradan geliyor. Aşağı yukarı 80 yaşındayım ve hayatımda hasat, hep kış mevsiminde oldu.” diye konuştu.
Friedlander, 70’lerin başında Müslüman olduğuna, ibadetlerini yerine getirme konusunda büyük gayret gösterdiğine işaret ederek, kendisine Müslüman diyen herkesin İslam’ın şartlarını uygulaması gerektiğine dikkati çekti.
“MEVLANA İLE TARİHİ BİR FİGÜR OLARAK İLGİLENMİYORUM”
Kahire’de bir üniversitede 20 yıl profesör olarak görev yaptıktan sonra 2014 yılında İstanbul’a yerleştiğini, her yıl özellikle Şebiarus törenleri döneminde Konya’da bulunduğunu anlatan Friedlander, hayatının değiştiği süreçte, Rus Yahudisi anne ve babasının kendisinin dini tercihine saygı gösterdiğini ve onlardan herhangi bir tepki görmediğini vurguladı.
Friedlander, Mevleviliğin kendisini derinden etkilediğinin altını çizerek, şöyle konuştu:
“Sema zikirdir. Ben Mevlana ile tarihi bir figür olarak ilgilenmiyorum. Ben onun mesajıyla, ne dediğiyle ilgileniyorum. Mevlana neler söyledi, ondan nasıl faydalanabilirim, bununla ilgileniyorum. Onun yazdıklarını hayatıma nasıl yansıtabilirim diye bakıyorum. Dünyanın bugünkü sorunu bu. Büyük bir azizdi, büyük bir liderdi, bu değil, bunlara takılmamamız lazım. Bizim nefsimize değil, Allah’a yönelmemiz lazım. İslam hayatın her yerinde olmalı. Bu yüzden bütün hayatımı İslam’a entegre ettim. İslam bir hayat tarzıdır. İslam’ı hayatınızdan ayrıştıramazsınız. İslam sadece cuma günleri namaza gitmek değildir. İnsanlar bana soruyorlar, ‘Nerede, ne zaman, neden Müslüman oldun?’ Bakın, Hz. Ebubekir Sıddık neden Müslüman olduysa ben de o yüzden Müslüman oldum.”
“İNSANI KORUYAN DA ALLAH ZİKRİDİR”
İnsanın aradığı her şeyi Kur-an’da bulabileceğine dikkati çeken Friedlander, “Allah, yarattığı her şeye bir koruma vermiştir. Aslan güçlü, hızlıdır. Kirpinin dikenleri vardır ve kendini korur. Bukalemun bunu renk değiştirerek yapar. İnsanı koruyan da Allah zikridir. Bizi zorluklardan ve tehlikelerden ancak zikir korur.” değerlendirmesinde bulundu.
Friedlander, vefatından sonra Konya’da Mevlana dergahının yanı başındaki mezarlığa defnedilmeyi vasiyet ettiğini sözlerine ekledi.
SHEMS FRİEDLANDER KİMDİR?
New York City’de doğan Shems Friedlander, ödüllü bir grafik tasarımcısı, usta bir fotoğrafçı, ressam, şair, film yapımcısı. Tasavvuf hakkında kitapları olan yazarın, ikisi Hazreti Mevlana ve semazenler hakkında olmak üzere yayımlanmış dokuz kitabı bulunuyor.
Tabloları New York ve Kahire’de sergilenen, çizim ve fotoğrafları muhtelif özel koleksiyonlarda yer alan Friedlander’ın, Türk dervişleriyle ilgili fotoğrafları New York, Kahire, İskenderiye ve Dubai’de sergilendi.
Kraliyet İslami Araştırmalar Enstitüsü tarafından sanat ve kültür alanında 2012’nin “En Etkili 500 Müslümanı”ndan biri seçilen, 20 yıl Kahire Amerikan Üniversitesi’nde profesör olarak görev yaptıktan sonra 1994’de emekli olan Friedlander, 2014 yılında İstanbul’a yerleşti. Eşi Türk olan yazarın bir çocuğu var.
Kaynak: AA
Dünyaca Ünlü Sanatçı Müslüman Oldu
İrlandalı ünlü şarkıcı Sinead O'Connor, 'Bu herhangi bir ilahiyatçının yolculuğunun doğal sonucu. Tüm dini çalışmalar İslam’a çıkar.' diyerek Müslüman olduğunu açıkladı.
Adını Shuhada Davitt olarak değiştiren, 51 yaşındaki İrlandalı şarkıcı Sinead O'Connor, Katolik Hristiyanlığı terk ederek İslamiyeti seçtiğini hayranlarına şu sözlerle duyurdu:
"Müslüman olduğumu ilan etmekten gurur duyuyorum. Bu herhangi bir ilahiyatçının yolculuğunun doğal sonucu. Tüm dini çalışmalar İslam’a çıkar. Bu da diğer kutsal kitapları gereksiz kılıyor. Ben yeni (başka) bir isim alacağım. Bu da Shuhada olacak."
Şarkıcı, yeni ismi Şüheda Davitt ile Twitter hesabından başörtülü fotoğraflarını paylaştı.
Sanatçının, profil resmi yerine Amerikan spor giyim firmasının reklam sloganı "Just Do It (Yalnızca Yap)" üzerine "Wear Hicab" (Hicap Giy) ifadelerinin yer aldığı bir grafik-metin düzenlemesiyle değiştirdiği görüldü.
Davitt'in başörtülü bir fotoğrafını paylaşarak altına "Mutlu" notunu paylaşması dikkat çekti.
Şüheda Davitt, Bakara Suresi'nde geçen Hazreti Musa'nın "Böyle cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım" sözünü paylaştı.
Davitt, ayrıca ezanı kendi üslubunda seslendirdiği bir video da paylaştı.
Sinead O'Connor, 1990'lı yıllarda Katolikliği seçerek Magda Davitt adını almıştı.
Kaynak: TRT Haber
Ezan Sesini Çok Özleyeceğim
YTB'nin bursuyla geldiği Türkiye'de Müslüman olan Güney Koreli Mina Eom, "Ezan sesini çok özleyeceğim. Buradaki insanlardan gördüğüm yardım ve samimiyeti unutmayacağım." dedi.
YTB'nin "Türkiye Bursları" programı kapsamında 2014'de geldiği Türkiye'de Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümünde yüksek lisans programından mezun olarak ülkesine dönmeye hazırlanan Mina, neden Müslüman olduğu, Türkiye'deki anıları ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hediye etmek üzere çizdiği yağlı boya resmine ilişkin AA'ya açıklamalarda bulundu.
İlk defa turist olarak 2012'de Türkiye'ye geldiği sırada İstanbul'dan Şanlıurfa'ya otobüsle 20 saat süren bir yolculuk yaptığını ifade eden Mina, "Yanımda çocuklu bir abla oturuyordu. Yol uzun olduğu için mümkün olduğunca yer vermeye çalıştım. O zaman hiç Türkçe bilmediğimden bana anlattığı herşeye tamam cevabı verdim." diye konuştu.
Mina, yolculuğun sonunda otobüste tanıştığı kişinin kendisini evinde misafir ettiğini söyleyerek, "Orada bir hafta kaldım. Çok büyük bir ailesi vardı. Düğüne katıldım, birlikte dans ettik. Bana elbise ve ayakkabı verdiler. Çok ilgi gösterdiler." dedi.
Burada yaşadıklarından çok etkilendiğini aktaran Mina, şöyle devam etti:
"Türkçe öğrendikten sonra o aileyle tekrar konuştum ve beni neden misafir ettiklerini sordum. Aslında beni Japon sanmışlar. Samuray falan gibi olduğumu sanarak korkmuşlar biraz. Ama 'misafir ağırlamak bizim sorumluluğumuz' cevabını verdiler. Bu denli bir misafirperverlik dünyada çok nadir görülen bir olay."
Türkiye'deki kültürel zenginlik
Mina, Türkiye'deki güzel hatıralarından dolayı öğrenim için Türkiye'ye gelirken kafasında çok soru işareti olmadığının altını çizerek, antropoloji, arkeoloji veya tarih okumak için Türkiye'nin çok uygun bir ülke olduğuna değindi.
Türkiye'de çok farklı kültürlerin bir arada olduğunu anlatan Mina, YTB'nin sağladığı burslu eğitim imkanıyla dünyanın farklı bölgelerinden gelen insanlarla arkadaş olma fırsatı bulduğunu dile getirdi.
Mina, "Güney Kore küçük bir ülke olduğu için Ortadoğu veya Güney Amerika'dan insanlarla tanışma fırsatı çok yok. Ancak burada sadece okula gidiyorum ve Ortadoğu'dan Afrika'dan ve Amerika'dan insanlarla tanışıp arkadaş olabiliyorum." şeklinde konuştu.
Antropolojinin dünyada yayılan ırkçılık ve ayrımcılık gibi akımların önüne geçmekteki etkisinden bahseden Mina, "Beraber yemek yediğim, çay içtiğim bir arkadaşımdan, beraber camiye gidip namaz kıldığım arkadaşlarımdan hep bir şeyler öğreniyorum." ifadesini kullandı.
Mina, yüksek lisans eğitimini başarıyla tamamladığı için mutlu, ancak Türkiye'den ayrılacağı için üzgün olduğunu belirterek, "Ezan sesini çok özleyeceğim. Buradaki insanlardan gördüğüm yardım ve samimiyeti unutmayacağım. Borcumu nasıl öderim bilmiyorum. Çünkü herkes Kore'ye gidemiyor." dedi.
Kendisine bu imkanı sağlayan YTB'ye teşekkürlerini sunan Mina, sözlerine şöyle devam etti:
"Sabah ezanı okunurken, çok duygulandım. Çünkü Kore'ye döndükten sonra bu sesi duyamayacağım. Türkiye'nin zor zamanlar yaşadığını biliyorum. Ama Türkiye'nin hiçbir zaman yalnız olmadığını hatırlamanızı istiyorum. Sizin bizi (Kore Savaşında) koruduğunuz gibi biz de (Türkiye için) Allah sizi korusun diye dua ederiz."
Nasıl Müslüman oldu?
Mina, Güney Kore'deyken İslamiyete ilgi duymaya başladığını söyleyerek, "Bu İslam nedir ki? İnsan hayatını neden bu kadar etkiliyor?" diye merak ettiğini söyledi.
Güney Kore'deki Müslümanları araştırdığını, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif tercümelerini okumaya başladığını aktaran Mina, Türkiye'ye geldikten sonra dil sınıfında Malezya, Pakistan, Çad ve Yemen gibi ülkelerden Müslüman arkadaşları olduğunu belirtti.
Mina, farklı ülke ve coğrafyalardan gelen insanların Müslümanlık çatısı altında hemen bağ kurup kardeş gibi olmalarından çok etkilendiğinin altını çizerek, "Hani insanlar, sokakta çok yakışıklı ya da çok güzel birini gördüğünde merak eder ya. Acaba hangi kuaföre gidiyor, elbisesini nerden almış diye. Ben de (Müslümanları) öyle merak ettim." ifadesini kullandı.
Çadlı bir arkadaşının nasıl iyi bir insan olduğunu merak ettiğini dile getiren Mina, "Aslında çok basitmiş. Sadece Kur'an-ı Kerim'e uyarak iyi insan olmuş." dedi.
Mina, Çadlı arkadaşının yanında Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olduğunu anlatarak, "Türk halkı, Müslüman olmama benden daha çok mutlu oldu. Dini kitaplar, başörtü, seccade hediye ettiler, namaza gittiklerinde benim için dua ettiler. Ben de onlar için dua ediyorum." şeklinde konuştu.
Ailesi Müslüman olmasını nasıl karşıladı?
Güney Kore'de Müslüman olmanın "çok hoş karşılanmadığı" değerlendirmesini yapan Mina, "Allah'a şükür annem ve babam çok açık insanlar. Benim istediklerime saygı duyarlar. Ben namaz kılarken kapıdan meraklı gözlerle izliyorlar. 'Bize de dua et' diyorlar. Karşı çıkmadılar." dedi.
Mina, yüksek lisans tezi için araştırma yapmak üzere gittiği Artvin'de tanıştığı bir Kore gazisiyle olan hatıralarını şu şekilde anlattı:
"Yolda yürürken biri 'Siz Koreli misiniz?' diye sordu. Şaşırdım. Çünkü Artvin küçük bir yer. Genelde insanlar (çekik gözlüleri) Çinli ya da Japon sanıyor. Ben 'siz nerden anladınız?' diye sordum. 'Ben Kore gazisiyim' dedi. Bir hafta beni misafir etti."
Mina, o zamandan bu yana hala irtibat halinde olduğu Kore gazisinden "Dedem" diye bahsederken, onun da kendisine "Torunum" diye hitap ettiğini söyledi.
Kaynak: AA
Horasan Melik'i Amr Bin Leys'in Kıssası
Horasan sultanı ve kahramanlarından Amr bin Leys öldükten sonra onu rüyasında gören salih zat ve Amr bin Leys'in rüyada verdiği müjde ibretlik bir kıssa...
,Horasan sultanı ve kahramanlarından Amr bin Leys öldükten sonra onu sâlih bir zat rüyâda gördü ve aralarında şu konuşma geçti:
“–Allah sana ne muâmelede bulundu?”
“–Allah beni affetti.”
“–Allah seni ne sebeple affetti? Hayatında nasıl bir amel işledin ki affa mazhar oldun?”
Bunun üzerine Amr bin Leys şöyle cevap verdi:
“–Günlerden bir gün yüksek bir tepeye çıkmıştım. Oradan askerlerime baktım. Onların çokluğu ve ihtişamını seyredince;
«Keşke Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında vâkî olan gazvelere ordumla beraber iştirâk edip de O’nun uğrunda fedâ-yı cân eyleyen bahtiyarlardan olabilseydim…» diye hislendim.
İşte bu niyet ve iştiyâkımdaki ihlâs sebebiyle yüce Allâh, bana rahmetiyle muâmele ederek günâhlarımı bağışladı ve beni sonsuz nimetleriyle mükâfatlandırdı.” (Kadı Iyâz, Şifâ, II, 28-29)
Yalnız bu öyle samimî, öyle içten bir temennîdir ki, Cenâb-ı Hak, onu fiilen gerçekleşmiş gibi kabul etmiştir. Aksi hâlde, sadece içten geçirilen her türlü temennî aynı neticeyi vermez.
Kupkuru, aşksız ve şevksiz, anlık niyetler; saman alevi gibi yanıp sönen boş temennîlerdir. Yahut, kalpte güzel niyetler olsa da, yine kalpte var olan nefsânî arzular, şeytânî niyetler onları zehirler ve tesirsiz hâle getirir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Ağustos, Sayı: 162
İslam’ı Hiç Anlatmadık, Hep Yaşadık
On üç yaşından beri İslâm’ı yaşamak için gayret vermiş. İslâm’ı konuşmak yerine temsil etmeyi seçmiş, tesettürüyle sessiz bir dâvetçi olmuş. Sevda Hanım, bu ayki misafirimiz... Özellikle idealist genç kızlarımıza yol gösterecek bir röportaj… Buyurun içimizdeki İslâm’ı sorgulamaya…
Sevda Hanımefendi, kendinizi biraz tanıtabilir misiniz?
Aslen Türk’üm, ama Avustralya’da doğdum, büyüdüm. Şimdi işim sebebi ile Norveç’te yaşıyorum. İki üniversite okudum. Önce İngiliz Edebiyatı üzerine, daha sonra da Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. Avukatım. Şu an Norveç’te “Kadın ve Çocuk Hakları” başta olmak üzere “İnsan Hakları Komsiyonu”nda çalışıyorum. Evli ve iki çocuk annesiyim.
Ben Avustralya’dayken hem İslâm toplumunu, hem de Avustralya toplumunu harmanlayarak ikisinden de faydalanma- ya çalıştım. Müslümanım, ama batıda doğup büyüdüğüm için orayı da seviyorum. Avustralya’da savcı olarak çalışıyordum.
Başörtülü olarak okumanız veya çalışmanız zor olmadı mı?
Hiçbir problem olmadı, elhamdülillah! Tabiî, her yerde câhil insanlar var. Ama gerçek mânâsıyla özgürlük, gerçek mânâsıyla laiklik Avustralya’da var. Başörtülü olmak hiçbir problem teşkil etmiyor; ne özel sektörde, ne de kamuda… Kimseye karışmadıktan sonra onlar da sana karışmıyorlar.
Tesettüre girmeye kendim karar verdim. 13 yaşındayken bir gün eve geldim. Başörtümü takıp aynanın karşısına geçip ağladım; okula neden başörtülü gidemiyorum diye… Hatta bu yüzden okulumu değiştirmeyi bile düşündüm. Ben, devlet oku- lunda okuyordum. Özel okullarda başörtülü kızlar vardı. Ben de özele geçmek ve başörtülü okumak istiyordum. Bir gün içimdeki sesi dinlemeye karar verdim. Ve:
“-Okula tesettürümle gideceğim!” dedim.
İkiz kardeşim de benden etkilenerek o da tesettüre girdi. Annemin yanına gidip bundan sonra okula hep tesettürlü gideceğimi söyledim. Annem:
“-Hayır, kesinlikle gidemezsin!” diye çıkıştı.
Çıkışmasının sebebi korkuydu. Okulda bana önyargılı davranacaklarından, puanlarımı düşüreceklerinden çekindi. Çünkü biz, okulun en başarılı öğrencileriydik ve ideallerimiz vardı. Bunların yarıda kalmasından çekinerek:
“-Okulunu bitirince örtersin.” dedi. Ben de:
“-Ya okulumu bitirmeden ölürsem, Rabbime ne cevap vereceğim? «Kusura bakma Rabbim, okulum vardı. Senin emrine sıra gelmedi!..» mi diyeceğim?” dedim. Bunun üzerine âilem daha fazla üstelemedi.
Anladığım kadarı ile âilenizin teşviki ile değil de kendi isteğinizle bu kararı vermişsiniz, ama sizi her gün ağlatacak kadar tesettür bilincine nasıl sahip oldunuz?
Annem de tesettürlüydü aslında, ama bize bu konularda hiçbir baskı veya yönlendirmede bulunmadı. Kur’ân kursuna gittik. Kur’ânımızı öğrendik. Sohbetlere katıldık. Bunların hepsini kendimiz isteyerek yaptık. Ben okumayı çok severdim, sürekli okuyup araştırıyordum. Kendimi, her zaman Allâh’a bağlı hissettim. Annemin bize örnek olduğu yön, çok sabırlı olması idi. Hayatında hiçbir hususta şikâyet ettiğini görmedim.
13 yaşında ilk defa tesettüre girip okula gittiğinizde nasıl bir tepki ile karşılaştınız?
Okulumuzun müdürü, koyu bir Hristiyandı. Topluma, Hristiyan kimliğini öne çıkararak hizmet ederdi. Sert birisi idi, ama çok başarılı öğrenci olduğumuz için bizi çok severdi. Okulu temsil etmek için her yere bizi yollardı. Yarışmalarda hep bizi gönderirdi. Biz kardeşimle başörtülü okula girince hemen bizi ofisine çağırdı. Bizi tartmak istedi galiba… Bize:
“-Size sadece bir soru soracağım: Neden taktınız?”
Biz de İslâm’ın bir emri olduğunu, böyle olunca kendimizi daha özgür ve korunaklı hissettiğimizi, âilemizin hiçbir teşvik veya yönlendirmesi olmadığını dilimiz döndüğünce anlattık. Cevaplarımızdan mutmain oldu ve:
“-Size sonsuz saygım var. Her zaman sizin destekçiniz olacağım!” dedi.
Altıyüz kişilik devlet okulunda, ilk önce biz örtündük. Ardın- dan diğer Müslüman arkadaşlarımız da bizi örnek alarak örtünmeye başladılar. Her sene okulun başarılı öğrencilerinin âileleri, okula dâvet edilir, onlarla görüşülüp bilgi verilirdi. O yıl annem, okula gidince müdürümüze:
“-Bu yıl için size özel teşekkür etmek istiyorum!..” demiş. Müdürümüz:
“-Neden?” diye sormuş. Annem:
“-Kızlarımın okula başörtülü gelmelerine izin verip destekçi olduğunuz için…” deyince müdürümüz:
“-Bana teşekkür etmeyin; ben inançlı bir hıristiyanım. Siz Allâh’a teşekkür edin!” demiş.
BİZDE İSLAM'I GÖRÜYORLAR
Biz, çok küçük yaşta niçin tesettüre girdiğimizin şuurundaydık. Ve tesettürümüzle artık İslâm’ı temsil ettiğimizin farkındaydık. İnsanlar bize bakınca bir kadını veya bir Türk’ü görmüyorlar, bizim şahsımızda doğrudan İslâm’ı görüyorlardı. Bu yüzden her hareketimize dikkat ediyorduk. Yapacağımız küçük bir hata, insanları İslâm’dan uzaklaştırabilirdi. Ve yaptığımız her güzel şey de İslâm’a yaklaştırabilirdi. Allah, bu konuda bize çok yardım etti. Okulda bir olay olduğunda, “Doğruyu kim söyler?”, “Müslümanlar söyler.” diye hemen bize gelirlerdi. Öğretmenlerimiz de, arkadaşlarımız da böyle davranırlardı. Hep saygı gördük, elhamdülillah! Bize namazımızı kılmamız için küçük bir oda tahsis etmişlerdi. Biz de hemen namazımızı kılar; anahtarını hocalarımıza teslim ederdik. Hoşgörüyü de sûistimal etmedik, çok şükür…
Tam bir İslam şahsiyeti sergilemişsiniz.
Evet, tek gayretimiz buydu, elhamdülillâh, elimizden geleni de yaptık. 13 yaşındayken omzumuzdaki sorumluluğun farkın- daydık. Sanki yaşlı ve olgun bir rûha sahiptim. Hep kendimden büyüklerle arkadaşlık ettim; onların tecrübelerinden faydalanmak çok hoşuma giderdi.
Avustralya’nın İslâm’a bakışı, Avrupa’ya göre biraz daha olumlu değil mi?
Avustralya’daki insanlar önyargılı değildir. Meselâ, “Neden tesettüre girdin?” diye soran birisine sebeplerini anlatınca dinler ve sonra sana yardımcı olur, hiç ayrımcılığa girmezler. Hele bir de İngilizce bilip kendini ifade edebiliyorsan, ne örtünü görür, ne de cildinin rengini… Tamamen fikirlerine ve insanlığına değer verir. Avrupa öyle değil!.. Onların kırılması çok zor ön yargıları var. Anlatsanız bile anlamazlar. Ben Avustralya Devleti’ne çok şey borçluyum. Bize Türkçe öğretmeni tutup dilimizi öğrettikleri için… Yoksa Türkçe’yi hiç bilmeyebilirdim.
Lise bitince üniversiteye başladınız, orada ne gibi faaliyetleriniz oldu?
Ben edebiyatı çok sevdiğim için önce “İngiliz Edebiyatı” bölümünü okudum. Daha sonra Hukuk Fakültesi’ni çok istiyordum. Ona başvurdum. Avustralya’nın en iyi üniversitelerinden birin- de de hukuk fakültesini bitirip avukat oldum. Bu sırada Müslüman olmuş Avustralyalı jeofizikçi bir akademisyen ile evlendim. Eşim de İslâm’ı çok araştırmış, Kur’ân-ı Kerim’i okuduktan sonra İslâmiyet’i seçen çok kaliteli bir Müslüman, elhamdülillâh… Avrupa’nın çeşitli yerlerinde de sürekli bu hususlarda konferansları oluyor. Zaten o dönem, Avustralya’da İslâm’ı yaşayan şuurlu Türk erkek pek yoktu.
Eşinizin âilesi Müslüman olmasına ve müslüman bir Türk kızı ile evlenmesine tepki göstermişler mi?
Evet, müslüman olduğunda üzülmüşler. Çünkü İslâm’ı “terörist” ve “barbar” bir din olarak duymuşlar hep!.. Biz evlen- diğimizde, İslâm’ı konuşmamaya ve İslâm’ı sözle anlatmamaya karar verdik. Hep yaşantımızla örnek olacak, onların soruları- na hâllerimizle cevap verecektik. Gerçekten de bir müddet hiç İslâm’ı anlatmadık, hep yaşadık. Ve gerçekten çok kısa zamanda kalpleri çok ısındı. Beni çok sevdiler, gerçekten ben de onları çok seviyorum. Kendi âilemden öte oldular. İslâm’ı insanlara anlat- mak isteseniz hemen korkup kaçıyorlar. Ben bir yerde Peygam- berimizin kadın haklarını nasıl uyguladığından bahsetmiştim. Ama birisi bana:
“-Şimdi niye tam tersi?!” deyince bir şey diyemedim.
Konuşmak yerine sadece yaşamak!.. Zaten Peygamberimiz de buna öncelik vermiştir. Benim başörtülü olmam, girdiğim yerlerde en büyük nasihatçi… Hiçbir şey söylemesem de onlar soruyorlar. Genelde “İnsan Hakları” ile ilgili seminerden sonra yanıma gelip:
“-Müslüman bir kadının gelip bize bu konuda ders vermesi çok ilginç!..” diyorlar.
İngilizce’de bir söz var; “Bir resim sana bin şey söyler.” diye… Biz de orada İslâm’ı anlatan bir resim gibiyiz. Havai’de bir konfe- ransımız vardı. Bitince çıktık. Yemek yemek için salona geçerken bir adam yanımızı yaklaşıp:
“-Kusura bakmayın, çok özür dilerim. Size bir şey sorabilir miyim?” dedi. Biz de:
“-Sorun.” deyince:
“-Siz kimsiniz? Hayatımda hiç böyle örtüler içinde birisini görmedim. Siz nerden geldiniz?” dedi.
Biz de müslüman olduğumuzu söyledik. Adam, büyük bir hayranlık içinde:
“-Ülkemize hoş geldiniz!” dedi ve gitti.
Hukuk okuyunca, İslâm Hukuku’nu inceleme fırsatı buldunuz mu?
Derinlemesine inceleyemedim, ama bazı hususlarda göz- den geçirdim. Özellikle Fıkıh usûlündeki metodlar çok ilgimi çekti. İmamların aklı ve nakli kullanma metodları çok güzel…
Norveç’e ne zaman taşındınız?
Ben masterımı “Uluslararası İnsan Hakları” üzerine yaptım. Daha sonra iş imkânımız Norveç’te olunca oraya taşındık. Birçok projelere başkanlık yaptım, üniversitelerde konferans ve seminerlerim oldu. Bunların hemen hepsini de bir müslüman ve başörtülü olarak yapmak imkânının nasip olması çok güzel!.. Şu anda “Norveç İnsan Hakları Merkezi”nde çalışıyorum. Çeşitli ülkelere, anayasadaki insan haklarını oluşturma konusunda danışmanlık yapmak üzere dâvet ediliyorum. Gittiğim yerlerde hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan da orada oluyor. Ama tanışma fırsatım hiç olamadı. Geçen Çin’e gittiğimde yine başbakanımız da oradaymış. Resmî bir yemekte ben başörtülü ve Türk olduğum için sürekli hükümet hakkında ve başbakanımız hakkında sorular soruyorlar. Hâlbuki ben oraya Norveç Hükümeti’ni temsîlen gitmiştim. Yine Norveç başbakanı, bir toplantıda karşılaştığımda bana:
“-Siz Türk müsünüz?” dedi. Ben de “Evet.” dedim.
“-Sizin başbakanınız çok özel ve çok saygıdeğer bir insan… Onunla gurur duymalısınız ve siz Türkler çok şanslısınız böyle bir başbakanınız olduğu için. Ben Davos’ta onun tepkisine, ayağa kalkıp ceketini ilikleyerek destek veren ve saygıyla onunla tokalaşan kişiyim. Benden başka kimse orada kalkmaya cesaret edemedi.” dedi.
Ben bile orada Başbakanımızla gurur duydum.
Dergimiz vesilesi ile okuyucularımıza ne söylemek istersiniz?
Herkes, İslâm’ı kendisi için seçsin ve yaşasın. Başkası istedi diye değil!.. Ben Allah’tan bana, hani “kocakarı îmanı” denir ya, sadece îman eder ve teslim olur sorgusuz suâlsiz; o îmanı nasip etmesi için duâ ederim. O basîreti ve hikmeti nasip etsin, inşaâllah bize… Nice ilim adamı var veya Kur’ân’ı ezberlemiş kişiler… İnsanları ezip geçiyorlar. Yaşamadıktan sonra ne önemi var ki… İslâm’ın iç zenginliğinin farkına varalım, inşaâllah! İslâm’la huzur bulalım. Allah, İslâm’ı güzel yaşamayı ve bu hususta insanlara örnek olmayı cümlemize nasip etsin.
Kaynak: Halime Demireşik, Dünya, İslâm’a Koşuyor, Sultantepe Yayınları
Müslüman Olan Norveçli Sayısı 6 Kat Arttı
Norveç'te 1990'lı yıllarda Müslüman olan Norveçli sayısı 500 iken son yıllarda bu sayı 90'lı yıllara göre 6 kat artarak 3 bini buldu.
Oslo Üniversitesi Dinler Tarihi Bölümü Araştırma Görevlisi Karin Vog, Norveç'te son yıllarda Müslüman olan Norveçli sayısının 3 bini bulduğunu açıkladı.
Norveç'in en yüksek tirajlı gazetesi Verdens Gand'de yayımlanan haberde, 1990'lı yıllardan itibaren İslam'ı seçen Norveçlilerin sayısının arttığına dikkat çekildi.
NORVEÇLİ KADINLAR EVLENEREK İSLAM'I SEÇİYOR
Haberde açıklamalarına yer verilen Oslo Üniversitesi Dinler Tarihi Bölümü Araştırma Görevlisi Karin Vog, 1990'lı yıllarda Müslüman olan Norveçli sayısının 500 olduğunu, son yıllarda bunun 3 bini bulduğunu söyledi.
Eskiden Norveçli kadınların evlilik yoluyla İslam dinini seçtiğini kaydeden Vog, "Şimdilerde bu olgu çok değişti. Artık özellikle kadınlar okuyarak, araştırarak İslam'ı seçiyor." ifadelerini kullandı.
Düşünce kuruluşu Minotek Antropoliji Müdürü Linda Noor ise dünyanın küçüldüğünü ve herkesin İslam dini ile ilgili bilgilere her yerden ulaşılabildiğini dile getirdi.
4 yıl önce Müslüman olan Norveçli Monica Salmouk, İslam hakkında çok araştırma yaptığını ve kitap okuduğunu belirterek, Oslo'da ilk defa İslam Kültür Merkezi Camisi'ne gittiğini, çok etkilendiğini ve orada Müslüman olmayı seçtiğini ifade etti.
Salmouk, Müslüman olduğu için tepki gördüğünü kaydederek, orta yaşlı bir Norveçlinin yüzüne tükürdüğünü anlattı.
SIĞINMACI ÇOCUKLARDAN ETKİLENEREK İSLAM'I SEÇTİ
Norveçli Silje Aaliya Nilsen ise İslam'dan etkilendiğini ve 16 yaşında Müslüman olduğunu söyledi. Başörtüsü takmasından dolayı etrafındaki şüpheci ve meraklı gözlerin çoğaldığını belirten Nilsen, "Eğer merak ediyorsanız sormalısınız. Şüpheyle bana bakanların benden bilgi almalarını istiyorum." ifadelerini kullandı.
42 yaşındaki Solva Nabila Sexelin de ailesinin sığınmacı aileleriyle ilgilendiğini ve Müslüman sığınmacı ailelerin çocuklarından etkilenerek İslam'ı seçtiğini kaydetti.
Sexelin, 20 yıldır Müslüman olduğunu ve başörtüsü taktığını bildirdi.
Norveç'te ilk İslam'ı seçen erkeklerden biri olan 77 yaşındaki Truls Noor Ahmad Bolstad, 15 yaşında Müslüman olduğunu anlattı.
Kaynak: AA
İslam’ı Seçip Türk Vatandaşı Oldu
Belçika’da İslamiyet’i seçen ve “Bir gün ben de Türk olacağım inşallah” şiiriyle Belçika Türk Dernekler Birliği’nin edebiyat ve şiir yarışmasında mansiyon ödülüne layık görülen Pamela Pirney, Türk vatandaşı oldu.
Belçika’nın Fransızca konuşulan Valon bölgesinde koyu bir Katolik ailede dünyaya gelen ve halihazırda Genk kentinde yaşayan 37 yaşındaki Pirney, Türkiye sevdasına dair hikayesini anlattı. Çok inançlı bir Katolik olarak 13 yaşına kadar kiliseye gittiğini söyleyen Pirney, 13-18 yaşları arasında dini ritüelleri terk ettiğini ifade etti.
Pirney, o sırada ABD’de 11 Eylül saldırılarının yaşandığını anımsatarak, “Ben de ilk kez Müslüman kelimesini duymuş oldum. 11 Eylül, aslında insanlarda ilk başta Müslümanlar hakkında kötü bir algı oluşturdu. Ancak araştırınca İslamiyet’e yönelişte artış olduğunu düşünüyorum” diye konuştu. 2001’de eşi Adem Işık ile tanışmadan önce İslamiyet’i araştırmaya başladığını belirten Pirney, şöyle devam etti:
‘MÜSLÜMAN OLMADAN ORUÇ TUTTUM’
“Katoliklerde teslis inancı vardı, Müslümanlıkta ise tevhid inancı var. En çok ilgimi çeken bu oldu. Eşimle tanışmamız ramazan ayı öncesine denk geldi. Orucu merak ediyordum. Oruca dair en çok hoşuma giden şey, yoksulların da halini anlamamıza vesile olmasıydı. Ben de böylece Müslüman olmadan oruç tutmaya başladım. Daha sonra bir Kuran edindim. Okudukça içimde merak duygusu kabardı ve İslamiyet’e dair yeni kitaplar okudum. Bu arada ailem İslam’a ilgimin bir heves olduğunu düşündü. Namaz ve oruca başlamamla karşı çıkmaya başladılar. İki kardeşim var. Kız kardeşimin tepkisi annem gibiydi. Kapanmam halinde annem benimle iletişimi keseceğini söylemişti. Adem’le evlendikten sonra Müslümanlığı seçtim ve Emine ismini kullanmaya başladım. Belçika’da aileyle ilişkiniz 18 yaşına kadar. Türk aile yapısında ise anne-babaya sahip çıkmak ve iletişimi sürdürmek çok önemli. Şimdi hayatta olan anneannemle en çok ben ilgileniyorum.”
‘ABDÜLHAMİD HAN BENDE İZ BIRAKTI’
“Osmanlı tarihine dair kitaplar okudum. Özellikle Abdülhamid Han’ın hayatı bende iz bıraktı. Ayrıca Mehmet Akif Ersoy’u okumayı çok seviyorum. 15 Temmuz’da Türkiye’de insanların korkusuzca sokaklara dökülmesi de beni çok duygulandırdı. Türklerde misafirperverlik, merhamet ve saygı en çok dikkatimi çeken değerler oldu. İslamiyet ile tanıştıktan sonra kul hakkı ve ahlak kavramı bende daha da derinleşti. İslam’ı araştırınca kelime anlamının ‘barış’ olduğunu öğrendim. Terörizmi hiçbir şekilde içermeyen İslamiyet’e göre, ‘Bir insanı öldüren tüm insanları öldürmüş gibidir.’ İnsanlar İslam’ı medyadan değil de kendileri araştırıp öğrenirse, İslam’ın barış ve merhamet dini olduğunu görecekler.”
HAYALİ GERÇEK OLDU
Belçika Türk Dernekler Birliği’nin edebiyat ve şiir yarışmasında ‘Bir gün ben de Türk olacağım inşallah’ şiiriyle mansiyon ödülü aldığını anımsatan Pirney, şöyle devam etti: “Bir gün Türkçe şiir yarışması ilanını gördüm. Bende de bir deneme isteği oluştu. Benim hikayemi anlatan bir şiir olsun istedim. Eşime de söylemedim yazacağımı. Mansiyon ödülünü alınca ben de şaşırdım. Türk olmayı hep istiyordum. Geçen yıl işlemlerimi başlattım. İki hafta önce de Türk vatandaşlığımı aldım ve çok sevindim. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a büyük hayranlık duyuyorum. Benim için dünya lideri Recep Tayyip Erdoğan. Onu çok seviyorum. Tarih kitapları okuduğum için yaptıkları ve karşısındaki oyunlar dolayısıyla onu Abdülhamid Han’a benzetiyorum. Allah ona uzun ömürler versin. Başımızdan eksik etmesin.” dedi.
9 yaşındaki oğlu Ensar Muhammed ve 6 yaşındaki kızı Rumeysa’nın eğitimiyle yakından ilgilenen Pirney, Ensar’a küçüklüğünden beri Allah inancını aşılamaya çalıştıklarını kaydederek, “Kendisi de çok gayretli. 3 yaşında duaların çoğunu ezberlemişti. Her gün bir sayfa Kuran okuyor. İslami şahsiyetlerin romanlarını okumaya çok hevesli” diye konuştu.
Kaynak: AA
Denize İmansız Giren, Karaya Hidayetle Çıkan Adam
Denize imansız giren, hidayet nuruyla kıyıya çıkan adamın hikayesi...
Çevrenin, okuduğumuz batıl kitapların, olumsuz etkisiyle imanım zayıftı. Allah o günleri bir daha yaşatmasın. Amin!
Yedi, sekiz arkadaş, ağustosun kavurucu sıcağında, denizin serin sularına kendimizi bırakacaktık. Yorucu bir yolculuktan sonra, Bolu’nun Akçakoca kazasına gece vardık. Deliksiz bir uykuyla sabahı kucakladık. Sabah kahvaltısını acele yaptık. Deniz kollarını açmış bizleri çağırıyordu. Sabahın hafif serinliğinde, denizde kimse yoktu.
İKİ SEVDALI
Arkadaşımdan, ayaklarımı sıkarcasına dar paletleri alarak, denizin koynuna kendimi bıraktım. İki sevdalı kavuşmuşçasına sevinmiştim. Denizle çocuklar gibi oynarken, dar palet ayağımı terketti. Emanet paletin arkasından kulaç attım. Diğer palette vefasızlık edip, ayağımdan kaçtı. Onun için de zoraki birkaç kulaç vurdum. Yorulmuştum. Biraz da açılmıştım. Paletlerden ümidimi kestim. Kıyıya dönüş çabam başlamıştı. Dalgalar kıyıya gitmemi istemez gibiydi. Hayret! Kulaçlar beni ileriye atmıyordu. Kabaran deniz, başıma balyoz darbelerle beni denize çakıyordu. İlk panik !? Kıyıya kolumu kaldırdım. Erkeklik duygum yardım istememi de engelledi. Kolumun imdat için kalktığını anlamayan, kıyıdaki arkadaşlar beni kol sallayarak selamlıyorlardı. İçimin, denizin kavurucu tuzlu suyuyla epey dolduğunu hissettim. Gözlerim, görevlerini bulanık yapıyordu. Erkekliği yenerek kısık bir sesle imdat! deyiverdim. Çağrım değil ama hareketlerimdeki gariplik kıyıdakilerin dikkatini çekmişti. Şaşkın koşuşmalar, kadınların korkulu halleri zayıflayan gözlerimin görebildikleriydi.
SON NEFESTE KELİME-İ ŞEHADET
Ölüm duygusu 28’lik bedenimi ilk defa en soğuk şekliyle sarmıştı. İnançsızlık iflas etmiş, bulanık şuurumda babamın “Oğlum; son nefesinde kelimeyi şehadeti söyleyen imanlı gider” sözü güneş gibi parlamıştı. Oksijensiz kalan beynimin zonklaması, suların beni kabul edişindeki samimiyeti, babamın o mübarek sözünü söylememi zorlaştırıyordu. Ümidim sıfırlanmıştı. İradem dışında teslim olmuştum. Yolculuğun soğuk ilk saliselerini anlatabilmem, bu kalem, bu kağıt, bu alfabeyle mümkün değil..
İçime dalan tuzlu suyun, gövdemi kaplayıp, ağzımda nihayet bulduğu an. Sade kendimin ve Yaradan’ımın duyabileceği seslenişi, yalvarışı, yakarışı, dudaklarımdan dışarıya salabildim..
“EŞHEDÜ ENLA İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN ABDUHU VE RESULÜHÜ”
Zaman durmuştu. Ölüm kendini tattıracaktı. Hala bitkin, beden yaşıyor, şuur yerini terketmiyordu.
Ayak parmaklarımın kumlarla ilk teması, ölümün benden vazgeçtiğinin belirtisiydi. Ayaklarım, kumlarla buluşmuştu.
Sağ kolumu, sağ elimi şehadet parmağımı, gökleri delercesine havaya kaldırmış, Allah’ın birliğini gövdemle haykırıyor, parmağımla tasdikliyordum.
Rahim olan Rabbim, denize imansız giren kulunu, hidayet nuruyla kıyıya çıkarıyordu. Elhamdülillahi-rabbilalemîn!
Kaynak: Adil Coşkun, Altınoluk Dergisi, 1986 - Mayıs, Sayı: 3
Sami Efendi İle Tanışınca Hayatı Değişti
Sami Efendi aşısı almış bir mühtedi; Zahid Barsamoğlu... Cildi zikirden yumuşamış. 93 yaşında ama yüzünde bir tane kırışıklık yok. Mütebessim bir çehre, ışıl ışıl aydınlık bir sima. Ahmet Topbaş ve Selman Tan’ın Zahid Barsamoğlu ile yaptığı röportaj, Altınoluk Dergisi’nin Şubat sayısında yayınladı. İşte o feyz dolu sohbet.
Zahid Barsamoğlu... Hafızası, dimağı saat gibi işliyor. Konuşması, edası, tavrı ile bir İstanbul beyefendisi. Yılların yaşanmışlıkları, çileleriyle olgunlaşmış, mütevekkil bir hal var üzerinde. Fakat asıl “huzur” hali, yani itmi’nanı görüyorsunuz. Onunla sohbet insana ferahlık veriyor.
Zahid Barsamoğlu’nun hayatı duygulu bir hidayet öyküsü. Hakk’a öyle sağlam bir dönüş yaşamış ki Müslüman olduğu andan beri 60 yıllık hidayet hayatında tek bir vakit namaz borcu olmadığını ifade ediyor.
Mahmud Sami Ramazanoğlu hazretlerinin müridi. Sami Efendi’nin vefatının 31. Sene-i devriyesinde onu rahmetle andık, Zahid Efendi’den hatıralar dinledik. Kendi bakışıyla bir Sami Efendi resmi ortaya koydu. Orada asıl Sami Efendi’nin her gönlü nasıl ayrı ayrı dokuduğunu, emek verdiğini de görmüş oluyorsunuz.
Hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: “Hak yolunda saçlarını, sakallarını ağartanların Allah müracaatlarını reddetmez, günahlarını siler, onlara zulmetmeye hayâ eder.”
Bizim zannımıza göre Zahid Barsamoğlu öyle bir Allah eri. Onun için hasbihalimizin sonunda Zahid Efendinin yaptığı duaya gönülden amin diyelim. Elbette o duanın içinde şahsi hayatımız için dikkat edilecek epey mesaj var.
Ahmet Topbaş: Efendim sizin isminizi öteden beri duyardık. Rahmetli Oğuz Aydınol Ağabey de bahsetmişti. Ziyaret nasibi bugüneymiş.
Zahid Barsamoğlu: O da rahmetli oldu. Oğuz Aydınol Efendi gelir bizlere ders verirdi. Ondan önce Abdülvasi Efendi bizlerle ilgilenirdi.
Selman Tan: Efendim ismi âlinizi lütfeder misiniz?
Barsamoğlu: Zahid Allah’dan çok korkan, takva üzere yaşayan demek. Sonradan aldığım isim. Barsamoğlu ise eski yaşantının, kavmin, anne babanın soyadı.
Daha önce matbuattan gelenler olmuştu hiçbirini kabul etmedim. Cenab-ı Hak ne murad etmiş ise o olur. Takdirde ne kayıt varsa o zuhur edecektir. Muhakkak niyetlerimiz halis olur inşallah takdir Cenab-ı Allah’dan.
Hikaye çok uzundur, bu zamana gelinceye kadar çok safhalar atlattık. Sizlere hulasa olarak anlatayım.
HIRİSTİYAN BİR AİLENİN ÇOCUĞUYUM
[caption id="attachment_26099" align="aligncenter" width="639"]
Zahid Barsamoğlu[/caption]
Malumu aliniz Hıristiyan bir ailenin çocuğuyum. Memleketimiz Yozgat. 1914 hadiselerinden önce İngilizler, Avrupalılar Ermenilere “Ey millet siz Osmanlı’ya o kadar hizmet ediyorsunuz bir karış toprağınız bile yok” diyerek kışkırtmışlar, nifak sokmuşlar.
Silah vermişler, çete harbi başlatmışlar. Fakat bazı beldeler böyle bir suça bulaşmasalar da aynı muameleye maruz kalmışlar. Babam annem masumlarmış. Sağ kalan Ermenileri Rus treni ile Tiflis’e kaçırmışlar, Gürcistan’ın payitahtına. Nihayet Türkiye’den af çıkınca babamlar köye geri dönüyorlar fakat bağ, bahçe, ev, bostan hiçbir şey kalmamış.
Topbaş: Gasbedilmiş mi?
Barsamoğlu: Evet öyle olmuş. Başka bir hadise olmadan biz yurdumuzdan ayrılalım demişler. Köyden köye geçerek babam yabani at bakıcılığı yani yılhicilik yapmış. 4 zeytin bir somun ekmek verirlermiş günlüğüne. Oradan oraya geçerek İstanbul’a gelmişler.
BABAM YILLARCA 60 KURUŞA TAŞ TAŞIMIŞ
İstanbul’da o zamanki dindaşlarımız ve kilise tarafından metruk evlere yerleştirilmişiz. Bir yorganımız varmış getirdiğimiz ve yorganın bir kenarına dikilmiş birkaç altın para. Köyden çıkarken ancak onu alabilmişler. Bir de bakır tenceremiz vardı ben onu yıllarca hatıra olarak sakladım. 3 kardeşiz hepimiz, burada doğmayız. Babam yıllarca inşaatlarda taş taşımış yevmiyesi 60 kuruşa.
HEPSİNDE AYRI HİKMETLER VAR
1 litre süt de 60 kuruş. Bizi böyle büyütmüşler. Cenab-ı Hak besliyor onların vasıtasıyla tabi. O, hikmeti, varlığı yokluğu bana gösterecek ki benim gönlümü öldürsün. Dünya sevgisini silsin süpürsün. Hak ve hakikatte hissi yakîne erdirsin. Hepsinde ayrı hikmetler var. Her şey, zuhur ettiği zaman anlaşılmaz. Vakti saati geldiği zaman o zuhur ne maksatla olmuş o zaman anlaşılır.
Bazı dualarımızı Cenab-ı Hak kabul etmiyor zannederiz ya tehir eder ya da münasip görmediği için kabul etmez. Bizim yapacağımız sabırlı olmak, hayır dua etmek ve yolunda sabit durmaktır. Teslimiyet lazımdır.
OSMANLI SARAYLARININ İÇİNDEKİ BEZ ÇADIRDA DOĞMUŞUM
Ben Beşiktaş’ta yurt dışına gönderildikten sonra yıkılan Osmanlı padişahlarının saraylarının içindeki metruk binada altı toprak bez çadırda doğmuşum. 1922 yılında, Cenab-ı Hak öldürmüyor. Vahdettin Efendi’nin son günlerinde 2 yaşındaymışım. İlkokulu Beşiktaş’ta okudum sonra okutamadılar çalışmaya başladım. Sanatkâr oldum. Fantezi kundura ustası oldum. Yanımda 4-5 işçi çalışırdı. Kız kardeşim bonistra idi, yani kadın terzisi.
O zamanın ustaları hep ekalliyettendi, ecnebiydi. Müslümanlarda ince sanat hemen hemen yok gibiydi. Kaba çeşit vardı. Türkler İtalyanlardan, Rumlardan, Ermenilerden öğrendiler, sanatımız kıymetliydi, çabuk kalkındık. Ailemize katkıda bulunduk.
"ÜÇ İLAH İNANCI MANTIKSIZ GELİRDİ"
S. Tan: Müslümanlığı seçmeniz nasıl oldu efendim?
Barsamoğlu: Babamın bir sepeti vardı. Onun içinde Hıristiyan din kitapları vardı. Eski Ermenice lisanıyla yazılmış İncil, Tevrat, Zebur, Kur’ânı defalarca tetkik ettim. Üç ilah inancı mantıksız gelirdi. O sepette bir de İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin Kur’ân-ı Azimuşşân’ın tefsiri olan Ruhul Beyân Tefsiri vardı. Vaktâki onu okumaya başladım, yandım, tutuştum. Ölürsem yaşantım İslam üzere değil, cehennemlik olacağım diye korktum.
S. Tan: Kaç yaşındaydınız?
Barsamoğlu: 33 yaşındaydım. Kor döküldü kalbime, göynüme. İçimi ateş aldı.
Topbaş: Hidayet.
Barsamoğlu: Hidayeti öyle verdi Cenab-ı Hak.
KİLİSEDE İLAHİ OKUYAN KORODAYDIM
S. Tan: Önceden kiliseye sık gider miydiniz?
Barsamoğlu: Kilisede orgun yanında ilahi okuyan korodaydım. Hatta bazen münferit vazife verirlerdi. Rulo halindeki metni cemaate tek başına okurdum. Hidayet nasip olduktan sonra dinimi senelerce gizli yaşadım. Hep evden dışarı kaçtım namazımı, niyazımı belli etmemek için.
S. Tan: Kelimeyi şehadeti kendiniz mi getirdiniz?
Barsamoğlu: Bir deri tüccarı vardı, kendime yakın hissettiğim. Ona açtım mevzuyu, beni o sıralarda Zeyrek Camii’ne, yeni gelmiş olan Mehmet Zahid Kotku Hazretlerine götürdüler. Müftülükten önce ilk şahidim onlar oldu.
O zamanlar bugün olduğu gibi Hıristiyan, Türk birbirine kaynaşmış değil. Taassubî bir zihniyet hâkimdi. Kim ki kendi dininden irtidat ederse kilise protesto eder, cemaatin sana düşman olurdu.
Sonraları duyulunca kilise papazları dükkanıma gelirler beni eski dinime iade etmek için çalışırlardı. Ben de hakikati bildiğim kadarıyla anlatırdım. Derdim ki “Siz dini İslam’ı hor görmeyin. Ancak tatbik edenlerin haline bakıp aldanmayın. Suyu membaından için. Hazreti Kur’an’dan, Sünneti Seniyye’den ve güzel örneklerden öğrenin.” İnat ederlerdi.
S. Tan: Ailenizde, cemaatiniz içinde yalnız kalıyorsunuz. Karar süreci sizin için zor oldu mu efendim?
Barsamoğlu: Tatlı-acı bir dönemdi. Acı; geçmişin yaşantılarını nasıl ödeyeceğiz. Tatlı; dünyaya getiren Rabbim elhamdülillah İslam ile müşerref eyledi. Dalâletten kurtardı, necâta kavuşturdu. Etrafım düşman doluydu, ama ölüm bana çok tatlı gelir, hiç gözüme görünmezdi. Evden uzaklaşır, büyük camilere giderdim ki beni kimse tanımasın. İlk günler bilmediğim için camiye kolu kısa gömlekle giderdim.
S. Tan: Efendim sizin durumunuz da Yaman Dede gibi olmuş. Yaman Dede diyor ki: “İstanbul’un en ücra camilerini ben bilirim. Bir garip olarak oralarda namaz kılardım. Evde hanımımdan, kızımdan gizlice oruçlar tutardım.
Barsamoğlu: Yaman Dede de aynı benim gibi yanmış. Benim de anam, babam abim sonradan işitiyorlar. Babama “Senin oğlun camiye gidiyor” diyorlar. Kıyamat koptu, babam evladlıktan tardetti. Annem daha yumuşak gönüllüydü. Neticede annemi de birgün Mehmet Zahid Kotku Hazretleri’ne götürdüm.
TANIDIKLARDAN DOLAYI YAKININDAKİ CAMİLERE GİDEMİYORDU
İslam ile şereflendi. Ölümünde nur gibi bir çehre ile vefat etti. Benim dükkanım Çarşıkapı’daydı. 60 yıldır aynı şekilde devam ediyor. Şimdi çocuklar idare ediyorlar. Bir öğle namazı için dükkandan çıktım. Camiye gireceğim sırada bir müşteri gördüm bir başka camiye yöneldim. Ezanı Muhammedî yakın. O camiye yaklaşınca başka bir tanıdık çıkıyor karşıma.
Nihayet camileri değiştire değiştire Cağaloğlu’na kadar gittim ama kan ter içinde kaldım. Camaate yetişemeyeceğim diye korkuyorum. Cağaloğlu’ndaki camide son rekata yetiştim elhamdülillah. Cenab-ı Allah böyle bir şevk, aşk veriyor, ölüm tatlı geliyor insana. Geceleri odama çekilir sabahlara kadar ağlar, sızlar, Rabbime yalvarır, ibadet ederdim.
Cenab-ı Hak bana teselli vermek için güzel güzel rüyalar gösterirdi. Bizim muhitimiz ermenilerin muhitidir. Şimdi muhacirler geldi, Anadolu’dan gelenlerle karma oldu. O zaman sadece ermeniler otururdu. Bir keresinde rüyamda yüzü koyun havada uçuyorum “Ey cemaat biliniz ki Dîni İslâm Hak dindir, delâletten kurtulun” diye mahallenin üstüne nida ediyorum. Tek başına kaldığım için acaba yanılıyor muyum diye düşünceler olur Cenâb-ı Hak bana teyidi ilahi de bulunurdu.
Topbaş: Sizin gibi başka Müslüman olan var mıydı?
Barsamoğlu: O devirde yoktu. Olamaz gibiydi çünkü ırkdaşları onu düşman görür, alışveriş yapmazlar, selam vermezlerdi. Öldürmeye çalışırlardı. Nitekim öyle haller de yaşadık. Yolumu kestiler, dövmek istediler. Ben tek başımayım ama Rabbim cesaret verirdi. Kalabalıklardı ama Cenab-ı Hak onlara korku verdi, tek başına olduğum halde kaçtılar.
1962 yılına kadar böyle yaşadım. Annem vefat ettikten sonra zaten babam ve abimle irtibatım kalmamış. Kız kardeşime de hidayet nasip oldu. Bir gün dükkanıma “Seyahat dolayısıyla kapalıdır” yazıp Hacca gittim.
49 yaşına kadar muhitimden gizli yaşantımdan dolayı evlenemedim. Hastalığında anneme hizmet ettim. Onun vefatından sonra evlililk nasip oldu. Bayezid Camii İmamı merhum Abdurrahman Gürses Hocaefendi evime gelerek nikahımı kıydı. Cenab-ı Hak 4 erkek 2 kız evlad verdi. 4 tanesini hafız yapmak nasip oldu. Diğer birisi yarım hafız diğeri de İmam Hatip Lisesi mezunu oldu. Oğlum Mustafa Kocamustafapaşa’da imam şimdi.
SAMİ EFENDİ İLE TANIŞMA HİKAYESİ
Topbaş: Sami Efendi ile tanışmanız nasıl oldu efendim.
Barsamoğlu: Beyazıd Camii’nin sağ köşesinde loş bir bölüm vardır. Orada ibadet ederdim. Orada gönlüme hoş gelen birisiyle ünsiyetim oldu. Havlucu Abdullah Nepan Efendi. Kendisine açıldım. “Ben mürşit arıyorum, beni bazı sahte şeyhlerle tanıştırdılar. Hak üzere değillermiş. Öyle görünüp cemaatten menfaat elde ediyorlarmış” dedim. Bana “Benim bir mürşidim var seni ona götüreyim” dedi.
Tahtakale’de bir nalburiye dükkanına gittik. Sami Efendi -rahmetullahi aleyh- orada o ticarethanenin defterlerini tutarlarmış. Dükkanın içinde seyyar merdivenle çıkılan küçücük bir bölüm vardı. Tavanına başın değerdi. Orada vaziyetimi öğrendi bana karşı sevgi beslemiş olacak ki dersimi tarif etti.
O'NUN HUZURUNDA SÖZE GEREK KALMIYOR
Aşkımı, muhabbetimi hissetti. Onların kalplerine malum olur. Biz mahcup ve mahrum bir şekilde karşısındayız. Onun ruhani hali sizin gönlünüze bir inşirah veriyor. Elhamdülillah İstanbul terbiyesi almış biriyiz ama zaten onun huzurunda söze gerek kalmıyor. Soru sormadan teslimiyet hali oluyor.
AKRABALARIM YOLUMU KESTİ
Bir Cumartesi yine kendilerini ziyaret etmiştim. Bana “Hacı Zahid Efendi yarın Erenköy’e eve gel” diye münferiden davet etti. O akşam akrabalarımdan biri yolumu kesti “Sen nasıl bize ihanet edersin?” deyip beni dövmeye kalktı. Onu altıma aldım bir taraftan da “Ben hakikatı buldum size ne zararım var” diyorum.
KAN REVAN İÇİNDE EVE DÖNDÜM
O sırada alt taraftan ellerini yüzüme geçirdi, tırnaklarıyla yüzüm perde perde oldu, kan revan içinde evime döndüm. Sabah da “Sami Efendi’ye gideceğim bu hal ile nasıl giderim” diye düşünüyorum. Yüzümü temizliyorum ama kanlar yine akıyor. Nihayet ertesi günü öğle namazına Zihnipaşa Camii’ne gittim. Oradaki ihvana kendimi göstermemeye çalıştım. Devlethanelerine gittim. Ömer Kirazoğlu ağabey beni içeri aldı.
Sami Efendimiz geldi minberine oturdu, ben de önüne diz çöktüm. Bana hiçbir şey sormadan “Hacı Zahid Efendi Dîn-i İslâm ile müşerref olanın başından birçok hadiseler geçer, sebat imtihanı olunur, sabırlı ol, Cenab-ı Allah mükafatını verecek inşaallah” dedi ve bana kendi başından geçen bazı hadiseleri anlattı.
O dönem kendilerine yapılan eziyetleri anlatmam pek münasip olmaz. Beni teselli ettiler. Ayrıca müjde kabilinden “İnşaallah birlikte haclarımız olacak” buyurdular.
SAMİ EFENDİ İLE BİRLİKTE 4 DEFA HAC YAPTIK
Kendisiyle birlikte 4 defa Hac yaptık. Yememiz, içmemiz, ibadetimiz, yolculuğumuz hep beraber olurdu. Kabe-i Muazzama’da tam Altınoluk’un karşısına otururduk. Sırtımız Türkiye’ye dönük olurdu. Her namazdan önce muhakkak abdest tazelerlerdi. Kış yaz ayaklarında mes olurdu.
Başında daima ponponlu beyaz takke olurdu. Namaza duracaklarında takkenin üzerine ufak, ince bir sarık sararlardı. Şalvar giymezlerdi ama pantolonları hafif şalvarımsıydı. Vaziyetleri tamamen ahkama uygundu.
Erenköy’de akşam sohbetleri olduğu zaman ben orada ihvanda kalırdım. Sabah, Haydarpaşa’dan Karaköy’e birlikte geçerdik. Sükûkî idiler. Şemaili şerifte anlatıldığı gibi önüne bakarak süratle, sanki yokuşaşağı yürür gibi yürürlerdi. Biz yetişmekte zorlanırdık.
Peygamber Efendimiz’in “Falanca kimseye ne oluyor ki şöyle yapıyorlar” dediği gibi Sami Efendimiz de ortaya konuşurlardı. Bakışları aynı edâ ile herkesin yüzüneydi. Hatalıya yüzünü ekşiterek bakmaz, sevdiğine de sevdiğini ispat edecek şekilde bakmazdı ki etrafta kıskançlık olmasın.
SELMAN-I FARİSİ HAZRETLERİNİ HATIRLATIRDI
Fakiri taltif etmek için Selman-ı Farisi Hazretleri’ni hatırlatırlardı. O, Acem diyarından Medine’ye ateşperestliği, Hıristiyanlığı terkedip gelmiş bir garip idi. Ben de Türkiye’de bir garip idim. Bunu da çoğunlukla cemaate ortaya konuşarak yaparlar ben de bir kenarda ağlardım. Selman-ı Farisi de dövüldü, kovuldu, evladlıktan tardedildi. O Medine’de selamete erişti fakir de İstanbul’da.
Bir defasında Mina’da sıcaktan kuvveti kesilmiş olarak çadırda uzanmış istirahat ediyordu. Hasırdan yapılmış saplı bir yelpaze ile onu serinletmeye çalışıyordum. Gözlerini açtılar “Zahid Efendi yoruldunuz mu?” buyurdular. O kadar ince, zarif insandı. Yanından ayrılmaz, yanında yatardım. Gönlüm ona aşıktı.
Madem soruyorsunuz size bir tebşiratımı anlatayım. Cenab-ı Hakk’ın bu lutfunu hatırlatıkça ağlayasım geliyor. İlk haccımda Mekke-i Mükerreme’de iki yaşlı, aciz hanımın alışveriş filan yapamadıkları için ihtiyaçlarını gördüm, hizmet ettim. Medine’ye geçerken hastalandım, medreseye götürdüler.
BENİ TEMİZLEMEDEN HUZURA KABUL ETMEDİLER
Beni güneş çarpmış, kendimden geçmişim, sadece sayıkladığımı hatırlıyorum. Başımı vücudumu buzlarla yıkıyorlar. Dalgın yatıyorum. Başıma gelenler “Bu halde kurtulamaz” diyorlar. İşitiyorum ama konuşamıyorum. O sırada birisinin elinde bir satırla benim kalbimi kesmeye başladığını görüyorum.
Parça parça yapıp içinden pislikleri alıp atıyor. Kendime gelir gibi oluyorum “Şükür sağım” diyorum ama ameliye devam ediyor. Sonradan anladım ki gençliğimizdeki suçları, günahları Cenab-ı Hak, temizlemeden Sevgili Peygamber Efendimiz’in huzuruna kabul etmedi. Bir hafta hastalığım sürdü sonra boy abdesti aldım. Cuma namazında Rasûli Peygamber Efendimiz beni kabul etti.
Batıl inancımıza göre yaşadık, İstanbul hayatı yaşadık beni temizlemeden huzura kabul etmediler. O manevi hal, o zevk anlatılamaz, Rabbimin nimetlerine şükürler olsun.
Topbaş: Haclarda Musa Efendi de yanınızda mıydı?
Barsamoğlu: Tabi Musa Efendi de yanımızda. Atasayar Efendi, Mustafa Alemdar, Mehmet Öztürk. Allah hepsine rahmet etsin benim hiç yalnızlığımı hissettirmediler.
Bir haccımızda Musa Efendi’nin sırtında ince bir ihram vardı. Ben İstanbul’dan ihram almışım ama kalın geliyor, yakıyor. Musa Efendi’ye, “İhramınızı Mekke’den hangi dükkandan aldınız ben de almak istiyorum” dedim. Cevap vermedi, gülümsedi. Bir vakit namaz sonra Musa Efendi bir paket uzattı. Kendi ihramlarından. “Benim size hediyem olsun” dedi. O ihram ile serin serin haccı eda ettim.
Param tükendi, Musa Efendi’ye “Param bitti, sizden borç alabilir miyim?” dedim. “Ne kadar lazım” deyip hemen takdim ettiler. Fazla konuşmaz ama icraat yaparlardı. Yalnız bana değil bütün cemaate karşı böyleydiler.
Sami Efendi’nin esas hizmetkarı oydu. Sultantepe’deki evlerinde sohbetler olduğunda bütün gelenlere hediyeler verirlerdi. O büyük yemekli sohbetlerde çoluk çocuk hizmetkar gibi hizmet ederlerdi. Aman Ya Rabbi o günler ne tatlı günlermiş.
S. Tan: Söylemek istediğiniz başka bir şey var mı efendim?
Barsamoğlu: Rabbime, “İbadetlerimi hâlisâne yapabilmem için aklımdan fikrimden noksanlık verme Ya Rabbi” diye yalvarıyorum. “Namazımın şevkini benden esirgeme” diye niyaz ediyorum. Elhamdülillah Rabbim riyadan muhafaza buyursun 33 yaşında Müslüman olduğumdan beri tek bir vakit namaz borcum yoktur.
Rabbim sizlerden razı olsun. Gönlünüzün halisane muradlarını nasip etsin. Ya Rabbi Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz’in senden istediklerini bu ümmet-i Muhammed’e nasip eyle. Senden korktuklarından da bizleri emin eyle. Göz açıp kapayacak kadar da olsa bizi nefsimizle ve şeytanla başbaşa bırakma Ya Rabbi. Bizleri nefsimizin, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların şerrinden muhafaza eyle.
Din kardeşlerimizin Sen’in rızana uygun dileklerini kabul eyle. Ümmet-i Muhammedi semavi ve arızi musibetlerden muhafaza eyle.
Bizim maksadımız Sen’in rızanı kazanmaktır, nasibdar eyle Ya Rabbi. Bize bu dünyada da ahirette de güzellikler ver cehennem ateşini tattırma. Allahümme ecirna minennar.
S. Tan: Teşekkür ederiz efendim.
Kaynak: Selman Tan - Ahmet Topbaş / Altınoluk Dergisi, sayı: 348
Hoşgörüden Etkilendi Müslüman Oldu
Denizli İl Müftülüğüne müracaat eden Avustralya vatandaşı Sonia Leanne Rowell iki yıldır araştırdığı İslam dinini seçerek Müslüman oldu. Müftülükte onun için ihtida merasimi düzenlendi.
Kur'an-ı Kerim tilaveti ile başlayan törende, İl Müftü Yardımcısı Hasan Hüseyin Ortanca, Sonia Leanne Rowell'e İslam'ın esaslarını anlattı, İslam dini ve Müslümanlık hakkında bilgi verdi.
RAMAZAN AYINDA MÜSLÜMAN OLDU
İl Müftü Yardımcısı Ortanca, "On bir ayın sultanı ramazan ayında bir kardeşimizin Müslüman olmasına şahitlik etmemizden dolayı Rabb'imize ne kadar şükretsek azdır. Sonia'nın ifade ettiği gibi, araştırmaları sonucunda Müslüman olması gösteriyor ki hak din ve Allah katında tek din İslam'dır. Sonia kardeşimizi tebrik ediyorum. Kardeşimizin güzel dinimizi daha çok seveceğinden eminim. Rabb'imden niyazım, Müslüman olan kardeşimize, yeni hayatında rızasına uygun bir hayat sürdürmeyi nasip etsin." diye konuştu.
İSLAM'IN HOŞGÖRÜSÜNDEN ETKİLENDİ
Rowell de kendi arzusuyla kelimeişehadet getirip Müslüman olmanın heyecanı ve mutluluğunu yaşadığını belirterek, "Müslüman olmak için İslamiyet'i iki yıldan beri araştırıyordum. Bu vesileyle Türkiye'de iki aydır İslamiyet'i yakından inceleme fırsatı buldum. İslamiyet'in diğer inanç mensuplarına gösterdiği saygı ve hoşgörüden dolayı Müslüman olmaya karar verdim." dedi.
Müslüman olan Sonia Leanne Rowell'e İl Müftü Yardımcısı Ortanca tarafından ihtida belgesinin yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığının hazırladığı Kur'an-ı Kerim'in İngilizce meali hediye edildi.
İhtida merasiminde Haytabey Camisi imam hatibi Mehmet Çoban, Caner Ayvaz, Ahmet Aykol, Selcan Kandemir ve Sevilay Tuğan şahitlik yaptı.
Kaynak: AA
.
Allah’a Giden Yol Kapanmadı
Onu dinlediğiniz zaman ‘bazıları İslâm’la buluşabilmek için ne bedeller ödemiş’ demekten kendinizi alamıyorsunuz. Aynı zamanda İslam’ın onu nasıl bir insan haline getirdiğini görüyorsunuz.Her haliyle örnek bir Müslüman olan, Abdurahman İslâm ile hidayete erme hikayesini konuştuk.
Röportaj: Selman Tan
“Karıncayı bile incitmeyecek bir insan dediğinizde ilk aklınıza kim gelir?” diye sorulsa “Abdurahman İslam ağabeydir” diye cevap veririm. Rıza hali, uyum, şahsiyetinin temel vasfı olmuştur. Ağzından hiç olumsuz bir kelime çıkmış mıdır, tahmin etmiyorum. Kaşları hiç çatılmış mıdır, bilmiyorum. Biz onda her zaman gülümseyen bir yüz görürüz. Her zaman zarif, her zaman naziktir. Herkese değer verir ama kendisi her zaman mütevazıdır. Abdurrahman ağabey zamanımızın edep ve güzel ahlak numunelerinden birisidir.
O, dünyanın aldatıcı gailelerinin hiçbiri ile ilgilenmemiş Allah yolunda yavaş yavaş menziline ilerleyen bir derviştir. Maneviyat yolundaki sessiz kahramanlardandır. Hiçbir şey onun sükûnetini, huzurunu bozmaz. Fakat o sakinliğin içinde çok kararlı bir hayat tarzı, çelik gibi bir irade vardır. Yani sırat-ı müstekîm vardır. Yoksa Roma’dan çıkıp Türkiye’de yepyeni bir hayat inşa etmek mümkün olmazdı.
Onu dinlediğiniz zaman ‘bazıları İslâm’la buluşabilmek için ne bedeller ödemiş’ demekten kendinizi alamıyorsunuz. Aynı zamanda İslam’ın onu nasıl bir insan haline getirdiğini görüyorsunuz.
Haliyle örnek bir müslüman olan, Abdurahman İslâm ağabey ile yaptığımız sohbetten zannederim çok güzel hisseler çıkaracağız. Kendisine ailesiyle birlikte huzurlu bir hizmet ömrü niyaz ediyorum.
Abdurrahman ağabey inşallah mülâkâtımız hayırlara vesile olur. Gençlere, bizden sonraki nesillere güzel mesajlar bırakırız diye ümid ediyorum. Sizi tanıyarak başlayalım mı?
İsmim Abdurrahman İslâm. İtalya’da, Roma’da 1949 yılında doğdum. Ailem koyu Katolik hıristiyan bir aileydi. Şimdi kalmadı ama eskiden İtalya’nın güney kısımda katoliklik çok kuvvetliydi. Yani Sicilya’da, ben oralıyım. Çocukken hayalim papaz olmaktı. Akrabalarımızdan rahipler de vardı. Yani ailede mistik bir hava vardı.
Eski isminiz neydi?
Cuseppe Seminara. Cuseppe italyanca Yusuf demek. Üç kardeşiz ben en küçükleriyim. Babam sanatkar bir marangozdu.
Kilisenin gençlik faaliyetleri olurdu ortaokul ve lise yıllarında, onlara katılırdık.
Küçük yaşlarımdan itibaren dine karşı özel bir merakım vardı. Hep Allah-u Teala’yı merak ederdim. ‘Gerçek Hıristiyanlığı yaşamak nasıl sağlanabilir?’ diye düşünüyordum.
Bir batılı, bir müslümanın düşünce yapısını, imanını çok zor anlar. Çünkü bir müslüman için iman demek bir gerçektir. Müslüman için Allah Teâlâ var veya yok diye tartışılmaz. Güneş var veya yok diye tartışılır mı? Bir müslüman Allah’a iman noktasına böyle bakar. Ama bir batılı böyle değildir. Allah’ın varlığı meselesine felsefi bir düşünce olarak bakarlar. Çoğu, dinin varlığını bir adet olarak kabul ederler. İlk gençlik yıllarımda bana böyle bir iman eksik geliyordu. Allah’ın varlığını daha çok hissetmek istiyordum.
Mutlak bir hakikat ihtiyacım vardı. Bu hayat bir rüya değildi. O zaman bizi bir yaratan vardı. Ona nasıl ulaşabilirdim.
Yavaş yavaş araştırmaya başladım.
Ne zaman?
Ortaokuldan itibaren diyebiliriz. Bazı arkadaşlarım da benim bu araştırmama katıldılar. Küçük bir grup oluşturduk, kitaplar okuyorduk. Hıristiyanlık nedir, Yahudilik, Budizm, Şamanizm nedir diyerek okumalar yapıyorduk. Hatta bazı okuduklarımızı hemen uygulamaya sokuyorduk yani ne hissedeceğiz diye. Sanıyorum niyetimiz bizi kurtardı. Biz O’nun varlığını hissetmek istiyorduk. Biz Allah’a ulaşmaktan başka hiçbir şey istemiyorduk.
Elhamdülillah Allah Teâlâ belki de gayretimizden dolayı bizi sevdi, o kafa karışıklığının içinden çıkarıp aldı ve gerçekle buluşturdu.
Kaç kişiydiniz?
Altı kişiydik.
DAĞDA BİR GECE
Arkadaşlarınızdan Müslüman olan oldu mu?
Yarısı imanın sınırına kadar geldi, orada kaldı. Biz üç kişi müslüman olduk. Diğer iki arkadaşım hem müslüman oldular hem de aynı manevi eğitimin içine girdik. Elhamdülillah. Allah Teâlâ bizi kurtardı.
Şimdi çocuklarım soruyorlar; “Baba, lise yıllarındayken hiç kız arkadaşın, eğlencen olmaz mıydı?” Şimdi düşünüyorum, inanın o yıllarımda Allah’ı aramaktan başka hiçbir şey yapmamışım.
Mesela kitap okumayı O’nu bulmak için yapıyordum. Yine lise yıllarındayken dağcılık yapıyordum. Dağcılığı sevmemin sebebi ise orada tefekkür daha kolay oluyordu. Manzaralar çok güzel oluyordu, yüksek yerlere çıkıyordunuz. Yalnız kalıyordunuz ve belki Allah ile irtibat kurmak daha kolay olabilirdi.
Aslında dağa gitmemdeki sebep O’na ulaşmak için kendimi imtihana sokmaktı. O zaman öğrenci olaylarının çok sert olduğu dönemlerdi. Bazen sonunda ölüm bile olsa nasıl olacak diye polisle karşı karşıya gelirdim. Sınırlarda dolaşıyordum.
Bir gün yine o lise yıllarımda tek başına Allah’ı bulmaya gideceğim diye karar verdim. Hiçbir arkadaşa haber vermedim. Yanıma çadırımı, tulumumu alıp dağa çıkmaya başladım. Akşam hava kararınca beni bir korku aldı.. Söylemesi kolay ama o çocuk yaşınızda dağda tek başınasınız. Artık geri dönme imkanı kalmamış. Gece yolu şaşırma ihtimali çok yüksek. Burada bekleyeceğim deyip çadırımı oraya kurdum. Simsiyah bir geceydi. Dışarda ay bile yoktu. Tulumun içine girdim. Gece boyunca dışarıdan vahşi hayvan sesleri geliyordu. Sessizlik ve karanlık, sesleri daha korkunç hale getiriyordu. Ben şehirde büyümüş bir çocuğum. Öleceğim düşüncesiyle kalbim neredeyse ağzıma geldi.
Bir şekilde uyudum, gece yarısı uyandım. Ama o uyanma bambaşka bir şey oldu, sanki başka bir âleme uyanmıştım. Özel şeyleri anlatmak zor ama sanki gökyüzü bütün yıldızlarıyla, bütün sonsuzluğuyla birlikte o tulumun içine girmişti. Sonra kalbimin içine girdiler. Sanki Allah kudretinin küçük bir parçasını bana göstermişti. Bana sanki ‘sen beni arıyorsun ama ben yanındayım, içindeyim’ diyordu. Sıcaklığını, sevgisini hissediyordum.
O gece, o tulumun içinde kendi kendime dedim ki, “Tamam Allah Teâlâ’yı buldum, Allah var ve tereddüdüm kalmadı. Bundan sonra ise O’na gidecek yolu bulmalıyım.”
DAĞDAN BAŞKA TÜRLÜ İNDİM
O sabah dağdan indikten sonra din araştırmalarımı daha kuvvetli bir şekilde yapmaya başladım.
Batıda İslam üçüncü dünya dini olarak görülüyordu. Yabani hayatın, kabilelerin dini olarak bakılırdı. Tabiî bu anlayışta Avrupalıların kendilerini diğer milletlerden üstün görme yönü de etkili oluyor. Ayrıca ırkçılık var ve İslam’a düşmanlık var. Yetiştirilmelerimizden dolayı İslam’ı araştırmayı hiç düşünmemiştim.
Hıristiyanlıkla, Yahudilikle ilgili araştırmalarımıza okumalarımıza devam ediyorduk. Sadece teolojiye değil bu dinlerin çıkışından itibaren ki serüvenlerini, dinler tarihini de okuyorduk. Bu dinlerde ilahi kaynaklı olacağını düşündüğümüz doğru şeyler de bulduk. Aynı zamanda yanlış şeyler de bulduk. Bu durum İncil’in, Tevrat’ın aslının kaybolmasından ve içine insanların düşüncelerinin, sözlerinin girmesinden kaynaklanıyordu.
Mesela Tevrat’ta peygamberler için öyle şeyler isnat ediliyordu ki bunu normal, namuslu bir insan bile düşünemezdi.
Mesela İncil’de Hazreti İsa’nın söylediği bazı sözler vardır ki bunu kahvehanedeki insan bile söylemezdi.
Roma kiliselerle doludur. Gezerken görürdük, mesela eski bazı kiliselerin girişinde şu ibare yazılıdır; “Meryem tanrının annesidir.” Bunları kabul etmek zordu. Biz papazlarla konuşurken bu tür konuları sorduğumuz zaman cevap alamıyorduk. Çünkü onlara din konusunda zor soru sorulmaz, araştırma yapılmaz. Tarzları budur. Eğer çok üzerine giderseniz o zaman da ‘bu bir sırdır’ diyerek kestirip atarlar.
Oradaki din anlayışına örnek olması bakımından bir papazla olan konuşmamızı anlatayım. Kendisine “3 tane tanrı inancı size makul geliyor mu?”diye sorduğum zaman bana şu cevabı vermişti: “Elbette bir tanrı vardır ama onun dünya işleri ile çok alakası yoktur. Biz neden İsa aleyhisselam’ı tanrı olarak kabul ediyoruz biliyor musun? Bizim asıl tanrıya inanabilmemiz için öyle bir Tanrı’ya ihtiyacımız vardır ki O’nun bir yardımcısı olsun ve o yardımcı bizim kendisine dokunabileceğimiz bir tanrı olsun” demişti. Yani maddecilik batı düşüncesinin iliklerine işlemiştir.
ALLAH’A GİDEN YOL AÇIK
Yani maddileştirip, müşahhaslaştırması gerekiyor öyle mi?
Evet. Batının Hıristiyanlığı bile Pozitivizm’in etkisi altına girmiştir. Özellikle bugün. Üzerine bir de modernizm eklenince batı insanı artık sadece dünya için yaşar, dünya için düşünür olmuştur.
Yahudilikte de akla mantığa sığmayacak birçok anormallikler, kendi peygamberlerine bile attıkları iftiraları gördük.
Dolayısıyla bu dinlerde hak ile batıl birbirinin içine girmişti. Biz bunları, içinden çıkılamaz, halledilemez problemler olarak gördük.
Bu arada lise bitmiş hepimiz üniversiteye başlamıştık. Ben Roma Hukuk Fakültesinde okuyordum.
Fırsat buldukça arkadaşlarla Roma’nın dışına çıkarak yüksek yerlerde toplanıp, okumalarımıza, tartışmalarımıza devam ediyorduk.
Mısır medeniyetini okuduk, temsilcisi kalmamıştı. Hint medeniyetini, Hinduizmi okuduk bize bir din olarak gelmedi.
İşte bu araştırmalarımız sırasında elimize Muhiddin-i Arabî’nin, Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin, Ferîdüddîn-i Attar’ın kitapları geçti. Onları okuyunca hepimizde bir hayranlık oluşmaya başladı.
Ne buldunuz o kitaplarda?
Tam da bizim aradığımız şeyler. Allah’ın büyüklüğü, sonsuzluğu, güzelliği o kadar güzel ve anlaşılır bir şekilde anlatılıyordu ki, biz sadece anlamakla kalmıyorduk içimize bir ümit de doluyordu.
Bize o büyük insanlar verdikleri mesajlarla sanki “Bilin ki ey gençler Allah’a ulaşacak yol kapanmadı, o yol devam ediyor” diyorlardı.
Okudukça sevgimiz, şevkimiz heyecanımız artıyordu.
Biz önce sevgi sarhoşu olmuştuk. İşin itikadi tarafı daha sonradan geldi. Biz diyorduk ki: “Bu büyük insanların yolundan gidersek biz de onların hissettiklerini hissedebilir miyiz, Allahu Teâlâ ile böyle bir yakınlık kurabilir miyiz?” Hatta kendi aramızda “Biz de onlar gibi olabilir miyiz?” diye konuşuyorduk. Ama bunun için önce müslüman olmamız gerekiyordu.
Bu İslam büyüklerinden sizi en çok hangisi etkiledi?
Her birisinde farklı güzellikler vardı. Hazreti Mevlana, Muhiddin-i Arabî size zengin bir ruh dünyası sunuyorladı. Daha sonraları Yunus Emre’nin şiirlerini okurken kendimi şırıl şırıl akan bir nehrin üstünde hissediyordum. Ama ilk dönemlerimde beni en çok etkileyen İmam-ı Gazali Hazretleri oldu.
İmam-ı Gazali Hazretleri’nin tarzı bir batılının mantığına daha çok uyuyordu. Onda her şey daha netti. Felsefeci değildi ama akla takılabilecek sorulara akli cevaplar veriyordu.
Türklere karşı ilk sevgim de İmam-ı Gazali vesilesiyle olmuştur. İmam-ı Gazali eski Türkleri anlatırken diyordu ki; “Her kavim tapacak tanrı ararken bir yoldan gidiyordu. Kimisi büyüklüğün önünde eğiliyordu. Kimisi korktukları bir şeye tapıyordu. Türk toplumu ise sevdiği, güzel bulduğu şey neyse ona tapıyordu.” Ben kendi kendime “Demek ki Türk toplumu güzelliğe meftun olan bir toplum, sevmeyi önceliğine alan bir toplum” dediğimi hatırlıyorum.
İMANIM ALLAH’IN BAĞIŞI
Hayatınızın kararını verme anı ne zaman oldu, nasıl gerçekleşti?
Karar demek yanlış olur estağfirullah. İmanımı bana Allah verdi.
Üniversiteyi bitirip iş hayatına geçmiştim. Yaşım 26 olmuştu. Takriben arayışa başladığım ilk gençlik yıllarından itibaren 12 sene geçmişti.
Bu arada arkadaşlarımızın herbiri iş için bir yere dağılmıştı. Bir arkadaşım iş için Suudi Arabistan’a gitmişti. İçimizden ilk onun müslüman olduğu haberini aldım. Hatta sonradan kendisinden öğrendim. Müslüman olduktan sonra Medine’ye Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’i ziyarete gittiği zaman orada Atasayar Efendi ile karşılaşıp tanışmışlar. Arkadaşımız ondan manevi ders istemiş. Atasayar Efendi “Hayır sen bunun için İstanbul’a Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleri’ne gitmelisin” demiş. Dostumuzun bu yaşadıklarını ben bilmiyordum.
Tahminen o günlerde bir gece seher vakti panik içinde uyandım. Kendi kendime şöyle düşünmeye başladım: “Ben ne yapıyorum, tamam müslüman olmak lazım diyorum, kurtuluş İslam’dadır diyorum ama müslüman olmuyorum, ya bu gece ölürsem ben ne olacağım, nereye gideceğim? Allah’ım bana fırsat ver, beni kurtar.” Sabahın nasıl olduğunu size anlatamam Selmancığım.
Sabah Roma’daki İslam Kültür Merkezi’ne gittim. Lübnanlı tatlı bir imam efendi vardı. Kararımı ona bildirdim ve orada müslüman oldum. İsmimi o verdi.
İLK NAMAZIMDA SANKİ UÇUYORDUM
Soyisminizi nasıl aldınız?
Onu Musa Topbaş Efendi verdi.
İlk namazımı Filistinli bir öğrenci grubuyla birlikte kıldım. Onlar bana kendilerini taklit ederek namaz kılmamı tavsiye ettiler.
İlk namazımda sanki bir kuş oldum uçuyordum. Gerçek mutluluğu, gerçek huzuru yaşıyordum.
Namaz bittikten sonra o öğrencilere dedim ki: “Artık ben müslüman oldum. Bugünden sonra beş vakit namaz benim üzerime farz oldu. Şu andan itibaren namazımı geçiremem. Bir sonraki vakit siz yanımda olmayacaksınız. Ben ise namaz kılmasını bilmiyorum. Peki nasıl namaz kılacağım?” Filistinli gençler bana nasıl namaz kılınacağını, vakitlerin rekat adetlerini anlattıktan sonra latin harfleri ile okuyacağım sureleri yazdılar.
Ben onların yanından ayrıldıktan sonra ilk işim büyük kartonlara bu sureleri yazmak oldu. Bir sonraki vakitte o kartonları önüme koyup oradan okuyarak namazlarımı eda etmeye başladım elhamdülillah. Çünkü iki vaktin arasında bütün sureleri ezberleme imkanım yoktu.
Sonra yavaş yavaş hepsini ezberledim fakat namazda otururken ayak parmaklarımı usulüne uygun olarak tam anlamıyla bükmek hiçbir zaman mümkün olmadı.
Yeni bir din, yeni bir hayat demekti. Artık hayatımı tamamen dinim üzere düzenleyecektim. Dinimi derinlemesine öğrenme ve anlama çalışmasına başladım. Şeriatı yani zahiri öğrenmek zor olmuyordu. Batını yani tasavvufu ise tam anlamıyla anlamak kolay olmuyordu.
AİLEM, ANNEM... ÂH!
Bu kararı Allah kalbime koyduktan sonra ailemin, çevremin tepkisi nasıl olacaktı? Biliyorum ailemin tepkisi, hiç iyi olmayacaktı. Evet kolay olmadı. Babam, annem çok üzüldüler. Sanki ben vatan haini olmuştum. Tıpkı Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin zamanındaki gibi tepkilerle karşılaştım. “Nasıl olur da babanın, dedenin dinini terk ediyorsun” diyorlardı. Annem durup durup bana “İsa aleyhisselam sana ne kötülük yaptı?” diyordu. Ben anneme “İsa aleyhisselamı ben şimdi daha çok seviyorum” diyordum ama anlatamıyordum. Beni namaz kılarken gördükçe devamlı ağlıyordu, ağlıyordu. Öyle oldu ki benim evde kalmam artık mümkün olmayacaktı.
Üstelik Roma’da avukatlık yapmak bir müslüman olarak benim için uygun değildi. Bereket bir müddet sonra İsviçre sınırında Alplerin eteğinde Biella isimli bir başka şehirde iş buldum ve oraya taşındım.
Bulduğum iş bir kamu işiydi, İtalya’daki Sosyal Sigortalar Kurumunda bir birimde çalışıyordum.
Müslüman olmak gerçekten benim için yeniden bir doğum gibi oldu. Allah Teâlâ’nın yardımıyla karşılaştığım sıkıntıları birer birer atlattım.
GİZLİLİK GEREKLİ MİYDİ!
Bazı sıkıntılara da kendim sebebiyet veriyordum. Mesela yeni iş yerimde abdesti gizli alıyordum, namazımı arşivde gizlice kılıyordum. Bu insanların daha çok dikkatini çekti. Bana dediler ki “Arkadaş sen ne yapıyorsun, garip garip davranışlarda bulunuyorsun, sen kimsin?” O zaman onlara müslüman olduğumu ve namaz kılma ihtiyacımın olduğunu söyledim. Bana verdikleri cevap “Eee, bize ne?” oldu. Yani namaz kılmak istiyorsan kıl, bu senin hayatın bunu bizden niye saklıyorsun ki, demek istiyorlardı. Anladım ki insanların tepkisinden çekinmeye gerek yoktu. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de “Onlar kınayanların kınamasına aldırmazlar” buyuruyordu. Kendim olduktan sonra her şey çok daha iyi oldu, onlarla da daha iyi anlaşır oldum.
Beni takip ediyorlar, saygı duyuyorlardı. Mesela o zamanki müdürüm ile arkadaşlığımız ilerledi şu anda hâlâ görüşüyoruz. Müslüman olmadı ama bir gence ilkokuldan üniversiteye kadar burs verdi. Hatta ilk haccıma onun parasıyla gittim.
Hacca gitme niyetim vardı fakat param yoktu. Bir ara konuşurken bundan bahsetmiştim. Bir gün bana gelip “Senin şu hukuk ansiklopedilerin var ya ona ihtiyacım var bana satabilir misin?” diye sordu. Ben de bu teklife çok memnun oldum ve müdürüme onları sattım. O paranın üzerine biraz daha koyarak hacca gittim. Yıllar sonra arkadaşımın evinde bu ansiklopedileri gördüm. Verdiğim kutuların içerisinde, hiç açılmamış vaziyette öylece duruyorlardı. Sonradan anladım ki arkadaşımın o ansiklopedilere ihtiyacı yokmuş, sadece ben hacca gideyim diye böyle bir davranışta bulunmuş.
Bu arkadaşım kendine göre her sene hesap yapar ve kendi zekatına düşen parayı gönderirdi. Aslında hıristiyanlıkta zekat diye bir mükellefiyet yok. Zekatını da Kızılhaç’a, kiliseye filan vermez “Ben sadece sana güveniyorum” diyerek bana gönderirdi. Bunları gönderirken de mübarek günleri tercih ederdi. Sonraları şöyle söylemişti; “Kızımla akşam yatmadan önce mutlaka senin tercüme ettiğin 40 hadis kitabından birkaç sayfa okuyup daha sonra uyuyoruz.”
Biella’dayken düşünüyordum. Tamam Müslüman oldum ama benim işim daha bitmedi. Benim bir mürşidi kamil bulmam gerekir.
NEDEN MÜRŞİD?
Neden mürşidi kamil aramak ihtiyacı oldu? Zamanımızda bir çok müslüman böyle bir ihtiyaç duymuyor. Veya sonradan müslüman olanlar böyle bir arayışa girmiyor. Siz neden ihtiyaç hissettiniz?
Ben bu niyetle müslüman olmuştum. Çünkü Allah’a ulaşmak istiyordum ve O’na ulaşmak için de İslam’ı canlı olarak uygulayan bir örnek görmek istiyordum.
İslamiyeti incelerken tasavvufu da incelemiştim. Tam manasıyla Allah’a ulaşmak için o büyük zatların yaşadığı gibi bir hayat yaşamam gerekiyordu. Ben bunun kararını çok önceden, müslüman olmadan önce vermiştim.
Müslüman olduktan sonra okudukça hiçbir şey bilmediğimi anladım. İslâmiyet sonsuz bir deryaydı. Bu deryaya daldığım zaman bana yüzme bilen birisi gerekiyordu. Ben yüzmek istiyordum ama yüzmeyi bilmiyordum.
Mevlana gibi bir insana bile Şems-i Tebrizi yol göstermişti değil mi?
Şimdi yine İtalya’da Müslümanlar var. O zamanlar çok çok azdı. Benim gibi müslüman olanlardan bir kısmı manevi rehber aradıkları zaman Kuzey Afrika’ya gidiyorlardı. Oradaki Müslümanları görmemiştim ama benim için sıcak gelmiyorlardı. Benim takip edeceğim yol oralarda değil, diyordum. Allah bana başka bir yol açacak, diyordum. Biliyordum ve onu bekliyordum.
Bir gün Roma’da Müslüman olmuş yaşlı bir İtalyan tanıdım. Böyle bir İtalyanı bulmak kolay değildi. Ona “Ben bir mürşidi kamil arıyorum ama bulamıyorum sizin fikriniz nedir?” diye sordum. Bana dedi ki: “Biliyorsun ben bir müzisyenim. İşim gereği bütün dünyayı dolaşıyorum. İslam dünyasında da şimdiye kadar belki yüzlerce şeyh gördüm. Geçen hafta İstanbul’dan döndüm. Orada üç ay kaldım. Çok muhterem zatlar tanıdım. Bana sorarsan dünyada bağlanılacak mürşit İstanbul’da bulunan Mahmud Sami Ramazanoğlu’dur.”
Ben bu ismi duyduğum anda kalbime yazıldığını hissettim. “Bu zat benim mürşidim olacak inşallah” dedim. Müzisyen İtalyan bana İstanbul’dan şeyh efendilerin isimlerini, adreslerini verdi. Mehmet Zahit Kotku, Mahmut Efendi gibi... Halbuki bu zat başka bir tarikata bağlıydı, üstelikte bu tarikatta vazifeli birisiydi.
1977 yılıydı. İlk fırsatta elimdeki bu listeyle iki günlüğüne İstanbul’a geldim. Elimdeki listeyi bir kenara koydum. Benim aradığım ve bağlanacağım zat Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri olacak diyordum. Hatta onun Erenköy’de oturduğunu öğrendiğim için kaldığım oteli Kadıköy’deki Rıhtım Otel olarak ayarlamıştım. Ama muhterem üstadımıza ulaşmak kolay olmadı.
Dil olmadığı için anlaşamıyordum. Bir türlü muhterem üstadımıza götürecek bir aracı bulamadım. İkinci gün belki oradan bir yol bulurum diye Fatih’teki İskenderpaşa Camii’ne gittim. Orada durumumu İngilizce olarak anlatmaya çalışırken beni hemen caminin karşısındaki bir mobilya dükkanına götürdüler. Orada Ahmet Haticoğlu isminde çok nazik, yaşlı bir amca vardı, çok iyi İtalyanca biliyordu. Rodos adasında doğmuş. O zamanlar ada İtalyanların işgali altında olduğu için İtalyanca öğrenmiş. Benim niyetimi öğrenince meğer Musa Efendi Rahmetullahi aleyhi tanıyormuş ona telefon etti. Akabinde hemen bir taksiye binip Üsküdar Sultantepe’deki Musa Efendi’nin köşküne gittim.
Yanında İngilizce bilen bir tercüman ve Mustafa Temel amca vardı. Musa Efendi çok sabırlı bir şekilde tebessüm ederek, dinleyerek bana cesaret verdi. Musa Efendi Fransızcayı çok iyi biliyordu. İtalyanca ile Fransızca aynen Türkçe ve Azerice gibidir. Birbirine çok yakın olduğu için kolay anlaşılır.
Sami Efendi’ye ulaşacak zamanım kalmamıştı. O yüzden Musa Efendi’nin onun vazifelisi olduğunu ve ders verdiğini öğrendiğim için Sami Efendi’yi görmeden direk ondan ders istedim. Çünkü benim kalbim mürşit olarak Sami Efendi Hazretleri’ni istiyordu.
Musa Efendi bana “Siz nerede kalıyorsunuz?” diye sordu. Daha sonra “Bu akşam İngilizce bilen birisi gelip size dersinizi güzelce tarif edecek” dedi. İlk gelişimde Sami Efendi Hazretleri’ni görmeden İtalya’ya geri döndüm.
SAMİ EFENDİ: SANKİ RUHTAN İBARET
Sami Efendi Hazretlerini görmek ertesi sene Türkiye’ye gelişimde nasip oldu. Beylerbeyi’ndeki müstakil bir evde bir sohbetine katıldık.
Onu gördüğümdeki duygularımı anlatamam. Çok hafif, nahif bir insandı. Bir deri bir kemikti ama tamamen nurdu. Hatta sanki ruhdan ibaretti. Sohbet haricinde neredeyse hiç konuşmuyordu. Sohbet ettiği ortamda veya normal diğer zamanlarda onun bulunduğu meclise girdiğiniz anda sanki o mekan tamamen elektrik yüklüydü. Siz o büyük enerjinin içine giriyor, veya çekiliyor bir başka aleme geçiyordunuz. Benim için şu anda bile hâlâ Türkçe zor bir dil. O günlerde bir kelime bile bilmiyordum. Fakat sohbetlerde sanki her şeyi anlıyordum. Arkadaşlar daha sonra sohbeti tercüme ediyorlardı ama benim ihtiyacım kalmıyordu. Sohbetlerde bir bereket vardı. Sanki bir nur gelip içime yerleşiyor ve içim aydınlanıyordu. O bana yetiyordu. Sohbetler beni tam anlamıyla şarj ediyor ve o şarj bir sene gidiyordu.
Daha sonraları Medine’ye hicret etti. Ondan sonra her fırsatı kullanarak umre ve hacca gittim.
Birlikte iki defa hac yaptık. Müslüman olduktan sonra rüyalarım kesilmişti. 1982 yılında rüyamda Sami Efendi’yi gördüm. Kendisi Kabe’de bulunuyordu ve “Buraya gel oğlum” diyerek beni çağırıyordu. Bunun üzerine hemen gerekli işlemleri yaparak hacca gittim. O Sami Efendi’yi son görüşüm oldu.
MUSA EFENDİ İLE...
Peki Musa Efendi’yi görünce ne hissettiniz?
Kendisine karşı hemen bir muhabbet, bir aşk oldu. O anda Musa Efendi’yi gerçekten benim babam gibi gördüm. Zaten daha sonraki hayatımda bana hep babalık yapacaktı. Bana hep doğru ve kolay yolları gösterecekti. Bütün manevi derslerimi de kendisi kontrol ederdi. Bütün problemlerimi çözerdi.
Mesela daha sonraki yıllarda zannediyorum nefs dersindeyken bana bir hal oldu. Acaba kıldığım namaz oldu mu, abdestim oldu mu, diye bir düşünceye kapılıyor ve tekrar tekrar yapıyordum. Ta ki bazen hareketsiz kalıncaya kadar. Baktım böyle olmayacak İstanbul’a gelip Musa Efendi’nin huzuruna çıktım. Durumu anlattıktan sonra gözlerime bakarak eliyle bir kesme işareti yaptı. O anda bendeki vesvese tamamen gitti eski halime kavuştum ve İtalya’ya geri döndüm.
Kaynak: Selman Tan, Altınoluk Dergisi, Sayı: 386
.
Amerikalı Mühendisin Hidayet Hikayesi
Tebliğ mes’ûliyetinde gösterilecek ihmâlin vebâlini hatırlatan hâdise...
Yakın bir zamanda yaşanmış olan ve tebliğ mes’ûliyetinde gösterilecek ihmâlin vebâlini hatırlatan şu hâdise, her mü’min yüreği derin bir nefis muhâsebesine sevk etmelidir:
Amerika’da bir mühendis Hristiyan iken İslâm’la şereflenmiş ve bu sebeple bir mescidde merâsim tertiplenmişti. Uzak ve yakından pek çok Müslümanın katıldığı bu merâsimde, hidâyete eren o mühendis bir konuşma yapacak ve İslâm’ı tercih sebeplerini anlatacaktı. Sözlerine şöyle başladı:
“−Siz Müslümanlara bir suâlim olacak! Evvelâ onun cevâbını almak istiyorum. Benim annem de babam da birer Hristiyan olarak vefât ettiler. Size onların öldükten sonraki durumlarının ne olduğunu soruyorum?!”
YENİ MÜSLÜMANI ÜZME KORKUSU
Cemaat endişelendi. Bu yeni müslümanı üzme korkusuyla şöyle cevap verdiler:
“−Peygamber oluşundan sonra kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ebedî saâdeti, ancak ve ancak Muhammed’in risâletini tasdîk etmek, yani Müslüman olmakla mümkündür. Bununla beraber, İslâmî tebliğ onlara ulaşmamış ve onlar İslâm’dan haberdar olamamışlarsa mâzurdurlar. Bu husus, Cenâb-ı Hakk’ın takdirine kalmıştır.”
Bunun üzerine mühendis, sözlerine şöyle devâm etti:
“−Ey müslümanlar! Benim annem de, babam da benden daha bilgili, ahlâklı ve insaflı kimselerdi. Lâkin içinde yaşadıkları cemiyetin şartlandırmasıyla Hristiyan olarak İslâm’dan habersiz yaşadılar. İslâm dîninin güzelliğini onlara kimse ulaştırmadı. Bu hâl üzere de vefât ettiler. Mâsum bir nebî olan Hazret-i Îsâ’yı (a.s.), ulûhiyette Cenâb-ı Hakk’a ortak sanıyorlardı. İslâm’ın belki ancak ismini duymuşlardı.
Allah hepinizden râzı olsun ki, buraya gelip bu mescidi açtınız. Beni irşâd ederek İslâm’ı anlattınız ve hidâyetime vesîle oldunuz. Size teşekkür ederim. Lâkin benim annem de, babam da birer emekli insandı. Neden biriniz onlara yaklaşıp, bana anlatılanları onlara da anlatmadı? Eğer bunu yapsaydınız, onlar belki benden daha da istekli bir sûrette İslâm’ı kabul edeceklerdi.
Evet, biliyorum, îman bir nasip işi ve kader îcâbıdır. Lâkin bu âlem de, bir sebepler âlemidir. Siz, neden sebeplere tevessül ederek bu vazifeyi îfâ etmediniz? Ben inanıyorum ki, onların İslâm nîmetinden mahrum olarak âhirete göçmelerine, sizin ihmâl ve gafletiniz sebep olmuştur. Onlar, mahşer gününde sizden dâvâcı olacaklar... Ben de… Ben de...” dedi ve kürsüde bir müddet hıçkırıklarla ağladıktan sonra, Müslüman olma sebebini anlatmaya başladı.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 1, Erkam Yayınları
Batılılar Kur’an Hakkında Ne Diyor?
Pek çok insan, muhtelif vesîlelerle tanıştığı Kur’ân-ı Kerîm’in tesirinde kalarak Müslüman olmuştur.
Matematik profesörü Gary Miller bunlardan biridir. O bir gün Müslümanları Hıristiyanlığa dâvet ederken üstün gelmek ve hata bulmak maksadıyla Kur’ân-ı Kerîm’i okumak istedi… 14 asır evvel yazılmış, çöllerden ve benzeri şeylerden bahseden köhne bir kitap bulacağını umuyordu. Ancak Kur’ân’da bulduğu bilgiler, kendisini dehşete düşürdü. Hatta bu kitapta, dünyada başka hiçbir kitapta yazmayan şeylerin varlığını keşfetti. Kur’ân’da, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) başından geçen hâdiseler, hanımı Hz. Hatice’nin (r.a.), kızlarının, oğullarının ölümleri gibi şeyler bulacağını zannediyordu. Ancak böyle şeyler de yoktu. Aksine Kur’ân’da ismi “Meryem Sûresi” olan ve Hz. Meryem’in şereflendirildiği, bir benzeri Hıristiyanların İncillerinde bulunmayan bir sûreye rastladı! Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in çok sevdiği hanımı Hz. Âişe’nin ya da kızı Fâtıma’nın (r.a.) ismiyle bir sûre yoktu! Ayrıca Kur’ân’da Hz. İsa’nın (a.s.) isminin 25 kere, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) isminin ise sadece 4 kere geçtiğini görünce, hayreti daha da arttı ve nihayet Müslüman oldu.[1]
Amerikalı Saalik şu câlib-i dikkat ifadeleri kullanır:
“Kur’ân’ı okuduğumda hayatımdaki yanlışlıkları görebiliyorum. Okuduğum zaman insan kelamı olmadığını anlıyorum. Çünkü hiçbir insan, Kur’ân-ı Kerîm’in tanıdığı kadar beni tanıyamaz.”[2]
“KUR’AN İNSANIN ZİHNİNİ OKUYOR”
Pennsylvanialı Kowalski, şöyle der:
“Kur’ân insanın zihnini okuyor. Aklıma bir konu takıldığında Kur’ân’da hemen karşılığını bulabiliyorum. Pek çok insanın da Kur’ân’ın insanların zihnini okuduğu konusunda benimle aynı fikirde olduğunu düşünüyorum.”[3]
Douglas Williams der ki:
“Ben Kur’ân-ı Kerim’i her okuduğumda müthiş huzur buluyorum. Kimi zaman geç yatıyor ve gece saat üçe dörde kadar Kur’ân okuyorum. Kur’ân-ı Kerim’de bulunan âyetlerdeki derin mânâlar bana çok büyük huzur veriyor ve entelektüel seviyemi artırıyor. Hayatımın hiçbir bölümünde böyle bir seviyeyi yaşadığımı hatırlamıyorum.”[4]
[1] Defne Bayrak, Neden Müslüman Oldular?, s. 138.
[2] A. Böken - A. Eryiğit, a.g.e., I, 157.
[3] A.g.e., I, 56.
[4] A.g.e., II, 16.
Kaynak: Dr. Murat Kaya, Ebedi Yol Haritası İslam, Erkam Yayınları
Ezanla Gelen Hidayet
Türk arkadaşı ile geldiği Kayseri'de duyduğu ezan sesinden etkilenen Hollanda vatandaşı Reneangelo Gianmarco Pinedo, Müslümanlığı seçip, Muhammed Mustafa ismini aldı..
Türk arkadaşı ile geldiği Kayseri'de duyduğu ezan sesinden etkilenen Hollanda vatandaşı Reneangelo Gianmarco Pinedo, Müslümanlığı seçip, Muhammed Mustafa ismini aldı.
Hollanda vatandaşı Reneangelo Gianmarco Pinedo, Kayseri Müftülüğünde düzenlenen ihtida merasimi ile Müslüman olup, Muhammed Mustafa adını aldı.
Yozgatlı arkadaşı İlker Nur Doğan ile Kayseri'de gezerken duyduğu ezan sesinden etkilenen Reneangelo, Doğan'ın İslamiyeti anlatmasıyla Müslüman olmaya karar verdi.
Müslüman olmak için Kayseri Müftülüğüne gelen Reneangelo Gianmarco Pinedo'ya, İl Müftüsü Şahin Güven tarafından İslamiyet kuralları hakkında bilgi verildi. Reneangelo, daha sonra şahitlerin huzurunda kelimeişehadet getirerek müslüman oldu.
Müftü Güven, ihtida belgesi verdiği ve "Muhammed Mustafa'' ismini alan Reneangelo'ya İngilizce Kur'an-ı Kerim ve peygamberlerin hayatını anlatan kitap hediye etti.
Güney Amerika doğumlu Hollanda vatandaşı Muhammed Mustafa'nın, Hollanda'da ticaretle uğraştığı öğrenildi.
Kaynak: AA
17 Yıl Araştırdıktan Sonra Müslüman Oldu
Almanya'da yaşayan ve bir Türk ile evli olan 51 yaşındaki Anja Runde Döndü, İslam dinini 17 yıl araştırdıktan sonra Mersin'in Erdemli ilçesinde Müslümanlığı kabul etti.
Almanya'da yaşayan ve bir Türk ile evli olan 51 yaşındaki Alman Anja Runde Döndü, tatil için geldiği Mersin'in Erdemli ilçesinde Müslüman oldu.
Eşi Ender Döndü ile İlçe Müftüsü Mahmut Sami Türkmenoğlu'nu makamında ziyaret eden Döndü, burada düzenlenen törenle Müslümanlığı kabul etti.
Döndü, gazetecilere yaptığı açıklamada, İslam'ı 17 yıldır araştırdığını söyledi. İçindeki manevi boşluğu Müslüman olarak doldurduğunu belirten Döndü, şöyle konuştu:
"Daha önce 15 yıl Almanya'da bir kilisede başhemşire olarak çalıştım. Daha sonra Mısır'a tatile gittim. Mısır'da bazı şeyler kafama takıldı. Müslüman olan ülkelerde kardeşlik, özellikle de Türkiye'de paylaşma ve yardımseverlik çok hoşuma gitti. Ben de Müslümanlığı araştırmaya başladım. Daha sonra kendimden iyice emin olduktan sonra Türkiye'ye tatil için geldiğim zaman hiç kimsenin baskısı olmadan Müslüman olmaya karar verdim. Eşim Türk ama ben kendi isteğimle Müslüman oldum. Çok mutluyum. Emekli olduktan sonra Türkiye'ye yerleşeceğim."
Müftü Tükmenoğlu da Döndü'ye İslam hakkında bilgiler verdi.
Bu yıl iki yabancının Müslüman olma törenini gerçekleştirdiklerini belirten Türkmenoğlu, Döndü'ye Türkçe ve Almanca Kur'an-ı Kerim hediye etti.
Kaynak: AA
Bir Sahabinin Hidayet Hikayesi
Meşhur Hatem-i Tai'nin kızı Seffane ve oğlu Adiyy bin Hatem'in İslam ile şereflenmesi ve Peygamber Efendimiz'in vefatından sonra gerçekleşen üç haberi...
Cömertliğiyle dillere destân olan Hâtim-i Tâî’nin oğlu Adiyy, hitâbeti kuvvetli, hazır cevap, şerefli, fazîletli ve cömert bir zât idi. Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hicret’in dokuzuncu yılında Hazret-i Ali’yi, Tayy Kabîlesi’nin putu Füls’ü yıkmaya gönderdiğinde, Adiyy Şam’a kaçmıştı. Kızkardeşi Seffâne ise esirler arasında Medîne’ye getirilmişti.
Varlık Nûru Efendimiz, Seffâne’yi serbest bıraktı ve elbise, binek hayvanı ve yol azığı verip kavminden güvenilir bâzı kişilerin yanına katarak Şam’a gönderdi.
Adiyy bin Hâtim hâdisenin devâmını şöyle anlatır:
“Seffâne akıllı bir kadındı. Ona (Resûlullah’ı kastederek):
«–Şu zâtın durumu hakkındaki görüşün nedir?» diye sordum. Bana:
«–Vallâhi, senin hemen O’na katılmanı dilerim. Eğer gerçekten peygamberse, O’na tâbî olmakta başkalarının önüne geçmen, senin için bir fazîlet ve üstünlük olur. Bir hükümdarsa, O’nun sâyesinde Yemen’deki saltanatını kaybetmez, hor ve hakir bir duruma düşmezsin! Artık karar senindir!» dedi.
«–Vallâhi yerinde görüş budur! Ben bu zâta gideceğim. O bir yalancı ise (yalancılığı) bana zarar vermez. Eğer doğru ise söylediklerini dinler, kendisine tâbî olurum!» dedim ve Medîne’ye gittim.
Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanında akrabâ, kadın ve çocuklarının bulunduğunu gördüğüm zaman anladım ki, O’nda ne Kisrâ’nın ne de Kayser’in saltanatı vardır.
HURMA LİFİNDEN MİNDER
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimden tuttu, beni evine götürdü. Giderken, düşkün ve yaşlı bir kadın O’nu yolda durdurdu ve ihtiyâcını arz etti. O da uzun bir süre ayakta durup kadıncağızın derdini dinledi ve meselesini halletti. Eve vardığımızda hurma lifinden doldurulmuş bir minder alıp bana ikrâm etti:
«–Bunun üzerine otur!» buyurdu.
Ben:
«–Hayır! Onun üzerine Sen otur!» dedim.
Resûlullah bana:
«–Hayır, sen oturacaksın!» buyurdu.
Minderin üzerine oturdum, Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise kuru yere oturdu. İçimden; «Vallâhi bu, hükümdar işi değildir!» dedim.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Adiyy! Müslüman ol, selâmet bulursun.» deyince:
«–Benim dînim var.» dedim.
«–Senin dînini senden iyi biliyorum!» buyurdu.
«–Benim dînimi benden iyi mi biliyorsun?» dedim.
«–Evet! Sen Rekûsî[1] değil misin? Kavminin elde ettiği ganimetlerin dörtte birini yemiyor musun?» diye sordu.
«–Evet öyle.» dedim.
«–Aslında bu, dînine göre sana helâl değildir!» dedi ve daha fazla bir şey söylemedi. Resûlullah bunu söyleyince çok mahcup oldum! Kendisine:
«–Evet! Öyledir vallâhi!» dedim. O zaman anladım ki O, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, beni utandıran sözü bir daha tekrarlamadı. Sözlerine devamla:
«–Senin İslâm’a girmene mânî olan sebebi biliyorum. Sen; “Ona zayıflar, Arapların değer vermediği güçsüz kimseler tâbî oluyor.” diyorsun. Sen Hîre’yi bilir misin?» buyurdu.
«–Görmedim ama duydum.» dedim.
«–Canımı kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, Allah bu dâvâyı tamamlayacak. Öyle ki tek başına bir kadın Hîre’den çıkarak gelip Allâh’ın evini tavâf edecek. Sonra Kisrâ bin Hürmüz’ün hazineleri fethedilecek!» buyurdu.
«–Kisrâ bin Hürmüz’ün mü?» diye sordum.
«–Evet Kisrâ bin Hürmüz’ün!» buyurdu. Sonra da:
«–Çok sürmez, dünya malı o kadar artacak ki, kimse tenezzül etmeyecek, malın zekâtını alacak kimse bulunamayacak!» buyurdu.
Müslüman olduğumda Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok sevindi, yüzünde büyük bir sürur müşâhede ettim. Ensâr’dan birinin evinde misâfir olarak kalmamı istedi. Sabah-akşam onun evine gidip gelmeye başladım. Hiçbir namaz vakti girmezdi ki, Resûlullah’ı özlemiş olmayayım!”
ZEKAT VERİLECEK KİMSE BULUNAMADI
Yıllar sonra bu hâdiseyi anlatan Adiyy -radıyallâhu anh- der ki:
“Vallâhi bir kadının Hîre’den devesinin üzerinde korkmadan yola çıkıp şu Beytullâh’ı haccettiğini gördüm. Kisrâ’nın hazinelerini fethedenler arasında ben de vardım. Canımı kudret elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki, Efendimiz’in söylediği sözlerin üçüncüsü de mutlaka olacaktır. Çünkü onu Resûlullah söyledi.”[2]
Resûlullah’ın -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bildirdiği üçüncü haber de vakti gelince tahakkuk etti. Halîfe Ömer bin Abdülaziz, zekât memurunu Afrika ülkelerine göndermişti. Memur, malları dağıtamadan geri getirdi. Çünkü zekât alacak kimse bulamamıştı. Bunun üzerine o da bu paralarla pek çok köle satın alıp âzâd etti.[3]
[1] Rekûsiyye: Hristiyanlık ile Sâbiîlik arasında, ikisinin karışımı bir din telâkkîsi.
[2] Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed, IV, 257, 377-379; İbn-i Hişâm, IV, 246-249; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 62; İbn-i Abdilber, el-İstîâb, Kâhire ts., III, 1057; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 9.
[3] Saîd Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, Beyrut 1980, s. 434.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları
ADİYY BİN HATEM (R.A.) KİMDİR?
https://www.islamveihsan.com/adiyy-bin-hatem-r-a-kimdir.html
18 Yaşında Müslüman Oldu
Yaklaşık 3 yıllık araştırmalarının ardından 17 yaşındayken İslam'ın aradığı din olduğuna kanaat getirerek 18'inde Müslüman olan Romanyalı Radu Adrian Cosma, ilahiyat eğitimine İstanbul'da devam etmek istiyor.
Yaklaşık 3 yıllık araştırmalarının sonucunda 17 yaşındayken İslam'ın aradığı din olduğuna kanaat getirerek 18'inde Müslüman olan Romanyalı Radu Adrian Cosma, din hakkında daha geniş bilgiye sahip olmak için Amman'da başladığı ilahiyat eğitimini İstanbul'da sürdürmek istiyor.
Romanya'da, Hristiyan bir ailenin üyesi olarak dünyaya gelen 27 yaşındaki Cosma, küçük yaşlarda başladığı dinler tarihi araştırmasının sonunda İslam'ın aradığı din olduğunu fark etti.
Bunun üzerine 17 yaşında Müslüman olmaya karar veren Cosma, bu fikrini ailesiyle paylaştı. Ailesinin bu duruma ilk başta sıcak bakmadığı Cosma, anne ve babasına İslam'ı anlatmak için girişimde bulundu ve onları da dine ilişkin kitaplar okumaya ikna etti.
Radu Adrian Cosma, 18 yaşına geldiğinde Müslüman oldu ve şimdi ülkesinde İslam'ı daha iyi anlatabilmek için başladığı ilahiyat eğitimine İstanbul'da devam etmek istiyor.
DİĞER DİNLERDE MANTIK BİR YERE KADAR GİDİYOR
İslam'ı tanıma ve Müslüman olmaya karar verme sürecini anlatan Cosma, İslam'ın, ruhunda hissettiği boşlukları mantıklı izahlarla doldurduğunu belirterek, "İslam'ın bu yönünü Hristiyanlıkta bulamadım. Hristiyan din adamlarına sorduğum bazı sorulara, 'Buna iman etmelisin, soru sormamalısın. Bu konularda soru sorulmaz' gibi cevaplar alıyordum. Ancak İslam, soru sormanıza izin veriyor, varoluşsal soru işaretlerine tatminkar, mantıki cevaplar veriyor." dedi.
Dinlere ilişkin araştırma yapmaya başladığında amacının dinler tarihini araştırmak olduğunu, hedefte sadece İslam'ın bulunmadığını ifade eden Cosma, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bütün dinlerin 'Tanrı' tasavvurlarını öğrenmek istiyordum. 'Allah nedir, kimdir?' Onu bilmek istiyordum. 3 senelik araştırma sonucu İslam'ın aradığım din olduğunu idrak ettim. İslam'a dair okuduğum kitaplarda diğer dinlerde bulamadığım hakikatleri keşfettim. Diğer dinlerde mantık bir yere kadar gidiyor, ondan sonra devre dışı kalıyor ancak İslam her yönüyle akla hitap eden bir din. Ulaşabildiğim kitaplar ve internet sitelerinden İslam hakkında çeşitli bilgiler edindim. Okuduğum okulda Hristiyanlık zorunlu dersti. Profesör olan din öğretmenime İslam hakkında araştırma yaptığımı söyledim. Papaz olan hocam çok memnun oldu. İslam'a karşı çok büyük saygı duyduğunu ifade etti. Ancak elinde konu hakkında kaynak bulunmadığını söyledi. Sadece Hristiyanlık eğitimi alırken müfredatta İslam'a da değinildiğini, bu bilgilerin ise işime yaramayacağını dile getirerek, beni yaşadığımız şehirdeki İslami Kültür Merkezi'ne yönlendirdi."
ANNEM VE BABAMIN DESTEKLERİYLE CAMİYE GİDİP MÜSLÜMAN OLDUM
Burada çok sıcak karşılandığını ve Rumen dilinde İslam hakkında başlangıç seviyesinde kitaplar elde ettiğini anlatan Cosma, bunun üzerine ailesine Müslüman olmak istediğini aktardığını söyledi.
Cosma, ilk günlerde anne ve babasıyla tartışma ve karşılıklı diyalog halinde bulunduklarını belirterek, şöyle devam etti:
"Ailemin ilk tepkisi benim hakkımda endişelenerek, kızmak oldu. Zira basında Müslümanların terörist oldukları sıkça vurgulanır. Ailem, İslam'ı anlattıktan sonra hakikatin basında anlatıldığı gibi olmadığını anladı. Sonunda onları kitap okumaya ikna ettim. Kitapları okuduklarında bana, 'Senin böyle güzel bir dini seçmene çok sevindik ancak senden bir isteğimiz olacak. Sen henüz 17 yaşındasın. Bir sene bekle, 18 yaşını doldurunca gider Müslüman olursun. Bu sene içinde de kendi kendine İslam'ı tanımaya, yaşamaya çalışırsın. Bu dinin sorumluluklarını yüklenmeye hazır hale gelirsin.' dediler. O sene içinde ben iyi bir Müslüman olacağıma inandım ve olmaya çalıştım. Bunu aileme de ispat etmeye çalıştım. Namaz kılmaya başladım, Kur'an okumayı öğrendim. İlk defa oruç tuttum. 1 sene sonra 18 yaşımı doldurduğum zaman, annem ve babamın destekleriyle camiye gidip Müslüman oldum."
İSLAM'I DOĞRU ANLATABİLMEK İÇİN İLAHİYAT EĞİTİMİ ALDIM
Yaşadığı toplumun yüzde 97'sinin Hristiyan olduğunu ve bu durumda İslam'ı yaşamanın güçlükleri bulunduğunu anlatan Cosma, "Aslı Romanyalı olan Müslümana rastlamak çok güç. Müslüman nüfus daha çok Araplardan oluşuyor. Okuduğum üniversite ve aile çevresinde Hristiyanlarla uyumlu bir yaşam sürdüm. Yakın çevrem tarafından sürekli İslam hakkında 'Domuz eti yemek, içki içmek yasak mı? Günde beş kez namaz mı kılınıyor? Bir ay oruç mu tutuyorsunuz?' gibi sorular yöneltiliyordu." ifadelerini kullandı.
Cosma, bu sorulara tatminkar cevap vermek için İslam hakkında yoğun okumaya yöneldiğini, veterinerlik fakültesinde okurken İslam'a dair geniş bilgi sahibi olmak için Ürdün'e gittiğini dile getirerek, "Lisans düzeyinde ilahiyat eğitimi aldım, ülkemde İslam'ı daha doğru anlatabilmek için lisansüstü eğitimini de tefsir dalında İstanbul'da tamamlamayı arzu ediyorum." dedi.
Kaynak: AA
Amellerde İhlas ve Niyetin Önemi
Ameller hangi niyetle olmalıdır ki nefis için, kendi benliği için değil de Rabbi için olsun? Amellerde ihlâs ve niyetin önemi anlatan güzel bir kıssa...
Ameldeki ihlâsı Hazret-i Ali’den öğren! O Allah arslanı hilelerden temizlenmeyi ne güzel bilmiştir!
O ki; Allah yolunda bir gazâda karşısına çıkan amansız bir kişiyi alt ederek yere düşürmüş ve bertarâf etmek için üzerine atlamıştı.
O esnada ölümle burun buruna gelen kişi; yenilgisinin hırsıyla, edepsizlik etti, Hazret-i Ali’nin mübârek yüzüne tükürdü.
Hazret-i Ali; düşmanını öldürmek için kaldırmış olduğu kılıcını o anda geri çekti. Düşmanın üzerinden kalkarak onu serbest bıraktı.
Ölümün pençesinden kurtulan düşman kişi, rakibinin gösterdiği ve kendince yersiz olan bu merhamet ve af karşısında şaşırıp kaldı. Ölümün dehşetini unuttu da, bu inanılmaz affın hayretiyle sual etti:
“–Neden böyle yaptın? Ey cenk meydanlarının yenilmez kahramanı! Lutfedip hâlinden bir parça anlat! Bu nice ahvâldir?
Yâ Ali! Sen, bir fırtınaydın, dalgalı bir deniz gibiydin. Şimdi sâkin bir ummân oluverdin! Seni o hâlden bu hâle getiren nedir?”
Rakibinin bu sözleri üzerine Hazret-i Ali şöyle buyurdu:
“–Ey kişi! Bilesin ki ben, kılıcımı yalnız Hakk’ın rızâsı için kullanmaktayım. Çünkü ben; Hakk’ın kölesiyim, nefsimin değil! Allâh’ın arslanıyım, hevâ ve hevesimin değil!
Şu gazâda seninle dövüşürken bana tükürmen dolayısıyla nefsânî bir hâl zuhûr edince, kılıcı kınına koymayı münasip gördüm. Tâ ki, Allah için seven ve Allah için buğzeden bahtiyarlardan olayım.”
Bu müstesnâ fazîlet üzerine, adam hidâyete erdi. Hazret-i Ali’nin huzûrunda kelime-i şahâdeti söyleyip İslâm ile müşerref oldu.
İşte hiddeti yenmeye lutfedilen ilâhî bereket!..
Öfke gibi, insanda taşkınlığa sebebiyet veren bir başka bâtınî haram ise; ihtirastır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2017 Ay: Temmuz Sayı: 149
Cenâb-ı Hakk’ın Gazabını En Çok Çeken Husus
Cenâb-ı Hakk’ın en çok gazabını çeken husus; yüce Zât’ına kulluk için yarattığı insanın, insan için yarattığı fânî varlıklara gönlünü kaptırarak kendisinden yüz çevirmesidir.
Haramlar; Cenâb-ı Hakk’ın yasaklarıdır.
Haramlar, cennete giriş yasaklarıdır.
Takvâ; zâhirî ve bâtınî haramlardan tamamen uzak durabilme şuurudur… Çünkü haramlar Allâh’a isyan mahiyetindedir.
ALLAH’TAN BAŞKA MÂBUD YOKTUR!
Eğer kalp, Allah’tan uzaklaştırıcı haramlardan tam mânâsıyla kurtulamazsa; «kelime-i tevhid» tam olarak yerine gelmemiş olur. Çünkü;
لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
“Allah’tan başka mâbud yoktur!” sözünün hakikatine eren bir kişi; Allâh’ın yasaklarından hiçbirini çiğnememeli, dolayısıyla O’na isyana düşmemelidir. Çünkü Allâh’ın bir haramını irtikâb etmek; kalpte, nefsânî, şehvânî veya şeytânî başka bir tesire râm olmak demektir.
YOL VERİN ŞU EDEPSİZE!
Dünyevî arzulara râm olup Allâh’ın sonsuz nimetlerini unutanlar hakkında Ferîdüddîn Attâr’ın naklettiği şu kıssa, çok ibretlidir:
Bir padişahın sevdiği bir av köpeği vardı. Padişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında mutlaka onu yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten halkalar taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.
Bir gün padişah, yine onu yanına almış, saray erkânı ile ava çıkmıştı. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, gayet neşeliydi.
Lâkin gördüğü manzara bütün neşesini kaçırdı. Çok sevdiği köpeği, değersiz bir kemik parçasıyla oyalanmaktaydı. Padişah, önce mahzun olarak elindeki ipi çektiyse de köpek direndi; pis kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında padişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:
“–Bunca nimetimle perverde iken, beni bırakıp da iki kemikle meşgul olmak!.. Kabul edilir şey mi?!.” dedi.
Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa, mâzur görüp affetmek, içinden gelmedi. Gazapla;
“–Yol verin şu edepsize!” dedi.
Gafil köpek, bu hiddetin mânâsını kavradığında iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler padişaha;
“–Sultanım; üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde padişah;
“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi. Ardından ilâve etti:
“–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız ve kızgın çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikram ve lütufların acısını yaşasın!..”
CENÂB-I HAKK’IN EN ÇOK GAZABINI ÇEKEN HUSUS
İşte Cenâb-ı Hakk’ın en çok gazabını çeken husus da; yüce Zât’ına kulluk için yarattığı insanın, insan için yarattığı fânî varlıklara gönlünü kaptırarak kendisinden yüz çevirmesidir.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“(İnsan kendisine lutfettiğimiz onca nimetten sonra;) ister şükredici olsun, ister nankör olsun! (Karşılığını elbette görecektir.)” (el-İnsân, 3)
Demek ki;
Bir insan için en âdî suç; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bunca nimetlere karşı nankör olmasıdır.
Nefsin; «emmâre, levvâme ve mülheme» mertebelerinde, Cenâb-ı Hakk’ın insana; «Kulum!» diye bir hitabı yoktur. Bu mertebelere dikkat çeken âyetlerde, Rabbimiz’in böyle bir rızâ ve kabulüne işaret eden ifade yer almamıştır.
«Kulum!» hitabı «mutmainne» makamında başlar.
İtmi’nâna kavuşmak ise; Cenâb-ı Hakk’ın takdirine râzı olmak, O’nunla huzur bulabilmektir. Allah ne verdiyse, onu Allah yolunda sarf edebilmektir.
Bir annenin en çok fedâkârlıkta bulunduğu, yavrusudur. Anne en çok evlâdını sever. Evlât da en çok annesini sever. Anne, çocuğunu azarlasa bile; çocuk yine annesine sığınır.
Rabbi ile kulu arasında, anne ile evlâdı arasındaki münasebetten çok daha yücesi vardır. Kul da hiçliğini müdrik olarak dâimâ Rabbine sığınmalıdır. Hatasından dönmeli, hemen Rabbine ilticâ etmelidir.
İhtiras, öfke, gıybet, enâniyet, istihfaf, istihkar ve tecessüs gibi bâtınî haramlar; kalbi yaralayan çirkin hâllerdir.
Bâtınî haramları tanımak, onların hangi nefsânî duygulardan kaynaklandığını bilmek, onları bertarâf edebilmek için çok mühimdir.
Benlikten kaynaklanan bir başka bâtınî haram da gazaptır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2017 Ay: Temmuz Sayı: 149
Ailesi Hristiyan Kendisi Müslüman Bir İmam
Namibya’da ailesi Hristiyan olan Başkent Windhoeh İslam Merkezinin İmamı Mohammed Negumbo, 21 yaşında Müslüman bir aileyle tanışmasıyla İslamı seçtiğini söyledi. Negumba, Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş sürecini anlattı.
Güney Afrika ülkelerinden Namibya’nın en büyük ikinci şehri olan Osakati’de 1942 yılında doğan ve 21 yaşına kadar Hristiyan olarak yaşayan Negumba şehre gelen Müslüman bir aile vesilesiyle İslam'la yollarının kesiştiğini ifade etti.
Negumbo, Hristiyan olduğu yıllarda birtakım sorgulamalara girdiğini anlatarak "Kiliseye gittiğimde orada bulunan cansız heykellerin önünde dua etmek beni sürekli düşündürüyor ve sorgulamama neden oluyordu. Daha sonra 21 yaşıma geldiğimde mahallemize Nijeryalı Müslüman bir aile geldi o dönemlerde Namibya’da Müslümanların nüfusu çok azdı ondan dolayı ibadet şekilleri ve insanlara davranışları bana farklı gelmişti." ifadelerini kullandı.
Müslüman aile ile iletişiminin zamanla artığını ifade eden Negumbo, Nijeryalı ailenin kendisine 'tek Allah var ve ona her yerde dua edebilirsin, kilisedeki heykellerin önüne gitmene gerek yok' demeleri üzerine İslam'a olan ilgisinin daha arttığını dile getirdi.
Negumbo, Namibya’da Müslüman nüfusunun yok denecek kadar az olduğu yıllarda İslam'la tanıştığının altını çizerek ilk yıllarda ailesi ya da yakın çevresinden tepki almadığını ancak Müslüman olduktan sonra davranışlara daha fazla dikkat ettiğini vurguladı.
Nijeryalı bu aileden ibadet etmeyi ve İslam'ın temel kavramlarını öğrendiğin ifade eden Negumbo birkaç yıl sonra İslam'ı daha iyi öğrenmek için Medine'ye giderek eğitim aldığını ardından Namibya’ya dönerek Windhoek İslam Merkezinde imam olduğunu dile getirdi.
Çift eşli babasından 24 kardeşi olan Negumbo, 2 kardeşinin de Müslüman olduğunu ve anne ve babasının da birgün İslamiyeti seçeceğine inandığını söyledi.
1990'A KADAR MÜSLÜMAN OLMAK YASAKTI
Namibya’nın, 1990 yılına kadar Almanya’nın sömürgesi olduğunu hatırlatan Negumbo ülkede İslamiyetin 1990 yılına kadar yasak olduğunu ve Müslümanların da suçlu gibi görüldüğünü dile getirdi.
Negumbo, ülkedeki ilk mescidin de bağımsızlık sonrası yapıldığına dikkati çekerek bağımsızlığa kadar Müslümanların üzerinde ciddi bir baskı olduğunu kaydetti.
Bağımsızlık sonrası Müslüman sayısında artış olduğunun altını çizen Negumbo bugün ülkede yaklaşık 3 bin kadar Müslüman yaşadığını ifade etti.
Negumbo, Namibya’da faaliyet gösteren Türk İşbirliği Kalkındırma Ajansı (TİKA) ile buradaki Müslüman ailelere ve Namibyalılara yönelik ortak projeler yaptıklarını belirterek TİKA'nın Windhoek İslam Merkezi Camisi'nin gasilhanesini inşa ettiğini ve iş birliği içinde birçok proje yürüttüklerini kaydetti.
Geçen yıl bu Diyanet'in yardımları ile ülkedeki ihtiyaç sahiplerine kumanya ve kurban eti dağıttıklarını aktaran Negumbo “Zamanla Türkiye’yi daha iyi tanıyoruz onlar da bizi daha iyi tanıyor ve birbirimize olan yakınlaşma artıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı ve TİKA ile daha fazla proje yapacağız.” dedi.
Kaynak: AA
Peygamberimize (s.a.v) Suikast Planlayan Müşriğin Sonu
Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’ i öldürmek kastıyla gelen müşrğin sonu ne oldu?
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e ve onun şahsında bütün ümmete şöyle buyurur:
“Sen (dâimâ) af yolunu tut ve iyiliği emret...” (el-A’raf, 199)
Bu emri tatbik husûsunda, hiç şüphesiz ki Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bizler için en güzel ve mükemmel bir örnektir. O’nun sergilediği güzel ahlâk, merhamet ve af tezahürleri, âdetâ melekleri dahî imrendirecek erişilmez bir yüceliktedir. İşte bunlardan bir tanesi:
AF VE EMÂN İLANI
Mekke’nin fethi günü Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, umûmî bir af ve emân ilân etmişti. Yıllardır zulüm ve düşmanlıktan başka bir şeye şâhid olmayan Mekke, o gün sergilenen büyük bir af bayramıyla tarifsiz bir muhabbet ve merhamet tecellîsi yaşıyordu. Ancak Mekkelilerden Fudâle isimli bir şahıs, bu güzelliğe gölge düşürmek istercesine Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’ i öldürmek kastıyla mübârek yanlarına sokuldu. Onun niyetini mânen bilen Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir telâş ve kızgınlık göstermeyip,
şefkat ve rahmet kanatlarını açarak Fudâle’ye:
“–Sen Fudâle misin?” diye sordu.
Fudâle:
“–Evet!” dedi.
Ardından O Rahmeten li’l-Âlemîn:
“–Ey Fudâle! Zihninde kurduğun şeyden tevbe ve istiğfar et!” buyurdu ve mübârek ellerini onun göğsüne koydu.
Böylece daha o anda zihnindeki öldürme düşüncesi giden Fudâle’nin kalbi, îmân nûru ile doldu ve Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bir anda kendisi için yaratılanların en sevgilisi hâline geldi.
Hiç şüphesiz ki bu hâl, “Seni öldürmeye gelen, sende dirilsin!” şeklinde ifâde edilen, çok üstün bir davranış ve olgunluktur ki, İslâm târihi, bunun kâbına varılmaz sayısız misâlleriyle doludur. Nitekim başta Hazret-i Ömer ve daha niceleri, hep bu güzel üslûbun kıymetli birer meyveleri olmuşlardır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Allâh’ın rahmetinin kemâli ve kerem deryasının dalgalanması neticesinde her çorak yere yağmur yağıyor, her susuz yer suya kavuşuyor!” “Ey hidâyete çağıran! Bilesin ki, kem gözün ilacı, iyi gözdür! İyi göz ve güzel bakış, kem gözü ayağı altında ezip yok eder. İyi göz ve temiz nazar; Allâh’ın rahmetinin, kahrından daha üstün oluşundandır, rahmettendir. Kem göz ise, kahırdan, yâni lânetten ileri gelir. Dolayısıyla güzel bakış Hakk’ın rahmetinden olduğu
için, kem göze gâlib olur. Bu hâl, hadîs-i kudsîdeki: «Rahmetim gazabımı geçmiştir.» (Buhârî, Tevhîd, 55) beyânının bir tecellîsidir. Hem bilesin ki, Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı gelen düşmanlarına gâlip gelmiştir.”
BELAYI GİDERMENİN ÇARESİ
“Öyleyse belâyı gidermenin çâresi, sitem veya zulüm etmek değildir. Onun çâresi affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir. «Sadakalar belâyı defeder» nebevî îkâzı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedavi usûlünü iyi anla!..”
“Ancak şunu da unutma ki, zâlimleri affetmek, mazlumlara zulmetmektir. Hırsızlara ve her türlü kötü insanlara acımak; zayıf insanlara gadretmek, onlara merhamet etmemektir.”
Bu dengeyi güzel ayarlamak gerekir. Çünkü, Allâh, “Gafûru’r-Rahîm”, yâni çok bağışlayıcı ve merhamet sâhibi olmakla birlikte; “Azîzün zü’ntikâm”, yâni zulüm ve haksızlıkla insanlara ve hakka mütecâviz olanlara karşı da intikam alıcı bir izzet sâhibidir.
Onun için Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde:
“−Kavga eden iki kardeşinizi gördüğünüz zaman, zâlime de mazlûma da yardım ediniz.” buyurmuşlar ve sahâbenin:
“−Yâ Rasûlallâh! Mazlûmu anladık. Fakat zâlime nasıl yardım edeceğiz?” suâline mukâbil:
“−Onun da zulmüne mânî olmak sûretiyle...” (Buhârî, İkrâh, 7; Müslim, Birr, 62) cevabını vermişlerdir.
Hâsılı söylemek istediğimiz şudur ki, bugün dünya ile birlikte ülkemiz insanları da îmânî ve İslâmî bakımdan birer yaralı kuş gibidirler. Dikkatli ve hassas bir şekilde onların yaralarını sarmak, bunun için de merhamet ve muhabbetle yaklaşmak zarûrîdir. Bu da, elbette ki yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız üslûp ve muhtevâ içerisinde erçekleşebilecek bir keyfiyettir.
Rabbimiz, bizleri «Rahmetim gazabımı geçmiştir.» sırrı çerçevesinde hareket ile dâimâ af yolunu tutarak, hidâyet rehberi olan sâlihler zümresine ilhâk eylesin! Âmîn…
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf İnfak Hİzmet, Erkam Yayınları
Ramazan'dan Etkilendi Müslüman Oldu
Tekirdağ'a gelin gelen Moldova uyruklu Eujenia Petcu, ramazanın ikliminden etkilenerek Müslüman oldu.
Tekirdağ'a gelin gelen Moldova uyruklu Eujenia Petcu, müftülükte İl Müftüsü İsmail İpek tarafından düzenlenen ihtida merasimiyle kelime-i şehadet getirerek Müslümanlığı seçti.
Tekirdağ'a evlendikten sonra yerleşen Petcu, ramazan ayının manevi atmosferinden etkilenmesi sonrası Müslümanlığı seçtiğini ve Elif ismini aldığını söyledi.
Müslümanlığı seçen Elif Petcu'ya, Müftü İpek tarafından ihtida belgesinin yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarından oluşan, İslam dini ve kültürü hakkında detaylı bilgiler içeren kitap seti ve Kur'an-ı Kerim hediye edildi.
Kaynak: AA
Rum Elçiyi Hidayete Erdiren Sohbet
Bir hükümdar aradı, bir veli buldu… Hazret-i Mevlânâ’nın anlattığı bu ibret dolu hâdisede, kalplerin gerçek sultanı kimdir, görün!
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın tevâzuunu sergileyen ibret dolu bir hâdiseyi, Hazret-i Mevlânâ, o bediî üslûbuyla ne güzel anlatır:
BİR HÜKÜMDAR ARADI, VELİ BULDU
Rum elçisi, Medîne-i Münevvere’ye siyâsî bir görüşme için gelir. Halîfe Hazret-i Ömer’in sarayını sorar. Sorduğu kimseler ona:
“–Halîfe’nin adı, Mü’minlerin Emîri ve Halîfesi olarak bütün cihâna yayılmışsa da, onun dünyâya âit bir köşkü yoktur. Parlak bir gönül sarayı vardır. Kendisinin dünyâya âit yalnız, fakirlerin ve gariplerin barındığı gibi bir kulübesi vardır. Fakat sen, gözündeki hastalıkla, onun mânevî ve rûhânî sarayını göremezsin!” derler.
Bu sözler üzerine Rum elçisi dehşete düşer. Yükünü, atını, hediyelerini başıboş bırakır. Hazret-i Ömerü’l-Fârûk’u aramaya koyulur. Her tarafta Halîfe’yi sorar. Hayretle kendi kendine:
“–Demek bu ülkede öyle bir hükümdar var ki, aynen ruh gibi, insanların nazarından gizli kalabiliyor!..” diye mırıldanır. Halîfe’yi aramaya devâm eder…
Bir Arap kadın:
“–İşte senin aradığın Halîfe, şu hurma ağacının altındadır! Herkes yatakta, döşekte yatarken; O bunların zıddı olan kumların üzerindedir! Git de hurma ağacının gölgesinde yatan zıll-i ilâhîyi (Hakk’ın yeryüzündeki gölgesini) gör!..” der.
Uyumakta olan Hazret-i Ömer’den elçiye heybet ve rûhuna hoş bir hâl gelir. Elçi, muhabbet ve heybet, birbirinin zıddı iki haslet olduğu hâlde, bu tezadın kendi rûhunda nasıl birleştiğine hayret eder. Kendi kendine:
“–Ben, imparatorlar görmüş ve onların nezdinde takdir toplamış bir kimseyim! Onlarda hiçbir heybet görmediğim hâlde, bu kişinin heybet ve muhabbeti şuurumu izâle etti.
Bu Halîfe, silâhsız, müdâfaasız yerde yatıyor ve uyuyor. Ben ise, karşısında bütün bedenim ile titriyorum! Bu hâl nedir? Bu hâl neyin nesidir? Demek ki bu heybet, Hakk’ındır. Şu aba giyen kimsenin değildir!..” der.
Rum elçisi, böyle rûhî çalkantılar içindeyken, Ömer -radıyallâhu anh- uykudan uyanır. Rum elçisi, Hazret-i Ömer’e tâzîm ile selâm verir. Halîfe, selâma mukâbele eder. Ondan sonra yüreği yerinden oynamış elçiyi can sarayına alır; huzûra kavuşturur. Vîrâne olmuş gönlünü tâmir eder. Ona; ince, derin, hikmetli sözler söyler.
Elçi ise, dinledikçe hâl ve makam müşâhede eder. Hazret-i Ömer’e ağyâr (yabancı) sûretinde gelen elçi, yâr olur. Bu sohbetin neşvesiyle kendinden geçer. Hatırında ne elçilik, ne de bir haber verip almak kalır…
Ondaki bu hâli sezen Ömer -radıyallâhu anh- da, ayrı bir vecd ile sohbetine devâm eder. Canın menzillerinden ve rûhun yolculuklarından bahseder. Zaman ötesi zamandan, kadri yüce evliyâullâhın ulvî makamlarından, can Zümrüd-i Ankâ’sının şu dünyâya gelişteki hudutsuz uçuşlarından söz açar.
Nihâyet elçinin gönlünde îman güneşi parıldar ve Halîfe’nin huzûrunda kelime-i şehâdet getirerek ebedî saâdet kervanına katılır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları
Kızılderili Çift İslâm İle Şereflendi
Arjantin'de Kızılderili Mapuche Kabilesi'ne mensup olan Rehue Calquin-Sofia Gonzalez çifti, müslüman oldu.
Arjantin'de Kızılderili Mapuche Kabilesi'ne mensup olan ve hayatlarının büyük bölümünü Şamanizm inancıyla geçiren Rehue Calquin-Sofia Gonzalez çifti, misyonerlerin kendileriyle buluşturduğu İncil'i okuyup Hristiyanlığı seçtikten sonra akıllarındaki soruların yanıtlarını Kur'an-ı Kerim'de bularak müslüman oldu.
Tatillerini Türkiye'de geçiren 38 yaşındaki Dr. Rehue Calquin ve 33 yaşındaki eşi Sofia Gonzalez, müslümanlığı tercih etme nedenlerini AA muhabirine anlattı.
Dünya üzerinde yaklaşık 450 bin üyesi kalan kabilelerinde Şamanizm inancının yaygın olduğunu ifade eden çift, misyonerler vasıtasıyla tanıştıkları İncil'i okuyup, Hristiyanlığı yol gösterici olarak kabul ettiklerini kaydetti. Kızılderili çift, baştan sona okuyarak inceledikleri İncil'de bulamadıkları bazı soruların yanıtlarına Kur'an-ı Kerim'de ulaştıklarını söyledi.
"TANRIYA AÇIKLAYACAK SÖZ, ÇİZECEK BİR RESİM VEYA HEYKEL YOKTUR"
İslam'ın karşılıklılık ilkesine dayalı kuralları olduğunu ifade eden Dr. Rehue Calquin, eşi Sofia ile 2011 yılında İslam'la tanıştıklarını ifade ederek, "Bundan önceki inancım, yaşadığım yerin, toplumumun inancıydı. Aziz Cesteros'un bize öğrettikleriydi. Doğaya, insana, her türlü canlıya, özellikle de Tanrı'ya saygı… Biz biliyoruz ki Tanrı tek. Tanrı'yı açıklayacak söz, çizecek bir resim veya heykel yoktur. Tanrı tüm yaratılanların sahibidir. Bizim eski inançlarımız da bunu söylüyor, bunu öğretiyor. Bu, İslam'dan önce de var olan bir inanç." dedi. Calquin, aslında İslam'a yabancı olmadıklarını vurgulayarak, bundan önce inandıkları sistemin benzer özelliklere sahip olmasının, İslam'ı tercih etmelerinde etkili olduğuna işaret etti.
7 yaşındaki kızlarının da müslüman olduğunu söyleyen Calquin, "Onu müslüman bir insan olarak yetiştireceğim. Çünkü müslümanlık onun kendi seçimini özgürce yapmasını sağlıyor. İslam yolu özgürlük yolu." diye konuştu.
"TÜM ESKİ KÜLTÜRLERİN İSLÂM'IN BİR PARÇASI OLDUĞUNA İNANIYORUM"
Rehue Calquin, kendi toplumunun yüzyıllardır bazı savaşlar verdiğine dikkati çekerek, "Eşitlik gibi değerleri tekrar elde edebilmek için mücadele eden bir toplumum var. İslam'a çok yakın olan toplumsal değerleri korumak için mücadele ediyorlar. Ben tüm eski kültürlerin İslam'ın bir parçası olduğuna inanıyorum. İslam o kadar büyük ki tüm bu değerleri içinde barındırabilir. Benim toplumum da kendi değerlerini, haklarını, toprağını geri kazanmak için mücadele ediyor." şeklinde konuştu. Gerçeği bulma arayışının kendisini İslam'la buluşturduğunu ve müslüman olmasını da bu arayışın sağladığını ifade eden Calquin, "Belki de müslümanlarda olup diğer inanışlarda bu kadar güçlü olmayan en önemli şey; kardeşlik arayışı, dostluk, birlik." diyerek, kendi toplumlarındaki eksikliği dile getirdi.
Bundan sonraki dönemlerde de gittikleri her yerde İslam'ı tebliğ edeceklerini söyleyen Calquin, Türkiye'de geçirdikleri tatilin kendilerini ruhsal olarak çok rahatlattığını dile getirdi.
Calquin, "Burada İslam'ı iyi bir şekilde öğrenip, kendi halkımıza İslam kültürünü anlatabileceğimizi sanıyoruz." ifadesini kullandı.
"NEDEN BÖYLE GİYİNDİĞİMİ SORANLAR OLDU"
Sofia Gonzalez de kızının izlemesi gereken bir yola ihtiyacı olduğunu belirterek, "Kızımın Allah'ı tanıması ve Peygamber Efendimizin hadislerini okuması gibi bir yola ihtiyacı vardı. Bu yüzden ona her gün namaz vakitlerinde ne yapması gerektiğini öğrettim." dedi. Gonzalez, tesettüre işaret ederek, "Başlarda neden böyle giyindiğimi soranlar oldu. Bu duruma mecbur olduğumu söylediler. Sonra onlara nedenlerini anlattım. Aslında başka şeyler olduğunu açıkladım. Sonra saygı duyup kabul ettiler." deyip, geçiş sürecinde yaşadıklarını dile getirdi.
Eşiyle bir İslam ülkesinde yaşamayı düşündüklerini belirten Gonzalez, "müslüman bir ülkede yaşamayı düşünüyordum. İslam ülkelerindeki birçok şeyi seviyoruz. Bunlar bizim ülkemizden farklı." dedi.
Kısa süreli İstanbul ziyaretini, "İstanbul olağanüstü güzel bir yer. Sanki dünyanın merkezi burası. Birçok kültürü, tarihi ve özellikle farklılığı barındıran bir kent." sözleriyle yorumlayan çift, dini nikahlarının da burada kıyıldığının altını çizerek, İstanbul'a tekrar gelmek istediklerini kaydetti.
72 Yaşındaki İngiliz Müslüman Oldu
Muğla'nın Bodrum ilçesinde yaşayan İngiltere uyruklu Kincaid, "Kelime-i Şehadet" getirerek Müslüman oldu ve "Harun" ismini aldı.
Muğla'nın Bodrum ilçesinde yaşayan İngiltere uyruklu 72 yaşındaki Terence Kincaid, Müslüman olup "Harun" ismini aldı.
Bodrum ilçesinde yaklaşık 10 yıldır yerleşik olarak yaşamını sürdüren İngiltere vatandaşı Kincaid, Müslümanlığı tercih etti. Kincaid, yaşadığı Bodrum'daki arkadaşlarından etkilenerek dinini değiştirmeye karar verdi.
Kincaid, Bodrum Müftülüğüne başvuruda bulundu. Burada düzenlenen ihtida töreninde, "Kelime-i Şehadet" getiren Kincaid, Müslüman olup "Harun" ismini aldı.
Bodrum Müftüsü Ali Ünal, Kincaid'e Kur'an-ı Kerim ve çeşitli dini kitaplar hediye etti.
Kincaid'ın mart ayında Bodrum'daki bir turizmci arkadaşıyla umreye gitmek için müracaatta bulunduğu da öğrenildi.
Kaynak: AA
Müslüman Aileleri Gördü Dinini Değiştirdi
Kolombiyalı Blanca Milena İyigün, Müslüman olarak Nisanur adını aldı. Nisanur İyigün ile birlikte, Kayseri'de son bir haftada 4 kişi Müslüman oldu.
Kolombiyalı Blanca Milena İyigün, Müslüman olarak Nisanur adını aldı. Nisanur İyigün ile birlikte, Kayseri'de son bir haftada 4 kişi Müslüman oldu.
İnternette tanışarak evlendiği eşi Serkan İyigün ile birlikte İslamiyet'i tanıyan, daha sonra Müslüman aileleri gördükçe din değiştirmeye karar veren Nisanur İyigün, İl Müftülüğünde yapılan törenle ihtida belgesini aldı.
İl Müftülüğünde gerçekleştirilen törende konuşan İl Müftüsü Doç. Dr. Şahin Güven, dünyada İslamofobinin yaygınlaştığı son dönemlerde, başka dinlere mensup olan insanların Müslüman olmasının kendilerini mutlu ettiğini dile getirdi. İl Müftüsü Doç. Dr. Şahin Güven, okunan Kur'an-ı Kerim'in ardından, Nisanur İyigün'e İslamiyet'in şartlarını anlattı. Ardından Nisanur İyigün, İl Müftüsü Güven'in de yardımları ile Arapça, İspanyolca ve Türkçe kelime-i şehadet getirdi. Dua edilmesinin ardından İl Müftüsü Güven, Nisanur İyigün'e, Müslüman olduğuna dair ihtida belgesi ile birlikte, İngilizce Kur'an-ı Kerim ve İslamiyet'i anlatan İngilizce kitaplar takdim etti.
GÜZEL MÜSLÜMAN AİLELER GİBİ OLMAK İSTEDİM
Muş'ta öğretmenlik yapan eşi Serkan İyigün ile internet üzerinden tanışan 32 yaşındaki Nisanur İyigün, eşinin Müslüman arkadaşları sayesinde İslamiyet'i daha fazla tanıma şansı bulduğunu söyledi. "Çok güzel ailelerle tanıştım ve o aileler gibi olmak istediğimi düşündüm" diyen Nisanur İyigün, nasıl Müslüman olmaya karar verdiğini şöyle anlattı:
"Buraya geldiğimde 7 ay kiliseye gittim ama onlar Allah ve İsa'nın aynı olduğunu söyledi. Burada farklı, Kolombiya'da farklı. Ama Allah'ın çocuğu yok, Allah gibi hiç kimse yok. Sonra Müslüman olmaya karar verdim. Sadece Allah'a ibadet etmek istiyorum. Hazreti İsa'yı çok seviyorum, saygı duyuyorum ama şimdi anlıyorum, o Allah değil, Allah gibi de değil. Tabii ki şimdi Hz. Muhammed'e saygı duyuyorum ve sevmeye başladım. Ama Kolombiya'da Hz. Muhammed bilinmiyor, bu yüzden şimdi alışıyorum. Şimdi Kur'an-ı Kerim okuyorum ve Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu anlıyorum. O gerçekleri biliyor, çünkü Allah'tan mesaj alıyor."
Kaynak: Timeturk
Allah Yol Göstermeseydi Müslüman Olamazdım
Annesi Yahudi, babası Hristiyan olan ve 35 yıl önce İslamiyeti seçen Amerikalı akademisyen Peachy, 17 yıldır Düzce'de eşi ve çocuklarıyla yaşamını sürdürüyor.
Düzce Üniversitesi (DÜ) Yabancı Diller Yüksekokulunda öğretim üyesi olarak görev yapan ve 1981 yılında Türkiye'de İslamiyet'i seçen Yrd. Doç. Dr. William Samuel Peachy, 17 yıldır ailesiyle Düzce'de yaşıyor.
Müslüman olduktan sonra Davut Abu Süleyman adını alan Peachy (71), Amerika'da William Collage'de tarih bölümünü bitirdikten sonra Orta Çağ ve Avrupa tarihine yöneldi.
Ürgüp'te İngilizce ve Türkçe dersler veren Peachy, Amerika'ya döndüğünde Türkoloji bölümünde yüksek lisans yaptıktan sonra yeniden Türkiye'ye gelerek Süleymaniye Kütüphanesi'nde görev yaptı. Suudi Arabistan, İran, Libya ve Türkiye'nin değişik üniversitelerinde farklı bölümlerde çalışan Peachy, Arapça ve Türkçe öğrendi.
Görev yaptığı sürelerde özellikle Türkiye'deki aile yapısını çok beğenen Peachy, Müslümanlığa aile yapısının sağlamlığı dolayısıyla ilgi duymaya başladı. Kur'an-ı Kerim ile ilk kez 1965'te İngilizce tercümesini okuyarak tanışan Peachy, ilgi ile okuduğu Kur'an-ı Kerim'den çok etkilendi.
Türkiye'ye 1979 yılında yerleşerek Osmanlı Kütüphanesi ve Topkapı Sarayı'nda çalışmaya başlayan Amerikalı akademisyen, İslamiyet'i araştırarak 1981'de eşi Elinore ve 4 çocuğuyla Müslüman oldu. Eşi Nuriye, kendi ise Davut ismini aldı.
İSLAM'I SEÇMESİNDEKİ SIR: KUR'ÂN-I KERİM
Düzce'nin Akçakoca ilçesinde 1999 yılından bu yana yaşam süren Peachy, İslamiyet'i seçmesindeki net cevabın "Kur'an-ı Kerim" olduğunu söyledi.
Kur'an-ı Kerim'e duyduğu bağlılık ve sevgiden dolayı Müslüman olduğunu belirten Peachy, "Her dinde olduğu gibi Müslümanların da iyileri ve kötüleri var ama Kur'an çok güzel ve çok mantıklı. Yanlışsız olarak istediğimi öğrendim, sorularıma cevap buldum. Kur'an'ı Arapça okumak zor değil, anlamak için okumak lazım. Ben de bunun için uzun seneler uğraştım, çalıştım." diye konuştu.
İLK NAMAZIM SÜLEYMANİYE CAMİSİ'NDEKİ İKİNDİ NAMAZIM OLDU
İçinde uzun yıllar Müslüman olma isteği ile yaşadığını fakat dedesi ve anneannesinin üzüleceğini düşündüğü için biraz çekimser davrandığını belirten Peachy, şunları dile getirdi:
"Aile büyüklerimden ötürü bir türlü hazır olamıyordum. Onlar ölünce Müslüman olmayı düşünmeye başladım. Beyazıt Camisi'ne gittim. İkindi namazı sonrası hocaya soru sormak istedim. Sorduğum soruya cevap veren hoca daha sonra bana, 'Eğer Müslüman olursanız sizinle çok gelecekler' dedi. Çok şaşırdım. Hiç böyle düşünmüyordum. Onun sözleri aklımda kaldı. Birkaç ay sonra iş arıyordum, hanımım Suudi Arabistan'a gidemeyeceğimi babamın Hristiyan, annemin Yahudi olduğunu öne sürdü ve beni kabul etmeyeceklerini söyledi. Eğer gidersem 'Müslüman olacağım' dedim ama düşünmeyerek söyledim, içimden geldi. Birkaç gün sonra da Müslüman olmaya karar verdim.
Hanımıma 'Ben İstanbul Müftülüğüne gidip Müslüman olacağım, şehadet getireceğim, benimle gelmek istiyor musun?' dedim. Bana, 'Seni bekliyordum' dedi. Komşum ile gidip şehadet getirdik, hanımımla beraber Müslüman olduk. İlk namazım da Süleymaniye Camisi'ndeki ikindi oldu. İmama bakarak birkaç ayet ile kıldım. Hamd olsun mutluydum. Kayınpederim ile kötü olduk ama sonunda kabul ettiler."
ALLAH YOL GÖSTERMESEYDİ MÜSLÜMAN OLMAZDIM
Peachy, birçok kişinin Müslümanlığı israf ettiğini söyleyerek, şöyle dedi:
"Sünnetleri takip etmiyoruz, Kur'an okumuyoruz, camiye gitmiyoruz. Günahkarız ama neyse ki kitabımız en güzel. Türklerin, İranlıların, Pakistanlıların miras olarak dinleri var. Onun için değerlendirmiyorlar. Birçok kişi israf ediyor. Yani düşünmüyorlar. 'Benim dinim var ama atamdan var' diyorlar. Benimki değişikti çünkü annem Yahudi, babam Hristiyandı. Büyüyünce hiçbirini kabul etmedim. 'İslam uygundur' dedim ve yavaş yavaş inandım. Ben seçtim, miras değildi. Buldum ve seçtim. Çok şanslıydım. Türkiye'ye gelmeseydim olmazdı. Müslüman olmadan önce İran'a da gittim ama orada da Müslüman olmadım. Şanslıydım. Allah yol göstermeseydi, şans vermeseydi Müslüman olamazdım."
Kaynak: AA
Türkiye'den Etkilenen Afrikalı Genç İslam'ı Seçti
Müslüman olan Güney Afrikalı Matsoso, "Türkiye'de İslamiyet'i tanıdım ve ülkeme döndüğümde buradaki Türk arkadaşlarımın desteğiyle Müslüman oldum." dedi.
Güney Afrikalı Lebo Matsoso, ülkesine dil eğitimi için gelen Türk öğrencilerindüzenlediği ihtida töreniyle Müslüman oldu.
Kur'an-ı Kerim tilavetiyle başlayan merasimde, İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı Güney Afrika Temsilcisi Abdulaziz Yiğit'in duaları eşliğinde Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olan Matsoso, "Ömer" ismini aldı.
Matsoso, İslamiyet'i seçmesiyle ilgili AA muhabirine yaptığı açıklamada,"Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığının eğitim bursuyla geldiğim Türkiye'de İslamiyet'i tanıdım ve ülkeme geri döndüğümde buradaki Türk arkadaşlarımın desteğiyle Müslüman oldum." dedi.
Güney Afrika'nın Lesotho Krallığı'nda doğduğunu kaydeden Matsoso, Lesotho halkının büyük bölümünün Hristiyan olduğunu belirtti.
Matsoso, İslamiyet'le tanışmasını "Ülkemde komşularımızın gittiği bir mescitvardı. Komşularımız orada sürekli ibadetlerini yapardı. Biz bu mescide 'Hintlilerin kilisesi' derdik çünkü Lesotho'da sadece Hintli Müslümanlar vardı." ifadeleriyle anlattı.
MÜSLÜMANLIĞI SEÇMENİN EN BÜYÜK SEBEBİ TÜRKİYE
Türkiye'de bir süre yüksek lisans eğitimi için bulunduğunu dile getiren Matsoso, şöyle konuştu:
"Müslümanlığı seçmemin en büyük sebebi Türkiye'ye seyahatimdir. Eskişehir Anadolu Üniversitesinde Uluslararası Hukuk alanında yüksek lisans yaptım. Türkiye'de kaldığım bu süre boyunca İslam dinini araştırdım ve birçok kez camilere gittim. İslamiyet'le ilgili yanlış bildiklerimi de oralarda öğrendim ancak din değiştirip Müslüman olmaya karar verememiştim o dönemde. Camilere gittiğimde huzur buluyordum ama İslamiyet'i kabul etmek hem benim için zordu hem de aileme, arkadaşlarıma ne diyeceğim konusunda endişeliydim.
Ülkeme geri döndüğümde buradaki Türk arkadaşların da desteği ve davetiyle Müslüman olmaya karar verdim. Bugün gerçeği daha iyi farkettim ve Müslüman olduğumu gururla söylüyorum herkese. Allah'tan başka ilah yoktur ve Peygamberimiz Hz. Muhammed O'nun elçisidir. Müslüman olmak hayatımda aldığım en doğru karar."
Kaynak: AA
.
Brezilyalı Kadın İslam'ı Seçti
Brezilyalı kuaför Nunes Do Nascimento Ana (48), İslamiyeti seçerek "Dilara" ismini aldı. Kayseri'de yaşayan Brezilyalı Ana, düzenlenen ihtida töreniyle Müslüman oldu.
İl Müftüsü Şahin Güven'in makamında gerçekleştirilen ihtida törenine eşi Süleyman Tamer ile katılan Ana, Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Kur'an-ı Kerim okunmasının ardından Güven, İslam dininin temel esaslarıyla ilgili bilgiler verdi ve dua etti.
Eşinin vasıtasıyla Müslüman olmaya karar verdiğini söyleyen Ana, İslamiyet hakkında Güven'e bazı sorular yöneltti.
Ana'nın, "Makyaj yapabilir miyim?" sorusu üzerine Güven, "İslamiyette ibadetlerin başında namaz kılmak geliyor. Namaz kılmak için de abdest almamız gerekiyor. Vücudumuzun ıslanmasına engel olan bir şeyler varsa onları temizlemeliyiz. Namaz saatlerinin haricinde özellikle eşine karşı süslenmende, bakımlı olmanda hiçbir sakınca yok." ifadelerini kullandı.
Güven, Kayseri'de bir yıl içerisinde altıncı ihtida törenini gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşadığını belirtti.
Türkiye'ye turistik ya da farklı amaçla gelip Müslüman olmak isteyenlerin başvuruları sonucunda ihtida töreni düzenlediklerini aktaran Güven, törenin sonunda Ana ve eşine Kuran'ı Kerim ve aile ilmihali hediye etti.
Kaynak: AA
Ali Vyacheslav Polosin Neden Müslüman Oldu?
Vyacheslav Polosin, lisans eğitimini felsefe üzerine almış bir akademisyen ve yazar / analist. Zamanında Rusya Ortodoks Kilisesi’nin en üst kademelerinde yer almış bir isim olmasına rağmen şu an Rusya’da bir İslami merkezin (Wasatia Center) direktörü konumuna geldiği bir hikâyeye sahip.
Rusya ve İslam… Hem günümüzde hem geçmişte sıkça bir araya gelen iki kelime. Zira asırlar boyunca Ortodoks Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan Rus coğrafyası her daim farklı Müslüman topluluklar tarafından çevrili durumda olmuş. Rusya ve Müslümanlar kimi zaman iç içe geçmiş, kimi zaman da son derece husumetli bir ilişki yürütmüş. Ancak gerçek şu ki tarih boyunca Müslüman toplumlarla dirsek temasında olan Rusya’nın İslam coğrafyasıyla teması bugün had safhaya varmış durumda. On yıllardır süren Kafkasya temelli sorunlarından Kırım’a, Azerbaycan’dan Afganistan’a, Türki cumhuriyetlerden Türkiye’ye uzanan bir ilişki ağı derken Rusya’nın günümüzde Orta Doğu’da da görünürlüğünü oldukça arttırması, Türkiye’yi de kapsamak üzere, bölge Müslümanlarının politik gündeminde her daim Rusya’nın var olmasını mecburi kılıyor.
Rusya ve İslam bağlamında gündemler böyle şekillenirken, öte yandan da Rusya’nın kendi topraklarında farklı etnisiteler şeklinde mevcut olan Müslüman vatandaşlarıyla da ilişkilerini tanzim etme çabasına sıkça rastlıyoruz. Bu çaba kimi zaman husumete, kimi zaman uzlaşmaya varsa da özellikle Vladimir Putin dönemi Rusyasında, sembolik de olsa, Müslümanlara yönelik açılımlar diyebileceğimiz adımlar atılmadı diyemeyiz. Nitekim, hatırlarız, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere geniş bir Türkiye devlet erkânının Moskova’da faaliyete geçecek büyük caminin açılışına Putin’in yanında katılışının üzerinden 2 sene dahi geçmedi.
Peki, bizler bu sayfalarda sık sık Amerikalı, Avrupalı, İskandinavyalı mühtedilerden bahsederken İslam ve Müslümanlar ile bu kadar temas hâlinde olan, bünyesinde İslami kurumlara geçit veren Rusya’dan kayda değer bir mühtedi çıkmıyor mu ki hiç oralara değinmedik? Açıkçası oransal olarak bir kıyas yapacak bilgiye sahip değilim, belki sahiden de Rusya’da ihtida oranı daha azdır ya da Batıdakiler kadar göze çarpmamasının başka sebepleri vardır. Ancak bahsetmeye değer hiçbir isim olmadığını söylersek doğru olmaz. En azından benim uzun süredir hakkında yazmak istediğim, son derece ilgi çekici bir Rus mühtedi figür mevcut: Vyacheslav Polosin.
BAŞPİSKOPOSLUKTAN İSLAM'A
1956 yılında Moskova’da Sovyet Rusya’sının kalbine doğan Vyacheslav Polosin, mutlaka hakkında not düşülmesi gereken bir isim. Evvelâ lisans eğitimini felsefe üzerine almış bir akademisyen ve yazar/analist. Zamanında Rusya Ortodoks Kilisesi’nin en üst kademelerinde yer almış bir isim olmasına rağmen şu an Rusya’da bir İslami merkezin (Wasatia Center) direktörü konumuna geldiği bir hikâyeye sahip. Eski bir politikacı, 1990-1993 yılları arasında Rus parlamentosu Duma’da koltuk sahibi olmuş. Şu an Rusya’da –halkı zaten Müslüman olan toplulukları bir kenara bırakırsak- en çok bilinen Müslüman figürlerden biri ve Müslüman-Hristiyan ilişkileri/diyaloğu alanında faaliyetler gösteriyor.
Yukarıda belirttiğim gibi Polosin, Ortodoks Kilisesinde yıllarca görev yapmış bir din adamı(ydı). Öyle ki başpiskoposluğa kadar varmış ve Kilise’nin en tepe noktalarına tırmanmıştı. Bilemiyorum, Kilise içerisinde bu kadar yüksek konumda çalışıp ihtida eden kaç kişi vardır. Çok olduğunu sanmıyorum. Polosin’i dikkate değer bir figür kılan da esasında bu husus diye düşünüyorum. İhtida ettiği 1999 yılına kadar Kilise ile iyi kötü ilişkisini sürdüren Polosin, doğal olarak, sonrasında Kilise ile ilişiğini kesiyor. Bir dizi polemiğin bu hareketi takip etmesi de kaçınılmaz oluyor tabi… Peki, tüm bu hikaye nasıl cereyan ediyor? Polosin’in ağzından dinleyelim. Kendisi, “İslam’a Yolculuğum” (My Journey to Islam) başlıklı yazısında din ile olan ilişkisini baştan sona anlatıyor, ben de önemli gördüğüm kısımları alıp bir özet sunacağım:
“Nasıl İslam’ı seçtim?
Ateist bir ailede büyümeme rağmen çocukluğumdan beri İlahi bir gücün varlığına, ona sığınanları geri çevirmeyecek bir Tanrı olduğuna inandım. Gençken gücüm yetersiz kaldığında da o Tanrı’ya sığındım hep.
Ancak Kilise’den başka, Tanrı’ya dair arayışıma cevap olacak bir alternatif yoktu etrafımda. Hâliyle 19 yaşında arayış içerisinde bir gençken Kilise’ye adım atınca etkilendim. Aslında o zaman yaptığım şey gerçek bir seçim değildi, zira Ortodoksluk ile kıyaslayabileceğim hiçbir şey yoktu elimde. Sadece Tanrısızlık (ateistlik) yanlışından kaçıp dini bir organizasyona sığınmam gerektiğini hissediyordum ve tek seçeneğime yöneldim.
Eğitim alıp Tanrısızlığa karşı mücadele etmek için papaz oldum. Ancak salt üst mercilerden dayatılan ritüelleri yapmam isteniyordu ve bu beni zorladı. Ortada ruhani ve entelektüel bir inanç olmalıydı. Tabi Kilise hayatının bir parçası hâline gelince istenenleri yapmayı reddedemedim ama bir yandan da yapılanları pagan ibadetlerine benzetiyordum. Kendimi bir anda kişisel imanım ve kamusal görevim çatışırken buldum.
Yıl 1988-90 civarına geldiğinde ‘ateizmle mücadele etmek için buradayım’ mottosu geride kalmıştı. Kiliseye odaklanmak beni aydınlatmıyor ve hurafelerle mücadele etmeme yardımcı olmuyordu. Kilise kendini ‘kazançlı kültlerle’ ve bina yapımıyla sınırlamış gibiydi. Tanrı’nın savaşçısı olarak buraya girmiştim ama zamanla bu his kayboldu ve bir sihirbaz gibi hissetmeye başladım. Bu yüzden 1991’de başpiskoposluktan ayrıldım.
Sonrasında Kilise ile ilişiğimi kesmedim ama mevcut ritüel ve gelenekleri derinlemesine araştırmaya başladım. Antik Hristiyanlığa doğru indikçe karşıma çıkan Roma-Bizans menşeli teoloji benim şüphelerimi arttırdı, çünkü bu teoloji pagan kültürünün izlerini taşıyordu. Yıl 1995’e geldiğinde buna iyice kâni oldum ve kendimi Kilise’den çektim. Ancak bana öğretilmiş olan ‘İsa’ sebebiyle hâlâ monoteist (tek Tanrılı/tevhid bilincinde) biri değildim. Bana bu hususta içsel bir devrim yaşatan şey Krachkovskiy çevirisi bir Kur’an okumam oldu. İsa algım da inancım da böylece değişti. Karım da benimle birlikte ihtida etti.”
Evet, Vyacheslav Polosin’in sıradışı öyküsünün arka planında yaşananların özeti bu. Kendisi ihtida ettiğinden beri de İslami alanda çalışmalara devam ederken, bir akademisyen ve analist olarak uluslararası siyaset gibi meselelere dair yazılar da yayımlıyor. Tabi bu yazılar arasında İslam ve devlet ilişkisini, sekülerizmi, İslamofobiyi ele alan yazılar da mevcut. Şimdi Polosin’in diğer yazılarından yola çıkarak dünya görüşü nedir, ihtidası sonrasında dünyadaki gelişmeleri okuyuşu nasıl değişmiş gibi sorulara yanıt olabilecek bir yelpaze sunalım.
RUSYA PERSPEKTİFİNE BAĞLI BİR MÜSLÜMAN
Sanıyorum bu bölümde belirteceğim birkaç noktanın özet/neticesi yukarıdaki başlık olacaktır. Polosin’in Rusyalı yanını ve Rusyalı perspektifini koruduğunu, bilhassa uluslararası siyasete dair yorumlarında görebiliyoruz. Rusya devletinin ve Putin yönetiminin aleyhinde bir şey söylediğine rastlamak güç olduğu gibi mevcut Rusya’nın Sovyetler’deki baskı döneminin aksine dine ve hâliyle İslamiyet’e de kapıları açtığını ve dini yaşantıyı özgür kıldığını belirtiyor. Bakışı doğru bulunur veya bulunmaz ancak nihayetinde Polosin’in ihtida etti diye –misal- otomatikman Rusya yönetimine karşı Çeçenlerle saf tutacağını beklemek gibi yanlış algıya kapılmayalım. Polosin’in ihtidası (her ne kadar bazı yayınlarda kendisinin başpiskoposluktan İslam’a uzanan yolculuğu alarm zillerinin çalması gibi nitelense ve bir miktar tepkiye yol açmış olsa da) kendisiyle devleti ve toplumu ile arasında makasın açılmasına sebep olmuyor. Hatta Polosin, bugün, Rusya’da İslami bir mesele tartışıldığında fikrine başvurulan bir fikri otorite hâline gelmişe benziyor.
Öncelikle Polosin’in seküler devlet nosyonuyla bir probleminin olmadığını görebiliyoruz. Rusya şartlarında pratik açıdan doğal bir yaklaşım diyebiliriz. Seküler devletin dinin önünü kesen değil, dinlere eşit mesafede yaklaşarak dini özgürlüğün garanti altına alınmasını sağladığını anlattığı uzun bir yazısı var. Bu yazıda aynı zamanda seküler Rusya devletinin de benzer bir yaklaşıma sahip olduğundan yola çıkarak Müslümanların sistem içerisinde kendi inanç ve ibadet özgürlüklerini muhafaza ederek var olabildiklerinden ve sonradan radikal fikirlerle ortadan çıkan bazı grupların Müslümanları böldüğünden ve kışkırttığından bahsediyor. Burada Çeçen grupları kastettiğini anlayabiliyoruz sanırım.
Mevcut sistemi “angaje olmakta beis görülmeyecek ve mutedil Müslümanlar için bir sıkıntı teşkil etmeyen bir sistem” olarak tanımlayan Polosin, radikal/silahlı İslami gruplara kesinkes karşı. Ayrıca radikalleşmenin beraberinde katı bir mezhepçilik ve tekfircilik getirdiğinden yola çıkarak bu tavrı da kesin bir dille eleştiriyor. Nitekim katı mezhepçi anlayışların İngiliz ve Amerikan eliyle Müslüman toplumların içine sokulduğunu ileri sürüyor. Bizim buralardaki genel yaklaşımımızdan çok da farklı değil bu hususa dair söyledikleri.
Polosin, İslamiyet’i “devrimci bir din” olarak tanımlıyor. Yani fikirlerinin çok pasif ve “etliye sütlüye dokunmayan” bir İslam öngördüğünü de söyleyemeyiz. İslam’ın nihayetinde devrimci bir dönüştürücü etkisi olduğunu kabulleniyor. Ancak bu devrimciliğin günümüzdeki silahlı örgütlerin kalkışmalarıyla bir olmadığını not ediyor ve İslam’daki devrimci ruhun çok rahatlıkla teröre tevil edilebileceğini; devrimci ruhun karakterinin buna müsait olduğunu ancak doğrusunun bu olmadığını da ekliyor.
Kaynak: dunyabizim.com
Ümmü Hâkim Binti Haris (ra) Kimdir?
Ümmü Hakîm binti Hâris radıyallahu anhâ Mekke Fethi günü İslâm’la şereflenen bir hanım sahâbî... İslâm’ın amansız düşmanlarından İkrime İbni Ebû Cehil’in hidayetine vesîle olan çilekeş, gayretli, fedakâr bir aile... Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden eman alıp kocası İkrime’yi bulmak için çöllere düşen canını tehlikelere atmaktan çekinmeyen, sabır ve metânet sâhibi bir hanım...
Ümmü Hakîm binti Hâris (r.anhâ) Kureyş reislerinden İslâm’ın azılı düşmanı olarak bilinen Hâris İbni Hişam’ın kızıdır. Annesi Fâtıma binti Velid binti Muğıyre’dir. O, Cahiliyye döneminde intikam hırsıyla dolu idi. Uzun bir zaman İslâm’a karşı Hind binti Utbe ile birlikte hareket etti. Bedir Gazvesi’nin intikamını almak için Kureyş erkeklerini ve özellikle kocalarını sürekli kışkırtan, kin ve hiddet dolu bir kadın. Uhud Savaşı’nın meydana gelmesine ön ayak olan, def çalarak, şiirler okuyarak erkekleri savaş meydanına sürükleyen, inandığı dâvâ uğruna canını fedâ etmekten çekinmeyen irâdesi kuvvetli bir hanım.
O, Mekke Fethi günü Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin engin merhameti ve müsamahası karşısında Hakk’a teslim oldu. İntikam hisleri ve düşmanlık duyguları eriyip yok oldu. Müslümanların Kâbe’de huşû ile ibadet edişlerinin tesirinde kalarak arkadaşı Hint ile birlikte İslâm’ın nuruna koştu. İslâm’la şereflenişi şöyle oldu:
İki Cihan Güneşi Efendimiz Mekke’ye girip Kâbe’yi putlardan temizleyerek Allah’ın birliğini, İslâm’ın yüceliğini, afvını, engin merhamet ve müsamahasını bütün Mekke halkına “sizler serbestsiniz” diye ilân edince Kureyşliler gruplar halinde İslâm’a koştu. Efendimiz Fethin ikinci günü Safa Tepesinde yeni müslüman olanlardan bey’at almağa başladı. Kureyş’in reisi Ebû Süfyan’ın hanımı Hint binti Utbe hanımlardan bir grup oluşturarak Rasûlullah (s.a) Efendimize bey’at etmeğe geldi. Ümmü Hakîm de beraber idi. Erkeklerin bey’atı bitince hanımlara Hz. Ömer (r.a) vasıtasıyla şunlar söylendi: “Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak üzere bana bey’at edin. Zina yapmayın, çocuklarınızı öldürmeyin, iftira etmeyin. Marufta (iyi olan şeyde) bana karşı gelmeyin.” Hanımlar arasından Hint ile Ümmü Hakîm ayağa kalktı ve sözcü olarak: “Ya Rasûlallah! Sen bize ancak doğruyu ve güzel ahlâkı emrediyorsun.” diyerek bey’at ettiklerini söylediler. Hep birlikte kelime-i şehadet getirerek İslâm’la şereflendiler.
Ümmü Hakîm binti Hâris (r.anhâ) İslâm’a girer girmez ilk hizmeti kendi kocasına oldu. Hidayetine vesîle olmak için Rasûlullah (s.a) Efendimizin yakınına geldi ve İkrime’ye eman vermesini isteyerek: “Ya Rasûlallah İkrime öldürüleceğinden korktuğu için Yemen tarafına kaçtı. Ona eman ver.” dedi. Şefkat ve Rahmet Peygamberi Efendimiz: “Ona eman verilmiştir.” buyurdu.
HİDAYETE VESİLE OLAN MÜJDE
Bu müjdeyi alan Ümmü Hakîm (r.anhâ) derhal harekete geçti. Rum asıllı kölesi Akke’yi yanına alarak Yemen tarafına doğru yola koyuldu. Binbir çile ve büyük umutlarla çölleri aşarken kölesi Akke’nin bozuk düşünceleri, eğri niyetleri ile karşılaştı. Fakat o kuvvetli irâde sâhibi, kendine güvenli ve dirayetli bir hanımdı. Kölesini eğleyerek Yemen’e ulaştı. İlk vardığı yerde onu bağlattı. Sonra Tihame sahillerine vardı. Bir gemi kalkmak üzere idi. İkrime’nin bu gemide olabileceğini düşünerek uzaktan: “İkrime!.. İkrime!.. Geri dön İkrime!..” diyerek seslenmeğe başladı. Bu sesi duyan İkrime karşısında hanımı Ümmü Hakîm’i görünce gemiden atlayıp yere indi. Büyük bir heyecan ve sevinç içerisinde kocasına: “İkrime! İnsanların en merhametlisinden senin için eman aldım. Haydi geri dön!” dedi.
İkrime’nin gönlü yumuşamıştı. Bir ömür düşmanlıkla geçirdiği günler aklına geldi. Yaptıklarının hepsine pişmandı. Rahmet Peygamberi’nin engin şefkati ve müsamahası, içindeki intikam hislerini ve düşmanlık duygularını, bir anda eritip yok etti. Muhammedü’l-Emin’e karşı bir sevgi ve hürmet gönlünü doldurdu. Kalbi İslâm’ın nurûna açıldı. Hanımının bunca çilelere katlanarak çölleri aşıp gelmesi onu çok mutlu etti. “Ben de geri dönmeye niyet etmiştim.” diyerek sevincini ifade etti.
Ümmü Hakîm (r.anhâ) kocası İkrime ile birlikte geriye dönmek üzere yola çıktılar. Rum asıllı kölenin yaptıklarını öğrenen İkrime ilk iş olarak onu halletti. Kötü niyetinin cezasını hayatı ile ödetti. Sonra hanımı ile sohbet ederek, yeni bilgiler alarak çölleri aşmağa çalıştı. Kalbini ve kafasını sürekli meşgul eden sorulara cevaplar aradı. Müslümanların Mekke’ye girişlerini, Kureyş’in durumunu, Rasûlullah (s.a)’in tavırlarını ve kendisi hakkında nasıl eman aldığını öğrenmek istedi.
Ümmü Hakîm (r.anhâ) bu soruları fırsat bildi. İkrime’nin gönlünün huzur ve sükûne kavuşması için müslümanların Kâbe’deki ibadetlerini, Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizinengin müsamahasını, bütün herkesi afvedip serbest bırakmasını ve Kureyşli’lerin toplu halde müslüman oluşlarını anlattı ve kendisinin de Hint ile beraber İslâm’a girdiğini söyledi. Bu haberler ile İkrime’nin gönlü iyice yumuşadı. Bunca düşmanlığına rağmen Allah Rasûlünün hiç bir şey olmamış gibi sevgi, şefkat ve merhamet ile davranabilmesi İkrime’de çok büyük hayranlık uyandırdı. Ümmü Hakîm ile birlikte Efendimizin huzuruna geldi ve kelime-i şehadet getirerek İslâm’la şereflendi.
İkrime İbni Ebû Cehil (r.a) sevinç gözyaşları içerisinde: “Yâ Rasûlallah! Bana söylemem gereken en güzel şeyi öğret!” dedi. Efendimiz ona: “Allah’dan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resûlü olduğuna şehadet getir” dedi. İkrime: “Başka ne söyleyeyim yâ Rasûlallah?” dedi. Efendimiz: “Allah’ı ve burada hazır bulunanları şahit tutarım ki, ben, müslümanım, muhâcirim, mücâhidim! de.” buyurdu. İkrime: “Allah ve buradakiler şahit olsun ki ben, müslümanım, muhâcirim, mücâhidim.” dedi. Sonra Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz İkrime ile Ümmü Hakîm (r.anhâ)’nın nikâhlarını yeniden kıydı.
Onlar yeni bir hayata kavuşmuşlardı. Birbirlerine karşı daha hürmetli, hizmetli ve muhabbetliydiler. Sevgileri ebedîleşmişti. İmânî bir neşe içerisinde günlerini geçiriyor, İslâm’ı yaşamak ve yaymak için gayret ediyorlardı. İkrime artık gündüz yiğit, gece âbid olarak İki Cihan Güneşi Efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Şimdi o Hazreti İkrime olmuştu.
KUR'ÂN'A SARILAN SAHÂBÎ
İkrime (r.a) öylesine değişmişti ki, sevgili hanımı Ümmü Hakîm (r.anhâ) bile şaşırmıştı. Kur’an’a öylesine sarılmıştı ki, “Bu benim kitabım!.. Bu Rabbım’ın gönderdiği kitab!..” diye elinden ve dilinden düşürmedi. Sabah-akşam Kur’an’la dost oldu. Onu gözyaşları içerisinde okuyup mânasını derin derin düşündü. Bir gün hanımı Ümmü Hakîm (r.anhâ) yanına geldi ve: “Senin gibi ağlayarak Kur’an okuyan görmedim.” dedi. O da: “Korkuyorum Ümmü Hakîm korkuyorum! Müşrikken yaptıklarım aklıma geliyor sürekli!..” dedi. Ümmü Hakîm sevgili beyini tesellî etmek için İslâm’a girdiği günde Rasûlullah (s.a) Efendimizin “Yâ Rabbi! İkrime’yi affet! Yaptıkları bütün kötülükleri mağfiret et!” diye dua ettiğini hatırlattı.
Ümmü Hakîm (r.anhâ) kocasına hizmeti zevk bilen bir hanımdı. Onun hidayeti için gayret edip yanından ayrılmadığı gibi İslâm’ın güzelliklerini yaşama konusunda da hep beraber oldu. Birgün İkrime sevgili hanımından müsade alarak çıkmak istedi. Ümmü Hakîm nereye? dedi. O da: “Put yapan birini duydum. Gidip onları kıracağım.” dedi. Ümmü Hakîm (r.anhâ) gülümseyerek sevgili kocasına: “Ey İkrime! Önce kalblerdeki ve kafalardaki putları kır! Çamurdan putları arkanı dönünce yine yaparlar...” dedi.
Ümmü Hakîm (r.anhâ) cesaret ve şecaat sahibi bir hanımdı. Hz. Ebû Bekir (r.a) devrinde Bizanslılarla yapılan Yermük savaşına kocası İkrime ve oğlu Amr ile birlikte katıldı. Sevgili oğlu ve kocası bu savaşta öylesine kahramanlıklar gösterdi ki komutan Halid İbni Velid (r.a) İkrime (r.a)’a engel olmak istedi. İkrime ise kaçırdığı fırsatları telâfi etmek niyetindeydi. “Beni bırak Halid! Önce yaptıklarımı ödeyeyim.” dedi. Var gücüyle savaş meydanına atıldı. Bir çok yerinden yaralar aldı ve dünyevî susuzluğunu şehadet şerbetini içerek giderdi.
Ümmü Hakîm (r.anhâ) Yermük’te hem şehid hanımı hem de şehid anası oldu. Ecnâdeyn savaşında da kendisi kahramanlar gibi çarpıştı. Bir çadır direği ile yedi düşman askeri öldürdüğü rivâyet edilir. Onun nerede ve ne zaman vefat ettiğine dâir herhangi bir bilgi kaynaklarda zikredilmemektedir. Cenab-ı Hak onlardan râzı olsun. Bizleri de şefaatlerine nâil buyursun. Amin.
Kaynak: Mustafa Eriş, Altınoluk Dergisi, 2004 - Subat, Sayı: 216, Sayfa: 058
Eski Bir Serserinin Nefis Muhâsebesi
Kâmil mü’minler, kendilerini inciten bir hâdise karşısında, öncelikle o muâmeleye müstehak olup olmadıkları yolunda bir nefis muhâsebesine yönelirler. Böylece, mâruz kaldıkları cefâlardan da mânen istifâde imkânı elde ederler.
Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Vaktiyle serserilikten vazgeçip sâlih bir hayâta dönen biri, dükkânında çalışmakta iken, oraya gelen öfkeli bir adam, kendisini sorgu-sual etmeden fecî bir sûrette dövüp yaralamış. Bu eski serseri, ne bir karşılık vermiş ne de bir îtiraz sesi yükseltmiş. Öfkeli adam dükkândan çıkıp gittikten bir saat sonra geri gelerek bu adamı yanlışlıkla, başkası zannederek dövdüğünü söyleyip özürler dilemiş. Adam:
“–Hayır, bu işte bir yanlışlık yok. Ben bu dayağı hak etmiştim. Çünkü vaktiyle böyle senin yaptığın gibi birçok günahsız insanı sudan bahânelerle dövmüştüm. Senin bu muâmelen, benim hak ettiğim bir işti. Âhirette senden alacağım hakkı, o haksız yere dövdüğüm insanlara vereceğim.” demiş.
İşin bir başka yönü daha vardır: Her musîbet, ona müstehak olma sebebiyle başa gelmez. Bâzen de bir fert, mazlûmiyetle taçlanmak, sabır neticesinde derece elde etmek ve mükâfatlandırılmak üzere bir musîbete mâruz kalır. Eğer musîbetler hep hak etme neticesinde olsaydı, insanlar mecbûren iyi olurlar ve peygamberler üzerine hiçbir musîbet gelmezdi. Hâlbuki insanlık tarihinde en büyük musîbetlere mâruz kalanlar, enbiyâ silsilesidir. Üstelik onların mâsumiyet sıfatı vardır.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından 2, Erkam Yayınları, 2012
Bir Putperestin İbretlik Şehâdeti
Kureyşlilerin vazîfe verip Ebû Bekir'i (r.anh) dininden döndürmeye gönderdiği putperestin şehâdetini anlatan ibretlik kıssa...
Kureyşliler kendi aralarında konuşup:
“Muhammed’in arkadaşlarından her biri için birimize vazîfe verelim, onunla konuşsun ve dininden vazgeçirmeye çalışsın.” dediler.
Ebû Bekir (r.a) için Talha’yı vazîfelendirdiler. Talha, Hz. Ebû Bekir’e geldi, onunla konuştu. Ebû Bekir (r.a) kendisine:
“–Beni neye çağırıyorsun?” diye sordu.
Talha:
“–Lât ve Uzzâ’ya ibâdete çağırıyorum.” dedi.
Ebû Bekir (r.a):
“–Lât nedir?” diye sordu.
Talha:
“–Rabbimizdir” diye cevapladı.
Ebû Bekir:
“–Peki, Uzzâ (ve diğer putlar) nedir?” diye sordu.
Talha:
“–Allah’ın kızlarıdır.” cevâbını verdi.
Hz. Ebû Bekir (r.a) bu sefer:
“–Peki, anneleri kim?” diye sorunca Talha durakladı ve cevap veremedi. Yanındakilere:
“–Yahu şu adama cevap versenize!” dediyse de onlar da susup bir şey söyleyemediler.
Bunun üzerine Talha (r.a):
“–Kalk ey Ebû Bekir; ben şehâdet ederim ki yegâne ilâh Allah Teâlâ’dır ve Muhammed O Allah’ın Rasûlü’dür.” dedi. (Süyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, II, 106-107, ez-Zuhruf, 37)
Hz. Ali (r.a), Ebû Bekir (r.a)’ı gıyâbında medhederek şöyle buyurmuştur:
“Sen, şiddetli kasırgaların bile yerinden hareket ettiremediği, kuvvetli sarsıntıların bile yok edemediği yüce bir dağ gibiydin!” (Ebû Nuaym, Mârifetü’s-sahâbe, Riyâd, 1419, I, 264)
O Beni Zâyi Etmez!
Basra’da yaşayan Allah dostu Abdülvâhid bin Zeyd'in (ra) bir yolculuğu esnasında putperest bir adamın hidâyetine vesile olduğu hikâyeyi istifadenize sunuyoruz.
Basra’da yaşamış Allah dostlarından biri olan Abdülvâhid bin Zeyd (r.a.) bir defasında deniz yolculuğuna çıkmıştı. Denize açıldıklarında kuvvetli bir rüzgar çıktı. Bindikleri gemi fırtınaya tutuldu.
Dağ gibi dalgalar arasında yol almaya çalışıyorlardı. Sonunda dalgalar onları bir adaya sürükledi. Oraya demir attılar.
ISSIZ BİR ADADA YAŞAYAN PUTPERESTİN HİDAYETİ!
Karaya ayak basmanın sevinciyle gemiden inip dolaşmaya başladılar. Adayı gezerken bir de gördüler ki orada puta tapan bir adam var. Onun yanına varıp sohbet ettiler.
“- Sen kime tapıyorsun öyle?!” dediler.
Adam yakınındaki putu gösterdi.
Onlar da adama: “- Neden buna tapıyorsun? Bu ne fayda ne de zarar verir! Senin ilâh diye tanıdığın şu put , birileri tarafından yapılmış bir şeydir. Buna tapmanın mantığı nedir? Bu putun, tapılmasını haklı gösterecek nesi var?!” dediler.
Bu sorular karşısında adam:
“- Peki siz kime taparsınız, kime ibadet edersiniz?” dedi.
Onlar da: “- Biz öyle bir varlığa ibadet ediyoruz ki; Her şeyi yaratan, her şeye kadir olan, arşı semâda, gücü, kuvveti sonsuz, hükmü dirilere de ölülere de geçen, var olan, bir olan, tek olan Allah’a ibadet ederiz” dediler.
Bunun üzerine adam:
“- Bunu size kim bildirdi? Kim öğretti?” diye sordu.
Onlar da: “- Allah bize, kendimizden çok değerli bir peygamber, kerim bir elçi gönderdi. Bize bunları o haber verdi” dediler.
Adam: “- O Peygamber nerededir?” diye sordu.
Onlar da: “- Bize Allah Teâlâ’nın gönderdiği dini, İslâm’ı bildirip, tebliğ edip vazifesini tamamladıktan sonra vefat etti. Dünyadan Ahirete göç etti. Allah Teâlâ’ya kavuştu.” diye cevap verdiler.
Adam: “- Ondan hiç bir alâmet kaldı mı?” diye tekrar sordu.
Onlar da: “- Evet o, Allah Teâlâ’dan bir kitap getirdi. O kitap bizim yanımızdadır” dediler.
Aramızda geçen bu konuşmadan sonra adam:
“-O kitabı bana gösterin?” dedi.
Onlar da, Kur’an-ı Kerim’i getirdiler ve ona bir sûre okudular.
İlâhî kelâm’ın gönlünü aydınlatması neticesinde adam hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sûreyi bitirinceye kadar için için ağladı. Sonra Kuran-ı Kerim’in gönlünde bıraktığı tesiri ve coşkuyu ifade sadedinde şöyle dedi: “- Böyle bir kelâmın sahibine kimse âsi olamaz! İnsana yakışan bu kelâm’ın sahibine isyan etmemektir” diyerek hemen Müslüman oldu.
Abdülvâhid b. Zeyd rahmetullahı aleyh o adamla bir gece geçirirler. Ona Kur’an-ı Kerim’den birkaç sûre ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğretirler. O gecede ki hatırasını şöyle anlatırlar:
Gece olunca yatsı namazını kılıp yataklarımıza çekildik. Yatma zamanı gelince o yatmadı. Sabaha kadar ayakta yanık kaldı. Bizim yattığımızı gören adam:
“–Bana anlattığınız ilâh, geceleyin uyur mu?” diye sordu.
“–Hayır” dedik.
“–O zaman siz ne kötü kullarsınız?! Efendiniz uyamazken siz uyuyorsunuz!” dedi.
Adamın sözü hoşumuza gitti. Onun heyacanı, gayreti bizlere ders oldu. Arkadaşlarıma:
“- Bu zat henüz yeni Müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı çekmesin”dedim ve adama vermek için bir miktar para topladık. Kendisine verirken adam:
“–Bu nedir?” dedi.
“–Harcaman için bir miktar para” dedim.
Adam müstağni davrandı ve parayı almadı. Sonra bize, ibret ve hikmet dolu şu cevabı verdi:
“- Lâ ilâhe illallah! Ben ıssız bir adada O’ndan başkasına, yani bir puta tapıyorken ve kendisini tanımazken bile O beni zâyî etmedi. Şimdi kendisini tanırken mi beni zâyî edecek?!” dedi.
Aradan üç gün geçtikten sonra bu zâtın hastalanıp yatağa düştüğünü öğrendim. Hemen yanına koştum.
“- Bir isteğin, ihtiyacın var mıdır?” diye sordum.
Yine hikmetli bir şekilde:
–“Benim ihtiyaçlarımı, sizi, o adaya getiren giderdi” diye cevap verdi.
Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefat etti. O gece onu rüyamda gördüm. Bahçenin ortasında yüksek bir kubbe vardı. Kubbenin altında bir taht üzerine oturmuş şu âyeti okuyordu:
(Melekler:) “Sabretmenize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir! Ahiret saadeti ne güzeldir!” (derler). (Ra’d sûresi: 24)
ALLAH DOSTUNUN EN BÜYÜK ÖZELLİĞİ
Issız bir adada yaşayan insanın İslâm’la tanışmasına ve buluşmasına vesile olan bu Allah dostu, tebe-i tâbiin’den Basra’lı Abdülvâhid b. Zeyd rahmetullahı aleyh’dir. Bu Allah dostunun en büyük özelliği; Allah Teâlâ’ya karşı yaptığı kusurlardan dolayı çok üzülmesi ve her fırsatta âciz olduklarını sık sık söylemesiydi. Onun bu konuda güzel bir sözü vardı. Şöyle derdi:
“- Bütün insanlığın yaptığı ibadet kadar ibadet yapsak Allah Teâlâ’nın bize verdiği nimetlere karşı gene de tam manasıyla şükrünü yapmış sayılmayız. Ona karşı şükrümüzü yerine getirmiş olamayız. Bizler âciz, zayıf kullarız. O’na karşı her zaman âcizliğimizi îtiraf etmeliyiz.”
O büyük Allah dostu sevdiklerine daima şu tavsiyede bulunurdu.
“- Eğer nefsinizde Allah Teâlâ’ya karşı yaptığınız ibadetlerde bir isteksizlik ve tembellik hissederseniz; bir süre yağlı ballı, kuvvetli yemeyi bırakınız. Gıdanız tuz ve ekmek olsun. Oruç tutunuz. Sâlih, vakar sahibi kimselerle oturunuz. Çünkü onların meclisinde çirkin, kötü şeylerden bahsedilmez. Bu şekilde yapmanız, Allah teâlâ’yı hatırlamanızı artırır.”
Kaynak: Mustafa Eriş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 278, Nisan 2009
Komşusunun Zarif Davranışı İle Müslüman Oldu
Müslüman, sadece beş vakit namazını kılan, oruç tutan, hacca giden, nafile ibadetler yapan kimse değildir. Müslüman, en yakınından, ailesinden, komşusundan ve dünyanın gidişatından sorumludur.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Artık, Allah’ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin, eğer (gerçekten) Allah’a ibadet ediyorsanız, onun nimetine şükredin.” (Nahl, 114)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allah Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)
Helâl peşinde olan insanın hâlini; Cenâb-ı Hak sevdiği gibi, kullar da takdir ederler. Pek çok insan; nefsânî duygularına kapılmış olduklarından, menfaatlerini temin için, hırs ve ihtiras içinde birbirini ezmeye çalışırken, kul hakkına hassas, haramlardan, şüpheli şeylerden kaçınan, az da olsa helâl ile iktifâ eden, muâmelâtında dürüst, temiz, namuslu olan bir insana herkes hayran olur. Böyle bir insan, sadece davranışlarıyla mükemmel bir şahsiyet tevzî eder. Lisânıyla hiçbir şey söylemese de, İslâm’ın güzelliğini en güçlü hatip ve vâizden çok daha belîğ bir şekilde tebliğ etmiş olur.
BİR BAKRAÇ SÜT
Bunun güzel bir misâlini merhum pederim Musa Efendi (k.s.) şöyle anlatırdı:
“Mühtedî, yani sonradan müslüman olmuş bir komşumuz vardı. Bir gün kendisine hidâyete nâil oluş vesilesini sorduğumda şunları söyledi:
«–Acıbadem’de tarla komşum Rebî Molla’nın ticaretteki güzel ahlâkı sayesinde müslüman oldum. Rebî Molla, süt satarak geçimini temin eden bir zât idi. Bir akşam vakti elinde bir bakraç ile bize geldi ve;
“–Buyurun, bu süt sizin!” dedi.
Şaşırdım: “–Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!” dedim.
O hassas ve zarif insan;
“–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülât devresi (yediği otların vücudundan tamamen izâlesi) bitinceye kadar sütünü size getireceğim…” dedi.
Ben; “–Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî;
“–Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip hayvanın tahavvülât devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.
İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi.
Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet güneşi içime doğdu.
Kendi kendime; “–Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dindir. Böylesine zarif, hakşinas, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şahâdet getirip müslüman oldum.»”
İşte, hırs ve ihtirastan arınmış, kanaat ve tevekkül içinde yaşayan, şüpheli şeylerden kaçınan, yalnız helâle talip bir gönlün müstesnâ bereketi…
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi Ocak 2011
Allah'ı Dağlarda Buldum
Abdurrahman İslam… Dile kolay, yaklaşık 40 yıl önce elinde İslam’a dair çok az kaynak varken, Avrupa’da çeşitli ideolojik çatışmaların yaşandığı bir zamanda, üstelik Hristiyan/Katolik inancın merkezi sayılan İtalya’da, Müslümanların varlığı şimdiki kadar rahat kabul görmemişken Müslüman olan bir zât-ı muhterem. Şimdilerde 66 yaşında olan ve hayatının büyük çoğunluğunu Türkiye’de devam ettiren Abdurrahman İslam ağabey ile soyadıyla şereflenişini, 1978 yılındaki ilk Türkiye seyahatini, bir yıl sonra Sâmi Efendi ve Mûsa Efendi ile görüşmelerini ve hayatını konuştuk.
Röportaj: Ömer Faruk Yasin
Müslüman olmadan önce nasıl bir süreç yaşadınız efendim?
16-17 yaşlarında tanrının varlığını araştırmaya başladım. Mutlak bir gerçek, mutlak bir hakikat ihtiyacım vardı. Bu yüzden dağcılığa başladım. “Acaba bu mutlak hakikati dağlarda bulabilir miyim” diye. Ve ben dağlarda gerçekten Allah’ı buldum. Bir gece öyle bir hâl yaşadım ve anladım ki Allah var.
ALLAH’I DAĞLARDA BULDUM
Nasıl bir hâldi bu?
Sözlerle anlatmak çok zor. Normal bir dağcılık faaliyetinin aksine, yanımda arkadaşlarım olmadan, tek başıma çıktım dağlara. Yanımda sadece uyku tulumu vardı. Her şey bir yere kadar iyiydi fakat hava karardığında ortalıkta ay bile yoktu. Korkudan ölecek vaziyetteyken tulumu sonuna kadar kapattım ve titreyerek öylece beklemeye başladım. Gece yarısı gözlerimi açtığımda, ilk gördüğüm şey “sema”, yıldızlarla dolu bir gök oldu… Öyle bir ferahlık verdi ki sanki hepsi toplanıp benim gövdeme doluştular. Ben o anda bütün mahlûkat ile sanki tek bir vücut oldum. Allah Teâlâ’nın huzurunda buldum kendimi. Tamam dedim Allah var. İşte tam burada benim araştırmalarım başladı.
Müslüman olduğunuzda kaç yaşındaydınız?
1977 yılında, yani 27 yaşında uzun bir araştırmanın sonucunda Müslüman oldum. İslamiyet’i bulabilmek için Mevlana Celâleddin-i Rûmî, Feridüddin-i Attar ve İbn-i Arabî Hazretleri gibi Allah dostlarının eserlerini, tasavvuf kitaplarını ve evliya menakıplarını okudum. O vakitler Avrupa’da tasavvufa karşı büyük bir aşk besleniyordu. Daha sonra anladım ki tasavvuf yoluna girebilmek için önce Müslüman olmak gerekiyor. Sonra tabii ki bir mürşid-i kâmile ihtiyaç duymaya başladım.
Aileniz Müslüman olduğunuzu biliyordu değil mi?
Evet, biliyorlardı. Ama tepkileri çok sert oldu. Tıpkı Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamanındaki gibi klasik tepkiler verdiler: “Nasıl olur da babanın, dedenin dinini reddedebiliyorsun.” “İsa -aleyhisselam- sana ne kötülük yaptı ki onu bırakıyorsun?” Ben de anlatmaya çalışıyordum; “Bana hiçbir kötülük yapmadı, şimdi onu daha çok seviyorum.”
Müslüman olmak gerçekten çok zor bir karardı Abdurrahman ağabey. Nasıl böyle bir karar verdiniz?
Çok zor. Eğer bir kişi için Allah varsa, din değiştirmek onun için son derece zor bir şey. Ciddi bir araştırma evresinden sonra anladım ki İslam güzel bir din, bütün eski dinler İslam’da birleşiyor, yenileniyor, tazeleniyor. Ama yine de eski din ile bir psikolojik bağınız var, sevginiz var. Ailem ne olacak? Arkadaşlarım nasıl bir tepki verecek? diye düşünüyorsunuz. Bütün bir çevre etkileniyor böyle bir kararla. Bir de şahsi problemler var: Bana ne olacak? Nereye gideceğim? Acaba bir iş bulacak mıyım? Acaba acaba acaba…
Aileniz Müslüman olduğunuzu öğrendikten sonra ne yaptınız?
İlk olarak Kuzey İtalya’da yeni bir işe girdim. Ailemi terk etmek zorunda kaldım. En büyük sıkıntım beş vakit namazımı aksatmadan kılabilmekti. Namazlarımı kenarda, köşede, gizli yerlerde kılmaya çalışıyordum. Bir gün iş arkadaşlarımdan birisi “Sen sanki gizli bir şeyler yapıyorsun?” dedi. “Eyvah yakalandım”, dedim. (Gülüyor) “Ben Müslümanım. Yapmam gereken bazı görevlerim, ibadetlerim var. Ama sizin nasıl bir tepki vereceğinizi bilmediğim için çekiniyorum.” deyince arkadaşımın cevabı benim için ikinci bir şok oldu: “Eeee! Banane. Sen Müslümansan bu senin hakkın. Kıl. Bizi ilgilendirmez.”
ZEKÂT VEREN HRİSTİYAN ARKADAŞ
Beni tanıdıktan sonra arkadaşlarım da İslamiyet’e karşı iyi şeyler düşünmeye başladılar. Öyle ki benim iş yerindeki müdürümle hala görüşüyoruz. Müslüman olmadı ama arkadaşlığımız ileri bir safhaya ulaştı. İlk haccıma onun parasıyla gittim.
Bu gerçekten çok ilginç bir olay. Müslüman olmayan arkadaşınız size hacca gitmeniz için yardım ediyor! Nasıl oldu bu Abdurrahman ağabey?
Hacca gitme niyetim vardı fakat param yoktu. Evdeki kütüphanemde öylece duran bir hukuk ansiklopedim vardı. Bir gün arkadaşım bana gelip “Senin şu ansiklopedilerine ihtiyacım var, bana satar mısın?” diye sordu. Ben de çok mutlu oldum bu teklife ve “Tabii ki” dedim. Ansiklopedilerimi arkadaşıma sattım ve o parayla hacca gittim. Yıllar sonra onun evinde, verdiğim kutuların hiç açılmamış bir vaziyette öylece durduklarını gördüm. Anladım ki gerçekte arkadaşımın o ansiklopedilere hiç ihtiyacı olmamış. Sadece ben hacca gideyim diye böyle bir davranışta bulunmuştu.
Müthiş bir incelik bu...
Bu ne demek? Allah Teâlâ siz gerçekten isterseniz, size inanılmaz bir yol açabiliyor. Gayrimüslim bir kimsenin eliyle dahi size yardım ediyor.
Bahsettiğim arkadaşım, her sene hesabını yapar “Ben ne kiliseye, ne de Kızılhaç’a güvenmiyorum. Sadece sana güveniyorum” der ve sadakalarını, zekâtlarını Türkiye’ye gönderirdi. Bunları gönderirken de mübarek günleri tercih ederdi. Sonraları küçük bir kızı oldu. “Akşamleyin yatmadan önce mutlaka senin tercüme ettiğin Kırk Hadis kitabından bir-iki sayfa okuyoruz ve sonra uyuyoruz” derdi. Ayrıca Türkiye’de bir gence ilkokuldan üniversiteye kadar burs verdi.
ROMA MESCİDİNDE BİR ZÂT: “SÂMİ EFENDİ’YE GİT!”
Bir mürşid-i kâmil arayışınızdan bahsetmiştiniz… O süreci anlatır mısınız?
Müslüman olduktan on ay sonra bir gün garajdan bozma bir yer olan Roma mescidinde, yaşlı bir İtalyan Müslüman tanıdım. Bu abimiz çok zevk sahibi bir Müslümandı. Aynı zamanda müzisyendi, piyano çalıyordu. Ona “Efendim böyle böyle bir niyetim var. Sizin bana önerebileceğiniz birisi var mı?” diye sordum. O zât bana şöyle bir cevap verdi: “Bak Abdurrahman Bey, ben İslam dünyasının hemen hemen hepsini gezdim. Yüzlerce şeyh efendiler tanıdım. Henüz İstanbul’dan yeni döndüm. Üç aydır oradaydım. Orada da çok mübarek zâtlar tanıdım. Ama bana göre dünyada yaşayan şeyh efendilerin en üstünü Sâmi Efendi. Bence ondan daha üstünü yok.”
Bahsettiğiniz zâtın Sâmi Efendi’ye intisabı var mıydı efendim?
Hem Sâmi Efendi’ye bağlı değildi, hem de başka bir tarikata mensuptu; üstelik de bağlı olduğu tarikatta vazifeli bir zât idi. Buna rağmen beni Sâmi Efendi’ye yönlendirdi.
TÜRKİYE’YE İLK SEYAHAT VE MÛSA TOPBAŞ (K.S.) İLE GÖRÜŞME
Peki bu muhterem zâtın tavsiyesinden sonra ne yaptınız?
Tavsiyesi üzerine ilk fırsatta İstanbul’a geldim. Elimde İstanbul’da ziyaret etmem gereken birkaç adres vardı. Ama Türkçe bilmediğim için derdimi anlatamıyordum. İtalya’ya dönmeden bir gün önce elimdeki son adres İskenderpaşa Camii’ydi. İskenderpaşa Camii’nin entelektüel seviyesi yüksekti. Onlara “Ben bu adresi arıyorum. Kimse bana yardımcı olmuyor” dedim. Bu kardeşlerimiz bana caminin karşısındaki bir mobilya dükkânını işaret ederek, “Bu abimiz İtalyanca biliyor, size yardımcı olur” dediler. Gittim. Bembeyaz sakallı, çok güzel bir amca vardı dükkânda. Konuştuk, derdimi anlattım. Bana yardım edeceğini söyledi ki kendisi Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’ne müntesipti. Fakat bunu bana asla söylemedi. “Ben Musa Efendi’yi tanıyorum. Çok iyi bir arkadaşım” dedi ve hemen telefonla bir randevu aldı. “Yarın buraya gelin, arabayla sizi oraya götüreceğim” dedi. Böylece ilk dersimi Sâmi Efendi’den değil, o zaman vazifeli olan Mûsa Efendi’den almış oldum.
Musa Efendi ile nerede görüştünüz?
Sultantepe’deki köşkte görüştük.
Yalnız mı geldiniz efendim?
Evet, yalnız geldim.
Nasıl anlaştınız peki?
Yanımızda İngilizce bilen, Pakistanlı, çok güzel bir zât vardı. Üstadımız ziyaretimi kabul etti, “Tamam sana ders veriyorum, fakat bu akşam bir öğrenci gelecek, İngilizce olarak sana ne yapman gerektiğini anlatacak.” buyurdular. O gece, İngiltere’de eğitim almış bir öğrenci geldi ve ne yapmam gerektiğini anlattı. Ertesi gün İtalya’ya geri döndüm. Böylece ilk defa Türkiye’ye gelişimde sadece Musa Efendi’yi gördüm. Ertesi sene tekrar Türkiye’ye geldim, o vakit Sami Efendi’yle görüştüm.
SÂMİ EFENDİ İLE İLK KARŞILAŞMA
O bir sene nasıl geçti efendim?
Çok heyecanlı, çok heyecanlı geçti. Verilen dersi yapmaya çalışıyordum. Zaten benim için her şey yeniydi.
Sami Efendi ile görüşmeleriniz….
Evet, o bir yılın sonunda, yani 78 yılında Türkiye’ye geldiğimde görüştük Sâmi Efendi ile. Konu İtalya ve İtalya’daki hizmetlerdi. Kendileri İtalya’daki hizmetlere çok önem veriyordu, aynı şekilde Musa Efendi –rahmetullahi aleyh- ve şimdi de Osman Efendi... Osman Efendi ara sıra şöyle söylüyor “Roma fethedilecek!”.
Muhtemelen Beylerbeyi civarında büyük bir sohbet meclisi vardı. O zamanlar bugünkü gibi sohbet grupları yoktu. Yasaklar dolayısıyla senede bir-iki defa gizli bir şekilde sohbet oluyordu. Sâmi Efendi hakkında öyle güzel şeyler öğrenince, büyük bir zat olduğunu bildiğim için düşünüyordum ki fiziki olarak da büyük biri olmalı. (Gülüyor) Sohbetten önce bir zât Kurân-ı Kerim okudu. Tesadüfen bu zat da gerçekten de iri bir zât idi. Ben onu Sami Efendi zannettim. Hâlbuki Sâmi Efendi o adamın yarısı kadar bile değildi, cüsse olarak. Sami Efendi sanki ruhtan ibaretti. Düşünebiliyor musunuz, vefat ettiğinde belki 40 kilo bile değildi. Bir deri bir kemik, ama tam manasıyla bir nur… Çok nadir konuşuyordu. Sükûtu dahi bambaşkaydı. Sohbet meclislerindeki sessizlik hâlini unutamıyorum. Sâmi Efendi’nin sohbetlerinde çok kuvvetli bir feyz ve bereket hâli var olurdu. O sohbetlerin feyzi bana bir sene yetiyordu. Bazı arkadaşlarım, Türkçe bilmediğim için bana sohbeti tercüme etmeye çalışırlardı. Oysa benim tercümeye ihtiyacım dahi olmazdı.
Sami Efendi ile en son ne zaman görüştünüz?
Son defa 1982 yılında gördüm kendilerini, yine bir hac ziyaretinde. Müslüman olduktan sonra rüyalarım kesilmişti. İlk rüyamı 1982 yılında gördüm. Rüyada Sami Efendi Kâbe’nin yanında oturuyordu. Bana gülümseyerek “Gel” diye işaret etti. O zaman anladım ki beni çağırıyor. Böylece hacca giderek son defa görme şerefine nâil oldum. Musa Efendi’nin de kaldığı meşhur evde ziyaret etmiştim kendilerini.
HAYATIM SÜREKLİ MUCİZELER, KERAMETLER İÇERİSİNDE GEÇTİ
Hayatım sürekli mucizeler, kerametler içerisinde geçti. İlk umremin nasıl gerçekleştiğini anlatayım size: Roma’da bir Arap tanıdım. Bu adam Cidde belediye başkanıydı. O bizi misafir etti. Param, hiçbir şeyim yoktu. Niye anlatıyorum bunu? Allah Teâlâ sizin kalbinize bakıyor. Niyetiniz var mı? Var. “Tamam, para benden” diyor. Açık ve net…
PASAPORTSUZ, BİLETSİZ HACCA GİDİŞ!
Bir gün eşim, evde bir mektup buldu. Vakti zamanında Arabistan’dan bir mektup gelmiş ve ben Arapça bilmediğim için bir kenara bırakmışım. Şöyle yazıyordu mektupta: “Sayın Abdurrahman Bey, ben falan kişi. Medine’de bir dükkânım var. Hatırlıyor musunuz siz şu tarihte bizi ziyaret ettiniz, sohbet ettik daha sonra dükkânımı terk ettiniz. İnşallah siz bu mektubu okuyacaksınız. Çünkü dükkânımı terk ettiğiniz gün cüzdanlarınızı, pasaportlarınızı, uçak biletlerinizi her şeyinizi burada unuttunuz. Fakat kusura bakmayın benim ihtiyacım vardı, bu sebeple cüzdanınızdan bir kısım parayı kullandım. Siz gelince iade edeceğim.” Oysa ben hiçbir sıkıntı görmeden Türkiye’ye nasıl girdim? Bunu bilmiyorum!
ÖNEMLİ OLAN TESLİMİYET!
Önemli olan teslimiyet… Allah Teâlâ’ya sığınmak ve “Sen benim Rabbimsin, benim gücüm yetmez. Sen bana yardım et, zira benim başka yardımcım yok.” diye duâ etmek. Muhakkak Allah Teâlâ’ya dua edersek kabul ediliyor. Ama düzgün bir şekilde ve kabul edileceğine inanarak dua etmek lazım. Nasıl bir iş başvurusu yaptığımızda sürekli onunla ilgileniyoruz, araya tanıdıklarımızı sokuyoruz, ne yapmamız gerekiyorsa yapıyoruz; tabir-i câizse olumsuz bir duruma fırsat vermiyoruz. Allah Teâlâ’dan da sürekli ve sabırla istemeliyiz. Ben şimdiye kadar kabul edilmeyen bir dua görmedim.
Abdurrahman abi müsaadeniz olursa bir sorum olacak. Osman Efendimiz’in bir sözü var: “Allah bize meccanen, bir bedel ödemeden nimetler verdi. Ama öbür tarafta bu nimetlerin hepsinin karşılığını isteyecek.” Size hakikaten büyük bir imtihan sonucunda Allah hidayet nasip etti ve İslam ile şereflendiniz. Biz doğduğumuzda Müslüman olarak doğduk, yani bir miras yedi olarak dünyaya geldik. O bakımdan sizin bize göre bir üstünlüğünüz var. Aynı zamanda bizim büyük bir sorumluluğumuz var, çok daha ağır olan bir sorumluluk. Bize bu konuda ne tavsiye edersiniz?
Estağfurullah. Bakın bizim geçmişimiz ne olursa olsun geçmişte kaldı. Önemli olan bugün ne yapabileceğimiz. Ahiret hayatımız için neler yapabiliriz? Bir an öncesi ve bir an sonrası için elimizden bir şey gelmiyor. Tam manasıyla biz şu anı yaşayabiliyoruz. O zaman bu anı boş geçirmemeliyiz. Üstadımız hep gaflete karşı uyarılarda bulunuyor, özellikle Kur’an-ı Kerim’de bu konuda birçok âyet-i kerime var. Şükretmemiz lazım, ama nasıl? Sadece sözler yetmiyor. Hayatımız, ahirette son bulacak bir yarıştan ibaret. Mesela ibadetler esnasında kalbimizden neler geçiyor? Allah Teâla bizden ibadetler istiyor, ama huşu ile. İbadetlerde en önemli şey Allah Teâlâ’nın huzurunda olabilmenin şuuruna varmak, Allah Teâlâ’yı unutmamak, O’nu sürekli hatırlamak.
HAYATTA EN KÖTÜ ŞEY!
Hayatta en kötü şey nedir biliyor musunuz? “Keşke” demek. İlk önce ailemizden başlayarak arkadaşlarımıza uzanan, oradan da hayvanlara, otlara yani bütün mahlûkata yayılan bir sevgimiz olmalı. Zira onlar bizden daha çok Allah Teâlâ’yı zikrediyorlar.
Bakın mesela bizim şu anda oturduğumuz evin bahçesinde bir köpek var. Ben bu köpeği büyük bir zât olarak görüyorum. Neden biliyor musunuz? Her sabah ezan başlayınca o da kendi diliyle ezana başlıyor. Mesela kuşlar seher vaktinde deli gibi zikrediyorlar. Sonra güneş iyice ortaya çıkınca sakinleşiyorlar. Allah Teâlâ kâinatta her şeyin kendisine ibadet ettiğini bizlere gösteriyor.
ANNEM MÜSLÜMAN DEĞİLDİ AMA DUALARI KABUL EDİLDİ!
Ben Türkiye’ye geldiğim zaman, çok geç bir vakitte ve 43 yaşında evlendim. Benim Türkiye’de evlenmem, annemin duasıdır diye düşünüyorum. Kendilerinden ayrıldıktan beş sene sonra tekrar Roma’ya döndüm, çünkü hedefim anne ve babama Müslüman olmanın kötü bir şey olmadığını ispat etmekti. Annem hayatının son anlarında “Oğlum sen hayatını bizim için feda ettin. Bizim için evlenmedin, bu beni çok etkiledi. Allah sana ne istiyorsan versin. Sen Türkiye’ye gitmek istiyorsan git, Türk bir hanım ile evlenmek istiyorsan, evlen. Yeter ki sen mutlu olasın.” diye dua ederdi. Düşünebiliyor musunuz? Benim annem Müslüman değildi ama bütün duaları kabul edildi. Bir de siz kendi annelerinizi düşünün, ne kadar değerliler…
İSLÂM’I NASIL TEMSİL ETMELİYİZ?
Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de buyurduğu gibi, Peygamber Efendimizin dualarında istediği gibi, İslamiyet’i en güzel şekilde temsil ederiz. İlk önce insan olacağız, adam olacağız; güzel birer Müslümanlar olacağız. “Başka insanlar neden İslamiyet’i seçsin?” diye düşünmeli ve ona göre örnek olmaya çalışmalıyız.
Kaynak: Genç Dergisi, Mayıs 2016
Seni Öldürmeye Gelen, Sende Dirilsin!
İnsanlarla olan iletişimimizde kullandığımız sözler, kurduğumuz cümleler muhatabımızın gönül dünyasında güzel hisler uyandırmalı ve bu sebeple, dost ise dostluğu kuvvetlenmeli, düşman ise düşmanlığını gidermelidir. Bunun en güzel örneklerini sahabenin hayatında görüyoruz.
Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Ona yumuşak söz (kavl-i leyyin) söyleyin. Belki o, nasihat dinler veya Allâh’tan korkar.” (Tâhâ, 44)
Rasûlullah (sav) buyurdular: “Din, nasihatten ibârettir.” (Buhârî, Îmân, 42)
Mus‘ab bin Umeyr (ra), beraberinde Es‘ad bin Zürâre (ra) olduğu hâlde Medine’de Abd-i Eşhel ve Zaferoğulları’nın yurduna gitmişlerdi.
O gün Abd-i Eşheloğulları’nın liderleri Sa‘d bin Muaz ile Üseyd bin Hudayr idi. İkisi de henüz müşrikti. Sa‘d, Mus‘ab bin Umeyr’in gelişini duyunca Üseyd’e;
“−Ne duruyorsun? Bizim zayıf ve cılız insanlarımızı aldatmak için gelen şu iki adamın yanına git ve onları buradan uzaklaştır!” dedi.
Üseyd de Mus‘ab bin Umeyr ile Es‘ad bin Zürâre’nin yanlarına geldi; kötü sözler söyleyerek başlarına dikildi ve elindeki mızrağını onlara doğrultup; “−Yaşamak istiyorsanız buradan çekip gidin!” dedi.
Mus‘ab (ra) ise sâkin ve mütebessim bir şekilde şu mukabelede bulundu; “−Eğer oturup dinlersen, sana söyleyeceklerimiz var. Sen akıl ve basîret sahibi seçkin bir kimsesin. Beğenirsen kabul eder, hoşlanmazsan uzak durursun…” dedi.
Üseyd, biraz düşünüp; “−Doğru söylüyorsun.” diyerek mızrağını yere sapladı ve dinlemeye başladı.
Dinledikçe Mus‘ab (ra)’ın anlattığı ilâhî güzelliklerin câzibesine kapılarak İslâm’ı kabul etti. Sonra huzur içinde oradan ayrılıp Sa‘d’a; “−Onları dinledim, anlattıklarında da bir mahzur görmedim.” dedi.
Buna kızan Sa‘d, bu defa kendisi Mus’ab’ın yanına gitti. Öfkeli idi ve kılıcını da yarıya kadar sıyırmıştı. Mus’ab (ra) onu da aynı şekilde karşıladı. Yatıştırdı. Sonra tatlı ve rûhunu okşayıcı bir üslûp ile ona da bir kısım ilâhî hakikatleri anlattı.
Böylece Sa’d da, Üseyd gibi anlatılanların ulvî câzibesine kapılarak îman kevserini yudumladı.
Hiç şüphesiz bu hâl, Allah Rasûlü (sav)’in mânevî terbiyesinde yetişen müstesnâ sahâbîlerin nasıl yüce bir olgunluğa eriştiklerinin bir misâlidir.
O bahtiyarlar, insanın ihyâsından ibaret olan İslâm’ın bereketiyle; “Seni öldürmeye gelen, sende dirilsin!” düsturunu beşeriyet tarihine altın harflerle yazmışlardır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Sayı: 01, Mart 2005
Kenyalı Futbolcu Müslüman Oldu
Kayseri'de futbol oynayan Kenyalı ampute futbolcu, Müslüman oldu.
Melikgazi Belediyesi Bedensel Engelliler Gençlik ve Spor Kulübünde forma giyen Kenyalı Jhon Keio, Müslüman oldu.
Kayseri İl Müftülüğünden yapılan yazılı açıklamaya göre, 6 aydır Kayseri'de bulunan Keio, kendisi gibi engelli olan sporcu arkadaşlarıyla müftülüğe giderek herhangi bir dine mensup olmadığını belirtti.
Türkiye'yi sevdiğini ve Müslüman arkadaşlarından çok etkilendiğini dile getiren Keio'ya, il müftüsü Şahin Güven tarafından İslamiyet hakkında bilgi verildi.
Keio, il müftü yardımcısı Atıf Akşit tarafından Kur'an-ı Kerim okunmasının ardından kelimeişehadet getirerek Müslüman oldu.
İl müftüsü Güven, Kenan ismini alan ampute futbolcuya ihtida belgesi, Kur'an-ı Kerim meali, ilmihal ve çeşitli kitaplar hediye etti.
Firavunun Sihirbazları Nasıl Müslüman Oldu?
Hak dostları; zâlim, fâsık ve kâfirlerin hayat tarzlarına meyletmek bir yana, onların iyiliğine bile muhâtap olmaktan sakınmışlardır. Zira insan, ihsâna mağluptur.
Gönülde, iyiliği görülen kimselere karşı bir yakınlık ve meclûbiyet hissi filizlenir. Bu yüzden bir zarûret olup da ihtiyacını arz etmek gerektiğinde, sâlih kimselere mürâcaat etmeli, nâmerde muhtaç olmaktan Allâh’a sığınmalıdır.
Nitekim ihtiyacı için başkalarından bir şey isteyip isteyemeyeceğini soran bir sahâbîye Peygamber Efendimiz :
“–Hayır, isteme! Ancak istemek zorunda kalırsan, hiç olmazsa sâlihlerden iste!” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Zekât, 28)
Bu hususta Firavun’un sihirbazlarının hâli de çok ibretli bir misaldir.
Firavun’dan evvelâ izzet ve îtibar gören sihirbazlar, şâhid oldukları mûcizeler sebebiyle îmân ettiler. Firavun, onların bu hâli karşısında öfkeden deliye döndü; ölüm tehditleri yağdırmaya başladı. Sihirbazlar ise îman asâlet ve metânetiyle dik durdular, bâtıl karşısında eğilmediler.
“–Senin zulmün dünyaya âittir, sen dilediğin gibi hükmedebilirsin, biz nasıl olsa Rabbimize döndürüleceğiz.” diyerek meydan okudular. Elleri ve ayakları çaprazlama kesilip hurma dallarına asılmadan önce de, beşerî bir acziyet göstermemek için ellerini semâya kaldırarak:
“...Yâ Rabbî! Üzerimize sabır yağdır (ki îmanda zaafa düşmeyelim), canımızı Müslüman olarak al!” (el-A’râf, 126) duâsıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler. Ardından da şehîden Rab’lerine kavuştular.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından 1, Erkam Yayınları
Tebliğ Mesuliyetimiz
Acaba etrâfımızda kendilerine yardım edecek sıcak bir yürek bekleyen kaç gönül, İslâm’ın güler yüzüne hasret kaç vicdân, en ufak bir gayretle hidâyet bulacak kaç insan var? Bu sebeple, îmân edip amel-i sâlih üzere bulunan mü’minlerin, mânevî mes’ûliyetlerini unutmayıp her an ilâhî hakîkatlerden habersiz olanların yardımına koşmaları îcâb eder.
Mü’mini menfaatperestlikten kurtararak diğergamlığa sevk eden şefkat ve merhamet duyguları, îmânın ne güzel bir tezâhürüdür. İslâm’ı, îman nîmetinden mahrum gönüllere tebliğ edebilmek de ne saâdettir.
İnsanların, selde sürüklenen âvâre kütükler gibi menfî akıntılara kapıldığı günümüzde insanları hayra çağırmak, yanlışlarını düzelterek bilmedikleri doğruları öğretmek, mâneviyatlarını takviye edip gönül âlemlerini rûhâniyet ile doldurarak Hakk’a yönlendirmek, ne güzel ve ne ulvî bir hizmettir. İnsanların hem bu dünyalarını hem de ebedî âlemlerini güzelleştiren bu hizmet, kendimiz için bir şükür vesîlesi, muhtaçlar için de bir vicdan borcumuzdur. Bu hususta gösterilen en küçük bir ihmal bile, büyük bir vebâl olarak ilâhî mizanda karşımıza çıkacaktır.
AMERİKA'DA BİR MÜHENDİSİN İSLÂMLA ŞEREFLENİŞİ
Yakın bir zamanda yaşanmış olan ve tebliğ mes’ûliyetinde gösterilecek ihmâlin vebâlini hatırlatan şu hâdise, her mü’min yüreği derin bir nefis muhâsebesine sevk etmelidir: Amerika’da bir mühendis Hristiyan iken İslâm’la şereflenmiş ve bu sebeple bir mescidde merâsim tertiplenmişti. Uzak ve yakından pek çok müslümanın katıldığı bu merâsimde, hidâyete eren o mühendis bir konuşma yapacak ve İslâm’ı tercih sebeplerini anlatacaktı.
Sözlerine şöyle başladı: “−Siz müslümanlara bir suâlim olacak! Evvelâ onun cevâbını almak istiyorum. Benim annem de babam da birer Hristiyan olarak vefât ettiler. Size onların öldükten sonraki durumlarının ne olduğunu soruyorum?!” Cemaat endişelendi.
Bu yeni müslümanı üzme korkusuyla şöyle cevap verdiler:
“−Peygamber oluşundan sonra kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ebedî saâdeti, ancak ve ancak Muhammed’in risâletini tasdîk etmek, yani müslüman olmakla mümkündür. Bununla beraber, İslâmî tebliğ onlara ulaşmamış ve onlar İslâm’dan haberdar olamamışlarsa mâzurdurlar. Bu husus, Cenâb-ı Hakk’ın takdirine kalmıştır.”
Bunun üzerine mühendis, sözlerine şöyle devâm etti:
“−Ey müslümanlar! Benim annem de, babam da benden daha bilgili, ahlâklı ve insaflı kimselerdi. Lâkin içinde yaşadıkları cemiyetin şartlandırmasıyla Hristiyan olarak İslâm’dan habersiz yaşadılar. İslâm dîninin güzelliğini onlara kimse ulaştırmadı. Bu hâl üzere de vefât ettiler. Mâsum bir nebî olan Hazret-i Îsâ’yı, ulûhiyette Cenâb-ı Hakk’a ortak sanıyorlardı. İslâm’ın belki ancak ismini duymuşlardı.
Allah hepinizden râzı olsun ki, buraya gelip bu mescidi açtınız. Beni irşâd ederek İslâm’ı anlattınız ve hidâyetime vesîle oldunuz. Size teşekkür ederim. Lâkin benim annem de, babam da birer emekli insandı. Neden biriniz onlara yaklaşıp, bana anlatılanları onlara da anlatmadı? Eğer bunu yapsaydınız, onlar belki benden daha da istekli bir sûrette İslâm’ı kabul edeceklerdi. Evet, biliyorum, îman bir nasip işi ve kader îcâbıdır. Lâkin bu âlem de, bir sebepler âlemidir.
Siz, neden sebeplere tevessül ederek bu vazifeyi îfâ etmediniz? Ben inanıyorum ki, onların İslâm nîmetinden mahrum olarak âhirete göçmelerine, sizin ihmâl ve gafletiniz sebep olmuştur. Onlar, mahşer gününde sizden dâvâcı olacaklar... Ben de… Ben de...” dedi ve kürsüde bir müddet hıçkırıklarla ağladıktan sonra, müslüman olma sebebini anlatmaya başladı…
KENDİMİZİ MUHASEBE EDELİM
Şimdi kendimizi bir muhâsebe edelim: Acaba etrâfımızda kendilerine yardım edecek sıcak bir yürek bekleyen kaç gönül, İslâm’ın güler yüzüne hasret kaç vicdân, en ufak bir gayretle hidâyet bulacak kaç insan var? Bu sebeple, îmân edip amel-i sâlih üzere bulunan mü’minlerin, mânevî mes’ûliyetlerini unutmayıp her an ilâhî hakîkatlerden habersiz olanların yardımına koşmaları îcâb eder.
Nitekim Allâh’a ibadet etmek için yaratılan insana hizmet, bir nevi Allâh’a ibadet makamındadır. Ayrıca pek çok ahlâkî vasfın zâyî edildiği ve mânevî hassâsiyetlerin yitirilerek maddenin esâretine girildiği mahzun devirlerde yapılan sâlih amelleri Cenâb-ı Hak, husûsî ecirlerle mükâfatlandırır. Bunları “Karz-ı Hasen: Kendisine verilmiş güzel bir borç” olarak kabul eder. Karşılığını da, tıpkı zor ve tehlikeli yerlerde memuriyet yapan kişilere verilen “mahrûmiyet zammı” gibi kat kat fazlasıyla lûtfeder.
Bu sebeple günümüzde de insanların İslâm’ın nûru ile şereflenmesine gayret etmek, mânevî eğitim ve hizmetlere koşmak, bu bereketli ecre nâil olmak bakımından çok ehemmiyetlidir. Şu da ayrı bir hakîkattir ki Allah Teâlâ, dînine hizmet eden ve kullarının sıkıntılarıyla meşgul olan kimselerin husûsî sıkıntılarına kefîl olur. Bütün meşgûliyeti kendi derdinden ibâret olanları ise dertleriyle baş başa bırakır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Gönül Yolculuğu, Erkam Yayınları
Dört Genç Kızın Hidâyet Öyküsü
Dört genç kız… Kimi Müslüman olalı, daha iki ay olmuş… Kimisi altı ay… Bir kısmı ise, İslâm adını taşıyan, fakat özünden uzak büyüyen hanımlar... Ve “her şey aslına döner” misâli, özlerine, İslâm’a yönelmişler. Ama hepsinin, hidâyete kavuşmasının ortak paydasında biri var: Hocaları, Nesibe Dereli Hanımefendi… Küfrün ortasında, her yıl birçok hidâyetlere vesîle olan, çok gayretli, mütevâzî bir îmân âbidesi o… Nûrlu bahçıvanımızın elinde yetişen nâdide çiçeklerden, hizmet erlerinden sadece bir tanesi...
Röportaj: Halime Demireşik
Kutlu bahçıvanımız, Efendimiz!.. Bakın, her geçen gün büyüyor attığınız tohumlar... Kimisi Fransa’dan meyve veriyor, kimisi Orta Asya’dan, kimisi Sibirya’dan... Ve dahî yetişiyor, Afrika tohumlarınız… Bizler unutmadık efendim, Hüdâyî Sofrası’ndan yediğimiz her lokmanın bir bedeli olduğunu… Bizler adadık bu yola canlarımızı… Sizin müstesnâ yüreğinizden aldığımız hizmet heyecanımız, Allâh’ın izni ile hiç sönmeyecek... Yarın Kıyâmet gününde şehâdet edeceğiz, Rabbimize ve Âlemlerin Sultanı biricik Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“-Bahçıvanımız, bizi en güzel şekilde yetiştirdi. Emânet ettiğiniz nîmetin hakkını verdi!..” diye... * * *
Bizi duygulandıran, kısa fakat ibretlik bir röportaj… Nice hidâyetlere vesîle olması niyâzı ile buyrun efendim…
BİR İNSANIN GAYRETİ DÖRT HİDÂYETİN ÖYKÜSÜ
Nur hanımefendi, bize kendinizi tanıtır mısınız?
Evet, ismim Nûr... Bu, yeni ismim, tabiî... 20 yaşındayım. Okuyordum, ama okulumu bırakmak zorunda kaldım. Şimdi bir restorantta çalışıyorum. Henüz iki ay önce müslüman oldum.
Niçin okulu bırakmak zorunda kaldınız acaba?
Fransa’da her genç, on sekiz yaşına gelince, âilesi, onu evinden âdeta atar. Bakmaz. Genç, okulunu da, parasını da kendi gayretleri ile kazanmak zorundadır. Ben de okulla işi bir arada yürütemediğim için okulu bırakıp mâişetim için çalışmaya başladım. Zaten küçükken annem ile babam ayrılmış. Ben, annemin yanında büyüdüm. Şimdi de “stüdyo” denilen, küçük bir odada, tek başıma yaşıyorum. Bu benim yaşadıklarım, batıdaki hemen her gencin yaşantısı aslında...
Peki, İslâm ile şereflenmeniz nasıl oldu?
Ben Müslüman olmadan önce ateisttim. Kendimi büyük bir boşlukta hissediyordum. Zaten âilem bana hiçbir zaman, herhangi bir din hakkında bilgi vermedi. Annem katolikti, fakat dinini hiç yaşamıyordu. Babam biraz dinini yaşıyordu. O da bizden ayrı olduğu için ondan da bir şey öğrenemedim.
Sürekli huzursuzluk ve bunalım içinde bulunduğumdan kendimi kitaplara verdim. Bu sırada İslâm’ı anlatan kitaplar, çok ilgimi çekiyordu. Ve İslâmiyet’i araştırmaya başladım.
Neden diğer dinleri değil de İslâmiyet’i araştırmaya başladınız?
Ben, Katolik okulunda okumuştum. Çevremde birçok hıristiyan vardı. Onlardan hıristiyanlıkla ilgili bazı şeyler öğrenmiştim. Ama bunlar beni hiçbir zaman etkilemedi. Erkek kardeşim de bir Yahudi okulunda okuyordu. O da her yemekte yahudiliği ve Yahudileri anlatırdı. O da bana câzip gelmiyordu. Bu yüzden ilk olarak İslâm’dan başladım. Fransa’da televizyonlarda sürekli İslâm’ın bir terör dini olduğunu söylüyorlardı. Fakat bu söylenenler, benim düşüncelerimi hiç etkilemedi. Çünkü ben, etrafımdaki müslüman arkadaşlarımın yaşadığı İslam ahlâkının tesirinde kaldım. Onlar, çok güzel insanlardı.
Araştırmanıza, önce hangi eserlerden başladınız?
Önce Kur’ân-ı Kerîm’in Fransızca tercümesini alıp okudum. Sonra da İslâm’ı anlatan kitapları okumaya başladım. İnternete girip sitelerden İslâm hakkında bilgi topladım. Videolar izledim. Yaptığım her araştırma, beni İslâm’a bir adım daha yaklaştırıyordu. Bu zaman zarfında müslüman arkadaşlarımdan da çok yardım gördüm. Merak ettiğim veya anlamadığım her soruya cevap vermeye çalışıyorlardı. Bu din, benim önce rûhuma, sonra ise aklıma yattı. Bir sabah uyandım: “-Evet, hazırım. Müslüman olmalıyım!..” diye düşünerek Nesibe Hocamızın da bulunduğu câmiye gittim.
Orada bir program yapıyorlardı. Ben Nesibe Hocama, müslüman olmak istediğimi söyledim. O da beni, önceden îman etmiş mühtedîlerin yanına oturarak programı izlememi söyledi. Programın sonunda, sahnede, müslüman kardeşlerimin mutlu bakışları eşliğinde, kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldum, elhamdülillah... İki aydır, Cuma akşamları Nesibe hocamızın sohbetlerine katılıyorum. İçim, huzurla doluyor elhamdülillâh!.. Şimdi en büyük arzum, İstanbul’a, sizlerin yanına gelerek dinimi öğrenmek inşâallâh..
Müslüman olduktan sonra hayatınızdaki en büyük değişiklik ne oldu, acaba?
En büyük değişimi, karakterimde yaşadım. İki aydır çok mutlu ve huzurluyum. Bugüne kadar hayatımda örnek alacağım, tam anlamıyla güvenebileceğim kimse olmamıştı. Şimdi ise, önümde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun izinden gitmeye çalışan güzel müslümanlar var. Bu, beni çok rahatlatıyor. Namazımı kılıyorum. Sûreleri yeni yeni ezberliyorum. Namaza başlamadan önce bir eksiklik hissediyordum. Başlayınca sanki o eksiklik de tamamlanmış oldu. Başörtü takmaktan önceleri çekindim. “Etrafımdakiler ne der?!” diye düşünüyordum. Ama fıtratıma en uygun olanın örtünmek olduğunu hissettiğimde seve seve örtündüm. Şimdi kendimi daha korunmuş ve daha edepli hissediyorum.
Nûr Hanıma, gayretleri sebebiyle teşekkür ediyoruz. İnşâallâh, kendisi de nice hidâyetlere vesîle olur.
HUZUR İSLÂM’DA
Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Lusi (Lucy), müslüman olunca “Hatice” ismini aldım. 20 yaşındayım. Altı aydır Müslümanım, elhamdülillâh! Çalışıyorum. Bir yandan da iç mimarî üzerine eğitim alıyorum. Annem İngiliz, babam İspanyol… Ben de arkadaşım Nûr gibi, 18 yaşından beri kendi hayat mücâdelemi veriyorum. Aynı şekilde ben de önceleri ateisttim. Ama beni sürekli izleyen bir gücün varlığını hep yakınımda hissediyordum.
Hidâyet yolculuğunuz nasıl başladı?
Biz gençler, arkadaşlarımızdan çok etkileniyoruz. Benim İslâm’a girmemin en büyük sebebi, müslüman arkadaşlarımdır. Müslüman arkadaşlarımla birlikte Nesibe Hocamızın Cuma sohbetlerine katılmaya başladım. Bir müddet katıldım. “Rûhuma uygun mu, beni tatmin ediyor mu?” diye inceledim âdetâ... O sıralarda birçok problemlerim ve maddî-mânevî sıkıntılarım vardı. Sadece sohbete geldiğim zamanlarda, o stresli ortamlardan uzaklaşıp rahat bir nefes alabiliyordum. Bu huzuru, her an hissedebilmek için müslüman olmaya karar verdim, elhamdülillâh! Müslüman olmaya karar verdiğim gün, Nesibe Hocama telefon açtım. Ona, birden: “-Müslüman olmaya karar verdim!” deyince Nesibe hocam:
“-İstersen hidâyete girişin için bu akşam bir program hazırlayalım.” dedi. Ben çok korktum.
Niçin korktunuz?
İslâm’a lâyık olamamaktan korktum. Ve Müslüman olmayı bir müddet daha erteledim. Nesibe hocamız da: “-Acelesi yok, sen hazır olduğunda gel!.. Kapımız her zaman sana açık, istediğin zaman buyur gel!..” deyince biraz daha rahatladım. Kendime bir-iki ay daha zaman tanıdım. Sonra da Müslüman oldum, çok şükür…
Bu bir-iki aylık dönemde ne yaptınız, yeni bir araştırmaya mı başladınız?
Araştırmadan ziyâde Müslümanları gözlemledim. İslâm’daki “îman kardeşliği” beni çok etkiledi. Müslümanlar, kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile müslüman kardeşine verebilme hissiyatı (îsâr) içindeler... Ama Fransa’da böyle değil. Herkes kendisi için yaşıyor. Ebeveynler bile kendi çocuklarının sorumluluklarından kaçıyorlar. 18 yaşından sonra kendi evlâdı için bile hiçbir fedâkârlık yapmıyorlar. İslâmiyet’in insana verdiği kıymet, beni çok etkiledi. Ben iki semâvî dini de gördüm. Yahudi okulunda okudum. Katoliklerle de iç içe yaşadım. Şuna şâhit oldum ki, insanın rûhunu doyuran tek ve en anlamlı din, İslâm... Meselâ yahudi okulunda okurken en yakın arkadaşım bir yahudi idi. Babası Yahudi, ama annesi Yahudi ırkından değildi. O yüzden annesine hiç değer vermiyor, ona sürekli hakaret ediyordu. Ona göre tek insan, yahudilerdi. Bu hâl, beni onlardan hep soğutmuştur. Hristiyanlık’ı, İncil’i okuyarak inceledim. Günümüzdeki İncil, bence, semâvî bir dinin kitabından ziyâde bir hikâye kitabı gibi ve kendi içinde bile birçok tezatlar var.
Müslüman olduğunuzu, âileniz biliyor mu?
Evet. Müslüman olunca anneme: “-Ben müslüman oldum.” diye mesaj attım. Annem, hemen çalıştığım yere geldi. “-Şaka mı yapıyorsun?” dedi. Önce kabullenmekte zorlandı, fakat sonra alıştı. Erkek kardeşimle çok samimiydik. O da başka birisinden duymuş müslüman olduğumu… Önce bana tepki olarak bir müddet küstü, hiç konuşmadı. Şimdi o da alıştı. Zamanla herkes kabullendi yani… Müslüman olmadan önce, her gece bir eğlence yerindeydim. Müslüman olunca geceleri evimdeyim. Bu değişiklik bile insanları şaşırtıyor. Meselâ eskiden çok açık giyinirdim. Şimdi tesettürüme dikkat etmeye gayret ediyorum.
Müslüman olunca en çok neyi yaşamakta zorlandınız?
En çok yemek konusunda zorlandım. Gittiğim yerlerde maalesef helâl et konusunda titiz insanlar yok. İkinci zorlandığım şey de namaz oldu. Çünkü orada ezân yok! Namaz vakitlerini tam bilemiyorum. Çalıştığım ortamda namaz kılma imkânı yok. Burada namaz kılmak çok kolay, sürekli namazı hatırlatan ezânlar var. Ben buraya geldiğimden beri her namazımı kılabildim, elhamdülillâh!
Buradan akranlarına bir mesaj yollamak ister misiniz?
Özellikle Müslüman bir ülkede yaşadıkları için Allâh’a çok şükretsinler. Burada namaz kılmak, yemek yemek, oruç tutmak, kısacası Müslüman olmak çok kolay!.. Avrupa’da İslâm’ı yaşamak ise çok zor... Eğer içlerinde Müslüman olmayanlar varsa, onlara da demek isterim ki; Ben hemen her dini hem gördüm, hem araştırdım. Hiçbirisi hakiki bir huzur vermiyor. “Huzur, İslam’da” diyorum. İslâm’a önyargılı davranmasınlar. Önce Kur’ân-ı Kerîm’i açıp okusunlar. İnşâallâh, bize de duâ etsinler.
HRİSTİYANLARIN ELİNDE BÜYÜYEN MÜSLÜMAN
Kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Daviya, 34 yaşındayım. Hemşireyim. Cezâyirli müslüman bir âilenin kızı olarak dünyaya geldim. Ama maalesef âilem, bana İslâm’ı hiç anlatmadı. Kendileri de İslâm’ı pek yaşamazlardı. Beni küçük yaşta bir Hıristiyan okuluna verdiler. Ondört yaşıma kadar râhibelerle yaşadım. Yani beni, râhibeler terbiye etti.
Müslüman bir âile, kızını neden râhibe okuluna verir?
Devlet okullarında ciddî bir eğitim olmadığı için... Eğitime önem veren âileler, çocuklarını ya hıristiyan ya da Yahudi okuluna veriyorlar. Beni de daha iyi eğitim almam için bu okula vermişler. Ben Hristiyan olmadım, ama neredeyse olacaktım. Hayata tamamen Hıristiyanların bakış tarzı ile bakıyordum. Allah, son anda beni kurtardı.
Müslüman olduğunuzu okuldaki râhibeler veya arkadaşlarınız biliyor muydu?
O sıralarda ben bile kendimi müslüman olarak hissetmiyordum ki, onlar benim Müslüman olduğumu bilsinler!.. Ben
İslâm’dan çok korkuyordum. Etrafımda hep Müslüman Araplar vardı. Onlar da İslâm’ı anlatmak için sadece cehennemden bahsediyorlardı. İnanın, Kur’ân-ı Kerîm’i bile elime almaya korkuyordum.
Gerçek İslâm’la nasıl buluştunuz?
Bir gün arkadaşlarımın vesîlesi ile ben de Nesibe Hocamın Cuma sohbetine katıldım. İşte asıl İslâm ile tanışmam böylece başlamış oldu. İslâm’ın sadece cezâ veren, yakan bir din olmadığını, aksine tamamen merhamet üzerine binâ edildiğini gördüm. Rabbimizin ne kadar merhametli olduğunu öğrendim. Türkiye’ye gelince, bunu hem daha iyi anladım, hem de bizzat görmüş oldum. Buradan çok etkilendim. Çok mâneviyâtlı, huzurlu bir havası var. Namazlarımı burada tam kılabildim. Bu, beni çok mutlu ediyor.
Daviya hanım, siz İslâm’ı öğrenince, İslâm’ı nasıl anlatmayı düşünüyorsunuz?
Öğrendiğim kadarıyla öğretmeye başladım zaten… Ben, öncelikle İslâm’ın merhametini anlatmak istiyorum. Ve özellikle ahlâkımı güzelleştirip onunla İslâm’ı taşımak istiyorum, inşâallâh!
BEN DE CEZÂYİRLİYİM
Siz de kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Kerime. Ben de Cezâyirliyim. 26 yaşındayım. Beş yaşında bir oğlum var. Annem de Müslüman, fakat Hıristiyan arkadaşlarından çok etkileniyordu. Onlarla kiliseye gidip duâ ediyordu. Çocukken ben de kiliseye gidiyordum. Dine karşı çok meraklıydım. İncil’i elime alıp sık sık bazı bölümlerini ezberliyordum. Onu ezberlerken içindeki yanlış düşünceleri ve tezatları çocuk olduğum hâlde fark edebiliyordum. Kiliseye girince çok üşüyordum. Çok karanlık ve içimi daraltan bir havası vardı. Ama annem, din adına, bizi sadece oraya götürdüğü için çaresizce gidiyordum. Başka bir dinin mâbedini görmemiştim. Âilem, benimle pek ilgilenmediği için hep evden kaçıyordum.
Sizin İslâm ile buluşmanız nasıl oldu?
Bir gün bir rüyâ gördüm. Rüyâmda beni alıp bir yerlere götürüyorlardı. Orada bir kadın, beni işaret ederek: “-Senin namaza başlama vaktin geldi artık!..” dedi.
Etrafımdaki Araplardan namazı görmüştüm. Onlar beni namaza dâvet ederken: “-Sen de Arapsın, namaz kılmalısın!..” diyorlardı. Bu ise bana hiç câzip gelmiyordu. Bir gün bir kitap okudum. O kitapta Allâh’ın bize verdiği nîmetler ve bizim de nankörlüğümüz anlatılıyordu. Bu kitaptan çok etkilendim. Kitapta bir hadîs-i kudsî vardı. Cenâb-ı Hak, şöyle buyuruyordu: “Ben, bir kulumu sevdiğim zaman onu kendime yöneltirim.” Bu hadis, beni çok etkilemişti. Ve ben, Allâh’ın izni ile İslâm’a yöneldim.
Bundan sonraki hedefin ne?
Ben gençlik yıllarımın en başında, çok hatalı yollardan geçtim. Belki zamanında elimden tutan olsaydı, o hataları yapmayacaktım. O yüzden gençliğe yeni adım atan kimselere yardımcı olmak istiyorum. Benim yaptığım hatalara, onların düşmesini istemiyorum. Benim kardeşim de benim gibi çok hatalar yaptı, gençliğinin en güzel yıllarında hapse girdi ve orada intihar etti. Bu, beni çok üzdü. Ben, kötülüğün her çeşidini yaşadım. Binbir türlü bâdireden geçtiğim için gençlerin düşecekleri tuzakları çok iyi biliyorum. Bu yüzden onlara daha faydalı olacağımı ümid ediyorum. İnşâallâh, en kısa zamanda Türkiye’ye gelerek İslâm’ı en güzel şekilde öğrenmek istiyorum. Bana duâ edin inşâallâh…
Hepinize çok teşekkür ederiz. İnşâallâh her biriniz, İslâm’ın gülen yüzü olup, nice hidâyetlere vesile olursunuz.
Kaynak: Dünya İslam’a Koşuyor [Hidayet Öyküleri], Halime Demireşik, Sultantepe Yayıncılık
Tebliğ etme Vazîfesinin Önemi
Mü’mini menfaatperestlikten kurtararak diğergamlığa sevk eden şefkat ve merhamet duyguları, îmânın ne güzel bir tezâhürüdür. İslâm’ı, îman nîmetinden mahrum gönüllere tebliğ edebilmek de ne saâdettir.
İnsanların, selde sürüklenen âvâre kütükler gibi menfî akıntılara kapıldığı günümüzde insanları hayra çağırmak, yanlışlarını düzelterek bilmedikleri doğruları öğretmek, mâneviyatlarını takviye edip gönül âlemlerini rûhâniyet ile doldurarak Hakk’a yönlendirmek, ne güzel ve ne ulvî bir hizmettir. İnsanların hem bu dünyalarını hem de ebedî âlemlerini güzelleştiren bu hizmet, kendimiz için bir şükür vesîlesi, muhtaçlar için de bir vicdan borcumuzdur. Bu hususta gösterilen en küçük bir ihmal bile, büyük bir vebâl olarak ilâhî mizanda karşımıza çıkacaktır.
TEBLİĞ VAZÎFESİNİN ÖNEMİ
Peygamber Efendimiz, tebliğ hizmetinin ehemmiyetine dâir Hazret-i Ali’ye (r.a.):
“−Bir kimsenin senin vâsıtanla hidâyete ermesi, senin için en kıymetli dünya nîmeti olan kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd, 143) buyurmuş ve her fırsatta ümmetine de, tebliğ vazife ve mes’ûliyetini hatırlatmışlardır.
Zira tebliğ vazifesinin ihmâli, kişiyi hem bu dünyada hem de âhirette pek çok sıkıntılara dûçâr eder. Bu hususta Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle buyurur:
“(Ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık:
Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak:
«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der.
Yakasına yapışan kişi ise:
«–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.”
PEYGAMBER MESLEĞİ
Unutmamak gerekir ki, Allâh’ın dînini tebliğ ve tâlîm etmek, peygamber mesleği denilebilecek mukaddes bir vazifedir. Allâh’ın en seçkin kulları olan peygamberler, bu uğurda her türlü meşakkate katlanmışlardır. Bunun için olgun bir mü’min de, hizmet ve tebliğ ehlidir. O, nefsin girdaplarında boğulmak üzere olanların imdadına koşan bir yardım eli, günah çukuruna düşenlerin yollarını aydınlatan bir fener, yolunu kaybeden veya şaşıranlara yol gösteren bir kılavuzdur.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından, Erkam Yayınları
Güzel Ahlâk Sâyesinde Müslüman Olan Ülke
Merhamet, şefkat, diğergâmlık, cömertlik, nezâket, ve zarâfet gibi hasletler; İslâmʼın rûhânî dokusundaki en kıymetli sâlih amellerdendir.
İNSANLAR KARAKTER VE ŞAHSİYETE HAYRAN OLURLAR
İslâmiyetʼin şekil ve zâhir tarafı bir vazo ise, bu güzel vasıflar, bu ahlâk-ı hamîde, yani bu övülmüş hasletler; o vazodaki nâdide çiçekler mesâbesindedir. Bunlar olmaksızın Cenâb-ı Hakkʼa takdîm edilen bir kulluk; içi boşaltılmış bir vazodan farksızdır. Bunlardan mahrum, zâhirde kalmış bir dîne insanları çağırmak; tıpkı boş bir zarfı hediye etmek veya ikram olarak boş bir tabak uzatmak gibidir…
İnsanlar dâimâ karakter ve şahsiyete hayran olur, karakter ve şahsiyetin peşinden giderler. Çünkü sağlam bir şahsiyetin sergilediği en küçük bir İslâmî hassâsiyet bile, bâzen en beliğ sözlerden daha tesirli olabilir. Nitekim şu hâdise de, bunun bâriz bir misâlidir:
ENDONEZYA, İSLÂM’A GÜZEL AHLÂK SÂYESİNDE GİRDİ
Gönlü İslâm’ın güzellikleriyle yoğrulmuş, kumaş ticâreti ile uğraşan müslüman bir tâcir, günün birinde kumaşlarını bir gemiye yükleyerek Endonezya’ya gider ve oraya yerleşerek ticaretine devam eder. Getirdiği kaliteli kumaşlar tam da halkın aradığı cinstendir. Kendisi ise kanaat sahibi bir mü’min olduğundan; “Varsın kazancım az olsun, lâkin temiz ve helâl olsun.” düşüncesindedir. Bu sebeple gabn-i fâhiş denilen, bir malı değerinin çok üstünde satmaya hiç meyletmez. Kısa zamanda zengin olma hayal ve hırsına kapılmaz.
İşe geç geldiği bir gün, tezgâhtarın sattığı mallardan çok yüksek bir kâr elde ettiğini görür ve bunun üzerine tezgâhtar ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“–Hangi kumaştan sattın?”
“–Şu kumaştan efendim.”
“–Kaça sattın?”
“–On akçeye.”
“–Nasıl olur? Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Adamcağızın bize hakkı geçmiş. Görsen tanır mısın onu?”
“–Evet, tanırım!”
“–O hâlde hemen git ve o müşteriyi buraya getir. Onunla vakit kaybetmeden helâlleşmem lâzım.”
Tezgâhtar gider, müşteriyi bulup getirir. Dükkân sahibi, müşteriyi karşısında görür görmez, kendisinden helâllik ister ve tezgâhtar tarafından alınan fazla parayı da müşteriye uzatır. Müşteri ise daha evvel hiç karşılaşmadığı bu güzel muâmele karşısında büyük bir hayret içindedir. Kendi kendine; “Hakkını helâl et?” cümlesinin mânâsını kavramaya çalışır.
Bu hâdise, kısa sürede dilden dile dolaşır. Çok geçmeden de kralın kulağına kadar ulaşır. Sonunda kral, kumaş tüccarını saraya çağırır ve:
“–Sizin yaptığınız bu davranışı biz daha önce ne duyduk, ne de gördük!.. Sizin bu hâliniz, bize bir muammâ oldu. Bunu bize îzah eder misiniz?” diye sorar.
Tüccar ise kemâl-i edeple:
“–Ben bir müslümanım. İslâm’da mülk, Allâh’ındır. Kul sadece bir emanetçidir. Ayrıca İslâm’da haksız kazanç, fâiz, istismar, gabn-i fâhiş (kandırmak sûretiyle değerinin çok üstünde satış yapmak) ve toplumun zararına olan bütün satışlar yasaktır. Bu alışverişte ise müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram karışmıştı. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.” diyerek cevap verir.
Bunun üzerine kral:
“–İslâm nedir, müslüman olmak neyi gerektirir?” gibi soruları peş peşe sıralamaya başlar. Tüccar da soruları birer birer, tatlı bir üslûpla cevaplandırır. Böyle bir dînin varlığını bu vesîleyle ilk defa duyan kral, fazla vakit geçirmeden İslâm ile şereflenir. Daha sonra kısa bir müddet içinde halk da müslüman olur.
İSLÂM'IN GÜLER YÜZÜNÜ SERGİLEMEK
İşte dünya devletleri içinde -yaklaşık 250 milyonluk- en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip olan bugünkü Endonezya’nın İslâm’ı kabul etmesindeki sır, belki de sadece bu beş akçelik kumaş ticâretinde sergilenen İslâm ahlâkıdır.
Müslüman tâcirin yaptığı şey ise: İslâm şahsiyet ve vakarını temsil ederek İslâm’ın güler yüzünü ve gönül dokusunu fiilen sergilemektir.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Parayla İmtihanı, Erkam Yayınları
Kur'ân'ı Bulgarca'ya Çevirirken Müslüman Oldu!
Sofya Üniversitesi'nde Klasik Arap Edebiyatı dersi veren Prof. Dr Svetan Teofanov, Bulgarca Kur'an-ı Kerim meali hazırlarken Müslüman oldu
Sofya Üniversitesi'nde Klasik Arap Edebiyatı, Kur'an-ı Kerim ve hadis dersleri veren Prof. Dr. Svetan Teofanov, Bulgarca Kur'an-ı Kerim meali hazırladı. Oxford İslam Araştırmalar Merkezinde ihtisas, Moskova Şarkiyat Enstütüsünde doktora yapan Teofanov, birçok kitap yazdı. Ancak hayatını değiştiren çalışması Kur'an-ı Kerim'in Bulgarca meali oldu.
Kuzey Haber Ajansı'nın bildirdiğine göre, Prof. Dr. Svetan Teofanov meal hazırlama aşamasındaki çalışmalarıyla alakalı şu ifadeleri kullandı: Yıllar önce, devlete ait yayınevinin siparişi üzerine Kur'an-ı Kerim'i tercüme etmeye başladım. Bu sosyalist dönemdeydi. Aslında Müslümanlara bir hizmet olmaktan ziyade Türklere yönelik asimilasyon politikaları ile ilgiliydi. İşe başladıktan kısa süre sonra 1989 yılında demokratik geçiş oldu, devlet yayınevi iflas etti, Kur'an-ı Kerim'in Bulgarca meali de o yıllarda yayımlanmadı. Ancak ben evime kapandım ve Kur'an-ı Kerim'in tercümesi üzerinde çalışmaya devam ettim ve hayatım değişti. Asıl o zaman yüce kitabımızı daha iyi anlamaya başladım ve kalbimle işledim.
KUR'AN-I KERİM YENİ KAPILAR AÇTI
Akademik hayatını arap dili üzerinde ilerleten Teofanov'un bu ilgisi ona zamanla çok başka kapılar açmış. Bu hususla alakalı şunları anlattı Teofanov: Meal çalışmalarına başladığımda ben Kur'an-ı Kerim'e sıradan bir kitap gözüyle bakıyordum. Fakat zamanla Kur'an'ı daha derin ve metinler arasındaki manalarıyla birlikte anlamaya başladım. Üniversitede tefsir ve Kur'an meallerini okumuştum, fakat asıl tercüme ederken onların içtenliğini hissettim. Benim Kur'an-ı Kerim'e karşı yolculuğum çok uzun sürdü. Bu yolun sonunda İslam’ı kabul ettim, Müslüman oldum.
Yazar ve akademisyen Teofanov halen Sofya Üniversitesi'nde klasik Arap edebiyatı, Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerif dersleri veriyor. Arap diline karşı sevgisinin öğrencilik yıllarında başladığını söyleyen Teofanov sözlerini şöyle sürdürdü: Öğrencilik yıllarımda bir Arapça ders kitabı buldum ve çok sevdim. Arap harfleri, Arapça metin düzeni hoşuma gitti ve bu aşk bir ömür sürdü. Bu da benim kaderimdi sanırım. İslam hayatımı değiştirdi. Bir Müslüman olarak beş vakit namazımı kılıyorum. Bir Müslüman mütevazi ve bilge olmalı. İslam dini bana bunları öğretti.
Araştırma ve çalışmalarına ara vermeden devam eden Teofanov'un yayınlanmış çok sayıda tercüme eseri de bulunuyor. Muhtelif konulardaki eserleri hakkında Teofanov şu bilgileri verdi:Önceleri pagan Arap şiirlerini tercüme ettim. Arap ortaçağ edebiyatını inceledim. Yeni bir kitabım da var “Hazretlerin Fenomenolojisi” adlı. Bu kitap eski İncil’i konu alıyor. Ortadoğuda önemli dini figürlerin etkisini inceledim ve fenomen olarak ele aldım. Bu ciddi bir akademik çalışma oldu. Kitap çok ilgi gördü. Yayıncılar tarafından “Ekim ayının en iyisi” seçildi. Dine karşı ilgi artıyor, dini farklılıkları öğrenme ve kabul etme eğilimi izleniyor.
Müslüman Olan Doktorun Tüyler Ürperten Konuşması
Amerika'da hidayete eren bir doktorun mü'minlere düşen vazifeleri gözler önüne seren konuşması.
Amerika’da bir doktor hidâyete ermiş ve bunun için bir mescidde merâsim tertiplenmişti. Uzak ve yakından pek çok müslümanın katıldığı bu merâsimde, hidâyete ermiş olan o doktor bir konuşma yapacak ve İslâm’ı seçmekteki gerekçesini nakledecekti. Sözlerine başlamadan önce:
“−Siz müslümanlara bir sualim var. Konuşmama başlamadan önce onun cevâbını almak istiyorum.” dedi ve şu suali sordu.
“−Benim annem de babam da birer hristiyan olarak vefât ettiler. Size bunların öldükten sonraki durumlarının ne olduğunu soruyorum?!”
Cemaat endişelendi. Bu yeni müslümanın kararına tesir edecek bir keyfiyet olup da, acaba merâsimde bir tatsızlık çıkar mı diye korktular ve:
“−İslâmî tebliğ onlara ulaşmamış ise mâzurdurlar. Âlem-i berzahta bekleşmektedirler. Bu husus, mahşerde mizândan sonra belli olacaktır.” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine doktor sözlerine şöyle devam etti:
“−Ey müslümanlar! Benim annem de, babam da benden daha bilgili, ahlâklı ve insaflı, yâni hakşinas kimselerdi. Lâkin içinde yaşadıkları cemiyetin şartlandırmasıyla hristiyan olarak yaşadılar ve o hâl üzere de vefât ettiler. Mâsum bir nebî olan Hazret-i Îsâ’yı, ulûhiyette Cenâb-ı Hakk’a ortak sanıyorlardı. İslâm’dan ise hiç haberleri yoktu. Böyle bir dînin belki ancak ismini duymuşlardı.
Allâh hepinizden râzı olsun ki, buraya gelip bu mescidi açtınız. Beni bulup İslâm’ı anlattınız ve hidâyetime vesîle oldunuz. Size teşekkür ederim. Lâkin benim annem de, babam da birer emekli insandılar. Neden biriniz onlara yaklaşıp, bana anlattıklarınızı onlara da anlatmadınız? Eğer bunu yapsaydınız, onların benden daha da istekli bir sûrette İslâm’ı kabul edeceklerine hiç şüphem yoktu.
Evet biliyorum, îmân bir nasib işi ve kader îcâbıdır. Lâkin bu âlem de, bir sebepler âlemidir. Siz, neden sebeplere tevessül ederek bu vazifeyi îfâ etmediniz. Ben inanıyorum ki, onların İslâm nîmetinden mahrum olarak âhirete göçmelerine, sizin ihmal ve gafletiniz sebeb olmuştur. Onlar, mahşer gününde sizden davâcı olacaklar... Ben de… Ben de...” demiş ve kürsüde bir müddet hıçkırıklarla ağladıktan sonra, müslüman olma gerekçesini anlatmaya başlamıştır.
Bu ibretli vâkıa bizi ürpertmeli ve derin derin düşündürmelidir. Çünkü İslâm’ı tebliğ, imkân nispetinde her müminin üzerine ilâhî bir vazifedir. Bu ise, bugün itibâriyle telkin vasıtalarının çoğalması sebebiyle, mesûliyeti ağırlaşmış olan bir keyfiyettir. Bırakın dünyanın ücrâ bir köşesinde yaşayıp da İslâm’dan haberi olmayanları, çevremizde bulunduğu hâlde, îkaz ve irşâdında ihmalkâr kaldığımız pek çok kimse, âhirette yakamıza yapışacak ve İslâm’ı tebliğ ve telkindeki kifâyetsizliğimizin hesâbını soracaktır.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfâk-Hizmet, Erkam Yayınları
480 Gayr-i Müslim Müslüman Oldu
Afrika ülkesi Ruanda'da bir papaz ve cemaatinde bulunan 480 kişi İslam'ı seçerek Müslüman oldu.
Afrika'da küçük bir ülke olan Ruanda'dan alışılmış Afrika haberlerinin aksine güzel bir haber geldi. Ruanda'da bir papazın ve cemaatinin İslam'dan etkilenerek Müslüman olduğu açıklandı.
KİLİSE MESCİDE ÇEVRİLDİ
Islahhaber'in haberine göre, Ruanda'da bir papazın ve 480 kişiden oluşan cemaatinin Müslüman olduğu belirtildi. Cemaatle namaz kılarken çekilen görüntüleri yayınlayan Mission Dawah sitesi açıklamada, dün Ruanda'da yaşanan gelişmede bir papazın ve yanında bulunan 480 kişilik cemaatinin İslam'ı benimseyerek Müslüman olduğu ve ibadet ettikleri kilisenin de mescide çevrildiği belirtildi.
20 Yaşında Müslüman Olan Ateist Kız
Batılı genç bir hanımın 20 yaşında hidayete erme öyküsü...
Fransa'da daha iki ay önce Müslüman olan Nur, “Her şey aslına döner.” misâli, özüne, İslâm’a yöneldi. Hidâyete kavuşmasında arkadaşları kadar hocaları, Nesibe Dereli Hanımefendi var. Küfrün ortasında, her yıl birçok hidâyetlere vesîle olan, çok gayretli, mütevâzî bir îmân âbidesi o… Nûrlu bahçıvanımızın elinde yetişen nâdide çiçeklerden, hizmet erlerinden sadece bir tanesi... Bizi duygulandıran, kısa fakat ibretli bir röportaj… Nice hidâyetlere vesîle olması niyâzı ile buyrun efendim…
Nur hanımefendi, bize kendinizi tanıtır mısınız?
Evet, ismim Nûr... Bu, yeni ismim, tabiî... 20 yaşındayım. Okuyordum, ama okulumu bırakmak zorunda kaldım. Şimdi bir restorantta çalışıyorum. Henüz iki ay önce müslüman oldum.
BATIDAKİ GENÇLER GİBİ YAŞIYORDUM
Niçin okulu bırakmak zorunda kaldınız acaba?
Fransa’da her genç, on sekiz yaşına gelince, âilesi, onu evinden âdeta atar. Bakmaz. Genç, okulunu da, parasını da kendi gayretleri ile kazanmak zorundadır. Ben de okulla işi bir arada yürütemediğim için okulu bırakıp mâişetim için çalışmaya başladım. Zaten küçükken annem ile babam ayrılmış. Ben, annemin yanında büyüdüm. Şimdi de “stüdyo” denilen, küçük bir odada, tek başıma yaşıyorum. Bu benim yaşadıklarım, batıdaki hemen her gencin yaşantısı aslında...
ATEİSTTİM VE KENDİMİ BOŞLUKTA HİSSEDİYORDUM
Peki, İslâm ile şereflenmeniz nasıl oldu?
Ben müslüman olmadan önce ateisttim. Kendimi büyük bir boşlukta hissediyordum. Zaten âilem bana hiçbir zaman, herhangi bir din hakkında bilgi vermedi. Annem katolikti, fakat dinini hiç yaşamıyordu. Babam biraz dinini yaşıyordu. O da bizden ayrı olduğu için ondan da bir şey öğrenemedim.
Sürekli huzursuzluk ve bunalım içinde bulunduğumdan kendimi kitaplara verdim. Bu sırada İslâm’ı anlatan kitaplar, çok ilgimi çekiyordu. Ve İslâmiyet’i araştırmaya başladım.
İSLAM AHLAKININ TESİRİ ALTINDA KALDIM
Neden diğer dinleri değil de İslâmiyet’i araştırmaya başladınız?
Ben, Katolik okulunda okumuştum. Çevremde birçok hıristiyan vardı. Onlardan hıristiyanlıkla ilgili bazı şeyler öğrenmiştim. Ama bunlar beni hiçbir zaman etkilemedi. Erkek kardeşim de bir yahudi okulunda okuyordu. O da her yemekte yahudiliği ve yahudileri anlatırdı. O da bana câzip gelmiyordu. Bu yüzden ilk olarak İslâm’dan başladım. Fransa’da televizyonlarda sürekli İslâm’ın bir terör dini olduğunu söylüyorlardı. Fakat bu söylenenler, benim düşüncelerimi hiç etkilemedi. Çünkü ben, etrafımdaki müslüman arkadaşlarımın yaşadığı İslam ahlâkının tesirinde kaldım. Onlar, çok güzel insanlardı.
NESİBE HOCAMIN SOHBETLERİNE KATILIYORDUM
Araştırmanıza, önce hangi eserlerden başladınız?
Önce Kur’ân-ı Kerîm’in Fransızca tercümesini alıp okudum. Sonra da İslâm’ı anlatan kitapları okumaya başladım. İnternete girip sitelerden İslâm hakkında bilgi topladım. Videolar izledim. Yaptığım her araştırma, beni İslâm’a bir adım daha yaklaştırıyordu. Bu zaman zarfında müslüman arkadaşlarımdan da çok yardım gördüm. Merak ettiğim veya anlamadığım her soruya cevap vermeye çalışıyorlardı. Bu din, benim önce rûhuma, sonra ise aklıma yattı. Bir sabah uyandım: “-Evet, hazırım. Müslüman olmalıyım!..” diye düşünerek Nesibe Hocamızın da bulunduğu câmiye gittim.
Orada bir program yapıyorlardı. Ben Nesibe Hocama, müslüman olmak istediğimi söyledim. O da beni, önceden îman etmiş mühtedîlerin yanına oturarak programı izlememi söyledi. Programın sonunda, sahnede, müslüman kardeşlerimin mutlu bakışları eşliğinde, kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldum, elhamdülillah... İki aydır, Cuma akşamları Nesibe hocamızın sohbetlerine katılıyorum. İçim, huzurla doluyor elhamdülillâh!.. Şimdi en büyük arzum, İstanbul’a, sizlerin yanına gelerek dinimi öğrenmek inşâallâh..
ÇOK GÜZEL MÜSLÜMANLAR VAR
Müslüman olduktan sonra hayatınızdaki en büyük değişiklik ne oldu, acaba?
En büyük değişimi, karakterimde yaşadım. İki aydır çok mutlu ve huzurluyum. Bugüne kadar hayatımda örnek alacağım, tam anlamıyla güvenebileceğim kimse olmamıştı. Şimdi ise, önümde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun izinden gitmeye çalışan güzel müslümanlar var. Bu, beni çok rahatlatıyor. Namazımı kılıyorum. Sûreleri yeni yeni ezberliyorum. Namaza başlamadan önce bir eksiklik hissediyordum. Başlayınca sanki o eksiklik de tamamlanmış oldu. Başörtü takmaktan önceleri çekindim. “Etrafımdakiler ne der?!” diye düşünüyordum. Ama fıtratıma en uygun olanın örtünmek olduğunu hissettiğimde seve seve örtündüm. Şimdi kendimi daha korunmuş ve daha edepli hissediyorum.
Nûr Hanıma, gayretleri sebebiyle teşekkür ediyoruz. İnşâallâh, kendisi de nice hidâyetlere vesîle olur.
Kaynak: Dünya İslam'a Koşuyor, Halime Demireşik, Sultantepe Yayınları, 2014
Budist Bilim Adamı Nasıl Müslüman Oldu?
Hindistan'ın Kalkuta şehrinde doğup büyüyen 33 yaşındaki Budist bilim adamı Singh, Türkiye'de şehadet getirerek Müslüman oldu.
Şehadet getirerek Müslüman olan ve ismini Ali olarak değiştiren Singh, Ankara’da sünnet olarak dini bir vecibeyi de yerine getirdi.
İNTERNETTEN BİR ÇOK VAAZ DİNLEDİM
Müslümanlığı seçtikten sonra "Ali" ismini alan Budist bilim adamı Singh, "Önce Malezya'daki Arap arkadaşlarımdan etkilendim. Onların ibadetlerini görünce hayatımda bazı şeylerin eksik olduğunu fark ettim. Allah'a uzak olduğumu düşünerek, araştırmalara başladım. İnternetten bir çok vaaz dinledim" dedi.
Budist Shailendra Singh (33), üniversite eğitiminden sonra yüksek lisans için Malezya'ya gitti. Burada Müslümanlardan etkilenerek İslam'ı araştırmaya başlayan Singh, doktora eğitiminin ardından Türkiye'ye geldi.
Hacettepe Üniversitesinde eğitimini sürdüren Singh, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yanındaki Ahmet Hamdi Akseki Camisi'ni ziyaret etti. Caminin manevi havasından etkilenen Singh, İslam'ı seçti.
Bugün özel bir hastanede sünnet olan Singh, ismini de Ali olarak değiştirdi.
Singh, Müslüman olduğu için kendisini dışlayan Budist annesiyle küstüklerini belirtti.
HZ ALİ'DEN ÇOK ETKİLENDİM
Yeni ismini de Hz. Ali'den etkilendiği için seçtiğini bildiren Singh, "Onu da araştırmış, hayatına ilişkin bilgi sahibi olmuştum. Onun hayatında kendime yönelik güç buldum" diye konuştu.
Singh, 10 yıl boyunca içindeki manevi boşluğu doldurmak için araştırmalar yaptığını, şimdilerde ise bu boşluğu Kur'an-ı Kerim meali okuyarak giderdiğini kaydetti.
Sünnetin de Kur'an-ı Kerim'de bildirildiğini ifade eden Singh, "Müslümanlar 1400 yıldır sünnet oluyor. Dünya Sağlık Örgütü de bunun bilimsel olduğunu kaydetmişti. Ben de İslam'ı seçtikten sonra bir vecibe olarak sünnet oldum" ifadelerini kullandı.
Hüdayî Vakfı, Gönülleri İslâm İle Buluşturuyor!
Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Genç Dergisi'nin Mart sayısında Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı'nın Afrika'daki çalışmalarını da göz önüne alarak sorulan "Kıtaları aşan hizmet ufkuyla ilgili genç arkadaşlarımıza neler söylemek istersiniz?" sorusuna cevaplar verdi.
Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u ihsânıyla Hüdâyî Vakfımız, derya gönüllü insanların da destek ve katkılarıyla, dünyanın dört bir köşesinde, garip, yetim, yoksul ve muhtaç kardeşlerimize yardım etmek için büyük bir seferberlik içinde -elhamdülillah-. Bu faaliyet sahalarından biri de, hiç şüphesiz ki, adı açlık ve sömürgecilikle zikredilen Afrika kıtası.
AFRİKA HALKI: İHMÂL EDİLMİŞ BİR HALK
Gerçekten de Afrika halkı, son derece ihmal edilmiş bir halktır. Özellikle müslüman Afrika halklarının ihmal edilmişliği, çok daha ileri seviyelerdedir. Zira onlar, ülkelerinin yönetiminde söz sahibi olacak nesilleri yetiştirebilecek eğitim imkânlarından mahrum bırakıldılar. İbadetlerini yerine getirebilecekleri ibadethanelerden mahrum bırakıldılar. Tedavi olabilecekleri hastahanelerden mahrum bırakıldılar.
Belki bu ifâdeleri biraz daha açmak lâzımdır. Biliyorsunuz şöyle bir söz vardır:
“Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki fark, bir avuç yetişmiş insandır.” Yani eğer bir avuç yetişmiş insanınız varsa, hâkim milletsiniz. Aksi takdirde başka milletlerin tahakkümü altında kalmaya mahkûmsunuz.
DİNÎ VE AHLAKÎ ÇÖKÜNTÜNÜN SEBEPLERİ
Müslümanların açmış olduğu okullardan ve eğitim imkânlarından mahrum olmaları sebebiyle Afrika’daki çocuklarımız, eğitim için maalesef hristiyan misyonerlerin açmış olduğu okullara gitmek zorunda kalıyorlar. Tabi bu zarûretin son derece esef verici neticeleri var. Bunların başında da dînî ve ahlâkî çöküntü geliyor. Yarının büyükleri olarak ülkelerini yönetecek olan gençler, kendi dînî ve millî değerleri yerine, misyoner okullarında Hristiyanî ve Batılı değerlerle yetiştirildikleri için, kendi şahsiyet ve karakterlerini kaybediyorlar.
SÖMÜRGE ÜLKELERİ UZAKTAN KUMANDALI BİREYLER YETİŞTİRİYOR
Sömürge devletleri de, gâyet zeki talebeleri seçerek bunlara kendi ülkelerinde yüksek tahsil imkânı veriyor, doktora yaptırıyor ve zihniyet değişikliğiyle ülkelerine geri gönderip devletin yüksek kademelerine geçiriyorlar. Böylece hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadan bir nevî uzaktan kumandalı şekilde Afrika’da kendi hâkimiyetlerini sürdürmeye devam ediyorlar.
YALNIZCA HRİSTİYAN OLAN HASTALAR TEDAVİ EDİLİYOR
Hastahaneleriyle ilgili olarak da Burkina Faso’lu Dr. Halid Sânâ’nın şu ifâdelerini nakletmek, oradaki içler acısı hâli göstermesi bakımından kâfî gelir diye düşünüyorum. Dr. Halid Sânâ şöyle diyor:
“Batılı devletlerce desteklenen söz konusu hastahanelerde müslüman hastalara iki resim gösteriyorlar. Biri Mesih diğeri de Hazret-i Muhammed diye. «‒Şayet Muhammed’e inanmaya devam edersen hastalığından kurtulamayacaksın!» deniyor. İyileşmesi için de gereken tedaviyi başlatmıyorlar. Ne zaman ki «Mesih gerçek peygamber ve onu hastalığından kurtaracak kişi» şeklinde inanmaya başladığını söyleyince gereken tedaviyi başlatıyorlar. Hasta iyileşince «‒Gördün mü, Muhammed hastalığını gideremedi ama senin imdadına Mesih yetişti!» diyerek halkımızı hristiyanlaştıracak akıl almaz yöntemler uyguluyorlar.”
Orada yaşayan mü’min kardeşlerimizle belki dillerimiz ve renklerimiz farklı, lâkin gönüllerimizin rengi aynı. Îmânımızın âhengi aynı. Kardeşliğimizin ölçüsü aynı. Zira “mü’minlerin kardeş olduğunu”[1] îlân eden, Cenâb-ı Hak’tır.
KARDEŞLİĞİN GEREĞİNİ YAPMAMIZ GEREKİYOR!
Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bir kul olabilmek için de, bilhassa zor zamanlarda, din kardeşliğinin gereğini yapmak; dert ortağı olmak, onların yanı başında bulunmak, îsâr hâlini yaşamak, yani kendinden, nefsinden koparıp vermek zarurîdir. Bu büyük bir mes’ûliyettir. Bu mes’ûliyet şuurunu taşımayanlar için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu îkâzı ne kadar dehşetlidir:
“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Bkz. Hâkim, IV, 362)
Çünkü gerçek mü’min, gönlündeki rahmet ve merhamet duygusu ölçüsünde yüreğinin uzanabildiği her yerden kendini mes’ûl addeder.
PEKİ NELER YAPABİLİRİZ?
Öyleyse yapmamız gereken;
Bu îman nîmetinin şükrünü, ondan mahrum bulunanlara da ulaştırma gayretiyle ödemeye çalışmaktır. Zira Afrika, Osmanlı’nın himâyesinde bulunduğu vakitlerde huzurlu bir hayat yaşıyordu. Çünkü İslâm girdiği yere huzur verir. Lâkin Osmanlı’nın Afrika’dan çekilmek zorunda kalmasının ardından bu kıta, korsanların, sömürgecilerin ve misyonerlerin eline düşmüştür. Meselâ korsanlar, buradaki aşiretleri birbirine düşürmüş ve kuvvetli aşiretlerden kelle başı köle satın almıştır. Bu köleleri de zincirlenmiş bir vaziyette Amerika’ya götürmüş ve orada bir parya olarak zulüm altında çalıştırmışlardır.
AFRİKALILARIN TOPRAKLARINI VE GÖNÜLLERİNDEKİ İMÂNI DA ALDILAR
Afrika, çok büyük yeraltı zenginliklerine sahip olması sebebiyle Batılı devletlerin asırlarca tasallutuna mâruz kalmıştır. Batılı devletlerin Afrika’ya bakış açısını göstermesi bakımından Kenya’nın kurucu devlet başkanı olan Jomo Kenyatta’nın şu sözü ne kadar mânidardır:
“Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp duâ etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.”
Yani günümüzde Afrika’nın hem maddî zenginlikleri elinden alınmış hem de misyonerlik faâliyetleriyle gönüllerindeki îman nûru söndürülmeye çalışılmıştır.
ADI "MUSTAFA" OLAN HRİSTİYANLARA RASTLAMAK MÜMKÜN!
Hristiyan misyonerlerin yoğun çalışmalarının bir neticesi olarak, yerleşim yerlerinde neredeyse 400-500 metrede bir kilise veya kilise kuruluşu bulunmaktadır. Hattâ Afrika’da bulunan kilise ve Batılı sivil toplum kuruluşlarının yüzde 90’ı, müslümanların yoğun olduğu Kuzey bölgelerinde faaliyet göstermektedir. Bunun bir neticesi olarak köylere doğru gidildikçe daha önce müslüman iken sonradan hristiyan olan insanlarla karşılaşmak mümkündür. Ve içler acısı bir başka manzara da şudur ki, müslüman iken hristiyan olanlar, isimlerini değiştirmemektedirler. Dolayısıyla da buralarda adı “Mustafa” olan hristiyanlara rastlamak mümkündür.
YÜZDE 3 OLAN HRİSTİYAN NÜFUSU, BUGÜN YÜZDE 57 ORANINDA
Yapılan araştırmalar da göstermektedir ki, geçen asrın başlarında Afrika’nın nüfusu 300 milyon iken hristiyanların sayısı 9 milyondu ve bunun bütün nüfusa oranı sadece yüzde 3’tü. Buna karşılık müslümanların sayıları 165 milyon ve toplam nüfusa oranları ise yüzde 55’ti.
2010 yılında nüfusu 1 milyar 13 milyon olan Afrika’da 577 milyon hristiyana (%57) karşılık 293 milyon müslüman (% 29) var. (Bkz. Tablo)
HRİSTİYANLIK BATI'DA ÇÖKMÜŞ DURUMDA
Bugün Hristiyanlık Batı’da neredeyse çökmüştür. Kiliselere yaşlı birkaç insanın dışında kimse gitmemektedir. Hattâ bu kiliselerin çoğu satışa çıkarılmaktadır. Dolayısıyla da misyonerler bütün güçlerini fakir ve câhil bıraktıkları Afrika’nın hristiyanlaşmasına harcamaktadırlar.
AFRİKA'DA KAYBEDİLEN HER İNSAN BEDENİMİZDEN KOPAN BİR PARÇADIR
Mü’minleri bir vücut gibi târif eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîsine binâen, -Allah korusun- Afrika’da kaybettiğimiz her insan, aslında bedenimizden kopan bir parça mesâbesindedir.
Hiç şüphesiz, Afrika’nın ilk olarak İslâm ile şereflenmesi, Medîne ve İstanbul’dan daha önce vukû bulmuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke Devri’nin beşinci yılında Câfer-i Tayyâr Hazretleri’ni Habeşistan’a göndermiştir. Orada on üç sene kalarak İslâm’ı tebliğ eden Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, Habeşistan’ın büyük çoğunluğunun müslüman olmasına vesîle olmuş ve ondan sonra Medîne’ye dönmüştür.
Hattâ Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-, Medîne’ye döndüğü esnada Efendimiz’in Hayber’de olduğunu haber alıp, hiç vakit kaybetmeden Hayber’e gitmiştir. Câfer’i gören Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- önce:
“–Yaratılış ve ahlâk itibâriyle bana ne kadar benziyorsun!” iltifatında bulunmuş ve alnından öperek şöyle buyurmuştur:
“–Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelişiyle mi sevineyim, bilemiyorum!” (İbn-i Hişâm, III, 414)
EFENDİMİZ'İN YÜZÜNÜ TEBESSÜM ETTİRMEYE GAYRET EDECEĞİZ!
Bizler de kendimizi Câfer-i Tayyâr Hazretleri’nin bin dört yüz sene sonra gelen bir nesli olarak bileceğiz. Afrika için maddî-mânevî hizmetlerimizi ihmal etmemeye gayret göstereceğiz. Böylece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gül yüzünü tebessüm ettirmeye çalışacağız. Zira Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
“Hayatım sizin için hayırlıdır; bâzı hâdiseler yaşarsınız, bunun üzerine size ilâhî vahiy ve hükümler indirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)
BUGÜN AFRİKA'YA NASIL FAYDALI OLABİLİRİZ?
Bugün yapılması gereken işlerin başında, oralardan talebe getirerek Türkiye’mizde okutmak, İslâmî bir şuur ve idrâk kazandırarak vatanlarına dönmelerine yardımcı olmak gelmektedir. Zira İslâm’ın rûhunu iyi hazmeden bir mü’min, sergilediği güzel hâl ve davranışlarla gittiği her yerde -Allâhʼın lûtfuyla- hidayetlere vesîle olur.
AFRİKA'YA YAPILAN YARDIMLAR SÂYESİNDE İNSANLAR İSLÂM'A DÖNÜYOR!
Bizler de şunu gördük ki, Afrika’da gerçekleştirilen Kurban faaliyetleri, açılan câmi ve okullar, maddî-mânevî yardımlar vesilesiyle pek çok kişi yeniden İslâm’a dönmektedir.
Velhâsıl İslâm âlemi olarak büyük bir mes’ûliyet altındayız. Dâimâ düşüneceğiz ki;
Acaba bugün bizim yerimizde ashâb-ı kirâm olsaydı, gönülleri İslâm ile buluşturmak için nasıl bir gayretin içine girerlerdi? Buna mukâbil, bizim gayretimiz hangi seviyede?
Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali’ye hitâben şöyle buyurmuştur:
“Ey Ali! Allâh’ın senin vâsıtanla bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için üzerine Güneşʼin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Hâkim, Müstedrek, III, 690)
Cenâb-ı Hak, lûtf u keremiyle cümlemizi hidâyet üzere yaşatsın ve hidâyetlere vesîle eylesin…
Âmîn!..
[1] Bkz. el-Hucurât, 10.
Kaynak: Genç Dergisi, Yıl: 2015 Ay: Mart Sayı: 102
.
"Bize Kur'ân Öğretecek Bir Heyet Gönderin!"
2014ʼün Kasım ayında İstanbulʼda ilki düzenlenen, "Latin Amerika Müslüman Dînî Liderler Zirvesi"nde nakledilen şu hâdiseler, hepimize mesʼûliyetimizin azametini bir kez daha hatırlatan birer ibret levhası mâhiyetindedir.
Orta Amerikaʼnın Haiti bölgesinde yaşayan İmam Hanif, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığıʼna gönderdiği bir mektupta diyor ki:
“Biz, ataları köleleştirilerek Afrika’dan buralara taşınan müslüman anne-babaların çocuklarıyız. Ecdâdımız Afrika’dan buralara köle olarak taşındı. Yıllarca, hattâ yüzyılı aşkın bir süre (150 sene) anne-babalarımız çocuklarını uyuturken onları şöyle tesellî ettiler:
«Yavrum korkma! Bir gün İstanbulʼdan müslümanlar gelecek ve bu köleliğe son verecek.»
Ancak çok bekledik, siz Osmanlıʼnın torunları bize gelmediniz. Biz burada garip ve yalnız kaldık. Şimdi nice nesiller kaybettikten sonra, biz ecdâdımızın dînini yeniden keşfettik, müslüman olduk ve Müslümanlığımızı yaşamaya başladık. Ama ne câmimiz var, ne mescidimiz! Ne kitabımız var, ne çocuklara Kurʼân öğretecek insanımız! Son kez size yazıyorum; lütfen bir heyet gönderin!..”
İmam Hanifʼin mektubunda da ifâde edildiği gibi, Batıʼnın sömürgeleştirme ve köleleştirme faaliyetleri neticesinde yurtlarından edilen müslümanlar, başka bölgelere taşınmadan önce, üç ay, elleri, ayakları bağlı olarak deniz sahillerindeki bâzı terminallerde bekletiliyorlardı.
İSLÂM ÂLİMLERİ GİZLİCE KÖLELERİN ARASINA GİRİYOR
Ne ibretlidir ki bâzı İslâm âlimleri de gizlice o kölelerin arasına girerek kendi kollarını ve ayaklarını bağlayıp kendilerine köle süsü verdiler. Tâ ki onlar da kölelerle birlikte gidecekleri yere varsınlar ve onlara dîn-i mübîn-i İslâmʼı kaybetmeden, İslâm kimliğiyle yaşamalarına yardımcı olsunlar…
Yine İslâm’ın tebliği hususunda Latin Amerika ülkelerinden Brezilya’da yaşanmış olan bir başka fedakârlık örneği, yine bu toplantıda şöyle nakledilmiştir:
1865 yılında İzmir ve Bursa adını taşıyan iki Osmanlı gemisi Basra Körfeziʼne doğru hareket eder. Afrika sahillerini, Cebeli Târık Boğazı’nı dolaşarak, uzun bir seyahat sonrasında Basra Körfezine varılması plânlanmıştır. Fakat 5 defa fırtınaya yakalanan bu gemiler, kendilerini Brezilyaʼnın Rio de Jenario sahillerinde bulurlar.
Başlarında Bağdatlı Abdurrahman Efendi isimli bir bahriye imamı vardır. Sarığı ve cübbesi ile gemiden indiğinde, daha önce Portekizʼin Brezilyaʼyı sömürgeleştirirken Afrikaʼdan götürdüğü müslüman köleler, Hoca Efendiʼyi görür görmez sevinçle selâm verirler.
İstanbulʼdan giden ve büyük bir âlim olan Bağdatlı Abdurrahman Efendi, Brezilyaʼda büyük bir müslüman kitlenin varlığını fark eder. Fakat İslâm kimliğini kaybetmek üzeredirler. Namazı, abdesti dahî neredeyse unutmuşlardır. Bunun üzerine komutandan izin alarak, burada kalmaya karar verir ve 6 yıl, oradaki insanlara dîn-i mübîn-i İslâmʼı anlatır.
İşte bu ve benzeri misaller, bugün bizlerin nasıl bir gayret-i dîniyye sahibi olmamız gerektiğini ve mes’ûliyetimizin büyüklüğünü hatırlatan müşahhas numûnelerdir.
KENDİ HÂLİMİZİ SIK SIK MUHÂSEBE ETMEK ZORUNDAYIZ
Bu hususta kendi hâlimizi sık sık muhâsebe etmek durumundayız. Düşünmeliyiz ki, başta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmak üzere, ashâb-ı kirâmın, Hak dostlarının ve gayret-i dîniyye sahibi bütün ehl-i îmânın, Allah için sergiledikleri fedakârlıklardan bizde ne kadar hisse var?
Müslümanların sevinciyle ne kadar mesrur, ıztıraplarıyla ne kadar mahzûnuz? Muzdarip din kardeşlerimiz için, elimizden, dilimizden ve gönlümüzden ne kadar fedakârlık hâlindeyiz? Din kardeşlerimizi kendimize tercih edebiliyor muyuz?
Bizler, Peygamber Efendimizʼin ümmetine göstermiş olduğu şefkat, merhamet ve bilhassa fedakârlığı hangi seviyede yaşayabiliyoruz? Hidâyet bekleyenlere, İslâmʼı hâlimizle ve kālimizle ne kadar tebliğ ve temsil edebilmenin gayreti içindeyiz?
Velhâsıl, hâl ve davranışlarımız itibâriyle, ne kadar Allah Rasûlüʼyle beraberiz? Ne kadar Oʼna yakın olma arzusundayız?..
Cenâb-ı Hak cümlemizi; Yüce Zâtʼına ve Sevgili Rasûlʼüne duyduğu îman muhabbetini samimî fedakârlıklarla ispat edebilen sâlih kulları arasına, lûtf u keremiyle kabul buyursun.
Âmîn!..
*Bu makalenin tamamını okumak için tıklayınız.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2015 – Ocak, Sayı: 347, Sayfa: 032.
İslam’ı Seçmesine Müslüman Arkadaşları Vesile Oldu
Avustralya’nın Melbourne kentinde yaşayan Filipin kökenli Avustralyalı genç Jon-James San Jose, Türklere ait camide kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu ve "Volkan" adını aldı.
Okul yıllarından itibaren Türk ve Müslümanlarla aynı çevrede bulunan Filipin asıllı Jon-James San Jose, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bünyesinde Melbourne’da faaliyet gösteren Sunshine camisine gelerek cuma namazı öncesinde kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı görevlisi cami imamı Mustafa Asmacı nezaretinde cemaat ile tekbirler getirerek Müslüman olan Jon-James San Jose, adını da "Volkan" olarak seçti.
Cemaatin tebrik ettiği Volkan, "Büyürken etrafımda İslam vardı ve çok kitap okudum perspektifim değişti" dedi. Okul yıllarında Müslüman arkadaşları olduğunu aktaran Volkan, "Etrafımda çok sayıda Müslüman vardı. Onlardan ve onların ailelerinden öğrendim, bana çok yardımcı oldular" diye konuştu.
Volkan San Jose, Sunshine camisinde kendisine gösterilen misafirperverlikten etkilendiğini, camiye gelmeden önce sabah çok heyecanlı olduğunu, şu an ise çok mutlu olduğunu söyledi.
İNANDI VE BAŞARDI
Jon-James "Volkan" San Jose’nin İslam’ı seçmesine vesile olan arkadaşlarından Serdar Başoğlu ise Volkan'ın İslamiyet ile tanışmasını şu sözlerle anlattı:
"Tanıştığımızda ilgisinin olduğunu söyledi ve bazı sorular sordu bana İslam hakkında, dinimiz hakkında, inançlarımız hakkında, aile değerlerimiz hakkında. Ben de yardımcı oldum, anlattım. Sünnet mevlidi yapmıştık, mevlide geldi. O zaman biraz daha duygulandı, biraz daha inandı ve başardı. Biz tabii çok mutluyuz. Allah’ın izni ile kardeşimiz artık Müslüman oldu."
Cami imamı Mustafa Asmacı ise Volkan'ın İslam'ı seçmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Asmacı, "Her şeyden önce bir kardeşimizin Müslüman olması, İslam ile şereflenmesi bizi ziyadesi ile mutlu etmiştir. İslam ile şereflenen kardeşlerimizin çoğalması, artması ve buradaki Müslümanların onlara örnek olması, güvenilirlik noktasında model olması Müslüman olan kardeşlerimizin sayısını çoğaltacaktır. Kardeşimizi tebrik ediyorum hayırlı olsun" dedi.
Yaklaşık 23 milyon nüfuslu Avustralya’da dünyanın çeşitli yerlerinden göç eden Müslümanlar ve sonradan İslam’ı seçenlerle yaklaşık 550 bin Müslüman bulunuyor.
Kaynak: AA
İslam ve İhsan
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Yusuf Estes / Teksaslı Bir Hristiyanın İslâm’a Yolculuğu / Hidayet Öyküleri
Orta Batı Amerika’da Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Atalarım bu topraklara ilk yerleşenlerdendi. Yaşadığımız çevrede hayır işleriyle, özellikle çok sayıda okul ve kilise yaptırmakla tanınan insanlardı. Biz de ailece onların izinden gitmeye özen gösterdik.
1949 yılında ilkokul öğrencisi iken, Teksas Houston’da yaşıyorduk. Kiliseye bağlı bir aileydik. Her hafta kiliseye giderdik.
Genç bir delikanlı olunca, inancım hakkında daha çok şey öğrenmek istedim. Bu amaçla, elimden geldiğince kiliselerin temsilcileriyle görüşüp onlardan bilgiler edinmeye çalıştım. Fakat din konusundaki araştırmalarımı sadece Hristiyan mezheplerle sınırlı tutmadım. Hinduizm, Budizm, Yahudilik, hatta Amerika’nın yerli inançlarını bile araştırmaya gayret ettim. Belki size garip gelebilir ama o dönemde ciddi olarak incelemediğim tek din, İslâm’dı.
Aynı zamanda, klasik müzik ve ilahilerle ilgilendim. Bu alana yönelmemde dindar ve müzikle ilgilenen bir ailenin çocuğu olmam etkili oldu. O yüzden, ne zaman kilise faaliyetlerine katılsam, piyanonun başına ben oturuyordum. 1960 yılında klavyeli enstrüman hocalığı yapmaya başladım. 1963’te Maryland’de “Estes Müzik Stüdyoları” adıyla kendi işimi kurdum. Bundan sonraki otuz yıl boyunca babamla birlikte pek çok iş yaptık. Çok sayıda program ve şov yaptık. Teksas ve Oklahoma’dan Florida’ya kadar pek çok yerde piyano ve org satış dükkânları açtık. Çok yoğun ve hareketli geçen bu yıllarda çok para kazandım. Fakat hakikati bilmenin veya selametli bir yola girmenin vereceği huzuru hiç duymadım.
Kafamda dinî konularla ilgili pek çok soru vardı: “Tanrı beni niçin yarattı?”, “Tanrı benden ne yapmamı istiyor?”, “Tanrı kim?”, “Niçin ilk günah fikrine inanıyoruz?” ve “Neden Âdemoğulları bu günahları yüklenmeye zorlandı, neden sonsuza kadar cezalandırıldılar?”
Kafamda bu sorular vardı, ama cevap almak umuduyla bu soruları birisine sorduğumda, “Bu konular çok fazla sorgulamadan inanılması gereken konulardır.” şeklinde cevaplar alıyordum. Ve her şey, benim için bir sır perdesinin arkasında kalıyordu.
1991 yılı, dinî serüvenim açısından benim için önemli bir yıldı. Bir vesile ile, Müslümanların da Kitab-ı Mukaddes’e inandıklarını öğrendim. Bu beni gerçekten çok şaşırtmıştı. Bu nasıl olabilirdi? Dahası, Müslümanlar Hz. İsa hakkında da benim aklıma bile gelmeyecek bir inanışa sahiptiler. Onlar için Hz. İsa, Tanrı’nın bir elçisi ve peygamberiydi. Mucizevî bir şekilde babasız olarak dünyaya gelmişti. Mesih veya “müjdeci” olarak kabul ediliyordu. Tanrı’nın katına alınmıştı; ve Kıyamete yakın zamanlarda tekrar yeryüzüne dönerek inançsızlarla mücadele edecekti.
Bütün bunları ilk duyduğumda, “Hayır, bu işte bir yanlışlık var!” diye düşündüm. Çünkü yıllardır tanışıp görüştüğümüz Evanjelistler İslâm’dan ve Müslümanlardan nefret ediyorlardı. Hatta İslâm hakkında yalan yanlış şeyler söyleyerek, pek çok kişinin İslâm’dan korkmasına sebep oluyorlardı. Onların bu olumsuz bakış açılarından etkilenerek Müslümanlarla ortak noktalarımızın olabileceğine ihtimal vermemiştim. Ama öğrendiklerim, bunun böyle olmadığını söylüyordu.
1991 yılında babam Mısırlı bir adamla iş yapmaya başladı. Benim de bu şahısla tanışmamı istedi. Hoşuma giden bir teklifti bu. Çünkü bu sayede Nil Nehri’ne, piramitlere ve daha pek çok yere seyahat edebilirdim. Fakat babam o kişinin bir Müslüman olduğunu söyleyince, bütün hevesim kursağımda kaldı. Kulaklarıma inanamadım. Önce babama çıkıştım. Ona bu insanlar hakkında bildiklerimizi hatırlattım. Onlar terörist, bombacı, uçak ve insan kaçıran kötü kimselerdi. Ayrıca, Tanrı’ya inanmıyorlardı. Günde beş kez yeri öpüyorlar; ve çölde siyah bir kutuya tapıyorlardı. Böyle bir insanla ben nasıl iş yapabilirdim?
Babam tüm itirazlarımı dinledi ve hepsini reddetti. Görüşmeye eşim ve iki kızımla birlikte gittim. Kendimce yaptığım manevî hazırlıklardan sonra, Müslüman birisiyle karşılaşmaya hazırdım. Şirkete vardığımda babama bahsettiği kişinin nerede olduğunu sordum. O da eliyle işaret ederek, “İşte, hemen orada.” cevabını verdi. Gözlerimi çevirdiğimde şaşırmıştım. Çünkü gördüğüm kişi, hiç de zihnimde canlandırdığım Müslüman tipine uymuyordu. Ben zihnimde canlandırdığım haliyle, başında sarığı ve savrulan uzun entarisiyle iri yarı bir adamla karşılaşacağımı umuyordum. Onun göğsüne kadar inen sakalı ve neredeyse tüm alnı boyunca uzayıp giden kalın kaşları ile kaba bir görünüme sahip olacağını düşünmüştüm.
Oysa, bu adamın sakalı yoktu. Hatta kel denilecek kadar saçı azdı. Tahmin etmediğimiz bir kibarlıkla bizi selamladı ve tokalaştık. Bu tavırlarına yine de temkinli yaklaşmaya çalıştım. Sonuçta bu insanlar terörist ve bombacı idiler. Fakat kendi kendime, “Öyleyse bütün bunlar neyin nesi?” diye sormadan da edemedim. Ve içimden, bu adam üzerine çalışmaya ve onun hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya karar verdim.
Çünkü o “kurtarılması” gereken biriydi. Tanrı bunu benim elimle gerçekleştirmek için bana bir fırsat sunmuştu. Hızlı bir tanışma faslından sonra, sorular sormaya başladım ve aramızda bir diyalog başladı:
“Tanrı’ya inanıyor musun?”
“Evet.”
“Adem ve Havva’ya inanıyor musun?”
“Evet.”
“Peki İbrahim’e ve O’nun Tanrı için oğlunu kurban etmesine inanıyor musun?”
“Evet.”
“Musa hakkında ne dersin? On Emir? Denizin yarılması?”
“Evet.”
“Diğer peygamberler. Davut, Süleyman, Yahya?”
“Evet.”
“Kitab-ı Mukaddes’e inanıyor musun?”
“Evet.”
Sıra asıl soruya gelmişti.
“İsa’ya inanıyor musun? O Mesih midir?”
“Evet.”
İçimden “Bu, düşündüğümden de kolay olacak! Çünkü karşımdaki insanın sadece vaftiz edilmeye ihtiyacı var. Ancak kendisi bunun farkında değil. İşte bu eksiği tamamlayacak olan da benim.” diye geçirdim. Büyük bir başarıya imza atmak üzereydim. Bir Müslümanı Hristiyan yapma başarısını göstermem an meselesiydi.
Babama, “Bu adamla iş yapmalıyız; hatta kuzey Teksas’taki iş gezilerimde bana eşlik etmesi için onu cesaretlendirmeliyiz.” şeklinde bir teklif götürdüm. Böylece birlikte daha çok zaman geçirebilecek ve görüştüğümüz insanların inançlarıyla ilgili farklı konularda çokça konuşma fırsatı bulacaktık. Ayrıca yolculuk süresince bu zavallı kişiye ibadetle ilgili radyo programlarım vesilesiyle etkili bir tebliğ imkânım olacaktı. Gerçekten de yolculuk sırasında Tanrı kavramı, hayatın anlamı, yaradılışın gayesi, peygamberler ve misyonları, Tanrı’nın buyruklarını insanlığa nasıl ulaştırdığı gibi pek çok konu üzerinde konuştuk.
Bir gün, adı Muhammed olan bu kişinin arkadaşıyla paylaştığı evden ayrılacağını ve bir süre caminin misafirhanesinde kalacağını öğrendim. Babama, Muhammed’in kalıcı bir yer bulana kadar şehir dışındaki büyük evimizde bizimle birlikte kalıp kalamayacağını sordum. Böylece, hem işleri hem giderleri paylaşabilirdik. Ayrıca, seyahate çıkmamız gerektiğinde, onu aramak zorunda kalmayacaktık. Babam teklifimi kabul etti ve Muhammed bize taşındı.
Bu arada, Teksas civarında yaşayan evanjelist rahip arkadaşlarıma ziyaretlerim devam ediyordu. Onlarla dinî konularda sohbet ediyorduk. Bu arkadaşlarımdan biri bir gün ciddi bir kalp krizi geçirdi ve uzun bir süre hastanede yatmak zorunda kaldı. Rahip olan bu arkadaşımın gideceği bir yeri olmadığı için evimize yerleşip bizimle yaşamasını teklif ettim. Eve dönüş yolunda, arkadaşımla İslâm inancıyla ilgili farklı konular hakkında konuştuk. Onunla pek çok konuda hemfikir olduğumuzu görmek, benim için ilginç bir deneyimdi. Katolik rahiplerin İslâm hakkında akademik çalışmalar yaptıklarını ve bazılarının doktoralarını bu konu üzerine sürdürdüklerini söylediğinde, şaşkınlığım daha da arttı. Bu rahipten İslâm hakkında duyduğum şeyler benim için epey aydınlatıcı olmuştu; ve daha öğrenmem gereken çok şey olduğunun farkına vardım.
Evde belli bir süre yerleşme düzenimizi sağlamakla uğraştık. Zamanla her şey yerli yerine oturdu. Birlikte yediğimiz akşam yemekleri sonrası masa etrafında oturup dinî meseleler hakkında konuşmayı âdet haline getirdik. Fakat her birimizde farklı İncil çevirileri mevcuttu. Babam sohbete Kral James İncil’i ile katılıyordu. Ben ise Standart İncil ile katılıyordum. Yine, eşim başka bir İncil ile, rahip arkadaşım ise Katolik İncili ile katılıyordu. Bu nedenle, zamanımızın çoğunu, Muhammed’i Hristiyan olmaya ikna etmek yerine, hangimizin elinde tuttuğu İncil’in hakikate daha yakın olduğunu konuşmakla geçiriyorduk.
Bir gün, Muhammed’e Kur’an hakkında bir soru sordum; ve Kur’an’ın indiği zamandan bu yana kaç uyarlamasının yapıldığını öğrenmek istedim. Bana, sadece bir tek Kur’an olduğunu ve hiçbir değişikliğe uğramadan bugüne kadar geldiğini söyledi. Dahası, Kur’an’ın tamamının yüz binlerce insan tarafından ezberlendiğini ve dünya üzerinde pek çok ülkeye dağıtıldığını ekledi. Yüzyıllar boyunca milyonlarca insan, Kur’an’ı harfi harfine ezberlemişler ve başkalarına öğretmek suretiyle nesilden nesile bir harfi bile değişmeden aktarılmasını sağlamışlardı.
Muhammed’in bu anlattıkları, bana pek mümkünmüş gibi gözükmüyordu. O kadar eski bir zamandan bugüne bir kitabın orijinal haliyle kalabilmesi, kendi kutsal kitabımızın tarihçesini düşündüğümde bana hiç makûl gelmiyordu. Kitab-ı Mukaddes’in orijinal dili, yüzyıllardır kullanımdan kalkmıştı. Bizim kitabımız bu halde iken, bir başka dinin kutsal kitabı nasıl olur da orijinalliğini yitirmeden bugüne gelebilirdi?
Ben zihnimde bu tür sorularla uğraşırken, evde misafir ettiğim rahip arkadaşımın dünyasında başka şeyler oluyordu. Adı Peter olan bu arkadaşım, bir gün Muhammed ile birlikte camiye gitmek ve caminin nasıl bir yer olduğunu görmek istediğini söyledi. Birkaç saat sonra eve döndüklerinde Peter, hâlâ, yaşadığı tecrübenin etkisindeydi ve Muhammed ile orada şahid oldukları hakkında konuşuyorlardı. Ben de, rahip arkadaşımın cami izlenimlerini öğrenmek için sabırsızlanıyordum.
Peter, sözlerine, Müslümanların camide aslında “hiçbir şey” yapmadıklarını söyleyerek başladı. İnsanların sadece camiye geldiğini, namaz kıldığını ve sonra da ayrıldığını belirtti. Bu sözler karşısında, ben “Ne, ayrılıyorlar mı? Yani, hiç konuşmadan ve şarkı söylemeden mi?” demekten kendimi alamadım. Fakat, Peter cevabında bir değişiklik yapmadı.
Bana ilginç gelen bu izlenimlerden sonra, Peter birkaç gün sonra, Muhammed’le birlikte tekrar camiye gitmek istedi. Ancak bu kez durumunda bir değişiklik var gibiydi. Ben evde onları bekledim. Fakat akşam karanlığı basmasına rağmen, eve dönmediler. Başlarına bir şey geldiği fikriyle endişelenmeye başladım. Neyse ki, bir süre sonra geldiler. Kapıdan girerken Muhammed’i tanıdım, ama yanındaki beyaz takkeli, beyaz cübbeli adamı ilk anda tanıyamadım.
Biraz dikkatli bakınca, onun Peter olduğunu anladım. Evet, Peter idi. O Müslüman kıyafetine bürünmüş olan kişi, daha düne kadar rahip olarak bilinen bir insandı.
Peter, “Bugün gerçekten Müslüman oldum, elhamdülillah.” diyerek selamladı bizi. Ben ise hâlâ şaşkın bir vaziyetteydim. Eşimle konuşup rahatlama amacıyla üst kata çıktım. Ama gün “sürprizler günü”ydü ve sürprizler bitmek bilmiyordu. Bu sefer de, eşim İslâm’ın hak din olduğuna inandığını ve Müslüman olmak istediğini söyledi. Muhammed ile konuşmak üzere tekrar aşağıya indim.
Tüm geceyi konuşarak geçirdik. Sabah namazı vakti girdiğinde, Muhammed namaza hazırlanmak için yanımdan ayrıldı. Onunla konuşmalarımız sonunda hakikat kendini o kadar belli etmişti ki, artık buna ben de kayıtsız kalamazdım. Bu düşüncelerle evin arka tarafına geçtim. Burada bulduğum bir kontraplağın üzerinde Müslümanların günde beş kez yöneldikleri tarafa dönerek alnımı onlar gibi yere koydum. Tamamen yere kapanmış ve secde eder vaziyetteyken “Ey Tanrım, eğer oradaysan lütfen beni duy ve lütfen bana yol göster!” diye yalvardım.
Bir süre sonra başımı kaldırdığımda bir şey fark ettim. Hayır, gökten inen kuşlar ya da kanatlı melekler görmedim. Sadece içimde, ruhumun derinliklerinde bir tazelik hissettim. Artık o dakikadan sonra, samimi olmadığım bir inanç üzere hayatımı devam ettiremezdim. Hakikate dayalı bir hayat sürmem gerektiğini her zamankinden daha fazla fark etmiştim. Ve ne yapmam gerektiğini çok iyi biliyordum.
Hemen yukarı çıkıp yıllar boyu sırtıma yüklediğim günahlardan temizlenmek adına ve buna başlangıç olsun diye duş aldım. Benim için yeni ve hakiki bir hayat işte bu şekilde başladı.
Sabah saat on bir civarında Peter ve Muhammed’in şahitliğinde, kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldum. Birkaç dakika sonra, eşim de yanımıza geldi ve o da aynı sözleri tekrarladı. O da Müslüman oldu.
.
Kilise’den Camiye / Ebu Bekir John Mwaipo’nun Gerçeği Arayışı / Hidayet Öyküleri
“Dünya Kiliseler Konseyi Doğu Afrika Genel Sekreterliğine atanmış bir rahibin, yeryüzündeki tek gerçek dini bulma yolundaki ilginç arayış öyküsü”
Altmış bir yıl kadar önce, Tanzanya’da, Uganda sınırına yakın bir yerleşim yerinde doğdum. İsmimi Martin John koyan ailem tarafından, iki yaşındayken vaftiz edildim. Yedi yaşına geldiğimde, benim diğer çocuklardan farklı olduğumu düşünen ailem için âdeta bir gurur kaynağıydım. Kilisede ayinler esnasında rahip yardımcılığını mükemmel bir şekilde yürüttüğümü gören babam, bundan etkilenerek, geleceğim hakkında kendince plânlar yapıyordu. Daha sonraları yatılı okulda okurken bana bir mektup yazarak, rahip olmamı istediğini belirtti. Hemen her mektubunda bu isteğini dile getiriyordu. Halbuki ben polis olmak istiyordum.
Afrika’daki yaygın gelenek, çocukların belli bir yaştan sonra ailelerinden bağımsız olarak istediklerini yapabildikleri Avrupa’daki anlayıştan tamamen farklıydı ve anne babanın isteklerine öncelik verilirdi. Babam da, ölmeden önce benim bir rahip olduğumu görmek istiyordu. Ben de kendi isteğimden vazgeçerek, 1964’te kilise yönetimi üzerine eğitim görmek amacıyla İngiltere ve Almanya’da bulundum. Eğitimimi tamamladıktan bir yıl sonra, aktif göreve başladım. Bu arada mastır ve doktora çalışmalarıma devam ettim. Bu dönem hiçbir şeyi sorgulamaksızın, sadece yapılması gerektiğini düşündüğüm şeyleri yerine getirdiğim yıllardı.
Bilgim arttıkça değişmeye başladığımı hissettim ve doktora çalışmam sırasında kendi kendime sorular sormaya başladım.
“Hristiyanlık, İslâm, Musevilik ve Budizm gibi dinlerin her biri gerçek din olduğunu iddia ediyor. Peki gerçek hangisi? Ben gerçeği bulmak istiyorum.”
Bu tür düşüncelerle başlayan araştırmalarım neticesinde mevcut dinleri bir elemeye tâbi tutarak sonunda dört büyük din olduğu kanaatine vardım. Bu arada İslâm’ın kutsal kitabı olan Kur’an’ı satın alıp incelemeye karar verdim.
Kur’an’ı okuyup anlamaya çalışırken rastladığım, “De ki, O Allah birdir. Her şey her hâlinde o Allah’a muhtaçtır; O hiçbir şeye muhtaç değildir. O doğmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O na denk olmamıştır.” (İhlas Suresi) ifadeleri son derece dikkatimi çekmişti. Belki o zamanlar farkında değildim ama, bugün, o sureyi okuduğum sırada, yüreğime ilk İslâm tohumlarının ekilmiş olduğuna inanıyorum. Daha sonraki araştırmalarım neticesinde Kur’an’ın vahy edildikten sonra insanlar tarafından tahrif edilmemiş tek mukaddes kitap olduğunu keşfettim. Doktora tezimin sonuç kısmında bunu ifade ettim. Doktora derecemi verip vermeyecekleri konusunda tereddütlerim vardı. Ancak bunu önemsemiyordum. Çünkü bu noktada sadece gerçeği arayan biriydim ve gerçek de buydu.
Bir gün birlikte çalıştığım ve değer verdiğim bir profesörün gözlerinin içine bakarak:
“Dünyadaki tüm dinler içinde hangisi en gerçek?” sorusunu yönelttim.
“İslâm” diye cevapladı.
“O halde niçin Müslüman değilsin?” diye tekrar sorduğumda ise:
“Bir kere Araplardan hiç hoşlanmam. İkincisi sahip olduğum lüks hayat şartlarını görmüyor musun? İslâm için tüm bunlardan vazgeçeceğimi mi düşünüyorsun?” yanıtını aldım.
Profesörün verdiği cevabı ve içinde bulunduğum durumu düşündüm. Ben de bulunduğum mevki itibarıyla sahip olduğum imkânlardan vazgeçebilecek bir konumda değildim ve bu düşünceyle bir yıl kadar İslâm’ı zihnimden uzak tutmaya çalıştım. Ancak rüyalarımda, özellikle de Cuma geceleri, sık sık Kur’an âyetleri ve beyazlar giymiş insanların çağrılarını duyuyordum.
Nihayet 22 Aralık 1986’da, Noel’den tam iki gün önce İslâm dinini resmen kabul ettiğimi açıkladım. Hristiyanlığı bırakarak İslâm’ı seçtiğimi ilân ettiğimde, kilise cemaati büyük bir şok yaşadı. Kilise yönetiminde yer alanlar benim delirmiş olduğumu düşündüler. Hattâ bu ‘deli’ adamın alınıp götürülmesi için polis bile çağırdılar. Ve Müslüman bir arkadaşım gelip kefaretimi ödeyene kadar, bütün geceyi orada geçirdim.
Bundan sonra hayatımda bir dizi değişiklikler meydana geldi. Öncelikle kilise, bana tahsis edilen ev ve arabayı geri aldı. Din değiştirdiğimi öğrenen eşime Müslüman olması konusunda bir baskı yapmayacağımı söylememe rağmen söylediklerimi dinlemedi bile, çocukları da alarak beni terk etti. Annem ve babam da kendilerini ziyaret etmezden önce her şeyi duymuşlardı. Görüştüğümüzde babam hemen İslâm’ı reddettiğimi ifade eden bir açıklama yapmamı, annem de benden kesinlikle saçma sapan şeyler duymak istemediğini söyledi. Yapayalnız kalmıştım. Bana karşı böyle bir tavır almış olsalar da onları affediyorum. Çünkü bilinçli hareket etmemişlerdi. Onların İncil’i bizzat okuyamadıklarını, tüm dinî bilgilerinin rahibin okuyup anlattıklarıyla sınırlı olduğunu biliyordum.
Bir gece aileme misafir olduktan sonra atalarımın geldiği topraklar olan Kyela bölgesine doğru yola çıktım. Yolculuğum sırasında ileride eşim olacak Rahibe Gertrude ile karşılaştım. Busale adında bir köyde konakladım. Yaşlı bir adamın yardımıyla geceyi geçirebileceğim bir yer temin ettim. Sabah olduğunda okuduğum ezan köylüleri oldukça şaşırttı ve benim gibi ‘deli’ bir adamı ne diye misafir ettiği konusunda ev sahibime sorular sormaya başladılar. Rahibe Gertrude, benim deli olmadığımı söyledi ve İslâm dinine mensup biri olduğumu açıkladı.
Bir başka zaman da hastalandığımda, hastane masraflarını ödeme konusunda onun çok yardımını gördüm.
Daha sonraki günlerde kendisiyle ilginç diyaloglarımız oldu. Mesela bir keresinde niçin haç taktığını sordum.
“Haça gerilen İsa’nın anısına hürmeten” cevabını verdi.
“O zaman birisi babanı silahla öldürse sen de göğsünde bir silah taşıyarak mı dolaşacaksın?” diye sordum.
Böyle bir soru rahibe Gertrude’u düşünmeye sevk etmişti. Belli ki beni tanıdıktan sonra kafası epey karışmıştı.
Birbirimizi daha iyi tanıdığımıza kanaat getirdikten sonra ona evlenme teklif ettim. Müslüman olmayı da kabul eden eşim, Zeynep adını aldı ve gizlice evlendik. Dört hafta kadar sonra eşim kilise yöneticilerine bir mektup yazarak durumundan haberdar etti ve ayrılma kararını bildirdi. Bana ev tahsis eden eşimin amcası ve babası evlendiğimizi duyduklarında müthiş bir tepki gösterdiler. Her şeye rağmen nezaketimizi muhafaza ederek kendilerine veda ettik ve Kyela’ya gitmek üzere köyden ayrıldık. Burada yeni bir hayata başladık.
Daha önce sahip olduğumuz lüks imkânlar artık geçmişte kalmıştı. Rahip iken büyük bir evde oturmaktaydım. Şimdi ise çamurdan yapılmış sade bir kulübede yaşamaktayım. Dünya Kiliseler Konseyi Doğu Afrika Genel Sekreteri olarak iyi bir kazanca sahipken, şimdi ağaç kesimi ve çift sürme gibi işlerde çalışarak geçimimi temin ediyorum. Bunların dışındaki zamanlarımda halka açık İslâmî bilinçlenme vaazları veriyorum. Zaman zaman anlattıklarım Hristiyanlık dinine hakaret olarak algılandığı için kısa süreli hapis cezalarına çarptırıldım. 1988 Hac mevsiminde bir trajedi yaşadık. Evim bombalandı ve üç çocuğum bu şekilde öldürüldü. Bu suikastı düzenleyenler arasında uzaktan akrabam olan biri bile vardı. Böyle bir üzüntü ve kaybın bizi yolumuzdan döndüreceğini düşünmüşlerdi. Ama düşünülenin tam tersi oldu ve her geçen gün İslâm’ı kabul edenlerin sayısı arttı. Bu arada eşimin babası da Müslüman oldu. 1992’de ihanetle suçlanarak on ay tutuklu kaldım.
Domuz eti satılan dükkanlar aleyhine yaptığım konuşma sonrası birkaç dükkân bombalandığı için suçlu görülmüştüm. Evet bu tür dükkânlar aleyhine konuşmuştum. Ancak zaten 1913’ten beri anayasal olarak Darüsselam, Tanga, Mafya, Lindi ve Kigoma gibi şehirlerde bar, klüp ve domuz eti satan dükkânlara karşıt kanunlar yürürlükteydi. Sonuçta aklandım ve serbest bırakıldıktan sonra ülkemden ayrılarak Zambiya’ya geçtim.
Tüm Müslümanlara mesajım şu: “Bugün İslâm’ın yanlış anlaşılmasından kaynaklanan ciddi bir İslâm karşıtlığı problemi mevcut. Tüm dünyaya İslâm’ı doğru anlatma gayreti içinde olmalıyız. Müslümanlar, barbar kökten dinciler olarak tanınmamalı. Hepimiz bencilliği bir kenara bırakarak birlikte hareket etmenin yollarını aramalıyız. Kendinizi güvende hissedebilmeniz için komşunuzu da müdafaa etmeyi bilmelisiniz. İslâm’a en iyi hizmet bilinçlenmek ve iyi örnek olmaktır. Allah doğruların yardımcısıdır.”
..
Amerikalı Rahip Hilarion Heagy Müslüman Oldu
Amerikalı rahip Peder Hilarion Heagy “eve dönüş” adlı yazısı ile Müslüman olduğunu ilan etti. İslâm’ı kabul eden Hilarion Heagy, “Said Abdullatif” adını aldı.
Yakın zamanda Kaliforniya’da bir Doğu Hristiyan Manastırı kurma planları kuran rahip Heagy daha önce Rus Ortodoks, Antakya Ortodoks ve Doğu Katolik kiliselerine intisap etmişti.
“Müslüman olduğumdan beri, Müslümanlardan gördüğüm sıcaklık, samimiyet ve misafirperverlik tek kelimeyle olağanüstü. Daha önce hiç böyle bir samimiyetle karşılaşmamıştım. Gelecek benim için şu an belirsiz. Karanlıklara dalmak elbet beraberinde birtakım kaygılar getirecektir.”
Müslüman olduğunu ilan ettiği “Eve Dönüş” yazısından bir kesit:
“Eve Dönüş”
Dine duyulan aşk, ümmete duyulan aşk, Peygambere duyulan aşk…
Kaliforniya’dan çıktığım yolculuğuma başlayalı neredeyse bir ay oldu ama şimdiden bir ömür gibi geliyor. İslam’a çeşitli açılardan yaklaştığımı hissettiğim onlarca yılın ardından en sonunda gerçek manada bu dine katılmaya karar verdim. Bunun olması için fiziksel manada harekete geçmem gerekiyordu çünkü bir Katolik Manastırında yaşıyordum. Bir kişi halkın karşısında papaz yahut rahip olup özel hayatında Müslüman olamaz. Senenin önemli bir bölümündeki durumum buydu aslında, en azından zihnimde gizliden gizliye bu fikir artıyordu. Şimdi, bilinmeyene bir adım atmalıydım. Güvenlik ağları olmadan. Yalnızca Allah’a güvenerek.
Müslüman olarak yeni hayatıma başlamam için Doğu’ya, evime, yani yirmi sene önce İslam’a yolculuğumun başladığı Appalachia’nın bir kentindeki İslami Merkez’in olduğu yere dönmem gerektiğini hissettim.
T.S. Eliot’un Dört Kuartet’teki şu sözlerini hatırladım:
“Bu aşkın resmi ve bu çağrının sesi ile
Keşfetmeyi bırakmamalıyız
Çünkü bütün keşiflerin sonunda
başladığımız yere varırız
ve vardığımızda o yeri ilk kez anlarız”
Ve ben eve gidiyordum. İşte buradayım. Doğu’ya geri dönüyorum. Aslıma. Başlangıcıma. Evime. Asli hüviyetime…
La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah.
Bu benim için bilinmeyene dalmaktı. Issıza bir yolculuktu. Tanrının Tanak’ta İbrahim’e dediği gibi: “Ülkeni, akrabalarını, babanın ailesini bırak ve sana göstereceğim topraklara git.” Nispeten genç, orta yaşlı bir rahip olarak hayatım bu noktaya kadar gayet tıkırındaydı. Bir rahip olarak umut vaat eden bir kariyerim vardı. Sevilen biriydim. İyi bir eğitim almıştım. Her anlamda her şey gayet “iyi” gidiyordu. Ta ki içimde bazı kanaatler değişene kadar. Olgunlaştı mı demeliyim? Belki de. Ama yıllar önce atılmış bir tohum artık çiçek açmıştı.
Gerçekten başka seçeneğim yoktu. “Allah’ın hidayet verdiğini kimse saptıramaz.”
Bu gerçek manada bir eve dönüş. Benim asıl inancım. Kur’an daha doğmadan bizim yalnızca Allah’a kulluk ettiğimizi ve O’na teslim olduğumuzu söylüyor: “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da, Evet buna şâhit olduk, dediler.” (A’râf, 172) Bu nedenledir ki İslâm’ı kabul edenlere İslâm’a döndü deriz. Çünkü İslâm bizim ilk inancımızdır, dönüşümüz onadır. Bu uzun bir geri dönüş sürecidir.
Böylece Ümmet’e doğru ilk adımlarımı atıyorum. Doğu’ya dönüyorum, kalacak bir yerim yok. Az bir param var. Eski bir Ford arabam, bir avuç kitabım ve üstümdeki kıyafetlerim. Çat pat birkaç kelime Arapça.
Müslüman olduğumdan beri, Müslümanlardan gördüğüm sıcaklık, samimiyet ve misafirperverlik tek kelimeyle olağanüstü. Daha önce hiç böyle bir samimiyetle karşılaşmamıştım. Gelecek benim için şu an belirsiz. Karanlıklara dalmak elbet beraberinde birtakım kaygılar getirecektir.
Yine de öyle bir huzur hissediyorum ki. Neşe. Rahatlama. Yirmi senedir İslam’a doğru çekilişim beni sonunda evime kavuşturdu. Şimdi imanın daha da derinlerine dalma işi başlıyor. Daha derin bir öğrenme süreci. Dine duyulan aşk… Ümmete duyulan aşk… Peygambere duyulan aşk…
Bu Allah’a dönülen sonsuz yolculuğun ilk adımı. Subhanallah…
Hilarion Heagy – Said Abdullatif
Dünyanın her bir tarafından mesajlar aldığını ve kendisine neden Hıristiyanlıktan ayrılıp İslam’ı kucakladığına dair birçok soru yöneltildiğini söyleyen Heagy, bu kararı vermesinde kendisine yardımcı olan çeşitli kaynakları sıraladığı “Resources Along The Way/Yol Boyunca bana rehberlik eden kaynaklar” yazısını paylaştı. Bu yazıda “Kuran-ı Kerim Meali, Martin Lings’in Hz. Peygamberin Hayatı kitabı ve Abdulhakim Murad, Hamza Yusuf, Paul Williams” isimlerine yer vermektedir.
Tebrik Mesajları…
Heagy, Müslüman olduğu haberini açıkladığından beri Müslümanlardan samimi mesajlar aldığını söyledi. Sosyal medya hesaplarından da birçok Müslüman bu sevince ortak oldu:
@bushidoanis2: “Allah dilediğini hidayete erdirir. Hıristiyanlar, Katolik Kilisesi Pederi Rahib Hilarion Heagy’nin Müslüman olmasının ardından altüst olmuş durumdalar. Çeşitli dinleri bilgece çalışan Rahip ve Katolik Kilisesi Pederi hakikati buldu. Kur’an mucizevi kutsal kitaptır. Allah onu korusun.”
@Abdulla_Alamadi: “Müslüman olmasını “eve dönüş” olarak tanımlıyor. Hayatındaki bu önemli dönüm noktası için kendisini hazırlarken hissettiklerini ne kadar da güzel bir şekilde tarif etmiş. Hilarion Heagy yeni adıyla Said Abdul Latif, ABD’deki en önde gelen rahiplerdendi. Allah onu İslam’da sabit kılsın.”
@Abdullahrushdy: “Hepimiz Rahip Hilarion Heagy Müslüman olmasından dolayı çok mutluyuz. Kalbini aydınlatan ve göğsünü hak din ile dolduran Allah’a hamd olsun. İslam nimetinden ötürü Allah’a hamd olsun, nimet olarak bize yeter. Allah ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzere sabit kıl.”
gencmuslumanlar.com
.
Dünya Boks Şampiyonu Andrew Tate Müslüman Oldu
4 kez Dünya Boks Şampiyonu olan ABD’li boksör Andrew Tate, Müslüman olduğunu ilan etti. Ünlü sporcu ilk kez namaz kıldığı anları sosyal medya hesabında İbni Kayyım’ın (r.h) “Allah sevgisi, kalbin kuvveti, kalbin rızkı, kalbin nurudur.” sözleri ile paylaştı.
Andrew Tate’in arkadaşı olan Tam Khan da 35 yaşındaki sporcunun Müslüman olduğunu duyurdu. Tam Khan, Andrew Tate’in Dubai’de bir camide namaz kıldığı anlara ait görüntülerini, “Elhamdülillah” notuyla paylaştı. Görüntülerin sosyal medyada hızla yayılmasının ardından Khan, Andrew hakkında şu açıklamayı da hesabından paylaştı: “Müslümanlar lütfen sabırlı olun. Bu kadar sert olmayın. Hepimiz hata yaparız. Hepimiz bazen söylemek istediklerimizi yanlış bir şekilde ifade edebiliriz. Andrew’i kişisel olarak tanıyorum. Maşallah İslam’a olan sevgisi gerçek, hakiki bir sevgi. Amacı kendi reklamını yapmak değil. O da bizden biri. Hanım kardeşlerimizin kaygılarını da anlıyorum. Ama yalnızca Allah yargılayabilir. Kardeşimiz Allah’tan başka kimseye kendini açıklamak zorunda değil. Biz onunla ‘Cennet nasıl bir annenin ayakları altında olabilir?’i bile tartıştık. O âlim yahut tebliğci bir kişi değil. Yani bu kadar eleştiri yeter. Hepimiz güzel dinimiz İslam’a bir şekilde katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Ama şu an birçokları yargılayıcı yorumları ve dedikoduları ile onu ayıplıyorlar. Örnek olun. Ancak o zaman başkaları sizin yolunuzu takip edecektir. İslam nimetini verdiği için Allah’a hamd olsun. Allah Subhanehu ve Teala bizleri dilediği kullarını ilettiği nuruna iletsin (Nur Suresi, 35). Keşke bu kadar eforu kendi imanımız için sarf etseydik. Kendi amelleriniz ve çabanız için endişe edin. İslam’la yeni tanışmış kişilere karşı bu kadar negatif davranmayın.”
Andrew Tate Kimdir?
Tam adı Emory Andrew Tate olan ünlü boksör 1 Aralık 1986 tarihinde ABD Washington’da dünyaya geldi ve çocukluğunun bir bölümünü burada yaşadı. Daha sonra ailesiyle birlikte İngiltere’nin Luton kentine taşındı ve emekli olana kadar burada boks yaptı. Andrew Tate, 3 kez ISKA Dünya şampiyonluğu ve Enfusion şampiyonluğu elde etti. Şu an ise Romanya’da yaşamaktadır. Daha öncelerde kendisini Ortodoks Hristiyan olarak tanımlayan Andrew’in, Eylül ayında Müslüman olduğu haberleri çıktı ve dün ise kendi hesabından namaz kıldığı görüntüleri yayınlayarak Müslüman olduğunu herkese ilan etti.
.
Zirvedeyken Rapi Bıraktı, Müslüman Oldu!
Gerçek adı Mélanie Georgiadis. Fransız bir anne ve Rum bir babanın evladı. Otoritelere göre Diam’s Fransa tarihinin en iyi Rap sanatçısıydı. Müzik sektörü hala onun gibisinin çıkmadığını söylüyor. 12 yıl önce ihtida ederek bir köşeye çekildi. Hayatını anlatan ‘Salam’ belgeseli Cannes’da gösterildi. Brut kanalının gerçekleştirdiği röportaj GENÇ TV tarafından Türkçe altyazılı olarak hazırlanmış.
.
Abdulhasib Lopez’in Hidayet Öyküsü
Kuran’la Hidayet Buldum serisinin bu haftaki 20. bölümünde, Abdulhasib Lopez’in etkileyici hidayet öyküsü ve cezaevinde geçen sabır dolu yılları yer alıyor.
Belgesel hakkında: Fahd al Kandari’nin 2014 yılında başlayıp seri olarak sunumunu yaptığı Kuran’la Hidayet Buldum serisi tanınmış birçok kişinin hidayet öykülerini konu ediniyor. Seride daha önce gayrimüslim olan insanlar, Kuran ile nasıl tanıştıklarını ve bu tanışma sonrasında İslam’ı nasıl seçtiklerini bizlere anlatıyor.
Abdulhasib’in Kuran ile hidayet buluşundan bir kesit:
Hücre arkadaşım tanıştığı imama: “Bu kardeş Müslüman olmak istiyor” diyerek haber verdi. Ve hatırlıyorum da ben o vakit tam da şehadetin nasıl getirileceğini okuyordum. Şehadet getirdiğimde sözlerinin ne anlama geldiğini anlamadığım halde onun hayatımdaki en büyük şey olduğunun farkına vardım. Subhanallah o duygular hissettiğim en güzel duygulardı… Ve elhamdülillah hapisten bir Müslüman olarak çıktım. Niyetlendiğim ilk şey Müslüman bir hanımla evlenmekti. Zira İslam’ımı tek başına yaşayarak sürdürmeyi asla düşünemiyordum, Müslüman bir hanım bulmam lazımdı. Beni tanıyan Müslüman bir kadın bana uygun bir hanımı tanıdığını söyledi. Ve o vakit evlilikteki beklentilerimin bir çoğunu bir kağıda yazmıştım. Tam 11 maddeydi.
Ve kendi kendime demiştim ki: “Yeryüzünde bu beklediğim özelliklerin hepsini barındıracak bir kadın bulmam imkânsız!” Sonra onunla buluştuk ve konuştuk. Ona bu buluşmadaki amacımın evlenilecek bir eş aramak olduğunu ve bu kişinin o olabileceğini söyledim. Bu bendim ve geçmişim bu şekildeydi. Bu, ulaşmayı istediğim şey! O ise olmayı istediğim yerdi. Ve balayından 12 gün sonra polis beni tutukladı. Sonraki gün polis kontrolü altında serbest bırakıldım. Ve tutuklama nedenini öğrendiğimde işin içinde ne olduğuna bir türlü anlam veremedim. Ben yapmamıştım! Bu olayda bir parmağım yoktu ve gerçekten de suçsuzdum. Üç kere zan altında bırakıldım. Önce suçsuzsun dediler sonra suçlu olduğumu ve tekrardan suçlu olduğumu söylediler. Neden ve nasıl tutuklandığım konusunda hiçbir fikrim yoktu! O gün çok duygusal bir gündü…
Bilirsiniz hapisteki her şey insanı derinden yaralar ve onda bir ruh çöküntüsü oluşturur. Sağlık testi için hastaneye gönderildiğimiz sıradayken iki sıra şeklindeydik! Ben bu sıradaydım, öbür sıranın önündeki bir adam arkadan bana dönüp baktı ve gülümsedi. Ben de ona baktım ancak onu daha önce görmemiştim. İlerlememiz sırasında omzumdan tutu ve bana “Korkma kardeşim! Bu Allah tarafından bir imtihandır!” dedi. Başımı çevirdim… O pek de Müslüman biri gibi görünmüyordu. Odaya girdik ve oturduk. O da benim yanıma oturdu. İsmi Muntasır’dı. Sakinleşip olayları kabullenmem 101 günümü almıştı.
Namaz kılıyordum ama sadece kılmam gerektiği için kılıyordum. Namazlarımı kalpten hissederek kılmıyordum. Kuran’a bakıyordum ve onu okumak istiyordum ama önce namazımı kılmam gerektiğini de biliyordum. Ve Kuran’a sıkıca bağlandım. Elimde sadece Kuran’ın İngilizce meali vardı. Arapçasına izin vermiyorlardı. Onu açtım ve okumaya başladım. Ve oradaki bir ayet dikkatimi çekti. Mana olarak ayet; “Endişelenme! Başına ne gelirse gelsin ya da ne gelecekse bu ancak O’nun izni ve ilmi dâhilindedir. Bu bir imtihandır!” şeklindeydi.
.







“