
Yakın tarihimizin "nev–i şahsına münhasır" en popüler siyasî figürlerinden biri de hiç şüphesiz Ali Fethi (Okyar) Beydir.
Mustafa Kemal, onu kritik dönemlerde tam bir joker olarak kullandı.
Bu joker şahsiyetin ilk önemli rolü Selanik'te hapsedilen Sultan Abdülhamid'e nezaret etmek; oynadığı son önemli rol ise, 1930'da kendisine kurdurulup üç–dört ay sonra tekrar kapattırılan Serbest Fırka'ya başkanlık etmek olmuştur.
* * *
Aslında, o asker kökenli bir bürokrat ve bir siyasetçiydi.
Ama, hiçbir zaman kendi inisiyatifiyle hareket etmedi. Siyaset sahnesinde, daima bir başkasının inisiyatifi ve yönlendirmesiyle kritik bazı roller üstlendi.
İşte, ona siyasî figür, yahut joker dememiz bu sebepten.
Bakalım, yakın geçmişteki siyasî senaryoların hangisinde rol alıp oynamış ve üstlendiği rollerde nasıl bir performans göstermiş...
Bunu öğrenmek için, şimdi bu önemli figürü biraz daha yakından tanımaya çalışalım.
Kısa biyografisi
Ali Fethi Bey, 1880'de Pirlepe'de (Prilep) doğdu. Burası, Makedonya Cumhuriyetinin orta bölgesinde yer alan önemli şehir merkezlerinden biridir.
Fethi Okyar, çocukluğunda iyi bir eğitim gördü. Gençliğinde askerliğe ilgi duydu. Harbiye okuluna girdi.
1903'te Harbiye'den teğmen rütbesiyle mezun olduktan bir müddet sonra, Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Selanik'teki 3. Ordu'da görev aldı.
Yine Selanik'te iken, gizli kurulan ve illegal bir cemiyet olan İttihat ve Terakkiye katıldı.
1908'de Meşrûtiyet'in ilânıyla birlikte, binbaşı rütbesiyle Selanik Jandarma Subay Okulu komutanlığına atandı.
1909'da Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinin ardından, tam 3,5 sene müddetle Selânik'teki Alâtini Köşkü'nde mahpus tutulması esnasında, burada da Muhafız Komutanlığı yaptı.
(NOT: Alâtini Köşkü, Selanik'te Yalılar semtinde, İtalyan asıllı un tüccarı Yahudi Giorgio Allâtini'ye ait dört katlı bir bina idi.)
Ali Fethi Bey, 1911'de İtalyanların Trablusgarp'ı işgali üzerine oraya gidip mücadeleye atılanlardan biri oldu.
Trablusgarp'dan döndükten sonra, Ocak 1912'de Manastır mebusluğuna seçildi. Meclis'in tıkanıp feshedilmesi üzerine, aynı sene içinde askerlik mesleğine geri döndü.
Yine aynı sene içinde ordudan ayrılarak Sofya Elçiliğine atandı. Aynı dönemde Sofya'da askerî ateşe görevinde bulunan Mustafa Kemal'le olan dostluğu daha da pekişti.
1917 yılı sonunda yapılan seçimde yine İstanbul Mebusu olarak Meclis'e girdi. Meclis'te işi yaver gitti ve 1918'de Ahmet İzzet Paşa kabinesinde Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) oldu.
Ne var ki, aynı yıl içinde İttihatçı liderlerin ülkeyi terk etmelerinde kendi ihmali olduğu gerekçesiyle bakanlıktan istifa etmek durumunda.
1918 yılı sonlarında, M. Kemal'le birlikte Minber isimli gazeteyi çıkarttı.
İşgal döneminde, İttihatçıların önde gelen adamlarından biri olduğu gerekçesiyle, İngilizler tarafından Malta Adasına sürgün edildi.
Ancak, Osmanlı tarafında tutuklu bulunan İngilizlerle değiştirilmek (becayiş) üzere, serbest bırakıldı.
1921'de Ankara'ya geldi. Sırasıyla Dahiliye Vekilliği, İcra Vekilleri Reisliği (M. Kemal'in vekili olarak), Millet Meclisi Başkanlığı yaptı.
İkinci Meclis devresinde, M. Kemal'in cumhurbaşkanlığına getirilmesi üzerine, Fethi Okyar Meclis Başkanvekili seçildi.
2 Kasım 1924'te Başbakanlığa getirildi. 4 Mart 1925'ten sonra (Şeyh Said Hadisesi üzerine) Başbakanlıktan ayrılarak yerini İsmet Paşaya terk etti.
Aynı sene Paris Büyükelçiliğine atandı. Beş yıl sonra bu görevi bırakıp geri geldi.
1930 yılı sonlarında, M. Kemal'in bilgisi ve direktifleri dahilinde hareketle, Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurdu. Ancak, muharrik–i bizzat olmadığı için, dört ay sonra, başında bulunduğu partiyi yine kendisi kapattırmak durumunda kaldı.
1934'te Londra Büyükelçiliğine atandı. 1939–42 yılları arasında gelip milletvekili seçildi. Kısa bir süre Adalet Bakanlığı görevini yürüttü.
Daha sonra siyasetten çekildi. 7 Mayıs 1943'te İstanbul'da öldü. Mezarı Zincirlikuyu'da.
Özetle, öne çıkan hususiyetleri
* Asker ve siyaset karması şeklinde ortaya çıkan İttihatçıların üst yönetim elemanlarından biridir. Ancak, birinciliğe hiç oynamadı, hangi görev verildiyse onu yapmaya çalıştı.
* Sultan II. Abdülhamid'in Selanik'teki mahpusluk günlerinde yanında ve yakınında en uzun müddetle vazife gören Muhafız Komutanı oldu.
* Eski İttihatçılar'dan koptuktan sonra, tam bir teslimiyet içinde M. Kemal'e bağlandı. Onun inisiyatifi doğrultusunda hareket etti.
* 1930'da Serbest Fırka'nın başına geçti. Ancak, herhangi bir misyon, yahut vizyon sahibi olmayıp, doğrudan başkasının kumandası ile siyaset yaptı. Bu yüzden de başarılı olamadı. Sadece ciddî muhalefete soyunan arkadaşlarının canını yaktırdı. Tıpkı, Menemen Hadisesinin ağır faturasını dindarlara çıkarttırmaya sebebiyet verdiği gibi...
* En bâriz özelliklerinin başında, M. Kemal ile olan yakınlığı, hemfikirliği ve benzerlik gösteren muhtelif makamlardaki çalışmaları gelir. Coğrafî bölgeleri ve doğum tarihleri de birbirine çok yakın; hatta hemen hemen aynıdır.
.
Yeni süreci okuma, anlama çabası

Görüldüğü kadarıyla da, bu talimata uyulmaya özen gösteriliyor. İyi.
Demek ki, emir büyük yerden...
Bu emrin, dinî, millî ve siyasî sahadaki tezâhürlerini görüyoruz.
Meselâ, otuz yıldır Kürtlük adına çatışmacı dil kullananlar bile şimdi her vesileyle barıştan, anlaşmadan, uzlaşmadan söz ediyor. Dahası “Otuz yıl devam eden bir savaş, her yeri ve herkesi kirletir” diyerek, gırtlağına kadar girdikleri kirlilikten arınmaya çalışıyor.
Kezâ, otuz yıldır Türklük adına cihangirlikten, devletin âli menfaatinden, Kürtleri adeta yok sayarak millî birlik ve beraberlikten dem vuranlar da, şimdilerde şaşırtıcı bir üslupla sulhtan, barıştan, diyalogtan, uzlaşmadan yana nasihat ediyor; hatta, taktik verip özeleştiri yapılması tavsiyesinde bulunuyor.
İktidar kanadının aktörleri ise, terörü bitirmek için yeni bir sürecin başlatıldığını ve her türlü provokasyona rağmen bu sürecin kararlılıkla devam ettirileceğini söylüyor. Öyle ki, Öcalan için “Bize göre idam edilmeliydi” diyen baş aktörler bile, bugün çıkıp açıkça “Bizim bilgi ve talimatımız dahilinde Öcalan’la görüşmeler yapılıyor, yapılmaya devam edecek” diyor, diyebiliyor.
Bütün bu gelişmeler ve beyanlar gösteriyor ki, “Türkiye’nin iç ve dış tehditleri” meselesinde konsept değişiyor, yahut konseptin değiştirilmesi cihetine gidiliyor. Ancak, yeni gelişmelerin nasıl bir seyir takip edeceğini ve nasıl bir neticeye doğru gidileceğini şimdiden kestirmek hemen hemen imkânsız.
Bu sebeple, biz de mazide yaşananlardan çıkardığımız ders ve tecrübelere istinaden, muhtemel yeni gelişmelere projeksiyon tutmaya çalışıyoruz.
30 yılda bir konsept değişikliği
Kaderin fetvası ve dahilî-haricî sebeplerin ittifakıyla yeni Türkiye devletinin ilk otuz senesi (1920-50) tam anlamıyla bir diktatörler sultası altında geçti.
Cumhuriyet mutlak istibdat, laiklik ise dinsizlik şeklinde tatbik edildi.
Bu cebrî, keyfî, küfrî sistemin ömrü otuz yıl kadar sürdü. Farmasonların eseri olan bu gaddarlık zincirinin halkaları otuz yıl sonra pörsüyüp parçalanmaya yüz tuttu.
* * *
1950’de başlayan nisbî demokratik süreçle birlikte, bu kez yurdun öz evlâtları, yüzde yüz katiyetinde kökü dışarıda olan bir ideolojik çatışmanın içine sürüklendi.
İnsanlarımız sağ-sol diye yapay mı yapay bir cenderenin içine sokuldu. Biri diğerine faşist dedi; diğeri de berikine komünist damgası vurarak, yek diğerini en büyük düşman olarak belledi.
Otuz yıl müddetle (1950-80) ve 27 Mayıs Darbesi ile 12 Mart Muhtırasından sonra dozu kademeli şekilde arttırılan bir şiddetle akraba akrabayı acımasızca vurdu; hatta, öz kardeşler bile gözünü kırpmadan birbirinin canına kıydı.
Böylelikle, binlerce insanımızla birlikte, malımızı, mülkümüzü ve dahi en kıymetli zamanımızı boş yere harcayıp heba ettik.
* * *
1980’de meşrû hükümeti devirerek idareyi ele geçiren 12 Eylül Cuntası “bir sağdan, bir soldan” adam asmak sûretiyle, kendince sağ-sol çatışmasını bitirdi.
Üstüne üstlük, “Ne sağcı olun ne solcu, futbolcu olun futbolcu” denilerek, ideolojik cepheleşmeyle adeta alay edilmeye başlandı.
Fakat, o da ne? Herşey tamam, ortalık süt-liman derken, ortaya aniden bir silâhlı örgüt çıkıverdi ve patır patır “Türk askeri” öldürmeye başladı.
Belli ki, otuz yıl sonra konsept değişmiş ve sağ-sol cepheleşmesi yerine Türk-Kürt çatışması ikame edilmişti.
Oysa, sağcılık-solculuk gibi Türkçülük ve Kürtçülüğün de bin yıllık tarihimizde yeri yoktu, esamisi dahi yoktu.
Dahası, her türlü fitnekârlığa rağmen, Türklerle Kürtlerin taban kesimi arasında bugün dahi temelde herhangi bir tersleşme, zıtlaşma yoktur.
Demek ki, bu dahi yapay karakterli ve konjonktürel olarak tasarlanmış bir çatışma vetiresinden ibaretmiş.
(NOT: Çatışma sebebi olarak kullanılan argümanların, gerçekte ırkçılığı da besleyen Kemalist jakobenliğinden kaynaklandığını unutmayalım. Tâ ki, öküz altında buzağı arama yanlışına düşmüş olmayalım.)
Son 30 yılın aktörleri, faktörleri
Lütfen, bundan tam tamına otuz yıl önce, yani 1983’te yaşananlara ve o bilhassa dönemde ortaya çıkan aktörlere (paralel şekilde faktörlere) dikkatlice bakarak, gelişmeleri biraz derinlemesine düşünüp tefekkür edelim.
Görebildiğimiz kadarıyla, darbe anayasının kabulünden hemen sonra, yani 1983’ten itibaren Türkiye’nin içine sokulduğu yeni konsept, heyet yerine adam, yani şahs-ı mânevî yerine “şahs-ı vahit” şeklinde olmuştur.
Biraz daha açmak gerekirse: Faktörel etkiye sahip olan kitlelerin iradesi şahıslara endeksleniyor (hatta ipotekleniyor) ve bundan sonra işler şahısların inisiyatifindeymiş görüntüsüyle yürütülmeye çalışılıyor.
Özetle: Kürt kitlesinin iradesi bir şahısta ve bir örgütte toplanacak; oratya çıkan alteranifleri ise silinecek, yahut sindirilecek. Gerisi kolay. Zira, şahsı kontrol ve kumanda etmek, kitleye hükmetmekten çok daha kolay bir iş.
Benzer bir yapılanmaya “dindar kitle” cenahında gidildi. Bir şahıs desteklenecek, büyütülecek ve bilumum dinî cemaatler onun gölgesi altında kalmaya mahkûm edilecek.
Şahıs merkezli bir başka yapılanmaya da, hiç şüphesiz siyaset sahasında gidilecekti. Hem öyle bir yapılanma ki, siyasetin genel seyri, değişimi, dönüşümü dahi, şahsın, yahut liderin inisiyatifindeymiş gibi gösterilecekti.
Bu yapılanmada başarı sağlanırsa, artık dâvâymış, misyonmuş, ilkesel siyasetmiş, vesaire; hepsi hak getire...
* * *
Evet, bütün bu sıraladığımız faktörlerin devreye sokulması ve bilhassa tarih sahnesine çıkarılması 1983 senesine tekabül ediyor.
Aradan 30 sene geçtiğine göre, demek ki bunun da miadı doldu ve yeni bir konsept değişikliğine gidilmesi gerekli hale geldi.
Yeni konsept ne olabilir diye düşündüğümüzde ise, ne yazık ki hatıra şu geliyor: Nasıl ki “sağ-sol”dan sonra “Türk-Kürt” kartı oynandı; bundan sonra da “Şiî-Sünnî” kartı devreye sokulabilir.
Maatteessüf, Türkiye’de ve bilhassa Ortadoğu coğrafyasındaki durum ve hali hazırda yaşanan gelişmeler, böylesi bir konseptin devreye sokulmasına elverişli görünüyor.
Türkiye’de bu türden (Alevî-Sünnî kutuplaşması) bir “potansiyel tehlike” ne yazık ki mevcut. Son zamanlarda Irak, Suriye ve İran’daki Şiî kesimle yaşanan diplomatik gerginlik ise, uzaktaki tehlikeyi maalesef yakınlaştırmaya hizmet ediyor. (Paralel şekilde, Türkiye’nin Irak ve Suriye’deki Sünnî kesim ve bilhassa Sünnî olan Kürtlerle yakınlaşması da hayli dikkat çekici. Eh, buna göre Türkiye’deki Kürtlerle niye dahi bir yakınlaşma olmasın?)
Şimdiye kadar terör örgütünü menfaati icabı besleyenler, bundan sonra böyle daha kârlı bir pazar bulurlarsa, muhtemelen onlar da PKK’dan desteğini çekebilirler.
Kardeş, komşu ve Müslüman unsurlar olarak, bizlerin canı, malı ve mülkü üzerinde hesap yapanlara mukabil, Cenâb-ı Hakk’ın da bir hesabı olduğunu düşünüp buna bel bağlayarak, yaşanacak gelişmelerin hayırlara vesile olmasını Rabbimizden duâ ve niyaz ediyoruz.
.
Terör belâsı bitiyor mu?

Bu üç etkili aktör söz birliği etmişcesine "Terör bitsin, barış sağlansın" diyorsa, bu meselede kritik bir kavşağa, önemli bir dönüm noktasına gelinmiş demektir.
Mevcut aktörler, yine de sulha/barışa dair sözlerinin arkasında durur ve bu kritik süreci yönetmede kararlı davranırlarsa, "etnik terör"ün beli kırılır ve PKK denen heyülâ örgütün miadı dolar, ömrü tamamlama vetiresine girmiş olur. Tabiî, şimdilik hiç hesapta görünmeyen bir engel çıkmaz veya aksi yönde sürpriz bir gelişme olmazsa...
(İmralı'ya gidip başbaşa görüşen BDP'lilerin açıklamasına göre, Öcalan, yeni süreçten gayet emin olup kararlı bir duruş sergiliyormuş. Demek ki, bu cenahtan kimselerin birdenbire üslup değiştirmesi ve mümkün mertebe "barış dili"ni kullanmaya özen göstermesi bu yüzden imiş...)
Ancak, buna rağmen terörün kısa vadede tamamen biteceğini söylemek saflık, safdillik olur.
Zira, bu terör örgütünün Türkiye, bölge ve dünya çapında hem bağlantıları var, hem de farklı kontrol merkezleriyle irtibatlı çalışan sergerde grupları mevcut...
Bu örgütün, kezâ silâh tacirleri ile uyuşturucu baronlarının yanı sıra, hiç umulmadık odaklarla, hatta dost geçinen bazı ülkelerle de ciddi temasları bulunuyor.
Dolayısıyla, örgütün tamamı ve örgüt bünyesindeymiş görünen sair gruplar, Öcalan'ın kontrolünde değildir. Bunların bir kısmı, Öcalan'a rağmen bildiklerini okumaya devam edebilirler.
* * *
Öte yandan, iç ve dıştaki bütün bu karanlık bağlantıların varlığını zımnen kabul eden Öcalan, Avni Özgürel'e yıllar önce söylemiş olduğu "Ben bu kanlı mücadeleyi bitirirsem, beni de bitirirler" şeklindeki sözlerini hiç inkâr etmedi.
Peki, o halde şimdi niçin çıkıp "Silâhlı mücadele bitmeli" diyor ve terörü bitirecek iradenin de kendisinde var olduğunu dünya âleme ilân ediyor?
Eğer şimdi söyledikleri doğruysa ve inanarak konuşuyorsa, o takdirde, vaktiyle kendisini bitirmek isteyen odaklardan da bir güvence almış demektir.
Kezâ, bu demektir ki, terör lobisi kendine çok daha kârlı bir başka pazar arayışına girmiş, belki de bulmuştur.
Tahminimize göre, bu yeni pazar Şiî–Sünnî çatışması sahasıdır. Ki—maazallah—zuhûr edecek böylesi bir fitnenin hem yerel ve bölgesel alanı daha geniş, hem de mazisi çok daha derinlere kadar uzanıp gidiyor. Türkiye, Suriye, İran ve zaten Şiî–Sünnî diye şimdiden iki bloka bölünmüş durumdaki Irak'ın birbirlerine karşı takındıkları hali hazırdaki pozisyonları, bu noktadaki endişemizi arttırıyor.
Ancak, bütün bu endişelere rağmen, ümidimizi yinede muhafaza ediyoruz.
Başımıza sarılan ırkçılık illeti ve terör fitnesiyle istedikleri neticeye ulaşamayanlar, bundan sonraki gaye ve hedeflerine de inşaallah ulaşamayacaklar.
Dindar Türklerle Kürtlerin bu vatanda ve bu zamanda en sağlam, en güvenilir ve en tesirli ortak paydası olma hüviyetine haiz olan Bediüzzaman ve Risâle–i Nur, Ehl–i Beyt muhabbetini esas ittihaz etmesi itibariyle Aleviler ile Sünnileri de biiznillah aynı ortak paydada buluşturup kaynaştırmaya devam edecektir.
Böylelikle, yakında bekleyen muhtemel yeni tehlikeler de bertaraf edilmek suretiyle, fitnekârların hevesleri de inşaallah kursaklarına hapsedilmiş olur.
Kuruluş maksadını şu şekilde özetlemek mümkün: Dünya barışını, güvenliğini korumak, sosyal adâleti tesis etmek, uluslar arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel iş birliği oluşturmak ve uluslar arası münasebetlerde mümkün olduğunda kuvvet kullanılmasına engel olmaya çalışmak.
İşte, bu genel amaçlar doğrultusunda kurulan, çalışan ve birçok alt birimleriyle dünya çapında faaliyet gösteren 192 üyeli Birleşmiş Milletler Teşkilâtı (BM), II. Dünya Savaşının sonlarına doğru kuruldu. İlk kurucu üyeler arasında–demokratik sisteme geçmek şartıyla–Türkiye de kabul edildi.
Bugünkü BM'den önce ise, yine benzer maksatla kurulmuş bulunan bir Cemiyet–i Akvam, yani Milletler Cemiyeti vardı.
Bu cemiyet, Birinci Dünya Savaşından sonra 10 Ocak 1920'de İsviçre'de kuruldu.
Ankara hükümeti de, daha ilk safhadan itibaren, Milletler Cemiyetine üye olmak istiyordu. Bu isteğini iletmesine rağmen, hemen kabul edilmedi. Zira, Türkiye coğrafyasında işgal, istilâ ve buna mukabil istiklâl mücadelesi bütün şiddetiyle devam ediyordu. Henüz bir neticeye ulaşılmadığı gerekçesiyle, Türkiye'nin üyelik isteği hep geri çevrildi.
Aradan on iki yıl kadar bir zaman geçti ve Türkiye'nin Cemiyet–i Akvam'a kabul edilmesi, ancak 18 Temmuz 1932 tarihinde mümkün olabildi.
* * *
Merkezi Cenevre'de olan Cemiyet–i Akvam'ın temel gayesi de, bugünkü BM ile büyük paralellik arz ediyordu. Ne var ki, savaşları durdurma ve kuvvet kullanılmasına engel olmada son derece zayıf kalıyordu. Zira, elinde bir yaptırım gücü yoktu.
Bu durum, Cemiyet–i Akvam'ın İkinci Dünya Savaşı sonrası tükenmesini netice verdi. Bir bakıma "hikmet–i vücudu" ortadan kalkmış durumdaydı.
Bu sebepler, hükümetler yeni bir arayışın içine girdi ve bugünkü BM, aynı maksatla ve fakat daha güçlü bir teşkilâtlanmayla kurulmuş oldu.
Demokratik sisteme geçmesi kaydıyla, Türkiye'ye de kurucu üye olma çağrısında bulunuldu. Rusya başta olmak üzere, büyük devletler karşısında zor durumda kalan Türkiye, bu çağrıya uyarak BM'de kurucu üye olma vasfını kazanmış oldu.
.
Stratejik saldırı(lar)

Hem, öylesine bir profesyonellik ki, yarın öbür gün tetikçiler tesbit edilse bile, perde gerisindeki azmettiricilere yine de ulaşılamayabilir.
Dolayısıyla, bu kanlı infazların kimler tarafından ve ne maksatla yapıldığı hususunda çok dikkatli bir dil kullanılmalı, kesin deliller ortaya çıkıncaya kadar da hükmî ifadeler kullanmaktan imtina etmeli.
Bununla beraber, şunları söylemek mümkün: Birbirinden çok farklı niyet ve maksatlarla da olsa, örgütle bağlantılı olarak Paris'tekine benzer daha başka hadiseler peşpeşe yaşanabilir.
Yani, yeni saldırılar, yeni infazlar, kanlı yeni çalkantıların yaşanması her an beklenebilir.
Zira, PKK'nın karakteristik yapısı, hatta kuruluş ve işleyiş maksadı da buna gayet derecede müsait durumda.
Sırf ölmek ve öldürmek üzere kurulan, yahut kurgulanan bir örgüt, bu maksadın dışına çıkmaya yöneldiği andan itibaren, kendisi de aynı ölüm makinasının dişli mengenesine doğru sürüklenip gider.
"Su destisi su yolunda kırılır" misâli, binlerce insanı öldüren, yahut ölümüne sebebiyet veren bir örgütün kurmay kadrosunda bulunanların çoğu, yine aynı türden bir âkıbetle ölüp giderler.
Şundan kesinkes emin olabiliriz ki, ölüm korkusu şu an terör örgütünün lider kadrosunda bulunanların tamamını sarmış durumda.
Belki de tek korunaklı ve ölüm korkusundan nisbeten de olsa uzak yaşayan tek kişi Abdullah Öcalan'dır.
Ne de olsa güvenlikli bir adada radyo dinleyen, gazeteleri takip eden ve Başbakan'ın yeni talimatıyla televizyona da kavuşarak rahatça yaşıyor.
Üstelik, bundan böyle hapis şartları daha da kolaylaştırılacak; kezâ, ziyaretçileri artacak ve mesajları kamuoyuna daha serbestçe yansıtılmaya çalışılacak.
Daha ne olsun.
* * *
Yeniden Paris'teki kanlı saldırı hadisesine dönecek olursak...
Şehir merkezindeki PKK tandanslı Kürdistan Enformasyon Bürosu’nda esrarengiz şekilde öldürülen üç kadından biri var ki, özellikle dikkate değer yönleri var.
Sakine Cansız isimli şahıs, hem 12 Eylül Darbesi dönemindeki meşhûr Diyarbakır Cezaevinin efsanevî kadını, hem PKK'nın kurucularından, hem örgütün Almanya temsilcisi, hem yıllarca Öcalan'a en yakın noktada durabilmiş biridir.
Yeni süreçte ise, Öcalan'ın pek yakında kaleme alacağı söylenen "özel mektub"unun da Avrupa'daki öncelikli muhatabıydı.
Belli ki, bu şahıs asıl hedef alınmış. Tetikçiler—aldıkları talimat gereği—ortada iz bırakmamak için bürodaki diğer kişileri de vurup temizlemiş.
Bununla beraber, yine de ileri sürülen bazı iddialar, bize göre ise şimdilik tahminden öteye gitme şansı bulunamayan daha başka ihtimaller de söz konusu.
Bunları da aşağıdaki şekilde sıralamak mümkün.
* * *
Öncelikle en kuvvetli ihtimal, tekrar edelim ki, sulha barışa giden yolu tıkamak, hiç olmazsa takoz koymak.
Zira, terörün hükmettiği son otuz yıllık süre içinde, huzur ve barışın sağlanması ihtimali hiç bu kadar kuvvet kazanmamıştı. Aynı şekilde, kamuoyu desteği hiç bu kadar sağlanamamıştı.
İşte, barışa en yakın olunduğu bir zaman diliminde, şimdiye kadar hiç olmadık, hiç görülmedik bir stratejik saldırı gerçekleştirilmiş oldu.
Böylelikle, bir yönüyle adeta beklenen oldu, yahut korkulan başa geldi.
Duyarlı kimseler, zaten günlerdir provokasyon mahiyetindeki gelişmelere dikkat çekiyordu.
Dolayısıyla, önümüzdeki günlerde de benzer hadiseler yaşanırsa hiç şaşmamak gerekiyor.
* * *
Aynı minval üzere konuya devam edelim.
Örgütün kurulması, ya da gelişmesi aşamasında ciddi destek veren, bir şekilde bağlantı kuran gizli odaklar, yerli–yabancı servisler, son "İmralı süreci"nde devre dışı kalmayı ve barış yolunun açılmasını kabullenmedikleri için, böyle stratejik bir saldırıyı plânladılar.
Bu kanlı infazla, aynı zamanda Öcalan'a da şu mesajı vermiş oldular: Senin en yakın gördüğün, en güvendiğin kimseleri de işte böyle vurur devre dışı ederiz. Dolayısıyla, geri kalan adamlarına da hiç güvenme. Gerekirse onları da tek tek temizleme cihetine gideriz.
* * *
Paris'te öldürülen Sakine Cansız, Öcalan dışında PKK'nın hayatta kalan tek kurucularından olup, örgütün kuruluş maksadını en iyi bilenlerin başında geliyor.
Örgüt, Öcalan'ın iradesiyle şimdi kuruluş maksadının dışına çıkma sürecine girerken, onun dışındaki şahısların artık işi bitiyor demektir.
Dolayısıyla, ikinci, üçüncü, beşinci şahısların işi bitirilmeye çalışılıyor da olabilir.
* * *
Bir başka ihtimal, örgüt içi hesaplaşmaya dairdir.
Örgüt, şayet yeni bir strateji kurar ve yeni argümanlarla yoluna devam edecekse, örgütün özellikle lider kadrosu da kendileri için yeni stratejiler kurma ve yeni pozisyonlar alma ihtiyacını pekâlâ duyabilir.
Nitekim, geçmişte de örgüt içi infazlar yapıldı. Geçmişte, farklı bir fikir beyanına dahi tahammül edilmiyordu.
Şimdi ise, örgüt, bütünüyle farklı bir konseptin içine girme aşamasında.
Bunun kabul edilmesi, ahtapot gibi farklı kolları bulunan bir örgütün bazı kesimleri tarafından hiç de kolay görünmüyor. Dolayısıyla, reaksiyonlar çok şiddetli olabiliyor.
BDP’liler, bilhassa “Örgüt içi infaz” ihtimalini seslendirenlere kızıyor, adeta öfke kusuyor.
Hayırdır, niçin kızıyorsunuz?
Böyle bir ihtimal söz konusu olamaz mı? Örgüt içinde farklı kliklerin varlığını siz de bal gibi biliyorsunuz.
Evet, her ne kadar inkâr edilmeye çalışılsa da, örgüt içinde hemen her türlü cereyanın elemanı, militanı, yahut tetikçisi varlığından pekâla söz edilebilir.
* * *
Yeni bir yapılanma aşamasında olduğu varsayılan örgütün, bilhassa Avrupa'daki propaganda gücü gibi finans gücü de gayet yüksektir.
Dolayısıyla, yapılan kanlı saldırının para trafiğine yönelik olması da yine ihtimal dahilinde.
* * *
Netice itibariyle, kesin, ya da kesine yakın bazı deliller ortaya çıkıncaya kadar, her türlü ihtimali hesaba katmak ve ihtiyat payını bırakarak konuşmak gerekiyor. Aksi takdirde, sonrada açığa düşmek, mahçup olmak da var. Havanın puslu olması sebebiyle, şimdilik her ihtimali hesaba katarak düşünmekte fayda var.
.
Faşizm Kemalizm'e uyar mı?

Kemalizm denilen şey, din, hürriyet ve demokrasi dışında her türlü cereyana açık olan, her türlü izm'le bağışıklık sağlayabilen bir ucûbe rejimin adıdır.
Bu memlekete eğer komünizm falan lâzımsa...
Bu ülkeye eğer faşizm lâzımsa...
Millete eğer din lâzımsa....(*)
Bu vatana eğer milliyetçilik lâzımsa...
Bunları da Kemalistler getirir.
Doğrusu getirmişler de...
Daha doğrusu, her biri birer insanlık ayıbı olup, yer yüzünde kanlı vahşet tablolarının sergilenmesine sebebiyet veren bütün bu cereyanlara, Türkiye'deki Kemalistler vargüçleriyle çanak tutmuşlardır.
İşte bakınız, Kemalizm, doksan yıldır kesintisiz şekilde devam ededururken...
* Gün gelmiş, gençlerimiz Kemalizm şemsiyesi altında ırkçılık mânâsındaki menfî milliyetçilik batağına saplanmış; ardından, mâsum vatandaşların zararına olarak, zıt yönde bir başka ırkçılık damarının uyanmasına sebebiyet verilmiş.
* Gün gelmiş, ezan susturulup Kur'ân yasaklanmış, medreseler kapatılıp camiler haraç–mezat satışa çıkarılmış ve bu dehşetli mânevî boşluğun yol açtığı her türlü ahlâksızlığın revaç bulması için medyatik kanallarla büyük tahşidat ve teşvikât yapılmış, yapılmaya devam ediliyor.
* Gün gelmiş, dinin icaplarını yaşamak isteyenlerin ferdî, ailevî, içtimaî hayatı üzerindeki baskılar alabildiğine şiddetlendirilmiş, insanlarımızın giyim–kuşamına varıncaya kadar hayatlarının hemen her safhasına Kemalizm adına yine müdahalelerde bulunulmuştur.
* Gün gelmiş, her türlü baskıya rağmen yine de bastırılamayan bu milletin din, hürriyet ve demokrasi aşkına vahşice darbeler indirilmiş ve bu darbeyi yapanlar yine Kemalizme sığınarak paçayı kurtarmanın yolunu bulmuşlardır.
* Ve nihayet gün gelmiş, yine aynı Kemalizm adına faşizme dahi selâm durulmuş, faşist İtalyan siyasetine methiyeler düzülmüştür.
İşte size, bu son maddede zikredilen iddianın şaşırtıcı belgelerle ispatı...
Ortadaki kupürde, Cumhuriyet gazetesinin 22 Mayıs 1932 tarihli nüshasının ilk sayfasını görmektesiniz.
Gazetenin manşeti, açıkça görüldüğü gibi "Kemalist Türkiye'den Faşist İtalya'ya selâm!" şeklindedir.
Manşet haberiyle ilgili kullanılan fotoğrafta ise, ayyıldızlı bayrağın içerisine diktatör Mussolini'nin lideri olduğu İtalyan Nasyonal Faşist Parti'nin amblemi yerleştirilmiş görünüyor.
Bitişik resim olarak, ayrıca Benitto Mussolini ile İsmet Paşanın fotoğrafları Akdeniz haritasının iki tarafında kullanılmış.
Haberin detayında ise, ayrıca şu ifadelere yer verilmiş:
"Başvekil İsmet Bey ile dost İtalya'nın faşist Başvekili Mussolini'nin Roma'da el sıkışması, iki milletin selâmet ve saadeti kadar Akdeniz'de sulh û müsâlemeti de temin edecek kudretli manivelâlardır.
"Başlı başına bir tarih yazılıyor.
"Faşist İtalya ile Kemalist dostluğun asıl kıymetini anlamak lâzım."
Cumhuriyet gazetesinin kurucusu, sahibi ve başyazarı konumundaki Yunus Nadi de, yazısında faşist İtalya liderine övgüler yağdırıyor ve ardı sıra şunları söylüyor: "İtalya'da İtalyan milletini asrın en mütekâmil bir cemiyeti haline yükselten Faşizmin gittikçe artan takdirlerine ve muhabbetlerine mazhar olmaktan kuvvet buluyorduk. Zâhirde, hatta biraz hissî bile görünebilecek olan bu mütekabil itimat ve muhabbettir ki, büyük İtalyan milleti ile inkılâpçı ve behemehal teceddüde azimkâr Türk milleti arasında en sağlam bir dostluğa müntehi olmuş oldu. Başvekilimizin Roma'yı ziyareti bu büyük dostluğun pek tabiî bir neticesi olduğu kadar, onu en samimi ve en parlak şekilde tes'it edecek bir tezahürdür. Her iki tarafın mensupları ne kadar memnun ve müftehir olsalar haklıdır."
İtalya'nın faşist lideri, yedi yıl kadar sonra kendisiyle birlikte ülkesini ve dünyayı ateşe vererek milyonlarca mâsumun ölmesine sebebiyet verdi.
Başvekil İsmet ve diğer bütün Kemalistler ise, dünyanın zalim cereyanları arasında daima güçlü görünenden yana olmuşlardır. II. Dünya Savaşı sürecinde de aynısını yapmışlar; önce (1939–43) Hitler–Mussolini ekseninde görünmeye çalışmışlar, onların mağlûbiyeti sürecinde ise (1944–45), dümen kırarak karşı safa geçme maharetini sergilemişlerdir.
Kemalistler, görüldüğü gibi faşizm, komünizm, nasyonalizm ve benzeri her türlü menfi rejimle temas kurup konjonktüre göre haşır–neşir olabildikleri halde, tek anlaşamadıkları, uyum sağlayamadıkları, hatta en sakıncalı olarak gördükleri dinî/kudsî cerayanları bastırmayı, ayrıca ülke genelinde hürriyet ve demokrasinin önüne türlü bahanelerle engeller koymayı, büyük bir maharet bellemişlerdir.
..................................
(*) Bu vatanda, bir zamanlar Kemalizm "Türk'ün dini" şeklinde resmen lanse edilmeye çalışıldı.
Bu feci gerçeğin delilini, ispatını görmek isteyenler, tek parti devrinde yayınlanan Türk Dil Kurumuna ait "Sözlük"ün DİN maddesine bakabilir.
Orada, dinin sözlük mânâsı verildikten sonra, örnekleme kısmında aynen şu ifade zikrediliyor: "Kemalizm, Türk'ün dinidir." (TDK Türkçe Sözlük, 1946 basımı.)
TAZİYE
Bolu'nun ağabeyi muhterem temsilcimiz, Feyzullah, Abdülhamid ve Hatice kardeşlerimizin babası, aziz hemşehrim İbrahim Güneş ile İzmit'ten kıymetli ağabeyimiz İrfan Bozbağ'ın muhtereme refikası, Mustafa, Ayşe, Hicret ve Nuray kardeşlerimizin annesi Hacı Kàmile Hanımefendi eşzamanlı olarak vefat ile Cenâb–ı Hakk'ın rahmet–i bînihayesine kavuştular.
Merhum ağabeyimiz ve merhume ablamıza Allah'tan rahmet ve mağfiret dilerken, geride kalan umum aile efradına taziyetlerimizi sunarız. MLS
.
İbadet dilini bozma plânları

Dünyada ve insanlık tarihinde ikinci bir örneği bulunmayan bu yasaklama plânı, 1932 yılı başlarından itibaren tatbik sahasına konuldu.
Devrin hükümeti ve muktedirleri, bu işe çok hevesli ve dünden razı oldukları içindir ki, halka ve mü’minlere hiç sormadan, yani muhatap kitleye hiç danışma gereğini dahi duymadan, şarkı okuma türünden bir Türkçe Ezan, Türkçe Kur’ân okutma furyasını başlattılar.
Bu işi yapanların ilham kaynağı Ziya Gökalp’tı. Kaderi inkâr ile kafasına kurşun sıkan Gökalp, bu milletin ne şekilde ibadet etmesi gerektiğine dair tâ yıllar öncesinden şu telkinlerde bulunmuştu:
Bir ülke ki, camiinde Türkçe Ezan okunur,
Köylü anlar mânâsını namazdaki duânın.
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’ân okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ'nın.
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.
Acaba “namazda gözü olmayan” böyle bir şahsın, kulağının Ezanda yahut Kur’ân’da olması hiç mümkün mü? Kaldı ki, Gökalp’in ilham kaynağı ve akıl hocası da Doktor Duzi (1820-1883) isimli ateist ve İslâmiyet düşmanı bir Garplı filozoftur.
İşte, 1930’lar Türkiye’sinin idarecileri tarafından örnek alınan şahıslar ve esas alınan fikirler, bu canipten idi.
Bu sebeple de, gözü kara gidiyorlardı.
Bunlar, bir taraftan “Din, devlet işlerine karıştırılmamalı” diye ahkâm keserken, bir taraftan da dine ait her meseleye devletin karışmasını, müdahale etmesini teşvik ediyorlardı.
İşte, Kur’ân ile Ezan’ın 1350 yıldır okunan orijinal haline yapılan müdahale de, bu neviden bir uygulamaydı.
Kànundan evvel prova yapılıyor
Kur’ân’ın orijinalini terk ile onun yerine Türkçe tercümesini okutmanın ilk denemesi 22 Ocak 1932’de İstanbul Yerebatan Camiinde yapıldı.
Bu “içten bozma” operasyonu için kullanılan ilk kurban kişi ise, Hafız Yaşar (Okur) oldu. (23 Ocak 1932 tarihli Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri.)
Bir sonraki adım, Sultanahmet Camiinde atıldı. Burada biraraya getirtilen sekiz hafıza Kur’ân’ın Türkçe tercümesi okutturuldu.
Hemen aynı gün yahut bir gün sonra (29-30 Ocak 1932) ise, bu kez Fatih Camii’nde ilk Türkçe Ezan okutturuldu. Okuyan kişinin ismi Hafız Rıfat. (Agg)
Ne aciptir ki, bütün bu gelişmeler mübarek Ramazan ayında yaşandı.
Zira, 3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesinde de, Ayasofya Camii’nde tamamı Türkçe olmak üzere ezan, Kur’ân, tekbir ve kamet okutturuldu.
Belli ki, vazifelendirilmiş bulunan bir dehşetli komita, bütün bu yapılanları adım adım takip ediyordu.
Dolayısıyla, önceden hazırlanmış bulunan plânlar, bir bir tatbik sahasına konuluyordu.
Yaşanan bütün bu tatbikattan sonra, nihayet Diyanet İşleri Riyaseti (Başkanlığı) tarafından da ezanın Türkçe okunmasına karar verildi.
Bu maksatla hazırlanan genelge, 18 Temmuz 1932 tarihinde yayınlanarak halka duyurulmuş oldu.
Bu tarihi takip eden günlerde, yurdun her yerindeki ilgili müdürlüklere Türkçe ezan metni gönderildi.
4 Şubat 1933’te ise, müftülüklere ezanın bundan böyle mutlaka Türkçe okuması, buna uymayanların kati ve şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını bildiren yeni bir tamim gönderildi.
Tanrı uludur, Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’nın elçisidir Muhammed.
Haydin namaza, haydin namaza
Haydin felâha (kurtuluşa), haydin felâha
(Namaz uykudan hayırlıdır)
Tanrı uludur, Tanrı uludur
Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Evet, işte 18 yıl müddetle devam eden ve nihayet 16 Haziran 1950 tarihine kadar mecburiyet tahtında okutturulan o ruhsuz, feyizden uzak şarkının sözleri böyle idi.
Bu ruhsuz ve kasavet verici şarkıyı okumak istemeyenler, olabildiğince bir gizlilik hali içinde Ezan-ı Muhammedî'yi okumaya devam etti.
Ne var ki, zamanla gizli ezan ve kàmet okunmasına dahi müdahale edilmesi cihetine gidildi. Meselâ, cami içinde önceden ajan, yahut jandarma sokup gizlemek ve ihbar etmek sûretiyle...
Belli, ya da meçhûl kişilerce yapılan şikâyet ve ihbarlara itibar edilerek, ne yazık ki gizli ezan okuyanlar hakkında takibat yapıldı, tahkikat açıldı. Pekçok mazlûm evlerinden, yahut camilerden toplanarak karakollara, ardından hapishanelere sevk edildi. (Haşiye)
* * *
Yasaklı dönemde, ezan okuyanlara ayrıca para cezası da verilebiliyordu.
On sekiz yıllık zulümlü maddî ve mânevî baskı, zamanla artarak had safhaya vardı. Haliyle, bu Müslüman halkın içindeki hasret duygusu da dindirilmez, önüne geçilmez bir raddeye çıktı.
1950 Mayıs'ında yapılan genel seçimlerden zaferle çıkan Demokrat Parti, hükümet kurduktan hemen sonra Meclis gündemine getirdiği ilk kànun teklifi, Ezan-ı Muhammedî üzerindeki yasağın kaldırılmasına dairdi.
Muhalefet cephesinin de bu meselede ikna edilmesiyle birlikte, Haziran ortasından itibaren Ezan-ı Muhammedî 18 yıllık esaretten kurtulmuş oldu.
* * *
Bu konuda sizlere nakletmek istediğimiz mühim bir anekdot şudur: 1939'a kadar Fransızların idaresinde bulunan Hatay bölgesinde, ezana ve Kur’ân’a hiç ilişilmedi. Bu vilâyet ne zamanki Türkiye’ye dahil edildi, aynı anda orada da söz konusu yasakçı uygulama devreye sokuldu. Yani, küffarın dahi yapmadığını, yahut yapamadığını “bizimkiler” yaptı.
.........................................
(Haşiye) Bediüzzaman, mektubunda bu meseleye dair şunları söyler:
Bu yakınlarda ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nevinden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahâle edildi. "Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?" denildi.
Sükûtta sabrım tükendi.
Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan firavunmeşrep komitenin başlarına derim ki:
Ey ehl-i bid'a ve ilhad! Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usûlle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? (Mektubat, 29. Mektup, Es’ile-i Sitte.)
.
Damızlıkçı ateistin fikir mirasçıları

Uzun yıllar Yeni Asya'da yazarlık yapmış olan tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı, Dr. Cevdet'in cenaze töreni ile ilgili olarak şunları anlatır: "Abdullah Cevdet, Allah'a inanmadığını söylüyordu. İslâm harflerinin şiddetle aleyhinde bulunuyordu. Dinî değerlerin çoğuna karşı olduğunu yazıp söylüyordu. İşte bu adam ölünce, cenazesi Ayasofya Camiine getirildi. Öylece musalla taşında duruyordu. Hocalar da namaz kıldırmaya yanaşmıyordu. Bunun üzerine cenaze, belediyenin bir arabasına konularak götürüldü." (15 Kasım 1983, Yeni Nesil)
Şimdi de alabildiğine aykırı bir hayat ve fikriyatı tercih eden ve sırf bu sebeple Cumhuriyetin ilk yıllarında el üstünde tutulan bu şahsı biraz daha yakından tanımaya çalışalım.
Kimdir bu şöhretli ateist?
Dr. Abdullah Cevdet, 1869'da Arapkir'de (Malatya) doğdu. Etnik kökeni itibariyle Kürt olarak biliniyor. Ancak, Kürtlerin ekserisi dindar ve onun babası da "tabur imamı" olmasına rağmen, kendisi zamanla adeta karakter değiştirircesine bambaşka bir şahsiyete büründü.
Tahsil hayatı şöyledir: İlk tahsilini Arapkir'de ve Hozat'ta yaptıktan sonra Elaziz Askerî Rüşdiyesini bitirdi. Kuleli Askeri Tıbbiye İdadisinden de mezun olduktan sonra Mekteb–i Tıbbiyeye girdi. Buradan da doktor olarak mezun oldu.
Hayatının bu ilk devresinde, dinden maneviyattan tümüyle sıyrılmış değildi. Hatta, yazdığı bazı şiirlerinde kâinattaki İlâhî tekâmül kànununa dikkat çekici ifadeler bile kullanıyordu.
Her zerrede temayül âyandır tekâmüle;
Her soyda füyûz–u hüveyda–nümâ ile.
Bir nokta–i kemâle şitâb üzre kâinat;
Ol noktaya teveccüh ile yükselir hayat.
(Bkz: B. S. Nursî, Muhakemat, İkinci Mukaddeme; Kahriyat'tan iktibasen.)
İşte, başlangıçta bu düşüncede olan Dr. Abdullah Cevdet, zamanla değişerek, sırasıyla Kürtçü, Türkçü, maddeci ve dinsiz olup öyle gitmiştir.
Yüzünü Batı'ya çevirdi
Dr. Abdullah Cevdet, İstanbul'da tutunmaya başladıktan sonra, yüzünü Batı'ya çevirdi ve daha çok Batılı filozofların tek yönlü eserlerini okuyup incelemeye başladı. Haliyle, bu eserlerin çok tesirinde kaldı. Gücü yettiğince bunları tercüme ile kendine ait İçtihad yayınları arasında neşretti.
Neşrettiği kitaplar arasında en çok tahripkâr olanı ise, Dr. Dozy'nin "Tarih–i İslâmiyet" isimli eseridir.
Dr. Cevdet, tercüme ettiği bu kitaba ayrıca kendisi bir "önsöz" yazdı ki, bu da en az kitaptaki ifadeler kadar Hz. Muhammed'e (asm) yönelik tezyif ve hakaret unsurlarıyla doluydu.
1910'de bu kitap yasaklandı ve toplatıldı. Daha sonra iş mahkemelik oldu. Neticede "peygambere hakaret" maddesinden Dr. Cevdet suçlu bulundu. Temyiz aşaması çok uzun sürdü ve tam da cezanın uygulanması safhasına gelindiğinde, yeni Ankara hükümeti tarafından Osmanlı Şer'iye Mahkemeleri kapatılmış oldu.
Böylelikle, dâva düştü ve Dr. Cevdet yeni yönetimce adeta kahraman olarak el üstünde tutulmaya başlandı. Ayrıca, kitapları yeniden basılarak tahsilli kesimin istifadesine (!) sunulmuş oldu.
Milliyetçilerle arası bozuldu
Uzun yıllar ırkçı Türkçülerle de arası iyi olan ve müşterek çalışmaları bulunan Dr. Abdullah Cevdet, son demlerinde ortaya atmış olduğu "Avrupa'dan damızlık adam ithali" görüşü yüzünden, bu kez onlarla ters düşmeye başladı.
Değişik kaynaklarda değişik ifadelerle aktarılan bu hususla ilgili sözlerin aslı büyük ihtimalle şöyle olsa gerektir: "Başta frengi olmak üzere daha birçok hastalık Türk ırkını çirkinleştirdi. Irkı güzelleştirmek için, neredeyse Macaristan’dan erkek ithal etmemiz gerekecek."
İşte, onun bu tarz bir görüşü seslendirmiş olması, bilhassa "Bir Türk dünyaya bedeldir" sözünü bayraklaştıranları adeta şoke etti. Neticede, "İsa'ya da, Musa'ya da yaranamayan" Dr. Abdullah Cevdet, orta yerde yapayalnız kaldı. Üstelik, kimi odaklar tarafından dinsizliği teşvik eden kitapları pür iştahla yayınlanmasına rağmen...
Ölümüne yakın bir zamanda yakınında bulunanların anlattıklarına göre, Dr. Abdullah Cevdet "Takıldı kaldı fikrim, bir nokta–i tevhitte" diye diye göçüp gitmiş. (Bkz: Son Şahitler'den Mehmet Fırıncı'nın hatıratı.)
.
Cumhuriyetin ilk 10 yıllık devresi

Cumhuriyetin 10. yılı münasebetiyle, Ekim 1933’te başkent Ankara'da hususî plânlar yapıldı, çok özel programlar sergilendi, yeni bazı etkinliklere imza atıldı.
10. yıla mahsus şiirler yazıldı, nutuklar hazırlandı, umumî af ilân edildi, eşi görülmemiş çapta büyük ve şa'şaalı törenler düzenlendi...
Geriye dönüp baktığımızda ise, geçen on yıllık süreç içinde yapılan hükûmet icraatlarının iki ana madde halinde şekillendiğini görmekteyiz.
Birincisi: Batı'ya hayranlık. Avrupa'ya özenti. Giyimde, kuşamda, modada, ahlâkta onlara benzeme kompleksi. Mülkün temeli olan hukukta, kendi özünü red, aslını inkârın yanı sıra, tam bir hayranlıkla bozuk Avrupa'yı taklit etme furyası.
İkincisi: Vatandaşı ezme, cezalandırma, yıldırma politikaları. Dinî, millî, medenî, harsî, örfî, an'anevî..., hâsılı maddî–mânevî her türlü yerli dinamikleri kırma, bu değerleri cebrî ve keyfî dayatmalarla yasaklama manevraları.
Birinci maddeye, Meclis'in "Olur"u da alınarak yapılan inkılâplar dahil edilebilir.
İkinci maddenin sadece "yasakçılık" yönündeki uygulamaları hakkında ise, karşımıza şöyle uzunca bir liste çıkar:
1) Hiç olmazsa Meclis'in şahs–ı mânevisinde muhafaza edilebilir durumdaki Hilâfet makamı lağvedildi.
2) Medreseler kapatıldı, tekke ve zâviyelerin faaliyetleri yasaklandı.
3) Sarık sarılması, fes, kalpak, cüppe giyilmesi yasaklandı.
4) Mukaddes kitabımız Kur'ân–ı Kerim'in basılması, yayınlanması, okutulması, öğretilmesi, hatta hurufatıyla (alfabe) yazı yazılması dahi yasaklandı.
5) İslâmın şeâiri ve bu milletin bin yıldır onunla amel ettiği Muhammedî ezan (1932–50 yılları arasında) yasaklandı.
6) Yeni camilerin yapılması imkânsız hale getirilirken, mevcut camilerin de yüzde elliye yakın kısmı için gazetelerde satış ilânları çıkartıldı. (Sadece İstanbul'da yüzlerce, yurt genelinde ise binlerce mâbedin yerinde şimdi yeller esiyor. Haraç–mezat satılan camilerin çoğunu, başta Sabetaycılar olmak üzere gayr–ı müslimler almış.)
7) Tarihî binaların çatısına, duvarına, yahut giriş kısmına yerleştirilmiş bulunan kitabe ve tuğraların açıktan görünmelerine yasaklama getirildi. Bunlar için, ya kırılması, ya çıkartılması, ya da üzerlerinin sıvanması mecburiyeti getirildi.
Yasaklamalara dair sirkatlı icraat listesi uzayıp gidiyor... Her halinden belli ki, az bir zamanda çok büyük yıkımlar ve yasaklamalar yapılmış...
Bunların yanı sıra, bir de 10. yılda çıkartılan ve 29 Ekim günü ilân edilen bir genel af durumu var.
1 Ocak 1934 tarihi itibariyle uygulamasına geçilecek olan bu umumî aftan yararlanmayan suçlu veya sâbıkalı bir tek vatan evlâdının kalmayacağı hususu da, yine aynı gün dünya âleme ilân edildi.
İlân edilen gün gelip çattığında ise, sadece bir tek vatan evlâdı istisna olmak üzere, ilgili herkesin bu aftan yararlandığı görüldü: Câniler, katiller, ırz ve nâmus düşmanları bile, çıkartılan affın kapsamı alanına girebildi. Sürgün edilenler, ya memleketlerine geri döndüler, ya da bulundukları şehirlerde serbetçe yaşamaya başladılar.
10. yıl affından istifade edemeyen, daha doğrusu ettirilmeyen tek istisna şahsiyet, Barla'da mecburî ikamete tâbi tutulan Bediüzzaman Said Nursî'dir.
Onun hakkında, bırakın "Bu da bir vatan evlâdıdır" denilmesi, bilâkis aynı yılın (1934) ortalarında yeni bir sürgün cezasıyla Isparta merkezine sevk edildi. Bir yıl sonra da, yazdığı imânî eserler sebebiyle, 115 talebesiyle birlikte Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edildi.
İşte size Cumhuriyet'in 10. yılına dair Türkiye'nin bir başka manzarası.
Aradan iki–üç hafta geçti. Yine aynı "13 tevâfukları"na dair latif bir nükteye muttali olduk.
İngilizce Risâle–i Nur dersi yapan genç kardeşler, aşağıda okuyacağınız "13 tevâfukları"na dair hususi mesajı önce kendi aralarında paylaşmışlar. Üstelik, bizim aynı konudaki yazımızdan habersiz olarak...
Sonra, her nasılsa aynı gruptan bir kardeşimiz söz konusu yazımızı hatırlayıp, internetteki link adresiyle birlikte diğerlerini de haberdar etmiş.
Mesajı aynen şöyle: "Subhanallah:) Latif Salihoğlu da 2 hafta önceki yazısında 13 tevafuğundan bahsetmişti." Link:http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=9350
Bütün bu gelişmeleri hayret ve taaccüple karşılayan Zübeyir kardeşimiz, kendisine gelen hatırlatma mesajına kendi selâmlama ve bilgilendirme notunu da ekleyerek, aşağıda okuyacağınız yekün 13 cümlelik metni gönderdi. Ki, bana gönderdikleri metnin toplam 13 cümleden ibaret olduğunu kendileri de şimdi fark etmiş olacaklar.
Buyrun birlikte okuyalım...
(NOT: Parantez içindeki sıralama rakamları tarafımızdan konuldu. MLS)
(2) 13 tevâfukunuzla alakalı yazınızı bir kardeşin uyarmasıyla farkettim.
(3) Biz de İstanbul Asya yakası ilk İngilizce dersinde 4 adet 13 tevâfuku yaşadık.
(4) Berâ-yı mâlumat.
* * *
(5) Bismihi Subhanehu,
(6) İstanbul Asya yakası İngilizce Risâle-i Nur dersi için İngilizce 1. Söz'den 13 nüsha istinsah etmiştik.
(7) Derse katılanlar da tam 13 kişi oldu.
(8) Dersten sonra ihtiyarsız bir surette derse davet için attığım mesajların adedini saydım, o da 13 çıktı.
(9) Bu üç 13'lere 2013'ün 13 'ü de ayrı bir letâfet katar.
(10) Bu 4 adet 13'lerin ihtiyarsız bir surette tetabuku ve tevâfuku, en küçük işlerimizde dahi tesadüf olmadığını gösterir.
(11) Yeni başlayan İngilizce dersimiz için bir eser-i ikrâmdır bildik ve "Ve emma bi ni'meti rabbike fehaddis" sırrınca sizlerle paylaşıyoruz.
(12) Elhamdülillahi Hâzâ Min Fadli'r– Rabbî.
(13) Bihemta Zübeyir
İşârât-ı gaybiye, ne kadar gizli ve zayıf da olsa, hizmetin makbuliyetine ve meselelerin hakkaniyetine delâlet ettiği için, bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir.
Tevâfukat ise, ittifaka işarettir. İttifak ise, ittihada emâredir, vahdete alâmettir. Vahdet ise, tevhidi gösterir. Tevhid ise, Kur’ân’ın dört esasından en büyük esasıdır.
.
Cevap bekleyen mühim sorular

Türkiye’de çok şey değişti, değişiyor, değişmeli...
Her şeye devâ gibi gösterilmeye çalışılan “yeni süreç”ler de, söz konusu değişimin bir göstergesi.
Ne var ki, bir türlü değişmeyen durumlar, önemli hususlar var yine de.
İşte size geçmişte olduğu gibi bugün, yani “yeni süreç”te de cevap beklemeye devam eden sorular...
Said Nursî bir “devlet sırrı” mı;
değilse şayet, suçu nedir?
Mutlâkıyet ve Meşrûtiyet hükûmetleri tarafından da mahkemelere sevk edilen Bediüzzaman Said Nursî, girmiş olduğu bütün mahkemelerden yüzünün akıyla çıkmaya muvaffak olmuştur.
Cumhuriyet döneminde ise, onun bambaşka bir muâmele ile karşılaştığını görmekteyiz.
Said Nursî, 1925’te Şeyh Said Hadisesinden sonra hiç mahkemeye çıkarılmadan ve kendisine herhangi bir suç isnat edilmeden, Erek Dağındaki inzivagâhından alınarak Batı Anadolu tarafında sürgüne yollandı.
Hem, öyle bir sürgün ki, ömür boyu devam edip gitti…
Ne garip, ne tuhaf bir durum. Ortada suç olmadığı halde, bir insana durduk yere ceza veriliyor.
Dahası, Cumhuriyet’in 10. yılı olan 1933’te umumî af çıkarıldığı ve suçlu görülenlerin tamamı affa uğradığı halde, Said Nursî’ye hiç olmayan bir suçtan dolayı sürgün cezası verilmeye devam edildi.
Böylesi bir durumun, Türkiye tarihinde olduğu gibi dünya tarihinde de emsâline rastlanılamıyor. Bu da gösteriyor ki, fevkalâde ve istisnâî bir durumla karşı karşıya bulunmaktayız.
Hem öylesine fevkalâde ve istisnâî bir durum ki, aradan yetmiş–seksen senelik bir zaman aralığı geçmiş olmasına rağmen, olup bitenlerin üzerindeki sır perdesi hâlâ kaldırılabilmiş değil.
Şimdi, cevap bekleyen soruların bir kaçını burada sıralayalım:
1) Hayatının son 35 yılını hapis, sürgün ve sürekli gözetim altında geçiren Said Nursî’nin tesbit edilebilmiş suçu neydi? “Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz” prensibine göre, ömür boyu ceza çektirilen bu zatın gözle görülür, elle tutulur bir suçu olması gerekmez miydi?
2) Said Nursî’ye suçsuz yere ceza verildiğine göre, bu zat hakkında devletin veya hükûmetlerin elinde gizli bir dosya mı var? Varsa şayet—ki büyük ihtimalle vardır—bu dosyanın mahiyeti nedir ve ne zaman açıklığa kavuşturulacak?
3) Suçlu veya sakıncalı görülen bazı şahsiyetler dönem dönem sınırdışı edildiği halde, Said Nursî neden yurt içinde ve sürekli gözetim altında tutulmaya çalışılmış?
4) Hapis, sürgün, tarassut yetmezmiş gibi, ayrıca çeşitli suikastlarla bu zat niçin öldürülmek istendi? Asgarî on dokuz defa olmak üzere kimler tarafından niçin zehirlendi? Bir hükûmetin bunları bilmesi, yahut araştırması gerekmez mi? Aksi halde, bütün bunların bilerek ve hatta teşvik edilerek yapıldığı anlamı çıkmaz mı?
6) Son bir soruyu daha ilâve ederek, ilgili mercilerden tatminkâr cevaplar beklemeye devam ettiğimizi belirtmiş olalım: Devletin nazarında Said Nursî ve eserlerinin şu anki yeri ve konumu nedir? Devlet, menfî hiçbir vukuâtını tesbit edemediği bu Nur hareketine nasıl bir nazarla bakıyor?
Ek bilgiler
Cumhuriyet’in 10. yılı münasebetiyle hazırlanan umumî af kànunu, 26 Ekim 1933 tarihli Meclis oturumunda kabul ediliyor. (Zabıt Ceridesi, XVII. Cilt, s. 57; ayrıca, 27 Ekim Hakimiyet–i Milliye.)
Kànun kapsamına, Temmuz 1933’e kadar işlenmiş olan bilûmum suç ve suçlular dahil ediliyor.
Bu kànundan istifade edebilmek için de, ilgili kişinin dilekçe yazarak, işlemiş olduğu suç veya cürmünü ikrar ile hükümetten af müracaatında bulunması gerekiyor.
.
Meselâ: 14 Haziran 1934’te Millet Meclisi eliyle çıkartılan 2510 sayılı “Mecburi İskân Kànunu” 7. maddesine şöyle bir hükmî ifade derc ediliyor: "Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmaya ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecburdurlar."
(Ara notu: Gariptir ki, aynı tarihlerdeki Nazi Almanyası tarafından kabul edilen İskân Kànunu metninde aynı hükmî ifadeler yer alıyor.)
Meraklılar ve tahkik ehli olanlar için, aynı kanun metninde yer alan aynı mahiyetteki iki maddeyi de burada iktibas edelim.
Madde 11: Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri yasaktır.
Madde 13: Türk ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil etmeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskânları mecburdur. (Bkz: Zabıt Ceridesi, XXIII. cilt, s. 164–66)
Son olarak, burada şu önemli noktayı hatırlatmak istiyoruz: Bugün bazılarının çıkıp “Türkiye’de hiç ırkçılık yapılmadı. Türk milleti demek, diğer unsurları reddetmek anlamına gelmiyor” şeklinde ahkâm kesmelerinin ne derece yersiz ve mesnetsiz olduğu, bu tarihî bilgi ve belgeler ışığında açıkça anlaşılmış oluyor.
.
Razgrad Mitingi ve MTTB’nin dönüşümleri

Razgrad, Bulgaristan’da Müslüman Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir şehir.
Kışkırtılan Bulgar gençleri, 17 Nisan gecesi bu şehirdeki Müslüman mezarlığına girip tahribat yaptılar.
Bu vahim hadisenin duyulması üzerine, Millî Türk Talebe Birliği de İstanbul’da bir gösteri düzenledi.
Yapılan “Razgrat Mitingi”nin ardından, ayrıca İstanbul’daki Bulgar mezarlığına siyah çelenk konuldu.
İstanbul’da üzücü başka da bir hadise yaşanmamasına rağmen, devrin tek parti yönetimi MTTB’yi cezalandırma cihetine gitti.
Gösterinin izinsiz yapıldığı gerekçesiyle, birliğin faaliyetleri muvakkaten durduruldu.
Bu süreçte, MTTB’nin başında-yıllar sonra Demokrat Parti içinde yükselecek olan-Tevfik İleri vardı.
Daha evvelden Türkçü-Turancı kimliği ağır basan MTTB, Tevfik İleri zamanında tedricî olarak dindar-muhafazakâr bir hüviyete büründü.
MTTB’nin, 1933-36 yılları arasında benzer mahiyette birkaç faaliyeti daha oldu: Yerli malları kullanmaya ağırlık vermek, yabancı dil istilâsına karşı Türkçe konuşma kampanyası düzenlemek, Çanakkale Şehitlerini anmak, Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı için kamuoyu teşkil etmek gibi...
Ne gariptir ki, daha evvelden mâneviyattan yoksun duran MTTB’ye hiç ses çıkarılmazken, yukarıdaki türden faaliyetleri sakıncalı bulundu ve bu teşkilât 1936 senesinde kapatıldı.
Değişim devreleri
MTTB’nin geçirmiş olduğu devreleri kısaca şu şekilde sıralamak mümkün:
* 1916’dan 1920’ye kadar İttihatçılar’ın baskıcı, şovenist anlayışı doğrultusunda faaliyetlerde bulundu.
* 1926’dan 1933’e kadar Kemalist Türkçülük çerçevesinde hareket etti.
* 1933’den 1936’ya kadar “müsbet milliyetçilik” şeklinde ifade edilebilecek bir anlayış içinde aktif faaliyetlerde bulundu.
* 1936’dan sonra on yıllık bir kesinti/fetret dönemi geçirdi.
* 1946’dan 1960’a kadar Demokrat Partili gençlerin kontrolünde hizmet etti.
* Darbeden, yani 1960’tan 1965’e kadar CHP’li gençlerin kontrolü altına girdi.
* 1965’ten kapatıldığı 1980’e kadar “Millî Görüş” çizgisinde hareket etti.
Daha evvel iki ayrı yazı ile üzerinde durduğumuz “13 tevâfukları”na dair bir çalışma da Diyarbekir’den geldi.
Matematik muallimi Ahmet Bozkurt Ağabeyimizin göndermiş olduğu 17 maddelik çalışmayı bilvesile sizlere takdim ediyoruz.
1) Besmele 19 harfli ve besmelenin küçüğü bismillah bir kıraatte 13x13 ebcedî değerlidir.
2) Hem Kur’ân’ın 351 ebcedî değeri 13’ün 27 katıdır. 27 ise Kur’ân’ın indiği gece Ramazan’ın 27’sine tam tevâfuk eder.
3) “Fatiha”nın ebcedî değeri 494 hem 19’un katı hem ilk iki ve son iki rakamlarının toplamı 13’erdir.
4) Fatihanın 494 ebcedî değeri 13 ile 494+13= 13x13+13x13+13x13 tevâfukunu meydana getirir.
5) Kur’ân’ı indiren Cebrail’in ebcedî değeri Hz. Üstad’ın iki mübarek sayı dediği 13 ile 19’un çarpımı kadardır.
6) Hadisçe Kur’ân’n özeti dediği Fatiha’nın 494 ve Kur’ânın 351 ebcedî toplamları 13x13 + 13x13 + 13x13 + 13x13 + 13x13’dür. Hem 13x13’ün 5 kere gelmesi Fatiha’nın okunduğu günlük beş vakit namaza işaret eder.
7) Hem Kur’ân’ın bütün 114 sûre numaralı toplamı 114 sûre sayısıyla beraber (1+2+3+.........+114=13x19’un 27 kere tekrarı) Hem 13’ün hem 19’un hem Kur’ân’ın indiği Leyletül Kadr’in 27’si kadar çarpımına tam tevâfuk eder.
8) Bismillah’ın 169 =13x13 ebcedî değeri 19 ile beraber 13x13x19+ 13x13x19 +13x19 = 1+2+3+....+114 (sûre numaraları toplamı) + 114 sûre sayısı.
9) Fatiha’nın ebcedî değeri 13x19+13x19=494’tür. Çift kere tekrar sayısı Fatiha’nın çift kere indiğine tevâfuk eder.
10) “Fatiha”nın ilk âyetinin şedde ile 585 ebcedî değerinin ilk iki ve son iki rakamları toplamı 13’er geldiği gibi Fatiha isminin 494 ebcedî değerinin de ilk 2 ve son 2 rakamları toplamı 13’tür.
11) Hem Fatiha’nın 13 ile tevâfuku bulunan aynı 585 değerinin rakamlarının kareleri toplamı 114 sûre sayısına tam tevâfuk eder. (5’in karesi + 8’in karesi +5’in karesi =114 sûre sayısı) demek Fatiha’nın ilk âyetinin şeddeli bir ebcedî değeri 585’in rakamlarının kareleri toplamı sûre sayısı 114’e denk gelmesi Fatiha’nın hadisçe özeti olduğu Kur’ân’ın 114 sûresine tam tevâfuk eder.
12) Fatiha’nın âyet sayısı 7’nin 13 kere tekrarı yine Fatiha’nın 19’un katı olan 494 ebcedî değeri ile beraber 585’e tevâfuk eder ki bu da Fatiha’nın ilk âyetinin şeddeli 585 değerine tam tevâfuk eder. (7x13+494=585 )
13) Kur’ân 7 âyetli Fatiha ile başlar. 605 sayfayla biter. İkisi terkip kaidesiyle 7605 terkibini meydana getirir. Gariptir bu anlamlı terkip Fatiha’nın ilk âyeti “Elhamdülillahi rabbil âlemin”in şedde ile 585 ebcedî değerinin 13 kere tekrarına tam tevâfuk eder. (7605 =13x585)
14) Hem Fatiha’nın ilk âyeti şedde ile 585 ebcedî değeri 585=13x13+13x13+13x13+13+13+13+13+13+13’e tam tevâfuk ederek yine garip bir 13 tevâfukunu sergiler.
15) Hem hadisçe Kur’ân’ın özeti Fatiha’nın ilk âyetinin 585 ebcedî değeri 13 sırlı sayısı ile beraber 598 gelmesi Kur’ân’ın hakiki tefsiri Risâle–i Nur’un 598 ebcedî değerine tevâfuk ederek Risâle–i Nur’da da 13 ve 19 tevâfuklarına işaret eder. (598=23x13+23x13)
16) Hem küçük bir besmele olan “Bismillah”ın bir ebcedî değeri 168’in 3 katının 13 kere tekrarı sûre sayısı 14 ile baraber 6666 gelmesi 6666 âyetli Kur’ân’a işaret eder.
168 (bismillah) x13+168 (bismillah) x13+168 (bismillah) x13+114 sûre sayısı = 6666 (Kur’ân’ın âyet sayısı)
17) Hem küçük bir besmele olan Bismillah’ın bir kıraatteki 169 ebcedî değerinin 13x13 gelmesi yine 13’ler tevâfukunu 13 kere tekrar eder, gösterir.
.
Halkçıların ırkçılığı

Bu damar kuvvet ve taraftar bulduğu takdirde, ülkede çok kötü şeyler olur ve oluyor.
Meselâ, 1960’ta “Halkçıların ırkçılığı elde edip Demokratları devirmesi” gibi...
Darbe sonrası, insanlık dışı zulümlü, karanlıklı bir devir yaşandı.
Halkçıların kuvvetleri azaldığı zamanlarda ise, durumun tam tersine neticelenmesi de mümkün.
Meselâ, 1991 seçimleri sonrasında Meclis Kürsüsünden Kürtçe mesajlar veren ideolojik Kürt siyasetçilerinin CHP’den kopup ayrılması gibi...
Bu suretle kan kaybeden parti, daha sonraki iki seçimde de gerilemeye devam etti ve barajın altına düştü.
İşte bu parti, şu sıralarda da böylesi bir iç muharebe, dolayısıyla bir iç kanama geçiriyor.
Partinin İzmir Milletvekili Birgül Güler’in Meclis Kürsüsünde yaptığı “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit olamaz” şeklindeki konuşması, fokur fokur “Kemalist milliyetçiliği” kokuyor.
Bu fenâ koku, genelde olduğu gibi aynı partiden birçok kimsenin bile burun direğini sızlattı ve haliyle kopmalara sebebiyet verdi.
Birgül Hanım, “Ben ırkçı değilim” falan deyip duruyor. Hatta, maksadını yanlış yansıtanlardan özür bile bekliyor.
Ama nâfile çaba. Ok yaydan çıktı bir kere. Sözlerini tevil yoluna gitmesi muhaliflerini hiç kesmiyor.
Partinin içi cadı kazanına döndü. Yönetim kadrosu, sakalla bıyık arasına sıkışmış durumda. Yeni kopmaların olacağı da kuvvetle muhtemel.
Bu yeni çalkantıya sebebiyet veren ırkçı mesajların kökü, yahut kuvvet kaynağı ne olabilir diye düşünürken, hatırımıza M. Kemal’in “Gençliğe Hitabe”sindeki şu sözler geldi: “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
Öyle tahmin ediyoruz ki, CHP’li Birgül Güler ve Süheyl Batum gibi kişilerin üzerine daha fazla giderek sıkıştırılırlarsa, onlar da “Atatürk”e sığınma ve onun Türk’ün damarlarında mevcut olduğunu söylediği asil kana müracaat etme ihtiyacını duyacaklardır.
Görülen lüzum üzerine partinin il başkanları âcilen toplantıya çağrıldı. Bakalım, Alevî Kürt kökenli Kılıçdaroğlu ve ekibi, “asil Türk kanı”ndan nemâlanan jakoben ekibe karşı nasıl bir tavır geliştirecek. Bekleyip görelim.
Milyar dolarlık dâvâ
Halk Partisinin başı, iyiden iyiye belâda bu günlerde.
Bir derdin sancısı daha dinmeden, bir başka derdin belirtileri başlıyor.
Irkçı dozu yüksek mesajlar partiyi kıvrandıra dursun, dün de parti aleyhinde milyon dolarlık bir dâvânın ilk adımı atıldı.
M. Kemal’in “mânevî kızı” diye bilinen Ülkü Adatepe'nin çocukları, annelerine ait CHP ve İş Bankası'ndan verilmesi gereken mirası alamadıkları gerekçesiyle, 1 milyar dolarlık ihtarname çektiler.
1 Ağustos 2012’de Sakarya'nın Akyazı ilçesi yakınlarında trafik kazasında ölen Ülkü Adatepe’nin oğulları, ihtarnâmeye olumlu cevap verilmemesi halinde yargı yoluyla dâvâ açma cihetine gideceklerini ifade ediyorlar.
2013 senesi, 90 yaşındaki Halk Partisi için hiç de iyi geçeceğe benzemiyor.
Türkiye'de 1934 yılı Kasımının son haftası ile Aralık ayının ilk haftasında öylesine dehşetli bir yasak furyası yaşandı ki, böylesi bir fecaate insanlık tarihinde ilk kez şahit olundu.
İşte, bu gayr–ı fıtrî değişim, dönüşüm ve başkalaşım mânâsındaki yasaklar zincirinin belli başlı halkaları:
1) 24 Kasım: Yaklaşık 500 senedir fethin sembolü olarak içinde ibadet edilen ve Fatih Sultan Mehmed'in vakfiyesine göre bu statüsü kıyâmete kadar değiştirilmemesi gereken Ayasofya Camii, asıl mahiyeti–ne hikmetse–anlaşılamayan bir "Bakanlar Kurulu Kararı" ile mâbet olmaktan çıkarılarak "müze" haline getirildi.
2) 26 Kasım: Soyadı Kànununa paralel şekilde çıkarılan 2590 sayılı kànuna göre, bundan böyle hiçbir şekilde, yani ne lâkap olarak da, soyadı olarak da–en az bin yıldır kullanılmakta olan–şu ünvan ve tâbirler asla kullanılmayacak: Ağa, hacı, hafız, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi ve hazretleri.
3) 3 Aralık: Dinî kıyafet ve kisveler, cami–mescid gibi mâbetlerin dışında hiçbir sûrette giyilmeyecek.
Uyduruk soyisimleri
Bu arada şunları da hatırlatalım ki, eski soyadlarının hemen tamamı geçersiz sayıldı ve önemli bir kısmının yeniden kullanılması yasaklandı. Aynı şekilde, pekçok köy, kasaba ve şehir isimleri değiştirildi. Hatta, bazı gazete isimleri bile değiştirildi. Meselâ, "Hakimiyet–i Milliye"nin 27 Kasımdan sonra "Ulus" ismiyle çıkması gibi...
Bu meyanda önemli bir nokta da şudur: Pekçok vatandaşa öylesine uyduruk, berbat, incitici, yüz kızartıcı, hatta haysiyet kırıcı birtakım soyadları verildi ki, onları burada zikretmekten dahi haya ediyoruz.
Bunların bir kısmı zaman içinde ve özellikle mahkeme yoluyla değişmesine rağmen, önemli bir kısmı ise hâlen kullanılmaya devam ediyor.
İşte, sadece bir kısmını burada zikrettiğimiz değişim ve yasak furyasının, insanlık tarihinde ikinci bir benzerini bulamıyoruz, gösteremiyoruz.
Sadece bir kısmını diyoruz, zira bir diğer kısmı var ki, onları bugün (yine 75 sene sonra) bile eleştirel mânâda yazamazsınız.
Haliyle, böylesi bir durumun da dünya tarihinde ikinci bir eşi–benzeri yoktur.
.
Türk olmayan Türk büyükleri

Bu meyanda şuna da inanıyoruz ki: Müslüman olan hakiki Türkler, kendi iradesiyle ayrıca “Türkçülük” yapma ve ırkçılığa meyletme ihtiyacını duymazlar.
O halde, bu vatanda neden bazıları öne çıkıp “Kraldan fazla kralcı” yani Türk’ten fazla Türkçü kesiliveriyorlar?
Bunlar—hiç şüphe yok ki—bilerek veya bilmeyerek Müslüman Türk’e düşman kazandırıyorlar.
Meselâ, kafatasçı Nihal Atsız, Çermikli Kürt Ziya (Gökalp), Arapkirli damızlıkçı Dr. Abdullah Cevdet, Bedirhanî Kürt Hakimin oğlu Cemal Kutay (ayrıca Türkçe ibadetçi), onun kuzeni Vasıf Çınar gibi meşhûrlar, Türklere düşman kazandırmada hakikaten birer şampiyondurlar. Dolayısıyla, bunlar madalya ile ödüllendirilmeyi de hak etmişlerdir. Türkçülük madalyaları yoksa eğer, hakları yenilmiş demektir.
Kezâ, 1992’de Diyarbakır’da “devlet adına” yapılan “Devlet, Kürt realitesini tanımıştır” açıklamasına karşı Meclis’te en şiddetli tepkiyi göstererek koalisyon hükümetine geri adım attıran zamanın Dışişleri Bakanı Coşkun Kırca da dönme olup hakiki Türk değildir.
Bu zümreden zikredeceğimiz isimler, sadece ölmüş gitmiş kişiler değil. Maalesef, günümüzde de onların takipçileri, mirasçıları vardır.
Zaten, bu konuya temas etmemizin asıl sebebi de, hakiki Türk olmayan bu türden mirasçıların milletin önüne çıkarak zehir zemberek açıklamalarda bulunmaları ve ortalığı bulandırmaya çalışmalarıdır.
Tıpkı, şu sıralar tartışma gündeminin üst sıralarına yerleşen CHP İzmir milletvekili Birgül Ayman Güler’in Meclis Kürsüsünden yapmış olduğu ırkçılığı hortlatan fâhiş açıklamaları gibi...
Meğerse, o da Türk değilmiş. Bunu, bizzat kendisi vurguladı. Şahsen, bu duruma hiç, ama hiç şaşırmadım.
Aynen, Türk milliyetçiliğine ikide bir en sert, en huşûnetli şekilde vurguda bulunan MHP’li Oktay Vural’ın Emeviliğine şaşırmadığım gibi...
Evet, asıl memleketi Tillo (Siirt) olan Oktay Vural’ın etnik kökeni itibariyle Arap olduğunu yakînen biliyoruz.
Dahası, yazılı kayıtlara isnaden biliyoruz ki, Arap kavminin de Ümeyye (Emevî) kolundandır.
Yani, kendileri Arap asıllıdır; ama Meclis’in de en “Türk milliyetçisi” olanların başında geliyor. Üstelik, partisinin genel başkanını bile geride bırakırcasına...
Şimdi bizzat kendi ağzından duyduk ki, Birgül Ayman Güler de Türk değil, Boşnak kökenlidir.
Demek ki, hakiki Türk olsaydı, Türkçülükte bu derece ileri gitmezdi, gitme ihtiyacını duymazdı.
Ama, o öylesine ileri gitti ki, kendisini eleştirenlerden bile özür beklediğini söyledi. Yani, inadım inattır gidiyor. Gideceği yeri de hep birlikte görürüz.
* * *
Yanlış anlaşılmasın. Müslüman Kürtler gibi Araplar ve Boşnaklar da hakiki kardeşlerimizdir. Onları asla hor görmez, küçük düşürmeyiz.
Allah’ın takdirine karşı gelmek, kimsenin haddine düşmez.
Bizim kabullenmediğimiz ve asla kabullenemeyeceğimiz şey, kişinin Allah’ın takdirini beğenmeyip kendini başka türlü göstermesidir. Yani, etnisite itibariyle Kürt, Arap, Boşnak, Ermeni, Yahudi, vs. olduğu halde, kişinin kendisini Türk göstermesi, yahut Türkçülük yapmasıdır.
İşte, biz böylelerini sevmeyiz, onlardan uzak duruyoruz. Dolayısıyla, onlar da bizden uzak durabilirler. Hiç dert değil.
Nitekim, Üstad Bediüzzaman Hazretleri de frenkmeşrep Türkçülere aynısını söylüyor ve ilâve ediyor: Türkçülük yapanları hakiki Türk bilmiyoruz.
Cenâb-ı Hak, frengî menşe’li olan ırkçılık illetini bizlere bulaştırmasın ve bilhassa yalan yere “Türk büyükleri” diye lanse edilen münafıkların şerrinden bizleri muhafaza eylesin.
1775 Bitlis Mutki doğumlu olan Zaro Ağanın mezarı Eyüpsultan Kabristanındadır. Kabristanın girişindeki meşhûrlar listesinde ismi yer almaktadır.
Bir buçuk asırdan fazla ömür süren Zaro Ağanın, o tarihte sadece Türkiye'nin değil, dünyanın en yaşlı adamı olduğu kuvvetle muhtemeldir.
Osmanlı döneminde birçok savaşa katılan ve hayatında birçok evlilik yaptığı anlaşılan Zaro Ağa, İstanbul'da uzun yıllar hamallık yaptı. Keza, uzun yıllar İstanbul Belediyesinde çalıştı ve oradan emekli oldu.
Onun sağlıklı uzun ömür yaşaması, Türkiye'de olduğu gibi, başka ülkelerden insanların da ilgisini çekiyordu. Bu yönüyle, yerli–yabancı pekçok gazete ve dergiye konu oldu. Hatta, İtalya, İngiltere ve ABD gibi önemli ülkelere davet edilerek, krallar gibi ağırlandı.
Ancak, yine de kimse onun uzun ömür sürmesinin sırrını tam olarak bilemedi, çözemedi.
Zaro Ağa, suyu temiz, havası sağlam Bitlis dağlarında doğup büyümüştü. İstanbul'a geldikten sonra, yine temiz orman havası olan bir yeri tercih etti: Alemdağ.
Kendisine en çok hangi yiyecek ve içecekleri tercih ettiği sorulduğunda da, şu karşılığı veriyordu: "En çok bulgur pilâvı ile çörekotlu ekmeği seviyorum. Ayrıca, keçi yoğurdu ile yayık ayranı da öncelikli tercihlerim arasında."
Çörekotu, bulgur ve yoğurt... Bunlar, sağlıklı beslenmede kuvvetli unsurlardır. Fakat, şüphesiz ki, uzun ömür sürmenin daha başka sırları ve unsurları da olmalı.
160'a kadar merdiven çıkabilen Zaro Ağa örneğinden de anlaşılıyor ki, Cenâb–ı Hak, bizlere ortalama 150 yıl ömür yaşayabilecek sağlamlıkta mükemmel donanımlı bir beden ve iskelet vermiş.
Biz bu emaneti, çoğu kez kendi sû–i ihtiyarımızla (stresle ve zararlı yiyecek–içeceklerle) yıprata çökerte, vasatî ömrünü yarıya indirmeye çalışıyoruz.
.
Şecere araştırmaları

Madem öyle, o halde insanlarımız, her ikisini de yakından tanıma, fikirlerini muhakeme etme, hatta şecerelerini öğrenme hakkına sahiptir.
Kim ki çıkıp “Hayır, bunların hiçbirine gerek yok” diyorsa, sadece kendini kandırmaya yarayan beş para etmez bu fikrini kendisine saklasın, turşusunu kursun, daha iyi...
Öte yandan, kim ki çıkıp “Ben hem Üstad Bediüzzaman’ı, hem de Mustafa Kemal’i aynı anda seviyor, beğeniyor, takdir ediyorum” diyorsa, o kimse ya cahildir, bilmiyor, ya da yalancılığın, sahtekârlığın, ikiyüzlülüğün daniskasını yapıyor demektir.
«««
Mustafa Kemal, eline geçirmiş olduğu devlet kuvvetiyle Said Nursî’ye çektirmediği kalmadı.
Bir tek suçu tesbit edilemediği halde, onu ömrünün sonuna kadar sürüp gidecek tarzda sürgün, hapis, zindan cezasına çarptırdı.
Bunlar da yetmedi, devrin bütün gazetelerinde “gerici, yobaz, mürteci...” damgasıyla Said Nursî aleyhinde yıllarca haksız ve insafsızca neşriyat yapıldı.
Demek, M. Kemal ve yakın çevresi, onu her yönüyle kendine muhalif, muarız olarak bildi ki, onu cezalandırmakta ve karalamada bulunmakta bir beis görmedi.
Bu durum karşısında Said Nursî de mektuplarında şunları söyledi:
“Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar.
“Ben, kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini hilâf-ı hakikat olarak M. Kemal’e vermediğim için, onun garazkâr dostları, beni yirmi senedir bahanelerle tazip ediyorlar.” (Emirdağ Lâhikası, s. 247)
“Madem sizlerle -itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran- küllî bir muhalefetimiz var. Siz, dininizi ve âhiretinizi dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mâbeynimizde, tahmininizce bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi, hilâfınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız.” (Şuâlar, s. 375; Mektubat, s. 418)
Nur Külliyatından bunlarla aynı mahiyette daha birçok misâl göstermek mümkün.
Netice itibariyle, hem M. Kemal’in uyguladığı cezalandırma politikasından, hem de Said Nursî’nin kendi sözlerinden şu mânâyı çıkarmak mümkün: Bu iki şahsiyetin itikadı gibi fikriyatı ve dünya görüşleri ayrıdır. Birbirlerini hiç sevmediler, uyum göstermediler, fikren müşterek bir çalışmada bulunmadılar. Birbirlerini yakından tanıdıktan sonra ise, birbirine zıt, muhalif ve muarız kesildiler. Bu zıtlık ve muarızlık hali, hayatlarının sonuna kadar devam etti. Nesiller üzerindeki etkisi itibariyle, aynı zıtlık hali bugün de devam edip gidiyor.
Madem ki zıtlık var ve aralarındaki “küllî muhalefet” günümüzde de etkisini sürdürüyor, o halde hiç kimse taban tabana zıt dünyaların insanı olan bu iki şahsiyeti tanıma hakkımızı elimizden alamaz ve bu yöndeki çalışmaların önüne geçemez.
Dolayısıyla, şecere konusu da dahil olmak üzere, her yönüyle haklarındaki araştırmalar bütün hızıyla devam edip gidecek. Buna hiç kimse mani olamaz, mani olmaya—hele günümüz dünyasında—güç yetiremez.
Madem öyle, ortaya çıkıp “Arkadaş, bu tür çalışmalara ne gerek var? diye akıntıya kürek çekmek yerine, kanaatimizce şunu söylemek daha isabetli olur: Kim hangi niyetle araştırma yaparsa yapsın, ilk etapta mükemmel, tam ve eksiksiz bir eser ortaya çıkaramayabilir. Zira, insanoğlunun kesbî çalışmasıyla yaptığı işler “tekâmül kànunu”na tabidir. Dolayısıyla, ortaya konulan bir çalışmanın hatası, eksiği pekâlâ olabilir. Mühim olan, bunu tenkit edip durmak yerine, daha iyisini, daha doğrusunu hazırlayıp istifadeye sunmaktır.
Bu vesileyle, birkaç noktanın daha altını çizmekte fayda var.
Kavganın faydası yok
Muhterem Ahmet Akgündüz Hoca ve ekibi “Bediüzzaman’ın şeceresi”ne dair bir çalışma hazırlayıp neşretti.
Bunun üzerine bir kavga-kıyamettir koptu gidiyor.
Nur dairesi içinde olanların, kavgadan, çekişmeden, hele hele birbirini kırmadan yana hiçbir kârı, menfaati yoktur ve olamaz.
Daire dışında olanların bu vesile ile çıkarmış olduğu hırgür-şamata, yahut sergilemiş olduğu türlü şartlatanlıklar da Nur Talebelerinin umurunda olmaz, olmamalı.
O halde, bu durumda olanların kavgalı tartışmalara girmesine hiç hacet yok.
« İslâm tarihinde çığır açan şahsiyetlerin hemen tamamı Âl-i Beytten olun Hazret-i Fâtıma’nın nesl-i mübârekinden teselsül etmiş. Yani, “Hasan ve Hüseyin gibi iki nurânî silsilenin bedr-i münevveri, şems-i Nübüvvetin mânevî ve maddî neslini idâme ediyorlar.” (Sözler, s. 377; Mektubat, s. 426)
« Dünyanın her tarafında kesretle bulunan Seyyidler Cemaatinin intibahı için hadisât-ı azime vücuda gelecek. Doğru vesikalar, bu intibahı tetikleyen, canlandıran kuvvetli bir unsur, bir vesile olabilir. (Haşiye)
« Şecere çalışmalarındaki niyetler her ne şekilde olursa olsun, delil ve âkıbete bakmanın doğruluğu ortaya çıkar.
«
« .
.
Şengen’den Şangay’a rotayı çevirmek

Başbakan ve yakın çevresi ise, AB gibi ŞİÖ’nün mahiyetini de yeterince biliyor olmalılar ki, devlet eliyle rotayı değiştirme yönündeki düşüncelerini naklen yayın yapan bir tv programında Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurma cihetine gittiler.
En yetkili ağızdan yapılan bu yöndeki açıklamalar, eğer blöf, şantaj değilse, hem AB’ye hem de NATO’ya rest çekme hazırlığı anlamını taşıyor.
Bu gelişmelerden, kendimize yönelik olarak ayrıca şu mesajları da çıkarmak mümkün:
1) Daha ziyade “Birinci Avrupa”dan neş’et eden ve bir medeniyet standardı olarak telâkki edilen AB çıtası bize hayli yüksek geldi. O yükseğe çıkma zorluğuna katlanmak yerine, işin kolayına yöneliyoruz demektir.
2) AB içinde yer alan Şengen üyesi ülkelerde birer nimet sayılan hürriyet, demokrasi, temel insan hakları gibi konularda ciddî sorgulamalar yapılır. Bunlara riayet etmeyen ve gelişmesine çalışmayanlar uyarılır, hatta beynelmilel mahkemeler yoluyla cezalandırma cihetine bile gidilir. (Belli başlı üyeler: Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İtalya, İspanya, İsveç, Norveç, Polonya, Portekiz.)
Şangay Birliğinde ise, bu nimetlerin hiçbirinin varlığı ya da yokluğu dert edilmez. Kendi ülkende istersen faşizan bir demokrasiyi uygula, üyelerden hiçbirinin umurunda değil. Her türlü diktatöryaya gayet müsaid bir zemin.
3) Türkiye’yi en çok sancılandıran, inkişafı önünde ayak bağı teşkil eden, dünya nezdinde hor ve hakir düşüren Kemalizm tabusu, AB kriterlerine hiç bir şekilde uygunluk arz etmez. Taban tabana ters düşer.
Türkiye’nin AB yokuşunda şiddetli patinaj yapmasına sebebiyet veren Kemalizm cereyanının yaptığı dehşetli tahribat, Şengay Birliğinin zerrece umurunda değil.
* * *
Evet, bizim açımızdan “Kemalizm” kelimenin tam anlamıyla “kırmızı çizgi”dir.
Bu kırmızı çizgiyi görmeyen, görmek istemeyen, yahut bunu basite alanlarla ülfet ve münasebet peyda etmemiz söz konusu değildir.
Kendi imkânlarımızla bu çizgiyi bir türlü ıslâh edemedik. Bu dehşetli tahribatın tamiri için, “Birinci Avrupa”dan çıkacak olan dindar İsevîlerin yardımına ve onlarla teşrik-i mesaide bulunmaya ciddî ihtiyaç var.
Leninizmin ve Maoizmin zehirli tortularından hâlâ kurtulamayan Rusya ve Çin’e bel bağlamanın neticesi hüsran olabilir.
Kaldı ki, 1950’den sonra demokrasi havasını teneffüs eden Türkiye kendi iradesiyle önce (1952’de) NATO’ya girdi, ardından da (1959’da) AB üyeliğine müracaatta bulundu.
Sahi, Demokrat Parti iktidarında NATO’ya üye olmayı başaran Müslüman Türkiye, elli küsur yıldır niçin AB üyesi olmayı başaramıyor.
Engel olan yegâne şey eğer Müslümanlıksa, o takdirde NATO’ya da girememeliydik.
Darbelerin yaptığı tahribatın dışında, engel teşkil eden daha başka sebeplerin de olduğunu tahmin ediyoruz.
AB’ye kızmanın yerine, kendi halimize bakmakta ve meselâ bizden elli-altmış yıl ileride görünen Almanya ile medeniyet yarışına girmek daha doğru olur kanaatindeyiz.
Daha evvel nazara verdiğimiz üzere, Miladî takvime göre 571, 1453 gibi pek mühim tarihleri gösteren yılların rakam olarak toplamı 13 ediyor.
Gariptir ki, Miladî 2013 yılı daha bitmeden (yani 4 Kasım’da) Hicrî 1435 senesine giriyoruz ki, bu tarihteki rakamların yekûnu da tam tamına 13 ediyor.
Bu tevâfukların hayırlara alâmet olması duâsıyla.
İmtihan ve teklif ise, hakikatlerin perdeli kalmasını iktiza eder.
Tâ ki, kömür ruhlu olanlar ile elmas ruhlu olanlar birbirinden ayırd edilebilsin. Âhiret âleminde de biri ceza, diğeri mükâfat görebilsin. (Sözler, s. 35, 159, 241, 307.)
Bu hakikatlerin zikredildiği bahislerde, ayrıca şu hikmetli hallerden söz ediliyor: “Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan’da, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde... saklamış.”
İşte, aynı hikmetli sırdandır ki, Mehdî-yi Âzam ve Süfyanî Deccal gibi, âhirzaman şahısları üzerinde de bir takım perdeler var. Onlar açıkça bilinemiyor, tanınamıyor.
Eğer açık ve zâhir surette bilinseler, bu durum teklif ve imtihan sırrına elbette ki aykırı düşer. “Acaba, üzerlerinde ne gibi perdeler var?” diye düşündüğümüzde ise, hatırımıza meselâ Türklük ve Kürtlük gibi perdeler geliyor.
Yani, o vazifeli şahıslar zahiren Türk veya Kürt olarak bilindikleri halde, hakikatte bambaşka bir nesebten olabilirler.
Rivâyetlerde, Hz. Mehdi’nin mutlaka seyyid olacağı haber verildiği gibi, Süfyanî Deccal’in de neseben Yahudi olacağı, hatta en büyük kuvvetinin de Yahudilerden geleceği haber verilmiş. (Bkz: Beşinci Şuâ.)
Yani, Hz. Mehdi, en âli, en büyük şân û şerefe sahip Kâinatın Efendisi’nin (asm) neslinden olacak; buna mukabil, onun muarızı Süfyan ise, Kur’ân nazarında (Maide, 64) lânetlenmiş bir kavimden olacak.
Bu bahsi, Şuâlar’da zikredilen kudsî bir rivâyetle kapatalım: “Bir zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ömer Radıyallahu Anh’a Yahudi çocukları içinde birisini gösterdi, ‘İşte sureti’ dedi. Hazret-i Ömer Radiyallahu Anh, ‘Öyleyse ben bunu öldüreceğim’ dedi. Ferman etti: ‘Eğer bu Süfyan ve İslâm Deccalı olsa, sen öldüremezsin; eğer o olmazsa, onun suretiyle öldürülmez." (Tirmizi, Fiten: 63)
“Bu rivayet işaret eder ki, onun sureti, hâkimiyeti zamanında çok şeylerde görüneceği gibi, kendisi Yahudiler içinde tevellüt edecek.” (Şuâlar, s. 514)
DUÂ: Yâ Rab! Ölmeden evvel birşeyi görmek istiyorum. Medine’deki o Yahudi ailenin (İsfahan, Anadolu ve Rumeli’yi dolaşarak) tâ günümüze kadar uzanıp gelen soy ağacını ortaya koyan muhkem belgeleri görmeyi nasip eyle Allah’ım.
.
Hukuk mücadelesi mi, bilek güreşi mi?

Öyle anlaşılıyor ki, yeni dalgalarla bu tür soruşturmalar derinlemesine devam edip gidecek. Gitmeli de…
Mâsum insanlar elbette ki mağdur edilmemeli. Ama, gizli-kapaklı şekilde ve bilhassa kànunî meşruiyet dışında kimin ne yapıp ettiği mutlaka tesbit edilerek ortaya çıkarılmalı. Suçu sabit olanlara da hak ettikleri cezalar muhakkak sûrette verilmeli.
Bu durumdan da hiç kimse gocunmamalı, soruşturmaların önüne takoz koymamalı. Adaletin keseceği parmaklar için, maraz doğuracak bir merhamet gösterisinde bulunmamalı.
* * *
Öte yandan, bu tür gelişmeleri “iki cenahın bilek güreşi” şeklinde yorumlayanlar var. Bu yöndeki yorumlara göre:
İki cenahın karşı karşıya gelmesi, 2011 genel seçimlerinden kısa bir süre sonra fark edilmeye başlandı.
Cenahların ilk çatışması, seçimden hemen sonra başlatılan “şike operasyonu”nda yaşandı.
Özellikle Aziz Yıldırım’ı hedef alan bu operasyonun asıl maksadı, Ergenekoncuların güyâ finansal desteğine darbe vurmaktı. Şike iddiası ise, işin kılıfı mahiyetinde kullanıldı.
* * *
Tarafların ikinci raundu, MİT soruşturması teşebbüsüydü.
Başbakan’ın karşı hamlesiyle, emniyet-adliye ittifakınca plânlanıp hazırlandığı iddia edilen bu teşebbüs akim kaldı. MİT müsteşarı, kànun kuvvetiyle koruma altına alındı.
Ne var ki, seçimden sonra ihtilâfa düşen “eski müttefik”lerin mücadelesi, perde altında bütün şiddetiyle devam etti ve halen de ediyor.
Başbakan’ın yüksek sesle “Yargılanmalar tutuksuz yapılsın” demesine rağmen, generallerin tutuklanması devam ediyor.
Üstelik, yıllardır tutuklu bulunanların henüz mahkemesi bitmediği ve cezaları kesinleşmediği halde…
* * *
Fotoğraf karelerine ayrı ayrı bakıldığında, herkesin kendi işine baktığı şeklinde bir kanaat hasıl olabiliyor.
Ancak, fotoğrafın bütününe bakıldığında ise, ortada iki cenah arasında usturuplu bir çekişmenin yanı sıra kararlı bir bilek güreşinin yaşandığı kanaatine varıyorsunuz.
Taraflardan biri, siyasetteki sayısal üstünlüğe güveniyor, iktidar/hükümet imkânını kullanarak hareket ediyor.
Diğer taraf ise, sivil toplumdaki gönüllüler ordusuna ve bürokrasideki taraftarlarının kuvvetine yaslanarak hareket ediyor.
İktidar erkini kullanan “Ordunun başında görev yapmış bir komutana terörist diyenleri tarih affetmez… Bu gidişle ordu kademesinde görev yapacak subay kalmaz yahu…” falan diyor.
Emniyet-adliye erkine yaslanmayı tercih edenler ise, bu sert çıkışa aynı sertlikte cevap verircesine yeni hamleler yaparak generalleri tutuklamaya devam ediyor.
Başkası bütün bu yaşananları nasıl okursa okusun, bize öyle geliyor ki, eski müttefikler arasında yaklaşık iki seneyi aşkın süredir çetin bir bilek güreşi yaşanıyor.
Neticede kim yenecek, kim yenilecek, onu da yeni bir genel seçim atmosferinde görmek mümkün olacak diye tahmin ediyoruz.
Kısacık bir yorum
Yukarıda resmettiğimiz tabloyu büyük ölçüde yorumsuz şekilde yansıtmaya çalıştık. Kısaca bir yorum yapmak gerekirse, şunları söylemek mümkün:
Başbakan Erdoğan’ın tekraren dikkat çektiği şu tesbiti önemsemek lâzım: “Yargılama, şahıslar tutuklanmadan da yapılabilir. Bu bir anlayış meselesi. 4. yargı paketi çıkmadan da hakimler ve savcılar, bu noktada inisiyatif kullanabilirler. Aksi halde, yılları alan tutuklama süresi tam bir cezalandırmaya dönüşüyor.”
Doğrudur, şahsın suçu sabit olmadan yapılan tutuklamaların ve bilhassa yıllarca süren tutuklama halinin adâleti zedelediği ve temel hukuka olan güveni sarstığı bir gerçek.
Bununla beraber, “Türkiye’de darbecilere, cuntacılara, muhtıracılara dokunulmuyor, onlara hiç ceza verilmiyor” şeklindeki ezberin de mutlaka bozulması gerekiyor.
Özetle: Alenen darbe yapanların yanı sıra, varlığı inkâr edilmeye çalışılan JİTEM’in cinayetlerinden BÇG fişlemelerine, cunta faaliyetlerinden Uludere saldırısına kadar, kimin nerede, ne gibi bir suçu varsa, bunların mahkeme huzurunda mutlaka belirlenmesi ve müstahak oldukları cezalara çarptırılması gerekiyor. Aksi halde hak, hukuk, hürriyet, demokrasi kavramlarının içi doldurulmamış, büyük ölçüde boş bırakılmış olur.
Fakat, bu araştırmada ortaya çıkan önemli bir noktanın göz ardı edildiği, yahut yeterince nazara verilmediği kanaati uyandı bizde.
Haberin yayınlanan kısmında, daha ziyade Meclis’te grubu bulunan partilerin üye sayısı üzerinde duruldu. Meclis dışında kalan partilere ise, Yeni Asya dışındaki gazetelerin hemen hiç yer vermediğine şahit olduk.
Oysa, 2002’den bu yana Meclis dışında kalan köklü bir parti, üye sayısı itibariyle 3. parti olarak görünüyordu ve bunun da mutlaka nazara verilmesi gerekiyordu.
Bu, adıyla sanıyla Demokrat Partiydi. Ve, bize göre kasıtlı şekilde görmezden geliniyordu.
Söz konusu araştırmaya göre, üye sayısı itibariyle, pek tabiî ki ilk sırada AKP geliyor. Üye sayısı 7 milyonun üzerinde görünüyor.
İkinci sıradaki Halk Partisi (CHP) 953 bin üyeye sahip.
Üçüncü sırada ise Demokrat Parti (DP) geliyor. Üye sayısı ise, 726 bin olarak görünüyor.
Dördüncü ve beşinci sırada gelen MHP’nin 363 bin ve BDP’nin 44 bin kayıtlı üyesi var.
Diğer bazı partilerin üye sayısı da sırasıyla şu şekilde belirlenmiş: Saadet 214 bin, DSP 106 bin, Genç Parti 57 bin, BBP 19 bin, İşçi Partisi 12 bin, TKP 2 bin.
.
Bizdeki laiklik “dinsizlik dini” gibi

Laiklik, aslında önce CHP'nin "altıok"una eklendi; ardından, bu altı okun içinde yer alan maddeler aynen olduğu gibi Anayasanın 2. Maddesine transfer edildi.
1923-50 yılları arasındaki baskı döneminde devlet demek Halk Partisi, Halk Partisi de devlet demekti. Buna alternatif bir fikirle ortaya çıkmanın neticesi sopaydı, hapisti, darbeydi, ölümdü, idamdı…
Terakkiperver Fırkası (1925), Serbest Fırka (1930) ve Demokrat Partinin (1946) siyaset sahnesinde boy vermeye başladığı dönemlerde, bu vahşet tabloları çok bariz şekilde sergilendi.
Aynı vahşet, 1960 ve 1980 Darbesinde de tekrarlandı. Bu darbelerle birlikte Anayasalar da keyfî sûrette değiştirilmiş oldu.
* * *
Laikliğin anavatanı olan Avrupa’da, bu prensip, dindarlara da, dinsizlere de ilişilmemesini öngörür. Bazı ülkelerde ise, dine ve dindarlara baskı yapılmaması yönünde bir şemsiye işlevini görür, laiklik.
Bizde ise, yıllar yılı kaskatı bir dinsizlik sûretinde tatbik edildi. Gerçekte, laiklik dinsizlik olmadığı gibi, henüz asıl manasıyla bir izahı veya tatbikatı yapılabilmiş değil.
* * *
Yeni Türkiye’de, 1937’de laiklik tâbirinin dahil edildiği anayasa çalışmaları şöyle bir seyir takip etti:
1921 yılı başlarında, “Teşkilât-ı Esasîye Kànunu” ismiyle geçici bir anayasa hazırlandı.
20 Nisan 1924'te yürürlüğe giren “1924 Anayasası”, ileriki zamanlarda adeta iğdiş edildi ve ruhundan, esasından koparılmış oldu.
Meselâ, 1924 Anayasasının 1. ve 2. Maddesinin aslı şöyle idi: 1- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. 2- Türkiye Devletinin dini, din-i İslâmdır; resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir.
İşte, özellikle 2. Maddeye 1927’de müdahale edildi ve din ile alâkalı ibarelerin tamamı metinden çıkarıldı.
Din hanesi boş kalan bu meşhûr 2. Madde, 1937’de şu şekilde tanzim edildi: Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır. Devlet dili Türkçedir. Başkent Ankara’dır.
Yapılan değişikliklerin hemen tamamı, önce CHP grubunda konuşulup karara bağlandı, sonra da Meclis’te kanun kılıfıyla millete dayatıldı.
* * *
O karanlık devirde, ülke tek parti zihniyetiyle idare edildiğinden, parti işleriyle devlet işleri, parti tüzüğüyle devletin anayasası, adeta bütünleştirilmiş, içiçe geçirilmiş bir vaziyetteydi.
Bu zihniyet, Türkiye’de Anayasa meselesinde yapılacak her değişiklikte kendini yegâne yetkili ve tasarruf sahibi olarak görüyor. Yani, şayet bir değişiklik yapmak gerekirse, onu da kendileri yapacak. O da, ya militarist bir kafayla, ya da darbe sonucu yapılacak siparişlerle...
Bu parti, dinsizlik mânâsındaki “laiklik” ve ırkçılık mânâsındaki “milliyetçilik” anlayışından kurtulmadığı müddetçe, hürriyet ve demokrasiyi benimsemiş olan milletimizin nezdinde bir umumî kabul ve itibar göremez.
Lozan görüşmeleri esnasında üzerinde anlaşmaya varılamadığı için, Türkiye, Suriye ve Fransa arasında ihtilâflı bir bölge durumunda kalan Hatay (Antakya ve çevresi), merkezi Cenevre'de bulunan Milletler Cemiyetinin gündemine taşındı. MC ise, Hatay'ın bağımsız bir hükümet şeklinde kalmasına karar verdi.
Bu tarihten sonra, kendi hükümetini teşkil eden Hatay Meclisi, 2 Eylül 1938'de bağımsız ve demokratik bir Cumhuriyet olduğunu ilân etti.
Meclis, aynı anda Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen'i, Başbakanlığa ise Abdurrahman Melek'i getirdi.
40 kişilik Hatay Parlamentosunun ekseriyetini Türkler teşkil ediyordu. Bu sebeple, hemen her yönüyle Türkiye'ye bir yakınlık duyuluyordu.
Hatay'ın 240 bine yakın nüfusu ise, Araplar, Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerden müteşekkil idi.
16 Şubat 1939 günü yapılan toplantıda Türkiye Cumhuriyeti kànunları Hatay kànunu olarak aynen kabul edildi.
Fransa'nın bölgedeki nüfuzu, Avrupa'da İkinci Dünya Savaşının sancıları yaşandığı esnada kırılmaya başladı.
Fransa'nın çekip gitmesiyle, Hatay Meclisi de Türkiye'ye bir adım daha yakınlaşma fırsatını buldu.
Nihayet, 29 Haziran 1939'da Meclisin almış olduğu kararla, Hatay bütünüyle Türkiye'ye katılmış oldu.
Hatay Cumhuriyetinin Türkiye'ye resmî olarak devir-teslim işlemi ise, 23 Temmuz 1939 günü gerçekleşti.
Bu tarihe kadar Kur’ân ve Muhammedî ezanın serbest olduğu Hatay bölgesinde, bu tarihten itibaren Türkiye’deki yasakların hemen tamamı uygulanmaya başlandı.
İnsanlığa sığmayan bu yasakları, Haziran 1950’den sonra ancak kaldırmak mümkün olabildi.
.
Dersim’de insanlık katledildi

Elazığ’da kurdurulan uyduruk bir mahkemenin kararıyla, Dersim Hadisesinin baş sorumlusu olarak yargılanan Seyyid Rıza ve altı arkadaşı, gecenin zifiri karanlığında (araba farlarının ışığında) idam edildi. (15 Kasım 1937)
İdam edilenler arasında, Seyyid Rıza'nın en küçük oğlu Hüseyin de vardı.
1862 doğumlu, yani 75 yaşını geçkin Seyyid Rıza'nın yaşı resmen küçültülerek, oğlu Hüseyin'in ise yaşı büyütülerek idam edildiler.
Dahası, Seyyid Rıza'nın "Önce beni asın, sonra oğlumu" şeklindeki ricası dahi hiçe sayarak, tam tersi yapıldı. Canından aziz bildiği oğlu Hüseyin, gözlerinin önünde asılarak, ona azabın en dehşetlisi çektirildi.
İnsanlık tarihinde, buna benzer gaddarlıkların örnekleri pek nâdirdir. Belki de yoktur.
Seyyid Rıza'nın, kendisini idama sevk eden zalimlerin yüzüne vurulmak üzere, ölmeden önce şunları söylediği rivâyet edilir: "Ben, sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim; bu, bana dert oldu. Fakat, ben de size boyun eğmedim, diz çökmedim; bu da size dert olsun."
Bu tablo, o devirde Dersim’de yaşanan trajik hadiseler zincirin sadece bir halkasını teşkil ediyor.
Şimdi de, bu dehşetli hadiseler zincirinin diğer bazı halkalarına bakalım.
Dersim’de neler oldu, neler...
Halk Fırkasının tekelindeki devletin "tunç eli", kahır ve gazap yüklü bir yönlendirmeyle Aralık 1935'te Dersim'i işaretlemeye başladı.
İsmi cebren "Tunceli" şeklinde değiştirilen Dersim mıntıkası, 1937 yılı başlarından itibaren de "orduların ilk hedefi" haline getirildi.
Türkiye tarihinde, belki de insanlık tarihinde eşi–benzeri olmayan bir ilk, işte o tarihte Dersim'de yaşandı.
Binlerce vatandaş, tek parti hükümetinin bilgisi ve sorumluluğu dahilinde vuruldu, öldürüldü, imha edildi...
Karadan kurşun yağdırıldı; havadan ise—yine ilk kez olmak üzere—mâsum ve sivil vatandaşların üzerine ölüm kusan bombalar boşaltıldı.
Hariçten saldıran düşmana karşı değil, çaresizlik içinde çırpınan vatandaşlara yönelik yapılıyordu, bu gaddarâne zulüm.
Sebep mi? Sebep yok; sadece ve sadece bazı bahaneler vardı orta yerde.
Yıllardır bir bahanenin çıkması için de, zaten fırsat kollanıyordu.
Maksat, imha etmek, katliâm etmekti Dersim'in Türk, Kürt, ve bilhassa Alevî halkını...
Nihayet, bekledikleri bahane çıkmıştı: Dersim bölgesinde "vergisini aksatan hainler ve de askerlik yapmaktan kaçınan âsiler(!)" zuhûr etmişti.
O halde, vakit tamamdı ve derhal harekete geçilmeliydi.
1937 yılı Mart ayı başlarında harekete geçen o günkü devletin başında üç "Mustafa Paşa"lar vardı:
1) Reisicumhur: Mustafa Kemal Paşa,
2) Başvekil: Mustafa İsmet Paşa,
3) Başkumandan: Mustafa Fevzi Paşa,
Bu şöhretli şahıslar, tâ 1925 senesinden (Şapka Devrimi, Şeyh Said Hadisesi...) beri aynı makamda bulunuyorlardı.
Buncağız zaman zarfında, yine on binlerce vatandaşın ölüm fermanına birlikte imza atmışlardı.
Öyle ki, artık "birler"in değil, "binler"in ölümü dahi, onların nazarında sıradan bir "vak'a–yı âdiye" halini almıştı.
"İsmet, bu kadar adam öldürdük..." sözünün, tarihin önemli kayıtları arasına geçtiğini de bu arada hatırlatmış olalım.
İşte, şimdi de benzer bir vak'a Dersim'de sahneye konuluyordu.
Karar kesindi: "Taş üstünde taş, omuz üzerinde baş bırakılmayacak; dahası, hedefe giren canlı nâmına ne varsa vurulup imha edilecek"ti.
Eyvâh ki, eyvâh!
Demek ki, o güzelim Dersim Dağlarında çaresizlik içindeki mâsumların çığlığı yükselecek ve o berrak Munzur Deresi al kızıl kanlara boyanacaktı...
(Kürtçe ağıt tercümesinden)
Mevsim kış oldu, havalar soğuk,
Kar yağıyor, yağmur yağıyor.
Evimizi yakmaya, yıkmaya geldiler.
Hava karanlık, yolumuz uzak.
Bugün uykuya dalma yavrum.
Derelerden cesetler geliyor,
Fırtına dalları kırmış,
Evimizi de su bastı,
Haydi kalk gidelim,
Bugün uykuya dalma yavrum.
* * *
Evet, 1937 yılı başlarında, üç kolordudan müteşekkil 50 bin kişilik bir müsellâh kuvvet, operasyon için Dersim bölgesine gönderildi.
Sarp dağları aşmada zorlanan kuvvetlerin imdadına, bu kez başlarında (nesebi belirsiz) kadın pilot Sabiha Gökçen'in bulunduğu üç adet bomba yüklü uçak filosu gönderildi.
O uçaklardan, halkın üzerine acımasızca bombalar yağdırıldı.
Savaş uçakları, düşman mevzilerini değil, bu ülkenin vatandaşlarını hedef aldı.
Bu sûretle, bölgenin tamamına yayılan çatışma ve katliâma dönüşen saldırılar, aylarca devam edip gitti.
Karşılıklı vuruşmalarla ölenlerin sayısı on binleri aştı.
Neticede, Dersim halkının önder şahsiyetlerinden biri olan Seyyid Rıza, birkaç yakını ile birlikte "barış görüşmeleri"nde bulunmak maksadıyla Eylül ayı ortalarından Erzincan'daki Vilayet Konağına geldi.
Seyyid Rıza, burada derhal tutuklandı ve oradan Elazığ'a gönderildi. Tutuklananların sorgulaması da burada yapıldı.
Yapılan uydurma muhakemelerin ardından, sıra cezalandırmaya gelmişti.
Yazının başında da temas ettiğimiz gibi, yaşı 70'i geçkin Seyyid Rıza (yaşı 54'e düşürülerek) ve 17 yaşındaki oğlu Seyyid Hüseyin (yaşı 21'e çıkartılarak), altı kader arkadaşıyla birlikte, 15/16 Kasım (1937) gecesi, araba farları ışığında idam edildiler. Geriye kalan 11 kişi de çeşitli ağır cezalara çarptırıldı.
Diyarbakır'da bulunan M. Kemal ve beraberindeki heyet de, ertesi gün (bir rivayete göre tam da o gece) Elazığ'a gelip, ardından Tunceli taraflarına geçerek "âsilerden arındırılmış" bölgeyi teftiş etti.
Elazığ'da idam edilenlerin mezar yeri açıkça bilinemiyor; zira, bunlar devletin "sır kayıtları" arasında yer alıyor.
Bakalım, son gelişmelerin akabinde, özelde idam edilen şahıs mezarları, genelde ise "Dersim hadisesi" üzerindeki sır perdesi aralanabilecek, yahut kısmen de olsa kaldırılabilecek mi?
Bakalım, iki-üç sene evvel bu konuyu Meclis Kürsüsünden en hararetli şekilde dillendirerek bütün günahı sadece bir tek şahsa yükleme çabasını sergileyen Başbakan Erdoğan, ileride bu mezalimin diğer hissedarlarından da söz edecek, onları da deşifre etme cihetine gidecek mi?
Yoksa, bundan sonra da siyaset cenahında hiçbir şey olmayacak ve "Eski tas, eski hamam" devam mı edecek?
Şöyle veya böyle, neticede "Dersim'in âhı" bir şekilde çıkacak. Hem de aheste aheste...
Buna inanıyor ve aynı ümitle geleceğe bakıyoruz.
.
Dersim’de ekâbirlerin rolü

Dersim Fâciasından (1935-38) söz edip de o devirde yaşanan kanlı hadiselerin baş aktörlerinin isimlerini zikretmemek, onların yetki ve sorumluluk derecesini nazara vermemek, eğer bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa, bu meselede kasıtlı bir yönlendirme yapılıyor demektir.
Bu ise, konuyla ilgili yazan/konuşan kişiyi o kanlı arenada işlenmiş dehşet verici günahlara bir şekilde hissedar edip vebâl altına sokar. Böylesi bir vebâlden de kişinin titremesi lâzım.
Resmî rakamlara göre, 1936–39 yıllarında Dersim'de katledilen vatandaşların yekûnu 13.800, sürgün edilenlerin toplamı ise 12 bin küsûr civarında görünüyor.
Resmî tablonun bu şekilde olduğunu 2011 yılı sonlarında Başbakan Erdoğan da ifşâ etti ve ardından "Dersim’de yapılanlardan dolayı, eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa, ben özür dilerim ve diliyorum” dedi.
Şüphesiz, bu fâciadaki kayıplara dair ayrıca bir “gayr–ı resmî rakamlar” vardır ki, yekûn bilânçonun çok daha ağır olduğu muhakkaktır.
Başbakan Erdoğan’ın o tarihteki çıkışını takdir etmekle beraber, iki nokta da ise itiraz ve tenkit hakkımızı kullanmak durumundayız:
Birincisi: Sayın Başbakan, konuşmasını noktalarken, konuyla yakından ilgili durumdaki partili arkadaşlarına hitaben de şunu söyledi: "Siz bu konuya daha fazla girmeyin. Gerekenleri söyledim. Söylediklerim onlara yeter."
Bizim bunu kabul etmemiz söz konusu olamaz. Zira, Başbakan dahil hemen herkesin kabul ettiği o “insanlık trajedisi”ni insanlık nâmına konuşmanın ve karanlıkta kalan noktaları vüzûha kavuşturmanın önüne hiç kimse geçemez ve geçmemeli.
İkinci husus: Başbakan Erdoğan, o devirde Başvekillik yapan İsmet İnönü ile Celal Bayar'a, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya'ya ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya sırasıyla yüklenmeye çalıştı. O devrin ismi geçen sorumlularına yüklemekte elbette ki haklıydı.
Ne var ki, bu şahısların yanı sıra onlardan çok daha ileri derecede sorumluluk makamında bulunan Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ile Cumhurbaşkanı M. Kemal ile ilgili hiç söz etmemek, hele hele isimlerini zikretmek bile çekinmek, hiçbir şekilde kabul edilemez.
Zira, gerek M. Kemal'in ve gerekse Fevzi Paşanın bilgisi, emir ve direktifleri olmadan, o tarihlerde Dersim veya bir başka yerde askerî harekâtın yapılmasına imkân ve ihtimal görünmüyor.
Diğer şahıslar, Dersim Harekâtında kısmen ve sınırlı bir yetki dahilinde bulunabilmişlerdir.
M. Kemal ile Fevzi Paşa ise, baştan sona (1935–38) hep aynı makam ve mevkide bulunmuşlardır.
Bu arada, bilgisi kıt bazı kimseler de, sadece günümüz perspektifiyle bu tarihî hadise hakkında ahkâm keserek şöyle bir iddiayı seslendiriyorlar: "Efendim, M. Kemal o tarihte cumhurbaşkanıdır. Cumhurbaşkanı ise, sorumluluk altında değildir."
Oysa, bu şekildeki bir sorumsuzluk hali, o zaman için değil, bugün için geçerli. Zira, cumhurbaşkanı olan şahıs, günümüz itibariyle siyaset üstüdür, partili değildir, her partiye eşit mesafededir, vesâire… Dolayısıyla da, siyasî sorumluluk altında değildir.
1950'den önce ise, durum tamamen farklıdır. Şöyle ki: Gerek 1938'e kadar M. Kemal ve gerekse 1950'ye kadarki süreçte İsmet İnönü "Reisicumhur" olmalarıyla birlikte, aynı zamanda CHP'nin genel başkanları konumundaydılar. Yani partiliydiler ve dolayısıyla siyasî sorumluluk altındaydılar.
Madem öyle, o halde bir kimse ya bu konuya hiç girmesin, konuşmasın; ya da o hadisede dahli bulunan bütün şahısları-sorumluluk payları ölçüsünde-zikredip nazara vermeye çalışsın.
Aksi halde, insanlığın vicdanı olan tarih terazisinin yanlış ve eksik tartmasına sebebiyet verilmiş olur.
Sırasıyla kimler var?
Dersim Hadisesinin yaşandığı devirdeki devlet ve hükümetin üst yönetim kadrosu, üstelik sorumluluk derecesine göre gayet açık şekilde bellidir.
Bu vâzıh gerçeği şu veya bu sebeple saklamaya, bilmezden görmezden gelmeye, yahut türlü tevillerle sorumluluk tablosunu çarpıtmaya hiç gerek yok.
Bu konuda kim ne derse desin, sorumluluk sıralamasında aşağıdaki tablo tarihin ve gerçeğin tescilindedir:
1) Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal: Dersim Hadisesinin başlangıcından tâ son noktasına kadar Cumhurreisi ve aynı anda CHP Genel Başkanı sıfatıyla aktif olarak devrede olup, Ankara'da ve bölgede yaşanan bütün gelişmelerden haberdardır. Hastalığı sebebiyle Dolmabahçe'de kalmaya başlaması, 1938'deki İkinci Dersim Harekâtının tamamlanmasından sonradır. Onun hastalığını ve Hatay gailesini diline dolayarak ahkâm kesenler, Dersim gerçeğini bilerek veya bilmeyerek çarpıtıyorlar.
M. Kemal, Seyyid Rıza ve arkadaşlarının idam edildiği günlerde (15–18 Kasım 1937) kat'î sûrette bölgede (hatta 17 Kasım'da Tunceli–Pertek'te) olup, yaşanan tüm gelişmelerden etraflıca haberdardır. (Bkz: Cumhuriyet gazetesinin ilgili tarih ve sayıları.)
2) Başvekil İsmet İnönü: Dersim Harekâtı ve katliâmının başladığı günlerde CHP Genel Sekreteri (Parti Kâtib–i Umumî) ve Başbakandır. Üstelik, tam 12 senedir aynı makamda bulunmaktadır. Dolayısıyla, Şeyh Said ve Menemen Hadisesi ile Zilan ve Sason Katliamının yanı sıra, Şapka'dan Laiklik İnkılâbına kadar yaşanan bütün kanlı olaylarda ve yapılan bütün inkılâplarda Başbakan sıfatıyla ikinci derecede yetki ve sorumluluk sahibidir. Dahası, tıpkı Şeyh Said Hadisesinde (1925'te Başbakan Fethi Okyar'ı devirerek) olduğu gibi, Dersim Harekâtını da plânlayıp kanla bastırmayı aynı heves ve iştahla isteyen yine odur. (1938'deki İkinci Dersim Operasyonu günlerinde, M. Kemal ile arası açıldığı için, siyaseten dışlanmış durumdaydı. Başbakanlık makamında Celal Bayar bulunuyordu.)
3) Mareşal Fevzi Çakmak: 1922'den beri ordunun başında olup Dersim Hadisesinin başından sonuna kadar aktif şekilde görevde bulundu. Üstelik, orada yapılan katliâmı ve ardından yapılan tehciri (sürgünleri) herkesten fazla savundu. Kezâ, emir–komuta zinciri içinde işlenen bütün mezalime adeta alkış tuttu. Eğer öyle olmasaydı, onun emri altındaki komutanlar Dersim'i böylesine yakamaz, Dersimlileri bu derece ateşe atarak binlerce mâsumun kanına girmeyi göze alamazlardı.
4) Mahmut Celal Bayar: İsmet Paşanın yerine Ekim 1937'de Başvekâlete atandığında, kanlı Dersim Harekâtı çoktan (Mart) başlamış devam ediyordu. Ancak, o da bu harekâtı durdurma yönünde hiçbir inisiyatif kullanmadığı gibi, İkinci Harekât kısmı tamamıyla onun Başbakanlığı döneminde gerçekleştirildi. Dolayısıyla, o da Dersim Fâciasında "dördüncü rükün" olarak dördüncü derecede sorumluluk ve hisse sahibi durumundadır. Onun sonradan "Biz emredileni yaptık" demesi ve bir derece nedâmet hissi duyması, yine de onu bu meselede temize çıkarmaya yetmez.
Dersim harekât plânı ve yaşanan sürgün trajedisinde dahli bulunan sâir siyasî ve askerî şahsiyetlerin sorumlulukları ise, beşinci dereceden başlayarak devam edip gider.
.
10 Kasım şüpheli; tuhaflıklar kesin

Ölüme götüren ağır koma
Emir–komuta zinciri dışında kalan, yahut resmî senaryo ağına takılmayan haber kaynaklarının hemen tamamı şu noktada birleşiyor: M. Kemal'in ölümü, 10 Kasım (1938) günü, saat 9'u 5 geçe falan değildir.
Bu şekildeki bilgi, ölümünün kesinleşmesinden sonra düşünülüp tasarlanarak ilân edilmiş bir resmî açıklamadan ibarettir. İşin gerçeğini ve iç yüzünü hiçbir şekilde yansıtmıyor.
1) Bilindiği gibi, M. Kemal'in sağlığıyla ilgili resmî raporlar, günlük olarak hazırlanıp ilân ediliyordu. Bu ilânlar, başta Cumhuriyet olmak üzere diğer gazetelerde de günü gününe yayınlanıyordu.
2) 8 Kasım günkü tebliğde, M. Kemal'in ölümüne kadar devam edecek olan ağır koma hali hakkında yapılan duyuruda şu ifadeler yer alıyor: "Bugün saat 18.30'da, hastalık birdenbire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhî vaziyetleri yeniden ciddiyet kazanmıştır."
3) 9 Kasım günkü 3. tebliğde ise "Umumi durumun vahâmete doğru seyrettiği" bildirilmiş olup, bunun mânâsı, aslında "M. Kemal'in öldü" demektir. Aksi halde "vahâmet" tabiri kullanılamazdı. (TC Krnj, s. 629)
4) Nitekim, Cumhuriyet gazetesinin 9 Kasım gecesi yapılan yıldırım baskısında, M. Kemal'in öldüğü bilgisine yer veriliyordu. Hatıratında, Üsküdar'daki bir bayiden o gazeteden bir adet bulup okuduğunu anlatan bir öğretmen, o gün tam bir şaşkınlık hali yaşadığını belirtiyor.
5) M. Kemal'in 10 Kasım'da ölmediğini iddia edenlerden biri de, onun yıllarca şoförlüğünü yapan Seyfettin Yağız isimli şahıstır. Birkaç sene önce DB Tercüman gazetesi muhabiri Nide Eryılmaz'a konuşan yüz yaşındaki şoför, ayrıca şunları söylüyor: "Atatürk 10 Kasım'da ölmedi. Söylersem, tarihi şaşırtıyorsun diyorlar. Atatürk öldükten sonra beni Dolmabahçe'ye kapattılar. Dışarı çıkmamı istemediler."
Özet mahiyetteki bu bilgilerden sonra, şimdi de konuyla ilgili daha detaylı bilgileri aktarmaya çalışalım.
Dolmabahçe'de ölüm ve izdiham
Resmî olarak 10 Kasım 1938'de saat 9'u 5 geçe öldüğü açıklanan M. Kemal'in cenazesi, dokuz gün müddetle Dolmabahçe'de bekletildi.
Bu zaman zarfında, katafalkın önünde kalabalıklar halinde saygı geçişleri yapılıyordu... 16 Kasım günü ise, katafalkın önünde büyük bir izdiham yaşandı ve 7'si kadın olmak üzere 11 kişi ezilerek öldü.
Bu bilgileri birçok kaynaktan öğrenmek mümkün. Bütün kaynaklar aynı rakamları veriyor. Ortada bir tereddüt, bir çelişki yok.
Ancak, Atatürk'ün ölüm günü ve saati ile igili olarak, birbiriyle uyuşmayan ve hayli çelişkili görünen bilgiler var.
Bunlardan bir tanesini, gazeteci yazar Emin Karaca ortaya çıkardı.
Bir öğretmenin hatıra notlarından yola çıkarak "Atatürk'ün gerçekte ne zaman öldüğünü günümüz insanına aktaran Karaca'nın derlediği bu yazının ilgili bölümü şöyledir:
Gazetenin 10 Kasım manşeti
Günlerdir bu acı haberin verileceği anı bekliyorduk, millet olarak… Ara ara Anadolu Ajansı kaynaklı haberlerden, başucundaki hekimlerin verdiği, içinde bol tıbbi terimlerin geçtiği raporları takip ediyorduk. Artık dönülmez bir yolda yürüdüğünü az–çok seziyorduk. Radyo pek yaygın olmadığından gazeteden takip etmeye çalışıyorduk sağlık haberlerini…
8 İkinciteşrin (Kasım) 1938 Salı gecesinden beri bir fısıltı halinde kulaktan kulağa haberler dolaşıyordu, bu gece ölmüş diye… Ama resmî bir açıklama yapılmıyordu. 10 Kasım Perşembe sabahı, öğretmenlik yaptığım Üsküdar’daki okula giderken aldığım Cumhuriyet gazetesinin kapkara başlığını görüp, “Atatürkümüzü kaybettik” manşetine göz atınca, Salı gecesinden beri, iki gündür dolaşan fısıltının doğru olduğunu anlamıştım. Gazeteye dikkatlice bakıp okumaya çalışırken, bir tuhaflık dikkatimi çekti.
Yine kapkara bir çevrenin içinde, mareşal üniformalı resminin altındaki, üç satırlık şu haberi okudum önce:
“İstanbul (A.A.) Atatürk’ün müdavi ve müşavir tabipleri tarafından verilen rapor suretidir: 'Reisicumhur Atatürk’ün umumi hallerindeki vehamet dün gece saat 24’te neşredilen tebliğden sonra her an artarak bugün, 10 İkinciteşrin 1938 Perşembe sabahı saat 9’u 5 geçe büyük şefimiz derin koma içinde terki hayat etmişlerdir.'
Sonra gayrı ihtiyarî, sağ elim yelek cebimdeki Serkisof saate gitti, 08’i gösteriyordu. Oysa ki günlerden 10 İkinciteşrin Perşembeyi yaşıyorduk; ama, saat henüz daha değil 5 geçe, 09.00 bile değildi.
Gazeteyi çantama soktum, devlet yöneticilerimiz, demek ki Atatürkümüzün ölümünün 10 İkinciteşrin (Kasım) 1938 Perşembe günü saat 09’u 5 geçe olduğunun millete duyurulmasına karar vermişlerdi… Derse girmeden önce gazetenin öteki sayfalarına şöyle bir göz atayım, dedim. İkinci sayfayı çevirdim. Yukarıda düşündüğüm nokta, daha somut bir şekilde gözümün önündeydi.
Sol başta, çift sütunda çerçeveli, Cumhuriyet’in devamlı fıkra yazarlarından Peyami Safa’nın “Atatürkümüz” başlıklı yazısı vardı. “Türk’e ait her şeyin içinde o vardı.” cümlesiyle başlıyordu, Atatürk’ün ölümünü ele alıyordu. Oysa ki, saat daha 08’i çeyrek geçiyordu.
Bunun yanında gene çift sütuna, önemli ediplerimizden İbrahim Alaeddin Beyin “Atamızı Tavaf” başlıklı ağıt–şiiri konulmuştu. Oysa ki, saat daha 08’i 20 geçiyordu. Bunun da yanında, sağda çift sütuna gazetenin devamlı fıkra yazarlarından Abidin Daver Bey’in “O Yaşıyor” başlıklı yazısı konulmuştu. Oysa ki saat daha şimdi 08.30 olmuştu... Neyse, şöyle ya da böyle onu kaybetmiştik.
................................................
Bakınız: haberaktuel.com; barbuni.com; kenthaber.com; ve diğerleri.
(Bir sonraki yazı: Cenaze namazı "Allahû ekber"siz şekilde kılındı.)
.
Allahu Ekber’siz cenaze namazı

Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım sabahı (bir rivâyete göre 9/10 Kasım gecesi) ölen Mustafa Kemal'in cenaze namazı, on gün sonra yine aynı yerde kılındı.
Cenaze, 19 Kasım 1938 günü Ankara'ya götürülmek üzere hazırlanmıştı. İşte tam bu esnada, cenaze namazının kılınıp kılınmaması tartışma konusu oldu.
Cenaze organizasyon heyeti, katafalkın camiye götürülmesine de, Müslümanlar için bir "farz–ı kifâye" olan namazının kılınmasına da karşıydı.
Gerekçe ise, M. Kemal'in Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana ibadet yapmak niyet ve kastıyla camiye hiç gitmemesi ve namaz kılmaması olarak gösteriliyordu.
Ancak, M. Kemal'in kız kardeşi Makbule Hanımın "Cami dışında olsa bile, yine de cenaze namazının kılınması" yönündeki arzusu ve ısrarlı talebi, gelişmelerin seyrini değiştirdi.
Cenaze organizasyon heyeti, bu isteğe karşı çıkamadı ve cenaze namazının Dolmabahçe Sarayı dahilinde kılınmasını kabul etti.
Bu iş için uygun görülen isim ise, "din felsefesi hocası" (müstakbel Diyanet Başkanı) Prof. Şerafettin Yaltkaya oldu.
Alelacele ve sabahın çok erken bir saatinde Dolmabahçe Sarayı'na çağrılan Prof. Yaltkaya, cenaze namazını çok farklı bir şekilde edâ etti.
Prof. Yaltkaya, cenaze namazı şartlarından olan “Allahu Ekber” gibi orijinal kudsî tâbirleri kullanmak yerine, namazı toplam 4 dakika süren Türkçe tekbir, duâ ve selâmlar eşliğinde kıldırdı.
Şöyle ki: Namaza dururken "Allahû ekber!" diyerek tekbir getirmek yerine "Tanrı uludur" diyerek ellerini bağladı. Yaltkaya, sağa ve sola doğru selâm verirken de "Esselâmû aleyküm verahmetullah" demek yerine ‘‘Esenlik üzerinize olsun’’ ifadesini kullandı.
NOT: Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için şu kaynaklara bakılabilir: 1) 10 Kasım 1998 tarihli Hürriyet'ten Murat Bardakçı'nın yazısı; 2) Anadolu Ajansı'nın 10 Kasım 2004 tarihli haber bülteni. (www..aa.com.tr)
18 yıllık garabet
Bugün için belki çok garipsenecek olan "Allahû ekber"siz ibadet biçimi, ne yazık ki 1932'den tâ 1950 Haziran'ına kadar resmî ve alenî şekilde okunan bütün ezanlarda ve kılınan bütün cenaze namazlarında aynen uygulanagelmiş. Zira, başka türlüsü kànunen zaten yasaklanmış ve suç sayılmıştı.
Tam 18 yıl müddetle uygulanan bu yasağa göre, sadece cenaze namazında eğil, ezan okunurken de, kamet getirirken de, hiçkimse açıktan veya duyulacak bir ses tonuyla "Allahû ekber" diyemezdi.
Tabiî, "Allahû ekber"siz yapılan farz ibadetlerin İslâm dininde nasıl karşılandığı ve ne ölçüde makbul olduğu ayrı bir tartışma konusu.
Biz işin uzmanlarına sorduk ve şu cevabı aldık: “Alahu Ekber”siz hiçbir namaz kabul olmaz; cenaze namazı da dahil olmak üzere...
Bu da gösteriyor ki, 1932-50 yılları arasında vefat eden resmî cenahtaki ekâbirlerden hemen hiç birisinin cenazı namazı sahih olmadığı gibi dinî kurallara da uygun olmamıştır.
Tabiî, çoğu gizli şekilde ve usûlüne uygun şekilde kılınanlar müstesna.
Çakmak’ın dayatmasıyla İsmet Paşa Cumhurreisi oldu
İsmet Paşa, baskı altındaki Millet Meclisinin eliyle 11 Kasım (1938) günü II. Reisicumhur olarak seçildi.
Seçilme işi, özetle şu şekilde gerçekleştirildi:
İstanbul’daki devlet ve hükümet erkânı, kuvvetli ihtimalle 9/10 Kasım gecesi ölen M. Kemal'in cenaze merasimiyle meşguldür.
Ankara ise, bir hayli gergindir. Çünkü, Meclis yeni cumhurbaşkanını seçecek. Ancak, kimin seçileceği hakkında ciddi tereddütler var. Akla ilk gelen isimlerden biri Celal Bayar’dır. diğerleri ise, Fevzi Çakmak, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras ve İsmet Paşaydı.
Bu esnada Bayar, Başbakandır. Üstelik, onu bir sene önce bu makama M. Kemal getirtmiş.
İsmet Paşa ise, bir yıldan fazla bir zamandır siyasetin kenarına itilmiş durumdaydı. Tâ 1937 yılı Ekim’inde Başbakanlıktan, dolayısıyla siyasetten uzaklaştıran, yine Birinci Reis Mustafa Kemal idi.
Yani, ortada hayli tereddüt kaldıran kritik bir durum vardı: Yeni cumhurbaşkanı kim olacaktı?
İşte, tam bu noktada devreye giren Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Cumhurbaşkanlığı seçimine el koydu.
Onun el koymasını, elbette ki silâh zoruyla ve dayatmayla ancak izah etmek mümkün. Nitekim, öyle de oldu.
Ordunun nabzını yoklayan Fevzi Paşa, Bayar'ın "Cumhurbaşkanı adayımız siz olun" teklifine rağmen, İsmet Paşadan yana tavır takındı. Millet Meclisini askerî kordon altına aldı ve bütün mebusların oylarını İsmet Paşaya vermelerini istedi. (Bir rivâyete göre, Fevzi Paşa “İsmet’in seçilmesine karşı gelen her kim olursa olsun, onu önce asar, sonra mahkemeye havale ederim” diyerek, etrafa tehditler savurmuş.)
11 Kasım 1938 sabahı, Meclis'te önce 323 milletvekiliyle toplanan CHP grubu 322 oyla İsmet İnönü'yü cumhurbaşkanı adayı seçti.
Hemen ardından toplanan Meclis genel kurulunda cumhurbaşkanı seçimine geçildi. Toplantıya katılan 348 milletvekilinin (Prof. Hikmet Bayur hariç) tamamı, İnönü'yü oybirliğiyle cumhurbaşkanı seçti.
Kısa Notlar
1) İsmet Paşa, bu tarihten birkaç ay sonra, kendisini Cumhurbaşkanı seçtiren Bayar'ı Başbakanlıktan uzaklaştırdığı gibi, kendisine aynı iyiliği yapmış olan Fevzi Paşayı da (1944'te) ordunun başından uzaklaştırarak emekliye sevk etti.
2) 1946'da çok partili sisteme geçildi. Bayar, Demokrat Partinin başına geçti. Fevzi Paşa ise, milliyetçi/muhafazakâr Millet Partisinin fahrî başkanı oldu. (Resmî başkan Prof. Hikmet Bayur.)
3) Türkiye'de mütedeyyin kesimin hakkında en çok yanıldığı kişi, hiç şüphesiz Fevzi Paşadır. O, çeyrek asır müddetle işlenen bütün şerlere seyirci ve suskun kalmakla hem dindarları aldatmış oldu, hem de 1946 seçimlerinde CHP'ye karşı muhalefet bayrağ
.
“9’u 5 geçe” uydurması

Bu bilgiler bütünüyle uydurmadan ibaret olup, kasdî olarak tasarlanarak bu millete yutturulmaya çalışılmıştır. Yakın tarihimizle ilgili daha başka düzineler dolusu yalan, yanlış, uydurma ve yutturmalarda olduğu gibi…
Evet, “10 Kasım, 9’u 5 geçe” uydurması bu milletin ekseriyetine fenâ halde yutturulduğu içindir ki, her yıl o günün o saatinde adeta hayat dondurularak, sirenler eşliğinde bütün millet iki dakika müddetle esas duruşa mecbur ediliyor.
Esasında, millete sırf bunu yaptırmak için ölüm vakti “saat 9’u 5 geçe” şeklinde tasarlandı. Zira, o vakti tasarlayanlar da gayet iyi biliyorlar ki, asıl ölüm anı olan gecenin bir vaktinde kimseyi yatağından kaldırıp da “saygı duruşu”na sevk edemezler.
Bütün bu işleri Dolmabahçe’de tasarlayıp planlayanlar, aslında 30 yıl önceki Selanik merkezli “Hareket Ordusu”nu tasarlayanların varisleridir.
Bunlar, sayıları az olmakla beraber, tesir gücü yüksek bir komita faaliyetini yürütebilecek imkâna sahip durumdalar. (Bu komite, ilk büyük darbeyi 1950 Haziran’ında Ezan-ı Muhammedî’nin serbest bırakılmasıyla yedi.)
Evet, başını Selaniklilerin çektiği bu komite, o tarihte devletin bütçesini dahi sarsacak bir harcamayla Savarona (*) yatını aldırttı, yabancı doktorları getirtti ve M. Kemal’i de ağır hasta haliyle yata yerleştirip sâhilden uzaklaştırarak, şu uydurma gerekçeyi ilân etti: “Doktorlar, Atatürk’ün siroz hastalığına deniz havasının iyi geldiğini söylemeleri münasebetiyle bu tedbire başvuruldu.”
Behey uydurmacılar! Mustafa Kemal’in kaldığı Dolmabahçe Sarayı denilen mekân, acaba dağ başında bir yer mi? Burası, denize sıfır değil mi? Sarayın bahçesinde, yeteri kadar deniz havası yok muydu?
Hem, isterseniz bugün de gidin sorun uzman doktorlara “Sahi, siroz hastalarına siz de benzer tavsiyelerde mi bulunuyorsunuz?” diye… Bakalım ne cevap alacaksınız?
Hadiseye nereden bakarsak bakalım, M. Kemal’in ölümünden önce yapılanlar gibi, ölüm anı ve sonrasında yapılanlar da soru işaretleriyle dolu.
Nitekim, asıl konumuz olan “ölüm anı”yla ilgili olarak yapılan resmî açıklamaların üzerinde de kocaman soru işaretleri olup, yaptığımız araştırmalar neticesinde gerçeğe en yakın bilgilerin şu şekilde olması kuvvetle muhtemel:
BİR: Daha evvel, M. Kemal’in sağlık durumuyla ilgili olarak günde bir defa tebliğ edilen bilgiler, 9 Kasım günü tam üç defa tekrarlandı. Üçüncü tebliğ, gece 22-24 saatlerine dair olup, son konsültasyon raporuna istinaden "Umumî durumun vahâmete doğru seyrettiği" ifade ediliyor.
Ölüm anıyla ilgili olarak rastladığımız daha başka beyanlar da açıkça gösteriyor ki, o “vahâmet” ifadesi, aslında ümidin tamamen kesildiği ve geri dönülmez bir vaziyetin hasıl olduğu anlamını taşıyor.
Yani, aslında şahitlerin tamamı ölümün farkında; fakat, hiçbiri çıkıp da “Atatürk öldü” diyemiyor. Zira, bunu demek, diyebilmek, içinde bazı riskleri, yahut sakıncaları barındırıyor. (Temsilde hata olmaz. Padişahın huzuruna çıkıp atın vahim durumunu tarif ettiği halde, cesaret edip de bir türlü “Atınız öldü padişahım” diyemeyen seyisin hikâyesini bilirsiniz. Padişah, onu dinledikten sonra hiddetle şunu söyler: “Be adam. Desene at öldü!” Seyis ise, refleks halinde şu mukabelede bulunur: “Valla ben demedim; siz dediniz padişahım.”)
İKİ: 9 Kasım gecesi öldüğü kesinleşen Mustafa Kemal’in ölüm anı için şöyle bir düşünce baskın geldi ve resmî rapor da ona göre tasarlanıp düzenlendi: “Atatürk, bundan sonra da bir şekilde yaşatılacak. Meselâ, öldüğü saatte herkes sirenler eşliğinde saygı duruşuna dâvet edilecek. Saygı duruşu için en uygun vakit, “saat 9’u 5 geçe”dir. O saatte hemen herkes ayaktadır. Zira, mesai, umumiyetle saat 8’de başlar. Esnaf da en geç saat 9’da kepenk açar, işbaşı yapar. Hadi, 5 dakika da opsiyon olarak ilave ederek işi garantiye alalım.”
* * *
Gayet iyi biliyoruz ki, bu yazdıklarımızı Kemalistler kabul etmez. Şiddetle itiraz etmeleri de muhtemel. Onlar, oldum olası “resmî tarih” tezini savunur dururlar.
Zira, onlar Kemalizme adeta “din gibi” inanıp bağlanmışlar. Başka bir şey bilmez ve kabul etmezler.
Biz ise, hür fikirli, hür iradeli ve hürriyeti savunan tarihçilerdeniz. Tarihî gerçekleri yazmak ve gün ışığına çıkarmak için, hiç kimseden ve hiçbir yerden icazet almayız. Hiçbir tabuya da sığınmayız, sığınma ihtiyacı duymayız.
Neticede, herkes kendine yakışanı yapar. Öyle değil mi?
……………………………
(*) Savarona yatı, bugün Boğaz sahilinde atıl vaziyette demirlenmiş vaziyette olup hiçbir işe yaramıyor. Bir ara, yüz kızartıcı bir işte çalıştırıldı; yapılan ihbar sebebiyle bundan vazgeçildi. Çürüyüp gitmesini önlemek için, dünyanın masrafıyla boş yere ayakta tutulmaya çalışılıyor.
Aynı gün saat 11.00'da toplanan Millet Meclisi, anayasanın 34'üncü maddesi gereğince yapılan göstermelik seçimle, İsmet Paşanın cumhurbaşkanı olması için oy kullandı.
Bu netice, Meclis Başkanlığı tarafından Pembe Köşk'te oturan İsmet Paşaya iletildi. O da Meclis'e gelerek kürsüden—içinde "Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık" ibaresi bulunmayan—şu yemin metnini okudu: "Reisicumhur sıfatiyle Cumhuriyetin kànunlarına ve hâkimiyet–i milliye esaslarına riayet ve bunları müdafaa, Türk milletinin saadetine sâdıkane ve bütün kuvvetimle sarf–ı mesai, Türk Devletine teveccüh edecek her tehlikeyi kemâl–i şiddetle men, Türkiye’nin şan ve şerefini vikaye ve ilâya ve deruhte ettiğim vazifenin icabatına hasr–ı nefs etmekten ayrılmayacağıma nâmusum üzerine söz veririm." (Millet Meclisi Tutanak Dergisi; 11.11.1938; Cilt 2, sayfa 17)
Cumhurbaşkanlığının yanı sıra, o dönemin teamülü gereği CHP Genel Başkanlığına da getirtilen İsmet Paşa, ülke yönetiminde "tek adam otoritesi"ne sahip kılındı.
İsmet Paşa, 26 Aralık 1938'de toplanan CHP I. Olağanüstü Kurultayında ise, partinin "değişmez genel başkan"ı seçilmekle de kalmadı, ayrıca kendisine "Millî Şef" sıfatı verildiği de dünya âleme ilân edilmiş oldu.
.
Değişmez lider’lik, diktatörlüktür

Cumhuriyet ve demokrasinin olduğu yerde diktatörlüğün varlığından söz edilebilir mi?
Normalde söz edilememesi lâzım.
Normal hal ve şart altında, bir yerde cumhuriyet ve demokrasi varsa eğer, diktatörlüğün esâmisinin dahi okunmaması icap eder.
Amma ve lâkin, aşağıda sıralayacağımız anormal şartlar/durumlar ve bilhassa anlayışlar sebebiyle, demokratik cumhuriyetlerde bile sultacılıktan, diktacılıkdan, militerlikten, totaliterlikten, yahut faşizan bir demokrasiden pekâlâ söz edilebilir.
BİR: Cumhuriyet ve demokrasi, eğer lâfızdan ibaret ise, eğer mânâsız bir isim ve resimden ibaret ike, eğer kâğıt üstünde yazılı olmaktan ibaret ise, o rejimde hakiki demokrasiden söz edilemez.
Hatta, böylesi bir rejimden “mutlak istibdat” işleyişi dahi çıkabilir.
Nitekim, güya demokrasinin var olduğu “İttihat-Terakki” hükümetleri (1908-18) zamanında “şiddetli istibdat” ve güya cumhuriyetin var olduğu “tek parti” hükümetleri devrinde de memleket “mutlak istibdat” ile yönetiliyordu.
Bu tarz bir rejimin nihaî tarifini Üstad Bediüzzaman’ın şu ifadesinde görüyoruz: “...Muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hakimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana, ecnebî hesabına, darbeler vuruyorlar.” (Tarihçe-i Hayat, s. 364)
Kezâ, otuz-kırk yıldır, Irak, Suriye, Libya, Mısır gibi ülkelerin de kâğıt üstündeki rejimlerinin adı “cumhuriyet” idi. Ancak, uygulamada hep istibdat ve diktacılık hakim oldu. Şimdilerde, bu mendebur illetten kurtulmak için, ağır bedeller ödeyerek büyük Çaba harcıyorlar.
İKİ: Bir yerde eğer iktidarın alternatifi yoksa, hele hele iktidara alternatif olabilecek siyasî misyon hareketleri bastırılıyor ve açık-gizli manevralarla bu misyon hareketlerin önü kesilmeye çalışılıyorsa, o yerde de gerçek bir demokrasiden söz edilemez.
Böylesi bir tablonun hakim olduğu yerde, olsa olsa bir “faşizan demokrasi”den söz edilebilir. Zira, faşizm ve sair diktacı yapılanmalar, bazan “demokrasi gömleği”ni giyerek sultasını devam ettirir.
İşte, bu gibi durumlar karşısında yine Üstad Bediüzzaman’ın şu sözleri harikulâde bir ölçü teşkil ediyor: “...Hakîki meşrûtiyetin müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; (her nerede) rast gelsem sille vuracağım.” (Divân-ı Harb-i Örfi, s. 40)
Evet, "Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez." Ve, “En büyük hatâ, insan kendini hatâsız zannetmesidir.” (Age)
Bir partinin veya bir liderin alternatifi elimine edilmiş veya ortada görünmez bir hale getirilmişse, hele hele alternatifleri bertaraf edilmiş bir liderin ağzından çıkan sözler esasa alınarak gelişmeler onun sözlerinin etrafında şekilleniyorsa, artık ne o partinin içinde, ne de o liderin hükmettiği yönetim şeklinde demokrasinin hakiki çehresini görebilir ve gösterebilirsiniz.
ÜÇ: Aslolan hürriyettir. Bir yerde eğer hürriyet yoksa, cumhuriyetin de, meşrutiyetin (demokrasinin) de kıymet-i harbiyesi yoktur.
Meselâ, Türkiye’de “Kemalizm” denen tabu hakim ve hükümran olduğu müddetçe, siz hürriyeti de, cumhuriyet ve demokrasiyi de hakiki hüviyetiyle göremez, gösteremez, yaşayamaz ve yaşatamazsınız.
Öncelikle, bu gibi tabu ve totemlerden kurtulmanız gerekiyor.
Bu üç maddelik izahattan sonra, şimdi de yakın tarihimizin unutulmaz bir devresine damgasını vurmuş kaskatı bir diktacılık örneğini gözler önüne sermeye çalışalım.
Müthiş bir rastlantı:
İnönü, Millî Şef ilân edildiği
günün yıldönümünde öldü
İsmet Paşa, 25-26 Aralık 1938’de toplanan CHP Kurultayı'nda "Millî Şef" ve "Değişmez Genel Başkan" olarak ilân edilmişti. (Kayd-ı hayat şartıyla...)
Ne gariptir ki, tam 34 sene boyunca bu ünvanı taşıyan paşa, 1972 senesinin yine 25/26 Aralık akşamı saatlerinde öldü. Üstelik, partisinden ayrılmış ve küsmüş bir vaziyette...
Şimdi, o zamanki gelişmelerin arka plânına şöyle kısaca bir göz atalım.
M. Kemal'in ölümünden bir buçuk ay sonra olağanüstü şekilde toplanan CHP Kurultayı, İsmet Paşayı partinin genel başkanlığı makamına getirdi.
İşte, tarihinde ilk kez olarak toplanan bu “olağanüstü kurultay”da, ayrıca M. Kemal'in "Ebedî Şef", İsmet Paşanın ise "Millî Şef" ve "Kayd-ı Hayat Şartıyla Değişmez Genel Başkan" olmasına karar verildi.
Bu karar, esasında diktatörlüğün dikâlasını tarif ediyordu. Zira, devir tek parti devridir. İkinci bir partinin (hatta rakip adayın bile) hayat hakkı dahi yoktur.
Tek parti rejiminin başına "Değişmez Genel Başkan" getirdiğiniz takdirde, elbette ki diktatörlüğün yolunu açmış olursunuz. Bunun başka türlü bir izâhı mümkün değildir.
* * *
1945'ten sonraki çok partili dönemde de, İsmet Paşa, Cumhurbaşkanı olmasına rağmen, yine de CHP'nin genel başkanı sıfatını taşıyordu.
Bu durum, 30 Haziran 1972'deki CHP 21. Olağan Kongresine kadar devam etti. Kongrede, parti tüzüğünün 35 maddesi toptan değiştirildi ve rakip başkan adayı için yol açılmış oldu.
Kurultayda, İsmet Paşaya rakip olan Ecevit, oyların ekseriyetini alarak, CHP'de "Millî Şef"in saltanatına son verdi.
Bu mânâdaki bir değişim bile, 1950’den sonra bir parça hayat bulan hürriyet ve demokrasi nimeti sayesinde ancak mümkün olabilmiştir.
Üstad Bediüzzaman’ın bakış açısına göre, hürriyet, meşrûtiyet ve cumhuriyet gibi sosyal nimetler sıralamasını şöylece özetlemek mümkün:
1) Hakiki hürriyet: İmanın hassâsıdır. İnsanlara karşı hür, Allah’a karşı hakkıyla kul olmayı gerektirir ve öyle de netice verir.
2) Meşrûtiyet: Şeriat nâmına alkışlanır, Zira, lâfzı gibi mânâsı ve ruhu da şeriattendir.
3) Cumhuriyet: Mânâ-yı dindar bir cumhuriyeti savunmalı, sahip çıkmalı. Büyük halifelerin her biri aynı zamanda birer Reisicumhur idiler.
.
İnönü işi aldı ele; Gündoğdu Âli Yücel'e

Tek parti döneminin en şöhretli siyasilerinden biri olan Hasan Âli Yücel, 28 Aralık 1938’de Millî Eğitim Bakanlığına (MEB) getirildi.
Tam 8 sene müddetle bu makamı işgal eden Yücel, M. Kemal'e olduğu kadar, İsmet Paşaya da âdeta taparcasına bağlıydı.
Bu bağlılığını da eğitim sahasındaki icraatleriyle, bilhassa büyük tartışmalara yol açan Köy Enstitülerini kurup işletmesiyle ispat ettiğini, yine kendisi ifade ediyor.
* * *
Yücel'in MEB'e getirilmesi, Cumhurbaşkanı İsmet Paşanın isteğiyle oldu. Başbakan Bayar bu isteğe karşı koyamadı. Zaaf gösterdi. Ancak, bu zaaf ona yaramadı. Yaklaşık bir ay kadar sonra Bayar da görevden alındı. Kabinenin başına Dr. Refik Saydam getirildi.
Saydam, M. Kemal’in ölümcül hastalığını öğrendiği andan itibaren İsmet’in bendesi oldu. Hatta, bir cihette İsmet’in hayatını kurtardığı dahi söylenebilir.
M. Kemal, kendisinden sonra İsmet’in başa geçmesini istemediği için, onun bir şekilde bertaraf edilmesi gerektiğine inanmıştı. Bunun farkına varan Saydam, İsmet Paşayı koruyup kollamaya başladı, ortalıkta görünmemesi yönünde ciddî tedbirlerin alınmasını sağladı. Bu iyiliğine mukabil olarak, ilk fırsatta başbakanlık makamına getirildi. (Detaylı bilgiler ileriki bölümlerde.)
.* * *
Biz yine sadede dönelim ve Hasan Ali Yücel’in durumunu biraz daha yakından görmeye çalışalım.
Vaktiyle İzmir ve İstanbul gibi büyük şehirlerde edebiyat ve felsefe öğretmenliği, müfettişlik ile genel müdürlük görevlerinde bulunan Yücel, dikkat çekici bazı özelliklerin de sahibidir.
Özetle: Kendi çapında şair ve edebiyatçıdır. M. Kemal ile birlikte aylar süren yurt gezilerinde bulundu. 1934'te İzmir milletvekili olarak Meclis'e girdi.
Defalarca mebus seçildi, daha doğrusu seçtirildi. M. Kemal'in ölümünden bir buçuk ay kadar sonra da Millî Eğitim Bakanı yapıldı.
Bu makamda iken, 1940'ta Köy Enstitülerini kurdu. Kendince, yeni bir ınkılâp hareketini ateşlemiş oldu.
Altı Ok şeklinde ifade edilen CHP'nin temel gayesini hayata geçirmek için büyük çaba sarf etti.
* * *
Hasan Ali Yücel, "Altı(n) Ok" isimli şiirinde kişiliğini, fikriyatını ve nihaî maksadını şu mısralarda dile getiriyor:
Ben bir Türk'üm; soyum, ırkım uludur.
Göğsüm millet sevgisiyle doludur,
Tuttuğum yol Atatürk'ün yoludur.
Hep o yoldan yürümektir dileğim.
Böyle doğdum, Cumhuriyetçiyim ben;
Hem halkçıyım, hem milliyetçiyim ben;
İnkılapçı, laik, devletçiyim ben;
Her birini bir okla göstereyim!
Bu Altı Ok Kemalizmin özüdür;
Altısı da Anayasa sözüdür.
Atatürk ki milletinin gözüdür.
Bu inanla yüceliğe ereyim...
* * *
Evet, tek parti döneminin en önemli isimlerinden biri olan Hasan Âli Yücel'i en iyi anlatan, yine kendisi olup, bir başka şiirinde şu mısraları döktürür:
Harp çıkmıştı, orduya akıyordu bütçemiz;
Maarif örgütümüz kalmıştı pek desteksiz.
İşi Devlet Başkanı İnönü aldı ele;
Gün doğdu bu tutuşla o zamanlar Yücel'e.
Bin sıkıntı içinde kuruldu enstitüler,
Bu ateşli çalışma göreni hayran eder.
Köyden akın başladı, geliyordu çocuklar;
Kıraç yurdun yüzünde doğdu yeni bir bahar.
Kız erkek kardeş gibi çalıştılar beraber,
Müdürü, öğretmeni, gece gündüz döktü ter.
İki yılda mevcutlar vardı on altı bine,
Bir ucunda Kars durur, bir ucunda Edirne.
Kapladı dört bir yandan yirmi enstitü yurdu;
Köyden gelen çocuklar kurdu yeni bir ordu.
Kepirtepe, Akçadağ, Gölköyü, Pazarören,
Akpınar, Beşikdüzü, Dicle, Ortaklar, Gönen,
Ne kaldı, Pamuk Pınar, o meşhur Hasanoğlan;
İftihar duymalıdır bunlardan, her Türk olan.
* * *
Netice: Hasan Âli, eğitimde komün sisteminin (kadın–erkek karma eğitim öğretim düzeni) Türkiye versiyonu kurucusu ve uygulayıcısı olup, tıpkı, uzun yıllar İçişleri Bakanlığı yapan Şükrü Kaya gibi, o da tek parti döneminin mukaddesat düşmanı en şöhretli bakanlarından biri olarak tarihe geçti.
Kurucusu olduğu ve ona göre "Her Türk'ün iftihar etmesi gereken” Köy Enstitüleri, ayyuka çıkan fuhşiyat dedikoduları ve kısır eğitim tarzı sebebiyle, 1946'dan itibaren, yani kendi partisinin iktidarı zamanında kapanmaya yüz tuttu. Bir süre sonra resmen kapatıldı.
Menkul ve gayr–ı menkulleriyle büyük bir servete sahip olan M. Kemal, ölümünden 5 ay evvel yazmış olduğu bir vasiyetnâme ile bu büyük mirasın varisini belirlemiş oldu.
Servetinin ve mirasının hemen tamamını CHP'ye bağışlayan M. Kemal, 11 Mayıs 1938'de Meclis'ten bu yönde bir kararın çıkmasını sağlayarak, miras devrini bir bakıma garanti altına almış oldu.
Yaklaşık bir sene kadar evvel bu yöndeki resmî işlemlerin başlatılmasını talep eden M. Kemal, 11 Mayıs'ta ise Meclis vasıtasıyla son noktayı koydu. Servetin dökümü ve devrine dair bilgiler, ana hatlarıyla şöyledir:
Araziler
Arazilerinin toplam büyüklüğü 154 bin 729 dönümü geçiyordu. Ankara, Silifke, Tarsus, Dörtyol ve Yalova’da büyük çiftlikleri vardı. Bu çiftliklerin gelirini 1927'den beri CHP’ye bırakmıştı. Son olarak mülkiyetini devretmiş oldu.
Maaş ve nakit paralar
M. Kemal'in İş Bankasında birikmiş olan para, toplam 73 bin lirayı geçiyordu. Bunun dışında 1,5 milyonu aşan nakit paralar da vardı. Bu servetin tamamı CHP’ye miras olarak kaldı.
Gayr–ı menkuller
M. Kemal, sahibi olduğu Ulus Matbaası ile çevresindeki bütün bina ve arsaları CHP’ye, Hipodrom ve Stad çevresindeki arsaları ve Ankara’daki otel ile altındaki dükkânları da Ankara Belediyesine bağışladı... CHP'ye, ayrıca 45 daire, 7 ağıl, 6 mandıra, 8 ahır, 7 ambar, 4 samanlık, 6 hangar, 4 lokanta ve gazino ve 2 fırın ile 2 sera hibe edildi.
Menkuller
M. Kemal, kendisine ait 13 bin koyun, 443 sığır, 69 at, 2450 tavuk, 16 traktör, 13 biçer–döver, 5 kamyon, 2 otomobil, 19 araba ve 1 adet deniz motorunu da yine Halk Partisine bağışladı.
Şahsî yardımlar
M. Kemal, çevresindeki Hanımlardan Makbule, Afet, Sabiha Gökçen, Ülkü, Rukiye ve Nebile’ye para yardımı ile İsmet İnönü’nün çocuklarına eğitim yardımının yapılmasını vasiyet etti. (2006'da Ülkü Hanımın eline aylık 5 bin lira civarında nakit para geçtiği tesbit edildi.)
NOT: Daha geniş bilgi için 20.02.2006 tarihli Tempo dergisine bakınız.
.
İnönü’yü kurtardı, başbakan oldu

Celal Bayar'dan şahsî ve hissî sebeplerle hiç hazzetmeyen Cumhurreisi İsmet Paşa, nihayet onu Başbakanlıktan istifa ettirmeyi başardı.
Bayar’ın 25 Ocak 1939 tarihinde (M. Kemal’in ölümünden sadece 75 gün sonra) istifa etmesinin ardından, İnönü, onun yerine "can dostu" olarak bildiği Dr. Refik Saydam'ı getirtti.
Refik Saydam, ölüm tarihi olan 8 Temmuz 1942'ye kadar bu makamda kaldı.
İsmet Paşanın Bayar'a büyük hıncı vardı. Çünkü, kendi kabinesinde İktisat Veliki olan Bayar, M. Kemal tarafından 25 Ekim 1937'de onun yerine getirilmiş ve Başbakan yapılmıştı.
İsmet Paşa, tam 12 yıl müddetle (1925–37) kesintisiz Başbakanlık yaptığı halde, bu makama başkasının getirilmesini bir türlü kabullenemiyordu. M. Kemal'le arası açılınca, o makamı terk etmek zorunda kalmıştı. Ne var ki, yerine geçen Bayar'dan intikamını almak için de uygun bir fırsatın doğmasını bekliyordu.
İşte, M. Kemal'in 9/10 Kasım'da (1938) ölmesi, İsmet Paşa için de fırsatın başlangıcı sayılıyordu. Fakat, o dizginleri tamamen ele geçirmek için bir müddet daha beklemeyi tercih etti.
Bayar ve özellikle Fevzi Paşa sayesinde M. Kemal'in yerine geçen ve koltuğuna oturan İnönü, en yakın dostu Dr. Refik Saydam'ı gizliden Başbakanlığa hazırlamaya çalıştı. Saydam'ın bu işe hazır olduğu kanaatine vardığında ise, hiç beklemeden Bayar'ı dışladı ve onun yerine kendi adamını atayarak Başbakanlığa getirdi.
* * *
İsmet Paşanın, gerçekte Dr. Saydam'a bir "can borcu" vardı. Bu can borcunun hikâyesini ise, Can Dündar'ın 10.11.2001 tarihli köşe yazısından takip edelim...
İnönü'yü kim, niçin vurmak istedi?
Atatürk ölüm döşeğindeyken, Ankara iktidar kavgasındaydı.
Pembe Köşk'ün üst katında İsmet Paşa ile Mevhibe Hanım'ın yatak odasında geniş bir yatak ve başucunda da komidin üzerinde eski siyah bir telefon var.
Özden Toker, bize bu "müze ev"i gezdirirken "İşte bu telefon..." diyor; "Refik Saydam aradığı gün, bu telefondan konuştular."
O gün İsmet Paşa, ölüm döşeğindeki dostu Atatürk'e bir "veda ziyareti" için bavullarını toplamış, İstanbul'a yola çıkmaya hazırlanıyormuş. Özden Hanım ise hemen yandaki odasında ders çalışıyormuş.
Telefonun çaldığını duymuş. Telefonu annesi Mevhibe Hanım açmış. Paşanın kulakları az işittiği için yüksek sesle, telefondaki konuşmaları İnönü'ye iletiyormuş.
"O yüzden ben de duydum ve çok iyi hatırlıyorum" diyor Özden Hanım:
"Refik Saydam 'Paşam' diyordu, 'Biz sizin İstanbul'a gitmenizi kesinlikle istemiyoruz. Bunun sizin için tehlikeli olacağını biliyoruz. Eğer gitmeye kalkarsanız ben trenin önüne yatarım, ancak benim üzerimden geçerek gidebilirsiniz.'
...Saydam bunun üzerine koşarak Pembe Köşk'e gelmiş ve aynı yatak odasına çıkmıştı. Erdal İnönü koridordan geçerken içeriden yine aynı sesi duymuştu: "Paşam, cesedimi çiğnemeden geçemezsiniz!" (www.candundar.com.tr)
* * *
Bu meselenin özeti şudur:
Mustafa Kemal, yakalandığı amansız hastalığın ölümcül olduğunu başındaki doktorlardan öğrendikten sonra, haliyle kendisinden sonraki muhtemel gelişmeleri düşünmeye başlamıştı.
O kritik günlerde vasiyetini kaleme alması, bu realitenin bariz bir delilidir.
M. Kemal, kendisinden sonra yerine “ikinci adam” olarak da olsa İsmet İnönü'nün geçmesini istemiyordu.
Bundan dolayı da, İsmet’in bir şekilde bertaraf edilmesini istemiştir.
İşte, gizliden vermiş olduğu direktiften sonra, kendisine "Tamam efendim, gereği yapıldı" denildikten sonra o mâlum vasiyetnâmesini kaleme aldı.
Nitekim, bu vasiyetnâmenin 5. Maddesinde, yetim kalmış diye bildiği İsmet Paşanın çocuklarına da para yardımı yapılmasını istemiş.
İşte kendi el yazısıyla kâğıda dökmüş olduğu o 5. maddedeki ifadeleri: "İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmâl için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır."
Düşünmek lâzım: Pembe Köşkün sâkini olan İsmet babaları hayatta diye biliniyorsa eğer, çocuklarına niçin ayrıca M. Kemal’in mirasından yardım yapılma gereği duyulsun.?
Türkiye sarsılıyor
Yirminci asır Türkiye coğrafyasındaki en yıkıcı depremler, 1939–44 yılları arasında yaşandı.
Kimi büyük can kaybına, kimi de ağır mal kaybına yol açan bu beş yıllık zaman dilimindeki ilk deprem, 22 Eylül 1939'da İzmir civarında meydana geldi. Merkez üssü Dikili–Bergama arasında olduğu tesbit edilen bu depremin şiddeti 7.1 olduğu (bazı kaynaklarda 6.6) tahmin ediliyor.
Bu tarihten üç ay kadar sonra (26/27 Aralık 1939) ise, Anadolu tarihinin belki de en şiddetli ve en yıkıcı sarsıntısı Erzincan'da meydana geldi. Büyüklük 7.9, can kaybı ise 40 bine yakın.
Hem şiddetli, hem de sık periyotlar halinde 1940–44 yılları arasında vuku bulan diğer depremlerin merkez üssü şunlar: Niğde, Kayseri–Develi, Yozgat, Muğla, Van–Erciş, Bigadiç, Osmancık, Niksar–Erbaa, Çorum, Sakarya–Hendek, Kastamonu–Tosya–Ladik, Bolu–Gerede, Düzce, Mudurnu, Uşak–Gediz ve Ayvalık–Edremit depremleri.
Türkiye tarihinin hiçbir devresinde, beş yıllık bir zaman periyodu içinde böylesine şiddetli depremler yaşanmış değil.
Üstelik, 1940'lı yılların ilk yarısında başımıza gelen belâ ve musîbetler, on binlerce insanımızın canına mal olan yıkıcı depremlerle sınırlı değil.
O uğursuz dönem, aynı zamanda kaht û galâ yıllarıdır. Yokluk, kıtlık ve kuraklık had safhadadır. Ekmek dahil, temel gıda maddeleri karneye bağlanmıştır. Köylü, kendi imkânlarıyla ekip harmanladığı hububatının dahi sahibi olamıyor. Aynı yıllarda yaşanan İkinci Dünya Savaşı bahanesiyle, çiftçinin elinden zorla alınan hububat, devletin kontrolündeki sağlıksız depolara toplanıp çürümeye terk ediliyordu.
Depremle fışkıran termal sular
Dikili–Bergama depreminden sonra, İzmir'in kuzeyinde, özellikle Bakırçay Vadisi'nde yeni sıcak su kaynakları ortaya çıktığı tesbit edildi.
Şiddetli sarsıntıların sebebiyet verdiği bu termal sular, adeta birer şifâ kaynağı durumunda.
.
Şok ölümler, zincirleme devam ediyor

* 1912-22: Büyük savaş ve seferberlik yılları.
* 1939-44: Deprem yılları. (İzmir, Erzincan, Niğde, Kayseri–Develi, Yozgat, Muğla, Van–Erciş, Bigadiç, Osmancık, Niksar–Erbaa, Çorum, Sakarya/Hendek, Kastamonu–Tosya–Ladik, Bolu–Gerede, Düzce, Mudurnu, Uşak–Gediz ve Ayvalık–Edremit depremleri.)
* 1942-43: Kıtlık-kuraklık (kaht û galà) yılları.
* 1978-79: Yokluk-kuyruk günleri.
* 1999: Gölcük ve Düzce depremleri.
* 1993: Şok ölümler yılı.
* * *
Öyle anlaşılıyor ki, içinde bulunduğumuz 2013 yılı da–aynen ’93 yılı gibi–zincirleme şok ölümlerle tarihe geçecek ve bilhassa bu özelliğiyle hatırlanır olacak.
Bu konuya, Ocak ayındaki bir yazımızda da bir nebze temas etmiş ve bazı örneklemelerde bulunmuştuk.
Cemiyeti yahut cemaatleri, yani geniş kitleleri derinden etkileyen “şok ölümler” zincirine bu yılın Şubat ve Mart ayında da yeni halkaların eklenmesi, aynı konuya tekrar dönmemize sebebiyet verdi.
Söz konusu vefatların çoğu, âniden, yani hiç umulmadık, hiç beklenmedik bir sûrette olduğundan, ister istemez toplumda da şok etkisi meydana getirdi.
Şenay Yüzbaşıoğlu (4 Ocak)
Bir döneme damga vuran şarkıcı oldu. 'Sev Kardeşim' şarkısıyla hafızalara kazınan bu şahsın, aynı zamanda bir İsrail hayranı olduğu ifade edildi.
Alev Sururi (12 Ocak)
Yılların tiyatro ve sinema sanatçısıydı.
Burhan Doğançay (16 Ocak)
Dünyaca tanınan bir ressam idi.
M. Ali Birand (17 Ocak)
Gazeteci, sunucu, yazar, haber müdürü. Son zamanlarda “Said Nursî Belgeseli” üzerinde çalışıyordu. Bu belgesel, 60 dakikalık özet ile 2 bölüm halinde CNN Türk ekranında gösterilmesi planlanıyor.
Metin Kaçan (Cesedi 18 Ocak’ta bulundu)
Yazar, romancı, senarist. Ağır Roman yazarı ve Hasan Kaçan’ın kardeşi olarak da hatırlanır. Boğaz Köprüsünden atlayarak, erken yaşta intihar etti.
İsmet Hürmüzlü (19 Ocak)
Devlet Tiyatrolarında sanatçı olup ayrıca rejisörlük yapardı.
Prof. Toktamış Ateş (19 Ocak)
Öğretim üyesiydi; ancak, daha ziyade “Atatürkçü” kimliğiyle hatırlanır. Tartışma programlarında çokça yer aldı. Uzun yıllar Cumhuriyet, son yıllarda ise Bugün gazetesinde köşe yazıları yazdı. Aslen Konya Cihanbeyli Kürtlerinden olmasına rağmen, her fırsatta ve ömrünün sonuna kadar hep Atatürkçülükten dem vurdu, durdu. Dinî cemaatlere yakın durmasının gerekçesi olarak dahi, onlara Atatürk’ü sevdirmek emelinde olduğunu açıkça ifade ederdi.
Prof. A. Mete Işıkara (21 Ocak)
Daha çok “Deprem Dede” lâkabıyla hatırlanırdı. Boğaziçi Üniversitesi'nde idarecilik yaptı. 1999’daki büyük Marmara Depremi sonrasında büyük şöhret kazandı.
Savaş Akova (21 Ocak)
Tiyatro dünyasından bir yıldız daha kaydı. Oyuncu ve yönetmen,
Kemal Mutlu (24 Ocak)
Başbakan Erdoğan'ın öz dayısı.
Ferdi Özbeğen (28 Ocak)
”Piyanonun Kralı” diye de nâm yapan yılların sanatçısıydı.
Arif Peçenek (29 Ocak)
Türk futbolunun yetiştirdiği en iyi kalecilerden biri olarak biliniyordu.
Necdet Menzir (2 Şubat)
Bursa'da 1945 yılında doğan Menzir, Ankara Polis Akademisini bitirdi. Ordu, Denizli, Diyarbakır ve Olağanüstü Hal Bölge, Kocaeli ve İstanbul emniyet müdürlüklerinde bulundu. 1995’te Doğru Yol Partisinden İstanbul milletvekili seçildi. 1997-1998 yıllarında Ulaştırma Bakanlığı yaptı.
Tekin Akmansoy (12 Şubat)
Bilhassa “Kaynanalar” dizisinde uyanık işadamı “Nuri Kantar” tiplemesi ile ön plana çıktı. Pek çok filmde yer aldı.
Enver Ören (22 Şubat)
İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanıydı. Denizli’de doğdu. Kuleli Askerî Lisesinin ardından İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesini bitirdi. 1970’li yılların başında Türkiye gazetesini kurdu. 1980’li yıllarda gazetenin tirajı bir milyona dayandı. Aynı yıllarda TGRT’yi kurdu. Şeyh Abdülhakim (Üçışık) Arvasî‘nin has müridi Hüseyin Hilmi Işık’ın damadı olan Enver Ören’in holdingteki yerine oğlu Mücahit Ören getirildi.
Osman Gidişoğlu (24 Şubat)
Tiyatro ve seslendirme sanatçısıydı, Çocuklar Duymasın dizisindeki şişman dünür karakteriyle şöhret yaptı.
Mehmet Karasan (2 Mart)
Nurtaşı’nda Mehmet Fırıncı Ağabeyle birlikte ihlâs, fedakârlık ve sadâkat timsâli olarak ömrü boyunca hizmet etti. Akyazı’daki Pazar Köyünün kabristanında ebediyete tevdi edildi.
Müslüm Gürses (2013 yılı, 3. ayın 3. günü)
Otuz yılı aşkın bir zamandır, arabesk müziğin fenomeni olarak bilinir. Hayranları tarafından “Müslüm Baba” lâkabıyla anılır. Uzun müddet yoğun bakımda kaldı, 3 Mart sabahı vefat etti.
* * *
Görüldüğü gibi, neredeyse gün aşırı sarsıcı, şok edici bir ölüm vak’asına şahit olmaktayız.
Kim bilir, sırada başka kimler var...
Allah, hepimize imân selâmeti versin ve rızâsına uygun hizmetlerde istihdam etsin.
Ne mutlu, selâmet-i imân ile kabre girenlere. Binlerce rahmet ve mağfiret onların üzerine olsun.
.
Zeki siyasilerin basireti bağlandı

Savaşın ilk yıllarına galip durumda olan taraf Almanya-İtalya ittifakıydı. Alman “harp sanayii”ni kurduğu için, bütün Avrupa’ya meydan okuyor ve onları birer birer teslime mecbur ediyordu. 1944-45 yıllarında ise, Amerika’nın da Almanya karşısındaki cepheye dahil olmasıyla birlikte, savaşın seyri değişti ve nihayetinde Japonya ile Almanya mağlûbiyeti kabul etti.
Burada anlatmak istediğimiz asıl mesele, savaşın genel seyri değil, Türkiye hükümetinin yaşanan gelişmeler karşısındaki hayret uyandıran tutarsız tavrıdır.
Savaşan taraflar, Türkiye’yi kendi saflarında görmek istiyorlardı. Bu maksatla birçok teşebbüslerde de bulundular.
Türkiye ise, meselâ 22 Haziran 1941’de almış olduğu bir kararla, Almanya'nın üstünlüğüyle devam eden II. Dünya Savaşında "tarafsız" kalacağını resmî bir tebliğle dünyaya ilân etti.
Bu ilânâtın yapıldığı aynı gün, "Barbarossa Harekâtı" diye de isimlendirilen Almanya–Rusya Savaşı başlamış bulunuyordu. Almanya, Rusya'yı bütünüyle istilâ etme kararlığı içinde görünüyordu.
Bu tarihten tam tamına bir sene önce (22 Haziran 1940), Fransa Almanya'ya teslim olmuştu. Yani, 1 Eylül 1939'da başladığı kabul edilen II. Dünya Savaşının ilk yıllarında, bütün Avrupa'ya meydan okuyan Almanya, tereddütsüz galip durumda gidiyordu.
Bu galibiyetini, esasında savaşın son devresi olan 1944-45 yıllarına kadar da büyük ölçüde devam ettirdi.
Ne var ki, Almanya'nın yanında görünen Japonya'nın ABD kuvvetlerine saldırması (Pearl Harbor) ve bu güçlü devletin de Rusya ve İngiltere'nin yanında Almanya'nın karşısına geçmesi, zaman içinde dengelerin değişmesine sebebiyet verdi.
Türkiye ise, 6 yıl süren savaşın seyri içinde, kilit noktada bulunuyordu.
İlk başlarda tarafsızlığını duyuran, adım adım İngiltere'ye taraf olan ve nihayet 1945 yılı başlarında Almanya'nın karşısında harbe iştirak ettiği kararını alan Türkiye, şayet ta başından beri Almanya'nın yanında yer almış olsaydı, gelişmelerin seyri çok daha farklı olacaktı.
Savaşın ilk yıllarında, karşısındaki 8–10 ülkenin tamamına galebe çalan Almanya, eğer Türkiye gibi stratejik yönü ağır basan bir devleti yanına alabilseydi, kuvvetle muhtemeldir ki, hem kendisi galip gelecek, hem de Türkiye Birinci Dünya Savaşında kaybettiği topraklarının tamamını geri alabilecekti.
Ne var ki, kader–i İlâhinin fetvâsı, hükmü başkaydı. Kader, Birinci Harpte mağlûbiyetimize fetvâ verdiği gibi, İkinci Harpte de bizi vaktiyle mağlûp eden kuvvetlerin yanında yer almamız yönünde hükmünü icra etti.
Bu halin ise, bir mânevî sebebi ve hikmetli bir sırrı vardı. Bütün bu hikmetli sırların izâhını, Üstad Bediüzzaman, bir mektubunda şu şekilde ifade ediyor:
"Yirmi sene evvel (1920'de) tabedilen Sünûhat risâlesinde, hakikatli bir rüyâda, âlem–i İslamın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suâle karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik (1940'lı yıllar) tezahür etmiştir.
"O zaman (1920), o manevî meclis demiş ki: 'Bu Alman mağlûbiyetiyle neticelenen bu (Birinci) harpte Osmanlı Devletinin mağlûbiyetinin hikmeti nedir?'
"Cevaben, Eski Said demiş ki: "Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı fedâ edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra (1918+7=1925) edildi. Ve medeniyet nâmıyla âlem–i İslâm, hususan Haremeyn–i Şerifeyn gibi mevâki–i mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet–i İlâhiyeyle onların muhafazası için, kader mağlûbiyetimize fetvâ verdi.'
"Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, 'Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset–i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faydasız bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir sûrette ve zararlı bir yolu tercih etmek, (İsmet gibi) böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?" diye suâl benden oldu.
"Gelen cevap, mânevî cânipten geldi. Bana denildi ki: 'Sen, yirmi sene evvel mânevî suâle verdiğin cevap, senin bu suâline de aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi (Almanya tarafında yer alınsaydı), yine mimsiz medeniyet nâmına galibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem–i İslâma, mevki–i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslâmın selâmeti için, bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler." (Kastamonu Lâhikası, s. 19/YAN, 1994.)
Fakat, son gelişmelerle ilgili olarak kısaca ifade etmek gerekirse, “Dibi görünmeyen tastan su içmeyiniz” derim.
Kezâ, ihtiyatlı bir iyimserlik içinde “Pencerelerden seyredin; içlerine girmeyin” tavsiyesinde bulunabilirim.
Bu vatanda asıl sıkıntı, temel problem “Kemalizm”dir.
Bu sıkıntı giderilmediği, yahut bertaraf edilmediği müddetçe, ne Kürt rahat edebilir, ne Türk huzura kavuşur, ne de sair unsurlar sulh û sükûnet içinde yaşayabilir.
Dolayısıyla, Kemalizmi problem olarak görmeyenlerin, milletin hiçbir problemini esastan çözebileceğine inanmıyoruz, inanamıyoruz.
Hülâsa: Önce “def-i şer”, “def-i mefâsid” lâzım. Hayır/fayda denen şey, ondan sonra gelir. Ve illâ, bir fitneden bir diğerine sürüklenmek zorunda kalırsın. Sağlı-sollu anarşi fitnesinden yedi başlı terör belâsına sürüklendiğimiz gibi…
.
Şeflik dönemi, yahut bitmeyen musîbetler

Daha evvelki yazılarımızda da kısaca değinmiştik: Tek parti diktatöryasının hükümfermâ olduğu dönem, bilhassa günahkârlıkla zulümkârlığın birikerek had safhaya çıktığı 1939-44 yılları, Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı ağır musîbetler dönemi olarak tarihe geçti: Zelzele, yangın, kıtlık, bir yanda sel, bir yanda kuraklık, vesaire…
İşte, bir başka yönüyle “kaht û galà yılları” olarak da bilinen o zulümatlı dönemin bir başka özelliği de, ekmeğin karneye bağlanmasıdır. Şöyle ki:
Şeflik hükûmetinin 19 Aralık 1941 tarihinde almış olduğu olağanüstü bir kararla, ekmek sarfiyatı karneye bağlandı.
1942 yılı Ocak ayı başlarında Türkiye genelinde fiilen uygulanmaya başlanan bu karara göre, isteyen istediği kadar fırınlardan ekmek alamıyor. Her aileye düşen ekmek miktarı, aile reislerinden alınan ve muhtarlıkların tasdikinden geçen beyannamelere göre belirleniyor.
Bu beyannameler esas alınarak, her aile adına bir "ekmek karnesi" düzenleniyor ve ekmek miktarı fırınlardan ona göre veriliyor.
Yüzde 106 zam
Gariptir ki, aynı gün içinde hükûmetin almış olduğu bir başka kararla da, ekmek fiyatlarına % 106 gibi çok yüksek oranda zam yapılıyor.
Buna göre, 19 Aralık’a kadar 8 kuruş olan ekmeğin fiyatı, o günden itibaren 16.5 kuruşa çıkartılmış oldu.
Hububata el konuldu
O günkü hükümetin bir diğer icraatı da şu oldu: Yurt genelinde yetiştirilen arpa, yulaf ve özellikle buğday gibi temel hububat miktarı, ilgili devlet ünitelerine mutlaka bildirilecek. Bildirmeyenler veya yanlış bilgi verenler hakkında cezai işlem yapılacak.
Bu arada, 25 Aralık günü İstanbul çevresinde yetiştirilen yulaf, buğday ve arpaya devlet tarafından el konularak, bir başka tekelciliğe imza atıldı.
Beş yıl süre kaht û gàlâ
Türkiye'nin hemen her tarafında uygulanan bu "karneli ekmek" politikası, yaklaşık beş sene müddetle aralıksız devam etti.
İlk rahatlama belirtisi 9 Eylül 1946'da görüldü. Bu tarihte, üç büyük şehirde (İstanbul, Ankara ve İzmir'de) "karne ile ekmek" uygulamasına son verildi.
Sıkı ekmek politikası, o yıllarda başgösteren kıtlık ve kuraklığın yanı sıra, Türkiye dışında cereyan eden II. Dünya Harbi sebebiyle tatbik ediliyordu.
Ne var ki, o dehşetli savaş sona erdikten sonra da, yaklaşık bir yıl müddetle aynı sıkı politikaya devam edildi.
İşin en acıklı tarafı ise, hükümetin zorla toplattırdığı buğday ve sair hububatın depolarda, silolarda çürümeye terk edilmesiydi.
Tek parti hükümeti, bu büyük nimetin çürümeye başladığını gördüğü halde, bunları aç ve sefil durumdaki vatandaşa dağıtma cihetine gitmedi, olduğu yerde çürümesine seyirci kaldı.
Sahte karneler
Yaklaşık beş yıl süren karneli ekmek döneminde, ayrıca pek çok yerde sûistimaller yaşandı.
Bir yandan, kalbur üstü kimseler bol miktarda ekmek bulup tüketebiliyor ve hatta "bale ve opera" gibi oyunların kesintisiz devamını "gururla ve iftiharla" sağlama başarısını gösterebiliyorken, bir yandan da "sahte karne" basıp dağıtanlara şahit olunuyordu.
İşte bir misâl: 08.02.1945 tarihli Yeni Asır gazetesinde çıkan "Sahte ekmek karnesi basımına iki yıl hapis" başlıklı haberde aynen şu ifadeler yer alıyor: "Millî Korunma Mahkemesi, hakikisinden ayrılamayacak kadar mükemmel sahte 'ekmek karnesi' basan ve bunları piyasaya süren beş kişilik şebekeyi, ikişer sene hapse mahkûm etmiştir. Sahtekârlar, fırınlara muhtarların halka dağıttığının çok üzerinde karne gelmesiyle harekete geçen polisin haftalar süren takibiyle yakalanmıştır."
Evet, bugün için çok garip, çok tuhaf karşılansa da, yakın tarihimizde böyle bir vak'anın aynen yaşandığını bilmemiz gerekir.
Amasya, Çorum, Tokat, Ordu ve Kastamonu'da meydana gelen deprem sonucu 4016 kişi vefat ederken, 23.785 ev ve işyeri de yıkılarak kullanılamaz halde geldi.
Eylül ayı ortalarında Kastamonu’dan alınarak götürülen ve zelzele tarihinde Denizli Hapishanesinde bulunan Bediüzzaman Hazretleri, yaşanan bu büyük felâketten haberdar edildikten sonra yazdığı bir mektupta şunları ifade ediyor:
"Risâle–i Nur, Anadolu’yu Cebel–i Cûdî’de sefine gibi ve Isparta ve Kastamonu’yu âfât–ı semaviye ve arziyeden muhafazalarına bir vesile oldu. Risâle–i Nur’a ilişmesinler, yoksa yakında bekleyen âfetler geleceklerini bilsinler, akıllarını başlarına alsınlar.
“Bu musîbetten biraz evvel, tekrarla söylüyorum, size de o mektuplar gönderilmişti.
“Şimdi aldığım haber: Kastamonu, civarı, kalesi, Risâle–i Nur’un matemini tutmuş gibi ağlamış ve zelzeleyle sıtma tutmuş.
“İnşaallah yine Risâle–i Nur’a kavuşacak ve gülecek ve şükredecek.” (Şuâlar, s. 274)

1- Yurdun her yerinde muteberdir.
2- Gününde kullanılmayan kupon geçmez.
3- Bir sonraki dönem kartı alınırken, önceki geri verilir
4- Tahrif ve taklidi (sahte kart, kupon kullanılması), Millî Koruma Kànununun tayin ettiği cezayı gerektirir
.
“Varlık”la mücadele hükûmeti

Yakın tarihimizin utandırıcı, yüz kızartıcı icraatlerinden biri de hiç şüphesiz ki ''Varlık Vergisi” fâciasıdır.
Önce, bu tarihî vak’anın kısacık bir özetini takdim edelim, ardından detaylı bilgilere geçelim.
Millet Meclisi’nde 11 Kasım 1942'de kabul edilen Varlık Vergisi Kànunu, nihayet 17 Mart 1944'te yürürlükten kaldırıldı.
Bu tarihler arasında, mutlak çoğunluğunu gayr–ı müslim vatandaşların teşkil ettiği yüzlerce (1300 kadar) varlıklı kişi, çalışma kamplarında çalıştırılarak perişan edildi.
Başta, İstanbul olmak üzere diğer büyük şehirlerdeki bilhassa Rum, Ermeni, Süryanî ile az miktarda Yahudi tüccar esnaf kimseler toplanarak, önce Erzurum Aşkale, bilâhare Ankara-Eskişehir arasında kurulan Sivrihisar’daki çalışma kampına cebren gönderildi.
Daha çok demiryolu inşaatında çalıştırılan bu insanların bir kısmı öldü, bir kısmı hastalandı, geri kalanlar ise, çoğu mal–mülklerini haraç–mezat satarak Türkiye'yi terk etti.
Bütün bu eziyetlere maruz kalmalarının sebebi, varlıkları, servetleri oranında vergi vermekten kaçınmaları şeklinde ifade edildi.
Gerçekte ise, Türkçülük adına, Türk olmayanlara düşmanlık politikaları uygulanıyordu. Ta ki, onlar da Müslüman Türklere ebediyyen düşman olsunlar diye...
Gelişmelerin seyri
Varlık Vergisi meselesi, ilk kez Başbakan Şükrü Saracoğlu'nun 5 Ağustos 1942'de Meclis'te okumuş olduğu hükümet programında gündeme geldi.
Başbakan Saracoğlu, kurmuş olduğu yeni hükümetin ırkçı ve ideolojik ağırlıklı sosyal politikasını Meclis kürsüsünden (5 Ağustos 1942’de) şu sözlerle açıkladı: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (...) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir." (Faik Ökte, ''Varlık Vergisi Fâciası'', Nebioğlu Yayınevi, İst. 1951.)
Başbakan Saracoğlu'nun, konuşmasında ayrıca "yabancılar, karaborsacılar" diyerek ağır ithamlarla hedef tahtasına koyduğu kimseler hakkında, bir süre sonra Millî Şef İsmet Paşa da konuştu ve bu kesimi "soysuzlar" tâbiriyle niteleme bedbahtlığında bulundu. (Bkz: 29 Ekim 1942, Ankara Hipodromu'ndaki konuşma.)
Maliye’den damgalı liste
Aynı dönemde yaşanan önemli bir başka gelişme de şudur: Eylül 1942'de İstanbul Defterdarlığı görevine atanan Faik Ökte'nin naklettiğine göre, Maliye Bakanlığı, yüksek kazanç elde ettiği iddia edilen kimseler hakkında çizelge tutulmasını ve bu çizelgede Müslümanların M, gayrımüslimlerin G, dönmelerin de D harfiyle işaretlenmesini talep ediyordu. (Age.)
4305 sayılı Varlık Vergisi Kànunu, Meclis'te 11 Kasım 1942’de görüşüldü ve firesiz şekilde, yani oy birliği ile kabul edildi.
Türkçülük perdesi altında Müslüman Türk düşmanlığı
Varlık Vergisinin bir maksadının da, Türkleştirme politikaları olduğu görülüyor. Ama, biz bunu "Türk'e düşman kazandırma politikası" olarak da yorumlayabiliriz.
Zira, o yılların genel bütçesine yakın miktarda tahsil edilen bu haksız vergiler sebebiyle, Rum, Ermeni, Süryanî ve Yahudî asıllı vatandaşlar, Türk'e ve Türkiye'ye adeta düşman kesildiler.
Nitekim, bu kesimden insanların önemli bir kısmı yurdu terk ederek başka ülkelere gittiler ve Türkiye aleyhindeki yıkıcı propagandalara destek vermeye yöneldiler.
Bu arada, Sabataistler olarak da bilinen Yahudi dönmeler hakkında fazla birşey yapılamadığını hatırlatmış olalım.
Zira, onların kimliğinde yazılı suretteki isimleri Türk, din hanesinde ise İslâm yazıyordu. Bunların hakiki Türklerden ayırd edilmesi, bugün gibi o gün de imkânsız gibiydi.
Neticede olan, kendi din ve etnik hüviyetiyle yaşayan “azınlıklar”a oldu.
“Azınlık”, hoş bir tabir değil. Bazı insanları aşağılama, yahut aşağıda görme mânâsını çağrıştırıyor. Bu sebeple, İslâmın ruhuna uygun düşmediği kanaatini taşıyoruz.
Nazi Kampları gibi
İlgili kànun çıktıktan sonra, Varlık Vergisini vermek istemeyenlerin mallarına cebren el konuldu.
İstenilen vergi miktarını veremeyecek durumda olanlar ise, resmen borçlandırıldılar ve bedenen çalışmaya mecbur edildiler.
İlk etapta Erzurum'un Aşkale ilçesinde kurulan çalışma kamplarına gönderilen borçluların bir kısmı, daha sonra Ankara-Eskişehir arasındaki Sivrihisar kampına sürüldüler.
Buralar, bir cihette Almanya’daki Nazi Kamplarını andırıyordu. Ki, bu meselede, tek parti hükümetinde bir faşizm özentisi olduğu da söylenebilir. Lâkin, Yahudilerden çok, Rumları ezmeye çalışan faşizan bir özenti...
* * *
Bu olağan dışı vergi sisteminin resmî gerekçesi şuydu: "Savaş gibi olağanüstü şartlarda elde edilen yüksek kazancın vergilendirilmesi."
Ne var ki, basına kapalı olarak yapılan CHP grup toplantısında Başbakan Saracoğlu'nun vurguladığı gerekçe, resmî açıklamadan hayli farklıdır. Orada şunları söylüyor: "Bu kànun, aynı zamanda bir devrim kànunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsattır. Bu kànunla, piyasamıza hakim olan yabancılar (azınlıklar) ortadan kaldırılacak ve piyasa hakimiyeti Türklerin eline geçmiş olacak."
Esasen, o günlerin resmî ağızlı gazetelerinde de, aynı yönde yayınlar yapılıyor ve Türk olmayanların aleyhinde Nazileri aratmayacak derecede şiddetli kampanyalar yürütülüyordu.
Bu tazyiklere daha fazla dayanamayan Rum, Ermeni, Yahudi ve Süryani asıllı vatandaşlar, mal ve mülklerini adeta yok pahasına satmaya yöneldiler. Sat(a)mayanların ise, malları haczedilerek, vergi mukabilinde ellerinden alınmış oldu.
Bütçe miktarınca vergi
1942'de yüzde 70'i İstanbul'dan olmak üzere toplanan vergi miktarının 314.900 bin lira olduğu tesbit edildi. Bu rakamın da, o senenin toplam devlet bütçesine yakın bir miktar olduğu anlaşılıyor.
ABD başta olmak üzere, yabancı ülkelerin tepki göstermesi sebebiyle, Varlık Vergisi kasırgası da 1944 Mart'ında dinmeye başladı ve nihayet tarihe karışmış oldu.
Ne var ki, bu tarz bir uygulamanın ardından, dış dünyada Türkiye ve Türklere olan düşmanlık hisleri alabildiğine kabarmaya başladı.
Yakın tarihimizde kara bir leke olarak yer alan bu uygulamanın, Türkiye aleyhideki propagandalar için de -maalesef- iyi bir malzeme teşkil ettiği söylenebilir.
.
Meddahlara ömür boyu vekillik

Öyle ki, M. Kemal veya İsmet Paşa için meddahlık yapanların çoğu, adeta ömür boyu vekillik, bakanlık, müdürlük, müsteşarlık gibi yüksek makamlarla, mevkilerle taltif edilmişlerdir.
İşte o meddahlardan biri de Mahmut Esat Bozkurt’tur.
Şimdi, çarpıcı bir örneklik teşkil eden bu şahsiyeti biraz daha yakından tanımaya çalışalım.
1892 Kuşadası doğumlu olan Mahmut Esat Bozkurt, Millet Meclisi'nin ilk kuruluşundan (1920) tâ öldüğü tarihe (21 Aralık 1943) kadar hep milletvekili olarak kalmış.
Aynı şekilde, 1922'den itibaren çeşitli bakanlıklarda bulunduktan sonra, 1925'in başından itibaren de Adâlet Bakanlığına getirilmiş.
İşte, özellikle "hukuk reformu"nu yapmaya bu dönemde başlamış ve dolu dizgin gitmekte bir beis görmemiş.
Bozkurt, bütün bu yaptıklarının arka planında Mustafa Kemal'in bulunduğunu ise, yine M. Kemal'in sahibi olduğu Hakimiyet–i Milliye isimli gazetede ifade ediyor.
İşte, bu gazetenin 7 Şubat 1926 tarihli sayısında yayınlanan reformist Adliye Bakanı M. Esat Bozkur'tun kendi ifadeleri:
"Cumhuriyet kànunlarında bir muvaffakiyet ve bir güzellik görülüyorsa, bu şahsıma değil, doğrudan doğruya Türk İhtilâlinin büyük lideri Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine aittir. Büyük liderden aldığım maddî ve manevî feyz ve ilhamladır ki, bu kànunları hazırladım.
“Memleketimizi sevenler, bizden olanlar, Türk inkılâbına iyilik dileyenler, namuslu insanlar, bu sert ceza kànununda kendilerine bir sığınma yeri bulacaklardır. Bu ceza kànunu, namuslu insanlar için dokunulmazlık belgesidir”.
Son olarak, 1943 yılı sonlarında İstanbul'da beyin kanaması sebebiyle ölen Bozkurt'a ait olduğu bilinen "Cumhuriyet savcılığı" tâbiri hakkındaki izahına yer verelim.
Bu hususta, "Neden başbakan, müsteşar, vali, vs... için değil de, sadece savcılar için 'cumhuriyet savcısı' tâbirini resmileştirdiniz?" diye soranlara şu cevabı veriyor: "Çünkü, öyle zaman olur ki, cumhuriyeti koruyup kollamak için başbakandan, bakandan, müsteşardan, validen, büyükelçiden bile hesap sormak gerekebilir. İşte o hesabı soracak olan Cumhuriyet Savcısıdır."
Maden Tetkik ve Arama Müdürlüğü tarafından sürdürülen çalışmalar neticesinde bulunan petrolün hem bol miktarda, hem de yüksek kalitede olması, ülke genelinde büyük bir sevinç ve heyecan dalgası uyandırdı.
* * *
Bu bölgede petrol bulunduğu ümidiyle, tâ 1934 yılından itibaren muhtelif noktalarda jeolojik etütler yapılmaktaydı.
Beş yıl kadar devam eden bu etütler neticesinde, 24 Temmuz 1939 tarihinde burada ilk sondaj çalışması yapıldı.
"Raman–1" adı verilen bu kuyunun derinliği 1042 metreye ulaştığında, ümit verici bir petrol damarı bulundu.
Bu dağda bulunan ham petrol, aynı zamanda Türkiye'nin ekonomik ve ticarî anlamdaki ilk petrolü olma özelliğini taşıyordu.
1052 metrede tamamlanan kuyudan düzenli ilk pompalama çalışmasına ise, 3 Haziran günü başlandı.
Bu kuyudan elde edilen ham petrolün günlük miktarı, yaklaşık 10 ton civarındaydı.
Petrol bulmanın sevinciyle faaliyetlerine hız veren TPAO, Raman Dağının muhtelif noktalarında sondajlama çalışmasına başladı.
Kısa sürede, petrol fışkıran onlarca kuyu açıldı.
İlk başlarda bir köy hüviyetinde olan Batman (İluh köyü), elde edilen petrol ve burada kurulan rafineri sayesinde hızla gelişti. (Batman, sırasıyla 1950'de bucak, 1957'de ilçe ve 1990'da da il oldu. 2000’li yıllarda nüfusu 300 bini aştığı tahmin ediliyor.)
* * *
Batman Rafinerisinin inşaatına 1948 Temmuzunda başlandı ve aynı yılın Kasım ayında 200 ton arıtma kapasiteli ilk üretime geçildi.
1951'de Garzan bölgesinde de petrol sahasının bulunmasıyla birlikte, Batman Rafinerisinin kapasitesi de genişletildi ve yıllık üretimi 330 bin tonu aşan modern bir rafineriye dönüştürüldü.
Batman il sınırları içinde bulunan Raman ve Garzan çevresi, Türkiye'nin en çok petrol üreten bölgesi olma özelliğine sahip.
Buradan elde edilen ham petrolün bir kısmı Batman Rafinerisinde arıtılırken, bir kısmı da boru hatlarıyla İskenderun Körfezine (Dörtyol) pompalanıyor. Buradan da, gemilerle (Kırıkkale'ye yine boruyla) Türkiye'nin başka merkezlerinde kurulmuş bulunan rafineri tesislerine gönderiliyor.
* * *
Raman ve Garzan bölgesinde elde edilen petrol, Türkiye genelinde elde edilen petrolün yaklaşık yüzde altmış–yetmişine tekabül ediyor.
Bugün itibariyle, yüzlerce kuyudan yıllık milyonlarca varil petrol üretilmekte.
Petrolün net üretim miktarı sürekli olarak değişiyor. Zira, eski kuyuların bir kısmı kapanırken, bir taraftan da yeni yeni kuyular açılıyor.
Türkiye geneli için belirtilen rakamlara göre, yıllık üretim iki buçuk milyon ton civarında.
Bu miktar, ihtiyacın ancak yüzde 8–9 kadarını karşılamakta. Geri kalan büyük kısım ise, petrol üreten muhtelif ülkelerden ithal edilmekte.
.
Bir dönüm noktası olarak ‘dörtlü takrir’

7 Haziran 1945’te, Türkiye'de hürriyet ve demokrasi sahasında ciddî adımlar atılması gayesine yönelik olarak, adına "dörtlü takrir" denilen dört imzalı bir önerge hazırlandı.
CHP grubuna verilmek üzere hazırlanan bu önergenin altında İzmir milletvekili Celal Bayar, İçel milletvekili Refik Koraltan, Kars milletvekili Fuat Köprülü ve Aydın milletvekili Adnan Menderes'in imzası bulunuyordu.
* * *
Bu dörtlü takrir, 12 Haziran 1945’te parti grubunda görüşmeye açıldı. Konu üzerinde uzun uzun konuşmalar yapıldı.
Konuşmalar çoğu zaman seyir ve makas değiştiriyordu. Öyle ki, takrir sahiplerine hakaret edercesine şiddetli hücumlar yapıldı. Hatta, imza sahiplerinin üzerine yürüyenler bile oldu.
Takrir sahipleri ise, bilhassa Menderes’in takririni izah etmeye çalıştı.
Bu kaotik ve hakaretli gergin durum, yaklaşık 7 saat sürdü.
Nihayet, parti adına konuşmak üzere kürsüye Şükrü Saraçoğlu geldi. Saraçoğlu, Halk Partisinin takrirde yazılı olduğu şekilde ıslâha muhtaç olmadığını, hatta partilerinin sağlam bir demokratik temele dayanmış olduğunu bile söylemekten çekinmedi. Sonunda ise, önerge sahibi dört milletvekilinin takrirlerini geri almaları tavsiyesinde bulundu.
* * *
Bütün bu sert ve de bed muameleye rağmen, takrir sahipleri gevşemedi ve isteklerinden vazgeçmedi.
Grup adına yapılan açıklamada şöyle denildi: “Biz verdiğimiz takriri geri alacak insanlar değiliz.”
Evet, bir bakıma ok yaydan çıkmış ve geri dönüş ihtimali ortadan kalkmış gibiydi. Yine de oylamaya geçildi ve önerge ezici oy çoğunluğu ile reddedildi.
Ancak, sıkıntı bitmiş, sancı dinmiş değildi. Zira, genel konjonktür, demokratikleşmeden, serbest seçimlerden ve hürriyetlerin genişletilmesinden yanaydı. Nitekim, öyle de oldu.
Dörtlü takrir sahipleri, kısa sürede hür basının ve halk ekseriyetinin adeta gözdesi oldular. Her gittikleri yerde büyük itibar gördüler.
Hatta, Halk Partisinden ayrılarak yeni bir parti kurmaları halinde, halktan fevkalâde bir destek görecekleri noktasında tatmin ve ikna oldular bile, denilebilir.
Zaten, genel gidişat da bu istikametteydi.
Bu arada, Ulus ve Cumhuriyet gazetesinden farklı bir politika izlemeye başlayan Milliyet ile Vatan gazetesi, dörtlü takrir sahiplerine sempatiyle yaklaşmaya, fikir ve görüşlerine sayfalarında yer vermeye başladı.
Milliyet Bayar'a, Vatan ise Menderes'e yakınlık gösteriyordu.
Bu da, doğrusu o tarihte hayli cesaret verici bir gelişmeydi.
* * *
CHP Genel Başkanlık Divanı, Menderes'in Vatan gazetesinde "dörtlü takrir" istikametindeki neşriyatı ve Meclisteki konuşması üzerine 21 Eylül 1945 Cuma günü Şükrü Saraçoğlu’nun başkanlığında toplandı ve Adnan Menderes ile Fuat Köprülü’nün oybirliği ile partiden ihraç edilmesine karar verildi.
Bunun üzerine, Celal Bayar da partiden ihraç edilen iki arkadaşıyla beraber olduğunu söyleyerek 26 Eylül günü CHP'den ayrıldı.
Bu tarihten sonra, yine Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes'in başında bulunduğu yeni bir parti kurma çalışmalarına hız verildi.
Nihayet, çalışmalar 7 Ocak 1946'da tamamlanarak, yeni parti kurulmuş oldu. Halkın büyük teveccühle karşılamış olduğu bu yeni siyasî hareketin ismi ise, "Demokrat Parti" şeklinde resmen ve alenen ilân edildi.
Tek parti rejimi, böylelikle ilk kez bir ciddî rakiple, yahut alternatif olacak bir siyasî cephe ile karşı karşıya gelmiş oldu.
Torpidonun isabet ettiği Refah Şilebi, Akdeniz'in sularına gömülmeye başladı.
Bu esnada tam bir can pazarı yaşandı. Şilepte bulunan 195 kişiden ancak 28 kişi canını kurtarabildi. Geri kalan 167 subay, öğrenci ve mürettebat vefat etti.
* * *
İkinci Dünya Savaşının en kritik günlerinde, Mersin'den hareket eden Refah Şilebi, önce Mısır'ın İskenderiye Limanına, oradan da İngiltere'ye doğru gidecekti.
Ancak, 23 Haziran'da hareket eden 40 yaşındaki şilebe gece saat 22.30 civarında kimin attığı tesbit edilemeyen bir torpido fırlatıldı ve bu sûretle koca gemi batırıldı.
Gemiden atlayan 28 kişi, bir kurtarma filikasına bindiler ve 36 saat sonra ancak karaya çıkabildiler.
* * *
Türkiye'ye maddî-mânevî çok ağır kayıplar verdiren bu büyük fâcianın faili uzun müddet araştırıldı.
Sonunda, şüpheler Fransızların üzerinde yoğunlaştı. Fransa da, bu işin yanlışlıkla olabileceğini ileri sürerek, cinayeti bir yönüyle kabullenmiş oldu.
İki ülke arasında sürdürülen gizli pazarlıklar sonucu, Fransa Türkiye'ye iki adet savaş gemisi vermeyi kabul etti.
.
Sopalı seçimden nâmuslu seçime

Yirmi iki yıllık tek parti iktidarı, demokrasiye geçişi istemeden (kerhen) kabul ettiği için, 21 Temmuz 1946'da yapılacak ilk genel seçimler öncesinde-kendince iyi bir tedbir olarak-seçim sistemini tamamen kendi anlayışına göre ve dünyada benzeri olmayan gayet bencil bir biçimde dizayn etmeye çalıştı.
Genel seçimden bir ay kadar evvel değiştirdiği seçim kànununa göre, sandık başına giden vatandaşlar oylarını alenen kullanacak, yani hangi partiye oy verdiğini açıkça belli edecek; ancak, oyların sayım ve dökümü gizli ve bilhassa seçmene kapalı şekilde yapılacak.
Sistem, maalesef aynen öyle işletildi. Üstelik, bu da yetmezmiş gibi, devletin sivil–resmî (emniyet, jandarma...) bütün imkânları iktidardaki Halk Partisi lehinde kullanıldı; daha açık bir ifade ile, devletin kuvveti sandık başında alenen sûistimal edildi.
1946 seçimleri, bu sebeple süngülü, sopalı ve zorbaca yapılan bir seçim olarak tarihe geçti. (Tıpkı, İttihatçıların ayıbı olan 1912 yılı seçimleri gibi.)
İşte, bu derece zor ve ağır şartlar altında yapılan seçimlerin sonuç tablosu şu şekilde gerçekleşti: CHP 397, Demokratlar 61 ve bağımsızlar 7 milletvekilliği kazandı.
DP, adeta bir “çeyrek muhalefet” konumunda Meclis’teki yerini aldı.
Ne var ki, bunu bile çok görenler çok oldu. Bu sebeple, kısa süre sonra “muhakemede zayıf dostlar”da kullanılmak sûretiyle muhalefetteki çeyrek partiyi parçalama manevralarına başlandı.
Ara seçimi boykot ve DP’nin bölünmesi
Demokrat Parti, yaklaşık iki yıl sonra (1948) yapılan ara seçimleri boykot etme kararı aldı. Zira, bazı mahallerde dayanılmaz derecede baskı ve yıldırma politikaları uygulanıyordu.
Özetle, partiler arasındaki eşitlikten söz etmek imkânsızdı. Demokratlar, iki yıldır Halkçılar ve jandarma tarafından şiddetli bir baskıya mâruz kalmış, birçok yerde fiilî müdahale görmüş, yani açıkça, hakaretten, dayaktan, işkenceden geçirilmişlerdi.
1948 yılında, siyasî tarih açısından felâket ve fecaat olarak nitelenebilecek bir başka hadise daha gelişti.
Bu tarihte, DP sayesinde Meclis'e giren Fevzi Paşanın (Çakmak) fahrî başkanlığı altında Millet Partisi kurduruldu. Kurulması bir yana, zaten zor–belâ Meclis'e girebilmiş olan Demokrat Partili milletvekillerinin hemen yarısı bu partiye transfer edilerek Meclis'te yeni bir grubun daha kurdurulması cihetine gidildi.
Böylelikle, iktidar yerine muhalefetle mücadele edildi ve zaten zayıf durumda olan Demokratlar, büsbütün zaafa uğratılarak müstebit iktidarın ekmeğine yağ sürülmüş oldu.
Millet Partisini kuran ve kurduranların niyeti ne olursa olsun, bu teşebbüs, doğrudan doğruya Demokratları parçalama ve tam ortadan ikiye bölme hüviyetine bürünmüş göründü.
Belliydi ki, bu işin arkasında geleceğini tehlikede hisseden İsmet Paşanın da dahli vardı. Kendine esas rakip olarak gördüğü Demokrat Partiyi bölmek istiyordu. (Tıpkı, ileriki tarihlerde, meselâ 1970'lerde AP'yi böldürmek için MSP'ye yeşil ışık yakması gibi...)
Millet Partisi, iktidara ciddî bir alternatif şeklinde ortaya çıkmak yerine, Demokratlar'dan aşırmış, araklamış olduğu transferlerle ismini duyurmayı tercih etti.
Hemen ardından, bir başka gelişme daha yaşandı. O günkü şartlarda neşriyat yapan dinî tandanslı hemen bütün gazete ve dergiler (Büyük Doğu, Serdengeçti, Sebilürreşad, Ehl–i Sünnet, Yeşil Bursa, Büyük Cihad...) Millet Partisini hararetle savunma noktasında adeta birbiriyle yarışa girdiler.
1950 yılı genel seçimleri yaklaştığında, Meclis'te grup kurabilen partilerin sayısı böylelikle üçe çıktı: CHP, DP ve MP.
‘Namuslu seçim’le demokrasi bayramı
İktidar avantajını elinde tutan Halk Partisi, 14 Mayıs 1950 seçimlerine kısa bir süre kala seçim kànunu bir kez daha değiştirdi. Buna göre, bir seçim bölgesinde en çok oy alan parti, milletvekillerinin tamamını alabiliyordu.
Bunun ismi "nisbî çoğunluk sistemi"ydi.
Seçim kànunundaki bir başka değişiklik ise, "açık oy, gizli tasnif" maskaralığının terk edilmesi ve bunun tam tersine çevrilmesi şeklinde oldu. Yani, oylar artık gizli şekilde verilecek; ancak, oyların sayım, döküm, tasnif işlemi açık surette yapılacak.
Dönemin bazı gazeteleri, bu kànunu "Namuslu bir seçim kànunu" şeklinde isimlendirerek demokrasiye arka çıktı.
* * *
İsmet Paşa, bir önceki seçimlerin sonucuna bakarak, yine kendi partisinin en yüksek oy oranına sahip olacağını, dolayısıyla birkaç istisna dışında vilâyetlerin çoğunda CHP'nin rakibi durumunda olan Demokrat Parti ile Millet Partisini geride bırakacağını düşünüyordu.
Bu düşünceden yola çıkarak, "nisbî çoğunluk sistemi"yle aslında rakipleri için bir bakıma "seçim tuzağı" kurmuştu.
Ne var ki, İsmet Paşanın hazırlatmış oldukları bu korkunç tuzağa yine kendisi düşmüş bulundu. Üstelik, bir daha da buradan çıkamadı. Tâ ki, imdadına 27 Mayıs (1960) Darbesi gelip yetişene kadar...
Ortaya çıkan şaşırtıcı tablo
Nisbî sistemin ne tür sonuçlar doğurduğunu birkaç örneklemeyle netleştirmeye çalışalım.
1) Trabzon'da Demokrat Partinin oyu 60.871 iken, CHP'nin aldığı oy ise 63.684. Aradaki fark, üç bini dahi bulmuyor. Bu arada, bağımsız adaya giden oy miktarı da 6.839. Bugünkü sisteme göre milletvekillikleri iki parti arasında bölüşülmesi gerekiyor iken, o tarihte geçerli olan nisbî sistem icabı, milletvekillerinin tamamını CHP almış oldu.
2) Pekçok ilde olduğu gibi İstanbul'da da durum Trabzon’un tam tersine oldu.
İstanbul'da oyların partilere dağılımı şu şekilde gerçekleşti: DP 238.763; CHP 110.299; MP 72.737.
Bu tabloya göre, DP İstanbul'daki milletvekilliklerin tamamını almış oldu.
3) Ülke genelindeki tabloya bakacak olursak, genel durumun şu şekilde neticelendiğini görürüz:
O tarihte geçerli olan "Her elli bin seçmene bir milletvekili düşer" hesabına göre, Türkiye genelinde seçilen milletvekili sayısı 487 oldu. Neticede, oyların yüzde 52.68'ini alan Demokrat Parti, Meclis'te 408 üye ile temsil edildi.
İkinci sıradaki CHP, oyların yüzde 39.45'ini almasına rağmen, Meclis'te ancak 69 vekil ile temsil edilebildi.
Üçüncü parti konumundaki MP ise, oyların yüzde 3.11'ni alarak sadece Kırşehir'de birinci parti oldu ve Meclis'te bir tek sandalye ile (Osman Bölükbaşı) temsil olundu.
Ortaya çıkan sonuç tablosu, İsmet Paşa ve partidaşlarını dehşete düşürdü. Zira, seçim kànunu hazırlanırken, böylesi bir neticenin ortaya çıkacağına hiç mi, hiç ihtimal verilmiyordu.
Hatta, seçimlere iki–üç ay kalıncaya kadar da, durum farklı görünüyordu. İsmet Paşa, Nisan ayı başlarına kadar da bir derece ümitliydi. Zira, MP'nin fahrî başkanı olan Fevzi Paşa henüz hayattaydı.
İsmet Paşanın seçim denklemine göre, kendisine muhalif olan cephedeki oyların DP'nin başkanı Bayar ile MP'nin fahrî başkanı Fevzi Paşa arasında esaslı bir şekilde bölünecekti. Böylelikle, kendisi de aradan sıyrılarak partisini yine birincilik konumunda tutabilecekti.
İsmet Paşa, CHP'nin her halükârda yüzde 35–40 civarında oy alacağını hesaplıyordu. (Ki, bu hesap esasen yanlış da değildi.) Paşa, geriye kalan yüzde 60–65'lik oranın ise, rakipleri olan DP ve MP arasında üstelik eşite yakın bir seviyede bölüneceğine inanıyordu. Seçime dair bütün planlar bu denkleme göre yapılmış, stratejiler de ona göre geliştirilmişti.
Ne var ki, DP'nin oylarını bölmede en kuvvetli faktör olarak görülen Fevzi Paşanın seçimlere bir buçuk ay kala hastalanması ve 10 Nisan günü ölmesi, İsmet Paşanın bütün hesaplarını altüst etti. Ölüm hadisesi sonrasında, MP'ye meyyal olan seçmen kitlesi büyük oranda Demokrat Partiye yöneldi ve bilindiği gibi nihaî tablo 408–69 şeklinde tecelli etti.
İsmet Paşa, rakipleri için kurmuş olduğu seçim tuzağına kendi ayaklarıyla düştüğünü, ancak 14 Mayıs (1950) seçimlerinden sonra anlayabildi
.
Vali Tandoğan, başından buldu

Komünist diktatör Tito liderliğindeki Yugoslavya'nın baskıcı yönetimi altına giren Bosnalı Müslümanlar için Türkiye’de 1945 senesinde bir yardım kampanyası açılır.
Ne var ki, bu yardımlar yerine bir türlü ulaştırılamaz.
Dahası, yardım paralarının miktarı gibi âkıbeti de o gün bugündür bilinemiyor.
Yardım paralarını toplayan şahıs, itimat tekin eden bir doktor. Ankara'da muayenehanesi var; aynı zamanda Rus elçiliğinin de doktoru.
İşte bu tanınmış doktor, 6 Ekim 1945 günü akşamı, bir genç tarafından yedi kurşunla vurularak öldürülür.
Genç katilin, dönemin Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay'ın oğlu Haşmet Orbay olduğu, 1946 Temmuz’unda anlaşılır ve mahkeme kararıyla da kesinlik kazanır.
Aynı mahkeme, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın cinayeti kasten örtbas ettiğine ve suçu başkasının üzerine yıktığına hükmeder.
Kendini Ankara’nın “ikinci adamı” konumunda gören Tandoğan, bu duruma kahırlanır ve bunalıma girerek intihar eder.
Şimdi, filmi biraz daha geriye sararak, hadiselerin gelişme seyrini daha bir dikkatle takip etmeye çalışalım.
Sarık düşmanı ceberrut vali
Tarih, 20 Eylül 1943. Sekiz yıldır Kastamonu'da sürgün bulunan Bediüzzaman Said Nursî, polis nezaretinde Çankırı yoluyla Ankara'ya getirtilir. Buradan alınarak Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilecek.
Ankara'nın iki numaralı adamı, 14 yıllık Vali Tandoğan, Üstad Bediüzzaman'ı cebren makamına getirtir. Gayesi, sarığını çıkarttırmak ve başına fötr şapkayı zorla geçirmek.
Nitekim, bu maksatla fiilî teşebbüste de bulunur. Ancak, gayesinde muvaffak olamaz.
Şapkayı Vali Tandoğan'ın elinden alan Said Nursî, ona şöyle seslenir: "Bu sarık bu başla beraber çıkar. Ben sizin bin senelik ecdadınızı temsil ediyorum. Başından bulasın Nevzat!"
Hadiseler zinciri
Ankara’da vuku bulan bu hadisenin üzerinden iki yıl kadar bir zaman geçer ve 1945-46 senelerinde aşağıda sıralamış olduğumuz hadiseler ardı sıra yaşanır.
* Halk arasında kazanmış olduğu itibarla, muhtaç durumdaki Bosnalı Müslümanlar için yardım parası toplayan Ankara'nın tanınmış şahsiyetlerinden Dr. Neşet Naci Arzan, 16 Ekim 1945'te muayenehanesinde öldürülür. Onu silâhla vuran genç, yüzü maskeli şekilde kaçarak kayıplara karışır.
* Cinayette kullanılan tabanca, Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay'a aittir. Katil, gerçekte Kâzım Paşanın oğlu Haşmet Orbay'dır. Doktorun toplamış olduğu paraları istiyor. Red cevabıyla karşılaşınca da, çekip onu öldürüyor.
* Haşmet, gece eve gidince, olup bitenlerden aile büyüklerini haberdar etmek durumunda kalıyor.
* Hadisenin bir şekilde patlak vereceğini ve halkın gözünde itibar kaybına uğrayacağını öğrenen katilin ailesi, gelişmelerin seyrini değiştirecek alelacele hazırlanmış bir planı devreye sokar. Haşmet'in annesi—ki, çok dişli bir kadındır kendisi—tek parti döneminin değişmez şefi İsmet Paşanın eşi Mevhibe Hanımı telefonla arayarak kısaca şunları söyler: "Sizin oğlunuz Ömer de katil. Taksim'de konsomatris Olga isimli kadının kocasını öldürmüş diyorlar. Ama, ne yaptınız ettiniz, onu kurtardınız. O halde, benim oğlumu da bu cinayetten kurtarın. Aksi halde, bütün bildiklerimi açıklarım."
* Bunun üzerine, Mevhibe Hanım da Vali Tandoğan'ı arayarak "Lütfen bu işi halledin" der. Tandoğan, işin içine bu şekilde girer.
* Vali Tandoğan, Haşmet'in Robert Kolej"den arkadaşı olan ve onunla aynı evi paylaşan Reşit Mercan'ı ayağına getirtir. Ona bu cinayeti mutlaka üstlenmesi gerektiğini söyler. Mercan da, çaresiz istenileni yapar ve ertesi gün karakola gidip teslim olur. "Cinayeti ben işledim" der.
* Mahkeme kurulur. "Katil benim" diyen Mercan'a 20 yıl, Haşmet Orbay'a da "Ona silâhı ben verdim" dediği için, sadece 1 yıl ceza verilir.
* Ne var ki, Türkiye’de demokrasinin havasını henüz teneffüs etmeye başlayan basın, bu hadisenin peşini bırakmaz. Cinayetle ve dâvâ ile bağlantılı konular gazetelerin baş sayfalarında geniş şekilde nazara verilmeye devam eder.
* Bunun üzerine Yargıtay, mahkemenin ilk kararını bozar ve dâvayı da Ankara'dan alarak Bolu Ağır Ceza Mahkemesine gönderir. Bolu'daki yargılamalarda, mahkemede katilin Haşmet Orbay olduğu ortaya çıkar.
* Aynı anda, bu cinayetin Vali Tandoğan tarafından kasten örtbas edildiği, hatta cebren başkasına yüklenildiği de ortaya çıkar. Cezalar, bu yeni duruma göre kesilir.
* Buna sinirlenip kahırlanan Tandoğan, 9 Temmuz 1946 gecesi kafasına kurşun sıkarak intihar eder.
* Fevzi Paşadan sonraki Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay (uzun yıllar orada kalacağını umarken), henüz yeni atanmış olduğu bu makamdan derhal istifa eder.
* Mahkemenin kararını Yargıtay'da bozduran ve gelişmelerin seyrini Tandoğan aleyhine olacak şekilde değiştirmeye sebep olan dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Fahrettin Karaoğlu, kısa bir süre sonra otomobili içinde ölü bulunur.
* Cumhurbaşkanı İsmet Paşanın oğlu Ömer İnönü'nün ismi, benzer mahiyette bir başka cinayet hadisesiyle irtibatlandırılmış olarak gazetelerde konu edilir.
Aynı dönemde zincirleme daha başka gelişmeler de yaşandı. Ancak, şimdilik bu kadarı yeterli.
.
Demokratları bölme hareketi

Daha evvelki kandırmaca denemeleri saymazsak, çok partili sisteme geçiş yılları olarak 1945–50 arasındaki dönem esas alınıyor.
O yıllara ait siyasî gelişmeleri ise, genellikle yine o günlerin siyasî aktörleri tarafından kaleme alınan hatıra notlarından okuyup öğrenmekteyiz.
1950’den önceki dönem itibariyle, gazetelerin tam serbest olduğunu, gazeteci, yazar ve araştırmacıların hür ve serbest şekilde çalışabildiğini söylemek inandırıcı olmaktan hayli uzaktır. (Gazeteler, hükümetin rızası dışında yayın yapamaz durumdaydı. Çoğu, resmî gazete ağzıyla konuşurdu.)
Halkın ekseriyeti de, olup bitenlerin ne mânâya geldiğini, kimin ne yapmak istediğini henüz tam olarak bilmiyor, bilemiyor.
Geriye, kala kala bir tek hatıra notları kalıyor. Ama, onların da çoğu güvenilir değil, ne yazık ki...
Zira, bilhassa 1945–50 yıllarında yaşanan gelişmelere dair İsmet Paşanın söyledikleriyle Celal Bayar'ın anlattıkları birbirini tutmuyor.
Aynı şekilde, DP kurucularından Fuad Köprülü'nün, CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran'ın, Başbakanlardan Recep Peker'in, 1948'de Millet Partisi tarafına geçen emekli General Sadık Aldoğan, Hikmet Bayur'un aynı mesele hakkında yazıp anlattıkları, çoğu yerde birbiriyle örtüşmüyor. Hatta, yer yer tamamen ters düşüyor.
İşte, üzerinde bu derece tersleşmelerin, zıtlaşmaların, hatta sürtüşme, kavgaların ve dahi bölünmelerin yaşandığı meselelerden biri, meşhûr "12 Temmuz Beyannâmesi"nin sebep ve tetiklemiş olduğu gelişmelerdir.
Cumhurbaşkanı İsmet Paşa, iktidardaki CHP ile tek muhalefet partisi olan DP arasında giderek tırmanan gerilimi güyâ dindirmek maksadıyla, bu partilerin liderleri ile ileri gelen aktörlerini sık sık Çankaya Köşkü'ne dâvet ederek çeşitli konulara ilişkin yatıştırıcı görüşmelerde bulunur.
Yapılan bir dizi görüşmeden sonra, İsmet Paşa, 11 Temmuz 1947'de bir beyannâme metni hazırlatır. Bu metin, günlük gazetelerde 12 Temmuz'da yayınlandığı için, ismi "12 Temmuz Beyannâmesi" şeklinde kayıtlara geçer.
İsmet Paşa, bu beyannâmede, özetle kendisi halen CHP Genel Başkanı sıfatını taşımasına rağmen, cumhurbaşkanı olarak, bütün siyasî partilere eşit mesafede duracağını, taraf tutmayacağını, haksızlığa daima karşı geleceğini, bundan da kimsenin bir şüphesinin olmaması gerektiğini söyler.
Beyannâme, kendi partisi içinde de lokal bir rahatsızlığa yol açmakla beraber, asıl büyük darbeyi muhalefetteki Demokrat Parti yedi.
Tam bir sene önce yapılan genel seçimlerde 60'ın üzerinde milletvekili çıkaran DP, ne yazık ki, söz konusu beyannâme yüzünden şiddetli sancılar çekmeye başladı ve kısa bir süre sonra, parti adeta ortadan çatlayarak ikiye bölündü.
DP'den ayrılanlar, Fevzi Paşa'nın da teşvikleriyle, Prof. Hikmet Bayur'un başkanlığında kurulan Millet Partisine geçti. Bir grup da, ayrıca Müstakil Demokratlar Partisini kurdu. 1950'den önce, bu parti de MP'ye katıldı. MP, Meclis'de grup kurdu ve temel siyasetini CHP'den çok DP'ye çatmak üzerine bina etmeye başladı.
Demokrat Parti'de "12 Temmuz Beyannâmesi"ni bahane ederek ayrılanların söyledikleri şuydu: "Partimiz, CHP karşısında pasif kalıyor. Daha sert, daha şiddetli bir muhalefet yapılması lâzım. Demek ki, İsmet Paşa Celal Bayar'ı görüşmeler sonucunda iyice yumuşattı. Bu da, muvazaa demektir, danışıklı muhalefet yapmak demektir. Böyle pasifçe hareket etmekle, muhalefet yapılmaz. Bu sebeple, bu partiden ayrılmak ve daha sert politikalar izleyecek iktidar adayı bir parti kurmak gerekir."
Ayrılan grup aynen öyle yaptı. 1948'de 28 kadar milletvekilini transfer ederek Millet Partisini kurdu.
İşte, Demokrat Parti bünyesinde o gün meydana gelen derin çatlak, bir daha hiç kapanmadan tâ günümüze kadar devam edip geldi.
İsmet Paşa, tarafsızlık görüntüsü altında yapmış olduğu bir siyasî manevra ile, maksadına ulaşmaya çalışıyordu. Esasında, karşısındaki muhalefeti bölmek istiyordu. Aralarına bu yüzden ihtilâf soktu ve muhaliflerini birbirine düşürdü.
Ne var ki, hayatının sonuna kadar hiç terk etmediği bu maksadına o dönem itibariyle nail olamadı İsmet, Paşa.
Zira, DP'li milletvekillerinin yarısına yakın kısmı Millet Partisine geçtikleri halde, hatta, Kudret gazetesi başta olmak üzere, dinî tandanslı hemen bütün gazete ve dergileri aynı safa çekmelerine rağmen, Milletçiler cephesi, 1950’li yıllardaki seçimlerde, yine de ciddî bir varlık gösteremediler.
Zira, Demokratlara çok sağlam bir şekilde “istinat noktası” teşkil eden Bediüzzaman ve talebeleri vardı.
Gariptir ki, o tarihlerde oyları yüzde 3-5 civarında görünen Milletçilerin, Halkçılardan ziyade bir “iktidar potansiyeli”ne sahip olduğunu fark eden Üstad Bediüzzaman, iki ayrı mektupta şu dikkat çekici ifadeyi kullanır: “Demokratlar düşerse, Milletçiler gelir.”
Dergiler DP’ye ateş püskürüyor
İleriki bölümlerde daha etraflıca temas edeceğimiz gibi, Milletçiler cephesinin yayın organları, başta B. Doğu ve Sebilürreşad olmak üzere, bu kesimin hemen bütün dergi ve gazeteleri Demokrat Partiye karşı son derece saldırgan bir yayın politikası izliyorlardı.
Öyle ki, arşivimizde mevcut olan bu dergilerın sayfalarında, iktidara doğru yürüyen Demokrat Partinin Halk Partisinden daha fenâ, daha muzır bir parti olduğuna dair pekçok yazı ve yorumlu haber neşredildi.
Tuhaftır, Demokratların iktidarı döneminde de bu mevkutelerin aynı saldırgan ve karalayıcı mahiyetteki yayın politikasının devam edip gittiğini görmekteyiz.
.
İstiklâl kahramanı Karabekir (1)

Millî Mücadele hareketinin (İstiklâl Harbinin) en cesur, en dindar, en hamiyetli ve en hazırlıklı kumandanlarından biri olan Kâzım Karabekir, 26 Ocak 1948'de Meclis Başkanlığı makamında bulunduğu esnada vefat etti.
Bu vesileyle, burada onun hayatı, hatıratı ve takdire şâyân hizmetlerinden biraz daha genişçe söz etmek istiyoruz. (NOT: Daha evvelki bölümlerde, 1919 yılı kronolojisi içinde İstiklâl Harbini ilk başlatan “ordu komutanı” sıfatıyla ondan bir derece bahsetmiştik.)
Zira, Üstad Bediüzzaman’ın da “merdane meslek” sahibi diye ondan söz ettiği (EL, s. 156) Karabekir Paşanın “resmî tarih” sahasında hakkıyla tarif edildiği ve lâyıkı vechiyle anlatıldığı kanaatinde değiliz.
Dahası, M. Kemal, İsmet ve Fevzi Paşalarla fikren ve mizacen uyuşmadığı için, hayatının sonlarına yakın bir zamana kadar da hep dışlanmış, itilmiş, kakılmış ve en acısı karalanmaya dahi tevessül edilerek, vatan ve millet hizmetinden hep uzak tutulmaya çalışılmıştır.
İşte, bu kahraman kumandana karşı yapılan bunca haksızlıklar sebebiyle, yeni nesiller onun hakiki hüviyeti gibi, fedakârane hizmet ve gayret yönünü de maalesef tam olarak bilemiyor, tanıyamıyor.
Meselenin ehemmiyetini böylece nazara verdikten sonra, şimdi asıl konuya geçebiliriz.
İstiklâl kahramanı, istiskal edildi
23 Temmuz 1882’de İstanbul’da dünyaya gelen Kâzım Karabekir, 1948’de 66 yaşında Ankara’da vazife başında iken vefat etti.
Çok temiz ve ahlâklı bir hayat yaşadı. Hem bir ordu komutanı, hem bir aile babası, hem de “yetimler babası” sıfatıyla, örnek bir şahsiyet olarak tarihteki yerini aldı.
Dost-düşman hemen her kesimden insanların ortak görüş ve kanaati şudur ki: Karabekir Paşanın, bilhassa 1905–1924 tarihleri arasındaki 20 yıllık muvazzaf askerlik hayatı takdire lâyık başarılarla doludur.
Bu süre zarfında meydana gelen büyük savaşlar dahil, daima tehlikeli ve çok riskli görevlerde bulunduğu halde, yine de başarısızlığa hiç düşmemiş ve her defasında yüzünün akıyla vazifesini ifa etmiş olmanın huzurunu yaşamıştır.
Onun son olarak 1917–1924 yılları arasında deruhte etmiş olduğu Şark Cephesi Kumandanlığı vazifesi ise, madalyalı takdirlerle karşılanmış ve dillere destan olan muzafferiyet örnekleriyle süslenmiştir.
Karabekir Paşanın, 1922'den sonra askerlikle birlikte mebusluk görevi de olmuştur. Edirne ve İstanbul milletvekili olarak Meclis'te yer almış ve mühim hizmetlerde bulunmuştur.
1924'te ise, gördüğü lüzum üzerine askerlik görevinden istifa ile siyasî hayata atılmış ve 17 Kasım 1924'de kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının (TCF) başına geçmiştir.
İşte, özellikle bu tarihten sonra Karabekir Paşa ve yakın arkadaşlarının başına gelmeyen belâ, musîbet, sıkıntı kalmamış gibi...
Zira, Cumhuriyet sonrası Meclisteki ilk ciddî anamuhalefet partisi konumunda bulundukları için, memlekette yaşanan hemen her sıkıntıdan, her kargaşadan Karabekir ve arkadaşları sorumlu tutuluyor.
* * *
Bilindiği gibi, TCF kurulduktan birkaç ay sonra (Şubat 1925) patlak veren en büyük gaile, Şark vilâyetlerini etkisi altına alan Şeyh Said Hadisesidir.
Ne gariptir ki, Karabekir Paşa ile TCF'li arkadaşları bu hadiseden sorumlu tutulur ve 5 Haziran 1925 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile partileri kapatılır.
Böylelikle, memlekette demokrasinin canına okunmuş ve tek partili dikta rejimi devrine geçilmiş olur.
Ne var ki, Karabekir Paşa ve arkadaşlarının başına gelenler, bununla da sınırlı kalmıyor.
Yaklaşık bir yıl kadar sonra (1926) İzmir'de vâki olduğu iddia edilen İzmir Sûikastı bahanesiyle, diğer dâvâ arkadaşlarıyla birlikte Kâzım Karabekir de idam talebiyle yargılanır ve öldürülmekten kılpayı kurtulur.
İşin çok garip bir tarafı şudur ki: İstiklâl Mahkemesindeki sorgulama esnasında, kendisine hadise ile hiç alâkası bulunmayan şu suâl soruluyor: "Zâtıâliniz Millî Mücadele esnasında büyük hizmetler görmüş olduğunuz halde, bilâhare neden muhalefete geçtiniz?"
Evet, görüşülmekte olan dâvâ konusuyla hiç alâkası bulunmadığı halde, Karabekir'e 1924'te niçin CHP karşısında bir muhalefet partisi kurduklarının hesabı soruluyor.
Yine çok acip ve gariptir ki, Karabekir Paşa bu suâlin cevabını verirken, yaşanmış öylesine acı vak'alardan bahsediyor ki, duyunca cidden inanası gelmiyor insanın.
Meselâ, Cumhuriyetin ilânından kısa bir süre önce ve ilândan hemen sonra Ankara'da bulunan siyasî ve askerî zevâtın birbiriyle çekişmeye başladığını, bilhassa İsmet Paşa ile Rauf Orbay arasında ciddî kırılmalara yol açan kavgaların yaşandığını, bazı paşaların gizlice grup oluşturarak diğer bazı paşaları hepten dışlamaya yöneldiğini, hatta bu esnada kendisinin de dışlandığını, hiç sayıldığını ve çok defa istiskale mâruz kaldığını mahkeme huzurunda beyan ediyor.
Muhayyel İzmir Sûikastı dâvâsıyla alâkalı neşredilmiş birçok kaynakta (Kılıç Ali, M. Müftüoğlu, K. Karabekir...) yer alan bilgi ve nakillere baktığımızda, Karabekir Paşa, yapmış olduğu o uzun müdafaa esnasında nesillerin mutlaka bilmesi gereken önemli noktalar var.
Bunları iki–üç noktada şöylece hülâsa etmek mümkün:
* Karabekir Paşa, Cumhuriyet'in ilânı (29 Ekim 1923) esnasında Trabzon'da bulunduğunu ve kendisine bu hususla alâkalı hiçbir bilginin verilmediğini hayret ve taaccüple ifade ediyor. Yani, kendisi hem milletvekili, hem de Şark Cephesi Komutanı olmasına rağmen, böylesine mühim bir gelişmeden hiç haberdar edilmediğini, aynı durumun daha başka şahsiyetlerden de özellikle gizli tutulduğunu, bunun da şüphelere ve sûizanlara yol açtığını nazara veriyor.
* Bir başka husus, M. Kemal'in 1923'ten sonra kendisine karşı farklı bir tavır içine girdiğiyle ilgili. Meselâ, bir defasında randevu alıp makamına gittiğini, buna rağmen tam bir saat müddetle kendisinin kapıda bekletildiğini ifade ile, bu gibi istiskallere daha evvel hiç mâruz kalmadığını anlattıktan sonra şunu ekliyor: "Gördük ki, eski samimiyetten eser kalmamış..."
Kâzım Karabekir, mahkemede son iki–üç yıl içinde marûz kaldığı bed muameleden daha başka misâller de verdikten sonra, yaşanan aykırılıkların kendisinden kaynaklanmadığını, bilâkis bu uyumsuzlukları gidermek için samimane çalıştığını ifade eder.
Neticede o mahkemede beraat eder ve 1927'de emekliye ayrılarak, hem askerî, hem de siyasî hayata vedâ eder. Ayrıca, Ankara'dan ayrılarak İstanbul'a yerleşir. Fakat, yine de rahat bırakılmaz ve adeta baskı–tarassut altında bir hayata mahkûm edilmeye çalışılır.
Karabekir, Erenköy taraflarında büyük mahrumiyetler içinde yıllarını geçirir. Ankara'daki siyasîlerden ümidini keser ve başının çaresine bakar. Ailesini zar–zor geçindirmeye gayret eder.
Onun, yeniden siyasete ve dolayısıyla Ankara'ya dönmesi, M. Kemal'in ölümünden sonra mümkün olur. 1939 seçimlerinde milletvekili olarak girdiği Millet Meclisinin 1946–48 yıllarında başkanlığını yapar ve bu vazifede iken Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Millî Mücadele komutanlarından en fazla eser sahibi olan Kâzım Karabekir'in mezarı Ankara'daki Devlet Mezarlığındadır.
.
İstiklâl kahramanı Karabekir (2)

İstiklâl Harbinin en önde gelen kahramanlarından olup Millî Mücadele Hareketinin lider kadrosundaki şahsiyetleri en yakından tanıyan biri olan Kâzım Karabekir Paşanın günü gününe tuttuğu notlarından hareketle, yakın tarihimizin karanlıkta kalmış fevkalâde önemli bazı hadiselerine projeksiyon tutmaya devam ediyoruz.
* * *
Karabekir'in hayli renkli sayılabilecek bir kişiliği var: O, daha evlenmeden paşalık rütbesine kadar yükselebilen bir asker, kahramanlık destanları yazan bir kumandan, yetimlere sahip çıkan bir şefkatli idareci, iyi evlât yetiştiren bir baba, iyi bir diplomat (Gümrü Antlaşması), iyi bir yazar, vesaire...
Karabekir Paşanın kaleme aldığı onlarca eseri var. Bir kısmı gasp edildiği için basılamayan bu eserlerin çoğu askerî, siyasî ve tarihî konuları ihtiva ediyor.
Son olarak Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan ve 1500 sayfayı aşan iki ciltlik "Günlükler" isimli eserde, Karabekir'in 1906'dan sonra hayat mâcerası kendi kaleminden anlatılıyor.
Bu eserde, bazı yıllara ait notlar ne yazık ki hiç yer almamış. Demek ki, bulunamamış.
Oysa, Karabekir Paşa hem çok tertipli, hem de kalemi velut bir insan. Kendisi günü gününe yazmış, notlar almıştır; fakat, müzmin muhalifleri tarafından bu notlar ya çalınmış, ya da zaman zaman evine yapılan baskınlar neticesi alıp götürülmüş ve muhtemelen imha edilmişlerdir.
Neyse ki, bu tarihî notların önemli bir kısmı kurtarılarak yayın hayatına kazandırıldı. Buna da şükür diyelim...
Kafkas Cephesi'nden Meclis'e
2 Mart 1919'da Erzurum'daki 15. Kolordu Komutanlığına atanan Karabekir Paşa, 12 Nisan günü Gülcemal isimli vapurla Trabzon üzerinden Erzurum’a doğru yola çıkar.
19 Nisan’da Trabzon’a vasıl olur ve derhal işe koyulur. Ermenilerin işgal altındaki Doğu vilâyetleri geri almak için canla başla çalışır.
Kısa zaman zarfında büyük başarılara imza attı. Şark’ta vazife yapdığı dönemde zafer üstüne zafer kazandı.
* * *
Öte yandan, 22 Haziran 1919'da hazırlanan Amasya Tamimini kabul ettiğini, ardından toplanan Erzurum ve Sivas Kongrelerine katıldığını ve bu kongrelerde alınan kararlara bağlı olduğu anlaşılan Karabekir Paşanın, bu tarihten tâ 1924 yılı başlarına kadar da Mustafa Kemal ile müttefik halde göründüğü anlaşılıyor.
1924 yılı başlarından itibaren ise, Ankara merkezli fikirler ve dengeler büsbütün değişmeye başlıyor.
Bu dönemde, sadece M. Kemal ile Karabekir'in arası açılmakla kalmıyor; Refet Bele, Cafer Tayyar, Rauf Orbay ve Ali Fuat Paşa gibi Millî Mücadelenin diğer kumandanları da M. Kemal ve yeni ekibi tarafından gayet sert ve keskin bir tavırla dışlanmaya çalışılıyor.
Dışlanan ekip, neticede bir araya gelerek Terakkiperver Fırkasını kuruyor. Ne var ki, çok geç kalınmış olan bu son hamlede başarılı olamıyorlar.
Muhalif olarak görünen kadronun hemen tamamı siyasetten de, askeriyeden de uzaklaştırılması cihetine gidiliyor.
Bir dönüm noktası olarak, medreselerin kapatıldığı, Hilâfetin lağvedildiği, Şer'iyye Bakanlığının kaldırıldığı 3 Mart 1924'ten itibaren, meydan bütünüyle M. Kemal ve ekibine kalıyor.
1926'da İzmir Sûikastı bahanesiyle kurulan mahkemede canını zor kurtaran Karabekir Paşa, Erenköy’de tarassut altındaki mütevazi hanesine ve hususî dünyasına çekiliyor.
İstiklâl Harbinin en başarılı ve en güvenilir bir kahraman kumandanı olan Karabekir Paşanın takip ve tarassut altındaki hayatı 13 sene kadar devam ediyor ve ancak M. Kemal'in ölümünden sonra (Ocak 1939) siyasete geri dönebiliyor. 26 Ocak 1948'de vefat ettiğinde, Meclis Başkanlığı makamında bulunuyordu.
Günlükler'den iktibaslar
Şimdi de, Karabekir Paşanın "Günlükler"inden konumuzla ilgili bazı bölümleri iktibas ederek, yakın tarihte olan biten gerçekleri bir görgü şahidinin nazarıyla takip etmeye çalışalım.
İşte, Karabekir Paşanın kendi kaleminden önemli bazı günlerin kısacık bir panoraması.
21 Mayıs 1919: Mustafa Kemal'den ilk şifre... Neden Samsun'a çıkmış? Neden Samsun'da vakit geçiriyor? "Memuriyeti kabul ettim" diyor. Neden daha evvel etmedi? Bu memuriyet nedir? “Padişah ve Ferit Paşanın birer nefer gibi hizmet edeceğiz” diye gazetelerde beyannâmeleri vardı. Kemal Paşayı mukavemet için mi gönderdiler? "Fahrî Yaver–i Padişahî" dediğine nazaran, Padişah tarafından bir vazifedar mı idi?
19 Ekim 1922: M. Kemal’e, (Lozan'daki) Sulh Konferansına Saltanatı lağv ve Hilâfeti Âl–i Osman’da bırakmak sûretiyle ve tam Türk milliyetçiliğiyle gitmekliğimizin faydalarını anlattım.
M. Kemal “Sulh heyetimize baş murahhas (heyet başkanı) olarak seni gönderemem. Çünkü, sen kafanla hareket edersin. İsmet Paşayı göndereceğim. Çünkü, o sözümden çıkmaz” dedi.
8 Aralık 1923: İsmet’in İstiklâl Mahkemeleri ile işe başlamasına esef ettim.
18 Aralık 1923: İstiklâl Mahkemelerinin ve şahısların fena tesir ettiğini, eğer hüsn–i iade edilmezlerle, eski hafiyelik devrinin başlayacağını söyledim.
14 Ocak 1924: Muhaliflerden Ali Şükrü Ankara’ya makine getirmiş, Tan gazetesi çıkaracakmış. Gazi yanımda Cevat Abbas’a dedi: “Muhalifler matbaa yapıyor da siz hâlâ uyuyorsunuz. Yakmalı, yıkmalı!”
1 Ağustos 1925: Mesele, İstiklâl Mahkemelerinin terörüdür. Yarın kimin tevkif edileceği meçhul... Gözyaşı, elemli dövünmeler, kalplerin kanaması... Ömrümüz terörle mi geçecektir?
(NOT: Şeyh Said Hadisesi sebebiyle, muhalif ya da şüpheli kim varsa, iktidar ekibi tarafından hemen ihanetle damgalanıp okkanın altına sokuluyor. MLS)
Cumhuriyet, her dimağda mûnis, cazip, feyiz–nâk bir kelime olmalıdır. Yoksa dehşet, korkunç, hürriyet–i şahsiyeyi tehlikeye kor, bir umacı gibi yeni neslin zihniyetine nakş olunmamalıdır.
27 Temmuz 1932: İzmir'de Gazi heykeli açıldı. İsmet'in 28 tarihli gazetedeki nutku pek gülünç: "Usûlen her şeyi yapan Gazidir" nakaratıyla dolu! Bir de diyor ki: Fertler milli dâvâya faydalı olmalı ve her halde zararlı olmamaları şartıyladır ki millî rehberden (M. Kemal'den) refah isteyebilirler! (Ne âlâ, Abdülhamid'in prensibini tasvir ediyor, bizim koca İsmet!)
6 Temmuz 1932: Mübadillere (Yunanistan'dan mübadele/takas usûlü ile gelen vatandaşlara) verilen bonoların müthiş ihtikârla (tefecilik, vurgunculukla) kırıldığı söyleniyor. Beş yüz bin liralık bir bonoyu Kılıç Ali Bey elli bin liraya satın almış; maliyeden tam tahsil etmiş!
.
İstiklâl kahramanı Karabekir (3)

Pekçok okuyucumuz, bilhassa Cumhuriyet'in kuruluş öncesi ve sonrasına ait sisler arasında kalmış konuların aydınlatılmasını istiyor.
Biz de, elimizden geldiğince hemen her vesileyle bu talebi karşılamaya çalışıyoruz.
Bu yazıdaki vesilemiz ise şudur: Kâzım Karabekir Paşa gibi tarihî bir şahsiyetin 1948 yılı başlarında dünyaya vedâ etmesi dolayısıyla, onun geride bırakmış olduğu hizmetleri takdir ile hatıralarını yâd etmek ve bilhassa yakın tarihe ışık tutacak notlarını bir kez daha dikkat nazarlarına takdim etmek...
Yakmalı, yıkmalı Ali Şükrü Matbaasını
Türk Tarih Kurumuna ait kaynaklardaki bilgiler ve bunları doğrulayan Karabekir Paşanın "Günlükler"indeki notlar, M. Kemal öncülüğünde üst düzeydeki bir heyetin 14 Ocak 1923'te trenle Ankara'dan Eskişehir'e doğru yola çıktığını gösteriyor.
Tâ İzmir’e kadar gidecek olan bu heyetin içinde, M. Kemal'in yanı sıra Fevzi Paşa, Karabekir Paşa ile Yzb. Cevat Abbas da vardır.
1920 seçimlerinde milletvekili olarak Meclis'e gelen Cevat Abbas, aynı zamanda M. Kemal'in Başyaveridir. 1916 yılı sonlarında yüzbaşı olmuş, kendi ifadesiyle 24 yıl müddetle asker ve politikacı olarak M. Kemal'in yanında ve yakın hizmetinde bulunmuştur.
Yapı Kredi Yayınları arasında "Günlükler" ismiyle çıkan Kâzım Karabekir'in hatıra notlarının 14 Ocak 1923 tarihli kısmında aynen şu ifadeler yer alıyor:
“Muhaliflerden Ali Şükrü Ankara’ya makine (matbaa) getirmiş... Tan gazetesini çıkaracakmış...
"Gâzi, yanımda Cevat Abbas’a dedi: 'Muhalifler matbaa yapıyor da, siz hâlâ uyuyorsunuz. Yakmalı, yıkmalı...'
"Dedim: Paşam, bu tarzda mukabele doğru mudur?” (Age, s. 840.)
Diyaloğun devamı, ne yazık ki Günlükler'de yok.
* * *
Heyetin seyahati günlerce, haftalarca devam ediyor.
17 Şubat'ta (1923) toplanan İzmir İktisat Kongresinin açılışından sonra, M. Kemal, bir aylık eşi Lâtife Hanımla birlikte Ankara'ya dönerken, Karabekir ise, tâ 1 Nisan gününe kadar yurt seyahatine devam ediyor.
(Ara notu: Ali Şükrü Bey, 27 Mart günü katledilerek cesedi gizleniyor. Kayıp ceset, bir hafta sonra bulunuyor. Ceset aramaları üzüntü, ürküntü, hayret ve hararetle aranmaya devam ederken, 1 Nisan günü erken seçim kararı alındı. Dikkatler, bir anda câniden, cinayetten ve cinayetin arka plânından çekilip tümüyle seçim telâşesine çevrilmeye çalışıldı.)
Yeni bir dönemin başlamakta olduğunu haber veren çarpıcı gelişmelerin devamını, yine Günlükler'den takip edelim...
1 Nisan 1923 Pazar: “Saat 9.30 Ankara'ya vardık. Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey kaybolmuş. Giresunlu Osman Ağadan biliniyormuş."
4 Nisan Perşembe: “Öğle vakti Meclis'e gittim. Ali Şükrü Beyin cenaze merasimi yapıldı. Otomobil ile İnebolu tarikiyle Trabzon'a hareket etti... Akşam, Osman Ağanın cesedini Meclis–i Millî'nin kararı mûcibince asmışlar." (Age, s. 856–57)
* * *
Meclis'teki muhalefet cephesinin liderlerinden ve bu cephenin fikriyatını neşreden Tan gazetesinin sahibi olan Ali Şükrü Beyin boğdurulmak sûretiyle katledildiği ve şehir dışında bir bağ evi yakınlarında toprağa gömüldüğü, ancak 3 Nisan günü netlik kazandı.
“Halife olmak istiyor” yanılgısı
Mustafa Kemal ile birlikte 1923 senesinin ilk aylarında Batı Anadolu seyahatine çıkan Kâzım Karabekir, kaleme almış olduğu günlükler ile hatıra notlarının gerek bizim elimizde bulunan ve gerekse Uğur Mumcu’nun araştırmasında yer alan muhtevasından aşağıdaki hususlar açıkça anlaşılmış oluyor.
Karabekir Paşa, tâ 1924 senesine kadar da Mustafa Kemâl’in kendi şahsını saltanat misali yetkilerle donatmak istediği, dahası bir punduna getirip Hilâfeti üzerine almak, hatta halife olmak istediği fikir ve kanaatini taşıyor.
Meselâ, şu ifadelerinde görüldüğü gibi: “El yazısıyla imzasını taşıyan sarıklılar arasındaki sarıklı resmi, Mustafa Kemal Paşanın Hilâfet ve Saltanatı kendisine almak mefkûresinde olduğu neticesinde karar kılıyordu. (12 Mayıs 1922 tarihli el yazılarını ve imzalarını taşıyan “mefkûre hatırası” isimli fotoğraf, buna işarettir).”
Şimdi de, Karabekir Paşayı böylesi bir kanaati taşımaya sebebiyet veren—ve doğrusu kendisini tamamıyla yanıltan—M. Kemal’in muhtelif konuşmalarından bazı notlar:
18 Ocak İzmit
“… Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti şer-i şerif ahkâmından ibaret olan şûrâ, adalet ve ulu’l-emre itaat esasına tevfikan teşekkül etmiştir. Türkiye Devleti için Hilafet mevzubahis, zaman varit olabilir. Çünkü makam-ı hilafet yalnızca Türk’e değil, yüce âlem-i İslâma aittir.
“Âlem-i İslâmın elyevm (bugün) hal-i esarette bulunmasına binaen, Hilâfet meselesini hal ve tesbit edecek seviyeye vasıl oluncaya kadar, Türkiye Büyük Millet Meclisi, makam-ı hilâfeti bir nokta-i ümit olarak muhafaza edecektir.”
22 Ocak 1923 Bursa
“… Hilafetin yalnız Türkiye halkına değil, bütün İslâm âlemine şümûlü olması hasebiyle, bu makam hakkında bir karar vermek Türk milletinin selâhiyeti haricindedir.”
31 Ocak 1923 İzmir
“… Bizim dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir. Bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır.”
* * *
Bir sonraki yazıda, Karabekir Paşanın bu seyahat esnasında kayda geçirmiş olduğu fevkalade önemli diğer notlarını aktarmaya devam edelim.
.
İstiklâl kahramanı Karabekir (4)

Kâzım Karabekir Paşanın, M. Kemal ve sair hükûmet erkânıyla birlikte 14 Ocak-2 Nisan 1923 tarihleri arasında gerçekleşen Batı Anadolu seyahati esnasında kayda geçirmiş olduğu fevkalâde önemli diğer notlarını aktarmaya devam ediyoruz.
“İzmir’de iken, 29 Ocak’ta M. Kemal Paşa ile Lâtife Hanımın nikâhları yapılmıştı. Fevzi Paşa ve ben, Gazi’nin şahidi olarak iki yanında oturmuştuk.”
* * *
“5 Şubat’ta Akhisar’da iken, (Lozan’da bulunan) İsmet Paşadan 4 Şubat’ta sulh müzakeresinin inkıtaa uğradığı hakkında şifreli telgraf geldi.
“Yine bu arada Ankara’dan Meclis İkinci Reisi Ali Fuat Paşadan mühim bir şifreli telgraf geldi: ‘Gazi’nin geçen yıl millete verdiği söz mucibince, bir tarafa çekilmesi şartıyla, kendisine bir saray ve ayda 10 bin lira verilmiştir, müzakereye koyalım mı?’
“Gazi buna çok kızdı. Rengi kaçtı. Şifreyi bana da okuttu. Mütalâamı sordu.
“O, hâlâ Hilâfeti uhdesine almaya ve eski mefkûresine kavuşmaya uğraşırken, kendisine bu tavsiye çok acı geldi.
“Mütalâamı şöylece söyledim: ‘Henüz sulhumuz takarrür etmediğinden (Lozan Barış Antlaşması kesinleşmeden) hal-i harpteyiz demektir. Bunun için, bu meselenin ortaya çıkması mevsimsizdir. Sulhun akdinden sonra bu kararı kimsenin teklifine lüzum kalmadan siz verirsiniz.’
“Cevabımı beğendi. Şifreyi getiren yaveri Mahmut Beye (Siirt mebusu. Milliyet gazetesi sahibi) şu emri verdi: ‘Paşanın dediği gibi bir cevap yaz.’
“Mahmut Bey gittikten sonra M. Kemal Paşadan bazı mütalâalarımı söylemekliğime müsaade alarak dedim ki: ‘Görüyorum ki, Başkumandanlık uhdenizde bulunduğu halde, siyasî bir fırka (Halk Fırkası) kurmakla meşgul olmanız aksi tesirler yapıyor. Bunun memleket dışındaki akislerinin daha fena olacağını tahmin ederim. Bunun için, sulhun akdine kadar bu gibi hareketle meşgul olmaktan sarf-ı nazar buyursanız. Bunu, Ankara’da fırkayı tesis kararınız matbuata aksetmeden önce de rica etmiştim.
“Gazi mütalâama cevap vermedi. O hâlâ Ankara’daki havanın halini düşünüyordu... Benim bu son mütalâamı kabul etmediğini mefkûresine daha şiddetle sarıldığını Balıkesir’de gördüm.
“7 Şubat’ta (1923, Çarşamba günü) Ulucami’de (Zağnos Paşa Camii) öğle namazını kalabalık bir cemaatle kıldık. Sonra mevlüt okundu. Bundan sonra da M. Kemal Paşa minbere çıkarak hutbe okudu. En mutaassıp bir hocanın söyleyemeyeceklerini söyledi: ‘Dinimiz son dindir. Ekmel dindir. Kànun-i Esâsî (Anayasa) Kur’ân-ı Azimüşşân’daki nüsûstur.’”
* * *
Uğur Mumcu, kendi elinde bulunan nüshadaki Karabekir’in notlarına istinaden, M. Kemal’in hutbe esnasında kurmayı düşündüğü Halk Fırkasının lüzumundan da uzun uzadıya söz ettiğine değinerek, yine Karabekir’in kaleminden şu ifadeleri aktarıyor:
“M. Kemal Paşa, minberde mükemmel bir hutbe okumakla bu tarzdaki mesaisine taraftar olmadığım hakkındaki beyanatıma halk huzurunda verdikleri cevap apaçık ortada. Kendi beyanatıyla da, benim 17 Temmuz 1921 münakaşalarımda Şark’tan yaptığım teklifi (Bendeniz zat-ı alilerinin bu kabil siyasî fırkalara iştiraktan beri kalmasına hasseten taraftarım), bu kerre Halk Fırkası meselesinde dahi sulhun takarrürüne kadar olsun Başkomutan sıfatıyla bu kabil cereyanlara girişmemesini tavsiyeme de kat’i cevabını vermiş oldu.
“Hutbede, gerek mutaassıp bir dil ve edâ ile İslâmiyeti ele alması ve gerekse siyasî bir fırka teşkiline ve onun başına geçmeye karar verdiğini ilân etmesi, bende şu kanaati tamamladı: Napolyon, vaktiyle başkomutanlıktan nasıl bir fırka (parti) ile imparatorluğa çıkmışsa, şimdi Mustafa Kemal Paşa da aynı sûrette başkomutanlıktan tek fırka (tep parti) ile—önlemekliğime rağmen—hilafet ve saltanatı almak mefkûresine yürüyecektir.
“Bu yolda benim vatan ve millete karşı vazifem, şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da bu tehlikeli yolun önüne geçmek olacaktır.
“Şüphesiz ki, samimimiyet ve ikna ile sonuna kadar uğraşmak ve mümkün olmazsa cephe almakla.”
Dünya işlerini camiye sokmanın acısı
M. Kemal Paşa, Balıkesir’de verdiği hutbeden sonra Karabekir’in fikrini öğrenmek ister. Bu safhayı da şu şekilde anlatır, Karabekir Paşa:
“Akşam, M. Kemal Paşa bugünkü beyanatını nasıl bulduğumu sordu. Ben de kendilerine olan samimî bağlılığım kadar kendilerinden aynı karşılığı gördüğüme dayanarak fikrimi söyleyeceğimi bildirdim ve dedim ki:
“Dünya işlerini camilere soktuğumuzun acısını çektiğimiz yetmez mi paşam?
“Millî işlerimizi neden yine camilere sokuyoruz? Ve neden siz Başkumandan olduğunuz halde, dinle, hilâfetle bir din adamı gibi, hatta daha ileri giderek meşgul oluyorsunuz?
“Münevverlerimiz, haklı olarak bu gidişi iyi telâkki etmeyeceği gibi, bu yol da esasen tehlikelidir....
“Paşam, görüyorum ki, siz din ve hilâfet kuvvetlerine çok ehemmiyet veriyorsunuz. Şu halde, muhafazakârlara (statükoculara) dayanmak istiyorsunuz.
“Türk milleti teceddüde muhtaçtır. Ve bunu da mütehassıslarla (uzmanlarla) başarabiliriz. Asla camilerle değil, asla muhafazakârlarla değil.
“Din, vicdan kanaatidir; münakaşaya gelmez. İlim adamı olan bizlerin ve hele sizin bunu (dinî konuları) ele almanızı katiyen doğru bulmuyorum. Bunu tamamiyle mühmel bırakmalısınız. Bu mütalâaalarımı daima size açık kalbimle söyleyeceğim.
“M. Kemal Paşa, mütalâalarımı samimî karşıladı. Ertesi gün yaverlerinden naklen benim yaverim, Gazi’nin şu ifadesini bildirdi: ‘Ben, Karabekir’in bana bu kadar samimî olduğunu zannetmediğimden, çok çekişeceğimizi tahmin ediyordum. Halbuki o çok açık yürekli ve candan insanmış. Beraber çalışacağımızı görerek memnun oluyorum.” (Age, s. 67)
Din, Kur’ân, Hz. Muhammed...
Uğur Mumcu’nun “Karabekir Anlatıyor” isimli kitabının yanı sıra, daha başka kaynaklarda da yer alan M. Kemal’in din, Kur’ân, Türkler, Araplar ve Hz. Muhammed ile ilgili bazı sözlerini kaynaklarıyla birlikte naklederek, bir başka bölüme geçelim.
* "Evet Karabekir! Arapoğlunun (Hz. Muhammed’in) yavelerini Türk oğullarına öğretmek için, Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve öyle okutturacağım ki, budalalık edip aldanmaya devam etmesinler." (Emre Yayınlarından, Kâzım Karabekir, Paşaların Kavgası, s. 159)
* "Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerinin cehaletlerinin yardımıyla, utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur." (Afet İnan, Atatürk'ün El Yazmaları. Bu kitap ayrıca 1930’lu yıllarda Liselerde Medeni Bilgiler ismiyle ders kitabı olarak okuduldu.)
* "Tabiat insanları türetti ve onları kendisine taptırdı. Tabiatın herşeyden büyük ve herşey olduğu anlaşıldıkça, tabiatın çocuğu olan insan kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı." (Prof. Enver Ziya Karal, Atatürk'ten Düşünceler. Bu kitabı birçok yayınevi neşretti.)
* "Türkler, Arap-İslâm dinini kabul etmeden evvel büyük bir milletti. Bu dini kabul ettikten sonra, Türk milletinin millî rabıtaları gevşedi. Millî hisleri ve heyecanı uyuştu." (Afet İnan, Atatürk'ün El Yazmaları, s. 364; Medeni Bilgiler, 1937 basımı, s. 12)
"Türk milleti, bir kelimesinin anlamını bilmediği halde, Kur’ân'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü." (Afet İnan, Atatürk'ün El Yazmaları, 1998 baskılı TTKY, s. 365)
"Dini ve namusu olanlar kazanamaz, fakir kalmaya mahkûmdur. Önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz." (Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, s. 84; Ayrıca, K. Karabekir, Günlükler, s. 866)
* * *
Karabekir, M. Kemal’in din ve sair kudsî değerlere karşı nihaî fikrini ve kesin politik duruşunu öğrendikten sonra—daha evvel kendi kendine verdiği söz üzere—onun yolunu ayırır ve 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının başına geçerek ayrı bir cephe açar.
Bir sonraki bölüm: Çarşamba Hutbesinden, Ramazan’da işret (içkili) sofrasına.
.
İstiklâl kahramanı Karabekir (5)

Balıkesir Hutbesinden, işret sofrasına
Karabekir Paşayı hayrette bırakan bir başka husus, M. Kemal’in yaşantısındaki çarpıcı değişiklik ve bilhassa birbirine zıddiyet teşkil eden tablolardır.
Meselâ, 1923 senesinin 7 Şubat’ında Balıkesir’deki “Çarşamba Hutbesi”nde gördüğü M. Kemal ile aynı yılın 19 Nisan’ında üstelik Ramazan-ı Şerif’te işret (içki) sofrasında gördüğü M. Kemal’i kendi âleminde bir türlü bağdaştıramayarak hayretler içinde kalıyor.
Kezâ, aynı zaman zarfında Hilâfet makamını müdafaa etmesi ile Hilâfeti kaldırma yönündeki fikir ve teşebbüsleri meselesinde de hayret, hatta dehşete verici tablolara şahit oluyor.
Neticede, M. Kemal ve ekibiyle birlikte çalışmaya devam edemeyeceği kanaatine vararak, yakın arkadaşlarıyla birlikte ayrı bir siyasî cephe kurmaya karar veriyor.
Ne var ki, artık vakit çok geç ve bu yeni teşebbüste muvaffak olamayıp, aksine türlü belâlara, sıkıntılara maruz kalmaktan kurtulamıyorlar.
Lozan ve sonrası
Bilindiği üzere, Kasım 1922'de başlayan Birinci Lozan görüşmeleri, 1923 yılı Şubat ayının ilk haftasında kesintiye uğrar.
İsmet Paşa, 7 Şubat'ta Lozan'dan ayrılır. Oradan İstanbul'a gelir ve Ankara'ya gitmek üzere 18 Şubat günü trene biner.
Gariptir ki, M. Kemal ile Lâtife Hanımın İzmir'den Ankara'ya hareket tarihi de tıpatıp aynıdır.
Dolayısıyla, aynı günde Ankara istikametine doğru başlayan yolculukları, 19 Şubat'ta Eskişehir'de kesişmiş olur.
İşte, Lozan'da daha çok İsmet Paşa ile Yahudi Hayim Naum ikilisi arasında cereyan eden gizli görüşme ve antlaşma maddelerinin neler olduğu ve bunların mahiyeti hakkındaki can alıcı hususların ne mânâya geldiğini anlayabilmemiz için, esasen Eskişehir'den Ankara'ya kadar devam eden bu seyahat esnasında yapılan görüşmenin muhtevasını bilmek lâzım.
Bu yolculuktaki ikili görüşmenin kompartmandaki tek şahidi ise, M. Kemal ile üç hafta önce evlenmiş olan Lâtife Hanımdır.
Onun hatıra notlarının yayınlanmasına yasak konulduğu için, anlaşılan o ki, kapalı devre yapılan o görüşmenin iç yüzünü öğrenmek çok zaman alacak ve hiç kolay olmayacak.
* * *
Karabekir Paşa, Lozan’da alınan kararların Millet Meclisi’nden geçirildikten sonra Hilâfet makamının kaldırılacağı yönünde duyumlar alınca, hatıralarında, bu konuyu İsmet Paşa ile hararetli şekilde tartıştığını ve gelişmelerden büyük endişe duyduğunu yana yakıla anlatıyor.
Bir ara, bu konuyu M. Kemal ile konuşmayı düşünüyor. Ancak, bütün bu olup bitenlerin onun bilgisi ve tasvibi dahilinde olduğunu tahmin ederek, konuyu açmaktan imtina ediyor.
Fakat, buna rağmen irtibatı henüz bütünüyle kesmiş değil.
Günlükler’inde, 19 Nisan (1923) akşamında M. Kemal ile birlikte yemek yediklerini ve şunu sorduklarını yazıyor:
“Gazi Paşa, Ramazan’da işret (içkili sofra) muvafık mıdır? Hizmetçiler de sivil giyinmiş asker...”
Lozan meselesi Karabekir’in kafasını kurcalıyor, dahası onu ciddî endişelere sevk ediyor. Diğer ekip ile aralarında soğuk rüzgârlar esmeye başlıyor.
Hilâfet'e karşı harp oyunları
Saltanat kaldırıldığında (1 Kasım 1922), Osmanlı Hanedanının siyasî statüsü de sona ermiş oldu.
Millet Meclisi'nin bu tasarrufuna karşı, hiçbir yerde ve hiç kimseden ne ciddî bir itiraz geldi, ne de tehlikeli bir muhalefet hareketi görüldü.
Son padişah Sultan Vahdeddin, Meclis'in bu kararından sonra yurdu terk ederek, hazin bir sonla noktalanacak olan gurbet yolculuğuna çıktı.
1923 yılı sonlarında (29 Ekim) Cumhuriyet ilân edildiğinde, Hilâfet'in mânâ ve makamı da aynen muhafaza olundu.
Tâ ki, 1924 yılı Şubat'ına kadar...
Yazının başında da belirttiğimiz TTK’nın M. Kemal’le ilgili gerek kronolojik ve gerekse biyografik yayınları ve bilhassa Karabekir Paşanın "Günlükler"i dahil olmak üzere, yakın tarihimize dair kaynakların hemen tamamı, M. Kemal'in 14 Şubat 1924'te İzmir'de olduğunu ve burada başlatmayı düşündüğü "Harp Oyunları" için yüksek rütbeli paşaları İzmir'e çağırdığını gösteriyor.
Zaten, bu gerçeği gözler önüne seren gerçek fotoğraflar var. Meselâ, harita etrafında toplanmış paşaların resim tablosu gibi...
Bunlar, az–çok bilinen şeyler.
Pek bilinmeyen, hatta bazı noktaları zifirî karanlıkta kalan, lâkin fevkalâde ehemmiyet taşıyan birkaç husus var ki, bunları bir bir dikkat nazarlarına sunmak gerekiyor.
İşte o önemli noktalar.
İsmet Paşa yan çiziyor
1924 yılı Ocak ayı başında Lâtife Hanımla birlikte İzmir'e giden M. Kemal, burada planlayıp başlatmak istediği "Harp Oyunları" meselesini görüşmek üzere, 9 Şubat'ta İsmet, Fevzi ve Kâzım (Özalp) Paşaları da İzmir'e çağırır.
Gariptir, bu gidişattan Karabekir Paşanın haberi dahi olmaz. Bilâhare öğrenir ve kendisi de gitmeye karar verir.
Bu tuhaf durum hakkında "Hatırat"ında şu bilgileri verir, Kâzım Karabekir:
"Daireye gittim. Hayrettir ki, bu sabah İsmet ve Kâzım (Özalp) Paşalar İzmir'e gittikleri halde, hiçbiri haber vermedi. Teşyie (uğurlamaya) gidemedim.
"İsmet'in bana karşı ilk yan çizmesi!
"İzmir'de harp oyunu var..." (Günlükler, s. 906)
Olağanüstü durum
Karabekir Paşa, aynı eserinde 13 Şubat akşamı yatsı vakti İzmir'e vardığını ve 14 Şubat'ta ise Harp Oyunları meselesi hakkında önce malûmatlar, brifingler, ardından da bir dizi emirler verildiğini ifade ediyor: Askerin toplanması, mıntıkaların tesbiti, stratejilerin tatbiki için 24 saat süre veriliyor.
Karabekir'in tâbiriyle "Erkân–ı Harbiye–i Umumiyenin hazar mesaisi..."
(O gece İsmet Paşa ile başbaşa bir görüşme yapan M. Kemal, Hilâfetin kaldırılması hususunda mutabık kalır.)
Ertesi günün mesaisi daha da yoğunluk kazanır.
TTK'nın hazırlayıp yayımladığı TC Kronolojisi'ndeki bilgilere göre, 15 Şubat'ta İzmir Orduevi'nde M. Kemal başkanlığında yapılan toplantıda Harp Oyunlarının açılış merasimi yapılır. Açılışta konuşan M. Kemal, şunları söyler: "Arkadaşlar! Ehemmiyet ve ciddiyetle beyan ederim ki, Türkiye Cumhuriyeti, mukaddes tanıdığı istiklâl ve hakimiyetini müdafaada müsamahakâr olamaz." (Age, s. 408)
Siyasî ve askerî mütalâalar
Kâzım Karabekir, "15 Şubat 1924 Cuma" tarihli günlüğünde ayrıca şunları yazar:
"Askerî mahfilde içtima. (Orduevinde toplantı) Vaziyet–i siyasiye münakaşası.
"Haricî vaziyetimiz hakkında İsmet Paşanın beyanatı.
"Benim mütalâatım: On yıl harp ihtimâli yok gibidir. Sonra, İtalyanlar silâhlanacak. Almanlarla anlaşarak Arnavutluku işgale kalkarlar. Sonra Tunus." (Günlükler, s. 907)
Bütün bunlar, her ne kadar dünyadaki siyasî ve askerî gelişmeler hakkında bir nevî öngörü mahiyetinde anlaşılmakla birlikte, meğerse asıl mesele başkaymış...
Hilâfetin lağvı için askerî nümâyiş
Karabekir Paşa, o tarihte günlerce devam eden "Harp Oyunları"nın asıl maksadını, yine aynı eserinin aynı sayfasında şu sözlerle vüzûha kavuşturuyor: "Harp oyununda maksat, Meclis'e karşı Hilâfetin lağvı için nümâyiş imiş! Sonradan anlaşıldı."
Evet, sonradan (3 Mart'ta) anlaşıldı ki, İzmir'de startı verilen ve memleketin her tarafında yaygınlaştırılan bu olağanüstü askerî hareketliliğin asıl maksadı, Hilâfetin kaldırılması çabasına yönelik bir manevradır.
İşte bu manevra, başarıyla yürütülmüş ve istenen sonuca da varılmıştır.
Üstelik, bu manevra öylesine kamufleli bir tarzda ve öylesine bir gizlilik hali içinde yürütülmüştür ki, Karabekir Paşa gibi dâhiyâne bir şahsiyet bile, ancak iş işten geçtikten sonra asıl maksadın farkına varabilmiştir.
Tam diktatörlük
Harp Oyunları bittikten sonra, M. Kemal ile diğer paşalar Ankara'ya dönerken, Karabekir Ege taraflarında kalıyor.
Ankara'daki gelişmeleri gazetelerden takip eden Karabekir, günlüğünde şu notları kaydediyor:
29 Şubat 1924: İzmir'deyim. Millet Meclisi'nde Osmanlı Hanedanının memleketten çıkarılması ve Hilâfetin Meclisçe intihabı (seçimi) müzakere olunduğunu gazetelerde yazıyor.
3 Mart 1924: Balıkesir'deyim. Valiye, Meclis'in Hilâfet'in (lağvı) hakkında vereceği karar tebliğ olunmuş.
Yeni Erkân–ı Harbiye Kànunu çıktı. (Tam diktatörlük). (Age, s. 909)
* * *
Bu tarihte, Hilâfet kaldırıldığı gibi, medreseler kapatıldı ve Fevzi Paşa resmen yeni bir statü ile kurulan Genelkurmay Başkanlığına getirilmiş oldu.
Karabekir Paşa, bütün bu olup bitenlerin tam bir diktatörlüğe yol açtığını ifade ediyor.
Bu diktatörlük, çeyrek asır devam etti.
.
Meclis Başkanlığı: Karabekir'den Cebesoy’a

Siyasette kader arkadaşlığı
Meclis Başkanlığı makamında iken Ankara'da vefat eden (26 Ocak 1948) İstiklâl Harbinin cesur kumandanlarından Kâzım Karabekir Paşanın yerine, onunla benzer vasıflara sahip dâvâ arkadaşı Ali Fuat Cebesoy getirildi.
Mâlûm, ikisinin de aynı dönemlerde hem askerlik, hem de siyaset arkadaşlıkları var. Ayrıca, ikisi de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının en üst düzey yöneticileri olup, yine ikisi birlikte "İzmir Sûikastı" dâvâsında mahkemelik oldular.
1923'ten sonra M. Kemal ve İsmet Paşa ile araları açılan ve yıldızları hiç barışmayan bu iki değerli komutan, İstiklâl Mahkemesinde idam edilmekten kıl payı kurtulmuşlardı.
Karabekir, 1926'da yaşanan bu tehlikeli badireden sonra siyasetten çekildi ve M. Kemal'in ölüm tarihine kadar da siyasetten hep uzak durdu. Zamanını daha çok hatıralarını kaleme almak ve aile nafakasını temin etmekle geçirdi. Maddeten ve mânen çok sıkıntılı bir dönem yaşadı.
1939'da tekrar siyasete dönen ve bir süre sonra Meclis Başkanlığına seçilen Karabekir Paşa, vefatına kadar da bu vazifede kaldı.
* * *
Karabekir Paşayla müşterek bir mukadderatın sahibi olan Ali Fuat Cebesoy, en yakın arkadaşının vefatından bir gün sonra Meclis Başkanlığına seçildi.
Kâzım Karabekir'in vefatıyla boşalan Meclis Başkanlığı görevini ise, yaklaşık 9 ay yapabildi. Mesafeli de olsa siyaseten DP'ye meyletmesi, CHP'lileri hiddete getirdi.
Cebesoy, 1950–1954 döneminde Eskişehir, 1954–1960 arasında da İstanbul ‘dan bağımsız milletvekili seçildi.
27 Mayıs Darbesinden (1960) sonra ise, siyasetten bütünüyle çekildi. Tarih penceresinden bakıldığında, M. Kemal'in, eski silâh ve Millî Mücadele dönemi arkadaşlarından Ali Fuat Paşayı Kâzım Karabekir'e çoğu zaman tercih ettiği ve Karabekir'i her fırsatta aktif politikadan uzak tutmaya çalıştığı görülüyor.
Siyasî yönünü bu şekilde özetledikten sonra, şimdi de biyografisini kısaca nazara vermeye çalışalım.
Biyografisi
Ali Fuat Paşa, 1882'de İstanbul'da doğdu. İlk tahsil devresinin ardından, babasının muhalefetine rağmen Harp Okuluna kaydını yaptırdı.
Burada M. Kemal ile aynı sınıfa düştüler. İkisi de subay olarak yine birlikte mezun oldu.
Ali Fuat'ın ilk kıta hizmeti Beyrut'ta başladı. 1908'de Roma Askerî Ateşeliği görevinde bulundu. 1911'de Trablusgarp'ta İtalyanlarla yaşanan savaşa katılmak üzere, oraya ilk gidenler arasında yer aldı.
Hemen ardından başlayan ve kısa aralıklarla devam eden Balkan Savaşları esnasında Karadağ ve Yanya Kalesi gibi muharebenin en çetin yaşandığı bölgelerde vazife aldı.
1914 yılı sonlarında başlayan Birinci Dünya Savaşında ise, tümen komutanı olarak Kanal Hareketine katıldı. Burada önemli başarılar gösterdi. Hemen sonra da 16. Kolorduya bağlı 5.Tümen komutanlığını yaptı.
İstiklâl Harbinin ilk safhasında 20. Kolordu–Batı Cephesi Komutanlığı ile Konya'da 2. Ordu müfettişliği görevinde bulundu.
Millî Mücadelenin en aktif şahsiyetlerinden biri olarak, her tarafta Müdafaa–i Hukuk ve Redd–i İlhak Cemiyetlerinin kurulmasına çalıştı. Bu hizmetleri takdirle karşılandığı için, Sivas Kongresi sonrası "Umum Kuva–yı Milliye Kumandanı" ünvanını aldı.
Ali Fuat Paşayı çekemeyenler, bir süre sonra onu Çerkez Ethem taraftarlığıyla suçlamaya başladılar. Aynı esnada, Büyükelçi sıfatıyla Moskova'ya gönderildi.
Ancak, 10 Mayıs 1921'de Ankara'ya döndü ve yeni kurulan Meclis'te çalışmaya başladı. İşte, M. Kemal ve yakın adamlarından Şükrü Kaya gibilerle zıtlaşması, ters düşmesi tam da bu döneme rastladı.
Kâzım Karabekir ve Refet Bele gibi Millî Mücadeledeki silâh arkadaşlarıyla birlikte, 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurucuları arasında yer aldı. Şeyh Said Hadisesi bahanesiyle bu parti kapattırıldı. Kurmay kadrosu muahezeye çekildi.
Ertesi yıl ise (1926), Ali Fuat Paşanın ismi "İzmir Suikasti"ne bulaştırıldı. Bu yüzden tutuklandı, yargılandı ve idam edilmekten kılpayı kurtuldu.
O da 1926'dan sonra bir müddet siyasetten uzak kaldı. 1933'te ise, tekrar siyasete dönmeye karar verdi ve Konya'dan bağımsız milletvekili olarak yeniden Meclis'e girdi.
1933–1946 yılları arasında iki kez Bayındırlık Bakanlığı, bir defa da Ulaştırma Bakanlığı yaptı. 1948–1950 yılları arasında ise Meclis Başkanlığı görevlerinde bulundu.
1968'de İstanbul’da vefat eden Cebesoy’un mezarı, kendi ismiyle anılan Sakarya’nın Alifuatpaşa ilçe merkezindeki caminin avlusundadır.
Vaktiyle (1919-20), bu coğrafyada çok büyük hizmetleri olmuş, 20. Kolordu ve Kuvâ-yı Milliye Kumandanı sıfatıyla, İngiliz kuvvetlerini bölgeden püskürtmede önemli başarılara imza atmıştı.
.
Medine’den Anadolu’ya Fahreddin Paşa

Aynı senede iki vefat
Benzer özellikler taşıyan Kâzım Karabekir ile Fahreddin Paşanın aynı sene içinde vefat etmesi sebebiyle, biz de bu iki tarihî şahsiyeti iki yıla yakındır sürdürdüğümüz “Yakın Tarih Yazıları” serisi içinde peşpeşe anlatma gereğini duyduk.
Daha çok "Medine Müdafiî" sıfatıyla tanınan yakın tarihimizin cesur ve temiz ahlâklı kahramanlarından Fahreddin Paşa, 1948'in 22 Kasım günü 80 yaşında iken İstanbul'da vefat etti.
“Şâmil ruhlu” bir yiğit, bir kahramandı, Fahreddin Paşa...
Günümüz neslinin o hamiyetli kumandanı yeterince tanımaması, büyük bir eksiklik olsa gerektir.
O halde gelin, onu bir nebze olsun yakından tanımaya çalışalım.
Dindar bir kumandan
Sahte kahramanların gölgesinde tutularak yeni nesillere unutturulmaya çalışılan Fahreddin Paşa, 1868'de Rusçuk'ta (Bulgaristan) dünyaya geldi.
O bir "evlâd–ı fâtihân" idi. 93 Harbinden (1878) sonra ailece Rusçuk'tan hicret ettiler, gelip İstanbul'a yerleştiler.
Fahreddin Paşa, askerlik mesleğini seçti. Harbiye Mektebinden sonra 1891’de Erkân-ı Harbiyeyi bitirdi.
Erzincan’daki 4. Orduda vazîfe yaptı. 31 Mart Vak’asında Dîvân-ı Harpte görev aldı. 1911-12 yıllarındaki İtalyan Harbinde Kurmay Albay idi. Balkan Savaşında Çatalca'da yaptığı taarruzla Bulgarları bozguna uğrattı ve Edirne’nin geri alınmasında önemli rol oynadı.
Birinci Dünyâ Harbi başladığında Musul’da 12. Kolordu komutanıydı. Bu dönemde, bozuk İttihatçıların Arap düşmanlığı ve İngilizlerin de Vahhâbilik damarını işlettirmesi sebebiyle, Mekke Şerifi Hüseyin ile Osmanlı devletinin arası açılmaya başladı.
İttihatçılar Şerif Hüseyin'i hain ilân edince, o da çaresiz İngilizlere yanaştı ve çatışma kaçınılmaz oldu.
Bu çetrefilli tehlike karşısında, Fahreddin Paşa Medine'ye gönderildi.
Birinci Dünya Harbinin sonuna kadar, hem İngilizlerle, hem de Şerif Hüseyin'in bedevî ve çapulcu kuvvetleriyle mücadele etmek mecburiyetinde kalan Fahreddin Paşanın, bir müddet sonra merkezden gelen yardımların kesilmesi sebebiyle, kontrol ve manevra imkânı daralmaya başladı. (Bu arada, mukaddes emanetlerin bir kısmını 2000 kadar askerin koruması altında İstanbul'a göndermeye muvaffak oldu.)
Harbi sonlandıran Mondros Mütarekesinin (30 Ekim 1918) imzalanmasıyla birlikte, büsbütün çaresiz bırakıldı. Zira, bu antlaşmaya göre, Mekke ve Medine Şerif Hüseyin'e bırakıldığı gibi, Fahreddin Paşanın da bir an evvel İngilizlere teslim olması isteniyordu.
Ne var ki, Fahreddin Paşa bu antlaşmaya uymadı ve bütün yardım kanallarının kesilmiş olmasına rağmen savaşmaya devam etti.
Ahmak dost ve zalim düşman ittifakına karşı mücadele etmenin ne kadar zor olduğunu bilen Fahreddin Paşa, askerlerine şöyle hitap etti:
"Evlâtlarım!
"Biz 'Bu mukaddes beldeyi düşmana ve isyancılara vermeyiz' diyerek söz verdik. Onun için, elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Ta ki, son mermi, son er ve son kan damlası da bitene kadar…
"Bu azim ve kararlılık, bize dayanma gücü verecektir. Bunu unutmayın ve ümitsizliğe düşmeyin.
"Bakın! Bayrağımıza iyi bakın! Bu, herhangi bir bayrak değildir. Şu an devletimizin düşen birçok kalesi var. Ele geçirilen birçok şehri var. Ama burası son kaledir. Devletimizin son direnme noktasıdır."
73 günlük mahrûmiyet
Fahreddin Paşa ve askerleri, devletin ateşkes kararından sonra, düşmana karşı 73 gün daha dayandı.
Bu zaman zarfında, onlara yardım edecek hiçbir imkân kalmamıştı. Hatta, irtibat dahi bütünüyle kopmuş durumdaydı.
Medine'yi müdafaa eden ordu aç, susuz ve mühimmatsız kalmıştı. Askerler, çamurlu su içmeye ve çekirge yemeye dahi muhtaç kalacak bir duruma düştü.
Sonunda Fahreddin Paşa da çaresiz ve takatsiz kaldı. Gücünün son noktasına kadar mücadele etmesine rağmen, İngilizlerin eline esir düşmekten kurtulamadı. Tutuklanıp Malta'ya sürüldü.
İstiklâl Harbinde
1921’de esâretten kurtulan Fahreddîn Paşa, Anadolu'ya geldi ve Fırka Komutanı olarak Millî Mücadele saflarına katıldı.
Tam bir kahramanlıkla, işgal ve istilâ hareketlerinin önüne dikildi. Askerin büyük sevgisini kazandı.
Zaferden hemen sonra Ankara'dan uzaklaştırılmak istendi ve 1922’de Kâbil elçiliğine tâyin edildi. 1926’ya kadar bu görevde kaldı
1936'da Tümgeneral rütbesi ile emekliye sevk edildi.
1948’de İstanbul’da vefât eden Fahreddîn Paşa Rumelihisarı Kabristanına defnedildi.
Aşağıdaki mısralar, Fahreddin Paşa ve kahraman askerlerinin ‘Huzur-u Nebevî’de yaşadığı hissiyatı terennüm ediyor.
(NOT: Şiir, Fahreddin Paşanın emrindeki ihlâslı subaylardan Üsteğmen İdris Sabih Beye ait.)
Dünya–âhiret Efendimizsin
Bir Ulü'l-Emr idin, emrine girdik
Ezelden bey'atli hakanımızsın
Az idik sayende murada erdik
Dünya ve ahiret sultanımızsın
Unuttuk İlhan'ı, Kara Oğuz'u
İşledik seni göz bebeğimize
Bağışla ey şefi' kusurumuzu
Bin küsür senelik emeğimize
Suçumuz çoksa da sun'umuz yoktur
Şımardık müjde-i sahabetinle
Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur
Doyarız bir lokma şefaatinle
Nedense kimseler dinlemez eyvâh
O kadar sâf olan dileğimizi
Bir ümmi isen de ya Rasulallah
Ancak sen okursun yüreğimizi
Ne kanlar akıttık hep senin için
O yüce kitabın hakkı içün aziz
Gücümüz erişsin ve erişmesin
Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz
Can verir, canânı veremez Türkler
Ebedî hâdimü'l-Harameyniniz
Ölsek de Ravzânı ruhumuz bekler.
.
Demokrasinin milâdı: 14 Mayıs 1950

Kemalistler ise, içinde iktidar potansiyeli taşıyan bu partinin önünü kesmek için iki koldan vargücüyle çalışıyorlardı.
Bu kollardan birini İsmet Paşanın etrafında görünen Halkçılar teşkil ediyorlardı.
Diğeri ise, Fevzi Paşanın etrafında toplanmış bulunan milliyetçi-muhafazakâr kadrolardan müteşekkil idi.
Konuyu derinlemesine araştırdığımızda görüyoruz ki, her iki tarafa da oynayan Kemalistler, 1950 seçimlerinden önce olduğu gibi seçimlerden sonra da Demokratlarla uğraşmaktan, onları yıpratacak faaliyetlerden vazgeçmemişlerdir.
Yakın Tarih Yazıları serisinin daha evvelki bölümlerinde, 1946-50 yılları arasında yaşananları nazara vermeye çalıştık. Kısmen de, 1952’de patlak veren Malatya Hadisesinin arka planını...
Oysa, genel seçimlere hazırlanan 1950 Türkiyesi’nde daha başka mühim hadiseler de yaşandı. Bunları da sırasıyla nazara vermekte fayda var.
Mebus aday adayı patlaması
Halk Partisinin 27 yıllık baskıcı hegemonyası, halkı usandırmış, adeta canından bezdirmişti.
1923'te kurulan Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF), halktan büyük ilgi gördüğü halde, ne mahallî, ne de genel seçimlere girme fırsatı bulamadan kapatılmıştı. Üstelik, yöneticileri de–idam dahil—en ağır cezalara çarptırılarak...
Aradan beş yıl kadar zaman geçti ve bu kez de Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) denemesi yaşandı. Bu parti de, halkın büyük teveccühüne mazhar oldu. Mahallî seçimlere iştirak hazırlığında iken, bu parti de kapatıldı. Ondan sonra, tâ 1945'e kadar hiç kimse ortaya çıkıp da bir parti kurma cesaretini gösteremedi. Zira, baskıcı zulümkârlık had safhaya varmıştı.
Demokratik devletlerin baskısıyla, Türkiye 1945'te çok partili sisteme geçmek mecburiyetinde kaldı. İlk çok partili seçimlere, hür ve eşit olmayan şartlarda bir yıl sonra (1946 Temmuz) ancak gidilebildi.
* * *
Dört yıl sonraki 1950 seçimlerinde, ortaya hayli dikkat çekici bir durum ve tablo çıktı: Türkiye, geçmişte hiç görülmediği şekilde ve ölçüde, hür ve serbest seçimlere sahne olmuştu.
Hürriyete, demokrasiye susamış insanlarımız için mükemmel bir fırsat doğmuştu. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen ehliyetli vatandaşlar, milletvekili aday adayı olmak için, birbiriyle yarışırcasına siyasete yöneldi.
Genel seçimlerin 14 Mayıs'ta yapılması üç ay önceden kararlaştırılmıştı.
7 Mart'ta (1950) seçilip milletvekili olmak isteyen aday adayları listesinde, adeta bir patlama olduğu fark edildi.
Müracaatta bulunanların sayısı on binlerle ifade edilir bir hale geldi. (Meselâ, sadece Elazığ'da 600 vatandaşın aday adayı olduğu tesbit edildi.)
Oysa, o tarihte yekûn 487 milletvekili seçilecekti. Seçim yarışına da üç parti (CHP, DP, MP) ile bağımsız adaylar katılacaktı.
Fakat, demokrasi havasını teneffüs etmek isteyen milyonların teveccühü, aday adaylarını da hareketlendirmiş ve onları siyaset yoluyla vatana, millete hizmette koşturmaya sevk etmişti.
Demokrat Parti nasıl şahlandı?
Demokrasi tarihimizde, 14 Mayıs'ın pek büyük bir ehemmiyeti var. 1950 senesinin 14 Mayıs'ında Türkiye'de ilk kez yapılan serbest seçimlerde muhalefet grubunu temsil eden Demokrat Parti yüzde 53 civarında oy alarak büyük bir zafer kazandı. Bu gelişme, aynı zamanda demokrasinin de zaferi oldu.
1950 yılının Mayıs'ında tek başına iktidara gelen Demokrat Parti, 7 Ocak 1946'da kuruldu. DP'yi kuranlar, bir süre önce çeşitli konularda ihtilâfa düştükleri Halk Partisinden (CHP) koparak, yahut ihraç edilerek ayrılan ve nisbeten liberal olarak bilinen bir grup siyaset adamıydı.
DP'nin kurucuları arasında ismi ön plana çıkan şahsiyetler şunlar: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan. Bu isimler, aynı zamanda sekiz ay evvel CHP grubuna verilen "Dörtlü Takrir"e imza koyan kişiler.
Türkiye, yeni teşkil edilen Birleşmiş Milletler Teşkilâtına (BM) kurucu üye olabilmesi için, çok partili sisteme geçmek mecburiyetindeydi. İşte, gayr–ı memnunların Halk Partisinden ayrılarak yeni bir parti kurmalarını kolaylaştıran süreç de böylece başlamış oluyordu.
İlk önce Millî Kalkınma Partisi kuruldu. Hemen ardından da Demokrat Partinin kurulması çalışmalarına başlandı.
Gitgide Halk Partisinin baskıcı, totaliter mânâdaki fikir ve politikalarından uzaklaşan Demokratlar, Temmuz ayında yapılacak genel seçimlere doğru CHP ile aralarındaki makasın büsbütün açıldığı, hatta siyaseten birbirine tamamen ters bir istikamete düştüklerini fark ettiler.
Bu noktada, Üstad Bediüzzaman'ın işaret ettiği "Demokratlar, siyasî meslekleri itibariyle Halkçılara zıt" bir kıvama geldiği, kamuoyunca da büyük ölçüde anlaşılmış oldu.
Artık, geri dönüşü yoktu bu işin. 21 Temmuz'da genel seçimlere gidildi. Ne var ki, iktidardan düşme korkusu yaşayan Halk Partisi, tedbiren öyle bir seçim sistemi uygulattı ki, demokrasi adına utanç duymamak elde değil.
Kısaca "Açık oy, gizli sayım" usûlünün uygulandığı 1946 seçimlerinin bir diğer ismi de "sopalı seçim", yahut "süngülü seçim" diye kayıtlara geçti.
Bu ağır şartlar altında yapılan seçimlerde, DP şiddetin fazla uygulanamadığı sadece İstanbul ve birkaç vilayette milletvekilliği kazanarak Meclis'te grup kurdu.
Bu tarihten yaklaşık iki sene sonra ise, DP'ye yönelik dehşetli bir bölme harekâtı yapıldı. 1948'de Fevzi Paşanın başkanlığında kurdurulan Millet Partisine, Demokratların toplam 60 kadar olan milletvekillerinin yaklaşık yarısı transfer edildi. MP'ye geçenler ise, daha ziyade milliyetçi/mukaddesatçı olarak bilinen siyasilerdi.
Böylelikle, DP'nin içi adeta boşaltılmış oldu. Ne var ki, 14 Mayıs 1950 seçimlerine bir ay kadar kala, MP'nin fahri başkanı Fevzi Paşa ölüm yatağına düştü.
Önemli bir başka gelişme ise, "dinci" gazete ve mecmuaların hemen tamamı Milletçileri desteklemesine mukabil, Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri ise "Demokratlara nokta–i istinat" olduklarını izhar ettiler. Hatta, Nur Talebelerinden bazıları Demokrat Partinin teşkilâtlarına kaydını yaptırıp resmen de vazife aldılar.
İşte, bu dostane tavrın memleket sathında duyulmasıyla birlikte büyük moral kazanan Demokratlara halkın desteği de büyük oldu.
Nihayet, seçim günü olan 14 Mayıs geldi ve üç büyük parti birbiriyle kıyasıya yarışarak sandığa gitti. Sandıktan çıkan sonuç şu oldu: DP yüzde 53, CHP yüzde 39 ve MP yüzde 3.1 oranında oy aldılar.
Demokratların kazanmış olduğu bu zafer, ülkede tam bir bayram havası estirdi. Hürriyete, demokrasiye susamış insanlar, sevinçten uçacak gibiydi.
Memleketin her bir köşesine maddî ve mânevî bahar havası gelmişti. Ancak, bu harikulâde atmosferden rahatsız olanlar da vardı. Işıktan, aydınlıktan korkan yarasa tabiatlı bu kimseler, demokrasi bayramının daha ilk günlerinden itibaren sinsice bir faaliyet içine girdiler.
1950–60 yılları arasında yapılan üç genel seçimi de Demokratların kazanıp tek başına iktidar olmaları, vatan ve millet düşmanlarının artık sabrını taşırmış olmalı ki, bir cuntanın eliyle darbe ortamını hazırladılar ve kahraman ordumuzun efradını da emellerine alet ederek, 27 Mayıs 1960'ta milletin hür iradesini hançerleme girişiminde bulundular.
Darbeden sonra da Demokrat misyon devam etti; DP'nin yerini AP aldı. Ancak, Adalet Partisi de önce bir muhtıra (12 Mart 1971) ardından bir başka darbeyle (12 Eylül 1980) iktidardan düşürüldü.
.
Demokratlar Ezan ve Kur’ân ile işe başladı (1)

Menderes'e olan teveccüh
7 Ocak 1946'da kurulan ve 21 Temmuz'da ilk defa yapılan çok partili genel seçimlere katılan Demokrat Partinin o zamanki genel başkanı, eski başbakanlardan M. Celal Bayar idi.
Halk, Bayar liderliğindeki 1946 seçimlerine pek rağbet göstermedi. Gerçi, sandık üzerinde asker süngüsünün koyu gölgesi vardı. Zorbalık had safhadaydı.
Ne var ki, o tarihte zafere ulaşılamamasının tek sebebi bu değildi.
Eski bir İttihatçı olan Bayar, halk tarafından fazla sevilen bir şahsiyet değildi. Bundan dolayı, DP ancak 61 milletvekilliği ile Meclis'e girebildi.
Fakat, ne zaman ki 14 Mayıs 1950 seçimlerine doğru Adnan Menderes ön plana çıktı ve parti reisliği şansını yakalamaya başladı, halkın DP'ye olan teveccühü de bir anda hızlandı ve hayranlık uyandıran bir seviyeye çıktı.
Bunun yanı sıra, 14 Mayıs'taki genel seçimlerden kısa bir süre önce çok önemli bir hadise daha yaşandı.
Demokrat Partinin zaferine ve tek başına iktidara gelmesine yol açan bu önemli hadise, hiç şüphesiz Fevzi Paşanın ölmesiydi. Zira, Fevzi Çakmak Paşa, Halk Partisinin (CHP) karşısında ve fakat DP'ye de alternatif bir hareket şeklinde ortaya çıkan Millet Partisinin fahrî başkanıydı. Çakmak Paşa, elinde baston, başında fötr şapka ile meydan meydan dolaşarak MP'ye oy istiyordu.
Halkın önemli kesimi ise, bu tuhaf manzara karşısında şaşkın ve tereddüt içindeydi. İsmet Paşadan ve Halk Partisinden kurtulmak isteyen seçmen kitlesi, DP lideri Bayar ile MP lideri Çakmak arasında rahat bir tercih yapamıyordu. Kalpler, kafalar karmakarışık vaziyetteydi.
İşte, bu karmaşık ve tereddütlü vaziyet, genel seçimlerden 35 gün evvel, yani 10 Nisan 1950 günü büyük ölçüde izale oldu. Zira, Fevzi Paşa o gün öldü.
Mareşalin ölmesiyle birlikte, DP rakipsiz kaldı. Aynı günlerde, Bayar'ın Cumhurbaşkanı, Menderes'in ise Başbakan ve dolayısıyla DP'nin genel başkanı olması gündeme geldi.
Bu atmosferi teneffüs ederek tereddütler içinde bocalamaktan kurtulan halk, Menderes öncülüğündeki DP'ye öyle bir teveccüh gösterdi ki, bir anda bütün hesaplar altüst oldu, bütün siyasî dengeler değişmeye yüz tuttu.
Demek ki, mevcut liderler arasında en çok sevilen kişi Menderes idi ki, onun DP'nin başına geçeceği kanaatiyle birlikte, görülmedik bir halk desteği hasıl oldu.
Neticede, 14 Mayıs’ta Türkiye'de ilk kez olmak üzere "demokrasinin şânına yakışır tarzda" genel seçimler yapıldı. "Demokrasinin Bayramı" ve "Beyaz İhtilâl" olarak da isimlendirilen bu tarihte tam bir Demokrasi şöleni yaşandı.
"Mükemmel reis" meselesi
Gariptir ki, 1946'da CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran'a bir mektup yazan Bediüzzaman Said Nursî, kendilerine rakip olarak ortaya çıkan DP'yi kast ederek "...Eğer bu parti mükemmel bir reis bulsaydı, birden sizi mağlûp ederdi" diyordu. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 191.)
Bu mektup yazıldığında, DP'nin reisi eski İttihatçı, koyu Atatürkçü Celal Bayar'dı.
Halk Partisinin "birden mağlûp" edildiği 1950 ve daha sonraki 1954, 1957 seçimlerindeki DP'nin reisi ise, "İslâm kahramanı" liyâkatini kazanan Adnan Menderes idi.

Yaklaşık 4,5 senedir liderliğini Celal Bayar'ın yapmış olduğu Demokrat Partinin (DP) Genel Başkanlığına, 9 Haziran 1950’de Adnan Menderes getirildi.
Bayar, DP Meclis grubunun oylarıyla 22 Mayıs'ta Cumhurbaşkanı seçilmesi dolayısıyla, partideki görevinden ayrılmak durumunda kaldı.
Aynı gün Başbakanlık makamına getirilen Menderes, DP Genel Başkanlık görevini vekâleten yürütüyordu. 9 Haziran'da ise, bu vazifeye asâleten seçilmiş oldu.
Menderes, tam on sene müddetle DP'nin Genel Başkanlığı makamında kaldı.
Bu göreviyle birlikte, tam da Başbakanlığının 10. yılında, bir askerî cuntanın yapmış olduğu vahşîyane bir darbe sonucu, bu her iki görevinden de mahrûm edilmiş oldu.
27 Mayıs (1960) Darbesinin sebebiyet verdiği maddî–mânevî tahribat, saymakla bitecek gibi değil. Bu konuya, kronolojik sıralamaya göre değinmeye çalışırız.
Meclis’te Ezan görüşmeleri
14 Mayıs 1950 seçimlerinin ardından işbaşına gelen Demokrat Partinin göğüslemiş olduğu ilk hizmet, ezân–ı Muhammedî'nin aslına çevrilmesi oldu.
Başbakan Adnan Menderes'in hükümeti kurması, ancak 22 Mayıs'ta mümkün olabildi. Menderes, idarenin başına geçer geçmez derhal ezan meselesini gündeme getirdi.
Zira, din ve vicdan hürriyeti konusunda millete söz vermişti. Sözünü tuttu ve gereğini de yaptı.
O dönemin gazete ve mecmualarına (Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Ulus, Son Posta, Yeni Sabah, Zafer, Sebilürreşad...) baktığımızda, ezan meselesinin Haziran ayının ilk haftasından itibaren Meclis'in gündemine getirildiğini ve tâ 17 Haziran'a kadar da üzerinde müzakereye devam edildiğini görmekteyiz.
17 Haziran günü ise, DP grubunun ezanın serbestiyeti hakkındaki teklifi Meclis'te kabul edilerek, büyük ve mukaddes bir hizmet îfâ edilmiş oldu.
İşte, Adnan Menderes ve dâvâ arkadaşları buydu...
Öyle bazı siyasilerin yaptığı gibi, işi savsaklamaya gitmeden, meseleyi sulandırmaya bırakmadan, bin dereden su getirircesine tevillere sapmadan, inanarak söz verdiği bu meseleyi tez elden, dobraca ve merdane bir şekilde ülkenin ve Meclis'in gündemine getirerek dâvâsının takipçisi oldu.
Ancak, o bu hizmeti yapmaya koyulurken, konuyu istismardan ve dini siyasete âlet etmekten şiddetle kaçındığı gibi, başına gelebilecek her sıkıntıyı, önüne çıkabilecek her türlü riski göze almayı da peşinen kabullenmişti.
Nitekim, Cumhurbaşkanı Bayar'ın ezan meselesine farklı baktığını ve işi ağırdan almaya çalıştığını fark ettiği anda, istifasını sunmaktan da çekinmedi.
Neyse ki, Bayar yeni bir hükümet buhranı ve siyasî çalkantıyı göze almaya cesaret edemedi de, tehlike ucuz atlatılmış oldu.
* * *
Bir sonraki bölümde, Ezanın serbestliği için hazırlanan kànun teklifi ile hemen ardından yaşanan gelişmelere paragraf açalım
.
Demokratlar Ezan ve Kur’ân ile işe başladı (2)

18 yıllık hasret bitiyor
Türk milletinin yaşadığı hemen bütün coğrafyalarda yaklaşık 1000 yıl müddetle kesintisiz şekilde okunan "Ezan–ı Muhammedî", 29 Ocak 1932'de çıkartılan keyfî bir kànunla Türkiye coğrafyasında okunması yasaklandı.
Müslümanları, hasseten Türkiye’de yaşayan ehl-i İslâmı üzüntüye gark eden bu ceberrut yasak, yaklaşık 18 sene devam etti.
Bu süre zarfında, tüm Anadolu ve Trakya semâlarında Muhammedî ezân sesi sustu; yani susturuldu. (1939’dan itibaren işgalci Fransızlardan devralınan Hatay bölgesinde de aynı ceberrut uygulamaya geçildi. “Münafık kâfirden eşeddir” hükmü, bir kez daha ibraz olundu.)
Öyle ki, 1932’den sonra gizli ezan ve kàmet okunmasına dahi müsaade edilmedi. Okuyanlar hakkında takibat yapıldı, tahkikat açıldı; pekçok mazlûm evlerinden, yahut camilerden toplanarak karakollara, yahut hapishanelere sevk edildi.
On sekiz yıllık zulümlü baskı, artık had safhaya varmıştı. Aynı şekilde, bu Müslüman halkın içindeki hasret duygusu da dindirilmez, önüne geçilmez bir raddeye çıkmıştı.
(Bu uzun süre zarfında, yasaklanan aslî ezanın yerine, şarkıya benzer ruhsuz "Türkçe ezan"ın okunması mecburiyeti getirilmişti.)
* * *
Muhammedî ezana duyulan derin hasret, 18 yıllık sürenin ardından nihayet sona erecekti.
Zira, siyasî programında "hürriyet"i bayraklaştıran Demokrat Parti, 14 Mayıs’taki seçimde büyük bir zafer kazandı... Yasakçı CHP ise, halktan büyük bir şamar yedi.
O tarihte iktidara gelen Demokratların ilk büyük icraatı, "Ezan–ı Muhammedî"yi serbest bırakmak, yani üzerindeki kànunî yasağı kaldırmak oldu.
Müslüman halk, bu mânâdaki gelişmeleri öylesine coşkulu bir duygu ve duyarlı yaklaşım tavrı ile karşılayıp takip ediyor idi ki, ezanı yasaklayan CHP bile sonunda yelkenleri indirmek durumunda kaldı.
Ezan için kànun teklifi
Haziran ayının (1950) ilk haftasında, Kayseri mubusu emekli general İsmail Berkok, Adana mebusu Arif Nihat Asya ve Üstad Bediüzzaman'ın sadık dostu Afyon mebusu Gazi Yiğitbaşı'nın da aralarında bulunduğu 12 DP'li milletvekilinin “ezanın serbestliği” için hazırlamış olduğu kànun teklifinin özeti aşağıdaki gibidir:
"Anayasanın 2. Maddesinde mündemiç 'lâiklik' kelimesinin mânâsı, devlet işlerine dinin, din işlerine de devletin karışmaması şeklinde tefsir ve kabul edilmekte; kànunlarda ayrıca 'Âsayiş ve âdâba aykırı bulunmamak üzere, her türlü dinî vecibenin yapılması serbesttir' denilmektedir.
"Memleketimizde azınlıkta bulunan Musevî ve İsevî vatandaşların dinî itikat ve âmel şekilleri de tamamen serbest bırakılmıştır.
"Bu toprağın hakikî evlâtları ve sahibi bulunan Müslüman Türk vatandaşların din ve vicdan hürriyetlerine, amel ve ibadet şekillerine de müdahale edilmemek iktiza ediyor.
“Kezâ, partimiz programının 14. Maddesinde de aynen şöyle denilmektedir: 'Partimiz, lâikliğin din aleyhtarlığı şeklinde yanlış tefsirini reddeder. Din hürriyetini, aynen diğer hürriyetler gibi insanlığın mukaddes haklarından tanır.'
“Buna sebeple, müvekkillerimiz ve seçmenlerimiz olan Müslüman Türk vatandaşların ısrarlı ve haklı isteklerine istinaden, ilgili ceza kànunu metninde yer alan 'Arapça ezan ve kametin okunmasını' yasaklayıcı ibarelerin kaldırılması hususunda hazırladığımız kànun teklifini yüksek Meclis'e arz ederiz."
CHP Grubu da ikna edildi
Bu kànun teklifi Meclis'in gündemine getirileceği esnada, iktidarla muhalefet mensupları arasında ciddî bir diyalog trafiği yaşandı.
Özellikle Başbakan Menderes'in arzusu şu yöndeydi: Ezan gibi dinî bir meselenin siyasî istismar konusu olmaması için, Meclis'teki bütün partilerin ve mebusların mutabık kalması ve müştereklik içinde hareket etmesi daha münasip düşer.
Menderes'in, ezan meselesini siyasî istismar konusu haline getirmek istemediği şeklindeki düşünce ve kanaati, anamuhalefetteki Halk Partisi cephesinde de müsbet bir akis uyandırdı.
Ancak, bu partide yine de aykırı sesler çıkmaya devam etti.
Dolayısıyla, ezan konusuyla ilgili olarak CHP grubunun alacağı tavır merak ediliyordu.
15 Haziran'da toplanan parti grubunda hararetli tartışmalar yaşandı.
16 Haziran tarihli Yeni İstanbul ve 17 Haziran günkü Son Posta gazetelerinin haberine göre, CHP'nin önde gelen adamlarından Yusuf Ziya Ortaç, Cevdet Kerim İncedayı, Hasan Reşit Tankut ve arkadaşları, Arapça ezan aleyhinde bazı sözler sarf ettiler.
Bu menfî konuşmalarda, özellikle inkılâpların üzerinde durularak şunlar söyleniyordu: "Ezanın yeniden Arapça okunması, yapılan inkılâplara bir ihanettir. İrticanın meydan alması için bir dâvettir. Arapça ezanın okunması halinde, devrimlerin zedeleneceği muhakkaktır."
Aykırı konuşmalar bu minval üzere sürüp giderken, son olarak Meclis Grup Başkanı Şemsettin Günaltay söz alarak konuştu ve hazırlanan ezan tasarısına destek verilmesi gerektiğini söyledi.
Böylelikle parti grubundaki gergin hava da yumuşamaya başladı.
* * *
İktidar kanadı olan DP grubunda da eş zamanlı olarak aynı tasarı üzerinde konuşmalar yapıldı ve 18 yıllık yasağın kaldırılması yönünde görüş birliğine varıldı.
Ertesi gün, yani 16 Haziran'daki Meclis oturumunda, hazırlanan kànun tasarısı uzun uzadıya görüşüldü. Gerek iktidar ve gerekse muhalefet cephesi, uygulanan yasağın kaldırılması gerektiği noktasında birleşti.
Nihayet, Meclis Genel Kurulunda yapılan müzakere ve oylamadan sonra, ilgili kànun tasarısı aynen kabul edilerek Arabî ezan üzerindeki yasak kaldırılmış oldu.
Ezanın aslî şekliyle okunması, 17 Haziran günü gerçekleşti.
O gün, minarelerde okunan Muhammedî ezanı duyan milyonlarca insanın hasreti sona erdi.
O gün, milyonlarca insanın döktüğü hasret yüklü gözyaşı, adeta sel olup aktı.
* * *
Demokrat Parti, bu ezan serbestiyetinin ardından, 1928'den beri yasaklanmış olan Kur'ân'ın serbestçe okunması ve imam hatip okullarının açılması yolunda da ciddî ve esaslı adımlar atmaya yöneldi.
Bir sonraki yazıda da bu konuyu ele almaya çalışalım
.
Demokratlar Ezan ve Kur’ân ile işe başladı (3)

Ezan'dan sonra Kur'ân okundu
Türkiye Cumhuriyetinin totaliter ilk 27 yıllık devresinde (1923–50), Muhammedî Ezan gibi, Kur'ân–ı Kerim'in okunması da yasaklanmıştı.
Ezan üzerindeki kànunî yasak, 1950 senesinin16 Haziran'da kalktı.
Bu gelişme, flaş haber olarak radyo vasıtasıyla halka duyuruldu.
O gün, kesilen kurbanlar eşliğinde ve hasret yüklü gözyaşları içinde yurdun her tarafında Ezan–ı Muhammedî okunmaya başlandı.
Sıra, Kur'ân–ı Kerimin serbestçe ve bilhassa radyodan okunmasına gelmişti.
Bu mutlu ve kutlu gelişme ise, 8 Temmuz (1950) günü yaşandı. Az sayıdaki radyonun başında toplanan Müslüman halk, o gün ilk kez radyodan Kur'ân tilâvetini dinliyordu.
Canlı şahitlerin anlattıklarına göre, yıllardır Kur'ân sesine hasret kalanlar, radyodan yayılan hafızların hazin sesini dinlerken, iradeleri dışında hıçkıra hıçkıra ağlıyor, adeta gözyaşlarına boğuluyorlardı.
Hazro'da öğretmenlik yaptığımız dönemde (1976), o günlerin havasını bütün zerratıyla yaşayan Yazgı (Barkuş) köyü imamının anlattıkları, bugün gibi hafızamda tazeliğini koruyor. Olup bitenleri adeta yeniden yaşarcasına anlatırken, onu dinleyenler de aynı müşterek duygunun rüzgârına kapılıyordu.
Genç öğretmenlere "Kardeşlerim, evlâtlarım!" diyerek sesleniyor ve üstüne basa basa şunu söylüyordu: "Şeflik devrinde ezan yasak, Kur'ân yasaktı. Demokratların iktidara gelmesiyle birlikte, ezan da, Kur'ân da hapisten kurtuldu. Ümmet–i Muhammed'in çeyrek asırlık hasreti bitmiş, elemi sevince inkılâp etmişti. Ortalık bayram yerine dönmüş, her tarafta kurbanlar kesiliyordu. Demokratların bu hizmetini sakın ola unutmayın, sakın ola küçümsemeyin.”
Cebrî, keyfî müdahale vardı
Evet, 1950’den evvel, Türkiye sınırları içinde sadece Ezan-ı Muhammedî değil, Kur'ân-ı Kerim’in okunması da yasaktı.
Bu yasak uygulaması o derece ile safhaya götürülmüştü ki, bırakın ezanın cami minaresinden okunması, cami içinde gizlice, yani yavaşça okunmasına dahi müsaade edilmiyordu.
Meselâ, cami içinde sadece cemaatle namaz kılmak için gelenlerin duyacağı şekilde okunan ezan ve kamet şekline dahi müdahale ediliyordu.
Nitekim, böylesi bir vak'a 1932 senesinde Barla'da yaşandı. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin gidip cemaatle namaz kıldığı bir mescide, jandarma tarafından baskın yapıldı. Orada müezzinlik yapan Şemî Güneş'le birlikte iki–üç kişi daha derdest edilerek Eğirdir Hapishanesine götürüldü. Orada falakaya yatırılan bu mazlûmlara işkence çektirildi. Ardından, bundan böyle Arapça ezan ve Kur'ân okumamaları yönünde telkin ve hatta tehditlerde bulunuldu.
Yine aynı dönemin canlı şahitlerinden, bizzat görüştüğümüz 1913 doğumlu Hüseyin Bülbül, Barla'da çocuklara Kur'ân dersi veren Üstad Bediüzzaman ve talebelerinin defalarca karakola şikâyet edildiklerini, mani olamayınca da bu kez onlara iftira edilmeye başlandığını ifade etti.
İşte, Kur'ân-ı Kerim'in Muhammedî ezanla birlikte yasaklanması bu tarihlerde (1932) başladı ve bu emsâlsiz yasak tam 18 yıl devam edip gitti.
Yasakların kalktığı radyolardan duyurulunca, bu mukaddes seslere hasret kalmış mü'minler, sevinçten adeta gözyaşlarına boğuldu.

1950 seçimlerinden iktidara gelen Demokrat Partinin icraatları cümlesinden olarak, Ezan-ı Muhammedî ve Kur’ân serbestçe okunmaya başlandıktan sonra, bu gelişmelerden fikren rahatsız olan Halkçılarla siyaseten rahatsız olan Milletçilerin şiddetli salvolarına hedef olmaya başladılar.
Halkçılar, otuz yıllık saltanatları yıkıldığı için, kızgın ve öfkeliydiler. Saldırıya geçmeleri normaldi. Ticaniler üzerinden kumpas çevirmeleri ise, ibret-i âlem bir manzara teşkil ediyor.
Milletçiler ise, Demokratları kendi iktidarları için en büyük engel olarak gördüklerinden, en az Halkçılar kadar hırçın ve öfkeli davranıyorlardı.
Bu “dost” görünümlü cephenin içinde yer alan Büyük Doğu, Sebilürreşad, Milliyetçiler Derneği ile İslâm Demokrat Parti çevreleri, tam bir ittifak ile Demokratlara saldırıyor, onların Halkçılardan bile daha kötü ve çok daha zararlı olduklarını neşriyat yoluyla âleme ilân ediyorlardı.
Malatya Hadisesiyle oyuna getirildiği de kesinleşen bu asabî kesim, alabildiğine hırçın bir dil ve son derece tahrikkâr bir üslup kullanmaktan geri durmadı.
Onların nazarında “aşk-ı siyaset” diye özetlenebilecek bir iktidar tutkunluğu “aşk-ı İslâmiyet”ten daha mühim, daha üstün bir hale geldi..
Yakın Tarih serisinin ileriki bölümlerinde, bu acip tavırlarının örneklerini göreceksiniz.
Demokratlara saldırı hazırlığı
Milletçilerin daha ilk başlardan itibaren sergilemiş olduğu “Demokrat karşıtlığı” şeklindeki tutum ve davranış biçimi, bu partiyle aynı paralelde ve aynı mantık çerçevesinde hareket eden yeni versiyon partiler tarafından da yıllar yılı devam ettirildi.
Onlara göre, en büyük muarız Halkçılar değil, siyaset sahnesinden silinmesi gereken Demokratlardır. (Merhum Zübeyir Gündüzalp’in tâbiriyle, bunlar Halkçıların dindarları ve milliyetçileridir. Yani, Atatürkçü dindar ve milliyetçiler.)
Nitekim, Millet Partisinin yayın organı mahiyetindeki neşriyat organlarında, tâ o tarihlerden günümüze kadar gelen süreçte, hep şu mânâdaki bir anlayışın yer aldığını görmekteyiz: "DP ile CHP'nin bir birinden farkı yok. Al birini vur ötekine. Hatta DP daha fenadır."
İşte bu Milletçiler cenahı, "Aman ha! Halk Partisi karşısında bölünmeyelim; oylarımızı sakın ha bölmeyelim!" gibi bir endişeyi asla taşımamışlardır.
Dolayısıyla, kendilerine de böylesi bir endişe ile yaklaşılması gerekmez. Zira, hem bunun kıymetini bilmezler, hem de böylesi bir teveccühü hak etmiyorlar.
Onların en büyük arzu, iştiyak ve faaliyetleri, Demokratları bölmek, parçalamak ve mümkünse siyaseten bitirmekten ibaret.
Bunu başarmaya "CHP+Ordu"nun gücü yetmedi; acaba, Milletçilerin gücü yetecek miydi?
Bir sonraki yazıda, bu cepheden DP’ye yönelik yapılan yaylım ateşine bakalım.
.
Demokratlar Ezan ve Kur’ân ile işe başladı (3)

Ezan'dan sonra Kur'ân okundu
Türkiye Cumhuriyetinin totaliter ilk 27 yıllık devresinde (1923–50), Muhammedî Ezan gibi, Kur'ân–ı Kerim'in okunması da yasaklanmıştı.
Ezan üzerindeki kànunî yasak, 1950 senesinin16 Haziran'da kalktı.
Bu gelişme, flaş haber olarak radyo vasıtasıyla halka duyuruldu.
O gün, kesilen kurbanlar eşliğinde ve hasret yüklü gözyaşları içinde yurdun her tarafında Ezan–ı Muhammedî okunmaya başlandı.
Sıra, Kur'ân–ı Kerimin serbestçe ve bilhassa radyodan okunmasına gelmişti.
Bu mutlu ve kutlu gelişme ise, 8 Temmuz (1950) günü yaşandı. Az sayıdaki radyonun başında toplanan Müslüman halk, o gün ilk kez radyodan Kur'ân tilâvetini dinliyordu.
Canlı şahitlerin anlattıklarına göre, yıllardır Kur'ân sesine hasret kalanlar, radyodan yayılan hafızların hazin sesini dinlerken, iradeleri dışında hıçkıra hıçkıra ağlıyor, adeta gözyaşlarına boğuluyorlardı.
Hazro'da öğretmenlik yaptığımız dönemde (1976), o günlerin havasını bütün zerratıyla yaşayan Yazgı (Barkuş) köyü imamının anlattıkları, bugün gibi hafızamda tazeliğini koruyor. Olup bitenleri adeta yeniden yaşarcasına anlatırken, onu dinleyenler de aynı müşterek duygunun rüzgârına kapılıyordu.
Genç öğretmenlere "Kardeşlerim, evlâtlarım!" diyerek sesleniyor ve üstüne basa basa şunu söylüyordu: "Şeflik devrinde ezan yasak, Kur'ân yasaktı. Demokratların iktidara gelmesiyle birlikte, ezan da, Kur'ân da hapisten kurtuldu. Ümmet–i Muhammed'in çeyrek asırlık hasreti bitmiş, elemi sevince inkılâp etmişti. Ortalık bayram yerine dönmüş, her tarafta kurbanlar kesiliyordu. Demokratların bu hizmetini sakın ola unutmayın, sakın ola küçümsemeyin.”
Cebrî, keyfî müdahale vardı
Evet, 1950’den evvel, Türkiye sınırları içinde sadece Ezan-ı Muhammedî değil, Kur'ân-ı Kerim’in okunması da yasaktı.
Bu yasak uygulaması o derece ile safhaya götürülmüştü ki, bırakın ezanın cami minaresinden okunması, cami içinde gizlice, yani yavaşça okunmasına dahi müsaade edilmiyordu.
Meselâ, cami içinde sadece cemaatle namaz kılmak için gelenlerin duyacağı şekilde okunan ezan ve kamet şekline dahi müdahale ediliyordu.
Nitekim, böylesi bir vak'a 1932 senesinde Barla'da yaşandı. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin gidip cemaatle namaz kıldığı bir mescide, jandarma tarafından baskın yapıldı. Orada müezzinlik yapan Şemî Güneş'le birlikte iki–üç kişi daha derdest edilerek Eğirdir Hapishanesine götürüldü. Orada falakaya yatırılan bu mazlûmlara işkence çektirildi. Ardından, bundan böyle Arapça ezan ve Kur'ân okumamaları yönünde telkin ve hatta tehditlerde bulunuldu.
Yine aynı dönemin canlı şahitlerinden, bizzat görüştüğümüz 1913 doğumlu Hüseyin Bülbül, Barla'da çocuklara Kur'ân dersi veren Üstad Bediüzzaman ve talebelerinin defalarca karakola şikâyet edildiklerini, mani olamayınca da bu kez onlara iftira edilmeye başlandığını ifade etti.
İşte, Kur'ân-ı Kerim'in Muhammedî ezanla birlikte yasaklanması bu tarihlerde (1932) başladı ve bu emsâlsiz yasak tam 18 yıl devam edip gitti.
Yasakların kalktığı radyolardan duyurulunca, bu mukaddes seslere hasret kalmış mü'minler, sevinçten adeta gözyaşlarına boğuldu.

1950 seçimlerinden iktidara gelen Demokrat Partinin icraatları cümlesinden olarak, Ezan-ı Muhammedî ve Kur’ân serbestçe okunmaya başlandıktan sonra, bu gelişmelerden fikren rahatsız olan Halkçılarla siyaseten rahatsız olan Milletçilerin şiddetli salvolarına hedef olmaya başladılar.
Halkçılar, otuz yıllık saltanatları yıkıldığı için, kızgın ve öfkeliydiler. Saldırıya geçmeleri normaldi. Ticaniler üzerinden kumpas çevirmeleri ise, ibret-i âlem bir manzara teşkil ediyor.
Milletçiler ise, Demokratları kendi iktidarları için en büyük engel olarak gördüklerinden, en az Halkçılar kadar hırçın ve öfkeli davranıyorlardı.
Bu “dost” görünümlü cephenin içinde yer alan Büyük Doğu, Sebilürreşad, Milliyetçiler Derneği ile İslâm Demokrat Parti çevreleri, tam bir ittifak ile Demokratlara saldırıyor, onların Halkçılardan bile daha kötü ve çok daha zararlı olduklarını neşriyat yoluyla âleme ilân ediyorlardı.
Malatya Hadisesiyle oyuna getirildiği de kesinleşen bu asabî kesim, alabildiğine hırçın bir dil ve son derece tahrikkâr bir üslup kullanmaktan geri durmadı.
Onların nazarında “aşk-ı siyaset” diye özetlenebilecek bir iktidar tutkunluğu “aşk-ı İslâmiyet”ten daha mühim, daha üstün bir hale geldi..
Yakın Tarih serisinin ileriki bölümlerinde, bu acip tavırlarının örneklerini göreceksiniz.
Demokratlara saldırı hazırlığı
Milletçilerin daha ilk başlardan itibaren sergilemiş olduğu “Demokrat karşıtlığı” şeklindeki tutum ve davranış biçimi, bu partiyle aynı paralelde ve aynı mantık çerçevesinde hareket eden yeni versiyon partiler tarafından da yıllar yılı devam ettirildi.
Onlara göre, en büyük muarız Halkçılar değil, siyaset sahnesinden silinmesi gereken Demokratlardır. (Merhum Zübeyir Gündüzalp’in tâbiriyle, bunlar Halkçıların dindarları ve milliyetçileridir. Yani, Atatürkçü dindar ve milliyetçiler.)
Nitekim, Millet Partisinin yayın organı mahiyetindeki neşriyat organlarında, tâ o tarihlerden günümüze kadar gelen süreçte, hep şu mânâdaki bir anlayışın yer aldığını görmekteyiz: "DP ile CHP'nin bir birinden farkı yok. Al birini vur ötekine. Hatta DP daha fenadır."
İşte bu Milletçiler cenahı, "Aman ha! Halk Partisi karşısında bölünmeyelim; oylarımızı sakın ha bölmeyelim!" gibi bir endişeyi asla taşımamışlardır.
Dolayısıyla, kendilerine de böylesi bir endişe ile yaklaşılması gerekmez. Zira, hem bunun kıymetini bilmezler, hem de böylesi bir teveccühü hak etmiyorlar.
Onların en büyük arzu, iştiyak ve faaliyetleri, Demokratları bölmek, parçalamak ve mümkünse siyaseten bitirmekten ibaret.
Bunu başarmaya "CHP+Ordu"nun gücü yetmedi; acaba, Milletçilerin gücü yetecek miydi?
Bir sonraki yazıda, bu cepheden DP’ye yönelik yapılan yaylım ateşine bakalım.
.
B. Doğu’dan Demokratlara yaylım ateşi

Binbir emek sarf ederek, çetin badireleri aşarak ve büyük bedeller ödeyerek iktidara gelen (14 Mayıs 1950) Demokrat Partinin iktidar süresi henüz daha bir senesini ancak doldurmuştu ki, hiç umulmadık saldırılara ve yıkıcı tenkitlere maruz kaldı.
İşin acip, garip tarafı şudur ki: DP’ye yönelik tenkitlerin en tahripkâr olanları, dost diye bilinen dindar-muhafazakâr kesimden geliyordu.
Tam da Millet Partisinin kuruluşuyla (1948) yeniden yayın hayatına başlayan ve bu partinin adeta neşir organı gibi davranan Sebilürreşad ile, ondan çok ileri derecede bir tarafgirlikle DP’yi yıpratmaya yönelen Büyük Doğu mecmuası, söz konusu yıkıcı tenkitlerin başını çekiyordu.
Bu bölümde, 1 Haziran 1951 tarihli Büyük Doğu mecmuasında çıkan iki yazıdan bazı cümleleri dikkatinize sunarak meramımızı anlatmaya çalışalım.
Demokrat iktidarının daha birinci yıldönümünde neşredilen bu iki yazıdan biri, DP’nin CHP’den çok daha büyük bir “TEHLİKE” teşkil ettiği hususu, tam 15 madde halinde sıralanıyor.
Diğer yazıda ise, “Mukaddesatçı Türk!”e hitap edilerek, iktidara gelmek için yeni bir partinin, “Büyük Doğu Partisi”nin kurulmasının artık şart ve zaruret halini aldığı uzun uzun ifade edilmeye çalışılıyor.
* Defalarca haber vermiş bulunuyoruz ki, Demokrat Parti içinde birbirine zıt hizipler vardır. Bu partinin başlıca fârikası, her cins ve meşrepten bütün cereyanların kendilerine orada birer köprü başı tesis etmiş bulunmalarıdır.
* Muazzam bir tehlike olarak haber verdiğimiz bu gizli ve sinsi plânın himayecileri arasında büyük sermaye sahibi firmalar, bankalar ve gazeteler vardır.
* Demokrat Partinin içindeki dindarlar, mukaddesatçılar, kökçüler ve Türkçüler zümresi, evvelâ istismar edilip sonra ağızları açık bırakılan halk temsilcileridirler.
* Demokrat Partiyi kendi bin bir zaafı ve tezadı içinde kıstırıp, kendi hâkim temayülü ve şiarıyla bu partiyi mühürlemek isteyen hizip, büyük sermayedarlar sınıfıdır.
* İşte bu sınıf, Demokrat Partinin iktidara talip olduğu 1950 seçim macerasında, kendisini büyük avanslar ve kredilerle desteklemiş, borçlu mevkiine düşürmüş ve kendisine minnettar etmiştir.
* Bu sınıf, Siyonizm ve Dönmelik tesir ve telkini altında olup, bu sınıfın amel ve niyetlerini, gaye ve planlarını idare eden de Yahudiler ve Dönmelerdir.
* İşte, tam 27 yıl CHP’nin bir eşkıya gediği halinde şahsî teşebbüs hakkından kaçırdığı ve tam inhisarlaştırdığı büyük sınaî ve iktisadî teşebbüs sahaları, şimdi (DP iktidarında), onlardan milyarlarca defa beter hizbin elinde, üstelik hürriyet, müsavat, adâlet gibi Mason yaftaları altında, belli başlı bir zümrenin gediği olsun diye çalışılıyor.

Oysa, asıl büyük taarruz, Menderes’ten her fırsatta para yardımı talebinde bulunduğu tescil edilen Necip Fazıl ve Büyük Doğu cephesinden geldiği artık gün gibi ortaya çıkmış bulunuyor.
Millet Partisi aşkı ile yanıp tutuşan bu kesim, bir taraftan Başbakan Menderes’in inisiyatifindeki örtülü ödenekten para talebinde bulunurken, bir taraftan da inceden inceye DP’nin altını oyma faaliyetini yürütüyor.
Zira, “DP Tehlikesi”nin mübalâğalarla nazara verildiği B. Doğu dergisinin aynı sayısında, kendilerinin yeni bir parti hazırlığı içinde olduklarını alenen ifade ediyorlar.
İşte, “Mukaddesatçı Türk!” başlığıyla neşredilen o yazıdan can alıcı bazı cümleler:
* Otuz iki dişinin arasında otuz iki milyon (genel nüfus) çığlık gömmüş, içini yırtan manalar ve meseleler karşısında lisanın bütün kelimelerini ve hançerenin olanca ihtizaz kabiliyetini patlatıcı bir sükûta geçmiş, her şeyi Allah’a ve onun ilham edeceği kalplere bırakmış bir insana mahsus korkunç şartlar içinde sana hitap ediyorum!”
* Dâvâmızın fikir ve ruh tarafı sonsuz… Onu bir ân için kenara bırakalım; ve madde plânında artık bize ne düştüğünü konuşalım.
* Günümüzün topyekûn müessirleri ve mücbir sebepleri önünde, benim için yapılabilecek yalnız iki şey kalmıştır:
1) Ya her şeye gerçekten ‘Elvedâ!’ demek.
2) Yahut, mukaddes mefkûreyi mutlaka muzaffer kılacak üstün şartları, her ne pahasına olursa olsun aramak, bulmak, yerine getirmek… Ne kadar çare kapısı varsa hepsinin birden tokmağını, Sûr üfleniyormuş gibi bir tarrakayla vurmak…
* * *
Necip Fazıl bu 2. tercih tahakkuku için ayrıca iki mühim teklifte bulunarak, Büyük Doğu camiasının bütün kuvvetiyle harekete geçmesini istiyor.
1) Yurdun her tarafında hummalı şekilde abone çalışmaları yaparak, haftalık mecmua olan Büyük Doğu’yu yüksek tirajlı günlük gazete haline getirmek…
2) Büyük Doğu mefkûresinin tamamiyle kànunî partisini kurmak…
Konuya devamla aynen şunları söylüyor, Necip Fazıl:
“…Hikmet ve hakikat böylece tesbit olunduktan sonra son söz şudur: Mukaddesatçı Türk! Dâvâmızın kànun yoluyla vatan çapını tutması için Büyük Doğu Partisinin kurulması, bunun için B. Doğu mecmuasının mutlaka gündelik gazete haline gelmesi, bunun için de senin ona abone olman lâzımdır.
“Baş ihtiyacım, en küçük parçadan en koca bütüne yol veren mânâ ve madde sahasında, vatan çapındaki Büyük Doğu müessesesini sana borçlu olmaktır.
“Her şeyi Allah’a borçlu olan sen, bana bu borcunu Allah için ver!” (Agm, 1 Haziran 1951, Sayı: 58)
* * *
Fevzi Paşanın ölmesi, Millet Partisinin mahkemelik olması ve bu partinin kapatılacağı hususu kuvvetle muhtemel olması sebebiyle, kurulacak yeni partinin ismi, 1 Haziran 1951 tarihli dergide “Büyük Doğu Partisi” şeklinde ilân edilmişti.
Ne var ki, bilâhare yeni siyasî hareketin “İslâm Demokrat Partisi” olması daha uygun görüldü…
Bakalım, bundan sonrası neler oldu, neler yaşandı ve bakalım bu kesim için “siyasette kardeş değiliz” diyen Üstad Bediüzzaman, yeni gelişmeler üzerine ne gibi tavsiyelerde bulundu?
İnşaallah, daha sonraki bölümlerde..
.
Demokratlar düşerse, Milletçiler gelir

Otuz beş sene müddetle (1914-49) siyaseti terk eden, bu zaman zarfında tevcih edilen siyasî sorulara “Şimdi daire-i nazarım başka ufuktadır” diyen Bediüzzaman Said Nursî, 1949 yılı ortalarında (Afyon hapsinden çıkar çıkmaz) “Üçüncü Said”i ilân ederek, siyasetle yeniden alâkadar olmaya başladı.
İşte kendi ifadeleri: “Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, …mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu.” (Emirdağ Lâhikası, s. 423)
Bu mecburiyetle bakış, zannedilmesin ki siyaset hatırına, yahut siyasetten menfaat beklemek hesabınadır. Bu bakış, Eski Said döneminde olduğu gibi, yine doğrudan doğruya “Kur’ân, vatan, millet ve İslâmiyet hesabına”dır. (Emirdağ Lâhikası, s. 389, 422)
Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin siyasete bakışı ve alâkadarlığı, hiç şüphesiz, burada zikredilen kudsî değerlerin zarar görmemesi, başka maksatlar için âlet olarak kullanılmaması ve istismar edilmemesi maksadına matuftur.
Asıl maksadı bu şekilde nazara verdikten sonra, şimdi yaşadığı zamanın siyaset tablosuna dair değerlendirmelerine geçelim.
Aynı tahlilde, bu necip milletin Halk Partisini kat’iyyen iktidara getirmeyeceğini vurguladıktan sonra, ikinci alternatif olarak Millet Partisinin durumunu nazara vererek, son derece dikkat çekici bir tahlilde bulunuyor.
Yukarıdaki “Eğer Demokrat Parti düşse…” diye başlayan ifadeden de gayet açık şekilde anlıyoruz ki, 1950'de yüzde 53 ile iktidara gelen Demokratlar, günün birinde iktidardan düşebilir.
Demokratların düşmesi halinde ise, iktidara ya Halkçılar, ya da Milletçiler gelecek demektir.
Genel siyasî denklemde, dördüncü bir temayülün hayat bulup iktidara oynaması, o tarihte mümkün görünmüyor, ihtimal de verilmiyor.
Bediüzzaman, günahları kabarık olan Halkçıların millet iradesiyle tek başına iktidara gelemeyeceğini ifade ettiği bu mektubunda, Milletçiler için ise aynı şeyi söylemediği gayet açık.
Bu da gösteriyor ki, DP'nin yüzde 53'üne mukabil 1950'de yüzde 3 civarında oy alan Milletçiler, günün birinde DP ile yer değiştirerek tek başına iktidara gelebilir. Yani, merkezin oyları bu iki siyasî temayül arasında "yatay geçiş" yapıyor demektir. Zira, her iki partinin sosyolojik tabanı hemen hemen aynıdır.
* * *
Burada şu önemli hususu da nazara vermek lâzımdır ki: Üstad Bediüzzaman’ın söz konusu mektubunda olduğu gibi, hakikatte de sûreten milliyetçilerle dindar kadrolar tarafından 1948’de kurulan Millet Partisi 1950 seçimlerine blok halinde iştirak etti. Bilâhare, bazen birleşip bazen de ayrı ayrı partiler halinde seçimlere katıldılar.
Bediüzzaman, bu partinin Türkçü kanadının hakim duruma geçip iktidar olması halinde, Türk milletinin aleyhine dehşetli gelişmelerin yaşanacağına dikkat çekerken, dindar Milletçilerin Demokratları dışlayarak iktidara gelmesi halinde ise, bu kez dinin/dindarların bundan zarar göreceği ihtimalini ehemmiyetle nazara veriyor.

Millet Partisinin kapatılma sürecine girip, dindar kadrolar tarafından (Büyük Doğu, Sebilürreşad çevreleri) İslâm Demokrat Partinin kurulduğu ve tabanda taraftar bulmaya çalıştığı aynı dönemde, partinin bazı dost adamları Üstad Bediüzzaman'ı da ziyaret ediyor ve ondan siyaseten olsun destek vermesini istiyorlardı.
Bir bakıma Nur Talebelerinin sade "Demokrat" yerine, ayrıca artısı bulunan "İslâm Demokrat" ismindeki partiye taraftar olmalarını talep ediyorlardı.
Böyle Eşref Edib gibi zatları kırmayan ve onlara "mücahid, iman kardeşi" nazarıyla bakan Üstad Bediüzzaman, ismi "İslâm" olan bir partinin İslâma ve Risâle-i Nur’un esasını teşkil eden iman dâvâsına vereceği muhtemel zararı nazara vermek maksadıyla, o tarihte talebelerine şu mektubu yazdırıp neşrediyor:
* * *
1948’de kurulan ve daima Demokratların yerine geçmeye çalışan Millet Partisinin daha sonraları ortaya çıkan değişik isimli versiyonlarını görmeyen, bilmeyen, tanımayanların, Ahrar-Demokrat misyonun da nerede, nasıl ve ne durumda olduğu hakkıyla bilmeleri mümkün görünmüyor. Zira, bu iki misyonun sosyolojik olarak birbiriyle temas eden ve zahiren benzerlik arz eden önemli bazı yönleri var
.
Milletçiler” meselesinin hâşiyeleri

Üstad Bediüzzaman’ın iktidar olabilme potansiyeline sahip olarak gördüğü üç siyasî partiden biridir, Millet Partisi.
Zaman içinde isimleri değişse de, ana temayül olarak Halkçılar, Milletçiler ve Demokratlar hep var ola gelmişlerdir.
Son altmış-yetmiş senedir kurulan hemen bütün partiler, bu üç ana eksenin yörüngesinde hareket etmişler, bunun dışına çıkma, hele hele uzun vadede bu üç eksenin dışında durma şansını, imkânını bulamamışlardır.
Demek ki, Türkiye’nin rasyonel siyaset tablosunu bu üç siyasî damar teşkil ediyor. Dolayısıyla, diğer küsûrat partiler, bu ana damarlardan beslenen tali derecedeki orta, ince, kılcal damarlar hükmündedir.
İşte, içinde böyle Osman Nuri, Abdurrahman Şeref Laç, Eşref Edip, Necip Fazıl, Cevat Rıfat, Abdürrahim Zapsu gibi dost ve dindar şahsiyetlerin bulunduğu Millet Partisine (ardından İslâm Demokrat Partiye) bile Üstad Bediüzzaman'ın hiç iltifat etmediğini; buna mukabil, Ahrar tabir ettiği Demokratları destekleme mânâsında bir kaç mektup neşrettiğini, yine aynı hatıralardan (ayrıca Bayram Yüksel’in hatıralarından) okuyup öğreniyoruz.
M. Sungur, Millet Partisinin DP'ye vereceği muhtemel zararlar karşısında Üstad Bediüzzaman'ın neşrettiği lâhikalardan aşağıdaki iki misâli aktarıyor:
Birincisi: "...Millet Partisi ise: Eğer İttihad–ı İslâmdaki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa, o Demokratın mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikri ise..." (Age, s. 45 ve Emirdağ Lâhikası, s. 422)
İkincisi: "Milletçilere gelince... Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise... " (Age, s. 45 ve Emirdağ Lâhikası, s. 422)

Biz Üstadımızın yanına gittiğimizde Ceylan'la beraber. Fevzi Çakmak öleli 4-5 ay olmuş. 'Ben' dedi 'Ölümü ile bazı gençlerin intibahına vesile olduğu halde 'Fevzi Çakmak'a hâlâ Allah rahmet etsin diyemedim. Maamafih.. Sizin hatırınız için şimdi diyeceğim.' 'Aa, Aa, Aa' diye demeye çalıştı, 'Diyemiyorum' dedi. Niçin? Bu icraatların temelinde onun hissesi var..." (Aksiyon, 15 Nisan 2013)
Dostun muhalif siyasî görüşü
Bir önceki bölümde—doğrudan lâhika mektubuyla—nazara verdiğimiz gibi, Necip Fazıl ve Eşref Edip Beyler, din-iman hizmetinde hakiki dost ve mücahidane tavrıyla takdire şâyân birer şahsiyet olmakla beraber, siyaset noktasında, bilhassa 1948’den sonraki dönemde Üstad Bediüzzaman’la ve Nur Talebeleriyle sûret-i kat’iyede anlaşamamış ve mutabık kalmamışlardır.
Bu gibi şöhretli zâtlar, çıkardıkları neşir vasıtalarıyla da, Demokratları alabildiğine yermekten, Fevzi Paşa gibi Milletçileri ise alabildiğine yüceltmekten hiç bir zaman geri durmamışlardır.
Öyle ki, 30 Mayıs 1960’ta işkenceden dolayı baygın halde iken Harp Okulu penceresinden aşağı atılarak vahşice katledilen DP’li İçişleri Bakanı Namık Gedik hakkında bile, yalancı gaddar darbecilerin “İntihar etti” tezine sarılmakta, dahası üstüne yalan-yanlış hikâyeler uydurmakta bir beis görmemişlerdir.
İsim babası, fikir destekçisi
1970’te kurulan Millî Nizam Partisinin isim babası, Milletçilerin eski fikir öncülerinden olan Eşref Edip Beydir.
Bu dost şahsiyet, aynı zamanda Millî Selamet hareketinin de en dinamik fikrî destekçilerindendir.
Bu konudaki bilgiler, merhumun vefat yıldönümü münasebetiyle ESKADER tarafından geçen sene organize edilen “Babıâli Sohbetleri” esnasında, şahitler tarafından yüzden ziyade dinleyici önünde bütün açıklığıyla ortaya serd edildi.
Oy çokluğu “sevâd-ı âzam” mı?
Önemli bir yanılgı noktası da şudur ki: Bazıları oy çokluğunu “sevâd-ı âzam” şeklinde yorumluyor.
Üstad Bediüzzaman’ın yaşayış, geçim (derd-i maişet) meselesinde uyulmasıgerektiğini ders vermesi, bu prensibin her zaman ve her sahada tatbikini gerektirmez.
Meşrûtiyet döneminde kurulan Ahrar Fırkası, hiçbir seçimde oy çokluğu elde edemedi, hatta baraj altında kaldı, millet vekili çıkaramadı. Bediüzzaman, buna rağmen onlara destek olmaya çalıştı. Dahası, siyaseten sıfırlandığı halde, yine de başkasının dolmuşuna binmeyerek, 35 sene müddetle iktidar potansiyeline sahip olan bu misyonun yeniden dirilişini beklemeyi tercih etti.
Kezâ, 1961’de ve 1982’de referanduma götürülen darbe anayasalarına yüzde 60’ın, hatta 90’ın üzerinde oy çıktı. Aynı darbeciler, genel seçimler için de yüzde 10 oy barajını getirdi. İstemediklerini elbirliğiyle boğmak için...
Dolayısıyla, darbecilerin oy oranına bakıp, yahut münafıkane oyunlarına aldanıp “sevâd-ı âzam” meselesini yanlış tefsir etmemeli, yanlış yere tatbik etmemeli.
.
Bitmek bilmeyen Kore Harbi

Bunun üzerine, 27 Haziran'da (1950) toplanan BM Güvenlik Konseyi, üye devletleri Güney Kore'ye yardım etmeye âcilen çağıran bir karar tasarısını kabul etti.
Komünist blokun karşısında duran ABD, BM'nin yardım çağrısını en başta kabul ederek, yapılacak müdahalenin komutasını da üstlenebileceğini açıkladı.
İngiltere, Türkiye, Y. Zelanda, Belçika, Filipinler, Kanada, Yunanistan, Lüksemburg, Habeşistan, Avustralya, Fransa, G. Afrika Birliği, Hollanda ve Kolombiya ABD ile ittifak kararı almasının ardından, askerî harekâta derhal başlanmış oldu. (Bu on beş ülkenin askerî kuvvet gönderme kararını müteakip, beş ülke de para ve sağlık malzemesiyle yardımda bulunacağını açıkladı.)
Müttefik güçlere komuta eden Amerika'lı mareşalin "Kore'deki savaşı kısa sürede bitirecek bir hücuma girişileceği" yönündeki açıklaması, komünist güçleri daha da hiddetlendirdi. Bu hiddetle, bölgede BM emrindeki ABD askerlerine ani baskınlar yapılarak büyük zayiat verdirildi.
İlk başta yaşanan bu başarısızlığın telâfisi için daha geniş ve kapsamlı bir savaş hazırlığı içine giren Amerika, sayıları yüz binlerle ifade edilecek silâhlı kuvvetlerini Kore ve çevresine sevk etti.
Her iki tarafın da çatışma bölgesine peyderpey gönderdiği asker sayısı, zaman içinde iki milyonu geçti.
Bu çaptaki bir savaşı, aslında "dünya harbi" şeklinde nitelemek de mümkün. Ancak, bu savaşın Kore dışına taşmaması, yani başka coğrafyalara sıçramamış olması, isminin dünya harbi değil de "Kore Harbi" olarak tarihe geçmesine sebep olmuştur.
* * *
Bölgedeki savaş, zaman zaman alabildiğine şiddetlenerek, yaklaşık üç sene sürdü. Bu üç sene içinde, çatışma ve savaş şartları sebebiyle ölenlerin yekûnu yaklaşık üç milyonu buldu.
Türkiye'nin bu üç yıl içinde Kore'ye sevk ettiği askerimizin sayısı beş binin üzerinde oldu. Savaş müddetince, yüzlerce Mehmetçik şehit, yahut gazi oldu.
1953 Temmuz'unda Kore Savaşı biter gibi oldu. Ancak, bir taraf diğerine kesin üstünlük sağlayamadığı gibi, tarafları memnun edecek bir barış antlaşması da sağlanamadı. Mesele ortada gibi kaldı.
Bu sebeple, sıkıntı zaman zaman yeniden nüksediyor.
* * *
Kore Harbi, her ne kadar 1950’de başlayıp 1953 senesinde sona erdiği kabul edilse de, farklı yönleriyle bakıldığında, aslında iki taraf arasındaki mücadelenin çok daha önceden başlamış olup, ileriki yıllarda da ara ara nüksettiği görüldü.
Zira, 1953’te bitmiş gibi görünen savaş sonrasında güvenilir bir antlaşma sağlanamadı.
Nitekim, on yıl önceki bölünmüşlük hali yine de ortada kaldı, bu işe bir nihaî çözüm getirilemedi.
Dolayısıyla, yapılan barış antlaşması kâğıt üzerinde kalmaktan öteye gidemedi. Taraflar arasında güvensizlik hali 2010’lu yıllarda da devam edip gittiği görüldü.
Savaşın bilânçosu
Yaklaşık üç sene süren ve bütün dünyayı yakından ilgilendiren Kore Savaşı, 27 Temmuz 1953'te nisbî/göreceli olarak sona erdi.
Bu üç yıllık süre zarfında, BM tarafında 450 bin, komünist Kuzey Kore tarafında ise 1.5 milyon olmak üzere yaklaşık iki milyon insan öldü.
17 Ekim 1950 tarihinde 5090 kişilik bir kuvvetle bu çetin savaşa katılan Müslüman Türk ordusu da 900 kadar vatan evlâdını şehit verdi.
Sevâd-ı âzam ve 1999 tablosu
Bazı okuyucularımız, “sevâd-ı âzam”ı şimdiye kadar hep oy çokluğu şeklinde anladıklarını iletince, onlara bazı yıllara (95, 99 ait genel seçim sonuçları tablosunu hatırlattık ve bu tabloya göre “sevâd-ı âzam”ın nerede olduğunu sorduk. İşte, onlardan bir örnek olarak 1999 genel seçim tablosu…
1999 Nisan’ında yüzde 10 seçim barajını aşarak Meclis’te temsil hakkını kazanan beş partinin oy oranıyla çıkarmış oldukları milletvekili sayısı:
DSP (B. Ecevit)….: % 22 ile 136 sandalye.
MHP (D. Bahçeli)..: % 17 ile 129 sandalye.
FP (R. Kutan)…....: % 15 ile 111 sandalye.
ANAP (M. Yılmaz)...: % 13 ile 86 sandalye.
DYP (T. Çiller)….....: % 12 ile 85 sandalye.
Evet, bu tabloya göre “sevâd-ı âzam” nerede?
Sorduklarımın hiçbiri, düzgün bir muhakeme ile doğru bir cevap veremedi.
Demek ki, geçim ve yaşayış tarzı için geçerli olan “sevâd-ı âzam”ı siyaset gibi sahalarda tatbik etmek her zaman mümkün görünmüyor.
Kaldı ki, bir darbe tasarrufu olarak demokrasilerde emsâli bulunmayan ölçekte bir baraj sistemi uygulanıyorsa, meselenin ayrıca bir insan temel hak ve hürriyetler cihetinin bulunduğunu da hesaba katmak gerekir.
Bu meselede bazı kriterler:
* Tercih edilecek parti, evvelâ bir kök, asâlet ve misyon sahibi olmalı.
* Hür ve demokrat olmalı. İstismara müsait duygusallıktan uzak durmalı.
* Rövanşist olmamalı. İntikam duygusuyla hareket etmemeli.
* Umumu ilgilendiren dinî, millî meseleleri kavga, çekişme sûretiyle halletme cihetine gitmemeli.
* Şahıs her meselede belirleyici olmamalı. Şahıs belirleyici ve tahakküm sahibi ise, hür iradeli değil, ancak faşizan bir demokrasiden söz edilebilir.
* Bir vatandaşlık görevi icabı sandığa gidilerek oy verilecek olan parti, misyon ve kapasite itibariyle de içinde iktidar olma potansiyelini barındırmalı.
* İdeal olan parti, demokrasi nimeti için külfete katlanmalı, bedel ödemeli ve her zaman için bedel ödemeye hazır olmalı. Nankör davranmamalı, külfet gören, bedel ödemiş olanları hayırla yâd edip hizmetlerine sahip çıkmalı.
Tashih
Dünkü yazının ilk paragrafında sehven çıkan “hikâyeler” kelimesinin doğrusu “hâşiyeler”dir.
.
Ticanî tertibi ve Koruma Kànunu (1)

Zira, Ticaniler diye bilinen bir zümrenin adamları tarafından M. Kemal’e ait heykellerin parçalanması bahanesiyle, 1951’de 5816 sayılı Koruma Kànunu çıkartıldı.
Bu kànun, bilhassa 1960 darbesinden sonra bambaşka bir mahiyete büründürülerek pek çok insanımız sıkıntıya sokulmuş, korkunç derecede eza ve cefa çektirilmiştir. Şimdi, bu hikâyenin başlangıcına gidelim ve meseleyi etraflıca ihata etmeye çalışalım.
Hareketin aktörü Kemal Pilavoğlu
Türkiye’deki Ticanilere, daha çok 1940’lı, ‘50’li yıllarda rastlanır.
Bunların, gerçek Ticaniye tarikatiyle doğrudan bir alâkası yoktur.
Ticaniye tarikatı, 1740’larda Cezayir’in güney kesiminde ortaya çıkmış ve daha ziyade Tevhidi zikirler ile iştihar etmiş, etrafa yayılmıştır. Türkiye’deki Ticanilik ise, bir uydurmadan ibarettir. Kemal Pilavoğlu (1906-1977) ismindeki şahıs, kendince gördüğü bir rüya ile Ahmed Et-Ticani’ye intisap etmiş ve ondan tarikat ruhsatı almıştır. Onun bu tarzdaki açıklamasına, daha ziyade çevrede ‘Deli’ sıfatıyla anılan müvazenesiz bazı kimseler inanmış ve ona canı pahasına bağlanmıştır.
Kemal Pilavoğlu, Ankara doğumludur. İlk, orta ve lise tahsilini de Ankara’da tamamladı. Bilâhare Hukuk Fakultesi’ne devam edip başarılı olmasına rağmen, mezun olamadan, yani son sınıfta iken okuldan ayrıldı. Pilavoğlu, 1940’lardan itibaren, doğup büyüdüğü yer olan Ankara ve çevresinde mürit toplayarak tarikat faaliyetlerine hız vermeye başladı. Faaliyetini yoğunlaştırdığı belli başlı merkezlerden biri Ankara’nın Çubuk ilçesi, bir diğeri ise Çankırı’nın Şabanözü ilçesiydi. 1943’de, tarikat faaliyetleri suçundan 24 müridiyle beraber mahkemeye verildi ise de, kısa bir süre sonra serbest bırakıldı.
Kemal Pilavoğlu liderliğindeki Ticaniler’in, 1950 seçimleri öncesinde ve sonrasında CHP’nin dümenine girdiği ve onların aleti haline geldiği anlaşılıyor.
O tarihlerde Zafer gazetesinde yayınlanan haberlere göre, Pilavoğlu ve müritleri 10 Nisan 1950 günü CHP Ankara il başkanlığı binasında üye kayıtlarını yaptırmışlar. Ardından da, ta köylere kadar gidip toplantılar düzenleyerek bu partinin propagandası için seferber olmuşlar ve partiye pek çok yeni üye kazandırmışlar.
CHP’nin akıl hocaları, Nurcular’ın DP’ye destek vermelerine mukabil, anlaşılan onlar da dindar kisveli bir grubun halk arasında partileri adına çalışmasını uygun görmüş; ancak, bunları istedikleri gibi kullanabilecekleri bir mesafede tutmaya çalışmış.
Nitekim, seçimlere kadar DP aleyhinde görünen Ticaniler, seçimden sonra da DP iktidarını sıkıntıya sokacak, başını ağrıtacak tahripkâr faaliyetlerde bulunmaktan geri durmuyor.
Seçimlerden sonra, mübarekler zikri-duâyı bırakmışlar, var güçleriyle büst ve heykelleri kırmaya yönelmişler. Onlar heykel kırdıkça, CHP’liler de dindarları ve iktidar partisini protesto eden mitingler düzenlemiş.
Bu gösteriler, nihayet meyvesini verdi ve 25 Temmuz 1951’de ‘Atatürk hakkında işlenen suçlar’a dair, ileride çok kişinin canını yakacak olan bir kànun maddesi çıkarılmış.
Evet, 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu, Ticanilerin heykel kırma teşebbüsleri sebebiyle, önce ülke gündemine, sonra da Meclis gündemine getirtilip kabul ettirildi.
Burada, 1952 senesinde Malatya’da Başbakan Adnan Menderes’in yanı başında gazeteci Ahmet Emin Yalman’ı kurşunla yaralayan ve aynı tarihlerde bir kısım Ticanilerle aynı cezaevinde kalan Vakit gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’in bu kimseler hakkındaki bazı tesbit ve gözlemlerine de bakmakta yarar var.
Üzmez, ‘Şu Bizimkiler’ isimli kitabında Ticaniler’den şöyle bahsediyor:
“Bir de Kemal Pilavoğlu vardı, hapishanede. Kimine göre sahtekâr, yalancı ve ahlâksız; kimine göre de büyük veli. Kim ne derse desin, ben gördüklerimi yazmalıyım. Ticanileri gıyaben bilirdik. Onlarla ilk defa Ankara Hapishanesinde karşılaştık.
“Şalvarlı, poturlu, sakallı, sakalsız tipler. Başlarında takke ile kalpak arası başlıklar, ayaklarında çarıklar, lastikler. Paçaları dizlerine kadar uzanan yün çorapların içine sokulu acayip kılıklı insanlar. Orta Anadolu insanları.
“Çoğunun adının başında bir de deli eki var. Deli Sadık, Deli Yusuf, Deli Mevlut. Delilik onlarda bir ünvan gibi. Onlara göre Deli olunmazsa veli olunmaz... Hapishane idaresi onları çok ezerdi. Çok acırdık. Ama onlar hallerinden şikâyet etmezlerdi. Hatta ölmedikleri için hayıflanırlardı. Şu zalim gardiyanların dayaklarıyla ölseler şehid olacaklardı.
“Çoğunun hapishaneye düşüş biçimi akılları durduracak çapta birer çılgınlıktı. 1951 yılları. Meclis’te ezan okumuşlardı. Bir de Putçular vardı. Onlar da heykel kırarlardı. Bunların en meşhuru Deli Sadık’tı. ‘Ben en büyük puta saldırdım’ derdi. En büyük put dediği Ulus’taki heykeldi.
“O günlerde ülkenin her yanında mitingler düzenleniyordu: ‘Ata’ya uzanan elleri kırılacak. Kahrolsun Ticaniler. Kahrolsun irtica. ‘
“Ulus Meydanı’nda yine bir miting ve kürsüde ateşli bir hatip. O sırada kılık kıyafeti perişan bir köylü vatandaş. Omuzunda kocaman bir balyoz, elinde kalın bir urgan vardır. Heykelin dibine kadar sokulur; kaidesine çıkar; daha yukarı tırmanmak ister. On binlerce insan minnet ve taktirle alkışlamaya hazırlanır. Kürsüdeki hatip de susmuştur. Herkes bu köylünün heykele tırmanmasına yardım ederler. Sanki ne olacağını anlamışlardır. Şu köylü vatandaş heykele çıkacak, elindeki iple kendisini uygun bir yere bağlayacak, sonra iki eliyle balyozu kavrayarak bütün gücüyle haykıracaktır: ‘Atam, senin heykellerine saldıran alçakların kafalarını bu balyozla bin parça ederim.
“Şimdilik tahminler yanlış çıkmaz. Vatandaş heykelin tepesinde, kendisini bir yere bağlar, iki eliyle balyozu kavrar. Artık sıra kalabalığa dönüp nutuk atmaya gelmiştir. Büyük kitle, bağırmaya, alkışlamaya, coşmaya hazırdır. Bakarlar ki balyoz heykelin tepesine olanca ağırlığı ile inip kalkıyor. Sanki balyoz kafalarına inip kalkmaktadır ve başlarlar bağırmaya: ‘İn aşağıya alçak! Alçak gerici, pis yobaz…’
“Alçak dedikleri adam o anda epeyce yükseklerdedir. Heykelin ta tepesinde. Herkese tepeden bakmakta ve balyoz sallamaktadır.
“Polis çağrılır. Bir anda ortalık ana baba gününe döner. Polis gelir, zabıta gelir, itfaiye gelir. Düdükler çalınır, silâhlar çekilir, sular sıkılır, merdivenler kurulur. Deli Sadık elde balyoz bir taraftan heykelin kellesini döver. Ve güç belâ onu heykelin tepesinden indirirler. Etraftan ağıza alınmayacak küfürler, cılız saldırılar, güvenlik kuvvetleri linç edilmesine mani olurlar.
“Artık hayatı kanunların teminatı altındadır. Karakola götürülecektir. Deli Sadık yine mecnunca işler peşindedir. Yüksekçe bir yere çıkar ve bağırır: ‘Ulan sahtekârlar. Ben de bu adamı gerçekten seviyorsunuz sandım da bu işe kalkıştım. Elinizde şehid olmayı ummuştum. Meğer sizinki kuru gürültüymüş...’
.
Ticanî tertibi ve Koruma Kànunu (2)

Atatürk'ü Koruma Kànunu olarak isim yapan 5816 sayılı kànun, özellikle Demokrat Partinin eseri olarak biliniyor.
Bazı kimseler, gerek bu kànunu ve gerekse Anıtkabir'in yapılışını bütünüyle Menderes'e ve Demokrat Parti hükümetine mal ederek, kendince onlara büyük günahlar yüklemeye çalışıyor.
Burada kısaca ifade edelim ki, Anıtkabir'in yapılışı hakkında, ortalıkta çok eksik ve yanlış bilgiler dolaşıyor.
Bir kere, bu yapının inşasına 9 Ekim 1944 tarihinde başlanıyor. Devir, Millî Şef devri; yani, tek parti zihniyetinin ülkeye hakim ve hükümran olduğu karanlık bir devirdir.
İnşaatı yedi–sekiz sene devam eden bu yapının açılışı 1953'te olmuş diye, tutup bunu DP'ye mal etmenin ciddiyetle bağdaşır bir tarafı yoktur.
5816'ya gelince....
Bir kere, Meclis'in aldığı her karar, Meclis'ten çıkan her kànun, bütünüyle bir başbakana, yahut onun hükûmetine mal edilemez.
Mal edilse, büyük hata olur. Zira, Meclis'in iradesi, bâzan başbakan ve hatta hükümet talebinin tam zıddı yönünde de tecelli edebilir.
Meselâ, 2003'te Meclis tarafından reddedilen "1 Mart Tezkeresi"ni hatırlayalım.
O tarihte Başbakanlık tarafından hazırlanmış olan tezkere metni aynen şu şekilde tanzim edilerek Meclis'e sunuldu: "Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silâhlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için hükümete yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık tezkeresi."
Netice ne oldu? Meclis, az bir farkla da olsa, bu tezkereyi reddetti. Türkiye'de bulunan ve bizim sınırlarımızdan Irak'a girmeye hazırlanan ABD askerleri apar topar topraklarımızı terk edip başka kapıya gitti.
Dikkat buyurun. O tarihte Abdullah Gül Başbakandı. Tayyip Erdoğan ise, tek başına iktidarda olan 361 üyeli AKP'nin genel başkanıydı.
Gül ile Erdoğan, var gücüyle yüklenmelerine rağmen, kendi üyelerini dahi ikna edemediler. O gün 533 milletvekili oylamaya katıldı ve 250 red oyu çıktı. Bu red oyları içinde tam 97 AKP'linin oyu vardı. Gerekli oranda kabul oyu çıkmadığı için, tezkere reddedilmiş oldu.
Şimdi, tutup bu neticeyi Başbakan Gül'e, Genel Başkan Erdoğan'a, yahut onların hükûmetine mal etmek doğru olur mu?
İşte, aynen bunun gibi, 1951'de çıkartılmış olan 5816 sayılı Atatürk'ü Koruma Kànunu da, bütünüyle Menderes'e veya onun hükümetine mal edilemez. Edilse, yanlış olur.
Neticede bu kànun, Meclis'e aittir ve fakat, 487 sandalyeli Meclis'in dahi sadece 232 üyesinin kabul yönündeki oyuyla kesinlik kazanmıştır.
Aciptir ki, bu sayı Meclis aritmetiğinin yarısına bile tekabül etmiyor. Demek ki, işin içinde başka işler var.
Tutanaklar ve hatta küsûratına varıncaya kadar tüm teknik bilgiler meydanda.
İşte, o bilgilerin bir kısmı:
DP'nin üye sayısı 408. Anamuhalefet CHP'nin 69, MP'nin de 1 üyesi var. Bağımsızlar ise 9 kişi.
5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kànunun görüşülüp oylandığı gün, Meclis'teki oturuma 180 milletvekili katılmıyor.
Oylama sonucu ise, şu şekilde gerçekleşiyor: Oylamaya katılanlar 288, kabul edenler 232, reddedenler 50, çekimser 6.
Bu rakamlara bakarak ve daha bir yılını ancak doldurabilmiş demokratik bir iktidarın nasıl bir sınavdan geçtiğini varın siz düşünün.
Düşünürken de, aynı dönemde sergilenen dehşetli bir provokasyonun etkilerini hesaba katmayı unutmayın.
Provokatörlerin başarısı
Koruma Kànununun gündeme gelmesinin sebebi, daha evvel de temas ettiğimiz gibi o günlerde yaşanan büst ve heykelleri kırma furyasıydı.
Ticaniler denilen grup, yurdun muhtelif yerlerinde, bilhassa Ankara ve çevresinde habire büst ve heykel kırıyordu. (Ulus Meydanındaki heykelin güpegündüz kırılması hadisesi, çok düşündürücüydü.)
Sonradan, bu gruptan bazı şahısların CHP üyesi olduğu tesbit edildi.
Ancak, buna rağmen, CHP ve onun emir kulu gibi çalışan günün medyası, iktidardaki DP hükümetini suçluyordu.
İnönü, Menderes hükûmetinin irticayı cesaretlendirdiğini söyleyip duruyordu. Basın, bütün gücüyle DP'lilere yükleniyordu.
Bu işin bir provokasyon olduğunu ortaya çıkarmanın zorluğu ortadaydı. Zira, DP iktidarda olmasına rağmen, asker, basın ve bürokrasi hâlâ CHP'nin tesiri altındaydı.
Demokratların bu tavsiyelere ne ölçüde uydukları ayrı bir müzakere konusu. Ancak, şu Ticanî meselesiyle heykel kırma hadisesinin, Demokratları sıkıntıya sokmak için tezgâhlanan bir oyun olduğuna şüphe yok.
Meclis'te Demokratların çoğu değil, ancak bir kısmı bu oyuna getirildiği için de, maalesef netice alınıyor.
Bununla beraber, 1951–60 yılı arasındaki 9–10 yıllık süreçte, 5816 sayılı kànun kadük kalmış, işlemez halde bırakılmıştır. Heykel kıran Ticanîler dışında kimse cezalandırılmamıştır. Kànunun fikir hürriyeti aleyhinde kullanılacak şekle sokulması, 1960 Darbesinden sonra olmuştur.
Son olarak, 25 Ekim 2009 tarihli Zaman’da Nuriye Akman'ın Av. Cüneyt Toraman'la yapmış olduğu röportajda yer alan bir iktibası aktararak noktalayalım: "Çok ilginç. O dönemde, 50 milletvekilinin red oyu vermesi. Meclis tutanakları, birçok milletvekilinin, böyle bir kanunun çıkarılmasından rahatsızlık duyduğunu gösteriyor. Demokrat Parti milletvekili Halide Edip Adıvar, diyor ki: 'Tasarıyı getirenlerin esas fikriyle hepimiz hemfikiriz fakat bunun için yeniden bir kanun yapmak, Atatürk'ü tarihten önceki Asuriler, Babillilerin yaptığı gibi Allahlaştırılmış putlaştırılmış insanlar arasına koymaktır. Ceza kanunundaki hükmü bir tarafa bırakarak sadece heykel kırmak veya cumhuriyetin banisi Atatürk'e dil uzatmak gibi bir saygısızlığın önüne geçmek için yeni bir kanun yapmayı bir şark zihniyetinin yeni bir mahsulü diye telâkki ederim. Yani daha evvel de dediğim gibi, kablettarih put haline gelen ve bugün yerinde yeller esen eski saltanatlar devrinde şahsı ilahileştirmek ve onlara adeta bir put gibi tapmak zihniyetinin tekrar hortlaması gibi geliyor bana."
.
İngiliz himayesinde İsrail işgalleri

Dünya siyaset tarihinde çok istisnaî bir durum yaşandı. 15 Mayıs 1948'de Filistin toprakları üzerinde şimdiki İsrail Devleti kuruldu.
İsrail Devletinin kuruluşu, BM çatısı altında ve burada yapılan oylama neticesi gerçekleştirilmiş oldu.
Resmî kuruluşu bu sûretle kabul ve tahakkuk ettirilmiş dünyada ikinci bir devlet örneği bulunmuyor.
Ortadoğu coğrafyasında adeta bir çıbanbaşı olarak bu devletin ortaya çıkıp istilâcı bir konuma yükselmesi, büyük çapta İngiltere’nin ve “İngiliz siyaseti”nin desteği sayesinde mümkün olabildi.
Filistin'in resmen işgali
1517’de Sultan Selim tarafından Osmanlı Devletine dahil edilen Filistin toprakları, 1917'ye kadar Osmanlı hakimiyeti altında kaldı.
Birinci Dünya Savaşının en kritik günlerinde bölgedeki Osmanlı kuvvetlerini çökertmeye çalışan İngiliz kuvvetleri, özellikle Filistin bölgesi üzerindeki hakimiyetini pekiştirmeye muvaffak oldu.
İngiltere, Osmanlı'ya karşı kullandığı burada bazı Arap kabilelerini, bilhassa Mondros Antlaşmasından (30 Ekim 1918) sonra adım adım dışlamaya yöneldi.
Bu gelişmeyle eş zamanlı olarak da, dünyanın başka merkezlerinde dağınık vaziyette yaşayan Yahudileri aynı bölgeye çekmeye devam etti. Nihayet, 30 yıl sonra, yani 1948 yılına gelindiğinde, bölgede Yahudilerin hem nüfusu, hem de nüfuzu büyük bir artış gösterdi.
Yahudiler, bu fırsattan istifade ile Filistin toprakları üzerinde İsrail devletini kuracaklarını ilân etti.
Onların bu yöndeki taleplerini görüşen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, çoğunluğun oyları ile İsrail Devleti resmen kurulmuş oldu.
Mısır, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan gibi Arap ülkeleri, bu kararı kabul etmediklerini açıklayınca, savaş kaçınılmaz bir hale geldi. Böylelikle, bölgede çok kanlı bir "Arap-İsrail Savaşı" başlamış oldu.
Savaş, daha sonraki yıllarda da birkaç kez tekrarlandı. Ancak, her tekrarında yine İsrail Devleti güçlendi; yani, savaşlardan hep başarıyla çıktı.
Bunun önemli bir sebebi, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere, Yahudi teşkilât ve lobilerinin güçlü olduğu ülkelerin doğrudan veya dolaylı şekilde İsrail devletine destek çıkmalarıdır.
Bir başka sebep ise, Yahudilerin, eski İsrailoğulları peygamberlerinin medfun bulunduğu toprakları dinî bir itikad ve heyecan ile korumaya, sahiplenmeye çalışmalarıdır.
Bu ikinci mânevî sebebi, Bediüzzaman Hazretleri şu sözlerle izah ediyor: “Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.” (Şuâlar, s. 435)
‘İnsan Hakları’nı kabul ettik
Türkiye, BM Genel Kurulunun 10 Aralık 1948'de kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesini 1 Nisan 1949’da imzalayarak kabul ettiğini duyurdu.
Aşağıda ilk beş maddesini sıraladığımız bu beyannameye imza koyan Türkiye'nin, bu maddelere uygulamada riayet ettiği ne yazık ki söylenemez.
Önemli ölçüde mesafe alınmasına rağmen, ülkemizde insan temel hak ve hürriyetleri yer yer çiğnenmeye hâlâ devam ediliyor.
Dileğimiz, bu konuda en iyi ülkeler arasında yer almak ve kabul edilmiş maddeleri sadece sözde değil, özde de sergilemek.
İşte, Türkiye'nin de kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesinin ilk beş maddesi.
Madde 1: Bütün İnsanlar hür haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdan sahibidirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.
Madde 2: Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasî veya diğer herhangi bir akide, millî veya içtimaî menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin iş bu beyannamede ilân olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir.
Madde 3: Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır.
Madde 4: Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü şekilde yasaktır.
Madde 5: Hiç kimse işkenceye, gayr–i insanî ve haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulmaz.
Bu mezar nakli, ölüm tarihinden 67 yıl sonra gerçekleştirilmiş oldu.
Bürokrasinin hemen her kademelerinde uzun yıllar çalışmış olan Midhat Paşa, 1872 ve 1876’da yekûn 4 ay kadar da sadrâzamlık yaptı.
Kànun-ı Esasî ile ilk meşrûtiyetin ilânında pek büyük emekler sarf etti... Kısa bir süre sonra Sultan II. Abdülhamid ile ihtilâfa düştüler. İhtilâfın neticesi sürgün cezası oldu. Bir müddet Avrupa'da kaldı. Daha sonra tekrar memlekete çağrıldı. önce Suriye, ardından İzmir valiliğine tayin edildi.
İzmir valisi iken tutuklandı. Yıldız Askerî Mahkemesi tarafından Sultan Abdülaziz’in katledilmesinde rol oynadığı gerekçesiyle idama mahkûm edildi. Bu cezâ, Sultan Abdülhamid tarafından sürgüne çevrilerek Taif’e sürüldü.
Mithat Paşa, Taif sürgününde iken, burada Berber İsmail diye bilinen bir asker tarafından 7 Mayıs 1884 günü boğularak öldürüldü.
67 sene sonra, yani 26 Haziran 1951'de Taif'ten yurda getirtilen Mithat Paşanın kemikleri, İstanbul Şişli'deki Hürriyet–i Ebediye Tepesinde defnedildi.
Defin merasimine dönemin Cumhurbaşkanı M. Celal Bayar da katıldı.
30 yıl sonra aynı yere Buhara'da şehit düşen Enver Paşanın da kemikleri nakledildi.
Enver Paşanın mezarının nakli ise, tam 74 yıl sonra gerçekleşti. Nakil töreninde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de hazır bulundu.
Şişli'deki bu özel mezarlıkta 31 Mart Vak'asında öldürülen subayların yanı sıra, bir dönem sadrâzamanlık yapmış olan Talat Paşanın mezarı da bulunuyor. Onun kemikleri ise 1943'te Berlin'den yurda getirildi.
.
Bağdat Paktı’ndan İttihad-ı İslâm’a

Bu maksatla atılan en önemli adımların başında Bağdat Paktının kurulması geliyordu. Derhal kollar sıvandı ve yakın temaslara geçildi.
Önce, 2 Nisan 1954'te Türkiye ile Pakistan arasında bir işbirliği anlaşması sağlandı. Hemen ardından, yeni ve daha kapsamlı çalışmalara başlandı.
Şöyle ki: 1955 yılı 24 Şubat’ında Türkiye, İran, Irak ve Pakistan devlet/hükümet temsilcileri Irak’ın başşehri Bağdat’ta bir araya gelerek “Ortak Savunma ve Bölgesel İşbirliği” ana başlığı altında hazırlanan antlaşma metnine imza attılar.
Her nasılsa, Birleşik Krallık adına İngiltere’nin de üye olduğu bu antlaşmanın, bölge ülkeleri arasında çoktandır arzulanan yakınlaşma, kaynaşma ve müşterek faaliyetlerde bulunma noktasında adeta bir bahar havası meydana getirdiği söylenebilir.
Bu işbirliği teşkilâtının mânevî bir başka boyutu ise, İslâm Birliğine doğru giden yolu göstermesi ve örneklik teşkil ederek kolaylaştırmasıydı.
Zira, kuruluş safhasından hemen sonra Suriye, Mısır ve Arabistan’ında da aynı teşkilâta üye olması gündeme gelmiş ve bu meyanda da ciddî çalışmalar başlatılmıştı.
Böylesine ulvî bir hizmete vesile oldukları için hükümet yetkililerini tebrik eden Bediüzzaman Hazretleri de Bağdat Paktı’nın kurulmasıyla bir nevi "İttihad–ı İslâm”ın tohumunun ekildiğini müjdeliyordu.
Fakat ne yazık ki, bu hayırlı hizmetin önüne muzır maniler çıktı ve plânlanan gelişmeleri büyük ölçüde akamete uğrattı.
İlk olarak, kuruluşun hemen ardından (1956’da) 800 küsûr kilometrelik Türkiye-Suriye sınırına mayın döşendi.
Mayın döşemenin zahirî gerekçesi, kaçakçılığı önlemekti. Hakikatte ise, iki ülkenin arasında aşılması güç bir bariyer kurmaktı. Nitekim, sayısız insan ölümlerine yol açan bu mayınların temizlenmesi defalarca gündeme getirildiği halde, yarım asırdan fazla bir zamandır bunun realize edilmesi cihetine bir türlü gidilemiyor.
Yakınlaşmanın ümit edildiği Suriye ile bu vaziyette bir gerilim yaşanırken, Irak’ta da darbe ve ihtilâl sıtması nüksetmeye başladı.
Darbe üstüne darbe
Komşu ve kardeş Irak'ta, 14 Temmuz 1958 tarihinde ülke ve bölge tarihinin seyrini değiştiren çok kanlı bir darbe yaşandı.
Irak ordusu içindeki bir cunta, bu tarihte, Başbakan Nuri Said ile genç Kral II. Faysal’ın katledildiği kanlı bir darbe sonucu ülke idaresine el koydu.
Bu darbe ile kraliyet sona erdirilip sözde cumhuriyet ilân edildi.
Başbakanlığa getirtilen darbeci general Abdülkerim Kasım, Irak'ta tam bir dikta rejimi kurdu.
Darbecilerin ilk icraatlarından biri de, Irak'ın "Bağdat Paktı"ndan çıktığını ilân ve tatbik etmek oldu. (Bilâhare, bunun yerine CENTO kuruldu.)
Bu da gösteriyor ki, yapılan darbenin asıl hedefi, 1955'te kurulan Bağdat Paktını akamete uğratmak, bu teşkilâtı işlemez hale getirmek imiş... İşin içinde ecnebi parmağının olması, bu husustaki tereddütleri izâle ediyor.
Evet, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan'ın müşterekliğiyle Şubat 1955'te kurulan ve Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "İttihad–ı İslâmın bir nevî çekirdeği"ni teşkil eden Bağdat Paktı, belli ki hariçteki zalimler ile dahildeki münafıkları tedirgin etmişti.
Bu tedirginlik sebebiyle, o pakta imza atan Müslüman devlet ve hükümet başkanlarına karşı gizli ve sinsice bir plân yürütülmeye başlandı. Sırasıyla, bu şahısların hemen tamamının (Başkan, Başbakan ve Dışişleri Bakanları) çeşitli darbelere maruz kalarak devrilmesi, bu dehşetli plânın varlığını haber veriyor.
(Hemen her meselede olduğu gibi, demek ki İslâm Birliğini teşkil etme dâvâsının da bir bedeli varmış...)
Devam eden yıllarda, benzer darbelerin İran, Pakistan ve Türkiye'de de yaşanması, İslâm birliğine giden yolun baltalanmasından başka birşey değil.
Evet, komşu ve kardeş ülkelerde yaşanan bütün bu darbeler, elbetteki birbirinden bağımsız ve tesadüfi işler değildi.
İç ve dış karanlık odaklar, bilhassa Irak'ı tahrip ede ede elbirliğiyle bu ülkeyi çok hazin bir duruma getirdiler.
Darbecilik sirayet ediyor
Haricî ve ecnebi odaklı cereyanların etkisiyle teşkil edilen Arap Baas Partisi, Mısır, Libya ve Suriye'nin yanı sıra Irak'ta da taraftar bulmuş ve güçlendirilmişti.
Arap Sosyalistleri olarak da adlandırılan bu cereyanın taraftarları, iktidardaki darbecileri beğenmeyerek, yeni darbe hazırlıklarına başladı.
Abdüsselam Arif liderliğindeki bir cunta, 1963 yılı 8/9 Şubat’ında ikinci bir darbe yaparak, sabık darbeci Kasım ve taraftarlarını idam ettirdi.
A. Arif, kendini devlet başkanı olarak ilân etti. Üç yıl sonra şüpheli bir helikopter kazasında ölünce, yerine kardeşi Abdurrahman Arif geçti. Mareşal Abdurrahman Arif, General Tahir Yahya başkanlığında yeni bir hükümet kurdurdu.
Ne var ki, iki yıl sonra, yani 17 Temmuz 1968’de kansız bir darbe gerçekleştiren Devrim Komuta Konseyi isimli bir cunta, iktidardan Arif'i uzaklaştırdı ve bu kez Ahmed Hasan El–Bekr Cumhurbaşkanlığına getirildi.
Sıra Saddam’a geliyor
Mareşal El–Bekr, geçirmiş olduğu kalp krizi neticesi, 16 Temmuz 1979’da partiden ve devletle ilgili bütün görevlerinden istifa ettiğini açıkladı.
Yerine, Irak'ın çok kanlı bir arenaya dönüşmesine sebebiyet veren Saddam Hüseyin getirildi. (Gariptir ki, haricî cereyanların piyonu ve oyuncağı haline gelen Saddam'ın eceli, yine aynı cereyanın eliyle, yahut desteğiyle gerçekleşti.)
* * *
Irak’ı 24 yıl boyunca tam bir diktatörlükle yöneten Saddam, 14 Aralık 2003'te Tikrit’te yakalandı. Uzun bir muhakeme safhasından sonra 12 Şubat 2007'de idam edildi.
Hariçten gelen ve ülkenin tâ harem–i ismetine kadar sokulan kirli ve kanlı eller, bakalım kardeş ve komşu ülke Irak'tan ne zaman çekip gidecek...
Dünden bugüne
Türkiye, İran, Irak ve Pakistan'ın müşterekliğiyle 1955'te kurulan Bağdat Paktı, günümüz itibariyle bir mânâda İslâm İşbirliği (Konferansı) Örgütü ismiyle hizmetini devam ettiriyor.
Günümüzde Ekmeleddin İhsanoğlu'nun Genel Sekreterliğinde hizmetini sürdüren bu teşkilâtın kuruluşu, Eylül 1969'da Fas'ın başkenti Rabat'ta gerçekleştirildi.
Halen 57 üyesi bulunan, Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler gibi uluslar arası hukuka göre tüzel kişiliğe sahip bir teşkilâttır.
.
Menderes’in Osmanlı hassasiyeti

Başbakan Adnan Menderes ile Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı zıtlaşmaya sevk eden ve Menderes'i istifanın eşiğine kadar getiren iki mühim hadise var ki, bu her iki hadise de—iki yıl arayla—Haziran ayı ortalarında yaşandı.
Birincisi: İktidara gelir gelmez, 17 Haziran 1950'de Meclis'in gündemine getirtmiş olduğu 18 yıldır yasaklı "Ezan–ı Muhammedî" meselesi.
İkincisi: Tam iki yıl sonra, yani 16 Haziran 1952'de gerçekleştirilen bir kànun değişikliğiyle, 28 sene önce (3 Mart 1924'te) sürgün edilen Osmanlı Hanedanına mensup bazı kimselerin, anavatanları olan Türkiye'ye gelip kalabilmelerine dair mesele.
Dinî itikadı kuvvetli olan Menderes, aynı zamanda Osmanlı'ya hayran bir devlet adamı olup, onlara revâ görülen haksızlığı peyderpey kaldırmak istiyordu.
Ne var ki, bu her iki meselede de Cumhurbaşkanı Celal Bayar'la anlaşamıyordu. Buna rağmen, yine de inandığı hakikatleri hayata geçirmekten geri kalmadı.
1950 senesinin Haziran ayı ortalarında "Muhammedî Ezan"ın eski hürriyetine kavuşması için elinden gelen her türlü gayreti göstererek "İslâm kahramanı" hüviyetini kazanan Menderes, iki yıl sonra da ecdadına karşı beslediği vefa duygusunun bir eseri olarak, Osmanlı Hanedanına mensup hanımlar ile vefat etmiş şahsiyetlerin Türkiye topraklarına avdet edebilmelerini kolaylaştıran bir kànunî düzenlemeye imza attı.
Acımasız sürgün kararı
3 Mart 1924'te Meclis'e kabul ettirilen bir kànunla, Hilâfetin kaldırılmasına ve "Hanedan–ı Osmanî"nin Türkiye Cumhuriyeti sınırları haricine çıkartılmasına karar verildi.
Derhal tatbikine geçilen bu karara göre, halife ve Osmanlı hanedanının erkek, kadın bilcümle fertleri ile damatlar, prensler, prensesler ile bilumum çocukları, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyyen men'edilmişlerdir.
Ayrıca, ilgili kànunun ilân tarihinden itibaren âzami 10 gün içinde Türkiye'yi terk etmeye mecburdurlar.
Dahası, bu kimselerin, Türk vatandaşlığı sıfatı ve hukuku kaldırılmıştır. Dolayısıyla, daha evvel sahip oldukları gayr–ı menkulleri de ellerinden alınmış olup, bunlar üzerinde tasarruf edemezler.
Vatana avdet kararı
1924'te hudut harici edilen Osmanlı Hanedanı mensupları için, kànun metninde "Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyyen men'edilmişlerdir" ifadesi yer alıyordu.
Başbakan Menderes, işte bu vahşiyane "ebedî yasağın" önüne geçerek, ömrünü 28 yıla indirgedi.
16 Haziran 1952'de Meclis tarafından kabul edilen yeni kànun, Resmî Gazetede aynen şu başlıkla neşredildi: "Hilâfetin ilgasına ve Hanedan–ı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair (3 Mart 1924 tarihli) kànunun değiştirilmesi ve aynı kànuna bazı maddeler eklenmesi hakkında kânun."
5958 sayılı bu kànunun maddeleri arasında ise, dikkate değer şu ifadeler yer alıyor:
* Kaldırılan (ilga edilen) Hilâfet ve Osmanlı saltanatı hanedanının padişahlar sülbünden (neslinden) olan erkek çocuklarının Türkiye’ye gelmesi yasaklanmıştır. Bunların dışında kalanlar ise, Türkiye’ye gelebilirler.
* Türkiye’ye gelebileceklerin müracaatları halinde, herhangi bir şart aranmaksızın vatandaşlığa kabul edilmelerine Bakanlar Kurulu karar verir.
* Vatandaşlığa kabul edilenler, bu kànunun yürürlüğe girmesinden itibaren umumî hükümler dairesinde mal–mülk edinebilirler.
İşte, bu tarihten itibaren, Osmanlı Hanedanına mensup hayattaki bazı hanımlar ile bir kısım vefat etmiş olanların mezarları Türkiye'ye nakledildi.
Aynı sene içinde mezarı İsviçre'den Eyüpsultan Kabristanı'na nakledilenler arasında, Ahrarların liderlerinden Prens Sabahaddin Bey de var.
Türkiye'ye avdet ettikten sonra kiralık evlerde ikamet etmek mecburiyetinde kalan Osmanlı hanımlarına maddî–mânevî en büyük desteği verenlerin başında, yine Adnan Menderes gelir.
1952'den tâ 1960'taki darbe tarihine kadar yaşlı Osmanlı hanımlarının (Teşvikiye taraflarındaki) ev kiralarını ödeyen Menderes, işkenceli Yassıada günlerinde dahi onları unutmamış ve gerekli yardımların yapılması için çırpınıp durmuştur.
Ama ne yazık ki, Menderes'in darbe sonrası çekmiş olduğu sıkıntılara paralel şekilde, Türkiye'deki Osmanlı mensupları da yeni bir sıkıntılı hayata giriftar oldular.
Bir önceki bölümde, Doğu’da İslâm ülkeleriyle imzalanan Bağdat Paktı’ndan söz etmiştik. Bu bölümde ise, Batı dünyasıyla imzalanan Yeni Balkan Paktı üyeliğinden kısaca söz edelim.
Yakın tarihte, Türkiye'nin üye olduğu iki Balkan Paktı var.
Bunlardan biri 1934, diğeri ise 1953'te gerçekleşti. Bu iki hadisenin tarihî seyri kısaca şöyledir: Atina'daki ilk Balkan Paktı (Birliği) 3 Şubat 1934’te kuruldu.
Birliğin asıl maksadını, kısaca sınır güvenliğini korumak ve saldırmazlık prensibine bağlı kalmak şeklinde özetlemek mümkün.
Bu birliğin ilk üye ülkeleri şunlardır: Yunanistan, Türkiye, Romanya, Yugoslavya.
Birliğin devam etmesi uzun yıllar sağlanabildi. Ancak, güçlü olmadığı için dişe dokunur bir varlık da gösteremedi.
Meselâ, II. Dünya Savaşı esnasında bu paktın esamisi dahi okunamıyor. Zira, üye ülkeler arasında herhangi bir savunma işbirliği yoktu.
II. Dünya Savaş sonrasında, kendiliğinden dağılma noktasına gelen bu Paktın yeniden toparlanması gündeme geldi.
Türkiye, tekrar kurulmakta olan Balkan Paktına, 1953 yılı başlarında dahil oldu. 14 Şubat'ta Ankara'da imzalanan antlaşmaya göre, Yunanistan ve Yugosavya’nın dahil olduğu savunma amaçlı ittifaka Türkiye'nin üyeliği kabul edildi.
Ancak, bu antlaşmanın bir de TBMM'de tasdik edilmesi gerekiyordu.
18 Mayıs 1953'de yapılan Meclis oturumunda, yapılan müzakere ve oylama neticesi, Türkiye'nin Balkan Paktına üyeliği kesinlik kazandı.
Ne var ki, Bağdat Paktı gibi bu birliğin de ömrü uzun sürmedi. Yugoslavya’nın sosyalist bloka dahil olup Sovyet Rusya ile yakınlaşması ve Kıbrıs meselesi yüzünden yaşanan Türkiye-Yunanistan gerginliği, bu birliği önce pasifize etti, sonra da işlemez hale getirdi.
Balkan İttifakı, önce Yugoslavya, ardından Yunanistan dışişleri bakanlarının olumsuz yöndeki açıklamasıyla 1960’ta dağılmış oldu.
.
Yalçın bir muhalif: Hüseyin Cahit

Politikacı, gazeteci-yazar Hüseyin Cahit Yalçın (1874-1957), Demokrat Partilileri haksız yere tenkit ettiği gerekçesiyle 26 aylık hapis cezasına mahkûm edildi. (23 Eylül 1954)
Bu tarihlerde Kars milletvekili olan Hüseyin Cahit'in mahkûmiyetinin sebebi, CHP'nin yayın organı gibi neşriyat yapan Ulus gazetesine çıkan "Gözü kapalı oy vermek" başlıklı yazısıydı.
Bu yazıda, DP'lilere yönelik çok ağır tahkir ve tezyifler yer alıyordu.
Üsküdar Cezâevinde yatan CHP'li (aynı zamanda eski İttihatçı) Hüseyin Cahit'i ilk ziyaret edenlerin arasında muhalefet lideri İsmet Paşa oldu.
Bu ziyaretin ardından, yine eski İttihatçı olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar da devreye girdi ve yasanın kendisine tanıdığı yetkiye dayanarak Hüseyin Cahit'in cezasını kaldırdı.
Muhalif bir karakter
Etkili ve kapasiteli bir kişilik olan Hüseyin Cahit'in, aynı zamanda "muhalif" bir karaktere sahip olduğu anlaşılıyor.
İşte, "Yalçın muhalif" olarak Hüseyin Cahit’in ana hatlarıya bir portresi:
* 1908'de başlayan II. Meşrutiyet'in ilânıyla birlikte edebiyata ara vererek politikaya girdi.
* Ağustos 1908'de Tevfik Fikret ile birlikte Tanin gazetesini kurdu.
* İttihat ve Terakkinin siyasî alanda âdeta bir kalemşoru, bir tetikçisi oldu.
* Aynı yıl yapılan seçimde İstanbul mebusu (1908-1912) oldu.
* 1913'ten sonra tek parti haline gelen İttihat ve Terakkiyi tenkide başladı.
* İstanbul'un işgalinden sonra, Haziran 1919'da Malta'ya sürüldü.
* 1922'de Tanin'i yeniden neşre başladı. Ankara hükümetine yönelttiği ağır tenkitler ve eski İttihatçıları savunması yüzünden, 1923'te İstiklâl Mahkemesinde yargılandı. 1925'te müebbet sürgün cezası ile Çorum'a gönderildi.
* Bu tarihten sonra, Mustafa Kemal'in ölümüne kadar politikanın dışında kaldı.
* M. Kemal'in ölümünden sonra, İsmet Paşanın teklifiyle tekrar politikaya döndü. 1939-1954 yılları arasında Çankırı, İstanbul ve Kars milletvekilliği yaptı.
* 1950'den evvel DP'ye karşı nisbeten yumuşak sayılabilecek tavrını, seçimlerden sonra alabildiğine şiddetlendirdi. DP kitlesini cahillikle ve "gözü kapalı" oy vermekle suçlamaya başladı. Bu sebeple de, dokunulmazlığı kaldırılarak cezaya çarptırıldı.
Yalçınlar, Yalmanlar...
Eski İttihatçı ve İttihatçılar içinde masonik çevrelerle sıkı münasebeti olduğu bilinen Hüseyin Cahit Yalçın'ın kökeninde, ayrıca "Arap düşmanlığı"nı başlatan Selaniklilerle de sıkı bir teması olduğu anlaşılıyor.
Anlaşılmayan, ancak hayli dikkat çekici bulunan nokta ise, "Yalçın" ile "Yalman" ad veya soyadlı meşhûrların Selaniklilerle ilgili müşterek noktalarıdır. (İlgisiz olan benzer soyadı sahiplerini tenzih ederiz.)
Bilindiği gibi, Yalçın ile Yalman, aynı anlamı taşıyor: Dik, sarp, çetin...
İşte, Selanik dönmeleriyle bağlantısı olup isminde aynı anlamlı kelimeyi taşıyan bir grup Yalçın ve Yalman: Hüseyin Cahit Yalçın, Şiar Yalçın, Soner Yalçın... Yalçın Küçük ve Soner Yalçın'a göre Selanikli Sabetaist Yalmanlar: Osman Tevfik Yalman (M. Kemal'in öğretmeni) Ahmet Emin Yalman, Rifat Yalman, M. Vacit Yalman. (Bkz: Efendi-2, s. 41)
* * *
Selaniklilerin bir kısmı zaman zaman Demokrat olarak da bilinmişlerdir. Zira, DP'nin içinde az da olsa mason, sabetaist, vesaireler vardı.
Bu hususla ilgili, dedesi Selanik'te tüccar olarak bilinen Naim Beyin torunu edebiyatçı Şiar Yalçın'dan bir hatıra notu naklederek bitirelim.
Fatin Rüştü Zorlu'nun Dışişleri Bakanlığı zamanında devlet hizmetine alınan Şiar Yalçın şunları yazıyor:
"Beni herkes Demokrat zannederdi.
“İhtilâl oldu (1960), bizim resimlerimizi koydular, 'Fatinistler' diye...
“Halbuki tam aksine, ben hararetli bir CHP'li idim, İsmet Paşacı idim." (Bkz: Şiar Yalçın; Şiar'ın Defteri, İletişim Yayınevi)
Dondurucu soğuklar, etkisini bariz şekilde göstermeye başladı.
Yoğun kar yağışı ve şiddetli soğuklar sebebiyle, İstanbul'daki Haliç ve Boğaz suları yer yer kalın buz tabakalarıyla kaplandığı görüldü.
Özellikle Haliç'te, insanların donmuş deniz suyu üzerinden karşıdan karşıya geçtikleri tesbit edilirken, aynı yüzeyin bazı noktasında ise, insanların kartopu oynadığına şahit olundu.
Bu dondurucu soğuklar sebebiyle, yük gemileri limanlara, yolcu gemileri ise iskelelere yanaşmakta büyük zorluk çektiler.
* * *
Tarihî kaynaklar, İstanbul'da kış mevsiminde dondurucu soğukların defalarca yaşandığını bildiriyor.
Tarih kitapları, gerek Bizans döneminde ve gerekse Osmanlı döneminde, bütün Haliç ve Boğaz sâhillerinin donduğuna ve bilhassa uzak denizlerden gelerek İstanbul'a erzak ve hububat getiren gemilerin açıklarda kalarak limanlara yanaşamadıklarına dair müşterek bilgileri aktarıyor.
Osmanlı zamanında kaydedilen ve deniz suyunu donduran en şiddetli kış mevsiminin 1621, 1755 ve 1893 yıllarında yaşandığı belirtiliyor.
* * *
Arşiv kayıtlarında, 1953’teki kış mevsiminin başlarında Haliç ve Boğaz'da tesbit edilmiş bazı görüntüler yer alıyor.
Bu görüntüleri seyrederken, çekilen bütün sıkıntılara rağmen, insanın yine de "Ah! Nerede o eski kışlar" diyesi geliyor.
Zira, kuraklık ve yağışsızlık hallerini yaşamaktansa, kısa ömürlü buzlanmaya razı olmak çok daha iyi.
Soğuk havalarda, giyinerek de olsa korunmak mümkün. Kuraklığın zararlarını telâfi etmek ise, zorlukların en büyüğü
.
Uydurma haberin kara lekesi: 6-7 Eylül Olayları

Yakın tarihimizde yer alan "6-7 Eylül Olayları", temel insan hak ve hürriyetleri noktasında tam bir yüzkarası mahiyetini taşıyor.
Zira, gayr-ı müslimlerin, bilhassa Rum asıllı vatandaşların ev, işyeri ve kiliselerine yönelik olarak 6-7 Eylül 1955 tarihinde yapılan vahşiyane saldırı ve yağmalama vak’ası—sonradan açıkça anlaşıldığı üzere—tümüyle yalan ve uydurma bir habere dayanıyordu.
Evet, düpedüz yalan ve provokatif maksatlı habere göre, Selanik'teki Mustafa Kemal'in doğduğu eve bomba atılmış imiş...
Bu planlı ve siparişli uydurma haber, sanki gerçekmiş gibi radyo ve gazetelerden halka duyurularak, Kıbrıs meselesi yüzünden Türkiye ile Yunanistan arasında zaten gerilmiş olan hava büsbütün gergin bir hale geldi.
Provokatörlerin halkı galeyana getirmesi sonucu, 6 Eylül günü havanın kararmasıyla birlikte azınlık statüsündeki vatandaşların ev ve işyerlerine yönelik toplu saldırılar başladı.
Emniyet kuvvetlerinin yetersiz kalması sebebiyle, sabah saatlerine kadar devam eden yağma, saldırı ve tahribat, İstanbul'un belirli noktalarını adeta savaş alanına çevirdi.
Rum nüfusun yoğunluk teşkil ettiği başta Şişli, Beyoğlu, Kumkapı, Yedikule ve Samatya olmak üzere, muhtelif semtlerinde binlerce ev ve işyeri tahrip edilerek değerli eşyaları yağmalandı.
Bu arada, 15 kadar Rum ve bir Ermeni vatandaşın öldürüldüğü, 30'dan fazla Rum vatandaşın da ağır şekilde yaralandığı tesbit edildi.
Bir uydurma haber sonrasında gelişen hadiseler zincirinin bu ağır faturası, ne yazık ki, Demokrat Parti hükümetine yüklenilmeye çalışıldı.
Zira, asıl maksat, bu hükümeti yıpratmak, icraatini zora sokmaktı.
Zararlar tazmin edildi; ancak...
Provokatörlerin zor durumda bıraktığı Demokrat Parti hükümeti, her ne kadar mağdur olan vatandaşların zararını milyonlarca lira ödeyerek tazmin etmiş ise de, bu hadiseden sonra bilhassa Rum asıllı vatandaşların gruplar halinde İstanbul'u terk etmelerine kimse mani olamadı.
Benzer hadiselerin tekerrüründen korkan Rum ve bir kısım Ermeni vatandaşlar, ilk fırsatta Türkiye'yi terk etmeye yöneldi.
Haliyle, bu durum Türkiye'nin milletler nezdindeki prestijini sarstı ve ağır şekilde yaralamış oldu.
İslâm dininin prensipleriyle de zerrece bağdaşmayan bu vahşiyane davranış, ne yazık ki, bir hiç uğruna yaşandığı gibi, ülke ve millet olarak ayrıca bizi hiç hak etmediğimiz ağır bir zan ve töhmet altına sokmuştur.
Sonradan kimi itiraflarla da anlaşıldı ki, yakın tarihimize bir kara leke olarak geçen bu vakıa, gerçekte gizli servislerin çok ustaca tasarlayıp uygulamaya koyduğu hainane bir plândan ibarettir.

On dört yıl boyunca 17 bin 300 kadar köy öğretmeni yetiştiren bu okulların kapatılması tarihi ise, 27 Ocak 1954.
Zaman içinde sayısı yirmiyi geçen bu okulların en meşhûr olanı, Ankara'nın yanı başında kurulan Hasanoğlan Köy Enstitüsüdür.
Diğerleri ise, Türkiye'nin muhtelif bölgelerinde, özellikle demiryoluna yakın köylerde tesis edildi.
Köy Enstitüleri hakkında toptancı bir yaklaşımla değerlendirme yapmak doğru olmaz. Zira, bu okulların çok fenâ yönleri yanında bazı faydaları da görülmüştür.
Meselâ, köy çocuklarının zaten içinde bulundukları tarım ve ziraat sahasında hem teorik, hem de pratikte daha bilinçli şekilde yetiştirilmeleri, köylülerin de bunları örnek alarak daha modern ve kaliteli üretim yapmaya yönelmeleri, nisbî bir fayda sağlamıştır, denilebilir.
Buna mukabil, dinî, ahlâkî ve kültürel sahada özden sapma, hatta sapıklığa meydan verme şeklinde görülen öylesi uygulamalar olmuştur ki, tam bir yüzkarası niteliğinde.
Zaten, bu okulların kapatılmasında en büyük gerekçe de bu olmuştur.
Öyle ki, ilk on yıllık sürenin ardından, bu enstitüleri açtıranlar dahi yaptıklarını savunamaz bir duruma gelmişlerdir.
Meselâ, Anadolu köy çocuklarının müzikte en yatkın oldukları saz ve kaval çalmayı ve bu çalgılar eşliğinde halk müziğini geliştirmek yerine, bu çocuklar daha çok Avrupaî tarzı yansıtan mandolin ve akordeon çalmaya zorlanmışlardır.
Beterin beteri ise, ekseriyeti yatılı olan Köy Enstitülerindeki kız ve erkek öğrencilerin karma eğitime tabi tutulması ve bu gençlerin yine bozulmuş Avrupa’nın ahlâk normlarını bile zorlayan din dışı bir hayata alıştırılmaya zorlanması olmuştur.
Nitekim, bu okullarla ilgili olarak o dönemde yapılan tenkitlerin başında bu husus geliyor.
Müslüman halkın tepkisi de "Çocuklarımız bu okullarda dinsiz, imansız, ahlâksız birer komünist haline getiriliyor" şeklinde yükselmiş, bu mânâdaki seslenişler yer yer ayyuka çıkmıştır.
Neticede, muhalefet partisinin bile artık savunamaz hale geldiği Köy Enstitüleri, 1954'te resmen kapatılarak tarihe karışmış oldu.
.
Demokratların dahildeki rakipleri

Demokratları içerden vurup takattan düşürmeye çalışan iki siyasî teşekkül daha vardı: Bunlardan biri, 1948’de kurulan Millet Partisiydi. Diğeri ise, 1955’te kurulan Hürriyet Partisi oldu.
Çok aciptir ki, bu her iki parti de 33 üye sayısıyla kuruldular ve ilk safhada Demokrat Partiden yekûn 28’er milletvekili transfer ederek Meclis’te grup kurdular.
Dolayısıyla da, bunlar, en büyük mücadeleyi yine Demokrat Partiye karşı yaptılar, yahut öyle yapmak durumunda kaldılar.
1. Blok: Türkçüler ve dindarlar
Millet Partisi, 1950'den sonra dindarlar ve milliyetçiler olarak iki kısma ayrıldı.
1948’de Fevzi Paşanın "Fahrî Başkan"lığında kurulan MP’nin mahkeme kararıyla kapatılması üzerine, 9 Şubat 1954'te Cumhuriyetçi Millet Partisi kuruldu.
1958'de, Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Türkiye Köylü Partisinin birleşmesi sonucu Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi teşkil edildi. Parti Başkanlığına da Osman Bölükbaşı getirildi.
Bir başka 9 Şubat'ta (1969) ise, bu parti bir kez daha isim ve lider değiştirerek, Alparslan Türkeş Başkanlığında Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ismini aldı.
* * *
Büyük Doğu, Sebilürreşad, Ehl-i Sünnek, Büyük Cihad ve Serdengeçti gibi dinî mecmuaların vargücüyle desteklediği Millet Partisinin "Laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği" gerekçesiyle, hakkında kapatma dâvâsı açıldığı aynı süre içinde, partinin dindar kanadını teşkil eden grup ise, 1951'de İslâm Demokrat Partisini kurdu.
Necip Fazıl’ın en yakın arkadaşı, Büyük Doğu’cu Cevat Rıfat Atilhan liderliğindeki bu parti de, özellikle Malatya Hadisesinden (Üzmez’in Yalman’ı vurması) sonra yine aynı gerekçeyle mahkemelik olduğundan dolayı, 2 Mayıs 1954'te yapılan seçimlere katılmadı. Ancak, siyasî tercihini kendine en yakın gördüğü CMP lehinde kullandı.
Üç partinin yarıştığı seçim bu seçimin sonucu, aldıkları oy oranı itibariyle şu şekilde kesinleşti: DP % 57; CHP % 35; CMP % 4.8. Oyların geri kalan kısmını Bağımsızlar ile Türkiye Köylü Partisi aldı.
2. Blok: Hürriyet Partisi hareketi
Yirmi yedi sene boyunca tek parti sultasıyla ülkeyi idareye çalışan Halk Partisi, demokratik sistemin işleyişine paralel şekilde gücünü, iradesini kaybetti. 1950 ve 1954 seçimlerinde kelimenin tam anlamıyla hezimete uğradı.
Görünen köy kılavuz istemezdi. Halk Partisi, bu gidişle ömrü billah daha iktidar yüzü göremezdi. Onun çeyrek asırlık şeflik devrinde maddî-mânevî büyük yaralar alan bu millet, kendi iradesiyle onu bir daha iktidara getirmek istemiyordu.
Bu fecî durum karşısında bir çıkış yolu arayan Halk Partisi, 1954 yılı hezimetinin ardından, MP versiyonlarını el altında desteklemenin dışında, ayrıca iktidardaki Demokrat Partinin iç bünyesini de karıştırmaya yöneldi.
1955'te, Meclis'te "basın hakları"nın görüşüldüğü bir oturumda, şiddetli münakaşalar yaşandı. Demokrat Partinin hariçten çengel atılmış bazı milletvekilleri, muhalefetle ağız birliği yaparak, kendi partilerini yerden yere vuran konuşmalarda bulundu.
Bir süre sonra partilerinden ayrılan bu kimseler, yeni bir siyasî teşekkül kurmaya yöneldi. Aynı yıl içinde önce on dokuz milletvekili DP'den istifa etti. Bu kimseler, CHP'nin de desteğiyle Hürriyet Partisi (HP) isminde yeni bir parti kurdu.
DP'den istifalar devam etti. HP Meclis'te grup kurdu. 20 Aralık 1955'de bu partinin grubu 28 üyeye ulaştı. Hepsi de DP'den istifa eden kişilerdi.
İşte, DP'den ayrılarak Meclis'te grup kuran HP'nin önemli bazı siyasîleri: Lütfi Karaosmanoğlu, Turan Güneş, İbrahim Öktem, Cihat Baban, Fethi Çelikbaş, Ekrem Alican, Raif Aybar, Enver Güreli, Kasım Küfrevi, E. Hayri Üstündağ, Ziyat Ebüzziya.
O günlerde, Nadir Nadi'nin sahibi olduğu Cumhuriyet gazetesi de, bu partinin çıkışına ve özellikle 1957 seçimlerindeki faaliyetlerine büyük destek veriyordu. Nadir Nadi, ayrıca Ankara'da çıkarmış olduğu Yeni Gün isimli gazetesini HP'nin yayın organı haline getirdi.
Araştırmalarımız esnasında, Hürriyet Partisine büyük ölçüde destek veren şu önemli isimlere de rastladık: Şerif Mardin ve Hüsamettin Cindoruk.
DP'li diye bilinen Cindoruk'un HP'ye olan desteğinin gerekçesi, DP'nin kongrelerini aksatmasıydı. Bunu, kendisi de çıktığı tv programlarında açıkladı.
Şerif Mardin ise, yıllar sonra o zamanki yaptıklarından pişmanlık duyarak, içine düştüğü durumu şu sözlerle izah etti: "Hürriyet Partisi 1954'de kuruldu ve ben başından itibaren içindeydim. Çok ilginç kurucuları vardı. Üniversite yıllarında faşizmin çok lanetlendiği ortamlarda bulunmuştum. En büyük korkumuz faşizmdi. O zaman çok yanlış bir değerlendirmeyle Adnan Menderes'in hareketinin faşizmin bir belirtisi olduğuna inandık ve karşı çıktık. Anayasal özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı koymak doğruydu ama bunu 'faşizmin ucu gözüktü' şeklinde değerlendirmek de yanlıştı. 'Devlet nasılsa komünizmle uğraşıyor, ama faşist tehlikenin farkında değil, onlara biz hatırlatalım' diye yola çıkmıştık." (Ruşen Çakır'la röportaj, Vatan gazetesi, 15 Mayıs 2007)
Hiç kimsenin aksi iddiada bulunmadığı bu durum, talebelerinin de dahil olduğu pekçok kimsenin şahitliğiyle sabittir.
Bu kez dört parti yarıştı
1957 genel seçimlerine şu dört parti iştirak etti: Demokrat Parti, C. Halk Partisi, C. Millet Partisi ve Hürriyet Partisi.
Bu partilerin oy oranları ile Meclis'te üye sayısı şu şekilde gerçekleşti:
CHP: % 41 ile 178 milletvekili
CMP: % 7 ile 4 milletvekili
HP: % 4 ile 4 milletvekili.
Toplam: 610 milletvekili.
* Hürriyet Partisi (HP), DP'den ayrılan bir grubun kurduğu parti olup, CHP tarafından el altından finanse ediliyordu. (Seçimde hüsrana uğrayınca, mal varlığıyla birlikte CHP'ye iltihak etti.)
* Lütfi Karaosmanoğlu liderliğindeki HP, DP'yi bölmek maksadıyla kurulmuş ve faaliyetini Burdur-Isparta yöresinde yoğunlaştırmıştı... Bediüzzaman'ın bulunduğu Isparta'da başarısız oldu; ancak, 4 kontenjanı bulunan Burdur'da tulum çıkardı. (E. Alican, F. Bozbeyli, bu akımın takipçileri oldu.)
e katılamayınca, bu gruplara bağlı seçmenlerin çoğu, ikinci tercihleri olan CMP'ye yöneldi. Bu yöneliş, Necmettin Erbakan’ın siyaset sahnesine çıkması tarihine kadar devam etti.
.
Tugay Camii’ne cuntacı darbesi

)
Hemen ardından, inşaat çalışmalarına başlandı. Mabedin temeli yükselip tam şekillenmeye başlamıştı ki, 27 Mayıs Darbesi (1960) yapıldı.
Demokrat iktidarı silâhlı darbe sonucu deviren askerî cunta, yapılan her hayırlı hizmete yine aynı darbe mantığıyla yaklaştı.
Bu cümleden olarak, Isparta Tugay Camii'ne de alçakça bir darbe vurdu ve bitirilmeye çalışılan inşaatı durdurdu.
Cami için ayrılan yer, halen boş duruyor. Ümit ve temenni ederiz ki, bu caminin inşasına günün birinde yeniden başlanır.
Temel atma merasimi
.
Isparta İmam-Hatip Okulu'nda Kur'ân Hocası ve Kesikbaş Camiinde imamlık yapan Hafız Feyzi Efendi, Üstadımıza geldi. Tugay Camii temelinin atılacağını, Üstadımızın da gelmesini rica etti. Barla'ya hareket etmek üzereyken, Üstadımız Hafız Feyzi'yi kıramadı. 'Peki gideceğiz' dedi.
Isparta'nın ileri gelenleri hep oradaydı. Üstadımız da kalabalığın içine girdi. Tugayın subayları Üstad’a bakıyorlardı. Çünkü hiç böyle bir zat görmemişlerdi. Kılık-kıyafeti (sarığı) şeair-i İslâmiyeyi gösteriyordu.
Elinde şemsiyesi, gözünde güneş gözlüğü vardı. Biz de Zübeyir Ağabey ve Mahmut Çalışkan ile Üstadımızın arkasındaydık.
Bütün nazarlar Üstadımızın üzerindeydi. Herkes birbirine 'Bu zat kim?' diye soruyordu. Bir yüzbaşı koşarak bir sandalye getirdi ve 'Buyurun efendim, oturunuz' dedi. Üstad da kendisine teşekkür ederek oturdu.
Tugay komutanı çok güzel bir konuşma yaptı. Üstadımız da dinledi.
Konuşması bittikten sonra Tugay Komutanı Üstadımızı işaret ederek, 'Hoca Efendi camiye harcı koysun' dedi. Üstadımıza Zübeyir Ağabey malayı doldurdu, verdi. Üstad 'Bismillah' dedi ve harcı attı. Bizler de Üstadımızın arkasındaydık.
Tugay Komutanı Feyzi Fırat Bey, Üstadımıza ve Isparta halkına teşekkür etti. Ondan sonra birçok subay Üstada karşı hürmetle alâkadar oldu... Biz Isparta ve Barla'ya giderken, Üstadımız subaylara ve erlere daima eliyle selâm verirdi.
Hattâ, Isparta'nın içinde orduevi vardı, oradan geçerken Üstadımız subayları gördüğünde daima onları selâmlardı. Onlar da Üstadın selâmını ayağa kalkarak alırlardı.
Üstadımız askerleri çok sever, fazla alâkadar olurdu. Tugay Camiinin yapılmasını çok arzu ediyordu ve çok memnun olmuştu. Cami temeli kalkmaya başladı. Maalesef 27 Mayıs ihtilâli oldu ve cami kaldı. Yeri hâlâ boş duruyor." (Son Şahitler-III, s. 91)
Alenî oy kullanma sebebi
Halk Partisi Reisi İsmet Paşa, 1957 yılı Ekim ayı sonlarında yapılan genel seçimlerde Demokrat Partinin içerden bölünmesi için gayet sinsice bir plânı devreye soktu. El altından kurdurmuş olduğu Hürriyet Partisini sırf bu maksatla var gücüyle destekledi.
O günlerde Isparta’da bulunan Üstad Bediüzzaman ise, herkesi şaşırtan bir davranış sergileyerek, hasta haliyle sandık başına gitti ve oradaki hazirunun gözleri önünde Demokrat Partiyi tercihen oy kullandı.
Son şahitlerden Vanlı Selahaddin Akyıl, o günlerin bir canlı şahidi olarak şunları anlatıyor:
"1957 yılıydı. Isparta'da Üstad'ı ziyarete gittik. Bizi kabul ederek hasbihalde bulundu.
“...Daha sonra Hüsrev Ağabeyin ziyaretine gittik. O da, 'Beni değil, Kur'ân'ı ziyarete gelmişsiniz' dedi ve Kur'ân'ı gösterdi.
"Burdur'da Hürriyet Partisi seçimi kazanmıştı. Isparta'da da kazanacaktı. Fakat, Üstad Bediüzzaman'ın sandık başına gitmesi ve oyunu (alenen) DP'ye kullanması, onu (HP'yi) çökertmişti. Onun için, bize en çok hücum eden Hürriyet Partililer olmuştu.
“Hüsrev Ağabey, bu meseleye temasla, tasvipkâr olmayan bir tavırla, 'Üstad sandık başına gittiği için, bize hücûm geliyor' dedi." (Son Şahitler-4, s. 199.)
Bu ifadelerden açıkça anlaşılıyor ki, Üstad Bediüzzaman'ın siyasî tavır ve mesleğini beğenmeyen, hatta sonraki yıllarda yine farklı davranışlar sergileyen Hüsrev Altınbaşak bile, Üstad Bediüzzaman'ın sandık başına gittiğini ve DP’yi alenî şekilde desteklediğini tasdik ediyor.
Hakikaten, HP'nin 1957 seçimlerinde Burdur, Isparta ve çevresini adeta siyasî kuşatma altına alarak canhıraş şekilde çalıştığı anlaşılıyor.
Ne var ki, Burdur'un tamamını almalarına mukabil, Üstad Bediüzzaman'ın bulunduğu Isparta'da umduklarını bulamayarak sukût-u hayale uğradılar.
Netice itibariyle hezimete uğradılar ve iki ay kadar sonra bütün mal varlığıyla birlikte CHP'ye iltihak edip tarihe karıştılar.
Necip Fazıl ve siyaset
Şiirde, edebiyatta ustalığı tartışılmaz derecede kabul gören Necip Fazıl’ın, ayrıca bilinmesi gereken siyasî ve ideolojik yönleri var.
Onu çok yakından tanıyanların da tasdikiyle, kendisini tarif için 1939’da “Antidemokrat/Antiliberal”, 1941’de “Allahçı” tabirini kullanan Necip Fazıl, 1963’te ise “kelimenin tam mânasıyla İslâmiyet” demektedir. (Mehmet Doğan, Y. Akit, 1 Mayıs 2013)
* * *
Yukarıda belirttiğimiz kaynakta görüldüğü gibi, Y. Akit yazarı Mehmet Doğan, dünkü “30 yıl sonra Necip Fâzıl” başlıklı yazısında, bizim de yıllardır nazara vermeye çalıştığımız bazı hakikatleri yüzde yüz doğrular mahiyette önemli bilgiler aktarıyor.
Bizim iddiamızın özeti şudur: Usta bir şair olan Necip Fazıl, fikirleri itibariyle de belli bir siyasî kesimin üstadı ve akıl hocasıdır. Bilhassa bugünkü siyasî iktidarın lider ve çekirdek kadrosu (Başbakan ve Cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere), ekseriyetle onun siyasî ve ideolojik fikirleriyle beslenmiş, hatta yaşı müsait olanların pekçoğu onun rahle-i tedrisinden geçerek siyaset meydanına atılmıştır.
İşte, bu iddiamızın bir ispatı mahiyetinde olarak, söz konusu Mehmet Doğan’ın Y. Akit’teki yazısından ilgili pasajlar:
“Necip Fazıl’ın vefatının üzerinden 30 yıl geçti. Bu tam bir nesil demek... ‘Üstad’ı şahsen tanıyanlar, konferanslarını dinleyenler, artık en azından orta yaşlarda. Gençlik ise, maalesef, Necip Fazıl’ı pek fazla bilmiyor.
“20. yüzyılımızın unutulmaması gereken en önemli isimlerinden biri Necip Fâzıl. Cumhuriyet’ten sonra üç nesil süren bir mücadelenin merkez isimlerinden.
“Hatta, siyaset öne alınırsa, ilk isim...
“Bugün Türkiye’yi yöneten siyasî akım, ona çok şey borçlu. Bu kadroda Necip Fâzıl’dan etkilenmeyen bir tek isim bile gösterilemez sanıyorum.
“30 yıl sonra Necip Fazıl’ın hatırlanması, düşüncesi ve mücadelesiyle genç kitlelere tanıtılması, şiirlerinin ezberlenerek hafızalara yerleştirilmesi yönünde ciddî çalışmaların yapılması gerekiyor. Bu sene vefat yıldönümüne yakın günlerde, Mayıs ayının sonlarına doğru Necip Fazıl’la ilgili çok sayıda faaliyetin yapılacağı anlaşılıyor.
“...Konya’da Necip Fazıl’ı anmak için vilayet, belediyeler, üniversiteler bir araya gelmişler. Bu faaliyetler Cumhurbaşkanlığının himayelerinde yapılıyor.” (Agg)
.
‘Güventürk cuntası’nı ihbar edene ceza

Demokrat Partinin 1957 seçimlerinde de zafer kazanarak tek başına iktidara gelmesinden, en az muhalefetteki CHP'liler kadar ordunun içindeki Halkçı ve ırkçı subaylar da rahatsız olmuşlardı.
Demokratik mücadele yöntemleriyle başarı kazanamayacakları ve kolay kolay iktidar yüzü göremeyecekleri kanaatine varan bu muarızlar, sonunda metod değiştirmeye yöneldiler. Yani, gayr–ı meşrû ve ant–i demokratik yollara tevessül etmeye başladılar.
Bu türden yönelişleri başında ise, cuntacılık faaliyeti geliyordu.
İşte, 1957 yılı sonlarında ucu görünen ve altı ay boyunca "sözde sorgulama"sı yapılan "Dokuz Subay Cuntası" hadisesi, hasıl olan şiddetli rahatsızlığın ve perde altında yürütülen kànun dışı faaliyetlerin bâriz bir tezâhürü idi.
Ne var ki, o dönemin en üst seviyesinde görev yapan siyasî ve askerî şahsiyetler (Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı...), uç veren bu vahâmetin farkına tam olarak varamadılar.
Bunun da önemli iki sebebi vardı.
Birincisi: İktidar kanadının, darbe tehlikesini çok uzak bir ihtimal görmesi.
İkincisi: Darbe heveslisi bazı üst rütbeli subayların (Org. Cemal Tural gibi) “cuntayı soruşturma ve sorgulama” adı altında meseleyi örtbas etme çabası.
Şimdi, esrarengiz şekilde yürütülen ve gereken hukukî işlem yapılmadığı için 27 Mayıs (1960) Darbesini netice veren bu hadisenin detaylarına geçelim.
Konuyu enine boyuna araştıranlardan biri de Can Dündar'dır. Dündar, 20 Temmuz 2008 tarihli Milliyet'teki köşesinde, "Dokuz Subay Cuntası"nın başlangıç safhasına dair şunları yazdı:
"(1957 seçimlerinden sonra) Ordu içinde ihtilâlci cuntalar türemişti. Bunlar darbe için fırsat kolluyordu. Müdahale plânı yapanlardan biri de Kore’den yeni dönmüş olan Faruk Güventürk’tü.
İhtilâl plânları yapanlar, daha 1954’te Güventürk’ün kapısını çalıp klasikleşmiş bir darbeci sorusu olan 'Gidişatı nasıl görüyorsunuz?'la nabız yoklamışlardı. 'Beğenmiyorum' cevabı, derhal bir örgüt selâmına dönüşmüştü: “Öyleyse birlikte bir teşkilât kuralım.”
Bu kadar basitti işte... Hemen üye yazımına başladılar. “Dürüst, yetenekli, güvenilir arkadaşlar” cemiyete kaydedildi.
Yazılı hiçbir metin tutulmayacak, hücre teşkilâtı şeklinde çalışılacak, hücreler birbirine eklenerek zincirleme büyüyecekti.
Yeni örgüt, o dönem Ankara’da kök salan Albay Talat Aydemir ekibiyle buluşunca iyice genişledi.
Yarbay Güventürk, girdikleri işin gerçek adını koydu: “Bu, bir ihtilâl teşkilâtıdır. Sonunda ya iktidara, ya darağacına gideriz.” Bunun üzerine ihtilâl yemini ettiler.

Yarbay Güventürk'ün öncülüğünde yürütülen gizli faaliyet, nihayet gelip "Lider kim olacak?" noktasına dayanmıştı.
Cuntacıların aklından geçen ilk isim, hiç şüphesiz İsmet Paşaydı. Bu yöndeki niyetlerini Paşaya izhar ettiler. İnönü, kendisine dolaylı yoldan yapılan teklifi kabul etmedi. Ancak, bu demokrasi dışı faaliyetin önüne geçme teşebbüsünde de bulunmadı. Esasında buna niyeti de yoktu.
(Ara notu: Darbe yapan cuntacılar, 1961'de Menderes'i idam ettirdikten sonra, İsmet Paşayı da 4 yıllığına başbakanlık koltuğuna oturttular.)
Güventürk'ün ikinci sıradaki tercihi Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin'di.
Bu da kabul gördü. Zira, cuntacılar onu da kendilerine yakın görüyordu. Ama, acaba yapılacak olan teklifi kabul edecek miydi?
Bu maksatla randevu alındı. Yardımcılarını da yanına alan Güventürk, makam arabasıyla giderek Bakan Ergin'in kapısını çaldı. Bundan sonrasını ise, bizzat Güventürk'ün kendisi Can Dündar'a şöyle anlatmış:
“Silâhım belimdeydi. Kapıda cip bekliyordu. Eğer ‘Tuttum, muttum’ deyip tevkife yeltenirse, Bakan’a suikast yapacağım, oradan aşağıya ineceğim. Ciple Bolu ormanlarına gideceğim.”
Güventürk’ün bir güvencesi vardı: Bakanın emir subayı Adnan Çelikoğlu da “teşkilâttan”dı. Bir şey olursa o da kapıda duracak ve yardımcı olacaktı. Makama girdiğinde lâfı biraz dolandırıp “Gidişatı nasıl görüyorsunuz?” mevzuuna geldi: “Efendim, siz askere çok yakınsınız. Biz de sizi çok severiz. Önünüzde bir tarih nehri akıyor. Bu tarih nehrinin şerefini, şanını üzerinize alabilirsiniz. Gelin bize lider olun. Biz, bu iktidarı devirmek istiyoruz.”
“Beni bulaştırmayın, siz buyurun!
Olacak iş değildi; ama Ergin şaşırmış görünmedi. Munis bir edayla şunları söyledi: “Söylediklerinizde haklısınız. Fakat ben bir kasaba avukatıyım. Benim karakterim buna müsait değil. O bakımdan siz isterseniz yapın. Beni karıştırmayın.”
Parodi burada da bitmedi.
Bakan Ergin, bu görüşmeden çıkıp Bakanlar Kurulu toplântısına girdi. Toplântıda Menderes, kendisine yeni ihbar edilen bir ihtilâl hazırlığını açıkladı.
Samet Kuşçu adlı bir binbaşı, cuntacı 9 subayın adını vermişti: 3 albay, 4 binbaşı, 1 yüzbaşı ve Faruk Güventürk...
Ergin, bu son ismi duyunca, “Ben biraz önce kendisiyle görüştüm. Bana cuntanın liderliğini teklif etti” demedi tabiî...
Bir ara istifaya yeltendi. Bunu, teşkilât üyesi emir subayı engelledi. “Yapma, etme” diye razı ettiler. Vazgeçti. Teşkilâtı da ele vermedi.
* * *
Neticede, hükûmet yetkilileri Samet Kuşçu'yu konuşturup cuntacıların plânlarını polis nezaretinde ortaya çıkarmasını istedi.
Acemice yapılan çalışmalar neticesinde, ismi verilen 9 cuntacı subay hakkında usûlen de olsa soruşturma başlatıldı.
Bu arada, deşifre olan subaylara, yukarıdan da emir geldi. Bundan böyle irtibatlıymış gibi görünmemeleri tavsiye edildi.
Ancak, yine de dâvâ açıldı ve cuntacılar 26 Mayıs 1958'de Polatlı Topçu Okulu’nda askerî hakimin karşısına çıkarıldı.
Mahkemede, hakimi de tehdit etmekten çekinmeyen Güventürk'ün "1 numaralı kişi" olduğu ortaya çıktı.
Buna rağmen, altı ay devam eden duruşmalar neticesinde, Güventürk ve yol arkadaşları değil de, onları ihbar ederek plânlarının akim kalmasına sebebiyet veren Binbaşı Samet Kuşçu cezalandırıldı.
İhbarcı Kuşçu, “Orduyu isyana teşvik”ten iki yıl hapse mahkûm edildi.
Güventürk ve cuntacı arkadaşları ise, ne gariptir ki terfi kazanmaya devam etti. Üstelik, 27 Mayıs Darbesinin de en gözde adamları arasında yer aldı.
1992'de ölen Güventürk, 1969'da Korgenerallikten emekli oldu.
.
Mısır’dan Pakistan’a darbeler zinciri

Mısır’daki İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) cemiyeti, Cemal Abdünnasır’ın iktidarı zamanında (1950–60'lı yıllar) büyük sıkıntılar çekti, çok ağır darbeler yedi.
Bu mümtaz cemiyet yahut teşkilâtın mensupları, iktidarı ele geçirmeye meyilli olduklarından, başta Mısır olmak üzere ve diğer bazı Arap hükümetleri tarafından da hep sakıncalı olarak görüldüler.
İslâmı her hâl û kârda yaşama ve yaşatmayı temel gâye edinen Müslüman Kardeşler, siyasete fazla eğildikleri için zaman zaman pek büyük tazyik ve taarruzlara maruz kalmışlardır. Bir dönem Suriye'de on binlerce teşkilât mensubu gaddarca katledildi.
Nasır ve İhvanlar
Mısır, 1950'den evvel krallık sistemiyle yönetiliyordu. 30 yıldır bağımsız görünmesine rağmen, ülke genelinde eski sömürgeci anlayışın sistematik hakimiyeti büyük çapta yine devam ediyordu.
Yönetimin başında Kral Faruk vardı. Ancak, 26 Temmuz 1952'de gerçekleştirilen bir askerî darbe neticesi krala da, kraliyete de son verildi. Böylelikle, sözde “Cumhuriyet” ilân edildi.
Darbenin ardından, Tümgeneral Muhammed Necib devlet başkanı oldu. Ancak iki yıl sonra, yani 25 Şubat 1954'te Cemal Abdünnasır yönetime el koyarak Necib'i görevden uzaklaştırdı.
Nasır, son derece riskli ve tehlikeli bu dönemde İhvan-ı Müslimin ile işbirliği yaptı. İktidardakileri devirmek için birlikte çalıştı. Ne var ki, ipleri ele geçirdikten kısa bir süre sonra tavır değiştirdi. Müştereken hareket ettiği bu kesimden insanlara acımasızca kıymaya başladı.
Abdünnasır dönemi, tam bir baskı ve zulüm devresidir. Abdulkadir Udeh ve Seyyid Kutub başta olmak üzere çok sayıda Müslüman âlim ve mütefekkir, onun diktatörlük zamanında tutuklandı, hapse atıldı ve sonunda (1967) idam edildi.
Müslüman Kardeşler cemaatinin mensupları, bu zulümlü dönemde ya bir şekilde öldürüldüler, ya da hapse atıldılar.
Abdünnasır, sosyalist anlayışa dayalı bir Arap milliyetçiliğini savunuyordu. İhvan-ı Müslimin ise, siyasî İslâm iktidarını hedeflemiş durumdaydı. Eski rejimin yıkılmasında birlikte hareket eden bu iki cereyan, hakimiyetin paylaşımında anlaşamayarak birbirine düşman kesildi.
Netice itibariyle, darbecilikte sosyalistler galip geldiği için, dindarlar cebren diskalifiye edildiler, uzun yıllar baskı ve tarassut altında tutuldular.
2010’lu yıllarda baş gösteren şiddetli sancılar ve hemen ardından yaşanan büyük kitle gösterileri, yeni bir doğuşun habercisi gibi.
Ne var ki, bu yeni gelişmelerin bundan sonra nasıl bir seyir takip edeceği ve yönetim şeklinin nasıl bir sisteme oturtulacağı henüz net olarak bilinemiyor.
Mısır’ın her türlü totaliter, diktacı ve istismarcı cereyandan arınarak, İslâmiyet ile barışık hür ve demokratik bir sisteme geçmesini temenni ederiz.

Mısır’da bu dahilî sıkıntı ve çalkantılar devam ederken, daha beter sarsıntıların diğer İslâm ülkelerinde de zuhûr etmeye başladığını görmekteyiz.
Şöyle ki: İngiltere’nin de el altından teşvikiyle 1947’de Hindistan'dan ayrılan Pakistan, daha hürriyet ve istiklâlin tadını çıkaramadan kanlı bir ihtilâl sürecinin içine düştü.
Ordunun başındaki Eyüp Han, Devlet Başkanı İskender Mirza'yı devirerek, 8 Ekim 1958’de ülke idaresine el koydu.
İşte, o günden itibaren, aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, kardeş Pakistan kendine bir daha gelemedi ve kanlı darbelerin belâsından yakasını bir türlü kurtaramadı. Tekerrür edip duran darbe çilesi yıllarca devam edip gitti.
Pakistan'ın çilesi bununla da bitmedi. Hindistan'daki İngiliz sömürgesinin son bulması yolunda büyük çaba sarf eden Müslüman Pakistan halkı, önce ayrı bir coğrafyaya hapsedilerek Hindistan'dan koparıldı.
Ardından, kendi içinde kargaşa çıkartılarak bölünmenin eşiğine getirildi. Ülkede iç savaş tehlikesi başgösterdi. Doğu ve Batı Pakistan halkı birbirine düştü.
Doğu Pakistan tarafı, 1971'de merkezden ayrılarak Bengladeş ismiyle bağımsız bir yönetim olduğunu dünyaya ilân etti.
Hedef, İslâm Birliği
Pakistan'da son yarım asırlık süreçte üç-dört kez kanlı darbenin yaşanması ve iç kargaşanın içine sürüklenmesi, bilhassa dış dinamiklerin etkisiyle olmuş görünüyor.
Şüphesiz, içerde de potansiyel anlamda bir huzursuzluk ve memnuniyetsizlik halinin hissesi vardır.
Ancak, ülkede yaşanan sıkıntının en mühim sebebi olarak, 1955'te kurulan Bağdat Paktını görmek mümkün.
Türkiye, İran, Irak ve Pakistan arasında kurulan bu ittifakın imzalanmasından kısa bir süre sonra, bu Müslüman ülkelerin tamamında iç karışıklıklar çıkmaya başladı.
1950'li yılların sonları ile 1960'lı yılların başlarında, bu ülkelerin hepsinde kanlı ihtilâllerin yaşanması ve o pakta imzâ koyan, yahut emek veren hemen bütün devlet başkanları, başbakanlar ile hariciye vekillerinin devrilmesi, öldürülmesi, idam edilmesi, yahut en ağır cezalara çarptırılması, bir “tesadüfî gelişme” şeklinde görülemez ve o mânâda yorumlanamaz.
Dikkat buyurun: Türkiye-Suriye sınırına mayın döşenmesi dahi, "İttihad-ı İslâm"ın bir nüvesi mahiyetini teşkil eden Bağdat Paktının imzalanmasından hemen sonra (1956) olmuştur.
Ardından, Temmuz 1958’de Irak’ta, yine aynı sene içinde Pakistan’da ve iki sene sonra (1960) da Türkiye’de kanlı hükümet darbeleri gerçekleştirilerek, henüz yeni filizlenmeye başlayan İslâm Birliği yapısı baltalanmaya çalışıldı.
Neyse ki, 1969’da bugün ismi İslâm İşbirliği Teşkilâtı (İİT) olan Müslüman ülkeler birliği kurularak, hasıl olan o derin boşluk yeniden doldurulmaya başlandı.
İİT, umulduğu beklenildiği kadar bir tesir gücüne sahip olmamakla birlikte, coğrafi genişliği ve üye sayısı itibariyle Birleşmiş Milletler’den (BM) sonra ikinci büyük uluslararası teşkilât niteliğine sahip bulunmaktadır.
.
Kıbrıs’ta diplomatik zafer

Müslümanlar ve İngilizler
Tarih boyunca Türklerin, Osmanlıların ve hemen bütün Müslüman kavimlerin İngilizlere yardımı olmuş ve faydası dokunmuştur.
İngilizler ise, denilebilir ki bu insanî muamelenin tam tersini yapagelmişlerdir.
Müslüman devletlerin çoğu, İngiltere'ye hep "dost ülke" nazarıyla bakmışlardır.
İngiltere (veya Birleşik Kırallık) ise, yine bunun tam tersini yaparak, İslâm âlemini hep "düşman blok" şeklinde görmüş ve öyle de göstermeye çalışmıştır.
Bu gerçeğin bir ifadesi şudur: İslâm coğrafyasını her fırsatta işgal eden ve yaklaşık 200 sene müddetle Müslüman ülkelerin birçoğunu sömürgeleştiren devletlerin başında İngiltere geliyor.
Öyle ki, uzun müddet bu zalim ve gaddar devletin bir "Sömürgeler Bakanlığı" dahi olmuştur. Bir zamanlar bu bakanlığı da yönetmiş olan eski başbakanlardan William Ewart Gladstone (1809–19 Mayıs 1898), İngiliz Parlamentosunda Kur'ân'ı elinde göstererek şunu söyleyebilmiştir: “Bu Kitap, Müslümanların elinde oldukça onlara hâkim olamayız. Ne yapıp etmeliyiz, ya Kur'ân'ı ortadan kaldırmalıyız, yahut Müslümanları ondan soğutmalıyız."
Kur'ân'ın ve Müslümanların onlara hiçbir zararı dokunmamasına rağmen, İngilizlerin İslâma olan bu kaskatı düşmanlığının sebebi nedir?
Bir yandan bu önemli suâlin cevabını düşünürken, bir yandan da bugünkü konumuz olan "Kıbrıs'ın işgali" sürecine kısa bir nazar gezdirelim.
Kıbrıs'ın yeni hakimi Birleşik Krallık
Tarih, 1 Temmuz 1878. Bu tarihte, Kıbrıs'ın toprak mülkiyeti Osmanlı’da kalmak üzere, adanın yönetimi–muvakkaten–Birleşik Krallığa devredildi.
İşin bu noktaya gelmesinin sebebi şudur:
Tarih kayıtlarına "93 Harbi" diye de geçen Osmanlı–Rus Harbi (1877–78) esnasında, Osmanlı Devleti, tarihinin en büyük mağlûbiyetini yaşadı.
"Küçük Kıyâmet" diye de adlandırılan bu çetin savaş sebebiyle, Çarlık Rusya'sı, gerek Kafkaslarda ve gerekse Balkanlardaki Osmanlı topraklarını işgal etti. Bu topraklardan Anadolu'ya tarihin en büyük muhacereti yaşandı.
Keza, toprak kaybının yanı sıra, sayıları yüz binleri bulan insan kaybı meydana geldi.
Balkanları aşan Rus orduları, Trakya'yı da geçerek Edirne'yi işgal etti ve ilerlemeyi sürdürerek tâ Yeşilköy'e kadar geldi.
Burada yapılan Ayastefanos Antlaşmasıyla, Rus kuvvetleri durdurulmaya çalışıldı. (3 Mart 1878)
Ne var ki, bu antlaşmanın şartları çok ağırdı. Genç Padişah Sultan Abdülhamid, yapılan antlaşmayı içine sindiremedi. Bu handikaptan kurtulmak için de, Avrupa devletleri nezdinde yeni bazı girişimlerde bulundu.
Çabalar işe yaradı ve neticede Berlin'de yeni bir antlaşmanın yapılması için, Almanya ve İngiltere ikna edildi. Rusya da bu yeni durumu kabul etmeye mecbur kaldı.
13 Temmuz'da imzalanan ve Ayastefanos Antlaşmasının şartlarını kısmen hafifletip Osmanlı lehine çeviren bu antlaşma öncesinde ise, İngiltere, Osmanlı devleti nezdinde birtakım girişimlerde bulundu ve bazı şartları ileri sürdü.
İşte, ileri sürülen bu şartların en ağır olanı Kıbrıs adasının istenmesiydi.
İngiltere, adanın mülkiyeti Osmanlı'da kalmak üzere, buranın yönetimine talip oldu. Talipliğin ötesinde, Osmanlı hükümetine şu dayatmada bulundu: Kıbrıs'ı vermezseniz, size değil Rusya'ya yardım ederiz. Böylelikle, Batum, Kars ve Ardahan'a ilâveten, bilhassa Ermenilerin meskûn olduğu yeni bazı vilayetleri de kaybetmek riskiyle karşı karşıya kalırsınız.
Osmanlı hükümeti, asırlarca dost elini uzattığı İngiltere'nin bu dayatmasına boyun eğmek ve isteklerini kabul etmek durumunda kaldı. Kıbrıs'ın idaresini İngiltere'ye verdi.
Adayı işgal eden İngiliz kuvvetleri, Birinci Dünya Savaşının çıkmasıyla birlikte, Kıbrıs'ın toprak mülkiyetini de ilhak etti.
İbrenin lehimize değişmesi
Kıbrıs'ta tâ 1878'de inisiyatifi ele geçiren ve bilâhare burayı resmen işgal eden İngiltere, her vesileyle koruyup kolladığı Rumlar'la bir müddet sonra anlaşmazlığa düştü.
Aralarındaki sıkıntıların artması sebebiyle, İngiltere, 1950'li yılların ortalarında adadan çekilme sinyalleri verdi.
Bu ise, Türkiye ile Yunanistan'ın yeniden karşı karşıya gelmesi demekti.
Bu fırsatı ganimet bilen Yunanistan, adanın tamamına göz diktiği için, Kıbrıs'ı ilhak (ENOSİS) etmek istiyordu.
Rumların nüfus yoğunluğunu da gerekçe gösteren Yunanistan, konuyu BM'nin Genel Kuruluna kadar taşıdı.
Türkiye'nin takip ettiği yol ise farklıydı. DP hükümeti, meseleye ciddiyetle eğildi ve Kıbrıs'ta yaşanan ihtilâfların öncelikle ilgili ülkeler (Türkiye, Yunanistan, İngiltere) nezdinde yapılacak diplomatik görüşmeler yoluyla bir esasa bağlanmasını istiyordu.
1954'te yaptığı girişimlerden bir netice alamayan Yunanistan, aynı meseleyi 1957'de tekrar BM'ye götürdü. BM Genel Kurulunda yapılan görüşmeler neticesinde, Yunanistan'ın tezi kesin sûrette red edildi.
Böylelikle, Türkiye'nin eli daha da güçlenmiş oldu. Mesele dönüp dolaştı ve neticede NATO'nun da gündemine taşınmış oldu.
NATO’nun devreye girmesi
NATO, kendi üyesi olan her iki ülkeye de arabuluculuk teklifinde bulundu. Tabiî, yine BM'nin bilgisi ve kontrolü dahilinde olmak üzere...
Neticede, Türkiye ve Yunanistan'ın dışişleri bakanları 18 Aralık 1958'de Paris'te yapılan bir NATO toplantısı vesilesiyle biraraya gelerek, yeni bir müzakere sürecini başlatmış oldular.
Bunu takip eden süreçte ise, ileriye doğru bir adım daha atıldı ve iki ülkenin başbakanları biraraya geldi.
Şubat 1959’da Zürih’te buluşarak Kıbrıs’ın devletler arası hukukî statüsünü belirleyen Türkiye ve Yunanistan'ın hükümet başkanları, hemen ardından bu durumu pekiştirmek ve sağlama almak maksadıyla Londra'da yeni bir toplantı yapma kararına vardılar.
Başbakan Menderes'in bindiği uçağın yere çakıldığı bu seferki görüşmede ise, masaya İngiltere temsilcisi ile Kıbrıs'taki Türk ve Rum cemaatlerinin liderleri de dâvet edildi.
İşte, en büyük diplomatik zafer, bu toplantı esnasında elde edildi. Türkiye için garantörlük, ittifak, yardım, adada asker bulundurma ve gerektiğinde müdahale etme hakkı tanıyan bu antlaşma, halen uluslar arası hukukî geçerliliği olan yegâne dayanaktır.
Diplomatik zafer darbe ile gölgelendi
Uluslar arası platformda Türkiye’nin kazanmış olduğu garantörlük hakkı, esasında DP iktidarının diplomasi kulvarında sürdürmüş olduğu olağanüstü çabanın bir neticesiydi.
İktidara geldiği 1950 yılından beri Kıbrıs meselesini yakından takip eden DP hükümetleri, tâ 1959 yılı sonlarına kadar aynı performansı sergiledi ve bunda da büyük başarılar kazandı.
Türkiye'nin, özellikle stratejik yönden fevkalâde büyük öneme sahip olan Kıbrıs dâvâsını gölgeleyen, hatta tökezleten sebepler zinciri, 1960 darbesiyle birlikte başladı ve günümüze kadar gelip dayandı.
Öyle ki, 1964 ve 1974'teki başarılı harekâta rağmen, uluslar arası hukuk platformunda ise, elli senedir ciddiye alınacak herhangi bir başarı maalesef hâlâ sağlanabilmiş değil.
.
Perde altında darbe hazırlığı

Yıkıcı muhalefet dönemi
1950 ve 1954 seçimlerinin ardından yapılan 1957 seçimlerinde de başarısız olup iktidar ümidini kaybeden muhalefetteki CHP, bu kez tutumunu alabildiğine sertleştirirek, kelimenin tam anlamıyla yıkıcı bir muhalefete başladı.
Aynı cümleden olarak, hem üniversite kadroları, hem de askeriyedeki bazı cuntacı subaylarla gizliden temas kurarak, DP iktidarını yıpratma kampanyasını başlattı.
CHP lideri İsmet Paşa, gittiği hemen heryerde, iktidar yanlısı vatandaşları tahrik edici söz ve hareketlerde bulunmaktan geri durmadı. Öyle ki, birçok yerde yaralanmalarla neticelenen çatışmalar yaşandı.
Bu arada, çoğu CHP yanlısı olan medyanın iktidar partisine gözdağı veren yayınları da had safhaya çıktı. Meselâ, muhalefetin ağzından çıkan "Zalimleri yıkmak için gereken cesaret bizim ordumuzda ve gençliğimizde vardır" şeklindeki sloganları açıktan açığa kullanmaya yöneldi. İsmet Paşa, böylelikle ordu ve üniversite ile birlikte medyayı da yedeğine almada büyük ölçüde başarılı oldu.
İşte, bütün bu gelişmeler, adım adım yaklaşmakta olan kanlı darbenin aslında ayak sesleriydi.
Öğrenci gösterileri
Darbeden bir ay kadar evvel, öğrencileri tahrik etmeye yönelik hazırlanan yeni bir plan devreye sokuldu.
Bu plana göre 28 Nisan 1960 günü İstanbul Üniversitesi bahçesinde toplanan üniversite talebeleri "Kahrolsun hükûmet, Menderes istifa" sloganlarını atmaya başladı.
Önce, devreye polisler girdi. Ancak, gerginlik yatışmadı, çatışma daha da hızlandı. Ardından, bir askerî birlik getirtildi. Askerler ile öğrenciler tam karşı karşıya gelmişti ki, aniden hiç umulmadık bir gelişme yaşandı. İki taraf bir birine sarmaş-dolaş oldular.
4000 civarındaki üniversite öğrencisi, var güçleriyle "Yaşasın ordu! Yaşasın Türk askeri" diye sloganlar atmaya başladı. İki taraf arasında hiçbir sürtüşme dahi yaşanmadan ayrıldılar.
Biraz sonra ise, tekrar Bayezid Meydanı’nda toplanan göstericilerle polisler arasında gerilim yaşandı. Patlatılan silâh sesleri arasında gürültü had safhaya ulaştı.
Bu hengâmede, Turan Emeksiz ismindeki bir Orman Fakültesi öğrencisinin polis kurşunu ile öldüğü iddia edildi.
Ondan sonra da iş tamamen kontrolden çıktı. Eylemler ve protesto gösterileri daha da artmaya başladı.
Nihayet, bir ay sonra, şartları iyice olgunlaştırılan o kanlı darbe gerçekleştirilmiş oldu.
Gürsel'in izne ayrılması
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel, askeriyede alınan şaşırtıcı bir kararla izne ayrıldı. Ankara'dan İzmir'e giden Gürsel'in izne ayrıldığı yönündeki bilgi, 6 Mayıs (1960) günü telsizlerle ordunun en küçük birimlerine kadar iletildi.
Bu, son derece garip ve tuhaf bir durumdu. Ankara'da gizliden gizliye bazı dolaplar çevrildiği belliydi; ama, acaba işin iç yüzünde ne vardı?
Gariptir ki, bir gün önce de "555K" şifresiyle, Kızılay Meydanı'nda da büyük bir gösteri düzenlenmiş ve sonlara doğru hükümet aleyhtarı sloganlarla iş çığırından çıkartılmıştı.
Esasında, bütün bunlar gizli bir plân dahilinde yürütülen faaliyetlerdi. Asıl hedef, darbe yapmak ve meşrû hükümeti iktidardan uzaklaştırmaktı.
Nitekim, Gürsel'in izne ayrılmasından tam 21 gün sonra, ordunun alt kademesindeki subayların tazyiki ile, bir askerî darbe yapıldı. Menderes'in başında bulunduğu Demokrat hükümet, silâh zoruyla devrildi.
Darbecilerin başında, Korgeneral Cemal Madanoğlu bulunuyordu. Genelkurmay Başkanı Org. Erdelhun, devre dışı edilmiş durumdaydı. İşte, çarpık olduğu kadar hiyerarşik sisteme de aykırı olan bu darbeden haberdar olan 3. Ordu Komutanı Org. Ragıp Gümüşpala, olup bitenlere adeta isyan etti. Darbenin başındaki komutanın Or. değil de Kor. olması hâlinde, Erzurum'dan ordusuyla birlikte Ankara'ya doğru harekete geçeceği tehdidinde bulundu.
İşte, bu korku sebebiyledir ki, İzmir'de bulunan Org. Gürsel, darbeye taraftar olmamasına rağmen, 27 Mayıs gecesi apar topar bir şekilde Ankara'ya getirtilerek, askerî cuntanın başına adeta monte edilmiş oldu.

Zira, Ayasofya açılsaydı, cuntacılar darbe yapmayı göze alamazlardı. Darbelerine herhangi bir kılıf uyduramazlardı.
Heyetle yapılan görüşme esnasında, Namık Gedik, bir askerî darbenin yapılacağına hiç ihtimal vermediğini söylüyor.
* * *
Öte yandan, bayıltılıncaya kadar içkence çektirilen ve 30 Mayıs (1960) gecesi Harp Okulu penceresinden aşağıya atılarak vahşice katledilen Namık Gedik'in başına gelen bu feci âkibeti hissetmişcesine ondan sitayişle bahseden Üstad Bediüzzaman, bir mektubunda ismini tam üç defa zikretmek sûretiyle, bir cihetiyle onu adeta ibrâ etmiş oluyor.
Emirdağ Lâhikası isimli eserinin 449. sayfasında Adnan Menderes ile Tevfik İleri'ye iki kez atıfta bulunan Bediüzzaman, "İslâmiyete ciddî taraftar" dediği Namık Gedik'in ismini ise, hem üçüncü kez zikrediyor, hem de Ayasofya Camiinin yeniden ibadete açılması için bilhassa kendisiyle görüşmek istediğini beyan ediyor.
Bu vesileyle, aynı eserde geçen darbe endişesine dair bir başka ifadeyi de iktibas etmekte fayda var. Son mektuplarından birinde, şunları söylüyor Üstad Bediüzzaman:
“Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlûp etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim. Ve İslâmiyet namına telâş ediyorum.
“Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir.
“...Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.” (Age, s. 387)
.
27 Mayıs: Hür iradeye darbe


