
Selçuklu’ya bağlı Kayı Beyliği’nin başında bulunan Ertuğrul Bey 1281’de vefat etti. Bu tarihine gelindiğinde, Selçuklu Saltanatının varlığıyla yokluğu arasında pek bir fark kalmamıştı. Moğollar (İlhanlılar), atadıkları valiler marifetiyle Anadolu’yu yönettikleri gibi, iki başlı hale (Kayseri, Konya) getirdikleri Selçuklu tahtına kimin geleceğini yine kendileri tayin ediyordu. Bu durumda, Osmanlı Beyliğinin istiklâliyetini ilân etmesinin önünde ciddi bir engel kalmamış görünüyordu.
*
Babası Ertuğrul Beyin vefatından sonra aşiretin başına geçen Osman Gazi, tasarlamış, olduğu idealleri yönünde hızlı ve azimli adımlar atmaya başladı: Bizans tekfurlarıyla yaptığı mücadelelerin hemen tamamında muzafferiyetler kazandı. Söğüt ile Domaniç arasındaki bölgeyi aldıktan, bilhassa İnegöl ve çevresini fethettikten sonra (1298), bağımsızlığını ilân etmeye karar verdi.
Bu karar, nihayet 27 Ocak 1299’da açıklandı. Böylelikle, Osman Gazi liderliğinde 600 küsûr sene ömür sürecek olan Devlet–i Aliyye–i Osmaniye kurulmuş oldu. (Haşiye)
*
Marmara Bölgesinde büyük fütûhat yapan ve ömrünün sonuna kadar zaferden zafere koşan Osman Gazi, 1326’da iyice yaşlanmış ve artık ölüm döşeğine yatmıştı. Ancak, o vaziyette bile Bursa’nın fethini düşünüyordu. Oğlu Orhan Gaziyi yanına çağırdı ve ona birkaç maddelik “baba nasihati”nde bulunduktan sonra şunu vasiyet etti: “Oğul Orhan! Bursa’yı aç, gülzâr eyle...”
Yani, oğluna Bursa’yı bir an evvel fethetmesini ve devletin merkezini Söğüt’ten buraya taşımasını tavsiye ediyordu. Nitekim, öyle de oldu...
Aynı sene içinde, harikulâde bir kuşatma ve dahiyane bir harp planıyla Bursa’yı fethedip gülzâr eyleyen Orhan Gazi, burayı Devlet–i Osmaniye’nin merkezi haline getirdi. Devlet adına ilk para da burada basılmış oldu.
*
Bursa’nın fethinden sonra, İstanbul’a yüklenmek yerine Rumeli’ye açılmayı ve böylelikle Bizansı ablukaya almak isteyen Osmanlı, bu maksada yönelik önemli adımlar attı. Öncelikle, Marmara’nın güneyindeki coğrafyada yerleşik durumdaki beyliklerle (Karesi gibi) haricî düşmana karşı ittifak kurdu. Hemen ardından, Gelibolu üzerinden Rumeli’ye geçiş harekâtına başladı.
Zaman içinde, Doğudan İstanbul Boğazına kadar gelip dayanan Osmanlı akınları, bir yandan da Rumeli’nin içlerine doğru hızlı bir fütûhat hareketini tahakkuk ettirdi.
Avrupa’ya karşı zaferle neticelenen Edirne–Sazlıdere (1363), Sırpsındığı (1364), I. Kosova (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444) ve II. Kosova (1448) Savaşlarından sonra, fetih sırası İstanbul’a (Bizans’a) gelmişti.
Bunu da, çağ kapayıp yeni bir çağ açan Fatih Sultan Mehmed yapacaktı. (1453)
Fatih’in torunu olan Yavus Selim ise, Şark coğrafyasında fütuhat yapacak ve kısa zaman içinde İslâm Birliği dâvâsını tatbikat sahasına koyacaktı.
*
Osmanlı Devleti, Kànunî Sultan Süleyman zamanında hemen her yönüyle zirveye çıktı. Rakip tanımayan bir devlet oldu. Zirve, bir bakıma dönüş demektir.
Bu gerçeğe binaen, Osmanlı Devleti 1570’lerden itibaren zirvede tutunmaya çalıştı. Ancak, Viyana Bozgunu ve hemen ardından imzalanan Karlofça Antlaşması’ndan (1699) sonra, devlet adım adım küçülmeye ve gerilemeye yüz tuttu.
Ondan sonra da, kısmî başarılarla birlikte büyük felâketler birbiri ardına sökün edip geldi. Ancak, bütün bu felâketlere rağmen, Osmanlı’yı haricî düşmanlar değil, dahilî fitne ve ihanetlerin yıktığı görüldü.
……………………….
(Haşiye) 18. Lem’â’da, Osmanlı Devleti’nin İslâmiyet nâmına sağılamış olduğu hâkimiyet devresinin yaklaşık 500 sene olduğu ifade ediliyor. Kuruluşundan tâ Yıldırım Bayezid zamanındaki Ankara Faciası (1402) sonrasına kadar olan süre “Bir nevi fetret devresi” şeklinde yorumlanıyo
.
Çetelerin üzerine neden gidilmiyor?

Bu hadisede kullanılan bazı tetikçiler derdest edildi. Ama, onları kullanan ve asıl cezalandırılması gereken azmettiricilerin üzerine bir türlü gidilmiyor, belki gidilemiyor, hatta belki gidilmek istenmiyor.
Bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da, bu hadisede asıl konuşması gerekenlerin garip suskunluğudur.
Açık ve net bir ifade ile söyleyelim: Çetelerin üzerine gitmeyen, yahut gidemeyen bir iktidar güçlü değildir; daha açık bir ifade ile, var olan gücünü hak, hukuk ve adâletin tecellisi için kullanmıyor. Bu ise, tam bir zaafiyet ve güvensizlik halinin göstergesi sayılır.
Geçelim, meselenin başka boyutlarını görüp izah etmeye…
*
Haricî saldırılara karşı teşkilâtlanarak mücadele veren kimselere “fedâi-yi vatan” denir. Ülke içinde muhalif görülenlere karşı teşkilâtlanan gruplara ise çeteci, mafya ve komitacı denir.
Bu tarz çeteciler ile komitacı yapılanmaları, başka memleketlerde de görünmekle beraber, ülkemizde mebzul miktarda mevcut.
Bizdeki komitacılar, daha çok “vatan-millet Sakarya” edebiyatı, yahut hamasetini kendilerine bayrak yaparak muhalif gördükleri kişi ve kurumlara karşı her türlü fenâlığı yapmayı üstün bir görev sayarlar. Hatta, tıpkı İttihatçı komitacılar gibi bu iş için “topluca yemin” dahi ederler. Tahripkâr ruhlu kimseler, bu “Yemin merasimi”nden sonra çeteye dahil olur ve aslî üye sıfatını kazanırlar. Bilhassa İttihat-Terakki Cemiyetinden beri bu iş genellikle öyle yapılıyor.
*
Çetecilerin ilk işi “çetele” tutmaktır. Kendilerinden olmayan, kendilerine zıt düşen ve bazen de kendilerine yakın gibi görünen “flaş isimler”in çetelesini tutarlar. Faaliyetlerini de bu çetele üzerinden yürütürler. Toplumda ses getirecek veya reaksiyonlara sebebiyet verecek bir isim listesini tanzim ettikten sonra, sıra “azmettireni meçhûl cinayetler”i irtikap etmeye gelir.
Evet, bunlar cana saldırı ve cinayet dahil gasb, soygun, rüşvet, yolsuzluk, hortumlama, vs... her türlü mel’âneti irtikap etmekten çekinmezler. Zira, kendilerini devletin biricik sahibi ve milletin en mümtaz seçkinleri olarak gördüklerinden, kendileri için herşeyi mübah sayarlar.
*
Çete, mafya, yahut örgüt illegal olduğu gibi, faaliyetleri de son derece gizli ve illegaldir. Tahmin edilemeyecek kadar büyük mevkilere, yüksek kademelere dahi nüfuz edebilirler.
İşte, bu karmaşık yapısından dolayıdır ki, çetelerle mücadele etmek, tesir gücünü minimize etmek kolay olmuyor. Buna rağmen, hükümet, devlet ve devletin meşru birimleri, illegal yapıların üzerine gitmeli, onları bertaraf edip sindirmeli, mümkünse kökünü kazıyıp “emniyet-i tâmme”yi sağlamalı. Aksi halde, devlet erkini elinde tutan ya muktedir değil, ya da var olan gücünü-kuvvetini hak ve adâletin tecellisi için kullanmıyor demektir.
Her şeye rağmen, biz yine de şu temenni ile noktayı koyalım: Allah, devletin meşrû kuvvetlerine, âdil mekanizmasına yardım etsin, onlara imkân-fırsat versin ve kolaylık sağlasın.
GÜNÜN TARİHİ Ocak sonu 1934
Bitlisli Zaro Ağa
Aslen Bitlisli olup İstanbul’da ikàmet etmekte olan Zaro Ağa 1934’te vefat etti. Doğum ve ölüm tarihi hakkında farklı kayıtlar bulunan Zaro Ağanın, vefat ettiğinde 160 yaşına merdiven dayadığını söylemek mümkün.
1775 Bitlis Mutki doğumlu olan üç böbrekli Zaro Ağanın mezarı Eyüpsultan Kabristanındadır. Kabristanın girişindeki meşhûrlar listesinde ismi yer almaktadır. Nokta itibariyle söylemek gerekirse, yirmiden fazla Nur Talebelerinin yanyana medfun bulunduğu yolun hemen başında sol tarafta yatmaktadır.
Bir buçuk asırdan fazla ömür süren Zaro Ağanın, yaşadığı tarih itibariyle sadece Türkiye’nin değil, muhtemelen dünyanın en yaşlı adamıdır.
.
Seyyidlik ve Seyyidlerin uyanışı

Aynı İlâhî takdir, Hz. Muhammed’in (asm) neslini de mübarek kılmıştır. Sonraki asırlarda gelen vazifeli imamların, mücedditlerin, müçtehidlerin, muhakkiklerin, müfessirlerin, evliyaların, asfiyaların çoğu yine aynı nesil ve şecereden gelmişlerdir. Bunu hazmedememek, hele hele buna itiraz etmek, aslında (bilmeyerek de olsa) Allah’ın takdirine karşı gelmek anlamına gelir.
*
1946’da vefat eden Denizli kahramanlarından Hasan Feyzi Efendinin “silsile-i şerâfet ve siyâdet”ten olduğunu söylediği Bediüzzaman Hazretleri, muhtelif bahislerde nuranî bir nesl-i mübarek olan seyyidler hakkında gayet dikkat çeken tariflerde bulunuyor. Onlardan biri şöyledir:
“Bugün tarih–i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl–i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. …Böyle bir cemaat–i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât–ı azîme vücuda geliyor. Elbette, o kuvvet–i azîmedeki bir hamiyet–i âliye feveran edecek ve Hazret–i Mehdî başına geçip tarik–i hak ve hakikate sevk edecek.” (29. Mektup, 5.İşaret)
*
Evet, hiç şüphe etmiyoruz ki, İslâm tarihinde çığır açan şahsiyetlerin hemen tamamı Âl-i Beytten olan Hazret-i Fâtıma’nın nesl-i mübârekinden teselsül edip gelmiş. Yani, Risale-i Nur’un tarifi ve tâbiriyle “Hz. Hasan ve Hüseyin gibi iki nurânî silsilenin bedr-i münevveri, şems-i Nübüvvetin mânevî ve maddî neslini idâme ediyorlar.” (Sözler: 377; Mektubat: 426)
Dolayısıyla, dünyanın her tarafında kesretle-çoklukla bulunan Seyyidler Cemaatinin intibahı, yani uyanması için “hadisât-ı azime”nin vücuda gelmesini biz de büyük bir ümit ve heyecan içinde bekliyoruz, beklemekte haklıyız.
(NOT: Seyyidler neslinin her milletten çok ca kalabalık olmasının bir sebebi, Seyyidler neslinin çift taraflı olarak çoğalmasıdır. Hem kızlarıyla, hem erkekleriyle evlenenlerin çocukları da anne, yahut baba tarafından seyyid sayılıyor. Etnik, genetik, yani maddî neslin devamı sadece babadan oğula geçmek sûretiyle olabiliyor.)
*
Son bir notumuz, tenkitli bir iddiaya cevap suretinde olsun.
Meselâ, “Risâlelerde Üstad Bediüzzaman’ın seyyidliğine dair açık deliller yoktur. Seyyidliği hakkında tevil yoluna gidiliyor” diye tenkitte bulunanlar, aslında bilmeyerek de olsa bir hakikate parmak basmış oluyor. Zira, 24. Söz’ün 3. Dalında, vazifeli şahsiyetlerin zaten açıkça bilinemeyeceği, “hikmet-i ipham” gereği bilinmemeleri gerektiği ve fakat onların bilhassa tevillerle (5. Şuâ’da olduğu gibi) tarif edilebileceği, ve nihayet, onların ancak “nur-i imanın dikkatiyle tanınacağı” ifade ediliyor. Şayet, Mehdi ile vazifeli diğer âhirzaman şahsiyetleri açıkça bilinir ve tanınırlarsa, bu durum şu dünya hayatının bir gayesi olan “sırr-ı teklif ve imtihan” hakikatine uygun düşmüyor, muvafık gelmiyor
.
Hürriyet ve demokrasi nîmetinin bedeli

Külfet, zahmet çekmek, bedel ödemek demektir. Dolayısıyla, zahmet-meşakkat çekmeden, fatura-bedel ödemeden ulvî nîmetlere vâsıl olunamıyor.
İşte, hürriyet ve demokrasi de büyük nîmetler silsilesi içinde olup, medeniyet beşerin terakkisi itibariyle liste başında yer alanlar arasında sayılır.
Bugün itibariyle çokça ihtiyacımızın bulunduğu bu iki büyük nimetin temini için yakın tarihimizdeki büyük (Namık Kemâl ve Said Nursî gibi) bazı zatların çektiğine dair bir pencere açmaya çalışalım.
*
Çok erken denilecek bir yaşta vefat eden Namık Kemâl (1840–88), yıllarca hürriyet, meşrûtiyet ve kànunda hâkimiyet yolunda mücadele etti. Bu dâvânın bayraktarlığını yapmak uğrunda, ömrünün çoğunu sürgünde, hapiste, zindanlarda geçirdi, Netice itibariyle maksadına bir derece muvaffak oldu. 1876’da Meşrûtiyetin ilânı ile Kànun–u Esâsî (ilk Anayasa) kabul edildi.
Meşrûtiyetin ilânından 30 sene sonra meydân-ı zuhûra çıkan Bediüzzaman Said Nursî de, Kur’ân ve Sünnet prensiplerine uygun şekilde, ilim ve mârifet bayrağıyla istibdada karşı çıkarak hürriyeti dâvâ etti; kezâ, Mutlakiyete muhalefet ederek Meşrûtiyeti savundu.
Bu yaptıklarından dolayı da, tıpkı Namık Kemâl gibi—hatta daha da beteri şekilde—başına gelmedik belâ, musîbet, sıkıntı kalmadı: Monarşi döneminde tımarhane, hapishane, zindan, idam talebiyle muhakeme...., Cumhuriyet’ten sonra ise, 35 yıl devam eden sürgün, hapis ve zindan hayatı.
Buna rağmen, Said Nursî, hürriyet ve demokrasi (meşrûtiyet) yolundan asla vazgeçmedi; dahası, bu mecrâda büyük muvaffakiyetler kazandı. O, bilfiil siyasete girmeyerek, nice eserleriyle bu dâvânın bir nevî sancaktarlığını yapmış oldu.
*
Namık Kemâl’in 1888’de vefat etmesiyle birlikte, bir ismi de “Osmanlı Hürriyetçileri” olan Jön Türkler arasındaki ihtilâf su yüzüne çıkmaya başladı.
Nitekim, meşhûr Kemâl’in vefatından bir yıl sonra (1889) Askerî Tıbbiyeliler arasında gizli bir klik hareketinin teşekkül etmeye başladığı tesbit edildi. Süreç içinde değişik isimler kullanan bu gizli klik-grup, nihayet 1902’de İttihat ve Terakki Cemiyeti şeklini aldı.
Gariptir ki, bu ismin ortaya çıkmasıyla birlikte, eski isimlerin hemen tamamına adeta sünger çekildi, hatta muhalif kimseler tehdit edilmeye başlandı. Artık varsa–yoksa İttihatçılık…
Başlangıçta Mizancı Murad, Prens Sabahaddin gibi liberal ve hürriyetçi görüş sahiplerinin etkili olduğu bu cemiyet, bilhassa Selanik kökenli dönmelerin merkezî yönetime sızmaya başlamasıyla birlikte bozulmaya yüz tuttu.
Bu cemiyette ayrışma ve bölünme, 1902’de Paris’te yapılan I. Jön Türk Kongresinden sonra iyice belirginleşti. Jön Türkler, bilâhare İttihat–Terakki ile Ahrarlar olarak resmen ikiye ayrıldı.
Nimetin zahmet ve meşakkati devam ediyordu.
*
İşte, 1908 Türkiye’sinde su yüzüne çıkacak ve yıllar yılı rekabetkârâne devam edecek olan iki ana eksenli siyasî yapı, devlet ve millet hayatında kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı.
Bunlardan birincisi olan Ahrar’ın en büyük dayanağı, iktidara gelmek için milletin hür iradesine dayanmak iken, İttihatçıların en büyük kozu ise, komitacılık mantığıyla devletin içine sızmak ve iktidar menfaati uğrunda icabında güç kullanmak, provokasyonlarda bulunmak, cinayet işlemek, hatta bazen kendi tarafındaki adamı bile öldürmek mübah görüldü.
İşte, bilhassa son yüz yirmi senelik “Demokrasi ve darbeler tarihi”miz, daha çok bu iki temel anlayış ve bu iki eksen etrafında şekillenerek devam ediyor.
Günümüzde işlenen siyasî cinayetlerin iç yüzünü de bu zaviyeden bakarak değerlendirmek mümkün.
Ne yaparsın ki, bunlar da hürriyet ve demokrasi nimetinin bedeli ve külfeti cümlesinden sayılıyor.
.
Zor zamanda çare arayışları

Gördüğümüz, yaşadığımız ve araştırdığımız kadarıyla, İkinci Dünya Savaşından bu yana, yani son 70-75 yılın en zorlu, en sıkıntılı dönemini yaşıyoruz.
Ümit ve temenni ederiz ki, bundan sonra kısmî ve nisbî de olsa, ferah bir dönemi yaşayalım.
Bilvesile, yakın tarihte yaşanan sıkıntılar sebebiyle, sorumlu şahsiyetler ile hamiyetli aydınların formül ve çare arayışlarına kısaca bir göz atmaya çalışalım.
*
Osmanlı’da da Tanzimat Hareketi (1839) ile başlayan ve Islahat Fermanı (1856) ile devam ederek 1876’da Meşrûtiyetin ilânı, Kànun–u Esâsinin kabulü ve Meclis–i Mebûsânın açılmasıyla müşahhas (somut) bir şekil kazanan o fevkalâde süreçteki canhıraş çabalar, esasında birçok kurum ve kuruluşu artık eskimiş, köhnemiş olan Osmanlı Devletine yeni bir hayatiyet ve dinamizm kazandırma maksadına matuf idi.
Evet, bütün o çabalara ve girişimlera, kurtuluş için bir çare, bir formül arayışı olarak değerlendirmek mümkün.
Ha, bunda ne derece başarılı olunduğu ayrı mesele. Lakin, aynı yöndeki çabaların 1908’de yeni bir ivme kazandığı ve bu yeni sürecin tâ 1918’e kadar devam ettiği de söylenebilir. Bu tarihten sonra ise, artık peyderpey Osmanlı Saltanatından ümit kesilmiş ve yeni bir çare arayışının vetiresi/süreci içine girilmiştir.
*
Osmanlı’nın yeniden ihyası için, başta padişah ve sadrâzam olmak üzere, birçok vezirin de (nazır) bilfiil içinde bulunduğu Tanzimat ve Islahat Hareketlerinin yanı sıra, ayrıca bazı hamiyetli Osmanlı aydınlarının da kendi çapında birtakım düşünceleri, hatta gayret ve teşebbüsleri vaki olmuştur.
Bugünkü deyimle bir nev’î “sivil inisiyatif” şeklinde gelişen bu teşebbüsler, ne yazık ki tâ 1865’e kadar gizli kalarak kendini rahatça tebârüz ettirememiş; yani, kendini açık ederek fikir meydanına çıkamamıştır. Zira, fikir hürriyeti bu tarihlerde hayli kısıtlanmış ve farklı fikir sahipleri olanca şiddetiyle baskı altına alınmaya başlanmıştır.
1865’e kadar gizlilik içinde yürütülen ve bu tarihten sonra gayr–ı resmî bir cemiyet şeklinde tarih sahnesine çıkan Yeni Osmanlılar Hareketinin fikir öncüleri arasında şu isimler var: Namık Kemâl, Ziyâ Paşa, Şinâsi, Mehmed Bey, Reşad Bey, Nuri Beyler, Ebüzziyâ Tevfik, Agâh Efendi ve meşhur “Çırağan Baskını” organizatörü Ali Suâvi Bey.
Bilâhare Avrupa’da “Jön Türk/Fransızca: Jeunes Turcs) diye isimlendirilen bu yeni hareketin en öncelikli talebi fikir hürriyetinin sağlanması ve garanti altına alınması idi. Ardından, sırasıyla meşrûtiyetin ilân edilmesi, padişahın yetkilerine sınırlama getirilmesi, farklı siyasî eğilimlere fırsat tanınması, yeni bir anayasanın hazırlanması ve parlamentonun tesis edilerek buna işlerlik kazandırılmasıydı.
Esasında istikbâli gören basiretli zâtların da içinde bulunduğu bu yeni fikrî hareket, olabildiğince gizli bir şekilde yürütülmeye çalışıldı.
Ne var ki, bir siyasî fikrin uzun müddet gizli kalabildiğini beşer tarihi kaydetmiyor.
Nitekim, burada da durum aynen öyle oldu: Bir müddet sonra, devlet ve hükümet çevrelerince varlığı fark edilen bu yeni fikir hareketini boğmaya, hiç olmazsa bertaraf etmeye yönelik baskıcı teşebbüslere başlandı.
Ne var kii, hakiki dava adamı asla pes etmez. Çare ve formül arayışını kesintisiz şekilde devam ettirir. Ahrarlar da aynen öyle yaptı.
*
Bediüzzaman Said Nursî’nin tâ 1890’larda “Ahrar” diye tanıyıp öyle de tanımladığı (Bkz: Münâzarât) Jön Türklerin ekserisi hamiyet ve milliyet dâvâsında dürüst ve samimîdir.
Nursî, aynı eserinde, 1892’de Mardin taraflarında tanıma fırsatını bulduğu Yeni Osmanlılar için aynen şu ifadeyi kullanır: “Tâ o vakitte anladım; ekser Ahrarımız mutekîd (inançlı-itikatlı) Müslümanlardır.”
Son bir not: Âcizane, bugünkü Millet İttifakı hareketini, bir yönüyle tarihteki Ahrâr-ı Osmaniye hareketine benzetiyorum. Bir çare, bir çıkış yolu için canla-başla çalışıyorlar
.
Son Haçlı Seferi Komutanı

Bu sebeple, bazı Batılı kaynaklarda ona “Sekizinci Haçlı Seferinin Komuta” yakıştırması yapılmış. İslâm dünyası açısından da “Son Haçlı Seferinin Komutanı” nazarıyla bakanlar olmuştur.
Filistin’in işgaliyle yetinmeyen bu sömürgeci siyasetin komutanı, savaştan bir müddet sonra İstanbul’a da gelir. Maksadı ve hedefi, belli bir plân dahilinde Türkiye’yi bütünüyle sömürgeleştirmek, ortaklarıyla bölüştürerek Anadolu coğrafyasında muhtelif koloniler teşkil etmek.
Şimdi, günün tarihini (9 Şubat) merkeze alarak, o günlerin genel seyrine kısacık bir nazar gezdirelim.
*
1918 yılı sonlarında Yıldırım Orduları Komutanlığına tayin edilen Mustafa Kemal Paşa yönetimindeki Filistin–Suriye Cephesini “yıldırım” hızıyla çökerten işgalci komutan General Allenby, 7 Şubat 1919’da İstanbul’a geldi. (Gariptir, M. Kemal de aynı gün İstanbul Haydarpaşa’ya varıyor.)
“İşgal Orduları Kumandanı” sıfatıyla İstanbul’a gelir gelmez, ayağının tozuyla, hemen ikinci günü (9 Şubat) Osmanlı Hükûmetine bir nota verdi, ardı ardına da muhtıralar verdi: “Şunu şöyle yapacaksınız; bunu böyle yapmayacaksınız!” edâsında.
Bu işgalcinin İstanbul’daki marifetleri bu kadarlıkla da sınırlı değil. Aciptir ki, General Allenby’in SadrâzamTevfik Paşaya yaptığı telkinlerden birinin Mustafa Kemal Paşa ile ilgili olduğuna dair kuvvetli rivâyetler var. Bir tanesi Halide Edib’e dayandırılan o rivâyetlere göre, Tevfik Paşa ile görüşen Allenby, Mondros Mütarekesi şartlarının yerine getirilmesi için, Mustafa Kemal Paşanın özel yetkilerle donatılarak, “asayiş ve düzeni sağlamak” üzere Anadolu’ya gönderilmesini teklif ediyor.
(Meslektaşımız Mustafa Armağan, M. Kemal ve beraberindeki heyetin Bandırma Vapuruyla İstanbul Boğazı’ndan geçebilmesi için İngiliz vizesinin o günlerde şart olduğunu, bu vizenin de verildiği gerçeğini ifade ile, söz konusu belgeyi göstererek ortaya koydu.)
İşgal yanlıları, General Allenby’in İstanbul’a gelmesini fırsat bilerek sokaklara dökülerek sevinç gösterisinde bulundular.
*
Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru Arabistan yarımadasına askerî yığınak yapan İngiltere, yanlarına yerel yönetimleri de aldıktan sonra Osmanlı’ya karşı şiddetli ve çok yönlü bir taarruz harekâtını başlattı.
1917 yılının sonuna gelindiğinde, İngilizlerin Sina–Filistin–Gazze bölgesinde 100 binden fazla askeri bulunuyordu. Bölgedeki Osmanlı askeri ise 35-40 bin civarındaydı. İki taraf arasındaki çatışmalarda, binlerce asker can verdi.
Ne var ki, birçok cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı, Arapların meskûn olduğu cephelerde takatinin üstünde bir müşkilâtla karşılaştı: Hem düşman kuvveti daha üstün bir ateş gücüne sahipti, hem de mahallî yönetimler düşman safında yer almışlardı.
Öte yandan, bölgedeki Osmanlı kuvvetlerine kumanda edenler, niyet ve ciddiyeti tartışmalı durumda olan bazı İttihatçı paşalardı. Bunların savaş esnasında ciddî bir varlık gösterdikleri söylenemez. Adeta, pes etmiş ve savaşı kaybetmeyi göze almış gibiydiler.
Neticede, bölgenin hemen tamamını kontrolleri altına alan İngiliz ve Fransızlar, bir süre sonra gözlerini Anadolu toprağına dikmeye başladılar. Bu niyetle, İstanbul ile Adana çevresini işgal ettiler. Ancak, yeni başlayan İstiklâl Harbinde sergilenen azim ve irade karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar.
*
Avrupalılar, özellikle de İngilizler tarafından Filistin’de Kudüs merkezli olarak kurulmuş bulunan İngiliz hakimiyeti sebebiyle, General Allenby’den övgüyle söz ediyorlar. Onlara göre, asırlarca devam eden “Haçlı seferleri”, Allenby’in Kudüs işgalindeki başarısıyla tamamlanmış oluyor.
Vakıa, 1917’de İgilizler’in Kudüs’ü işgaliyle başlayan ecnebi hakimiyeti, aradan yüz küsûr yıl geçmesine rağmen devam ediyor. Ama, bir gün bütün bu işgallerin nihayete ereceğine ve Filistinliler ile Kudüs’ün hürriyetine kavuşacağına olan inancımız tamdır. Yeter ki, Hz. Ömer (ra) ile Sultan Selahaddin’e lâyık Müslümanlar haline gelebilelim
.
Misâk-ı Millî’den millî dayanışmaya


Bu mühim hadiseye dair detaylı bilgileri yazının ikinci bölümünde vermek üzere, bugünlerde şahit olduğumuz benzer bir dayanışma tablosunu dikkatlere sunmaya çalışalım.
*
Bundan bir asır evvel ülkemiz (özellikle deprem bölgesindeki Gazi…, Şanlı…, Kahraman… şehirler) düşman işgali altındaydı. Harikulâde bir dayanışma ruhuyla, o kahredici işgalin acısından kurtulduk.
Bugün ise, bir başka musibetle karşı karşıya olduğumuz aynı bölge için, muazzam bir dayanışma ruhuyla acılarımızı dindirmeye çalışıyorz
*
Evet, ülke ve millet olarak depremle yaşadığımız asrın felâketine karşı bugünlerde harikulâde bir yardımlaşma ve dayanışma gayretine şahit olmaktayız.
Tarihin garip bir tecellisi olarak, bir yanda elem verici bir musibeti yaşarken, bir yandan da huzur ve mutluluk verici bir tablo ile karşı karşıya bulunmaktayız. Tıpkı, yüz üç sene evvel olduğu gibi.
Ülke “tek yürek” oldu. Bütün tv kanallarının ortak yayınıyla ülke ve dünya çapında bağışlar toplandı. Toplanan meblağ ile neredeyse yıkılan veya içinde oturulamayacak derecede ağır hasar gören ev-bina sayısı kadar konut inşa edilebilecek inşallah. Bu, şüphesiz güzel ve takdire şayan bir gelişme. Belki dünyada böylesine bir yardımlaşma-dayanışma ruhuna rastlayamazsınız.
*
Günün tarihine tekrar dönecek olursak…
Osmanlı’da son mebus (milletvekili) seçimleri 7 Kasım günü başladı. Seçimlerin tamamlanması yaklaşık iki aylık bir süre aldı.
Yeni seçilen mebusların İstanbul’daki takdire şâyân icraatlarından biri, Erzurum ve Sivas Kongresi’nde geliştirilip kararlaştırılan Misâk–ı Millî’yi bir kapalı oturumda “Ahd-ı Millî Beyannâmesi” adıyla kabul etmesidir. (28 Ocak 1920)
“Millî Yemin” anlamına gelen Meclis’in bu Beyannâmesi, 17 Şubat günü basın yoluyla bütün ülke ve dünyaya ilân edildi.
“Misâk-ı Millî”, Birinci Dünya Harbinin sonu olarak kabul edilen Mondros Mütarekesi’yle (30 Ekim 1918) belirlenen sınırlar içinde yaşayan “Osmanlı İslâm çoğunluğu”nun bir ve bölünmez bütünlüğünün kabul edilmesi anlamını taşıyor. Bu sınırlara Edirne ve Kırklareli’ye kadar olan Trakya Bölgesi ile Anadolu coğrafyasının tamamı dahildir. Aslında daha başka kısımları da var. Ama, onlar başka bir yazının konusu.
*
Birinci Dünya Savaşı’nın mağlûbiyeti sebebiyle, yedi düvelin Türkiye’ye karşı başlatmış olduğu dehşetli işgal ve istilâ şartları altında, ideal mânâda bir seçimin yapılmasını imkânsız kılıyordu. Bu sebeple, mebusların hemen tamamı, kendini vatan müdafaasına adamış olan Millî Cemiyetleri’n uygun gördüğü adaylar arasından seçilmiş oldu.
1920 yılı başlarında İstanbul’da toplanan milletvekilleri, aynı zamanda son Osmanlı Meclis-i Mebûsânın mebusları olarak tarihe geçtiği gibi, Anadolu’nun kurtuluşu için Ankara’da teşkil olunan Millet Meclisi’nin de kurucu mebusları oldular.
*
Demek ki, bu milletin ruhunda-vicdanında takdire şayan bir yardımlaşma ve dayanışma meziyeti var. Zaruri ihtiyaç hasıl olduğunda, o ruh ve şuur hemen harekete geçip derde devâ olmaya-bulmaya çalışıyor. Bugünlerde yaşadığımız tarifsiz acılar, yine aynı şekilde devâ bulacak inşallah.
.
Başarısız bir darbe hareketi


Yakın tarihin kayıtlarında “22 Şubat Darbesi” ismiyle geçen bu hadise, zahiren iki ana gerekçeye dayanıyor: Biri, 27 Mayıs darbecilerinin ordu içinde yapmış oldukları atama ve tutuklama tasarrufu... Diğeri ise, birkaç ay evvel (Ekim 1961) yapılmış olan genel seçim sonucundan duyulan şiddetli rahatsızlık. Yani, sandıktan tekrar Demokrat Partinin devamı mahiyetindeki partilerin (AP vd.) çoğunluğu teşkil etmiş olması, ordu içindeki cuntacıları şiddetle rahatsız etmiş durumdaydı. Dolayısıyla ne yapıp edip–ülkenin başına yeni bir gaile açma pahasına–özellikle Adalet Partisini tepelemek istiyorlardı.
*
Talat Aydemir, 27 Mayıs (1960) İhtilâli olduğunda, görevi icabı Kore’de bulunuyordu. Bir ay sonra ülkeye döner dönmez, MBK tarafından Kurmay Albay rütbesiyle Harp Okulu Komutanlığına atandı.
Komitacı bir karaktere sahip olduğu için, Harbiyelileri kolay şekilde etkileyebildi. Hatta, askeriyenin daha başka ünitelerine de nüfuz ederek, yeni bir ihtilâle hazırlık yaptı.
Siyasette ve askeriyede istemediği gelişmeler yaşandığında ise, derhal harekete geçti ve pekçok generali de ikna ederek yeni bir darbe sürecini başlattı.
*
Aydemir, tabiî ki 22 Şubat’taki teşebbüsünde başarılı olmadı. Çünkü, onun hesaba katmadığı çok, ama çok önemli bir nokta vardı: O günkü koalisyon hükümetinin başında Milli Şef İsmet Paşa vardı. Bir darbe, ona rağmen bu ülkede yapılamazdı.
Nitekim, darbecilerle pazarlığa oturan Başbakan İsmet İnönü, onları dize getirdi ve teşbbüslerinde başarısız kıldı. Yapılan pazarlığın özeti şuydu: Darbe girişiminden ve direnç göstermekten vazgeçtiğiniz takdirde, yargılanmayacak ve ceza almayacaksınız.
Aynen öyle de oldu. Darbeciler usûlen yargılandı; onları sadece emekliye sevk etmekle yetinildi. Cunta üyelerinin tamamı, 10 Mayıs’ta çıkarılan özel bir af kànunuyla serbest bırakıldı.
*
Ne var ki, “darbecilik sıtması”na tutulan Talat Aydemir, bir yıl sonra (21 Mayıs 1963) yeni bir darbe teşebbüsünde daha bulundu. Bazı askerî birliklerde zırhlı araç, tank ve toplarla harekete geçenler oldu. Dahası, radyo evini dahi bastılar ve burayı zorla ele geçirdiler. Radyodan “Askerî ihtilâl oldu” diye de anons yaptılar ve bu yönde yayına başladılar. (Bu yayını Ali Elverdi Paşa kesti ve radyo–darbe haberini yalanladıktan sonra–normal yayın akışına devam etti.)
Velhasıl, yine başarılı olamadılar, bastırıldılar, yakalandılar ve bu kez en ağır bir şekilde cezalandırıldılar. Zira, iktidar koltuğunda yine Milli Şef İnönü vardı...
“21 Mayıs darbesi”nin parolası “Harbiyeli aldanmaz” idi... Bu sözün esin kaynağı ise, İsmet Paşanın onlar hakkında sarf etmiş olduğu şu sözdü: “Talat ile üç buçuk adamı, tam bir aldanış içindeler.”
*
Askerî makamlarla müşterek hareket eden İsmet İnönü, ikinci darbe teşebbüsünü de görünce, bu kez niyetini bozdu ve “Bu işi alışkanlık haline getirdiler canım!” diye sinirlenerek, harekâtta dahli olan bütün komutanları cezalandırma kararına vardı.
Askerî mahkemede aylar süren yargılamalar neticesinde, Aydemir ile Gürcan idama mahkûm edildi. Bu hüküm, 5 Temmuz 1964 günü infaz edildi.
.
Bağdat Paktı'nın hedef-i maksadı

İslâm Birliğinin çekirdeği hükmünde olan Bağdat Paktı kuruluşu.
Bilâhare ismi “Merkezî Antlaşma Teşkilâtı CENTO” şeklini aldı.
Bu teşkilâtın kurucu üyesi olan devletler şunlar: Irak, Türkiye, İran ve Pakistan. Başlangıçta gözlemci olan İngiltere de sonradan üyelik sıfatını kazandı.
1956’da, pakta iştirak etmesi beklenen Suriye’nin Türkiye sınırına boydan boya mayın döşendi. Ardından, Irak’ta, Türkiye’de, İran ve Pakistan’da hükümet darbeleri gerçekleştirildi. Pakta imza atan hemen bütün devlet adamları bir şekilde öldürüldüler, idam edildiler.
1959’da Bağdat Paktı’nın Irak tarafından feshedilmesiyle, CENTO (İng.: Central Treaty Organization) İngiltere, Türkiye, İran ve Pakistan arasında 1979’a kadar devam edebildi.
Şimdi bu tarihî hadisenin detaylarına geçelim.
*
1955 yılı 24 Şubat’ında Türkiye, İran, Irak ve Pakistan devlet/hükümet temsilcileri Irak’ın başşehri Bağdat’ta bir araya gelerek “Ortak Savunma ve Bölgesel İşbirliği” ana başlığı altında hazırlanan antlaşma metnine imza attılar.
Her nasılsa, Birleşik Krallık adına İngiltere’nin de bilâhere üye olduğu bu antlaşmanın, bölge ülkeleri arasında çoktandır arzulanan yakınlaşma, kaynaşma ve müşterek faaliyetlerde bulunma noktasında adeta bir bahar havası meydana getirdiği söylenebilir.
Bu işbirliği teşkilâtının mânevî bir başka boyutu ise, İslâm Birliğine doğru giden yolu tarif etmesi ve örneklik teşkil ederek kolaylaştırmasıydı. Zira, kuruluş safhasından hemen sonra Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan’ında da aynı teşkilâta dahil olması gündeme gelmiş ve bu meyanda da ciddî çalışmalar başlatılmıştı.
Böylesine ulvî bir hizmete vesile oldukları için hükümet yetkililerini tebrik eden Bediüzzaman Hazretleri, Bağdat Paktı’nın kurulmasıyla bir nevi "İttihad–ı İslâm”ın tohumunun ekildiğini müjdeliyordu. (Bkz. Emirdağ Lahikası-II)
Fakat ne yazık ki, bu hayırlı hizmetin önüne muzır maniler çıktı ve plânlanan gelişmeleri büyük ölçüde sekteye uğradı.
İlk olarak, kuruluşun hemen ardından (1956’da) 800 küsûr kilometrelik Türkiye-Suriye sınırına mayın döşendi. Mayın döşemenin zahirî gerekçesi, kaçakçılığı önlemekti. Hakikatte ise, iki ülkenin arasında aşılması zor bir bariyer kurmaktı. Nitekim, sayısız insan-hayvan ölümlerine yol açan bu mayınların temizlenmesi defalarca gündeme getirildiği halde, bir türlü tam tahakkuk ettirilemedi, gitti.
1950’li yıllarda ciddi bir yakınlaşmanın ümit edildiği Suriye ile bir dizi gerilim hali yaşanırken, Irak’ta da darbe ve ihtilâl sıtması belirgin şekilde nüksetmeye başladı.
*
Komşu ve kardeş Irak'ta, 14 Temmuz 1958 tarihinde ülke ve bölge tarihinin seyrini değiştiren çok kanlı bir darbe yaşandı. Irak ordusu içindeki bir cunta, bu tarihte, Başbakan Nuri Said ile genç Kral II. Faysal’ın katledildiği kanlı bir darbe sonucu ülke idaresine el koydu. Bu darbe ile kraliyet sona erdirilip sözde cumhuriyet ilân edildi.
Başbakanlığa getirtilen darbeci general Abdülkerim Kasım, Irak'ta tam bir dikta rejimi kurdu. Darbecilerin ilk icraatlarından biri de, Irak'ın "Bağdat Paktı"ndan çıktığını ilân ve tatbik etmek oldu.
Bu da gösteriyor ki, yapılan darbenin asıl hedefi, 1955'te kurulan Bağdat Paktını akamete uğratmak, bu teşkilâtı işlemez hale getirmek imiş... İşin içinde ecnebi (İngiliz) parmağının olması, bu husustaki tereddütleri izâle ediyor.
Evet, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan'ın müşterekliğiyle Şubat 1955'te kurulan ve Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "İttihad–ı İslâmın bir nevî çekirdeği"ni teşkil eden Bağdat Paktı, belli ki hariçteki zalimler ile dahildeki münafıkları tedirgin etmişti. Bu tedirginlik sebebiyle, o pakta imza atan Müslüman devlet ve hükümet başkanlarına karşı gizli ve sinsice bir plân yürütülmeye başlandı. Sırasıyla, bu şahısların hemen tamamının (Başkan, Başbakan ve Dışişleri Bakanları) çeşitli darbelere maruz kalarak devrilmesi, bu dehşetli plânın varlığını haber veriyor. Demek ki, daha bir dikkat ve ihtiyat ile gitmek icap ediyor.
.
Çarlık rejiminin sonu

Rusya’daki Çarlık rejimi (Menşevizm) henüz yıkılmadan ve Bolşevizm (sosyalizm-komünizm) henüz kurulmadan yıllar evvel (1910), Üstad Bediüzzaman, Tiflis’de konuştuğu bir Rus zabitine söylediği “Sizde, birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacak” şeklindeki iddialı sözler, zaman içinde aynen tahakkuk etti ve ediyor. Çarlık yıkıldı, 1917’de Bolşevizm geldi; 1990’ların başında dinsizlik manasındaki Komünizm-Bolşevizm de yıkıldı. Ardından Sovyet Rusya dağıldı; aynı anda dünyaya korku veren Kızıl Ordu tarihe karıştı.
Şimdi, Çarlığın sonunu getiren ve Komünizme zemin hazırlayan yüz küsûr yıl önceki gelişmelerin tarihî seyrine kısa bir nazar gezdirelim.
*
Rusya’da Birinci Dünya Harbinin bütün şiddetiyle devam ettiği günlerde başlayan ve giderek tırmanan bir iç kargaşa, nihayet önüne geçilemez şiddette bir isyana dönüştü. Bu ülkede 370 yıldır süregelen Çarlık rejimi, 27 Şubat 1917’de yıkılmak sûretiyle tarihe karışmış oldu.
Yıkılan Çarlık sisteminin boşluğu, ilk etapta Duma Geçici Komitesi tarafından doldurulmaya çalışıldı. “Temsilci Meclis” vazifesini üstlenen bu komite tarafından, âcilen bir geçici hükümet kuruldu. Bu hükümet, “İşçi Vekilleri Heyeti” ismiyle anılmaya başladı. 12 Mart’ta ise, Çar’ın kendisi de, tam bir yeis içinde Duma’ya istifasını sunmak zorunda kaldı.
*
Bütün bu gelişmelerin, aslında geçmişte yaşanan ve tarihte iz bırakan bazı olaylarla doğrudan bağlantısı var. Özetle: Tâ 22 Ocak 1905’te Perersburg şehrinde tarihe “Kanlı Pazar” ismiyle geçen çok büyük bir hadise yaşandı. Rejim aleyhinde gösterilerde bulunan binlerce asker ve işçinin üzerine ateş yağdırıldı ve bu hareket çok kanlı bir mukavemetle bastırıldı.
Bolşevikler, bu hadiseyi adeta milat saydılar ve rejim aleyhtarlığını her fırsatta tırmandırmaya çalıştılar. 27 Şubat 1917’ye gelindiğinde, başka muhaliflerle de birleşerek Çarlık yönetimini nihayet yıkmayı başardılar.
*
Rusya’da yaklaşık 8 ay kadar devam eden ve Osmanlı basını tarafından “hercümerç” tâbiriyle ifade edilen bu iç kargaşa, yedi cephede harbeden Osmanlı’ya kısmî bir rahatlama sağladı. Osmanlı’nın en ağır kaybı, mâlum Kafkas Cephesinde yaşanmıştı. Rusya’da başlayan ve aylar, yıllar süren iç karışıklık sebebiyle, Kafkas Cephesindeki savaş fiilen sona ermiş oldu.
*
Rusya’da uzun süren kanlı iç kargaşanın hemen ardından, Menşeviklerle Bolşevikler arasında çetin bir iktidar mücadelesi yaşandı: Menşevikler, dinî inanç ve geleneklere de önem veren, komünizme karşı olduklarını deklare eden grubu teşkil ediyordu. Bunların karşısında ise, millî-manevî bütün değerlere karşı olan, teorisyenliğini Marks ve Engels gibi Yahudî kökenli ateist filozofların yaptığı komünizmi var güçleriyle savunan Bolşevikler vardı.
İlk başlarda, Menşevikler galip durumdaydı. Ancak, zaman ilerledikçe durum değişmeye başladı: Bolşevikler, 7 Ekim’de hakimiyeti tamamiyle elde etti ve Bolşevik İhtilâlini gerçekleştirmiş oldu.
Bir ismi de “Komünist İhtilâli” olan bu yıkıcı hareketin lider kadrosunu Lenin, Troçki ve Stalin gibi muhaliflerine kan kusturmak ve devlet gücüyle aykırı fikir sahiplerine hayat hakkı tanımamakla şöhret bulan gaddar zalimler teşkil ediyordu.
Nihayet, yıkılan 3–4 asırlık Rus Çarlığı rejiminin yerine bir komünist imparatorluğuna dönüşen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) almış oldu. Çarlığın ömrü 370 yıl, komünist rejimin ömrü ise ancak 70 yıl kadar sürebildi.
.
Demokrasi ve diktatörlük

Elcevap: Normalde söz edilememesi lâzım. Çünkü, normal hal ve şart altında, bir yerde demokrasi varsa eğer, orada diktatörlüğün esâmisinin dahi okunmaması icap eder. Amma ve lâkin, aşağıda sıralayacağımız anormal şartlar-durumlar ve dahi bazı zihniyetlelr sebebiyle, “demokratik cumhuriyet”lerde bile sultacılıktan, diktacılıkdan, oligarşiden, totaliterlikten, yahut faşizan bir demokrasiden söz etmek pekâlâ mümkün.
Bu girizgâhtan sonra, şimdi cumhurî demokrasilerde istibdat rejimine, yani diktatörlüğe götüren birkaç sebebi sıralamaya çalışalım.
BİRİNCİSİ
Cumhuriyet ve demokrasi, eğer lâfızdan ibaret ise, eğer mânâsız bir isim ve resimden ibaret ise, eğer kâğıt üstünde yazılı olmaktan ibaret ise, o rejimde hakiki demokrasiden söz edilemez. Hatta, böylesi bir rejimden “mutlak istibdat” manası dahi çıkabilir. Nitekim, güya demokrasinin kısmen var olduğu “İttihat-Terakki” hükümetleri (1908-18) zamanında “şiddetli istibdat” ve güya cumhuriyetin var olduğu “tek parti” hükümetleri devrinde memleket “mutlak istibdat” ile yönetiliyordu.
Bu tarz bir rejimin nihaî tarifini Üstad Bediüzzaman’ın şu ifadesinde görüyoruz: “...Muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla, hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hakimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana, ecnebî hesabına, darbeler vuruyorlar.” (Tarihçe-i Hayat: 364)
Kezâ, yarım asırdır, Irak, Suriye, Libya, Mısır, hatta İran gibi ülkelerin de kâğıt üstündeki rejimlerinin adı “cumhuriyet”tir. Ancak, uygulamada hep istibdat ve diktacılık hakim olageldi. Adı geçen ülkelerin vatandaşları, şu mendebur illetten kurtulmak için ağır bedeller ödemeye devam ediyorlar.
İKİNCİSİ
Bir yerde eğer iktidarın alternatifi yoksa, hele hele iktidara alternatif olabilecek siyasî misyon hareketleri bastırılıyor ve açık-gizli manevralarla siyasi misyon hareketlerinin önü kesilmeye çalışılıyorsa, o yerde de gerçek anlamda bir demokrasiden söz edilemez.
Böylesi bir tablonun hakim olduğu yerde, olsa olsa bir “faşizan demokrasi”den söz edilebilir. Zira, faşizm ve sair diktacı yapılanmalar, bazan “demokrasi gömleği”ni giyerek sultasını devam ettirebiliyor. (II. Dünya Savaşının başrol aktörleri gibi.)
İşte, bu gibi durumlar karşısında yine Üstad Bediüzzaman’ın şu sözleri harikulâde bir ölçü teşkil ediyor: “...Hakîki meşrûtiyetin müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; (her nerede) rast gelsem sille vuracağım.” (Divân-ı Harb-i Örfi: 40)
Evet, “Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez.” Ve, “En büyük hatâ, insan kendini hatâsız zannetmesidir.” (Age)
Bir partinin veya bir liderin alternatifi elimine edilmiş veya ortada görünmez bir hale getirilmişse, hele hele alternatifleri bertaraf edilmiş bir liderin ağzından çıkan sözler baz alınarak gelişmeler onun sözlerinin etrafında şekillendirliiyorsa, artık ne o partinin içinde, ne de o liderin hükmettiği yönetim şeklinde demokrasinin hakiki çehresini görebilir ve gösterebilirsiniz.
ÜÇÜNCÜSÜ
Aslolan hürriyettir. Bir yerde eğer hürriyet yoksa, cumhuriyetin de, meşrutiyetin (demokrasinin) de kıymet-i harbiyesi yoktur.
Misâl: Türkiye’de Jakoben Kemalizm, ırkçılık manasındaki milliyetçilik, İslâmiyeti siyasete âlet eden dincilik gibi ideolojik ağırlıklı bağnazlığın hakim ve hükümran olduğu devirlerde, siz hürriyeti de, cumhuriyet ve demokrasiyi de hakiki hüviyetiyle göremez, gösteremez, yaşayamaz ve yaşatamazsınız.
İşte, bilhassa, bu ve buna benzer tabulardan, totemlerden kurtulmanız icap ediyor.
.
28 Şubat’ın bir meyvesi

Siyasî ve sosyal hadiselerin doğurduğu neticeler de, bir nevi ağacın meyvesi gibidir.
Bu genel doğrulara göre “28 Şubat Süreci”ne (1997-2003) bakıldığında, o dönemde yaşanan şiddetli sancılanmaların bazı meyveleri netice verdiğini, başka bir tabirle bazı doğumlara sebebiyet verdiğini görmekteyiz.
Bakalım, görelim “28 Şubat Süreci”nde yaşanan şiddetli sancıların ardından nasıl bir doğum hadisesi gerçekleşmiş…
*
Aradan zaman geçtikçe, “28 Şubat”ı savunanların sayısı azalırken, eleştirenlerin sayısı çoğalmaya başlıyor. O talihsiz dönemin vitrinindeki aktörler ise, darmadağın ve paramparça olmuş bir haldeler.
Bununla beraber, “28 Şubat”ın hâlâ “bilinmeyen”, yahut henüz “görünmeyen” bazı noktalarının var olduğu anlaşılıyor. Meselâ, MGK’daki konuşmaların çoğu, bugün de bilinemiyor. Dolayısıyla, objektif değerlendirmelerden ziyade, tarafgir değerlendirmeler bugün de etkisini devam ettiriyor.
*
Acı gerçek şu ki: Toplum içinde o uğursuz günlerin sayısız mağdurları var, mağduriyetleri var. Kezâ, o dönemin dayatmaları neticesi, siyasî, idarî, hukukî, sosyal ve ekonomik alanda birçok acılar, dramlar, krizler yaşandı.
Aciptir ki, mevcut siyasîlerden hiç kimse çıkıp da o dönemde yaşanan mağduriyetlerin faturasını yüklenmiyor. Süreçle bağlantılı konuşan hemen herkes bir başkasını suçlamakla yetiniyor. Bu sebeple, o döneme dair umumî kabul görecek sağlıklı ve objektif bir analiz yapılamıyor.
Şimdi, biz de burada o süreci analiz etmek yerine “sonuç–sebep” perspektifinden bakarak “28 Şubat”ın sonuçlarından bir tanesi, meselâ siyasî sonucu üzerinde kısaca bir değerlendirme yapmaya çalışalım.
*
Hemen herkesin kabul ettiği (en azından reddetmediği) bir realite var ki, o da şudur: Eğer 28 Şubat süreci yaşanmasaydı, muhtemelen AKP diye bir parti ortaya çıkmayacak, çıksa bile açık ara önde bir iktidar partisi olamayacak ve Tayyip Erdoğan da bu partinin başkanı olarak ilk seçimde (2002’nin sonu) yüzde 35 oy nisbetiyle başabakan olamayacaktı. Demek ki, bu süreç en fazla Erdoğan ve partisine yaramış oldu.
Evet, AKP iktidarının “28 Şubat”ın bir siyasî meyvesi veya sonucu olduğunu söylemek hiç de yanlış olmasa gerek.
Bunun bazı gerekçelerini de şu şekilde sıralamak mümkün:
1) Erdoğan, henüz belediye başkanı iken, bir haksızlığa uğradı. Onu hapse tıkayan 28 Şubat süreci ise, mağduriyetini daha da arttırmış oldu. Bir mağdur siyasetçi olarak, o süreçten itibaren tabanda büyük bir destek ve teveccühe mazhar oldu.
2) “28 Şubat” mağduru olan Erdoğan’ın bizzat kendisi de, “28 Şubat gerginliği”ne yol açan, yahut sebep sayılan o radikal söylem ve üslûp tarzını büyük ölçüde değiştirmeye başladı. “Millî görüş gömleğini çıkardık” dedi. Dinî veya İslâmî bir parti olmadıklarını defalarca tekrarladı.
3) Hem “28 Şubat süreci”nin mağduru olan, hem bu süreçle hiç takışmamaya dikkat eden, hem de bu sürecin tetikleyicisi olarak addedilen siyasî üslûp ve davranışlardan uzak durmaya çalışan Erdoğan’ı destekleyen seçmen kitlesinin de gerekçesi farklıydı. Meselâ, kimi mağdur olduğu için ona taraftar olurken, kimi de eski tarzını terk ederek “28 Şubatçılar”la takışmadığı için Erdoğan’a destek verdi.
Özetle: Eski Erdoğan ve yakın arkadaşları, bir yönüyle “28 Şubat Süreci”nin “sebebi” sayılır iken, yeni Erdoğan’ın yeni siyasî oluşumu olan AKP ise, aynı sürecin bir “sonucu” halini almış oldu.
Son bir söz olarak da şunu ifade edelim: Hiçbir gerekçe, 28 Şubat sürecinde mağdur ve mazlumlara yönelik olarak uygulanan o dehşetli kıyım ve yıkımları haklı kılamaz, mâzur veya mâsum gösteremez.
.
1940’lı yıllarda Anadolu depremleri

Daha açık bir ifade ile, bugünkü sarsıntıların bir benzeri bundan seksen yıl evvel yine bu topraklarda yaşanmış. Aradaki farklardan biri şudur: Seksen yıl önceki depremler, daha çok Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde meydana gelirken, bugünün sarsıntıları Doğu Anadolu Fay Hattı üzerindeki kırılmalarla vücuda geliyor.
Bu hatırlatmalardan sonra, şimdi hayalen 1940’lı yıllara gidelim ve Anadolu’yu boydan boya sarsan zelzelelerin mahiyetine biraz yakından bakmaya çalışalım. Tabii, günümüzdeki depremlerin bazı benzerliklerini unutmayarak.
(NOT: Yakın tarihteki İzmir ve Erzincan depremi 1939 yılı sonlarında vuku bulduğu için, onları da yine 1940’lı yılların paketi içinde değerlendirmeye çalıştık.)
*
Evet, yirminci asır Türkiye coğrafyasındaki en yıkıcı depremler, 1939–44 yılları arasında yaşandı.
Kimi büyük can kaybına, kimi de ağır mal kaybına yol açan bu dört-beş yıllık zaman dilimindeki ilk deprem, 22 Eylül 1939’da İzmir civarında meydana geldi. Merkez üssü Dikili–Bergama arasında olduğu tesbit edilen bu depremin şiddeti 7.1 olduğu (bazı kaynaklarda 6.6) tahmin ediliyor.
Bu tarihten üç ay kadar sonra (26/27 Aralık 1939) ise, Anadolu tarihinin belki de en şiddetli ve en yıkıcı sarsıntısı Erzincan’da meydana geldi. Büyüklük 7.9, can kaybı ise 40 bine yakın. (Bu hadise ile bağlantılı bir sual-cevap yazının sonunda.)
*
Hem şiddetli, hem de sık periyotlar halinde 1940–44 yılları arasında vuku bulan diğer depremlerin merkez üssü şunlar: Niğde, Kayseri–Develi, Yozgat, Muğla, Van–Erciş, Bigadiç, Osmancık, Niksar–Erbaa, Çorum, Sakarya–Hendek, Kastamonu–Tosya–Ladik, Bolu–Gerede, Düzce, Mudurnu, Uşak–Gediz ve Ayvalık–Edremit depremleri.
Türkiye tarihinin hiçbir devresinde, beş yıllık bir zaman periyodu içinde böylesine şiddetli depremler yaşanmış değil.
Üstelik, 1940’lı yılların ilk yarısında başımıza gelen belâ ve musîbetler, on binlerce insanımızın canına mal olan yıkıcı depremlerle sınırlı değil.
O uğursuz dönem, aynı zamanda kaht û galâ yıllarıdır. Yokluk, kıtlık ve kuraklık had safhadadır. Ekmek dahil, temel gıda maddeleri karneye bağlanmıştır. Köylü, kendi imkânlarıyla ekip harmanladığı hububatının dahi sahibi olamıyor. Aynı yıllarda yaşanan İkinci Dünya Savaşı bahanesiyle, çiftçinin elinden zorla alınan hububat, devletin kontrolündeki sağlıksız depolara toplanıp çürümeye terk ediliyordu.
*
14. Söz’de yer alan bir sual-cevap faslı ile konuya nokta koyalım.
“Suâl: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahâli-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyâde ilişiyor?
“Elcevap: Bu hâdise hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribâtından intibâha gelmediklerinden, hafifçe gàfilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emârelerin delâletiyle, bu hâdise ehl-i imânı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyâza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.
“Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyâde sarsmasının iki vechi var:
“Biri: Hatâları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi.
“İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli imân muhâfızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimâli var.”
.
73 yıl önceki (1950) seçim süreci

Ne acıdır ki, bu milletvekillerinin yaklaşık yarısı, Fevzi Paşanın gönüllü olarak başında göründüğü Millet Partisine (MP) transfer edildi. Böylelikle MP de Meclis’te grup kurmuş oldu.
Önemli bir nokta da şudur: Adeta beleşten kurulan bu grubun has adamları, Demokrat Parti’den devşirilen dindar, muhafazakâr ve milliyetçilerden oluşan şöhretli isimlerdi. Yani, bir bakıma DP’deki efsane isimlerin hemen tamamı Milletçilerin safına geçirilmiş oldu. Bu transferin arkasında Fevzi Paşa, hatta dolaylı şekilde İsmet Paşa vardı. Ayrıca Sebilürreşad, Serdengeçti ve Büyük Doğu gibi dindar grupların büyük tam desteği vardı.
Demokratları ortadan ikiye ayıran ve arkasında muazzam bir destekle siyaset sahnesindeki yerini alan Millet Partisinin kurmay kadrosunda şu efsane isimler yer alıyordu: Mareşal Fevzi Çakmak, milliyetçi hatip Osman Bölükbaşı, Bediüzzaman’ın Ankara’daki sadık dostu Osman Nuri Köni, eski Millî Eğitim Bakanlarından Prof. Dr. Yusuf Hikmet Bayur, E. General Sadık Aldoğan.
Ayrıca, Necip Fazıl, Osman Yüksel ve Eşref Edip gibi tanınmış fikir erbabı da, var gücüyle Milletçileri destekliyordu.
Onların sayesinde Meclis’e girdiği halde, yine de Demokratların korkulu rüyası haline gelen Fevzi Paşa, Meclis’te kurmuş olduğu bu efsanevî kadroya, bir başka şöhreti daha katmak ister: Balkan Harbi zamanında “Hamidiye Kahramanı” ünvanını kazanan eski başbakanlardan Amiral Rauf Orbay.
Bizzat Fevzi Paşanın isteği ve Osman Bölükbaşı’nın tavassutuyla Millet Partisi saflarına dâvet edilen Orbay, 1925’ten beri siyaseti bıraktığını hatırlatarak şu cevabı verir: “Mareşalin (Fevzi Paşanın) emrinde nefer gibi olmak dahi, benim için bir şereftir. Geçmişte, ben bir kere siyasete (TCF, 1925) girdim; ama, nâmusumu ve canımı zor kurtardım. Teveccühünüze teşekkür ederim. Siyaset mi? Allah korusun, bir daha girmem.’’ (Yeni Şafak, 23 Mayıs 2005)
*
Milletçilerin başındaki efsane isim Mareşal Fevzi Çakmak, 1948’de Afyon Hapishanesinde bulunan Üstad Bediüzzaman’ın sadık dostlarından Osman Nuri Beyin evinde kurulan Millet Partisini iktidara taşımak için var gücüyle çalıştı, çabaladı.
MP’nin saflarında dindar ve milliyetçi kesimin temsilcilerini katmakla da yetinmeyen Mustafa Kemal’in bu sadık mareşali, ayrıca henüz yeni teşkil edilmiş bulunan “Müstakil Demokratlar Grubu” ile “Öz Demokratlar Partisi”ni de MP’nin yanına çekti ve seçimde işbirliği yapmaya onları ikna etti.
Ne var ki, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden çok kısa bir süre evvel, sürpriz mahiyetinde önemli bazı gelişmeler yaşandı.
Birincisi: 1949 Eylül’ünde 20 aydır mevkufen bulunduğu Afyon Hapishanesinden tahliye edilen Bediüzzaman Said Nursî, aynı yılın Kasım ayı sonlarında asıl ikametgâhı olan Emirdağ’a geri döndü.
2008 Temmuz’unda aynı Emirdağ’da bizzat ziyaret edip görüştüğümüz seksen yaşlarındaki Ahmet Urfalı’nın ifadesine göre, Üstad Bediüzzaman, yaklaşmakta olan seçimleri kast ederek “Şimdi siyasete mecburiyetle bakmanın lüzûmu”ndan söz eder ve Demokratların desteklenmesini ister. Böylesi bir tercih ve temayülün Emirdağ’dan çevreye ve hatta bütün Türkiye’ye yayılmasıyla, siyasî dengeler Demokratların lehine değişmeye başladı.
Sürpriz ikinci gelişme: Bayar ve İsmet Paşaya nazaran halk tarafından daha çok sevilen ve daha dindar diye bilinen Fevzi Paşanın 10 Nisan’da ölmesiyle birlikte, iktidar hayalini kuran Milletçiler adete şoke oldular.
*
İşte, böyle bir atmosferde yapılan 14 Mayıs seçimlerinde, 27 yıldır iktidarda olan Halk Partisi hezimete uğradığı gibi, Millet Partisi listesinden aday olan efsane isimler de yerlebir oldu. Kırşehir adayı Osman Bölükbaşı hariç, adayların hiçbiri seçilip de Meclis’e giremedi.
Bakalım, 73 yıl sonra yine 14 Mayıs’ta yapılması düşünülen seçimlerden nasıl bir tablo çıkacak… İnşallah, hayırlısıyla yakında hep birlikte görmüş oluruz.
.
Din düşmanları ve “sâdık ahmak”lar

Ellerinde gelse, Müslümanı da, İslâmiyeti de silip yok etmek isterler. Ama, dinin sahibi olan Allah, onlara bu imkânı-fırsatı vermediği gibi, Müslümanlar da, harbî düşmana karşı kenetlenerek muhtemel zararı asgariye indirmeye çalışırlar.
Öte yandan, dinde samimi olduğu halde dine ve dindarlara büyük zarar veren “sâdık ahmak” unvanına lâyık kimseler var. İşte, bu tip kimselerin vermiş olduğu zarar ve tahribat, ne yazık ki din düşmanlarının zararından, tahribatından çok daha büyük oluyor.
Bu konuyu ihtiyaç hissettiğimiz dönemlerde mükerrer olarak işledik, işliyoruz. İnşallah istifadeye medar olacağı kanaatiyle, aynı konuya dair bazı analizleri dikkat nazarlarına bir kez daha takdim ediyoruz.
*
Evet, ana başlıkta gördüğünüz “sadîk ahmak” tâbiri Üstad Bediüzzaman’a ait. Bu orijinal tabiri, bilhassa Münâzarât ve Muhakemât isimli eserlerinde zikretmiş.
Bu tabirle kast edilen kimseler, “dinde sâdık, fakat aklî muhakemede noksan” tiplerdir.
İşte, bu tip kimselerin yüzünden, maalesef dine ve dindarlara çok büyük zararlar geliyor. Nitekim, Muhakemât, Yedinci Mukaddeme’nin sonunda zikredilen o “sadîk-ı ahmak” kimselerin, gerçekte “adüvvü’d-din”den daha muzır olduğu açıkça ifade ediliyor. Yani, o makalede “dinde sadık ve samimi” olduğu halde, ahmakça davranan kimselerin, din düşmanlarından daha zararlı olduğu hususu açık bir dille nazara veriliyor.
Malum olduğu üzere, aynı hususla ilgili olarak şöyle bir deyim de var: “Ahmak dost, düşman kadar zarar verir.
*
“Sâdık ahmaklar”ın en büyük bir zararı, dinde olmayan bir şeyi sanki varmış gibi göstermeleriyle başlıyor. Bir diğer sakatlıkları, dinin terazisini, şeriatın mizânını bozacak derecede mübâlağa yapmaları ve aldatmak için dümen çevirmeleridir.
Bu tür kimselerin tahribatına dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri, ilgili bahiste şunları beyan ediyor: “Dikkat olunsun ki: Böyle mücâzifler (cerbeze ile aldatanlar), nasihat ettikleri vakitte, nazar-ı hakikatte çirkin oluyorlar! ….Ey herif! O sözlerinde şeriata adâvet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvvü’d-dînden daha muzırsın.”
Demek ki, şeriatın ölçü ve sınırlarını zorlayacak, yahut haddi aşıp taşacak şekilde konuşmak, propaganda yapmak veya nasihatta bulunmak, hakikaten bir kimseyi din düşmanından daha muzır, daha tehlikeli bir duruma getirebiliyor. Aynen, siyaset uğruna şu günlerde görüldüğü gibi.
Günün Tarihi: 15 Mart 1920
İstanbul’u işgal etme hazırlığı
İstanbul’daki İngiltere, Fransa ve İtalya’nın dahil olduğu Müttefik Yüksek Komiserliği, 15 Mart 1920’de toplanarak aşağıdaki kararları aldı:
1. İstanbul, yarın (16 Mart) sabahın erken saatlerinden itibaren fiilen işgal edilecek.
2. Müttefik askerî makamları tarafından, işgalin gerektirdiği bütün tedbirler alınacak.
3. Harbiye ve Bahriye Nezaretleri’nin işgali ile her türlü haberleşme kontrol altına alınacak.
4. Posta, telgraf, telefon idaresi, Hükûmet ile Meclis’in faaliyeti kontrol altında tutulacak.
Bu gaddarane plân, ne yazık ki 16 günü aynen tatbik sahasına konuldu. Bu şerden çıkan hayır ise, bir ay kadar sonra Anadolu’da (Ankara’da) kurulan Büyük Millet Meclisi oldu.
.
“Rey-i vâhit”ten “rey-i cumhur”a geçiş dönemi

*
Evet, tam tamına 30 sene süren bir kesinti devresinin ardından, 1908 yılı Temmuz’unda Meşrûtiyet yeniden ilân edildi. Aslında bu tarihte ilân edilen hürriyettir; Meşrutiyet ise, bir bakıma yenilenmiş, aktüel tabirle günlenmiş oldu.
Doğrusu hemen hiç kan dökülmeden bu neticenin hasıl olması büyük bir muvaffakiyettir. Bu muvaffakiyetin sağlanmasında da, şüphesiz bir çok grup ve şahsiyetin rolü olmuştur. Yine de, bu safhada dikkat çeken bazı şahsiyetlerin kilit rol oynadığını unutmamalı. Meselâ, askerî cenahtan Enver ve Niyazi Beyler, ilim ve medrese ehlinden ise Bediüzzaman Hazretleri gibi tarihî şahsiyetler.
*
Hadiseye hangi açıdan bakılırsa bakılsın, öyle anlaşılıyor ki, hürriyet ve demokrasi (meşrutiyet) mücadelesinde muvaffakiyetli bir noktaya gelinmesi pek kolay olmadı. Otuz yıllık süre zarfında, çok büyük sıkıntılar yaşandı, çok ağır bedeller ödendi: Hapis, sürgün, zindan, sansür, baskı, çatışma, jurnalleme, takip, tarassut, tazyik, vesaire...
Bu çalkantılı dönemde doğru olan hareket tarzı, yakın gelecekte dünyaya hakim ve hükümran olması kuvvetle muhtemel görünen hürriyete, meşrûtiyete, kanun hakimiyetine taraftar olmak ve bu nimetlerin bu vatanda kökleşmesine var gücüyle çalışmaktı.
O halde, bakalım o otuz yıllık süre zarfında kim neler yapmış, kim hangi istikamette yürümüş ve neticede neler, neler yaşanmış…
*
İşte, Sultan Abdülhamid’in devrilmesine kadar varan çalkantılı hadiselerin kısacık bir panoraması:
I. Meşrûtiyetin 1878’de askıya alınmasından sonra, gerek Sultan II. Abdülhamid’in şahsına ve gerekse onun uyguladığı politikalara karşı şiddetli bir muhalefet hareketi başladı. Bu hareketin içinde yer alan aykırı ve başıbozuk tiplerin yanı sıra, tanınmış değerli şahsiyetler de var. Meselâ: Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmed Muhtar Paşa, Resneli Niyazi Bey, Enver Bey, Said Halim, Mustafa Sabri Efendi, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik, Babanzade Ahmed Naim, Mehmed Âkif, Bediüzzaman Said Nursî gibi...
Bu şahıslar arasında, Sultan Abdülhamid’in siyaseti ile birlikte zâtına da hücum eden, hatta çirkin hakarette bulunanlar olmuştur. Yine, Sultan Abdülhamid’e muhalif görünen meşhurlar arasında, padişahın şahsî meziyetini takdir etmekle beraber, onun takip ettiği siyaseti şiddetle tenkit eden müstesna bir şahsiyet vardır ki, o da Bediüzzaman Said Nursî’den başkası değildir.
*
Evet, Sultan Abdülhamid’in şahsından söz ederken, diğer bazı kimselerin yaptığı gibi tahkir ve tezyife tenezzül etmeyen Üstad Bediüzzaman, sonradan da ne yazdıklarından dolayı bir pişmanlık hissetmiş, ne de Feylesof Rıza ve benzerleri gibi padişahtan özür dileme gereğini duymuştur. Dolayısıyla, Üstad Bediüzzaman’ın uğraştığı ve muhalefet ettiği şey, Sultan Abdülhamid’in şahsı değil, belki onun uyguladığı, yahut tatbik etmek zorunda kaldığı ‘zayıf istibdat’ siyaseti idi.
İşte, bu konu hakkında etraflıca bir bilgiye ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz. Çoğu kimse, bu hususu bir türlü anlayamıyor, yahut anlamak istemiyor. Kezâ, toptancı bir mantıkla hareket ederek “Ya hep, ya hiç” saplantısı düşmüş, orada debelenip duranlar var. Demek ki, şu noktayı vuzuha kavuşturmak gerekir ki, Said Nursi, Sultan Abdülhamid’in şahsiyeti ile siyatini birbirine karıştırmadığı gibi, ikisini birbirinden ayrı olarak değerlendirmiş müstesna bir şahsiyettir. Onun asıl maksadı ve muradı da, dinin siyasete ve diktacı uygulamalara âlet edilmesine mani olmak, bunun önüne geçmek ve bilhassa artık rey-i vahitten (tek adamcılıktan) rey-i cumhura (milli iradenin hakimiyetine) geçmeyi temin etmeye çalışmaktan ibaret idi.
Tarih, galiba yine tekerrür ediyor.
.
Bir asır önce kullanılan inisiyatif

Tabiî, hadiseler aynen-tıpatıp tekerrür etmiyor. Tekrarlar, benzerlikler noktasında yaşanıyor. Ki, biz de burada gelişmelere aynen o benzerlikler itibariyle bakmak arzusundayız.
Bakalım, geçen asrın başlarında günümüz hadiselerine benzer neler olmuş, neler yaşanmış ve bilhassa zihinleri meşgul eden suâllere ne tür cevaplar verilmiş, daha da önemlisi korkulara karşı nasıl bir duruş sergilenmiş…
Aşağıda açıkça görülecektir ki, zihinlerdeki suallere verilen cevaplar ve özellikle devrin korkularına karşı sergilenen duruş tarzına bugün de şiddetli ihtiyaç var. Buyrun, hayalen bir asır öncesine gidip seyirci-dinleyici locasında oturalım ve yaşananları ciddiyetle temaşa etmeye çalışalım.
*
Hürriyete oldum olası “âşık”, Meşrûtiyet’in en tesirli müdafiî, istibdadın ise en şiddetli muhalifi olan Bediüzzaman Hazretleri, Bitlis’ten İstanbul’a 1907 yılı sonlarında vasıl oldu.
İstanbul’a gelmesiyle birlikte, Dersaadet’in (Başkent’in) âfâkında âdeta bir güneş gibi doğdu. Kimi yerde bir şimşek gibi çaktı; kimi yerde ise, adeta gök gürlemesi gibi ses–sadâ ile etrafa ismi ile birlikte fikrini duyurmuş oldu.
Meselâ, İstanbul’a gelir gelmez, yerleştiği Fatih’teki Şekerci Handa bulunan çalışma ofisinin serlevhâsına şu çarpıcı ibâreyi yazdırdı: “Burada her müşkil halledilir, her suâle cevap verilir; fakat suâl sorulmaz.”
Son derece iddialı bir çıkış, asil bir duruş ve kendine olan güvenin şâhikasında bir vaziyet alıştır bu.
Tarihte ikinci bir misâline henüz rastlanılmayan böylesine harikulâde bir duruş ve ortalığı birden elektriklendiren böylesine cesurâne bir çıkış, esasında pek yakında başlayacak olan yeni ve bambaşka bir dönemin habercisi mahiyetinde bir “işaret fişeği” idi.
Evet, “Burada her müşkül halledilir...” diye başlayan ifade ve ibarenin tahtında yatan mânâ ve mahiyet, şüphesiz ki sanılan veya tahmin edilenden çok daha büyük ve çok ileri derecede boyutlar taşıyor. Nasıl mı? Meselâ şöyle:
1. Bu, bütün ilim ve fikir dünyasına karşı gayet açık ve tam cesurane bir “meydan okuma” halidir.
2. Bu, aynı zamanda “Bakın, bundan böyle yaşanacak her hadisede, her türlü gelişme karşısında, artık ben de söz ve inisiyatif sahibiyim; bunu herkes duysun, bilsin” demektir.
3. Bu izzetli duruş, aynı zamanda hürriyete, fikrî serbestiyete olan düşkünlüğün bir ifadesidir. Dahası, bu “Ben hiçbir baskıyı kabul etmem; istibdadın eseri olan kayıtların, tahakkümlerin altına girmem” demektir.
4. “Kim ne isterse sorsun” şeklindeki tavır ve duruş ise, aynı zamanda şu demektir: “Ey mağrur entelektüel! Bilin ki, her şey İstanbul’dan ibaret değildir. Şark’taki medrese ehlini unutmayın, onları sakın ha küçük görmeye çalışmayın.”
*
Genç Said’in, bütün mektep ve medrese ehlinin dikkatini çeken, hatta onların çoğunu ürkütüp gözlerini korkutan bu efsânevî çıkışın “hikmet ciheti”yle istikbâle yönelik bir mesajı da (yine Üstad’ın ifadesiyle) şudur: “Cenâb–ı Hakk’a yüz bin şükür olsun. Yetmiş–seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan–ı İlâhiye ile bir derece bildik ki: ... Risâle–i Nur en ziyade ulemânın damarlarına dokundurduğu halde, hocaların Nurlara karşı tenkitkârâne eser yazamadıklarının sebebi, o zamanda Said’in ulemânın suallerine karşı doğru cevap vermesi, ulemanın cesaretini kırmış ki, hiçbir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrepçe Said’e çok muhalif oldukları halde Nur Risâlelerine karşı mukabil çıkmamaları, bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş. (Emirdağ Lâhikası: 312)
Evet, gerek o zamanlar, gerekse daha sonraları ve hatta şimdilerde Üstad Bediüzzaman’a muhalif olan, hatta şiddetli düşmanlık edenler hep olagelmiştir. Ancak, bunların hiçbiri meydana çıkıp da ilmî cihette muaraza, yahut ilmî bir eserle mukabele etme cesaretini gösterememiştir.
Bugün medrese ehlinden ziyade, Diyanet ve İlahiyat kökenli bazı hoca müsveddelerinin itirazları, hatta saldırıları vakidir. Ancak, onların bütün itirazlarına karşı Hz. Bediüzzaman gereken cevabı vermiş, izahları yapmış; velhâsıl, temsil ettiği davanın sağlamasını yapmış öyle gitmiştir. Gerisi, tamamen siyasî, kasdî ve hasmâne mukabeleden ibarettir.
.
Demokrasiye fedâ olan hayatlar

Türkiye ile kardeş Pakistan’ın demokrasi yolundaki kaderi birbirine benziyor. Her iki ülkenin insanları da bu uğurda çok büyük bedeller ödedi. Milletin hür iradesiyle iktidara gelen devlet adamlarını fedâ etti.
Türkiye’de Menderes ve arkadaşlarını iktidardan devirip idam ettiren menhus ruh, Pakistan’da da baba Butto ile kızını katlederek, milletin lânetine uğradılar.
Aynı menhus ruh, fırsat buldukça demokrasinin canına kast ederek darbe yapmaktan da geri durmadı.
Bu hatırlatmadan sonra, şimdi günün tarihi itibariyle Pakistan’da yaşanan bir trajedinin hikâyesini anlatmaya çalışalım.
*
Günümüz itibariyle İslâm dünyasının en büyük nüfusuna (233 milyon) sahip ülkelerden biri olan Pakistan’ın devrik Başbakanı Zülfikâr Ali Butto, gafil ve de zalim darbecilerin inisiyatifiyle 4 Nisan 1979’da idam edildi.
1928 doğumlu Butto, 1971-73 yılları arasında Pakistan’da devlet başkanlığı, ardından 4 yıl müddetle Başbakanlık yaptı.
Butto’yu siyaseten mağlûp edemeyeceğini anlayan iç ve dış mihraklar, dindar orduyu onun aleyhine sevk ederek, 1977’de iktidardan düşürdüler. (Aynen, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Türkiye’sinde olduğu gibi...)
Darbeciler tarafından uzun süre göstermelik şekilde yargılanan Butto, nihayet 1979’da idamına hükmedilerek darağacına gönderildi. Katledildiğinde henüz 51 yaşındaydı.
*
Demokrat Butto’yu idam ettirenler, ne yazık ki “din adına” darbe yapmışlar ve öyle de hareket ettiklerine inanıyorlardı. Ne var ki, işledikleri cinayetin dinle-imanla bir alâkası yoktur ve olamaz. Zira, İslâma göre askerin siyasete karışmak gibi bir görevi yoktur. Askerin vazifesi, bilhassa haricî taarruz ve tecavüzler karşısında durmak ve ülkenin hudut emniyetini muhafaza etmektir.
Darbeci cuntalar ise, her ülkenin şartlarına uygunluk arz edecek şekilde cinayetlerine kılıf hazırlıyorlar ve bir ölçüde zâhirperestleri aldatarak kendilerine taraftar topluyorlar.
Nitekim, Pakistan’da olduğu gibi Türkiye’deki darbelerin gerekçesi de hep başka başka olmuştur. Misâl: İrtica, anarşi, terör, kardeş kavgası, vesaire... Oysa, gerekçe ne olursa olsun, darbe, bir ülke ve millet için ihanet derecesinde cinayet sayılır. Görünürdeki kandırmaca faydasının bin misli kadar zararı vardır.
*
Zülfikar Ali Butto’nun ardından, kızı Benazir Butto siyasete atıldı ve iki kez Başbakanlık yaptı. Ancak, o da 27 Aralık 2007’de bir sûikasta kurban gitti. Şöyle ki: Pakistan Halk Partisi Başkanı Benazir Butto, seçim atmosferinde ve seçim meydanında düzenlenen bir sûikast sonucu vahşice vurularak katledildi. Tam da, üçüncü kez Başbakanlığa hazırlandığı seçim kampanyası esnasında...
*
Burada özet halinde temas ettiğimiz bu trajik gelişmelerin yanı sıra, dikkat çekici bir başka noktanın daha altını çizerek nokta koyalım. Şöyle ki: Mısır’da yakın tarihte iktidardaki Mursi ve partili arkadaşlarına yapılan bed muameleyi, onlara revâ görülen işkenceli zulmü güyâ “demokrasi adına” protesto edip karşı gelen bizdeki bazı “dindar siyasetçiler”, ne hikmetse, Buttolar’ın başına gelen Pakistan’daki darbelere, saldırılara, adâletsiz idamlara, vahşî katliâmlara karşı aynı tepkiyi göstermediler. Yani, Mısır’daki gibi benzer reaksiyonlarda bulunmadılar. Darbeleri ve darbecileri protesto etmediler. İdamları durdurmak için harekete geçmediler. Ne yazık ki, “dilsiz şeytan” durumuna düşmek kabilinden, olanı-biteni sadece seyretmekle yetindiler.
İşte, biz bu tip adamları “demokrasiye, insan temel hak ve hürriyetlerine saygı” veya bu değerleri “sahiplenme” noktasında samimi bulmadığımız gibi, onların sahip olduğu zihniyeti de ciddi ve samimi bulmuyoruz. Dolayısıyla, bunları eleştirmekte kendimizi haklı görüyoruz.
Velhasıl, ülkeden ülkeye darbecilere karşı farklı tutum ve davranış sergileyenler, demokrat olamayacakları gibi, hürriyet, hakkaniyet ve adâleti istemekte de ciddi ve samimi olamazlar.
.
İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti (Fırkası/Partisi?)

Dindar kesim arasındaki siyasî görüş farklılığı bundan 114 sene evvel bugünlerde biraz daha belirgin bir hâle geldi. Bu belirginliğe sebebiyet veren şey, İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin 5 Nisan 1909’da tamamlanan resmî kuruluş hadisesidir.
Aralarında Bediüzzaman Said Nursî’nin de bulunduğu kesim, “Muhammedî” ismini taşıyan bu cemiyetin umum müminlere şâmil olması gerektiğini söyler ve bu yönde neşriyat yapar. Bilhassa “din adına siyaset” gütmenin sakıncalarını nazara verir.
Aralarında Derviş Vahdetî gibi şahısların bulunduğu kesim ise, İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin mümkün olan en kısa zaman zarfında fırkalaşması, yani partileşmesi ister. Onlar da bu yönde kışkırtıcı bir yayıncılık anlayışıyla hareket ederler. Bu şahıslar, “din adına siyaset”e atılmanın lüzumundan söz edip dururlar.
Aslında şu iki bakış açısı, tıpkı o zaman gibi günümüzde de aynen devam edip gidiyor. Bunun örnekleri gözler önünde duruyor.
Şimdi, hayalen bir asır öncesine gidelim ve hadisenin gelişme seyrine kısaca bakmaya çalışalım.
*
İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti, 5 Nisan 1909’da Ayasofya Camiinde Mevlid-i Şerif okunarak kuruluşu ilân edilmiş oldu. Camide okunan mevlidin yanısıra, gün boyunca dinî konuşmalar yapıldı, tesirli vaazlar verildi.
Ayasofya Camii, gün boyunca adeta bir manevî merasim programına sahne oldu.
Ekseriyeti medrese talebeleri olmak üzere, gün içinde yaklaşık 50 bin kişinin gelip ziyaret ettiği Ayasofya Camiinde konuşma yapanlardan biri de Bediüzzaman Said Nursî idi.
Nitekim, cemiyetin kurulduğu ve Ayasofya’da Mevlid-i Şerifin okutulduğu günün hemen bir gün sonrasında (6 Nisan), Serbestî gazetesinin başyazarı Fehmi Bey, bir sûikast sonucu katledildi. Cinayeti işleyenlerin komitacı İttihatçılar olduğundan kimsenin bir şüphesi yoktu. Ancak, yine de fail meçhûldü ve öyle de kaldı.
Bir hafta sonra ise, mahiyeti yine meçhûl kalan içtimaî büyük bir hadise yaşandı: 31 Mart Vak’ası. (13 Nisan 1909)
Bunun üzerine Selanik merkezli Hareket Ordusu İstanbul’a gelip darbe yaptı. Padişahı tahttan indirtti. Sıkıyönetim ilân edildi. Darağaçları kuruldu. Üstad Bediüzzaman beraat ederken, 40’tan fazla maznun idam edildi. Derviş Vahdeti ise, kayıplara karıştı. Aylar sonra, yurt dışına kaçmak üzereyken yakalanıp idam edildi.
*
Evet, 1909’da İstanbul’da kurulan İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin bir siyasî cemiyet şekline dönüştürülmesi yönündeki arzu ve çabaları fark eden Üstad Bediüzzaman, bundan nihayet derecede korktuğunu söyleyerek, gerekli teşebbüslerde bulunmaya çalışır. O zamanki gazetelerde (Volkan) neşrolan ve bilâhare eserlerinde de yer alan bu meyandaki bazı ifadeleri muhtelif risâlelerde yer almaktadır. İşte, Risâle–i Nur’da geçen cihanşümûl mânâdaki ittihad–ı İslâm ve İttihad–ı Muhammedî tarifine dair söz ve izahların bir hülâsası:
“İşittim, İttihad–ı Muhammedî (asm) nâmıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism–i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism–i mübareki bazı mübarek zevât, daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet–i Seniyyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat–ı alâka ettiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin, tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez.” (Divân–ı Harb–i Örfî)
“...Hem de anlaşıldı ki, İttihad–ı İslâm (olan İttihad-ı Muhammedi), umum askere ve umum ehl–i imana şâmildir. Hariç kimse yoktur.” (Hutbe–i Şâmiye)
İşte, bir asrı aşkın süredir, siyasete dair dindarlar arasındaki görüş farklılığı, yahut fikir ayrılığının kısacık bir hikâyesi.
.
Kurşunlama, komite faaliyetini gösterir

Komite faaliyetlerinin teşvik gördüğü yer ve zamanlarda, kurşunlama-bombalama gibi suikastler eksik olmaz. Üstelik, failleri, ama özellikle de azmettiricileri meçhûl olur, meçhûlde kalır, bu tür işlerin.
Tetikçiler, işin basit yönü. Çabuk bulunabilirler. Aslolan azmettiricilerdir. Onlar kolay kolay tesbit edip de bulunamazlar. Komite merkezi, tetikçi için on para veriyorsa, iz kaybettirmek için yüz para harcıyordur.
İşte, tam da bu sebeple, 6 Nisan 1909’da üstelik Galata Köprüsü’nün üzerinde katledilen Serbestî gazetesi sahibi ve başyazarı Hasan Fehmi Beyin katilleri bulunamadı. (Aynı dönemde, benzer cinayetler artarak devam etti.)
Keza, 1923 yılı Mart ayı sonunda bir siyasî cinayete kurban giden Meclis’teki muhalif grubun lideri Trabzon Mebusu Ali Şükrü Beye karşı tetikçi Topal Osman’ı kimin kullandığı ortaya çıkarılamadı. Üstelik, henüz büyükçe bir köy kadar olan o günün Ankara’sında.
Aynı şekilde, 2009’da helikopter kazasıyla vefat eden BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu hadisesinin üzerindeki sis perdesi bir türlü kaldırılamadı. Hadise mahalline günler sonra varılması ise, tam bir yüz karası.
Daya yakın bir zamana gelelim. Geçen yılın son gününde (30 Aralık 2022), üstelik Başkent Ankara’nın göbeğinde uğradığı silahlı saldırı sonucu vefat eden Sinan Ateş’i kimin bu şekilde hedef tahtasına koyduğu bugüne kadar ortaya çıkartılamadı. Torbacı tetikçileri bulunması, cinayetin üzerindeki sır perdesinin kaldırıldığı anlamına gelmez. Lütfen, kimse bu milletin aklıyla alay etmesin, vicdanıyla da oynamasın.
Ve, son olarak İyi Parti İstanbul İl Başkanlığı binasının kurşunlanması hadisesi. Ki, hadisenin şekil ve teknik yönü ne olursa olsun, bunu İyi Parti ile temasa geçen Sinan Ateş cinayetinden bağımsız düşünmek ancak saftiriklerin işi olabilir.
İşin çok acip ve garip bir tarafı da şudur ki: Söz konusu hemen bütün cinayetlerin en kuvvetli bağlantısı “milliyetçilik” etrafında dönüyor. Dahası, halkın vicdanında, sürekli şekilde “Vatan-Millet-Sakarya” edebiyatı yapanların, bu tür cinayetlerle mutlaka bir bağlantılarının bulunduğu kanaatini uyandırıyor.
Bu hatırlatmalardan sonra, şimdi “günün tarihi”ne dönelim ve 114 yıl evvel bugün işlenen Hasan Fehmi cinayetine değinmeye çalışalım.
*
Bozuk-Mason İttihatçılar, 1908 Temmuz’unda ilân edilen hürriyetin (II. Meşrûtiyetin) daha birinci senesi bile dolmadan komitecilik faaliyetini başlattılar.
Eli kanlı bu komitacılar, siyasî muhaliflerin yanı sıra, fikrî muhaliflerini de susturma, hatta ortadan kaldırma eğilimi içine girdiler ve ilk cinayeti 6 Nisan 1909’da İstanbul’un orta yerinde, tam da Galata Köprüsü üzerinde işlediler.
İttihatçılara muhalif, Ahrar Fırkası ile İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine dost görünen Serbestî gazetesinin Başyazarı Hasan Fehmi faili meçhûl bir cinayete kurban gidince, ortalık alabildiğine gerildi. Merhûmun cenaze merasimi, kelimenin tam anlamıyla İttihatçılara karşı bir gövde gösterisine dönüştü.
Ne var ki, bu gösterişli hadise, tam da cuntacıların ve komitacıların istediği gibi cereyan etti.
İttihatçılara karşı kin ve öfke damarı kabardıkça kabaran dindar kesimlerin galeyanı, günden güne artarak devam etti. Bu galeyan ve öfke seli, nihayet 13 Nisan (Rumî 31 Mart) günü patlama noktasına geldi ve kontrolsüz bir şekilde patladı: Bir yandan sivil kitleler sokaklara dökülürken, bir yandan da İstanbul’un güvenliğinden sorumlu Avcı Taburlarında isyan hareketleri başladı.
Bu arada, söz ve yazılarıyla askerlere nasihat eden Bediüzzaman, sekiz taburun isyandan vazgeçmesini sağladı. Kanlı bilanço, bu sûretle azalmış-hafiflemiş oldu.
Ama, buna rağmen, diğer taburlardaki askerler başlarındaki koğmutanları kışlaya hapsederek, mühim bir kısmı sokaklara döküldü.
Bu kanlı kargaşa hali birkaç gün devam etti. Kaotik bir hava oluştu. Yani, kimsenin kimseyi dinlediği yoktu.
İşte, dumanlı havayı bekleyen kurt misâli, Selânik’ten yola çıkan Hareket Ordusu, on gün kadar sonra İstanbul’a geldi, darbe yaptı, padişahı tahttan uzaklaştırdı ve kurmuş olduğu uyduruk mahkemelerde onlarca maznunu idam ettirip yüzlerce mâsumu en ağır şekilde cezalandırdı.
Final: O tarihte işlenen bütün o vahşetler, faili meçhûl bir siyasî cinayet hadisesiyle başlatıldı.
.
Mehmet Kemâl Beyin idamı

İstanbul’un İngiliz işgali alatında olduğu günlerde, Boğazlıyan (Yozgat) Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, şehrin orta yeri Bayezid Meydanı’nda, üstelik umuma açık bir şekilde idam edildi.
Usûlen yapılan yargılama neticesinde, 8 Nisan (1919) günü idam kararı verildi; kararın infaz ise iki gün sonra, 10 Nisan günü yapıldı.
Sarfı Ermeni komitacıları memnun etmek için tertiplenen bu hadise, başta İstanbul halkı olmak üzere, umum millet tarafından büyük bir teessür ve infial ile karşılandı.
*
Mağrur İngilizler, işgalden sonra kendi isteklerine uygun bir “kukla sadrâzam”ı da bulmuşlardı: O kimse, adıyla-sanıyla Damat Ferit Paşa idi.
İngiliz kuklası olan bu şahsın en büyük günahlarından biri, hiç şüphesiz, Mehmet Kemal Beyin idam edilmesine razı olmasıydı.
Şehid-i mazlûm Kemal Bey hakkında idam kararı veren kişi, Divân-ı Harb-i Örfî (Sıkıyönetim) Mahkemesi’nin o esnada başkanlığını yapan “Nemrut” lâkaplı Mustafa Paşa’dır. Kemal Beye isnat edilen suç ise “Ermeni tehcirinde takınmış olduğu menfî tutum” diye kayıtlara geçti. Oysa, verilen idam kararının asıl gerekçesi, Ermenileri memnun etmenin yanında, İngilizlerin direktifiyle hareket etme politikasını uygulama mecburiyeti idi. Kemâl Bey, ne yazık ki bu maksadın tahakkuku için kurban seçilmiş oldu.
*
Henüz 35 yaşındayken idam edilen Kemal Beyin (1884-1919) son sözleri pek hisli ve bir o kadar da düşündürücü. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla, Şehit Kemâl Beyin son sözleri şunlar oldu:
“Sevgili vatandaşlarım!
Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarında budur.
Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer buna adalet diyorlarsa, kahrolsun adalet!
Benim sevgili kardeşlerim! Asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin.
Borcum var, servetim yoktur. Üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet!”
*
Meydanda toplanan halkın gözyaşları arasında darağacına çekilen Kemal Bey’in cenazesi, hayli kalabalık bir merasimle Kadıköy’de toprağa verildi.
Ankara’daki Büyük Millet Meclisi, 14 Ekim 1922’de çıkardığı bir kànunla Kemâl Beyi “millî şehit” olarak kabul ve ilân etti.
*
Bu hazin hadise, Sadrâzam Damat Ferit’in kabul görmez ve asla affedilmez hatalarının başında gelir. Zira, kendisi İngiliz işgal güçlerine tam mânâsıyla boyun eğmiş ve adeta işgalciler ne diyor, ne istiyorsa, onu harfiyyen yapmaya çalışan bir kukla durumundaydı.
Bu arada, aynı mahkemenin ayrıca 20 Temmuz’da vermiş olduğu mühim bir başka kararı da var ki, bu pek az biliniyor. O karar şudur: 20 Temmuz’da “Ermeni kırımından sanık” olarak yargılanan eski Urfa Mutasarrıfı ve Bayburt Kaymakamı Nusret Bey—tıpkı Boğazlıyan Kaymakamı gibi—yine aynı mahkemenin kararıyla idam cezasına çarptırıldı. Nitekim, bu ceza da, tıpkı 8 Nisan’daki gibi, 5 Ağustos’ta yine Beyazid Meydanında infaz edildi.
*
Çok garip bir tecelli de şudur ki: İstanbul’un işgal dönemiyle ve işgalcilerin zâlimane tasarrufuyla ismi adeta özdeşleşmiş olan Sadrâzam Damat Ferit Paşa, işgalin tam da sona erip kurtuluşun resmen ve alenen ilân edildiği gün (6 Ekim 1923) Fransa’da son nefesini verdi.
*
Son olarak, yine Mehmed Kemâl Bey’in vedâ konuşmasında söylediği rivâyet edilen bir metni hülâsaten takdim edelim:
“Sevgili oğlum merhum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdilli Çayırı’ndaki Kabristanda, yavrumun yanına gömülmeyi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’ünde meskûndurlar. Defin masrafı, teyzeme tevdi edilsin. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşim tarafından dikilsin ve üstüne şöyle yazılsın: Millet ve memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl’in ruhuna Fâtiha!
“Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyrulmasını vatandaşlarımdan beklerim.
“Türk milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zevâl bulmayacaktır. Allah, millet ve memlekete zevâl vermesin.”
(Daha detaylı bilgi için İ. Hami Danişmend; Kronolojik Osmanlı Tarihi.)
.
Fevzi Paşa, gidişiyle de şaşırttı

Hayatı boyunca çevresindeki insanları, bilhassa dindar kesimi hep şaşırta gelen Fevzi Paşa, 10 Nisan 1950’de ânî ölümüyle de herkesi şaşırtarak göçüp gitti bu dünyadan.
En büyük şaşkınlık noktası şudur ki: Emekli General Fevzi Çakmak, 73 sene önce (aynen şimdiki seçim günü gibi) 14 Mayıs’ta yapılacak olan genel seçimler için propaganda gezisine çıkmıştı. Demokratların önünü kesmek için 1948’de kurdurulmuş olan Millet Partisi’nin (MP) Fahrî Başkanı olarak Trakya taraflarında seçim propagandası yapmakta iken kalp krizi geçirdi. Apar-topar İstanbul’a getirilerek Teşvikiye Sağlık Evi’nde tedavi altına alındı. Türkiye tarihinde ilk kez demokratik bir erdemlilikle yapılacak olan seçimlere tam da 34 gün kala, 10 Nisan günü hastanede öldü.
Cenaze merasimi de şaşırtacak derecede olaylı geçen Fevzi Paşanın seçim atmosferinde ölmesi, siyasî dengenin büyük ölçüde değişmesine sebebiyet vererek, bir kez daha şaşırtmış oldu: 1948’de Demokratları (DP) ortadan ikiye bölerek 30 kadar mebusu MP’ye transfer ettirerek Meclis’de grup kurduran Fevzi Paşa, seçim öncesi ânî ölümüyle, kendi partisine gelecek oyların yarıdan çok çok daha fazlasını bu kez Demokratlara kaptırmış oldu. Zira, MP ile DP’nin seçmen kitlesi, yani sosyolojik tabanı birbirine çok yakındır. Nitekim, 70 yıldır, aynı seçmen kitlesinin oyları bu iki parti arasında hep “yatay geçiş”ler yaparak geldi.
*
Evet, “dinciler ile ırkçılar”ın birleşimi mânasında olan Milletçilerin (MP) kurucu fahrî reisi durumundaki Fevzi Çakmak’ın ruh ve mizacında hep şaşırtıp yanıltmak vardı. Nitekim, Millî Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı sıfatıyla 22 yıl (1922-44) müddetle din yıkıcılarının emrinde çalışarak dindar kitleyi aldatmış, hatta bazen sukût-u hayale uğratmış bir “Süfyanî rükün” olarak görünüyor: Son merhalede siyaset noktasında olduğu gibi, ayrıca İstiklâl Mahkemelerinin vahşiyane uygulamalarında, Şapka İnkılâbında, Şeyh Said Hadisesinde, Dersim Hadisesinde ve 1925-37 yılları arasında inkılâplar uğruna yaklaşık yüz bin başların gitmesinde de hep aynı şaşırtı rolü oynamış bir asker ve bir siyaset adamıdır.
Tam da bu noktada, pek şaşırtıcı görünen bir meseleye daha temas ederek öyle gidelim: 1946 seçimlerinde Demokrat Parti’nin listesinden “bağımsız aday” olarak Meclis’e giren emekli Mareşal Fevzi Çakmak, 1950 seçimlerinde bu kez fahrî olarak başında bulunduğu Millet Partisi’nin listesinden gösterilmişti. Fevzi Paşanın seçimden 34 gün önce ölmesi üzerine, şu garip liste değişikliğine bakın ki, onun yerine hanımı Fatma Fitnat Çakmak İstanbul adayı olarak Millet Partisi’nin listesinde gösterildi. Ne var ki, o tarihte uygulanan “Çoğunluk sistemi” sebebiyle Fıtnat Hanım seçilemediği gibi, İstanbul’da sadece Demokrat Partinin adayları seçilerek Meclis’e girebildi.
(Bkz: Ahmet Emin Yalman; Yakın Tarihte Gördüklerim-4. İstanbul: Pera Turizm ve Ticaret A.Ş. s: 1520.)
*
Çoğunluk sistemi: 1950 seçimlerinde uygulanan bu sisteme göre, bir seçim bölgesinde en çok oyu alan parti, milletvekillerinin tamamını alabiliyordu. Buna göre, oyların yüzde 53.5’ini alan DP, kazanmış olduğu 416 milletvekilliğiyle Meclis’in yüzde 85’ini elde ederken, CHP yüzde 39.9 oy oranıyla kazandığı 69 milletvekilliğiyle Meclis’in ancak yüzde 14’ünü elde edebildi.
O tarihteki 63 seçim çevresinden 52’sinde DP, 10’unda CHP, 1’inde (Mardin) de bağımsız aday birinci oldu.
Garip bir tablo: 1950 seçimlerinde başta Tunceli olmak üzere, Marmara, Ege ve İç Anadolu Bölgelerindeki illerin tamamında DP birinci gelirken, Trabzon, Sinop, Kars, Erzincan, Malatya, Bitlis, Bingöl, Hakkâri, Van ve Hatay’da CHP birinciliği kazanmış oldu.
.
Darbe-muhtıra, kime-neye yaradı?

Bizdeki darbe ve muhtıralar tarihine baktığımızda şunu görüyoruz: 1700’lü yılların başından günümüze kadar vuku bulunan hemen bütün darbe, kargaşa ve askerî isyanların arka plânında ekseriyetle “Selanikliler Hanedanı” da denilen “Yahudi dönmesi” Sabetaycılar vardır. Bu sinsî sığınmacılar, başta vatana-millete büyük zararlar vermekle beraber, siyaset noktasında ise, en büyük zararı hürriyet-meşrutiyet-demokrasi hareketine ve bilhassa Ahrar-Demokrat misyona verdikleri şüphe götürmez bir gerçektir.
*
Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından (1826) sonraki darbe ve muhtıralar, bazı noktalarda şekil ve muhteva değiştirmeye başladı: Kasdî kışkırtmalar sonucu patlak veren kargaşalı “Yeniçeri isyanları”nın yerini “Modern askerî darbeler” aldı: Sultan Abdülaziz’i tahttan indiren Mayıs 1876 darbesi, Sultan Abdülhamid’in halli ile sonuçlanan Nisan 1909 (31 Mart) darbesi, 27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1971 muhtırası, 2 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 post-modern darbesi, 27 Nisan 2007 e-muhtırası ve nihayet 15 Temmuz 2016 askerî harekâtına kadar olan darbe ve muhtıra silsilesinin tamamını, modern anlamda birer askerî cunta işi olarak görmek mümkün.
Bilhassa 1980’den sonraki darbe veya muhtıra ile sonuçlanan cuntacı faaliyetlerde şunu görüyoruz: Bütün bu askerî müdahalelerde, siyaseten Demokrat misyonu temsil eden partiler büyük zararlar görürken, müdahalelere gerekçe olarak gösterilen “irticaî siyaset” ise, her defasında kazançlı çıktı ve siyaseten biraz daha büyütülmüş oldu. Neticede, tek başına iktidara geldi ve iktidardaki yerini daha da güçlendirmiş oldu.
Bu değerlendirmelerden sonra, şimdi de 27 Nisan 2007’deki “e-muhtıra” meselesine biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
*
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt imzasıyla hazırlanan ve “e-muhtıra” etiketiyle kayıtlara geçen bir askerî bildiri, 27 Nisan (2007) gecesi tv ekranlarından dolaşıma sokularak kamuoyuna yansıtıldı.
Bildiride, özetle laikliğin aşındırılmaya çalışıldığı; dinî duyguların istismar edildiği; millî bayramlara alternatif kutlamalar yapıldığı; bu tür eylemlerin, birlik ve bütünlüğe karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı benzerlikler taşıdığı; bütün bu olup bitenlerin, laikliğin kesin savunucusu ve tarafı Türk Silâhlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlendiği nazara verildikten sonra, söz konusu bildiriye şöyle kallavi bir nokta ilave ediliyor: “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes, Türkiye Cumhuriyetinin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Bu “e-muhtıra” etiketli militarist bildiri, demokrasi tarihimizin sayfalarında, ancak lekeli bir “dip not” kıymetinde yer alabildi. Buna pek itibar eden olmadı. Dolayısıyla, herkes bulunduğu konumda kalarak yoluna devam etti.
Siyaset noktasında ise, öncekilere (misâl, 12 Mart muhtırasına) nazaran, tam aksine bir tesir icra etti: 12 Mart 1971 Muhtırası, o günkü Demirel hükûmetini istifaya mecbur ederken, 27 Nisan 2007 e-muhtırası ise, Erdoğan hükûmetini daha da güçlendirmiş oldu. 12 Mart Muhtırasının arkasında Cumhurbaşkanı, ordu ve tüm komuta kademesi dururken, 27 Nisan Muhtırasında ise öyle bir durum söz konusu dahi olmadı. Dahası, 12 Mart’ta, hükümetin istifa etmemesi halinde, darbe yapılacağı açık şekilde radyodan ilân edildi.
İşte, söz konusu iki muhtıra arasındaki en önemli fark budur: Birincisi hükümeti istifaya mecbur ederken, diğeri mevcut iktidarı daha da güçlendirmeye hizmet etmiş oldu.
.
Hükûmetin kalbi sancılanıyor

İstanbul, Bizans ve Osmanlı’nın kalbi ve başkenti idi. Hâlen de, dünyanın en gözde şehirlerinden biridir.
*
Ankara, sadece hükûmet ve Meclis itibariyle değil, hemen bütün resmî kurum ve kuruluşlarıyla birlikte hem merkez konumunda, hem de merkezin kalbi durumundadır. Bu durum tesbitinden sonra, şimdi asıl konuya giriyoruz.
Merkezin kalbinde, uzun süredir ciddî bir rahatsızlık var. Evet, hastalık derecesinde ortada ciddi bir rahatsızlık var ki, bundan bütün bünyenin, yani ülkenin tamamı bir şekilde etkileniyor.
Kaldı ki, ülkeyi tek elden yönetmeye çalışan riyaset dairesindeki şahsın sağlığı noktasında da endişe verici sinyaller, işaretler alınıyor. Keza, aynı sıkıntı sebebiyle bazı programlar iptal edilmeye mecbur kalınıyor. Gerekçe olarak da “mide üşütmesi” diye gösteriliyor.
*
Evet, merkez sayılan kalpte bir sıkıntı varsa şayet, bu sıkıntı kısa zamanda bedenin tamamına sirayet etmeye başlar. Doğru ve sıhhatli bir teşhis koyabilmek için, bundan yüz küsû sene evvelki manzaraya bakmakta fayda var.
*
O tarihten bu yana aradan tam yüz on beş yıllık bir zaman geçti. Merkezdeki hastalık, ne yazık ki hâlâ geçmiş, düzelmiş değil. Zira, o vakit olduğu gibi bugün de ortada açıklık, şeffaflık görünmüyor. Milletin-seçmenin iradesine saygı ve itimat gösterilmiyor. Oy kullananların en yarısı “vatan hainliği” ile eşdeğer görülen isnatlarla itham edilmeye çalışılıyor.
Öyle anlaşılıyor ki, devlet işlerinin de mühim bir kısmı, hâlâ perde altında ve kapalı kapılar arkasında yürütülmeye çalışılıyor. Bu da kalbin, dolayısıyla bünyedeki rahatsızlığın devamına sebebiyet veriyor.
Hülâsa: Yüz küsûr yıldır düşe-kalka giden demokrasi çabasının sonunda, kalbin merkezindeki hastalığın doğru teşhis edilmesini ve ardından yine doğru ve sağlıklı şekilde tedâvisinin yapılmasını temenni ederek noktalıyoruz.
.
1950’lerdeki siyasî ittifaklar

Ayrıca, Demokratları içerden bölmeye, cân evinden vurup takattan düşürmeye çalışan iki siyasî teşekkül daha vardı: Bunlardan biri, 1948’de kurulan Millet Partisiydi. Diğeri ise, 1955’te kurulan Hürriyet Partisi oldu.
Ne aciptir ki, bu her iki parti de 33 üye sayısıyla kuruldular ve ilk safhada Demokrat Parti’den yekûn 28’er milletvekili transfer ederek Meclis’te grup kurdular. Bunlar Demokratların sayesinde Meclis’e girdiler; ama, en büyük mücadeleyi yine Demokrat Partiye karşı yaptılar.
Şimdi, 1950’ler Türkiye’sine gidelim ve bugün “ittifak” diye isimlendirilen o dönemdeki siyasî bloklaşma hareketlerine biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
TÜRKÇÜLER ve DİNDARLAR BLOKU
Demokrat Partiden transfer edilen mebuslarla kurulan Millet Partisi (MP), 14 Mayıs 1950’ye kadar birlikte hareket ederlerken, seçimlerden sonra “dindarlar ve milliyetçiler” şeklinde iki kısma ayrıldı.
1948’de Fevzi Paşanın Fahrî Başkanlığında kurulan MP’nin mahkeme kararıyla kapatılması üzerine, 9 Şubat 1954’te Cumhuriyetçi Millet Partisi kuruldu.
1958’de, Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Türkiye Köylü Partisinin birleşmesi sonucu Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi teşkil edildi. Parti Başkanlığına da Türk milliyetçisi Osman Bölükbaşı getirtildi.
Bir başka 9 Şubat’ta (1969) ise, bu parti bir kez daha isim ve lider değiştirerek, Alparslan Türkeş Başkanlığında Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ismini aldı.
SİYASÎ İSLÂMCILAR HAREKETİ
Büyük Doğu, Sebilürreşad, Ehl-i Sünnet, Büyük Cihad ve Serdengeçti gibi dinî mecmuaların vargücüyle desteklediği Millet Partisinin “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle, hakkında kapatma dâvâsı açıldığı aynı süre içinde, partinin dindar kanadını teşkil eden grup, 1951’de İslâm Demokrat Partisini kurdu.
Necip Fazıl’ın en yakın arkadaşı, Büyük Doğu’cu Cevat Rıfat Atilhan liderliğindeki bu parti de, özellikle Malatya Hadisesinden (Üzmez’in Yalman’ı vurması) sonra yine aynı gerekçeyle mahkemelik olduğu için, 2 Mayıs 1954’te yapılan seçimlere katılmadı. Ancak, siyasî tercihini kendine en yakın gördüğü CMP lehinde kullandı.
KISA ÖMÜRLÜ HÜRRİYETÇİLER HAREKETİ
27 sene boyunca tek parti sultasıyla ülkeyi idareye çalışan Halk Partisi, demokratik sistemin işleyişine paralel şekilde gücünü, iradesini kaybetti. 1950 ve 1954 seçimlerinde kelimenin tam anlamıyla hezimete uğradı.
1955’te, Meclis’te “basın hakları”nın görüşüldüğü bir oturumda, şiddetli münakaşalar yaşandı. Demokrat Partinin hariçten çengel atılmış bazı milletvekilleri, muhalefetle ağız birliği yaparak, kendi partilerini yerden yere vuran konuşmalarda bulundu.
Bir süre sonra partilerinden ayrılan bu kimseler, yeni bir siyasî teşekkül kurmaya yöneldi. Aynı yıl içinde önce 19 milletvekili DP’den istifa etti. Yeni istifalarla HP Meclis’te grup kurdu. 20 Aralık 1955’de bu partinin grubu 28 üyeye ulaştı. Hepsi de DP’den istifa eden kişilerdi.
ŞERİF MARDİN ANLATIYOR
Vaktiyle Hürriyet Partisi hareketi içinde bulunan Şerif Mardin, yıllar sonra yaptıklarından pişmanlık duyduğunu belirterek şunları ifade edecekti: “Hürriyet Partisi 1954’de kuruldu ve ben başından itibaren içindeydim. Çok ilginç kurucuları vardı. Üniversite yıllarında faşizmin çok lanetlendiği ortamlarda bulunmuştum. En büyük korkumuz faşizmdi. O zaman çok yanlış bir değerlendirmeyle Adnan Menderes hareketinin faşizmin bir belirtisi olduğuna inandık ve karşı çıktık. Anayasal özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı koymak doğruydu; ama, bunu ‘faşizmin ucu gözüktü’ şeklinde değerlendirmek yanlıştı. ‘Devlet nasılsa komünizmle uğraşıyor, ama faşist tehlikenin farkında değil, onlara biz hatırlatalım’ diye yola çıkmıştık.” (Ruşen Çakır’la röportaj, Vatan, 15 Mayıs 2007)
.
İttihatçılarla birleşip ayrılan yollar

Bu adavetlerini bazen açık olarak, ama çoğu zaman gizli ve zımnî şekilde izhâr ederler. İman cihetiyle veya sûreten dost görünenler dahi aynı sürdürmekten kolay vazgeçmezler.
Bu vaziyet, bundan 115-120 sene evvelki Sultan Abdülhamid zamanında öyle olduğu gibi, günümüzde de aynî ile vâkidir.
1908 Temmuz’unda Selanik ve Manastır taraflarında olağanüstü bir cesaret ve kahramanlık örneği sergilendi. O tarihte Hürriyet ve Meşrutiyetin birer yıldızı gibi parlayan Enver ve Niyazi Beyler, Sultan Abdülhamid’e karşı bir direniş vaziyetini aldılar. Bu tavırları asla klasik bir isyan mahiyetinde değildi. Padişah’a şunu söylüyorlardı: Sen vaktiyle (1876) Meşrutiyet, Meclis ve Kanun-i Esâsî (Anayasa) sözünü verdiğin halde, bunların tamamını 93 Harbi bahanesiyle askıya aldın. Askı müddeti 30 seneyi geçti. Daha neyi bekliyorsun? Niçin Meşrutiyeti ve Anayasayı çalıştırmıyorsun? Neden Meclis’i açmıyorsun? Sen verdiğin sözü yerine getirmeye, Hürriyet ve Meşrûtiyeti yeniden tesis etmeye mecbursun. Biz seni buna mecbur etmek için, şimdilik sana itaat etmiyoruz. Sözünün icabını yerine getirdiğinde ise, biz de senin emrinde olur ve itaat ederiz. Aksi halde, hayatımız pahasına direnmeye devam ederiz.
Evet, hürriyet ve meşrutiyet için böylesine cesurane çıkışlar yapan Enver Bey ile Niyazi Beye dost olan Üstad Bediüzzaman, zaman zaman onları takdir ve teşvik eden ifadeler kullanmıştır. Meselâ, Nutuk isimli eserinde Kolağası Resneli Niyazi Beye “Ey zamanın Rustem-i Zâli!” diye hitap ediyor.
Nitekim, bu tarz yaklaşımlarından dolayı Hz. Bediüzzaman, malum kimseler adeta hesap sorar gibi bazı sualleri yöneltmişler. İşte, o suâl ve cevaplardan bir-iki nümune:
Suâl: Sen Selanik’te İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?
Elcevap: Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lâkin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar.
...Ben hamiyetli ve dindar adamlarla daima beraberim. Ben (Temmuz 1908’de) Selanik’te Meydan–ı Hürriyet’te okuduğum nutuk ile ilân ettiğim mesleğimi şimdi de takip ediyorum.” (Eski Said Dönemi Eserleri; 97; Beyanat ve Tenvirler; 107)
Sual: İttihat ve Terakkî hakkında reyin (fikrin) nedir?
Elcevap: Kıymetlerini takdir ile beraber, siyasiyyunlarındaki şiddete (baskıcı politikalara) mûterizim. (Age: 135–36)
*
İşte, yüz küsûr sene evvel, Üstad Bediüzzaman’a tevcih edilen “Neden istibdat rejimine karşısın ve neden hürriyeti-meşrutiyeti isteyenlerle birlikte hareket ediyorsun?” şeklindeki suallerin benzerleriyle bugün de bizler karşı karşıya gelmekteyiz.
Suâl aynı olduğu gibi, elbette ki cevap da aynı olacak. Zira, öncelikli olan nokta kimin hangi siyasî görüşe sahip olduğu değil, belki anayasa, hürriyet, meşrutiyet (demokrasi) gibi içtimaî hayatın en mühim unsurlarına olan yakınlığı veya uzaklığıdır. Bunlara olan sahiplenme veya reddetme tavrı ve tarzıdır.
*
Bir hülâsa olarak şunları söylemek mümkün: Üstad Bediüzzaman ve onunla birlikte hareket edenler, Ahrar’dan olup 1908’de Ahrar-ı Osmaniye Fırkasına dost ve müttefik oldukları halde, öncelikle tek adama dayalı istibdat rejiminin yıkılması ve hürriyet-meşrutiyet nizâmını tesis edilmesi için farklı siyasî görüşteki kimselerle muvakkaten de olsa müştereklik içinde hareket etmişlerdir.
II. Meşrutiyet’in ilânından sonra başlayan sıkıntı ve krizler, kat’iyyen Meşrutiyetin ruh ve manasından kaynaklanmıyor; tam aksine, o sıkıntılar, güneş gibi parlayan Hürriyet ve Meşrutiyet’i boğmak ve yok etmek için iç-dış ihanet odaklarının çıkarıp körüklemiş olduğu kargaşanın eseridir.
.
12 Eylül nasıl bir projeydi?

Muktedir görünen mağrur siyasîlerin acizliği ve basiretsizliği ile menfaate dayalı bencilliğini buradan da ölçmek mümkün. Ama, asıl önemli olan 12 Darbesinin nasıl bir projenin neticesi olduğunun bilinmesidir.
*
O zalimane ve münafıkane darbe, Türkiye’yi bir nevi “uzaktan kumanda” ile yönetme projesiydi. Uzaktan kumandanın en etkili yöntemi ise, kitlelerin iradesini şahıslara bağlama, kukla liderlere zincirleme, tek adamlara ipotekleme sisteminin kurulmasıdır. Ki, maalesef, en az kırk senedir Türkiye bu münafıkane metotla idare edilmeye çalışıyor: Misyon, dava, şahs-ı manevi yerine, adam, lider, şahs-ı vahid merkezli yöntem…
*
Şu husus gayet açıklıkla bilinmelidir ki: Darbe izi taşıyan kanun ve uygulamalar, kısaca darbenin bilumum tasarruflarını tarihe gömmedikçe, adalet, hürriyet ve demokrasi noktasında rüştümüzü ispat etmiş olamayız.
*
Bilumum cuntacı darbecilerin şu dünya mahkemesindeki hesapları kapandı. Eli kanlı o zalimler, hiç ceza çekmeden, hatta rütbeleri dahi tenzîl edilip düşürülmeden göçüp gittiler... Demek ki, iş, asıl hesaplaşma yeri olan Mahkeme-i Kübrâ’ya kaldı. İyi ki, öyle bir Hesap Günü var.
*
Evet, 12 Eylül Darbesinin bütün tasarrufları tarih mezarlığına gömülmedikçe, bu manada bir iş ve işlem yapılmadığı müddetçe, hiç kimse ortalara çıkıp ra arz-ı endâm ederek hukuk ve demokrasi adına övünmesin, böbürlenmesin. Asla inandırıcı olmaz. Dolayısıyla, bu açık noktayı kimse “ama, lâkin, fakat”larla sulandırmaya ve zihinleri bulandırmaya çalışmasın.
*
Özellikle genç nesil, 12 Eylül Darbesinin mahiyetini, etkilerini ve hayatımızdaki yansımalarını maalesef bilmiyor. Aynı şekilde, darbeden iki yıl sonra (1987) referanduma sunulan “82 Anayasası”nın hangi şartlarda ve nasıl bir atmosfer içinde bu millete dayatıldığını da tam olarak bilmiyor, bilemiyor.
Ama, olup bitenleri yine de bıkmadan, usanmadan anlatmak lâzım. Kelimelerin kifâyet ettiği, tâbirlerin takat getirdiği kadarıyla, bugünkü nesle yine de anlatmak, izah etmek lâzım. Zira, darbeci cuntanın bazı hukukçulara dikte ettirdiği anayasasıyla, devlet kurumlarında yaptığı birtakım keyfî tasarruflarıyla ve özellikle millete empoze etmeye çalıştığı yalan-yanlış mefkûresiyle, 12 Eylül Darbesinin derin izleri günümüzde de önemli ölçüde varlığını devam ettiriyor.
Meselâ: Darbecilerin ve yardakçılarının zihinlere empoze ettiği zehirli fikirler ile damarlara şırınga ettikleri bulaşıcı virüsler itibariyle, sözünü ettiğimiz tahribatın en dehşetlisi “Dindar Atatürkçülük”, yahut “Dindar Kemalizm” cereyanıdır. Bunun zahirde görünen bir delili de, başörtülülerin o daireye olan teveccüh ve kitlesel ziyaretleridir. Ülkenin her yerinden yapılan ziyaret organizasyonları da cabası…
*
Bizim hatırımıza gelen hususlardan biri de şudur: Kendimizi kandırsak dahi, hâşâ ki Allah’ı kandıramayız. Allah, affedicidir; ancak, affetmek için de hata yapanın nedâmet etmesini, bir nasuh tevbesinde bulunmasını ister…
Misâl: ‘82 Anayasasına “Evet” dediği halde, bu hatasından dolayı nedâmet eden, tevbe-istiğfarda bulunan acaba kaç vatandaş, yahut kaç dindaşımız var?
Noktayı koyarken, bunları da düşünüp meselenin iyi bir muhasebesini yapmakta fayda var.
.
Fevzi Paşa’dan Erdoğan’a

O da özetle şudur: Erdoğan liderliğinde kurulan ve 21 senedir ülkenin mukadderatına hükmeden AKP’nin temsil etmiş olduğu siyasî yapı, 1948’de Fevzi Paşa liderliğinde kurulan ve 1950 seçimlerine Millet Partisi ismiyle iştirak eden siyasî yapının günümüz versiyonudur.
Millî Görüş ile Türk Milliyetçiliğini aynı çatı altında birleştirerek iktidarı hedefleyen bu yapı, bazen zayıflayıp bazen kuvvetlenerek günümüze kadar geldi. Günümüzde iktidar blokunu oluşturan bu yapının bariz özelliklerine baktığımızda, bunun 1950’deki Millet Partisinin temel özellikleriyle büyük ölçüde benzerlik arz ettiğini görüyoruz.
Bizim baktığımız gibi bakmayanlar, haliyle gördüğümüzü de göremiyor. Göremediği için de, çok zayıf, sathi ve temelsiz bazı delillere sarılarak habbeyi kubbe gibi görüp göstermeye çalışıyor. Bu durum karşısında vazifemiz, inandığımız doğruları anlatmaya devam etmek.
*
Evet, hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, bugün AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın başında bulunduğu “siyasî temsil” hareketinin öncüsü ve fahrî kurucusu Fevzi Paşa’dır.
Evet, Cumhuriyet tarihinin eli kanlı üst kademedeki şahıslardan biri olan Fevzi Paşa, 1948-50 tarihleri arasında hem “Türkçüler”in, hem de “Siyasî İslâmcı” olarak isimlendirilen kesimin fahri başkanı konumundaydı.
Fevzi Paşa, o iki siyasî cereyanı ilk birleştiren ve Demokratlara karşı onların ittifakını ilk sağlayan kişidir, aynı zamanda.
Fevzi Paşa, Türkçüleri Osman Bölükbaşı, Siyasî İslâmcıları ise Cevat Rıfat Atilhan ile kontrol altında tutarak aynı siyasî organizasyona dahil etmişti.
İşte, tam da bu tarihî gerçeklikten yola çıkarak diyoruz ki: Son dönemde ülke idaresine hâkim olan “militarist siyaset”, 70-75 yıl önce başını Mareşal Fevzi Çakmak’ın çekmiş olduğu “Milletçiler bloku” ile büyük ölçüde benzerlikler arz ediyor.
*
11 Kasım 1938’de M. Kemal’in yerine İsmet Paşa’yı seçtiren Fevzi Paşa, 5-6 yıl sonra, hiç olmazsa bir dönemliğine de olsa CB makamına geçmek isterken, “Kurt politikacı İsmet”in fena halde oyununa geldi.
Partili CB olan İnönü, 1944’te Meclis’ten geçirttiği “Yaş haddinden emeklilik kànunu” ile 1876 doğumlu Mareşal Çakmak’ı diskalifiye etti. Onu hem ordunun başından ayırdı, hem de pasifize etmiş oldu.
Bundan sonra, tam da iki yıllık periyotlar halinde, Fevzi Paşa’nın hayatında önemli değişiklikler meydana geldi: Emekliliğinin ikinci senesinde, çok partili siyasî hayata geçildiği süreçte Demokrat Parti (DP, 1946) listesinden bağımsız aday olarak seçilerek Meclis’e giren Mareşal Paşa, aynı sene içinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimine de yine DP’nin adayı olarak katıldı, ancak kazanamadı.
Meclis’te 61 vekile sahip olan DP’nin, onun için kendini iki kez riske atmış olduğu Fevzi Paşa, 1948’de Demokrat Parti’yi adeta ortadan ikiye bölerek, 28 milletvekilini Fahrî Başkanlığını yaptığı Millet Partisine transfer ederek MP’ye Meclis’te grup kurdurdu.
Milletçiler’in o iki sacayağı, o zamandan günümüze kadar isim değiştirerek (MHP, MSP, RP, AKP) ve bazen ayrılıp bazen birleşerek geldi. Şimdi beraber ve aynı siyasî ittifakın içindeler.
*
Fevzi Paşa, zâhiren dindardı. Ne var ki, dindarların anasını ağlatan da o oldu: Hilâfetin ilga edilmesi, Medreselerin kapatılmasına, Ezanın, Kurân’ın ve her türlü İslâmî şeâirin yasaklanmasına ses çıkarmayan Mareşal Paşa, 1946’da başlayan ilk demokrasi denemesine ilk darbeyi vurmaktan da geri durmadı.
Velhasıl, günümüzün hâkim siyaseti, birçok yönüyle, ama bilhassa “dindar-milliyetçi” ittifakının patentini taşıyan “Milletçiler siyaseti” ile 1940-50’lerdeki Fevzi Paşa’nın başını çektiği siyasî yapıyı birebir andırıyor. Paşa’nın çok isteyip yapamadığını da, günümüzün sivil paşaları yapmaya çalışıyor.
.
Medenileşme seviyemiz

Evet, teknoloji sahasında ilerlemek de önemli, şüphesiz. Ama medenileşmenin, medenî insanlar haline gelmenin yegâne ölçüsü bu değil. Bu çağda medenî toplum olmanın en mühim ölçüsü, en öncelikli göstergesi, şeffaf demokrasi, hukukta eşitlik, adâletin işleyişi, temel insan hak ve hürriyetlerindeki durumdu; yani bu meyandaki ilerleme ve gelişmedir.
Toplumların huzuru, güveni, mutluluğu bu insanî dairenin içinde mümkün olabiliyor ancak. Meseleye bu açıdan baktığımızda, ne yazık ki çok da iç açıcı bir tablo göremiyoruz.
*
İşte hâl-i pürmelâlimiz: Yaklaşık bir buçuk asırdır “Demokrasi meydanı”nda boy göstermeye çalışan Türkiye, günden güne ilerleme kaydedeceğin, son çeyrek asırdır maalesef hiç de iyi bir sınav veremiyor.
Misâl: hak, hukuk ve adâlete yaslanmak yerine, kuvvete, şiddete ve siyaset topuzuna daha ziyade itibar edilir bir hale gelindi.
Kezâ, temel insan hak ve hürriyetlerine ağırlık vermek yerine, bu temel insanî hakları basite alan, kanallarını daraltan, yer yer kökten kaldırtan politikalara perestiş edilmeye başlandı.
Özetle, adâlet dairesindeki kànunlar manzumesini herkes için eşit hale getirmek yerine, farklı fikir, hele ki karşıt görüş sahipleri için bu kanunlar adeta “cezâlar manzumesi”ne dönüştürüldü.
İş bu noktaya gelince, mesele böyle bir hâl alınca, haliyle insanlarımız tedirgin oluyor. Bu durumda, kimse kendini güvende hissetmiyor. Dolayısıyla, orta yerde vahim bir durumun varlığı hissediliyor.
*
Evet, fikir ve siyaset mesleği ile uğraşanlara ciddî baskılar uygulandığını yakînen görüyor ve yaşıyoruz. Öyle ki, kültür ve san’atla uğraşanlar bile, tepedeki zevâta yaranamadığı takdirde, mesleğini sürdüremez bir hale geliyor. Adeta tecrit ediliyor.
Dahası, yerli üretim ve ticaretle uğraşanlar bile, siyasetin acımasız dişlileri arasında mengeneye sıkışmışcasına, artık ne yapacağını kestiremez bir duruma geliyor.
Gerçekte “çare mercii” olması gereken siyaset kurumu ise, ne yazık ki çare üretemez bir tarafgirlik kulvarına girmiş bulunuyor.
Bu durumda, yatırımcılar ve iş sahipleri güven içinde nasıl iş yapsın, nasıl yatırıma yönelsin…
* * *
Bu feci ve âkıbeti meçhûl hale gelinmesinin en önemli bir sebebi, yüz elli yıldır ara ara yükselen demokrasi çıtasının, son dönemde bizzat siyasilerin marifetiyle aşağılara doğru çekilmeye çalışılmasıdır.
Biraz daha geriye doğru gittiğimizde, açıkça şunu görmekteyiz: Kànunda olması gereken kuvvet merkezi, özellikle 12 Eylül Darbesinden bu yana sürekli şekilde şahıs-lider merkezli olmaya başladı. Son yıllarda ise, bu ilkel durum daha da vahim bir hal aldı: Adeta şahıs ne derse o olmalı. Lider nasıl arzu ediyorsa, her şey ona göre belirlenip dizayn edilmeli.
Bu noktada mübalâğa ettiğimizi düşünenler, lütfen yaşanan vakıalara dikkatle baksınlar. Ülkeye hükmeden şeyin kànun mu, yoksa şahsî ve keyfî şeyler mi olduğunu yine kendileri görsünler.
Elbette ki, şu noktanın da farkındayız: İnsanlarımız birdenbire bu tuhaf hale getirilmedi. Zamanla ve alıştıra alıştıra, sonunda ise bir bakıma “sürü psikozu” içine sokularak, ortam adeta dikensiz gül bahçesine çevrildi.
Sezon sonunda, kimisi için dikenli gül bahçesi haline getirilen ortam, kimileri için ise neredeyse her tarafını diken sarmış çorak bir araziye çevrildi.
Böyle yapmakla, demokrasinin çıtası yükseltilmiş olmuyor tabiî ki. Zira, şeffaf demokrasinin hayat suyu, hürriyet, adâlet, emniyet ve eşit vatandaşlık hukukudur. Bu can suyunu zehire çeviren ise, şahsî, hissî ve keyfî tasarruflardır ki, şimdilik hâkim durumda olan, maalesef şu fâsid cereyandır. Bundan da inşallah kurtulmak duâsıyla…
.
Bazı din kardeşlerinle siyaseten kardeş olamıyorsun

Bunlarda kısmî ıslâhat mümkün olsa bile, bilhassa siyaset âleminde köklü değişim hâli pek zor görünüyor. Zira, içtimaî meslek ve meşrepler farklı farklı oluyor. Kaynaşmaları, imtizâç etmeleri normal şartlarda çok az rastlanan bir durum iken, aynı ülkenin farklı zihin yapısına sahip kimi insanları savaş şartlarında bile kaynaşıp bir araya gelemiyor: 1911’deki İtalyan-Trablusgarp Harbi ile 1912-13’teki Birinci ve İkinci Balkan Harplerinde görüldüğü gibi. Hatta, İttihatçılara müzmin muhalif durumdaki bazı siyasîler, topyakûn bir ölüm-kalım mücadelesi olan Birinci Dünya Harbinde dahi bunlar hep muhalif durmaya ve cephedeki İttihatçıların mağlup olmasını ister bir pozisyonda kaldılar.
Öyle ki, Sünûhât isimli eserde kayda geçtiği gibi, Kafkas Cephesinde İttihatçıların safında talebeleriyle birlikte harbe iştirak eden Üstad Bediüzzaman’ı bile “Neden İttihatçılarla beraber hareket ettin?” şeklinde o kahraman zâtı muahezeye çekecek kadar ileri gittiler ve bilvesile kendilerini de açık etmiş oldular.
Aşağıda okuyacağınız iki farklı metinde geçen ifadeler, söz konusu meselenin hem delil ve ispatı, hem de dünden bugüne gelen din-iman kardeşleri arasında siyasî ayrışma ve imtizaçsızlığın taraflarca da kabul ve ibrâz edilmiş birer göstergesi mahiyetindedir.
* Bugünkü siyasî iktidarın fikir öncüleri olan Eşref Edib’in Sebilürreşad’ı ile Necip Fazıl’ın Büyük Doğu çevrelerini kast eden Üstad Bediüzzaman, bu ehl-i tarih kimselerle din-iman cihetiyle kardeş olduklarını ve fakat “siyaset noktasında” kardeş olmadıklarını çok net bir şekilde şöylece ifade ediyor:
“Eşref Edib, kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir.
“Fakat, Nur Risâlelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok. Ve rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar.
“Yalnız, Sebilürreşad, (Büyük) Doğu gibi mücahidler, iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat, siyaset noktasında değil.” (Age: 281)
*
İkinci iktibasımız, yukarıdaki metinde tarif edilen siyasî cereyanın en etkili aktörlerinden biri, belki de birincisi olan Necip Fazıl’ın “Son Devrin Din Mazlûmları” isimli kitabından.
Başta Erdoğan olmak üzere fikir ve siyaset yolundaki arkadaşlarının üstadı olan Necip Fazıl, ismi geçen kitapta, Said Nursî’yi iman kardeşliği cihetiyle överken, siyaset noktasında alabildiğine çürütmeye ve hatta küçük düşürmeye çalışıyor. İşte kendi ifadeleri:
“
Divan-ı Harp Reisi Hurşit Paşa sordu: “Sen de şeriat isteyenlerden imişsin; öyle mi? Said Nursî, Paşaya şu cevabı verdi: Şeriatın tek hakikatine bin vücudum olsa fedâya hazırım! Çünkü şeriat, biricik saadet sebebi, adâlet ve fazilet timsâlidir.
Said Nursî beraet ediyor. Beraet kararı bildirilince, mahkemeye teşekkür etmiyor, salondan asık yüzle çıkıyor, arkasında kalabalık bir halk yığınıyla Sultanahmed’e kadar yürüyor ve yolda kendi kendisine defalarca mırıldanıyor: “Zalimler için yaşasın Cehennem!”
İslâm ve şeriat bağlılığından nokta fedâ etmeyecek olan Bediüzzaman, Eski Said devresinde, İttihatçıların sahte hürriyetini şeriata hizmet, Abdülhamîd’in disiplinini de zulüm ve istibdat zannetmek gibi bir hatâya düşecektir.
NOT: 1960’lı yıllarda Büyük Doğu’da neşredilen bu bölümler, merhum Zübeyir Gündüzalp’i hiddete getirdi. Yatıştırılması da hayli zor oldu. (M.Kutlular)
.
Darbe ve ölüm ile başlayan yeni bir dönem

Osmanlı Sultanları arasında kendisine "veli" nazarıyla bakılan Sultan II. Bayezid Hân, 26 Mayıs 1512’de 65 yaşında iken vefat etti.
Sultan Bayezid-i Veli, ölümden bir kadar evvel de oğlu Yavuz Selim’den bir siyasî darbeye mâruz kalarak bir nevi uzlete çekilmişti.
Sultan Selim, babasının vefatından yaklaşık bir ay evvel babasını Saltanat’tan feragat etmeye mecbur bırakarak Osmanlı tahtında oturdu: 24 Nisan 1512.
*
Bundan beş asır evvel bugünlerde Anadolu coğrafyasında yaşanan siyasî fırtına, aslında yakında başlayacak olan yeni bir devrin habercisiydi. Nitekim, adı İttihad-ı İslâm olan o devir tam tamına dört yüz sene devam etti: 1517-1917.
Cenab-ı Hak, adeta celâl ile o asrı çalkaladı, şiddetli fırtınalar estirdi, sonunda ise İslâm tarihinin içte-dışta en huzurlu, en saadetli ve en uzun ömürlü sulh-sükûn devresini yaşatmış oldu.
*
Sultan Bayezid, iki büyük padişahın arasındaki en kuvvetli bağ olmasına rağmen, bir yönüyle en ıztıraplı bir şahsiyet olarak ömrünü geçirdi.
Evet, iki büyük padişahtan birincisi olan Sultan Fatih Mehmed’in oğlu iken, ikinci büyük padişah olan Yavuz Sultan Selim’in de babası idi.
Kaderin garip tecellisine bakın ki, babasının vefatından hemen sonra başlayan saltanat mücadelesinde kardeş Cem Sultan ile muharebede bulunmaya mecbur kalırken, hayatının sonlarında ise bu kez Trabzon valisi olan oğlu Şehzade Selim ile karşı karşıya kaldı: Birincisini (1481) kazandı; lâkin, ikincisini (1512) kaybetti. Birincisinde kardeşi kahır çekip kederinden vefât ederken, ikincisinde bu defa kendisi kahırlanarak üzüntüsünden vefat etti.
Çektiği elem ve üzüntüyü arttıran husus ise, kendisi saltanat makamından ferâgat ettiği halde, mücadele bu kez oğulları arasında devam etti. Yeniçeri Ocağının da desteğini alan Yavuz Selim, çetin mücadeleler neticesinde kardeşlerine galebe çalarak tahta geçti. Saltanat müddeti ise, sadece sekiz sene kadar sürdü.
Saltanat-ı dünyeviye öyledir işte: Yorucu, yıpratıcı, kahredici…
*
Önemli birkaç notu daha ekleyerek nokta koyalım.
Saltanat müddeti boyunca, hem Doğuda, hem de Batıda seferden sefere, zaferden zafer koşturan ve sayısız hayır eserlerine imza atan Sultan II. Bayezid zamanında 1509'da İstanbul ve çevresinde çok büyük bir deprem yaşandı. Depremde beş binden fazla can kaybı oldu. İstanbul şehri büyük bir yıkım yaşadı. Artçı sarsıntılar sebebiyle bir müddet için Edirne'ye taşınan Padişah, şehri yeniden ihya etmek için olağanüstü bir çaba gösterdi. Ahşap yapılara ağırlık verilmesi, işte bu dönemde başlayıp daha sonraki sarsıntılara karşı da bir tedbir olarak devam etti. O ahşap yapıların çoğu, bu kez çıkan büyük yangınlara maruz kalarak ağır hasar gördüler.
*
Son notumuz Sultan Selim ile alâkalı: İç siasetteki fırtınanın dinmesiyle birlikte, İslâm Birliğini tesis etmek için harekete geçen Sultan Selim, önce dahildeki Şiâ tehlikesini bertaraf etmeye çalıştı. Hemen ardından, Kürt aşiretlerinin Osmanlı ile müsâlemet (barış) içinde ittifakını temin etti. 1514’te Safevîlere karşı kazanılan Çaldıran Savaşı, aynı zamanda İttihad-ı İslâma giden yolu açmaya bir vesile oldu. 1517’deki Mısır-Hicaz Seferi sonucu, hem İslâm Birliği tesis edilmeye muvaffak olundu, hem de Osmanlı coğrafyası yaklaşık üç misli daha artarak yekûn 6.5 milyon kilometre kareye ulaşmış oldu.
.
Namık Gedik’in mezarı Cebeci’de

İleride katillerin ortaya çıkmaması ve kimsenin hesap vermemesi için de, şehit bakanı Ankara Harp Okulu’nun yüksek penceresinden aşağı atarak, o vahşi cinayete “intihar” süsü verdiler.
Ne acıdır ki, bu yalana sâdık ve samimi Demokrat olmayan pek çok kimse inandı; esasen siyasî muarızlık sebebiyle inanmak istedi.
Eşref Edib gibi muteber şahsiyetlerin, söz konusu (intihara dair) yalan-yanlış bilgiyi kendi neşriyatında sanki doğruymuş gibi yansıtması, dahası hadiseye tamamen kendi karihasından “Oh olsun” der gibi bazı eklemelerde bulunması, meselenin anlaşılmasını büsbütün zorlaştırmış oldu.
Netice itibariyle, zihinlerde hasıl olan kargaşa sebebiyle, şehit Namık Gedik’in ruhuna gidecek olan duâ ve Fatihaların okunmasına mani olunmuş oldu. Bu ise, o aziz zâtın bu kez mânen katledilmesi anlamına geliyordu.
Düşünün ki, Başbakan Menderes, Maliye Bakanı Polatkan ve Dışişleri Bakanı Zorlu’ya giden rahmet duâları, çok daha vahşi bir şekilde katledilen İçişleri Bakanı Gedik’ten esirgenmiş oldu. Bu da, haliyle bir hicrân yarasıdır.
*
Yaklaşık yirmi yıldır, Demokrat hükûmetinin Dahiliye Vekili Dr. Namık Gedik’in intihar etmediğini, tam aksine darbeciler tarafından intihar süsü verilerek katledildiğini yazdık, durduk. Hemen her vesileyle, onun da diğer şehit arkadaşlarıyla birlikte anılması gerektiğini hatırlatmaya çalıştık.
Şehit Namık Gedik'in Ankara Cebeci'deki mezarı.
Ayrıca, daha evvelki yazılarımızda merhûm Gedik’in meçhulde kalan mezar yerinin bulunması ve mezarı başında da bir anma programının yapılması tavsiyesinde bulunmuş idik. Çokça araştırmamıza rağmen, mezar yerinin nerede olduğunu tesbit edememiştik. Darbe cuntası, merhum
Gedik’in naaşını Ankara’daki Karşıyaka Mezarlığında açılan bir çukura atıp üstü de hiç belli olmayacak şekilde kapatılmışlardı. Yani, mezar yeri yıllarca gizli ve belirsiz şekilde bırakılmıştı.
Ne var ki, uzun yıllar sonra mezar yeri belli oldu. Merhumun aile efradı tarafından aldığımız bilgiye göre, şimdiki durum şöyledir: Namık Gedik'in naaşı, birkaç sene evvel çekirdek aile arasında yapılan mutevazı bir törenle Ankara Cebeci Mezarlığına nakledildi.
Resimde görülen merhumun mezarı, ada 103, parsel 230'da yer alıyor. Gidip mezarı başında kendisini rahmet dualarıyla anacak kimselere bilvesile duyurmuş olalım.
*
Son olarak, Said Nursî’yi Ankara’daki Beyrut Palas’ta ziyaret eden Namık Gedik’in “Hilye-i Saadet”ten bahseden 13 Nisan 1960 tarihli “TBMM Özel” antetli belgede yer alan ibretlik birkaç cümleyi iktibas edelim. Merhum Gedik’in ifadeleri şöyle: …Bu Nur’un 21 Aralık 1959'da, Bediüzzaman Said Nursî'nin Ankara'da Beyrut Palas Otelinde ziyaret ettiğimde, Başvekilimiz Adnan Menderes'e hediye verilmesi için bana teslim edilmiş idi. Muhterem Said Nursî, Hilye-i Saadeti kısa hikâyesi ile bana teslim etti. Muhterem, her sabah namazdan önce Hilye-i Saadeti 3 defa öpüp alnına götürdüğünü, her sabah Peygamberimize duâ ettiğini, gözyaşlarının Hilye-i Saadetin üzerine döküldüğünü, kendisi için bunun çok önemli olduğunu beyan etmiş, bu emanetin bundan sonra Başvekilimiz Adnan Menderes'e emanet edilmesinin önemli olduğunu izah etmiş ve verilmek üzere bana teslim edilmiştir….
.
Cuntanın demokrasiye ikinci darbesi

“12 Eylülcüler” olarak da bilinen son askerî darbe cuntası, siyasî iktidarı devirmekle kalmadı, hukuk ve kanunlar çerçevesinde yeni kurulan misyon partilerine de tahammül göstermedi. Cuntanın demokrasiye yönelik ikinci darbesi, siyasî yasaklı Süleyman Demirel’e yakın kimselerin kurmuş olduğu Büyük Türkiye Partisi’ne yönelik oldu. Seçimlere hazırlanan partiyi hemen ilk fırsatta kapatma cihetinde gittiler. Oysa, sözde anarşi ve terörü durdurmak ve yeniden demokrasiyi tesis etmek iddiasıyla yönetime el koymuşlardı. Ne var ki, anarşi ile hiçbir münasebeti bulunmayan bir misyon partisini hedefe koydular ve en ufak bir faaliyetine dahi tahammül edemediler.
Demek ki, anarşi bahane idi; asıl gaye demokrasiye darbe vurmak idi. Tatbikat bunu gösterdi.
Şimdi, o tarihte yaşanan gelişmelere biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
*
Adalet Partisinin devamı mahiyetinde 20 Mayıs’ta kurulan Büyük Türkiye Partisi (BTP), 31 Mayıs 1983’te 12 Eylül Cuntasının emriyle kapatıldı.
Partiler, normal şartlarda mahkemelerin kararıyla kapatılır. Ama, BTP hakkında çok farklı bir uygulama devreye sokuldu.
12 Eylül Darbesinin üstelik üçüncü yılında kurulan bu parti, darbe konseyi tarafından mahkemeye hiç bile lüzum görülmeden, tamamen keyfî bir emirle kapatılmış oldu. Üstelik, partinin kurulmasından sadece ve sadece 11 gün sonra. Yani, partinin faaliyetine 2 hafta bile tahammül edilemedi.
Bununla da iktifa etmeyen darbe cuntası, Büyük Türkiye Partisine doğrudan veya dolaylı destek veren siyasileri de sürgün cezasıyla cezalandırma cihetine gitti.
Bu konudaki gelişmelerin seyri kısaca şöyle oldu:
Kendine Millî Güvenlik Konseyi ismini takan Darbe Cuntası, 1983 yılı Mayıs ayı başlarında siyasî partilerin kurulmasına izin verdi. Bunun üzerine, diğer bazı partilerle birlikte Büyük Türkiye Partisi de 20 Mayıs 1983’te normal prosedüre göre kuruluşunu tamamlayarak resmî başvuruda bulundu.
Amblemi sağ el olan bu partinin başına emekli Orgeneral Ali Fethi Esener getirildi. Partinin kuruluş çalışmaları ise, Demirel ile yakınlığı bilinen Hüsamettin Cindoruk, Mehmet Gölhan, Necmettin Cevheri, Nahit Menteşe ve diğer bazı eski AP yöneticileri tarafından fahri olarak, yani gönüllü bir şekilde yürütülüyordu.
Resmî kuruluşun hemen ardından, AP’li eski Dışişleri Bakanı ve Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil ile 143 arkadaşı da partiye katıldı.
*
Başında Kenan Evren’in bulunduğu Darbe Konseyi, “Eski bir siyasi partinin devamı olduğu”nu gerekçe göstererek, 31 Mayıs tarih ve 79 sayılı bir kararla Büyük Türkiye Partisini cebrî ve keyfî bir şekilde kapattırdı.
Ayrıca, BTP kurucularının, MGK’nın yazılı izni olmaksızın yeni bir partinin kurucusu olmaları, bir partinin herhangi bir kademesinde görev almaları, seçimlerde aday olmalarına da yasak getirilmişi oldu.
Bu arada, Büyük Türkiye Partisinin kurucularından Hüsamettin Cindoruk ve Mehmet Gölhan ile birlikte seçilmiş Başbakan Süleyman Demirel ve Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil, 2 Haziran günü itibariyle Çanakkale, Zincirbozan mevkiinde zorunlu ikamete tabi tutuldu. Bu mecburî ikamet müddeti, tâ 1 Ekim 1983 tarihine kadar devam etti.
Bu süre zarfında, aynı partinin yerine Doğru Yol Partisi kuruldu. Ancak, Cunta idaresi bu partinin seçimlere katılma hakkını da veto ederek, demokrasiye bir darbe daha vurmuş oldu.
Netice itibariyle, darbelerin en büyük mağduru Demokratlar ve Demokrat misyon partileridir. Ne yazık ki, çoğu kimse bunu görmüyor, yahut görmek istemiyor.
.
Hicaz’da kışkırtmalı isyan

Hicaz, tarih boyunca hep yüksek bir öneme sahip olmuştur. Gerek fizikî ve ticarî, gerekse dinî ve mânevî yönden koca Arabistan yarımadasının en değerli ve en stratejik bölgesi olma özelliğini hep taşıya gelmiştir.
Hem doğudan batıya, hem kuzeyden güneye işleyen ticaret yollarının kesiştiği bir bölge olan Hicaz, Mekke ve Medine gibi manevî değeri en yüksek merkezlerin içinde yer alması hasebiyle, aynı zamanda Ortadoğu coğrafyasının da en gözde toprakları olarak görülmüştür.
*
İşte bu müstesna Hicaz bölgesi, tam dört asır boyunca Osmanlı hâkimiyeti altında kaldı. 1517’den, tâ 1917’ye kadar. Bu tarihten sonra, bölgede İngiliz siyaseti hükmetmeye başladı.
Birinci Dünya Harbinin en kritik aşamasında Arap kabileleri Osmanlı’ya karşı kışkırtan İngiliz işgalciler, bölgede isyan çıkartmayı başardılar.
Şimdi, bu dönemde yaşanan talihsiz gelişmelerin detaylarına bakalım.
*
Evet, bölgedeki İngilizlerin kışkırtması sonucu, Hicaz'da Osmanlı'ya karşı ilk ayaklanma hareketi 1 Haziran 1916’da başlatılmış oldu.
Dört yıl kadar süren Birinci Dünya Savaşının tam ortalarına gelinmişti ki, Osmanlı'nın aleyhine Arap yarımadasında yeni bir hadise patlak verdi ve yeni bir harekât daha zuhur etmeye başladı: Bu hadise ve harekâtın adı, kısaca "Hicaz isyanı"ydı.
İsyanın başında Mekke Şerifi Hüseyin görünmekle birlikte, arka planda Arapları iğfal ederek kabileler nezdinden kışkırtıcılık görevi tam yapan bölgedeki İngilizlerdi. Hem, öyle bir kışkırtıcılık faaliyeti ki, tarihte eşi-benzerine rastlanılmayacak türden.
Evet, tâ 1517 tarihinden Büyük Dünya Savaşının başladığı 1914 senesine kadar Osmanlı'nın yanında ve idaresinde bulunan Hicaz (Arabistan), ne yazık ki söz konusu kışkırtmalar neticesinde, Arap kökenli din kardeşleri, üstelik ecnebi himayesinde Osmanlı'ya baş kaldırdılar ve ittifaka en çok ihtiyaç duyulduğu bir zamanda, tutup Hilâfet/Saltanat merkeziyle kahredici bir ihtilâf halini yaşamaya başladılar.
*
Arap kabilelerin, bölgedeki istilâcı küffara aldanarak din kardeşleriyle kanlı-bıçaklı hale düşmelerinin şüphesiz önemli sebepleri var. Bunların başında, Osmanlı Türklerinde baş gösteren “dinde lâkaytlık-lâubalilik” ile fikren, örfen ve ahlâken Frengileşme, yani Avrupalılaşma hâl ve hareketleri idi.
Gariptir ki, o dönemde Avrupalı sömürgecilerin başını çeken İngiltere'nin bölgedeki casusları da aynı yönde propagandalar yaparak, Araplar ile Türkleri hemen her yönüyle birbirinden soğutmaya çalıştılar.
Ne yazık ki, sonunda bu çabalarında muvaffak oldular. Kısa süre sonra Osmanlı'dan ayrıldığını açığa vuran Mekke Şerifi (aynı zamanda kralı da olan) Hüseyin, isyandan on gün kadar sonra İngilizlerin askerî desteği ve büyük para yardımları sayesinde bölge üzerindeki hakimiyetini (krallığını) ilân etti: 10 Haziran 1916.
Hicaz bölgesi, Suudi Arabistan ve yakın çevresi , işte o gün bugündür Türkiye'ye mesafeli olup ecnebi siyasetinin tesiri altında bulunuyor.
Tabiî, çuvaldızı gaflete düşen Arap kabilelerine batırırken, iğneyi kendimize batırmayı asla utunmamalı: Osmanlı’daki aydın kesimi ve bir kısım paşalar, bu tarihten de evvel Mekke-Mediye’ye sırtını dönerek, yönünü ve yüzünü Paris ile Londra’ya çevirmişlerdi. Din kardeşlerine sırtını dönmek demek, haliyle meydanı ecnebilere bırakmak demek oluyordu. Dolayısıyla, o dönemde yapılan azim hatalar tek taraflı değildi ve öyle de bakmamak gerekiyor.
.
Ragıp Gümüşpala ve son idamlar

Yakın tarihten iki konuyu seçtik. Yılları farklı da olsa, günleri aynı. Birincisi, darbeci 27 Mayıs Cuntasına karşı şanlı-şerefli bir direniş sergileyen Org. Ragıp Gümüşpala vefat yıldönümü bugün. Onun, ayrıca askerî ve siyasî sahada yaşadıkları, yahut karşılaştığı zorluklara kısaca temas edelim.
İkinci konu, darbeci 12 Eylül Cuntasının uygulamış olduğu “Bir sağdan, bir soldan astık” diye övündükleri trajikomik hadisenin çarpıcı bir tezâhürüne bakalım, kısaca.
*
Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala, İstanbul'da geçirdiği kalp krizi neticesi 5 Haziran 1964’te vefat etti. Mezarı Zincirlikuyu'da.
1897'de Edirne'de doğan Gümüşpala, Kuleli Askeri Lisesinde öğrenciyken I. Dünya Savaşına katıldı ve yaralanarak İngilizlere esir düştü. İki yıl sonra serbest bırakılınca derhal Anadolu'ya geçti ve Kuvayı Milliye saflarında İstiklâl Harbine katıldı.
Takım ve bölük komutanlığı görevlerinde bulundu. 1931'de girdiği Harp Akademisini 1934 yılında bitirerek Kurmay oldu. Çeşitli karargâh ve birliklerde görev yaptıktan sonra, 1948'de Tuğgeneral, 1951'de Tümgeneral, 1955'de Korgeneral ve 1959'da ise Orgeneralliğe yükseldi.
Orgeneral rütbesinde 3. Ordu Komutanı iken, 27 Mayıs Cuntasına kafa tuttu. Onun dayatmasıyla, Albay Türkeş ile Korgeneral Madanoğlu bir adım geriye çekildi; ordunun başına Org. Gürsel getirildi.
Gümüşpala, 6 Haziran 1960 tarihinde Genelkurmay Başkanlığına atandı. 2 Ağustos 1960'ta bu görevde bulunduğu esnada emekliye sevk edildi.
Darbeci, cuntacı kafalarla anlaşamayan ve uyuşamayan Gümüşpala, Genelkurmay Başkanlığı makamında ancak 2 ay kadar durabildi. Ardından siyasete girdi ve darbecilerin hışmına uğrayan partinin misyonunu üstlenmeyi kabul etti.
*
Gümüşpala, 27 Mayıs İhtilâli (1960) sonrasında kapatılan Demokrat Partinin devamı mahiyetinde 11 Şubat 1961'de kurulan Adalet Partisi'nin ilk genel başkanı oldu. O günün şartlarında, bir sivil şahsiyetin gelip kanlı bir darbeyle devrilmiş böyle bir misyon partisinin başına geçmesi mümkün görünmüyordu.
Emekli Orgeneral olan Gümüşpala, yine 1961 yılı sonunda yapılan genel seçimlerde parlamentoya girdi. Başkanı olduğu Adalet Partisi Meclis’te ikinci sırayı aldı. Senato'da ise ilk sıraya yükseldi. AP’nin oylarını bölen iki parti daha parlamentoya girdi.
*
Seçim sonucu tablosuna göre, Meclis'te hiçbir partinin tek başına iktidar olacak sayıya ulaşamaması sebebiyle, AP-CHP arasında bir koalisyon hükümetinin kurulması gündeme geldi. Başka da bir alternatif görünmüyordu, ne yazık ki.
Gümüşpala, izzetli bir duruş sergileyerek, hükûmette görev almadı, vakarla partisinin başında durdu. 1964'te vefat etmesi üzerine, AP olağanüstü kongresi yapıldı ve yeni genel başkan seçimi yapıldı. Kongredeki oylamayı, Sadettin Bilgiç'le yarışan Süleyman Demirel kazandı.
Sağ’dan (son) iki idam
12 Eylül Cuntasının “Bir sağdan, bir soldan” diye sıraya koymuş olduğu 47. ve 48. idamları 5 Haziran 1983’te gerçekleştirildi.
7 Eylül 1979'da Manisa Turgutlu'da fırın basıp 4 sol görüşlü fırıncıyı öldüren sağ görüşlü militanlardan Halil Esendağ ile Selçuk Duracık’ın cezaları o gün infaz edildi.
Darbecibaşı Kenan Evren’in o dönemde sarf ettiği “Bir sağdan, bir soldan astık” sözü çok meşhur olmuştu.
12 Eylül Darbesi sonucu, Cezaevlerinde 171 kişi işkence ile olmak üzere yaklaşık 300 kişi öldü. 48 kişi (24 adlî suçlu, 15 soldan, 8 sağdan, 1 ASALA militanı) idam edildi.
Aynı dönemde, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 650 bin kişi gözaltına alındı. 230 bin kişi askerî mahkemelerde yargılandı. 52 bin kişi tutuklandı. 14 bin kişi, “vatan haini” oldukları gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldı.
.
Sultan Aziz dönemi eserleri

Sultan II. Mahmud’un oğlu, Sultan II. Abdülhamid’in amcası olan Sultan Abdülaziz’in saltanatı döneminde (Haziran 1861–Mayıs 1876) günümüzde de aktif şekilde kullanılan muazzam eserler vücuda getirildi. Bunlardan birkaç tanesini kısaca zikrettikten sonra, günün tarihinde yer alan İzmir-Aydın arasında yapılan Osmanlıdaki ilk demiryolu inşasının serencâmını anlatmaya çalışalım.
İşte, günümüzde de faaliyetini sürdüren ve ömrü bir buçuk asrı bulan eserlerden birkaçı:
* 1861’de ilk kazı çalışmalarına başlanan 163 kilometre uzunluğundaki Suveyş Kanalı, 1869’da tamamlanarak hizmete girdi.
* İlk yer altı füniküleri, 1875 yılında İstanbul’da Karaköy-Beyoğlu arasında “Tünel” adıyla hizmete girdi.
* Sahillerde birçok noktada deniz feneri inşâ edildi.
* Günümüzde Sayıştay ve Danıştay ismiyle faaliyetini sürdüren teşkilâtlar Sultan Abdülaziz döneminde kuruldu.
* İzmir-Aydın demiryolu, İngiliz şirketleri tarafından gecikmeli olarak yapıldı.
* Bir başka İngiliz şirketi tarafından, yine aynı dönemde İzmir–Turgutlu–Afyon demiryolu hattı ile Manisa–Bandırma arasındaki 98 km’lik demiryolu hattı inşa edildi.
Şimdi, günün tarihi konusunun detaylarına geçelim.
*
Aydın–İzmir arasındaki 130 kilometrelik demiryolu 7 Haziran 1866’da hizmete girdi. Açılışı merasimi büyük bir şaşaa ile yapılan bu eser, Osmanlı döneminde Anadolu’da inşa edilen ve hizmete sokulan ilk demiryolu işletmesidir.
Osmanlıda, bu tarihten evvel de çeşitli merkezlerde demiryolu işletmeciliği ve ulaşımı vardı. Ancak, bunların tamamı Türkiye ve Anadolu sınırları dışında kalıyordu. Meselâ: 1856’da hizmete giren Kahire–İskenderiye Demiryolu ve yine aynı yıllarda inşa edilen Köstence–Tuna ile Varna–Rusçuk Demiryolu İşletmeleri.
*
Aydın–İzmir Demiryolu hattının inşasına Sultan Abdülmecid zamanında 23 Eylül 1856 tarihinde başlandı. Hattın inşaatını bir İngiliz firması üstlendi. İki ülke arasında yapılan sözleşmeye göre, toplam 130 km’lik inşaatın 4 senede bitirilmesi gerekiyordu. Ancak, planlanan işin bu kadarlık bir süre içerisinde tamamlanamayacağı hemen ertesi yıl anlaşıldı. Bu sebeple, hattın inşası yeni bir konsorsiyuma devredildi. İçinde yine İngiliz firmalarının da bulunduğu bu yeni konsorsiyuma “İzmir’den Aydın’a Osmanlı Demiryolu Kumpanyası” ismi verildi.
* * *
İngilizler, Anadolu coğrafyasında en çok Ege Bölgesine önem veriyordu. Sebebi şudur: Gayr–ı müslim unsurlar, başta İzmir olmak üzere en çok bu yörede yaşamaktaydı. Yekûnu yüz binleri geçiyordu. Ayrıca, İngiltere’nin ihtiyacı olan altın değerindeki tarım mahsülleri ile maden ürünleri bakımından burası adeta dünya cenneti gibiydi. İzmir Limanı ise, söz konusu maden ve tarım ürünlerinin sevk edilebileceği tek ve en büyük liman hükmündeydi.
Vaktiyle Osmanlı’dan birtakım ticarî imtiyazlar koparan İngiltere, bu kozu sonuna kadar kullanmak ve Anadolu coğrafyasından en kârlı şekilde yararlanmak istiyordu.
*
Aydın–İzmir Demiryolu daha yapılmadan evvel, İzmir’de ithalat–ihracat işleriyle uğraşan 1060’tan fazla İngiliz tüccarı vardı. Ancak, iç bölgelerde limana kadar yapılan ulaşım hizmetleri çok zor ve bir o kadar da masraflıydı. Hemen her şey develerin sırtında, yahut öküz arabalarıyla limana taşınıyordu.
İşte, bölgede bir demiryolunu inşa etmenin en önemli saiklerinden biri de bu derece zor şartlarda yapılan ulaşım-nakliyat hizmetlerini kolaylaştırmak ve ticaret hacmini artırmaktı.
Osmanlı hükümeti ise, iç bölgelere asker sevkiyatında, nakliye ve ulaşım hizmetlerinde ve bilhassa ara ara baş gösteren iç isyanların bastırılmasında kolaylık sağladığı için, demiryolu inşasına sıcak bakıyor ve bu sebeple yabancı firmalara bazı imtiyazlar veriyordu.
.
Zalim ve sadist Neron’un ibretlik sonu


Aradan 2000 yıla yakın bir zaman geçtiği halde, hiç unutulmayan tarihî şahsiyetlerden biri de Roma İmparatoru Neron’dur.
Şu var ki: Meşhûr Nero(n), daha çok zulümleriyle, sadistliğiyle, Romayı yakmasıyla ve nihayet intihar ederek kendi katili olmasıyla hatırlanıyor.
Genelde, sadist zalimlerin âkıbeti pek vahim oluyor. İşte onlardan biri de meşhûr Nero(n)’dur.
Şimdi, ölüm yıldönümünde, ibretlik hayat ve icraatleriyle birlikte Neron’u biraz daha yakından tanımaya çalışalım.
*
Beşinci Roma İmparatoru olan Nero(n), zalimâne pekçok icraata imza attıktan sonra sinir buhranına girdi, aklî melekesini kaybetti ve nihayet bir mağaraya çekilerek 9 Haziran 68'de intihar etti.
Aynı Neron, zevkine göre yepyeni bir şehir inşa etmek fikir ve takıntısıyla, (MS) 64 senesinde koca Roma'yı ateşe vererek şehri baştan başa yakıp küle döndüren gaddar ruhlu bir imparator olarak tarihe geçti.
Kısa biyografisi şöyledir: Milâdî 37 senesinde İtalya'da doğan Nero, henüz 3–4 yaşında iken babasını kaybetti. Annesi ise, aynı zamanda 4. İmparator olan amcası ile evlendi. Kendisi de bu vesileyle hem üvey evlât, hem de tahtın varislerinden biri oldu. 54 senesinde amcası ölünce, 17 yaşındaki Nero, annesinin de desteğiyle imparator oldu.
İktidarının ilk 4–5 yılı başarılı geçen Nero, yaşı ilerledikçe değişmeye yüz tuttu. Daha çok eğlenceye meyletti; devamında da sefahate daldı. Bu uğurda, ayrıca çok büyük masraflarda bulundu. Adeta devrinin müsrif bir Deccali oldu.
Onun bu tutumunu eleştiren annesini bile öldürtmekten çekinmedi. Arkasından, diğer muhaliflerini bertaraf etmeye yöneldi. Tanınmış sayısız şahsiyeti idam ettirdi.
*
Mısır'dan Filistin'e, Yunanistan sınırından Büyük Britanya'ya kadar çok geniş bir coğrafyada hakimiyet kuran Nero, sonunda kalbi öyle katılaştı ve öyle bir bunalımın içine düştü ki, onu bu sıkıntıdan hiç kimse çıkarıp da kurtaramadı.
Yaptığı yanlışlar ve zulümkârlıkla karşısında, kendi emrindeki orduyu bile isyan ettirdi. imparatora karşı harekete geçen ordu, onun iktidarına son verdi.
Öldürüleceği korkusuna kapılan Nero, bir mağaraya çekildi ve orada hayatına son vererek, hem kendi katili, hem de "tarihin en aykırı tipleri" arasındaki yerini almış oldu.
*
Hem anne katili, hem kendi katili olan Neron’un şu sadistçe sözü sarf ettiği rivayet edilir: “Burada ikinci-üçüncü adam durumuna düşeceğime, yakarım Roma’yı, gider bir köyde yine birinci adam olurum.”
Yaklaşık iki bin yıl kadar evvel yaşanan Neron vak’asının, şüphesiz ders ve ibret alınacak daha başka yönleri de var.
Bugün için alınacak en önemli bir ders şu olsa gerektir: Maziye nazaran daha da kıymetsiz, mânâsız hale gelmiş olan şu “baş olma” hevesi, yahut şân-şöhret arzusu, günümüz itibariyle çok daha yakıcı bir ateş topuna dönüşmüş gibidir. Allah bizleri bu yakıcı, helâk edici ateşe düşmekten muhafaza eylesin.
.
Cemil Meriç’ten unutulmaz mesajlar


Üniversite yıllarında evinde üç kez ziyaret ettiğim, sohbetini dinlediğim, kitaplar imzalattığım bu cesur yürek hakkında günümüz neslinin de yeterli bilgi sahibi olması gerekiyor.
Bu vesileyle, önce onun biyografisi hakkında kısa bir bilgi aktaralım, ardından, aradan o unutulmayan sözlerinin, mesajlarının az bir kısmını iktibas edelim.
*
12 Aralık 1916 Hatay Reyhanlı doğumlu olan araştırmacı-yazar Hüseyin Cemil Meriç, 13 Haziran 1987’de İstanbul’da vefât etti.
Ziyadesiyle araştırma yapmaktan çok kitap okumaktan gözlerini kaybetmiş olan Cemil Meriç’in sergüzeşt-i hayatı kısaca şöyledir:
Balkan Harbi esnasında, ailesi Rumeli’den Anadolu’ya göçtü. Babası, Dimetoka’da hakimlik yapan Mahmut Niyazi Bey, bilâhare Antakya’da da Ziraat Bankası Müdürlüğü ve mahkeme reisliği yaptı. Yedi yaşına kadar Antakya’da yaşadı, ardından ailesi ile birlikte Reyhanlı’ya döndü. İlköğretim dönemini memleketinde geçirdi. Liseyi İstanbul Pertevniyal’de bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi aldı. Bu sırada Nazım Hikmet ile tanıştı.
1937’de İskenderun’a döndü. Burada bir müddet öğretmenlik yaptı ve tercüme işleriyle uğraştı. 1940’ta tekrar İstanbul Üniversitesine dönerek Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde tahsil gördü. Elazığ’da (1942-1945) ve İstanbul’da (1952-1954) Fransızca öğretmenliği yaptı. Bu dönemden başlayarak, hayatın son demlerine kadar gazete ve dergilerde yazılar yazı. Yazılarının mühim bir kısmını kitaplaştırdı.
1983’te eşi Fevziye Hanım vefatının ardından kendisi de aynı sene beyin kanaması geçirdi ve sol tarafına felç geldi.
*
Cemil Meriç, Üstad Bediüzzaman’ın “celâdet” noktasında bir kahraman olduğuna ve bu asırda İslâm tefekkürünü temsil makamında bulunduğuna inandığını söylerdi. 1981’de kendisiyle yapılan bir mülâkatta şunları ifade etti:
“Tanzimat’tan sonra büyük İslâm mütefekkiri yok. Olsaydı, zaten bu hale gelmezdik. Yani olsaydı, bir mücadele olurdu. Hiçbir mücadele olmadı. Giyin dediklerini giydik, atın dediklerini attık. Dili de mahvettik... Bütün bu cinayetler olurken herkes pustu, sindi... Tek sesini çıkaran Said Nursî oldu.” (Yeni Devir, 9 Ocak 1981)
Cumhuriyet Türkiye’sinin işleyen beyni, duyarlı vicdanı ve cesur yüreği Cemil Meriç, hayatının son yıllarında tanıma şansını yakaladığı Bediüzzaman Said Nursî ve eserleri ile ilgili olarak, muhtelif platformlarda yazılı/sözlü pek tesirli beyanlarda bulundu. İşte, söz konusu röportajdan kısacık bir bölüm daha:
Soru: “Vak’a-yı Hayriye’den (1839 Tanzimat’tan) beri bizde İslâm tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır” diyorsunuz?
Cevap: Evet, çıkmamıştır. Said Nursî var. Hürmete lâyık başka adam tanımıyorum. “Müslüman mütefekkir” deyince, celâdetiyle, cihâdetiyle onu tanıdım, başka tanımadım. (1981 Suffe Yıllığı)
Son olarak, merhum Meriç’ten iki-üç vecize daha aktararak nokta koyalım.
*
“Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı.”
*
“Ezelî sır: Kader” başlıklı yazısında, Said Nursî`nin eseri “Kader Risâlesi”ni nazara veren Cemil Meriç şunları ifade eder:
Kàmus der ki: “Kader, (lûgatte) ölçme, tahmin, ölçerek takdir ederek tâyin; (kelâmda) Allah`ın iradesini icrâdan, yani kazâdan evvel takdir etmesi, ölçmesi mânasındadır.”
Kader, ezelden ebede kadar cârî ahval ve hâdisata hâkim olan, küllî İlâhî hükümlerdir. Kader, ölçüp biçip hüküm vermek; kazâ ise, bu hükmü infâz etmek, yani ezelden verilen hükmü ademden (yoktan) fiil haline getirmektir. İslâmda her şeyin takdir-i İlâhî ile vücuda geldiğine inanmak şarttır.
Bu karanlık mefhuma yeni bir aydınlık getirmek kimin haddi?
Said Nursî, İslâm irfanının, cihanşümûl hakikatlerini küçük bir risâlede (Kader Risâlesi’nde) toplamış. Dinleyelim:
.
Dört İncil’in hikâyesi

Dört kitabın dördü de haktır. Yani, Kurân, Tevrat, Zebur gibi şüphesiz İncil de İlâhî’dir, semâvîdir, haktır, hakikattir. Aynı zamanda, vahiy ile gelen bu dört kitabın dördü de gerçekte, yani nefsü’l-emirde tektir, birdir; yani, birbirinden farklılık arz eden ayrı ayrı nüshalar şeklinde değildir.
Ne var ki, orjinali, yani hakiki nüshası ortada bulunmayan İncil’in bin yedi yüz senedir dört ayrı nüshası kudsî olarak kabul ediliyor. Miladî 325 senesinde İznik'te toplanan papazlar, İncil sayısını dörde çıkarmak sûretiyle, Hıristiyanlık dinini adeta yeniden şekillendirmiş oldular.
Oysa, vahye dayalı olan semavî dinleri, insanlar kendi arzu ve tercihlerine göre şekillendiremez. Kendine göre şekil vermeye yeltendiğinde, hurafelere kapı açılır ve işin içine başka türlü sakatlıklar da girer. Meselâ, kutsal kitap sayısı dörde çıkınca, kutsal İlâhî varlığa karşı olan inanç ve itikatta da değişmeler baş gösterir. İşte, teslis itikadı, yani “üçleme” denen “Allah-İsa-Meryem” özdeşliği, söz konusu beşerî düzenlemenin doğurmuş olduğu ucûbe neticelerden biridir. Bir diğeri de “vaftiz” ve hâkeza…
Şimdi, İncil sayısını dörde çıkaran (ya da indiren) hadisenin tarihî seyrine bakalım.
*
Meşhûr İznik Konsili, Miladî tarihle 19 Haziran 325’te toplandı. Yaklaşık 300 kadar papaz, İncilleri dörde indirmek ve “Tevhid” akidesini “Teslis”e çevirmek için İznik’te bir araya geldi.
Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Constantinus’un teşebbüsüyle İznik’te toplanan kiliseler birliği yüksek konseyi, neticede istenildiği gibi İncilleri dörde indirmiş oldu. Bir başka ifade ile, tek olan Allah inancını "kutsal üçlü"ye çıkarmayı başardı. Ayrıca, her yıl kutlanacak olan Paskalya Bayramı da yine aynı toplantıda kararlaştırılmış oldu.
Bu tarihî toplantı, aslında dinî olmaktan ziyade siyasî maksatlı idi. Nitekim, alınan kararların hemen tamamı Bizans İmparatorunun emir ve direktifleri istikametinde şekillendi. Zaten, o günkü şartlarda bunun başka türlü olması da beklenmiyordu.
Ne var ki, Hıristiyan dünyasının tamamı İznik Konsilinin kararlarına tabi olmadı. Bir kısmı "Hıristiyan muvahhid" ünvânına lâyık olarak dinî inancını devam ettirdi. Meselâ, Bogomil mezhebine bağlı olan Boşnaklar ve diğer bazı Balkan toplulukları gibi.
Dünyanın muhtelif yerlerinde muhtemelen bugün bile varlığını sürdüren bu (muvahhid) kesimden bazı İsevilerin, dinî ve siyasî baskılar sebebiyle kendilerini rahatça ifade edemedikleri ve serbestçe ortaya çıkamadıkları söylenebilir.
*
Hıristiyanlığın ilk yayılışı, şüphesiz ki "Tevhid inancı" şeklindeydi. Tek Allah'a, O'nun vekilsiz ve şeriksiz olduğuna, Hz. İsa'nın da Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna inanılırdı. Esasında, buna Hıristiyanlık yerine "İsevilik" demek, belki hakikate daha uygun düşer.
İsevilik dini, diğer semâvî dinler gibi hak olup İslâmın doğuşuna kadar da geçerliliğini muhafaza etmiştir. Ancak, bilhassa Miladî 4. asırdan itibaren dejenere edilmeye başlandı ve hâkim siyasî otoritenin menfaatine uygun hale sokulmaya çalışıldı.
Nitekim, 325’teki İznik Konsili de böyle bir tesir altında toplandı ve kabul ettiği kararları da hâkim yönetimin hoşuna gidecek bir şekle sokmuş oldu.
Böylelikle, Hıristiyanlık dini ciddî anlamda tahrif edilmiş ve bu dinin hükümleri mukaddes değerlerden çok, siyasî ve dünyevî maksatlar için kullanılmaya başlandı.
Bu kıssadan çıkarılacak bir hisse şudur: Tevhid ehli olan İseviler, bugünkü dünyada azınlık teşkil etmesine rağmen, bunlar "Eski Ahit" inancına daha yakın durumdalar. Tarih seyri içinde ekseriyeti Müslüman olmuşlar. Aynen Bogomil Boşnaklar gibi. Geri kalanların da İslâma sarılması ve "Müslüman İsevîler" nâmıyla ortaya çıkması mümkün.
Hıristiyanlık âlemi, inşallah bilumum hurafeden sıyrılarak dinin asliyetine rucû eder ve Hz. İsa ile müjdelenen nurlu yeni bir dünyaya doğru ciddî adımları atmaya başlar
.
İbni Sînâ’dan sağlıklı beslenme

“Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifâ hazımdadır.”
Tabiî, İktisat Risâlesi’nde yer verilen hâs altın ayarındaki bu sözün önü ve arkası da var. Tamamını ezberlemek mümkün değilse bile, mânâsını hatırda tutabilmekte büyük bir kazanç var.
İşte, o büyük faydaya istinaden, ilgili bahiste geçen kıymetli diğer ifadeleri de burada paylaşmaya çalışalım.
Bu uzunca girizgâhtan sonra, yazının ikinci bölümü olarak, vefat yıldönümü vesilesiyle İbni Sînâ’nın kısacık bir biyografisini sunmaya çalışalım.
*
İlmî ve daha çok tıbbî eserleriyle çağları aşarak günümüze kadar nâm salarak gelen meşhûr “dâhî” İbn-i Sînâ 21 Haziran 1037’de Hamedan’da vefât etti.
İbni Sînâ’yı asırlar boyu meşhurlaştıran önemli bir husus şudur: Pek çok insan ancak bir-iki ilim dalında uzmanlaşabilirken, o birçok dalda ihtisas sahibi oldu. Bununla da kalmayıp zirveye çıktı ve yüzyıllarca zirvede kaldı. Bu durum, aynı zamanda onun hakikaten bir dâhî olduğunu gösteriyor.
*
Evet, İslâm dünyasında yetişmiş en büyük felsefe ve tıb âlimlerinden biri olan İbn-i Sînâ, 980 yılında Buhara yakınlarındaki Afşana köyünde doğdu.
Babası, Buhara’da Samanî Devletinin hizmetinde kâtiplik yaptı ve bir müddet de maliye işlerinde çalıştı.
Müthiş zekâ ve harikulâde bir hafıza sahibi olan İbni Sînâ, on yaşında hâfız oldu. 18 yaşına kadar, hem hekimliği öğrendi, hem de yaşadığı çağın neredeyse bütün ilim dalları ile yakından ilgilenerek meselelerin adeta künhüne vakıf oldu. Ayrıca, Mantık ve Geometri’de bir hayli ilerleme kaydetti.
Bir yandan eski Yunan filozoflarının eserlerini okurken, bir yandan da dinî bilgilerini geliştirdi: Sarf, Nahiv, Fıkıh, vesaire...
*
Buhara’dan hicret eden İbni Sînâ, bir müddet Harzem’de bulunan Birûnî’nin yanına gitti. Birlikte pek kıymetli çalışmalarda bulundular.
Ne var ki, şöhreti günden güne artan İbni Sînâ’yı burada kıskananlar oldu. Onu yönetime şikâyet ettiler. Bu sebeple takibata uğradı.
Burada tutunamayan İbni Sînâ, Harzem’den de ayrılarak Hamedan’a hicret etmek durumunda kaldı.
*
İbn-i Sînâ’nın en hacimli çalışması olan “El-Kànun Fi’t-Tıb” isimli eseri, yüz yıllarca Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuldu.
Batı dünyasında “Avicenna” ismiyle yâd edilen İbn-i Sînâ, 57 yaşında iken Hamedan’da (İran) Hakk’ın rahmetine kavuştu.
.
Refah fâciasıyla savaş oyunu

Ne gariptir ki, o kararın alındığı günün hemen ertesinde, yani 23 Haziran 1941 tarihinde hiç umulmadık bir fâcia yaşandı. Kısaca Refâh Fâciası.
Vahim olduğu kadar hazin ve çok büyük bir trajedi olan o fâcianın arka plânıyla birlikte kısacık bir hikâyesini bilvesile nazara vermeye çalışalım.
*
Refâh isimli şilep, Türk Deniz Kuvvetlerine ait bir yük ve mühimmat gemisiydi. 23 Haziran 1941’de gece vakti saat 23:00 Kıbrıs açıklarında torpido ile vurularak batırıldı. Kimin vurduğu ise, hep meçhul kaldı. Sadece şüphelerin toplandığı bazı adresler vardı. Ne var ki, onlar da resmen açıklanmadı, daha doğrusu açıklanması cihetine gidilmedi.
Refah Şilebi, 1901 yılında İngiltere’de inşa edildi. 102 metre boyunda, 15 metre eninde, saatte 8,5 mil hız yapabilen ve telsizi 150 mil mesafeye kadar mesaj verebilen bir gemiydi. Bu teknik bilgilerden sonra fâcianın diğer boyutlarına bakalım.
*
Gece karanlığında meçhul eller tarafından batırılan Refâh Şilebinin içinde istikbâl vâdeden yetişmiş 200 insanımız vardı. Gemi mürettebatının dışında kalanların çoğu askerî uzman personel idi. Aralarında çok iyi derecede yetişmiş denizci, havacı ve karacı subaylar vardı.
Bu kalabalık uzman kadro, daha önceden İngiltere’ye siparişi verilmiş olan denizaltı ve uçak filolarını (4 denizaltı, 4 muhrip, 12 çıkarma gemisi ve 4 uçak filosu) teslim almak üzere yola çıkmıştı.
II. Dünya Savaşının en hararetli günlerine denk gelmesi, yolculuğun doğrudan değil, Mısır üzerinden dolaylı şekilde yapılmasını gerekli kılıyordu. Bu sebeple, yapılan hazırlıklardan sonra, gemi Mersin’den Mısır’ın İskenderiye Limanına doğru hareket etti. Kıbrıs açıklarına vardığında ise, gemi dehşet uyandıran bir patlamayla sarsıldı. Zira, milliyeti meçhûl bir başka denizaltı tarafından torpido (patlayıcı ve imha edici bir sualtı silâhı) ile vurulmuştu.
Aldığı fecî yara ile önce hızla su alan Refah şilebimiz, bir süre sonra ikiye bölündü ve tahminen 4 saat sonra da Akdeniz’in karanlık sularına gömüldü.
Bazı askerlerimiz ilk patlama esnasında şehit düşerken, 150’den fazla askerî personelimiz de gece karanlığında kurtulma çabası ile dalgalarla boğuşarak veya köpek balıklarına yem olarak vefat etti. Yaklaşık 30 kadar personel ise, muhtelif sebeplerle ve mucizevî bir sûrette kurtulma şansına sahip oldu.
*
Türkiye’ye maddî–mânevî çok ağır kayıplar verdiren bu büyük fâcianın faili uzun müddet meçhûl kaldı. Sonunda, şüpheler Fransızların üzerinde yoğunlaştı. Fransa da, bu işin ancak yanlışlıkla olabileceğini ileri sürerek, cinayeti dolaylı şekilde kabullenmiş oldu. (Resmî kabullenme ise hiç olmadı.)
İki ülke arasında sürdürülen gizli pazarlıklar sonucu, Fransa Türkiye’ye iki adet savaş gemisi vermeyi kabul etmek durumunda kaldı.
*
Türkiye’yi derinden etkileyen bu büyük fâcia, öncelikle Alman–İtalyan ittifakı üzerine yıkılmaya çalışıldı. Bunda başarılı olunamayınca, bu kez Rusya’nın ismi telâffuz edilmeye başlandı. Üzerinde en az durulan husus ise “Bu saldırının niçin yapıldığı”dır.
Mantığa da ters düşmeyen en kuvvetli ihtimale göre, o tarihe kadar tarafsızlığını defalarca açıklayan Türkiye’yi savaşın içine çekmek ve Alman–İtalyan ittifakıyla karşı karşıya getirmek için, önceden kurgulanmış bir plândı bu.
Geminin sefer programından ve takip edeceği rotadan haberdar olan ülkelerin başında o tarihte Kıbrıs’ın yönetimini de elinde tutan İngiltere geliyordu.
İngiltere Başbakanı Churchill, savaş süresince birkaç kez İsmet Paşa ile görüşmüş ve Türkiye’yi saflarına çekmeye çalışmıştı. Bu çabayı aralıksız sürdüren İngiltere, maksadına ancak Ocak 1945’te nail oldu. Ne var ki, büyük savaş, aynı sene içinde sona ermiş oldu. Türkiye, böylelikle savaşa fiilen iştirak etmedi, edemedi.
.
Mithat Paşa’nın kesik başı

Sultan Abdülaziz’in devrilmesiyle ilgili olarak 27 Haziran 1881’de Yıldız Mahkemesinde yargılanan paşa, bir süre sonra Arabistan’ın Taif şehrine sürülerek orada zindana atıldı. Yine orada kanunsuz bir şekilde boğduruldu.
Nâşı ise, DP hükümeti döneminde, 26 Haziran 1951’de İstanbul’a getirildi. Şişli’deki nakl-i kubûr merasimine CB Celal Bayar da katıldı.
*
Üzerinde kitabî çalışmaların yapıldığı kuvvetli rivâyete göre, Taif’ten İstanbul’a getirtilen Mithat Paşanın kemikleri arasında kafatası yoktu. Bunun sebebi şudur: Sultan Abdülhamid’in inisiyatifi ile gönderildiği Taif zindanında ömür sürmekte olan Mithat Paşa, 7 Mayıs 1884’te boğdurularak katledildi. Onun varlığını kendisi için büyük tehlike olarak gören Sultan Abdülhamid, öldürülmüş olduğundan emin olmak için (o zamanlar DNA testi yok) kesik başının Yıldız Sarayına getirilmesini istemiş. Bir bal küpünün için konularak İstanbul’a getirtilen paşanın kesik başı, yine Padişahın emriyle sarayın bahçesinde bir yere gömülmüş.
Bu kesit baş hikâyesiyle ilgili olarak kitaplar yazıldığı ve çokça makaleler yayınlandığını bilvesile ifade etmiş olalım. Ayrıca, o dönemde bu hadiseyi haber yapan Fransız gazetesi Le Matin, kesik baş hikâyesine de yer verdiği ilgili haberi şu başlıkla verdi: Türk Anayasasının babası öldü!
Mithat Paşanın ölüm haberi, İzmir’deki oğlu Ali Haydar ile diğer aile efradına resmî bir tebligat ile bildirildi.
*
1822 doğumlu Mithat Paşa, çok renkli, çok yönlü bir şahsiyet olarak bilinir. Reformcu, hürriyetçi, anayasa ve parlamenter sistem yanlısı, hatta Cumhuriyet taraftarı olarak bilinen Paşa, bürokrasinin en alt kademelerinden başlamak üzere, uzun yıllar valilik, bakanlık ve iki kez de başbakanlık (Sadrâzam) yapmış parlak bir şahsiyettir.
Aynı şekilde, Danıştay (Şura-yı Devlet), Ziraat Bankası, ilk Anayasa (Kanun-i Esâsî) ile Emniyet Sandığı’nın kuruluşunda da büyük emek sarf ettiği biliniyor ve o şekilde de anılıyor.
Bununla beraber, adı birtakım siyasî entrikalara da karıştığı için, başı belâdan bir türlü kurtulamadı: Sultan Abdülaziz'in hal ve katledilmesinde, ardından Sultan V. Murad'ın tahta çıkarılıp indirilmesinde önemli rol oynadığına dair söylentiler, yakasını hiç bırakmadı.
Sonunda, yine bu tür entrikalara bulaştığı ve 1881'de kurulan Yıldız Mahkemesi’nde Sultan Abdülaziz'in ölümünden sorumlu tutulanlar arasında sayıldığı için, idam cezasına çarptırıldı. Sultan II. Abdülhamid, bunu sürgün (kalebentlik) cezasına çevirdi ve onu Taif'e sürdü. Orada sürgünde iken, nâmertçe ve gayet vahşiyane bir şekilde katledildi.
*
Meşhûr tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı “Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları” isimli kitabında Taif’te katledilen paşanın son ânlarını kendi dilinden şöyle anlatır:
Evlâdlar hoş geldiniz. Bilirim niçin geldiniz.
Beni eziyetsiz boğunuz ve boğmazdan evvel size birkaç söz söyleyeyim, dinleyin: Zati ben teslimim. Elimden ne gelir? Sizden evvela şunu rica ederim: Bana ruhsat verin, abdest alıp iki rekat namaz kılayım. Yasin okurken “We ileyhi türceun” dedikten sonra boğunuz.
Hepiniz genç ve Müslümansınız. İstemezdim ki benim gibi bir mücrimin kanı ile damanınız mülevves olsun.
Bir de şu var: Taif mübarek bir yer. Peygamber efendimiz “Taif Çölünde eğlenmeyin, ağaçları kesmeyin, haramdır” buyurduğu halde, siz nasıl adam katledersiniz? Cevaben, “Biz askeriz, memuruz, mazuruz” demişlerdir.
Sonra, Midhat Paşa Yasin-i Şerifi aceleyle okuduğu ve kelime-i şahadeti getirdiği anda, boynuna yağlı ve sabunlu ipi taktıkları anda, mazlumen cânını Cânan’a teslim eylemiştir.
.
Koca çınarın son iki sultanı

Ömrü altı asrı aşan koca Osmanlı Devletinin son iki padişahı: Sultan Reşad ile Sultan Vahdeddin, o şerefli hanedanın en tâlihsiz, en bedbaht şahsiyetleri arasında yer alır.
Sultan Mehmed Reşad, 1918 yılı 3 Temmuz’unda vefat etti; Sultan Vahdeddin ise, bir gün sonra, yani 4 Temmuz günü Osmanlı tahtına geçti.
Sultan Reşad, yakalandığı şeker hastalığının pençesinde kurtulamayarak 74 yaşında Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Onun yerine gelen Sultan Vahdeddin ise, o hastalıktan da beter, maddî-mânevî talihsizlikler yaşayarak pek acıklı bir gurbette ömrünü tamamladı.
Hemen bütün cephelerde ağır bedel veya mağlûbiyetlerle neticelenen Birinci Dünya Harbinin sonlarına doğru Saltanat cenâhında “halef ile selef” arasında yaşanan bu “ilk ve son gün” hadisesi, aynı zamanda altı asırlık Osmanlı cihan devletinin de “acıklı son”unun bir nevî başlangıcı oldu.
*
Evet, Osmanlı padişahları arasında en bahtsız olanların başında gelen Sultan Reşad, 1909’da tahta geçtiği zaman da nisbeten ihtiyar sayılabilecek bir yaştaydı.
Ama, onun büyük bahtsızlığı ve şanssızlığı, 600 yıllık devletin içte ve dışta, üstelik hemen her kademede yıkılışa doğru gittiğine yakînen şahit olmasından kaynaklanıyor: Amcası Sultan Abdülaziz, onun gözleri önünde devrilip (1876) katledildi. Büyük kardeşi Sultan II. Abdülhamid’in tahta geçmesinin ardından, her ihtimale karşı kontrol altında tutularak bir nevi hapis hayatı yaşamak mecburiyetinde bırakıldı.
Bu çileli hayat, tam 33 sene aralıksız şekilde devam etti. 1909’da ağabeyi komitacılar tarafından devrilince, usûl gereği kendisi tahta çıkarılmış oldu. O yaşlıca (65) haliyle, komitacı İttihatçıların gölgesinde kaldı ve adeta onların kuklası durumuna düşmüş gibi oldu.
Tam bir zaaf ve acziyetin ifadesi olan bu vaziyet bir yana, 1911’den itibaren yaşanan zincirleme savaşlara şahit oldu: Trablusgarp (Libya) Savaşı, Ege’de İtalyan Harbi, Birinci ve İkinci Balkan Harbi, son olarak da Birinci Dünya Harbi, hep onun devr–i saltanatında vukua geldi. Üstelik, bu harplerin tamamı büyük kayıp ve mağlûbiyetlerle neticelendi.
Devletin ve milletin içine sürüklenmiş olduğu bu fecî vaziyet, ona ağır geliyor ve haliyle onu mânen yıpratıyordu.
*
Hemen bütün cephelerde ağır mağlûbiyetlerin yaşandığı Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, yakalanmış olduğu şeker hastalığı iyiden iyiye ilerlemiş durumdaydı, Sultan Mehmed Reşat. Sondan bir önceki padişah konumunda olan sultan, ağabeyi Sultan II. Abdülhamid ile aynı sene içinde, gün itibariyle de 3 Temmuz 1918’de vefat etti. Yerine ise, başka türlü talihsizliklere şahitlik edecek olan Sultan Vahdeddin getirildi.
Hayatının son yıllarını gurbet elde (İtalya’da) ve perişâniyet içinde geçiren Sultan Vahdeddin’in vefat tarihi ise Mayıs 1926. Ecnebilere olan borçları sebebiyle tabutuna bir müddet için haciz konuldu. Suriye’deki yakınlarının devreye girmesiyle haciz kaldırıldı. Naaşı, bilâhare İtalya’dan Suriye’ye nakledildi. Ziyarete açık olan mezarı o günden bugüne Şâm-ı Şerif’te
.
Türbe ile heykel hem yanyana, hem karşı karşıya

Osmanlı’nın en meşhûr Kaptan-ı Deryası olan Barbaros Hayreddin Paşa, 4 Temmuz 1546’da İstanbul’da vefat etti. Türbesi Beşiktaş’ta, denize nâzır bir noktada olup ziyarete açık tutuluyor.
Türbeye yakın yerde, Barbaros’un bir de heykeli yapıldı. 1944’te yapılan bu heykel ile türbe arasında manevî yönden herhangi bir bağ, bir yakınlık yoktur. Tam aksine, ruh ve mânâ bakımından birbirine zıtlık arz eden iki yapı aynı yerde bulunmakta. Bu ucûbe vaziyet, bir bakıma Osmanlı’dan koptuktan sonra Avrupa’ya da ayak uyduramayan ilk dönem Türkiye’nin hâl-i pürmelâlini yansıtıyor.
Bu tesbitlerden sonra, mevzuya farklı açılardan bakmaya devam edelim.
*
Barbaros Hayreddin, 1470’li yıllarda Midilli Adası’nda doğdu. Asıl ismi Hızır Reis olup Oruç Reis’in kardeşidir.
Aynı zamanda “Cezayir Fatihi” olarak da bilinen Hayreddin Paşa, başta Preveze Deniz Zaferi olmak üzere, deryalar üstünde (bilhassa Akdeniz’de) pek çok zafer kazanan bir bahriye kumandanı olarak tarihe geçti.
Denilebilir ki, mimarîde Mimar Sinan nasıl müstesna ve zirvede bir şahsiyet ise, Barbaros Hayreddin Paşa da deniz savaşlarında ve denizler üzerindeki hâkimiyeti ile öyle zirve bir şahsiyettir.
İşte, böyle şahsiyetlerin, Osmanlı döneminde değil de, yeni Türkiye’nin heykelcilik furyası döneminde tutup heykellerinin yapılması, onların manevi şahsiyetine yapılan pek büyük bir haksızlıktır.
*
Evet, onun ruhuna rahmet yağdırmak maksadıyla, asırlar boyu duâlarla, hatimlerle, mevlidlerle anılan “Denizler Hakimi” unvanlı Barbaros Hayreddin Paşa, Mart 1944’ten itibaren, ne yazık ki heykeliyle ve heykelinin önündeki dünyevî törenlerle anılmaya başlandı.
Bu tarihte, İstanbul Beşiktaş Meydanında, türbesine yakın yerde, sözde onun hatırasına yapılan bu heykel, aslında onun ruhunu muazzeb ediyor. Zira, o hayatının hiçbir safhasında heykelci olmadı, heykel yapılmasını tasvip etmedi; dahası, heykelcilik adeti, onun asıl mücadele etmiş olduğu ecnebî cephenin fikir, inanç ve tapınak figürleri arasında yer alıyordu. Dolayısıyla, onun heykelleri sevmesi, imkân ve ihtimal haricidir.
Buna rağmen, tutup bir de o büyük zâtın heykelini türbesinin önüne dikmek, hem onun şahsına bir hürmetsizlik, hem onun taşıdığı inanç değerlerine alenî bir hakaret mânâsı taşımaktadır.
Yahu, bu nasıl bir anlayıştır? Yani, bir tarihî şahsiyeti anmak için, illâ onun heykelini dikmek mi gerekiyor?
Cevabı havada kalacak daha bir dizi soruyu sıralamak mümkün. Zira, heykelcilik namına verilecek tatminkâr hiçbir cevap yoktur ve olamaz.
*
Şair Yahya Kemâl’in Hayreddin Paşa için yazdığı mânidar şiirin mısrâları şöyledir:
Deniz ufkunda bu top sesleri
nerden geliyor?
Barbaros, belki donanmayla
seferden geliyor.
Adalar’dan mı, Tunus’tan mı,
Cezayir’den mi?
Hür ufuklarda donanmış
iki yüz pare gemi,
Yeni doğmuş aya baktıkları
yerden geliyor.
O mübarek gemiler
hangi seherden geliyor?
.
Dağda bir hürriyet kahramanı

Otuz senedir Meşrûtiyeti askıda tutarak her türlü fikrî-siyasî hürriyeti kısıtlamış olan Sultan Abdülhamid ve yönetimine karşı baş kaldıran Kolağası Niyazi Bey, “Hürriyet ve Meşrûtiyet uğruna” 400 kadar askeriyle birlikte Manastır’da dağa çıktı: 6 Temmuz 1908.
Maksadı, Meşrûtiyeti yeniden işler hale getirmeyi, Kanun-i Esasiyi tekrar yürürlüğe koymayı ve Meclis’i esaslı bir şekilde çalışır vaziyete sokmayı sağlamaktı.
Eş-zamanlı olarak, Enver Bey de Selânik’te aynı tavrı sergileyerek Padişah’ın fermânını beklemeye koyuldular.
Bu kahramanları dağa çıkmaya ve Sultan Abdülhamid’e direnmeye mecbur eden rejimin sadece Meşrûtiyete göstermelik bir işleyip kazandırmasına elbette ki razı olunmayacaktı. Beraberinde ve hatta daha öncelikli olarak bu kez hürriyetin de kâmil mânada fikir ve siyaset hayatında hakim olması sağlanacaktı. Nitekim, günlerce, haftalarca devam eden direniş neticesinde, 23 Temmuz 1908’de (Rumî 10 Temmuz 1924) önce Manastır’da Hürriyet ilân edildi, bir gün sonra da Sultan Abdülhamid bir fermân ile II. kez Meşrutiyeti ilân etmiş oldu.
*
Bu gelişmelerden sonra, halkın gözünde “Hürriyet kahramanları” olarak parlayan Enver ve Niyazi Beyler, İstanbul’a, hükûmet merkezine gelip Padişaha itaat etmeye ve uyum içinde birlikte çalışmaya devam ettiler.
O gün bugündür, bazı Abdülhamid meddahları, ismi geçen kahramanlara bugzedip duruyor. Onlara eşkiya, hatta terörist damgası vurmaktan çekinmiyor. Oysa, onlar öyle menfi şahsiyetler değillerdi. Üstelik haklıydılar. Maksatları kargaşa çıkarmak değildi. Sultan Abdülhamid’in, Meclis, Anayasa ve Meşrutiyete dair tâ başta vermiş olduğu sözlerin yerine getirilmesini istiyorlardı.
Kaldı ki, o günlerde bastırılan kartpostallarda, her iki hürriyet kahramanı ile padişahın resimleri birlikte basılıyordu. Padişahla aralarının bozulması daha sonralarıdır. İttihatçıları bozuk komitacı kısmı, Hürriyet ve Meşrutiyete dair elde edilen muzafferiyetin sürmesini istemediler. Ortalığı bulandırmak istediler. Akli muhakemesi kıt olan bazı dindar kimseler de bu menhus plâna âlet olarak 31 Mart Vakasına (13 Nisan 1909) sebebiyet verdiler.
Netice itibariyle, işlerin kötüye giderek sarpa sarmasının sebebi ne Enver ve Niyazi Beydir, ne de hürriyet ve meşrutiyetin ilân edilmesidir. Tam aksine, bu mecrada sağlanan iyiliklerin-güzelliklerin yeşerip boy vermesi istenmediği için, hainler ile gafillerin marifetiyle Meşrutiyet tekrar lekedâr edilmiş oldu.
Dahası, Niyazi Beyi çekemeyen İttihatçıların bozuk ve komitacı kısmı, o kahraman şahsiyeti kendi korumasına öldürterek, ihanetin en çirkin sûretine imza atmış oldular. “Sadık ahmaklar” da, bu yaraya adeta tuz-biber ekercesine şu teraneyi tutturdular: “Ne şehit oldu, ne gazi; pisi pisine gitti Niyazi.”
*
Hürriyet ve meşrûtiyetin parlak bir yıldızı olan Kolağası Niyazi Beyin göstermiş olduğu harikulâde cesaret, fedakârlık ve kahramanlıklarına dair bilhassa Üstad Bediüzzaman’ın takdir ve senâkârane ifadelerini nazara vermek istiyoruz.
.
Büyük nüfuzlu küçük devlet

Toprak hacmi itibariyle dünyanın en küçük devleti olan Vatikan, resmî olarak 11 Şubat 1929’da kuruldu. İtalya’nın Roma şehrinde fiilen çalışmaya başlaması ise 7 Temmuz 1929’de mümkün olabildi.
Yüz ölçümü bakımından en küçük devlet olduğu için, bir ismi de Vatikan Şehir Devleti’dir.
Vatikan, aynı zamanda teokratik, yani “Dine dayalı bir devlet”tir. Bu devletin hacmi küçük olmakla beraber, Hıristiyanlık âleminin en büyük mezhebi Katolikliğin merkezi olduğu için, nüfuzu itibariyle dünya çapında büyük itibar gösterilen bir devlet hükmündedir.
Dünya devletleri arasında dinin hükümlerine göre yönetildiği kabul edilen iki tane de İslâm ülkesi var: İran ve Suudi Arabistan.
Vatikan ile Arabistan’da demokrasi yok, dolayısıyla seçimler yapılmıyor. İran’da ise, görünürde seçimler yapılmakla beraber, dinî lider olarak kabul edilen Âyetullahlar, siyaset üstü olup mutlak otorite makamında kabul edilmektedir. Âyetullahlar, milletin iradesinin üstünde kabul edildikleri için, İran’da da gerçek anlamda bir demokrasiden söz edilemez.
Bu ön bilgilerden sonra, tekrar Vatikan konusuna dönelim.
*
Vatikan, gerek nüfusu ve gerekse coğrafi konumu itibariyle en küçük devlet statüsünde olmasına rağmen, dünya genelindeki Katolik Hıristiyanların ruhanî ve mânevî merkezi olma hüviyetini taşıyor.
Devletin hem siyasî başkanı, hem de ruhanî lideri aynı şahıs (Papa) olup, o şahıs aynı zamanda Papalık makamını temsil etmiş oluyor. Bu yönüyle, Vatikan’ın yönetim sistemini “teokratik mutlak monarşi” şeklinde ifade etmek mümkün.
Papayı, dünya Katolik kiliselerinin temsilcisi durumunda olan 70 kadar kardinal seçiyor. Vatikan’a seçilip gönderilen bu kardinaller, ölünceye kadar aynı temsil makamında bulunurlar.
*
Roma şehri içinde ayrı bir gettoyu andıran Vatikan’ın yüzölçümü 1 km. karenin de altında. Aynı şekilde, yerleşik nüfusu da bugün itibariyle 1000’in altında bulunuyor.
Vatikan’ın güvenlik gücü, İsviçre asıllı yüz kadar askerden müteşekkil. Bunlar tâ 16. asırda giyilen kıyafetlerle görev yapıyor.
Vatikan’ın geliri ve geçim usulü, Katoliklerin yardımı, bağışı, aidatları ile merkeze bağlı çalışan radyo, tv, gazete gibi medya kuruluşlarından elde edilen paralarla sağlanıyor.
Zülfikar nâm el yazısı güzel eseriniz İstanbul’da Papalık makam-ı vekâleti vasıtasiyle Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenab-ı Hakk’ın lûtuflarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arz eylerim. Bilvesile ile saygılarımı sunarım.
İmza: Vatikan Kâtibi
………………….
NOT: Barlalı Bahri Çağlar, Papalıktan gelen söz konusu mektubun orijinali kendi arşivinde olduğunu beyan etmişlerdir. (Ömer Özcan; Ağabeyler Anlatıyor.)
.
Türkiye, Mısır ve İhvân meselesi

Bu uzun kesinti döneminin iki ülkeye de hiçbir faydası olmadı. Aksine, zararı büyük oldu.
İrtibatın kesilmesini de, diplomatik münasebetlerin yeniden başlatılmasını da öncelikle Türkiye tercih etti. Türkiye’nin ilk adımları atmasıyla, Mısır da buna gerekli mukabelede bulundu.
Darbecilik, bizim açımızdan daima menfurdur ve peşinen kınamaya, lânetlenmeye müstahak bir vukuattır. İster bizde olsun, ister başka yerde olsun, fark etmez. Ama, Mısır ile yaşadıklarımızı sadece darbe karşıtlığı ile izah etmek mümkün değil: Yaşanan darbeyi tasvip etmezsin, kınarsın, hatta lânet bile okursun; ama, yüzyılların birikimini hiçe sayarcasına o ülke ile, o devlet ve millet ile irtibatı hepten kesmezsin yine de. Hele, onların iç işlerine karışırcasına gereksiz bir politikayı takip veya tasvip etmek gibi yanlışını içine düşmezsin.
Onun için, çuvaldızı darbeci Sisi’ye batırırken, iğneyi kendimize batırmayı da unutmayalım: Şu on yıllık kayıp dönemine hangi açıdan bakarsak bakalım, Türkiye olarak iftihar edeceğimiz, yahut “İyi ki yaptık” diyeceğimiz hemen hiçbir nokta yok. Zira, kendimiz münasebet bağlarını kesip attık; sonra yine kendimiz irtibatın tekrar tesis edilmesi için gerekli adımları atmaya başladık.
Final: Tek kelimeyle ve kelimenin tam anlamıyla “müflis” bir tecrübe yaşamış olduk.
*
Yaşanan o kesinti döneminde Mısır yönetimine karşı öyle alerjik, öyle aşağılayıcı bir tutum sergilendi ki, cidden akla ziyan bir garabet. Meselâ, bundan dört sene evvel ki (2019) İstanbul Belediye seçimlerinde, üstelik en yüksek perdeden aynen şu mantık seslendirildi: Seçimde ya Sisi’ye oy verilecek, ya da Binali Yıldırım’a.
Bu sakat mantığa göre, İstanbul’daki seçmen kitlesinin çoğunluğu Sisi’yi tercih etmiş oldu. Öyle değil mi?
Peki, sonra ne oldu? “2024 seçimlerinde İstanbul’u mutlaka geri almalıyız” diyen aynı mantık silsilesi, eş zamanlı olarak Sisi’ye de geri dönmek için çark etmeye başladı.
Bu zikzaklı politikayı savunacak kimsenin olacağını tahmin etmediğimiz gibi, yaşanan ucûbe diplomasinin erdemini-faydasını-faziletini izah etme niyetinde olacak kimse de ortaya çıkmaz herhalde. Aklı-fikri gibi dili ve iradesi de yalama olmuş yalaka tabiatlı birkaç kişi hariç tabiî.
*
Bu konuya “günün tarihi” vesilesiyle girdik. Şimdi, bir parça ona da temas ederek bitirelim.
Dönemin Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, 11 Temmuz 1996’da Türkiye Başbakanı Necmettin Erbakan’ı “İhvan-ı Müslimin/Müslüman Kardeşler” örgütü konusunda daha dikkatli davranması gerektiği yönünde bir uyarıda bulundu. Mübarek, o günlerde Başbakan Yardımcısı olan Tansu Çiller’e de aynı konudan söz eden bir mektup gönderdi.
İhvan-ı Müslimin teşkilâtı, Cemal Abdunnasır’ın iktidarı zamanında (1950–60’lı yıllar) çok ağır darbeler yedi.
Bu teşkilâtın mensupları, iktidarı ele geçirmeye meyilli olduklarından, Mısır ve diğer bazı Arap hükümetleri tarafından daima sakıncalı görülürler.
İslâmı her hal ü kârda yaşama ve yaşatmayı gâye edinen Müslüman Kardeşler, siyasete fazla eğildikleri için, dönem dönem pek şiddetli tazyik ve baskılara maruz kalmışlardır.
Türkiye ile Mısır arasında son on yıldır yaşanan diplomatik krizin göbeğinde, yine İhvan-ı Müslimin meselesi var. Türkiye, bu dinî-siyasî harekete destek verip sahip çıkarken, darbe cuntası ise, o sâfi-kalp insanları tarihte hiç olmadığı kadar vurmaya, ezmeye ve siyasetin dışına çıkarmaya çalıştı. Neticede, Türkiye hükümeti de başlangıçtaki tavrını değiştirdi ve yönünü son kertede İhvan’dan darbecilere doğru çevirmeyi tercih etti. Mısır’dan sonra Suriye’de de aynı yöndeki bir gelişmenin işaretleri görünüyor
.
Ezan, Kemalizm ve Demokratlar

Ezan-ı Muhammedî’nin 18 Temmuz 1932’den itibaren kanun zoruyla yasaklama getirenlerin başında jakoben Kemalistler geliyor. Ülke genelinde uygulanan bu yasağın konulması, hiç şüphe edilmesin ki Mustafa Kemal’in inisiyatifi ile mümkün olabilmiştir.
Evet, böylesine son derece ciddi ve önemli bir değişikliğin M. Kemal’in bilgisi ve inisiyatifi dışında olmasına hiçbir şekilde imkân ve ihtimal görünmüyor. Çünkü, onun istediği ve söylediği bir şey, Meclis mârifetiyle derhal kanun hükmüne getirilerek yürürlüğe konuluyor. 1938’e kadar da uygulama aynen bu şekilde idi. Kim ki bunun aksini iddia ediyorsa, boşa atıyor ve havaya konuşuyor demektir.
Bu hatırlatmalardan sonra, 18 Temmuz’da (1932) başlayıp tam 18 yıl devam eden ezan yasağının tarihçesine biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
*
Diğer bazı milletler gibi Müslüman Türk milleti de yaklaşık 1000 yıl müddetle ve aralıksız bir şekilde “Ezan-ı Muhammedî”yi hep aslî şekliyle okuya geldi. 18 Temmuz 1932’den itibaren ise, bu tarz okumaya umumî yasak getirildi. Söz konusu yasağa uymayanlara verilecek cezalar hakkında ise, önce kanunî müeyyide getirildi, ardından Diyanet Teşkilâatı mârifetiyle mesele bütün müftülüklere ilân edildi.
Konuyu biraz daha geriden alacak olursak, kısaca şunu ifade edebiliriz: Ezân’ı yasaklatma girişimlerine 29 Ocak 1932’de çıkartılan keyfî bir kànunla başlandı. Altı ay sonra, bu yasağın hem hacmi genişletilmiş oldu, hem de cezaî müeyyide cihetine gidildi.
*
Muhammedî Ezan, aslî şekliyle okunur. Bunun başka türlü okunması halinde, ismi “ezan” olmaz. Bundan dolayıdır ki, Bediüzzaman Hazretleri de, aslına uygun olmayan ezan okumalarını “şarkı okuma” mânâ ve mahiyetinde değerlendirmiştir. Nitekim, ziyaretine gelen bazı imam ve müezzinlere “Kardaşım, sen de o şarkıyı okudun mu?” diye sorma gereğini duymuştur. Okumuşsa şayet, tevbe-istiğfar ve kefaret ile o vebâlden kurtulmaları tavsiyesinde bulunmuştur.
Bu hususu, Nuruosmaniye Camii imamlarından Enver Ceylan Hocadan bizzat dinledim.
*
Tek parti devri iktidarının dini sosyal hayattan tecrit etme-soyutlama politikalarının yeni bir göstergesi olan ezân yasağı, Türkiye semâlarında tam 18 yıl müddetle devam etti. Tarihin bir utanç sayfası ve safhası olan bu 18 yıllık Ezân yasağına, ancak Demokrat Parti iktidarı döneminde son verilebildi. (*)
DP hükümetinin teklifiyle 16 Haziran 1950’de hürriyetine kavuşturulan Muhammedî Ezan, aynı zamanda Millet Meclisi’nin şeref ve itibarı olarak tarihe geçti. Zira, iktidarın teklifini muhalefet grubu (CHP) da destekledi ve söz konusu “serbestlik teklifi” bir cihette “oy birliği” ile Meclis’ten geçmiş oldu. Esasen, kabinenin başında bulunan Menderes de, meselenin bu tarzda halledilmesini istedi. Velhasıl, ezanın yeniden hürriyetine kavuşturulması gibi umumu alâkadar eden bir meselenin, ileride siyasete âlet edilmemesi ve seçim malzemesi olarak kullanılmaması için, muhalefetin de böyle bir hizmete-icraate iştirak ettirilmesi son derece isabetli olmuştur.
....................
(*) Ezanın serbestliğine dair Haziran’ın (1950) ilk haftasında hazırlanan kànun teklifinin özeti şudur: “Bu toprağın hakikî evlâtları ve sahibi olan Müslüman Türk vatandaşların din ve vicdan hürriyetine, amel ve ibadet şekillerine müdahale edilmemek iktiza ediyor. …Partimiz programının 14. Maddesinde de şöyle denilmektedir: ‘Partimiz, lâikliğin din aleyhtarlığı şeklinde tefsirini reddeder. Din hürriyetini, aynen diğer hürriyetler gibi insanlığın mukaddes haklarından tanır. Bu sebeple, Müslüman Türk vatandaşların ısrarlı ve haklı isteklerine istinaden, ilgili ceza kànunu metninde yer alan ‘Arapça ezan ve kametin okunmasını’ yasaklayıcı ibarelerin kaldırılması hususunda hazırladığımız kànun teklifini yüksek Meclis’e arz ederiz.”
.
Açık-gizli Lozan görüşmeleri (1)

Bu sebeple, biz de kendi penceremizden meseleye bakarak, hem açık, hem de gizli Lozan görüşmeleri hakkında şimdiye kadar ulaşabildiğimiz bilgi ve belgeleri burada dikkat nazarlarında takdim etmek istiyoruz.
Şunu hemen başta ifade edelim ki, uluslararası yazılı-resmî hukuka göre, Lozan Antlaşmasından önce “Türkiye Devleti” henüz yoktu. Türkiye hükûmeti, yahut Ankara hükûmeti vardı.
Keza, Lozan’da kabul edilecek olan yeni Türkiye Devleti’nin başkenti de, yine söz konusu nihaî antlaşmadan sonra Büyük Millet Meclisi kararıyla “Ankara” olarak kabul ve tasdik edildi. (Görüşmeler esnasında, başka tekliflerin olması sebebiyle şiddetli münakaşalar da yaşandı.)
*
Osmanlı’dan sonraki yeni Türkiye’ye “devlet statüsü”nü kazandıran Lozan Antlaşmasının açık hükümleri, metinleri, hatta son anda kabul edilen “Mübadele Protokolü” gibi ek maddeleri de ortada. Bunları hemen herkes birçok kaynaktan bakıp görebilir, okuyup öğrenebilir.
Asıl kritik ve merakları tahrik eden nokta, Lozan’da gizli görüşme ve anlaşmaların olup olmadağını hususudur.
Burada hemen ifade edelim ki, Lozan’da kat’i sûrette gizli görüşmeler de yapıldı, gizli anlaşmalara da varıldı.
İlerleyen bölümlerde açıkça görüleceği üzere, ulaşabildiğimiz muhtelif kaynaklardaki bilgi ve delillere toplu halde bakıldığında, “Gizli Lozan” hakkında en ufak bir şüpheye dahi yer kalmadığı görülecektir. Akıl ve insaf sahiplerinin bu noktada herhangi bir tereddütleri kalmayacaktır.
Tabiî, konuya dair inatçı ve bağnazca yaklaşımlar, peşin hükümler, siyasî ve ideolojik saplantılar bahsimizden hariçtir. Böyleleri için ne yaparsanız yapın nafiledir, beyhudedir.
*
Konuya dair kaynaklardan biri, o dönemin en önde gelen şahitlerinden biri olan Kâzım Karabekir Paşanın sözleri, notları, itirazları ve bilhassa kitaplara geçen beyanlarıdır. Kaynaklardaki ayrıntılı bilgileri daha sonraki bölümlerde göreceğiniz Karabekir Paşanın bir tesbiti şudur: Lozan Antlaşması meselesinin gündemde olduğu esnada, Mustafa Kemal şunları söylüyor: “Önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle, kalkınma kolay ve çabuk olur.”
Karabekir Paşa, aynı yöndeki sözleri, daha sonra İsmet Paşa’dan da bizzat duyduğunu ifade ettikten sonra, bu yöndeki umumî havanın Lozan ile bağlantılı olduğu ve orada gizli bazı kararların alınmış olduğu kanaatine varıyor.
Bunu üzerine, İsmet Paşanın yüzüne de söylediği “Dinsiz bir millet yaşayamaz” kanaatiyle, hayatında yeni bir karar alıyor: Yolunu “Lozancı” ekipten ayırmak sûretiyle, yeni bir siyasî arayışın içine giriyor. Nitekim, bilâhare başına geçtiği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurma gerekçesini de söz konusu gerekçelere dayandırıyor.
*
Gizli Lozan’a dair bir diğer kaynak, ilk dönem Başbakanlardan “Hamidiye Kahramanı” Rauf Orbay’ın anlattıklarıdır. O da, aynen Karabekir Paşanın söylediklerini teyid eden beyanlarda bulunuyor. Kitaplara geçen bir ifadesi aynen şöyledir: “İsmet, Lozan’dan sonra, Hilâfetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.”
*
Bir başka kaynak, tarihçi Mustafa Armağan’ın yayınladığı bilgi ve belgedir ki, bu da İngiltere Kralı V. George’un sözlerine dayanıyor. Hilafetin kaldırılmasına (3 Mart 1924) dair hazırlanan kanun tasarısına atıfta bulunan Kral, Avam Kamarası’nda yaptığı açış konuşmasında, Lozan’ı ilgilendiren bir kànun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder: “Bu tasarı kabul edilir edilmez, Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve yeni bir çağ açılacak.” (CAB/23/46, s: 424)
.
Açık-gizli Lozan görüşmeleri (2)

Bu gelişmeyi bekledi. Kemal Paşa da öyle yaptı. Demek ki planlıydı. Bir antlaşmanın yürürlüğe girmesi için, en son devlet başkanlarının imzalaması gerekiyor. Aksi halde yürürlüğe girmez.
*
Lozan Antlaşmasına dair keskin kalemleriyle konuyu irdeleyen iki yazar daha var: Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu. İhtisas tarihçileri ve siyasiler, onların yazdıklarına ve bakış açılarına pek itibar etmemekle beraber, şimdiye kadar ilgili kaynaklardaki iddiaları çürütene de pek rastlanılmadı. Kimisi kafadan reddiye ile, kimisi de suskunlukla geçiştirmeye çalıştı.
K. Mısıroğlu, “Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi?” isimli iki ciltlik kitap neşretti. Necip Fazıl ise 6 Ekim 1950 tarih ve 29 No’lu Büyük Doğu mecmuasında “Lozan’ın İçyüzü” başlıklı makaleyi neşretti. Aynı makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Emirdağ Lahikası” isimli risalesinde de iktibasen yayınlandı.
Bu kaynaklardaki bilgiler yeterince yayınlandığı ve hemen her tarafta kolayca bulunabildiği için, bunları burada tekraren yayınlamaya ihtiyaç kalmıyor.
*
Bizim açımızdan bu çağda güvenilir tefsirlerin başında Risâle-i Nur Külliyatı gelir. Üstad Bediüzzaman, bu muazzam tefsirinde, istikbale ve zamanımıza bakan âyetlerin sarih manaları gibi, remzî ve işarî manaları üzerinde de duruyor. Tefsirinde, Lozan Muahadesi ile birlikte, ondan önce ve sonrasındaki antlaşma ve gelişmelere de temas ederek, Kurân’ın bir manevi mucizesi ile perde gerisindeki gizli görüşmelere ve anlaşmalara parmak basıyor. Bilhassa “Yestehibbüne’l-hayatüd-dünya alel âhire/Onlar ki, seve seve dünya hayatını âhirete tercih ederler” manasındaki İbrahim Sûresi 3. âyetinin işaretiyle, Sevr ve Lozan’daki gizli anlaşmalarla, fikren ve mânen “Dünyanın dine tercih edildiği” mana ve mesajını istihraç ediyor.
Bunun dışında, daha başka ayetlerin tefsirinde de, aynı tarih süreci içinde, Frengilik manasındaki Avrupaîliğin, Prutluğa yönelişin, İslamdan çıkma teşebbüserinin, dünyayı dine tercih etme politikalarının her fırsatta devreye sokulmaya çalışıldığına dair yorum ve tevillerde bulunduğunu görmekteyiz. İlerleyen bölümlerde bunların da bir kısmı iktibasen dikkat nazarlarına sunulacak.
Ulaştığımız kaynaklara dair bu bilgileri takdimden sonra, şimdi Lozan’a dair yakın tarihteki gelişmelerin seyrine geçebiliriz.
*
Önce kronolojik gelişmelerin kısacık bir takdimini yapalım. Kaynak, Türk Tarih Kurumu tarafından hazırlanan “TC Kronolojisi” isimli kitap.
1 Kasım 1922: Saltanat ile Hilâfet birbirinden ayrılarak, Meclis tarafından saltanat sistemine son verildi. Meclis’te, ayrıca o günün bayram olarak kabul edilmesi kararı alındı.
15 Kasım 1922: İşgal kuvvetlerinin komuta kademesi, aileleriyle birlikte İstanbul’u terk etmeye başladı.
(NOT: Üstad Bediüzzaman’ın da aynı günlerde İstanbul’dan Ankara’ya gelmiş olduğu kuvvetle muhtemel.)
20 Kasım 1922: Lozan Konferansı’nın açılış töreni yapıldı.
22 Kasım 1922: İstanbul’dan Ankara’ya gelen Bediüzzaman Said Efendi için Meclis’te “Hoşâmedî/Hoşgeldin” merasimi yapıldı.
12 Aralık 1922: Lozan heyeti başkanı İsmet Paşa’nın “Konferansta ileri sürülen teklifler ve bu tekliflere karşı görüş isteyen” telgrafına, Mustafa Kemal’in cevabı: “Nerede durmak lâzım geleceğini, parlak zekânız ve kuvvetli muhakemeniz kestirebilir.”
19 Ocak 1923: Bediüzzaman Said Nursî, mebuslara hitaben 10 maddelik bir “Beyannâme” neşretti.
7 Şubat 1923: Günlerden Çarşamba. M. Kemal, Balıkesir Zağnos Paşa Camii minberinden halka hitap etti.
16 Şubat 1923: İsmet Paşa başkanlığındaki delege heyeti, Lozan’dan İstanbul’a geldi. (Devamı var)
.
Açık-gizli Lozan görüşmeleri (3)

19 Şubat 1923: İzmir’den gelen M. Kemal ile Lozan’dan dönen İsmet Paşa Eskişehir’de buluştu. İkisi yalnız ve başbaşa olmak üzere, tâ Ankara’ya kadar Lozan’daki durumu görüştü.
(NOT: Bu görüşmeye Latife Hanımın ne ölçüde şahit olduğunu henüz bilemiyoruz. Açıklanması şimdilik yasaklanan özel mektuplarında, bu görüşmeye dair bazı notların bulunması kuvvetli ihtimal dahilinde.)
21 Şubat 1923: Meclis’te Lozan Konferansı hakkında gizli görüşmeler başladı. Bu oturumlar esnasında, özellikle Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey ile Trabzon Mebusu Ali Şükrü Beyin ateşli konuşmalar yaptığı ve bunun da onlara çok pahalıya mal olduğu bilinen tarihî bir gerçek.
(NOT: Ali Şükrü Bey, çok kısa bir müddet sonra bir tertibe kurban gitti. Hüseyin Avni Bey ise, ömür boyu siyasetten men’ edildi.)
27 Mart 1923: Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Çankaya muhafız komutanı Topal Osman tarafından gizlice ve hunharca öldürüldü. Ali Şükrü Beyin cesedi, aradan birkaç gün geçtikten sonra, sıkı aramalar sonucu Ayrancı’daki bir bağ evinde bulundu.
23 Nisan 1923: 4 Şubat’ta ara verilen Lozan Konferansı’nın ikinci safha oturumuna başlandı.
3 Mayıs 1923: Yaklaşık yedi aydır Ankara’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, Anadolu–Bağdat Demiryolu treniyle Van’a gitmek üzere Ankara’dan ayrıldı.
24 Temmuz 1923: II. Lozan Konferansı sona erdi. Taraflar antlaşmaları imzaladı.
*
Türkiye Büyük Millet Meclisi, barışın sağlanmasını ve genel olarak antlaşmayı müsbet olarak karşıladı. Ancak, bazı üyeler, Musul Meselesi’nin geriye bırakılması ve On İki Ada’nın Yunanistan’a terk edilmesini kabul etmiyordu.
Antlaşma, nihayet 2 Ağustos 1923’te ekleri ile birlikte 14’e karşı 213 oyla Meclis’te kabul edilmiş oldu.
Mustafa Kemal’in devlet başkanı sıfatıyla Lozan’ı imzalaması ise daha sonraki bir tarihte gerçekleşti. Böylelikle, imza, “Halifeliği kaldırmış bir devletin başkanı” sıfatıyla atılmış oluyordu.
Gariptir ki, İngiltere’de de benzer mahiyette bir durumun yaşandı. Tarihçi Mustafa Armağan şu bilgiyi aktarıyor: “İngiliz Milli Arşivlerinden (National Archives) bulduğum ve ilk kez burada (www.mustafaarmagan. com.tr/hilafetin-kaldirilmasini-ingilizler-mi-istemisti) yayınlanacak olan bir gizli belge, Lozan’ın Hilafetle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyacak nitelikte. 10 Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası’na yaptığı açış konuşmasında, Lozan’ı ilgilendiren bir kànun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder: ‘Bu tasarı kabul edilir edilmez, Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve yeni bir çağ açılacak.” (CAB/23/46, s. 424)
*
Kronolojik sıralamanın başında da belirtildiği gibi, Birinci Lozan Oturumu 22 Kasım 1922’de fiilen başlatılmış oldu.
Meşhûr Lozan Konferansı, ya da görüşmeleri, genel hatlarıyla “Türkiye ile diğerleri” arasında cereyan etti.
Yeni Türkiye heyetinin (Ankara hükûmeti heyetinin) karşısında şu ülkelerin delegasyonu bulunmaktaydı: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, Rusya ve Yugoslavya. (Konferansta eski müttefik Almanya’nın yer almaması, Türkiye’yi âdeta yalnızlığa mahkûm etti.)
Birinci Dünya Savaşı mağlubiyetinden hemen sonra, hatta onun devamı mahiyetinde başlayan ve dört sene devam eden İstiklâl Harbi, esasında büyük bir zafer ile neticelenmiş olmasına rağmen, Lozan’da buna eşdeğer bir zafer değil, aksine bir hezimet yaşandı.
.
Açık-gizli Lozan görüşmeleri - 4

Ankara’da teşkil olunan Yeni Türkiye Hükûmeti adına ilk diplomatik anlaşmayı (Gümrü Antlaşması, 3 Aralık 1920) gerçekleştiren Kâzım Karabekir, o tarihten iki yıl sonra ise, bu kez Lozan’a gidecek heyetin başında olmak ister. Bu yöndeki düşüncesini aktardığı Mustafa Kemal’den “cevab-ı red” aldığını “Günlükler”inde dile getirir.
Aynı yöndeki niyetin içine giren bir başka isim daha var: O tarihte Başbakan konumunda olan Rauf Orbay. Hatırat’ını okuduğumuz Başvekil Rauf Orbay, Mondros Antlaşmasında (30 Ekim 1918) Osmanlı hükûmeti adına başkanlık ettiği için, Lozan’a gidecek heyete de başkanlık etmek ister, fakat Mustafa Kemal buna karşı çıkarak İsmet’i tercih eder. Böylelikle, ipler büyük ölçüde İsmet Paşanın eline geçer.
Mustafa Kemal, Millî Mücadele kahramanı, İstiklâl gazisi ve aynı zamanda diplomat olan her iki mümtaz şahsiyete verdiği “cevab-ı red”din gerekçesi aynıdır: “Sulh heyetimize baş murahhas (heyet başkanı) olarak (Lozan’a) seni gönderemem. Çünkü, sen kafanla hareket edersin. İsmet Paşayı göndereceğim. Çünkü, o sözümden çıkmaz.”
Türkiye’de en üst seviyede askerî ve siyasî görevlerde (Bakanlık, Başbakanlık, Meclis İkinci Başkanlığı...) bulunmuş olan “Hamidiye Kahramanı” Rauf Orbay, Lozan ile ilgili gelişmeler hakkında, ayrıca şunları söyler: “İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan Yahudi Hahambaşı Haim Naum’un telkinleriyle, Hilâfetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.” (Feridun Kandemir; Hatıraları ile Rauf Orbay, s: 96)
*
Dahilde ve hariçteki Lozan görüşmeleriyle ilgili en hacimli bilgi, belge, hatırat ve kitabî metinlerin Karabekir Paşa ile bağlantılı olduğunu görüyoruz. Onu tekzip edenler, onun hiçe sayarcasına tarih yazanlar, yakın tarihin hem hırsızları, hem yalancıları durumuna düşmektedirler. Çünkü, 1926-38 yılları arasında Karabekir Paşanın Erenköy’deki evine defalarca baskın yapılmış, çuvallar dolusu belgelerine el konulmuş, büyük kısmı da imha edilmiştir. Yapı-Kredi Yayınları arasında iki cilt halinde yayınlanan “Günlükler”nde, söz konusu hırsızlığı ve bilgi-belge katilliğini açıkça görmekteyiz.
Yine de bir miktarı kurtuldu, yahut kurtarıldı ki, aşağıda aktaracaklarımız, bunların konumuzla ilgili olan kısımlarından ibaret.
*
Karabekir Paşanın Lozan’a dair beyanlarıyla ilgili iki önemli kaynak var. Bunlardan biri, 2008’de Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan iki ciltlik “Günlükler”; bir diğeri ise, 1993’te Tekin Yayınevi tarafından basılan Uğur Mumcu’nun “Kâzım Karabekir Anlatıyor” isimli kitabı.
Önce, Mumcu’nun kitabındaki ilgili bazı bölümlere bakalım. Karabekir şunları anlatıyor:
(Temmuz 1923) Ankara’da yeni bir hava esmeye başladı: İslâmlık terakkiye (ilerlemeye) mani imiş! Halk Fırkası lâ-dini (din dışı) ve lâ-ahlâkî (ahlâk dışı) olmalı imiş!.. Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler bizim gibi Almanya tarafında bulunarak mağlûp oldukları halde, istiklâllerini muhafaza ediyorlarmış.. Medeniyete girmişlermiş.. Türkiye İslâm kaldıkça Avrupa ve İngiltere müstemlekelerinin (sömürgelerin) çoğunun halkı İslâm olduğundan, bize düşman kalacakmış. Sulh yapmayacaklarmış.
10 Temmuz 1923’de Ankara İstasyonundaki Kalem-i Mahsus (Özel Kalem) binasında fırka (parti) nizamnamesini müzakereden sonra Gazi ile yalnız kalarak hasbihallere başlamıştık... (Vaktiyle ve hatta pek yakın zamana kadar) Kendisini Hilâfet ve Saltanat makamına lâyık gören, bu hususlarda teşebbüslerde de bulunan, din ve namus lehinde türlü sözler söyleyen ve hatta (Balıkesir’de) hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığımla lâtife eden (takılan), fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen Mustafa Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce, şu izahatı verdi: “Dini ve nâmusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur.” (Age, s. 83)
Açık-gizli Lozan görüşmeleri - 5

“Kurân ve Peygambere saldırı furyası, Lozan kaynaklı”
Karabekir, din ve devrim konularındaki endişelerini her yerde anlatır: “Uzmanlar, fikirleri işlesinler. Yoksa din ve ahlâk konularında atılacak yanlış adımlar gençliği züppeleştirir.”
Paşa endişelidir... Şöyle düşünür: Dinî ve ahlâkî devrim, bilim adamlarına dayanmadığına göre “Nereden geldiği belli olmayan bu fikir”, toplumda, hem de her şeye müsait bir muhitte yaman hadiselere yol açabilir... Karabekir, konuyu yakın arkadaşı İsmet Paşa ile de görüşür ve şu kayıtları düşer:
“16 Ağustos’ta (1923) İsmet Paşa ile görüştüm. Ona 18 Temmuz’da Teşkilât-ı Esasiye münasebetiyle Fethi Bey ve arkadaşlarıyla yaptığımız ‘İslâm terakkiye mani midir?’ münakaşasını ve Gazi Mustafa Kemal’in yakın zamanlara kadar her yerde İslâm dinini, Kur’ân’ı ve Hilâfeti medh û senâ ettiği ve pek fazla olarak Balıkesir’de minbere çıkıp aynı esaslarda Hutbe dahi okuduğu halde, dün gece Heyet-i İlmiye’de Peygamberimiz ve Kur’ân hakkında hatır ve hayâle gelmeyecek tecavüzde bulunduğunu anlattım. Ve bu tehlikeli havanın ‘Lozan’dan geldiği’ hakkındaki kanaatin umumî olduğunu da söyledim.
“İsmet Paşa, Macarlar ve Bulgarlar, aynı saflarda İtilâf Devletlerine karşı harp ettikleri ve mağlûp oldukları halde, istiklâllerini muhafaza etmiş olmaları, Hıristıyan olduklarından, bize istiklâl verilmemesi de İslâm olduğumuzdan ileri geldiğini söyledi. Ayrıca, bugün kendi kuvvetimizle yıllarca uğraşarak kurtulduksa da, İslâm kaldıkça müstemlekeci (sömürgeci) devletlerin ve bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklarını ve istiklâlimizin de daima tehlikede kalacağını, bana anlattı.
“Ben de bu fikre iştirak etmediğimi şu mütalâalarıma dayanarak söyledim: Böyle bir fikrin doğuracağı hareket, milletin başına yeniden daha korkunç ve daha meşum (uğursuz) bir istibdat (despotluk) idaresi getirecektir. Daha kazanamadığımız millî neşe kaçacak, birçok emekle kurulan millî birliğimiz de bozulacaktır. Biz içerde birbirimizi boğarken, bize bu kurtuluş yolunu gösteren (ecnebi) diplomatlar da ‘Türkler Hıristiyan oldu!’ diye, bütün İslâm âlemini bizden nefret ettireceklerdir... Bu surette, bizi te’dip etmek için, İslâm âlemi, ruhlarında isyan duyacaklardır. Artık İtilâf Devletleri Yunan ve Ermeni kuvvetleriyle başaramadıkları emellerini, İslâm ordularını ve hele Arapları, ‘Salli âlâ Muhammed’ diye üzerimize saldırtmakla elde etmeye kalkışacaklardır... Sultan Mahmut devrinde ‘Türkler Hıristiyan oluyor’ diye Arap ordularını Anadolu içlerine sevk eden ve orduları idare eden Fransızlar değil miydi? Türk donanmasını ifsat eden ve Mısır’a teslimine sebep olan politika aynı oyun değil miydi?.. Öteden beri, bir taraftan hükümete ‘Avrupalı olun, Garp hayatını aynen alın, başka kurtuluşunuz yoktur’ derler. Diğer taraftan da attığımız adımları teşvik ederler ve İslâm âlemine de ‘Türkler Hıristiyan oluyor’ diye aleyhimizde nefret uyandırırlar. Esasen, imkânsız olan bir şeyi yapıyor görünmek bile maddî-manevî bütün kudret kaynaklarımızı mahv u harap eder. Neticesi, bu işi benimseyeceklerin hayatları ve prestijleri de kâfi gelmeyeceğinden, kendi elimizle milleti anarşiye sürükleriz. Neticede, Bolşeviklik cereyanları arasında mahvolmak veya müstemleke (sömürge) olarak istiklâlimizi kaybetmek de uzun sürmez. Mustafa Kemal Paşa’nın son beyanatı, bütün ilim adamlarımızı hayret ve korku içinde bırakmıştır. Çok vahim neticeler doğurabilecek bu fikri hep bir arada müzakere ve münakaşa etsek, millet ve memleketin hayrına olur. Lozan, bize istibdat ve tehlike getirmesin?!” (Age, s: 95-96)
.
Açık-gizli Lozan görüşmeleri - 6

Karabekir, Günlükler’inde Hilafetin kaldırılması öncesi yapılan bazı gizli hazırlıklardan da söz ediyor. O hazırlıklardan biri şudur: 3 Mart 1924’ten evvel, yurdun muhtelif yerlerinde askerî tatbikatlar yapılıyor. Asker olması hasebiyle, bunlara önce bir mana veremiyor. Zaten bir derece uzaklaştırılmış, hatta dışlanmış durumda. Kendisi, o aralar “İsmet’in de yan çizmeye başladığı”nı anlatır.
Karabekir sonunda anlar ki, askerî tatbikatların hedef-i maksadı, Hilafetin yakında kaldırılmasından hoşnut olmayan vatandaşların muhtemel isyanını bastırmak için imiş. İşte bu meselenin detayları:
1924 yılı Ocak ayı başında Latife Hanımla birlikte İzmir’e giden Mustafa Kemal, burada planlayıp başlatmak istediği “Harp Oyunları” meselesini görüşmek üzere, 9 Şubat’ta İsmet, Fevzi ve Kâzım (Özalp) Paşaları da İzmir’e çağırır.
Gariptir, bu gidişattan Karabekir Paşanın haberi dahi olmaz. Bilâhare öğrenir ve kendisi de gitmeye karar verir. Bu tuhaf durum hakkında “Hatırat”ında şu bilgileri verir, Kâzım Karabekir:
“Daireye gittim. Hayrettir ki, bu sabah İsmet ve Kâzım (Özalp) Paşalar İzmir’e gittikleri halde, hiçbiri haber vermedi. Teşyie (uğurlamaya) gidemedim.
“İsmet’in bana karşı ilk yan çizmesi!
“İzmir’de harp oyunu var.”
(Günlükler: 906)
*
Karabekir Paşa, aynı eserinde 13 Şubat (1924) akşamı yatsı vakti İzmir’e vardığını, 14 Şubat’ta ise Harp Oyunları meselesi hakkında önce malûmat, brifing, ardından da bir dizi emirler verildiğini ifade ediyor: Askerin toplanması, mıntıkaların tesbiti, stratejilerin tatbiki için 24 saat süre veriliyor.
Karabekir’in tâbiriyle “Erkân–ı Harbiye–i Umumiyenin hazar mesaisi...”
*
TTK’nın hazırlayıp yayımladığı TC Kronolojisi’ndeki bilgilere göre, 15 Şubat’ta İzmir Orduevi’nde Mustafa Kemal başkanlığında yapılan toplantıda Harp Oyunlarının açılış merasimi yapılır. Açılışta konuşan Mustafa Kemal şunları söyler: “Arkadaşlar! Ehemmiyet ve ciddiyetle beyan ederim ki, Türkiye Cumhuriyeti, mukaddes tanıdığı istiklâl ve hakimiyetini müdafaada müsamahakâr olamaz.” (Age, s. 408)
*
Kâzım Karabekir, “15 Şubat 1924 Cuma” tarihli günlüğünde ayrıca şunları yazar:
“Askerî mahfilde içtima. (Orduevinde toplantı) Vaziyet–i siyasiye münakaşası.
“Haricî vaziyetimiz hakkında İsmet Paşanın beyanatı.
“Benim mütalâatım: On yıl harp ihtimâli yok gibidir. Sonra, İtalyanlar silâhlanacak. Almanlarla anlaşarak Arnavutluku işgale kalkarlar. Sonra Tunus.” (Günlükler: 907)
Bütün bunlar, her ne kadar dünyadaki siyasî ve askerî gelişmeler hakkında bir nevî öngörü mahiyetinde anlaşılmakla birlikte, asıl mesele başka imiş.
*
Karabekir Paşa, günlerce devam eden “Harp Oyunları”nın asıl maksadını yine aynı eserinin aynı sayfasında şu sözlerle vüzûha kavuşturuyor: “Harp oyununda maksat, Meclis’e karşı Hilâfetin lağvı için nümâyiş imiş! Sonradan anlaşıldı.”
Evet, sonradan (3 Mart’ta) anlaşıldı ki, İzmir’de startı verilen ve memleketin her tarafında yaygınlaştırılan bu olağanüstü askerî hareketliliğin asıl maksadı, Hilâfetin kaldırılması çabasına yönelik bir manevradır.
İşte bu manevra, başarıyla yürütülmüş ve istenen sonuca varılmıştır. Üstelik, bu manevra öylesine kamufleli bir tarzda ve öylesine bir gizlilik hali içinde yürütülmüştür ki, Karabekir Paşa gibi dâhiyâne bir şahsiyet bile, ancak iş işten geçtikten sonra vehametin farkına varabilmiştir.
*
Harp Oyunları bittikten sonra, Mustafa Kemal ile diğer paşalar Ankara’ya dönerken, Karabekir Ege taraflarında kalıyor. Ankara’daki gelişmeleri gazetelerden takip eden Karabekir, günlüğünde şu notları kaydediyor:
“29 Şubat 1924; İzmir’deyim: Millet Meclisi’nde Osmanlı Hanedanının memleketten çıkarılması ve Hilâfetin Meclisçe intihabı (seçimi) müzakere olunduğunu gazetelerde yazıyor.
“3 Mart 1924; Balıkesir’deyim: Valiye, Meclis’in Hilâfet’in (lağvı) hakkında vereceği karar tebliğ olunmuş.
“Yeni Erkân–ı Harbiye (Genelkurmay) Kànunu çıktı. Tam diktatörlük.” (Age, s. 909)
Bu tarihte, Hilâfet kaldırıldığı gibi, medreseler kapatıldı ve Fevzi Paşa resmen yeni bir statü ile kurulan Genelkurmay Başkanlığına getirilmiş oldu.
Karabekir Paşa, bütün bu olup bitenlerin tam bir diktatörlüğe yol açtığını ifade ediyor.
.
Açık-gizli Lozan görüşmeleri - 8


Bu yöndeki endişeyi Üstad Bediüzzaman da hissedecek şöyle feryâd edecekti: “Eyvah! Bu ejderha îmanın erkânına ilişecek.” (Tarihçe-i Hayat: 132)
*
Lozan Antlaşmasının Millet Meclisi’nde oylanıp kabul edilmesinden sonraki il büyük icraat, 3 Mart 1924 tarihinde yapılan Hilâfetin kaldırılması, Medreselerin kapatılması ve diğer köklü değişikliklerdir. Bu değişiklikler, Müslüman milletimizi derinden etkilemiş ve ziyadesiyle üzmüştür. Zira, o icraatler ve devamındaki benzer uygulamalar, daha çok ecnebi nam-ı hesabına olduğu ve onları sevindirip memnun ettiği gayet açıktır. Bu da demektir ki, onlarla bir gizil mutabakat yapılmıştır.
Öte yandan, hiç şüphe edilmesin ki, resmî Lozan heyetinin başındaki İsmet Paşanın klavuzlarından biri Haim Naum’dur. Dolayısıyla, Lozan’ın gizli mimarı da o ve onun yakın temasta bulunduğu ecnebi delegasyondur. Misâl, İngiliz Lord Curzon gibi...
Bir zamanlar İstanbul’da da bulunmuş olan Haim Naum, o tarihlerde Mısır Hahambaşısı olup, azılı bir Osmanlı ve İslâmiyet düşmanıdır.
İşte, bilhassa bu ve benzeri hususlar sebebiyledir ki, Lozan’a dair resmî kayıtlar, tâ başından itibaren—hatta Lozan’daki diplomatlarımızın nazarında bile—inandırıcı olmaktan çıkmış; buna mukabil, gayr–ı resmî kayıtlar günden güne değer ve itibar kazanmıştır.
İşte, bu mânâdaki gayr–ı resmî kayıtların önemli bir bölümünü Bediüzzaman Said Nursî’nin mektuplarında, lâhikalarında ve eserlerinde görmekteyiz.
DÜNYA DİNE TERCİH EDİLİYOR
Aynı zamanda o dönemin şahitlerinden biri olup Lozan görüşmeleri esnasında Ankara’da bulunan Bediüzzaman Hazretleri, bazı âyet ve hadislerin çağımıza bakan mana ve mesajlarından yola çıkarak, o devrin hadiselerini tahlil edip yorumlama cihetine gitmiştir. Şimdi, o hakikatli tahlil ve analizden özet mahiyetinde seçtiğimiz orjinal metinlerden birkaçını takdim edelim.
En çarpıcı tesbitlerden biri “Tarihçe–i Hayatı” isimli eserin 259. sayfasında şu ifadelerle zikrediliyor: “Evet (‘Onlar ki, seve seve dünya hayatını âhirete tercih ederler.’ İbrahim: 3 âyetinin) işaretiyle, bu asır hayat–ı dünyeviyeyi hayat–ı uhreviyeye, ehl–i İslâma da bilerek tercih ettirdi. Hem, 1334 (1918–19) tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl–i îman içine sokuldu... Evet, (âhirete tercih) cifir ve ebced hesabıyla 1334 ederek, aynı vakitte eski Harb–i Umûmide İslâmiyet düşmanları galebe çalmakla muahede (Sevr Muahadesi 1920) şartını, dünyayı dîne tercih rejiminin mebdeine (başlangıcına) tevafuk ediyor. İki–üç sene sonra (1922–23) bilfiil neticeleri görüldü.”
Evet, hiç şüphe edilmesin ki, 22 Kasım 1922’de başlayan Lozan Antlaşması, bir yönüyle 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasının devamı mahiyetindedir. Ve ne yazık ki, bizim maddi-manevi yönden mahv olmamızı hedefleyen o dehşetli Sevr plânı, üç sene sonra “gizli Lozan”da yürürlüğe konularak, bir şekilde rövanş alınmış oldu.
Böylelikle, Türkiye, maddeten olmasa da; özellikle mânen, ruhen ve fikren paramparça edildi. Ta başından beri temas edegeldiğimiz o “gizli Lozan” ejderhası, bizim bütün mukaddes değerlerimizin erkânına, esasına ilişti; hatta bu vatandaki bin yıllık İslâm medeniyetini yıktı ve milyonlarca insanımızın da ebedî hayatını mahvetti.
.
Açık-gizli Lozan görüşmeleri - 9


Nur Külliyatına dahil Emirdağ Lahikasında, Büyük Doğu’dan alınan geniş iktibasın kısacık bir bölümü şöyledir: Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve devlet reisini (M. Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve baş başa seyahat... Sonra Ankara gizli meclis toplantıları… Fakat esas meselelerde daima baş başa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir.” (Age: 359)
*
Üstad Bediüzzaman, Nur Külliyatına dahil olan Birinci Şuâ’da tefsir ettiği âyetlerin 28.’si olan Tevbe Sûresi 32. âyetin asrımıza ışık tutan işarî ve remzî mânâsına bakarak özetle şu yorumlarda bulunuyor:
1. Avrupa zâlimleri, devlet–i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle, 1324’te (1908) müthiş bir sûikast plânı yaptılar. Onlara karşı Türkiye hamiyetperverleri de, aynı tarihte hürriyeti ilân etmeleriyle o plânı akîm bırakmaya çalıştılar.
2. Aynı zalimler, maatteessüf, altı–yedi sene sonra (1914), yine aynı sûikast niyetiyle Harb–i Umumî ile netice almaya çalıştılar.
3. Harb–i Umumî neticesinde (1918) ve Sevr Muahedesinde (1920) Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini icrâ etmek için yine plânlar yaptılar. Bu plânlarını akîm bırakmak için, bu defa hakiki Türk milliyetperverleri yeni hükûmet kurup Cumhuriyeti ilân etmekle mukabeleye çalıştılar.
4. Bütün bu herc û merc içinde Kur’ân’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Risâle–i Nur Müellifi de Rumî 24’te (1908) ve Resâili’n–Nur’un mukaddematı 34’te (1918) ve Resâili’n–Nur’un nuranî cüzleri (Âyetü’l–Kübrâ gibi) ve fedakâr şakirtleri 54’te (1938) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor.
5. Şimdi İslâmlar içinde nur–u Kur’ân’a muhalif hâletlerin ekserîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir. (Şuâlar, s. 619)
*
İşte, yukarıdan beri sıralayageldiğimiz bütün bu bilgilerden anlıyor ve kanaat getiriyoruz ki, Sevr’in sinsi ve ihanetkârâne plânı, hatta manen katmerli bir şekilde Lozan’da karara bağlanmış ve yeni Türkiye “bozuk Avrupa”nın muzahrafat çöplüğü haline döndürülmeye çalışılmıştır.
Tekraren ifade edelim ki, Avrupa’nın gaddar zalimleri, Sevr’in rövanşını katmerli şekilde Lozan’da aldı. (NOT: Hilâfetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, şapkanın dayatılması, Kurân harflerinin yasaklanması, Ezanın değiştirilmesi ve dinî hayatın topyekûn kısıtlanması cihetine gidilmesi, Lozan’dan hemen sonraki ilk icraatler arasında yer aldığını tekraren hatırlatmış olalım.)
Dolayısıyla, nâmert hasımlarımız Sevr engelini Lozan’da aşmış oldular. Tıpkı, 1915’te geçemedikleri Çanakkale Boğazını 1918’de ellerini kollarını sallayarak geçmeleri gibi. Tıpkı, işgal yıllarında (1918–22) bile statüsüne dokunamadıkları Ayasofya’nın 1934’ten sonra mâbed olmaktan çıkartıp içinde çalım yapa yapa dolaşmaları gibi.
Hülâsa: Yakın tarihimizde yaşanmış hemen bütün hadiselerin bir resmî, bir de gayr–ı resmî vechesi var. Resmî olanı, maalesef uydurma, yalan ve yanlış şeylerle dolu. Günümüzde bile yaşanan ve tartışma konusu olan hemen bütün gelişmeler bu yönde ciddi işaretler veriyor. Dolayısıyla, Lozan’dan Şeyh Said Hadisesine, Menemen’den Dersim Hadisesine, İstiklâl Mahkemelerinden dinin mukaddesatına yönelik yapılan müdahalelere kadar, yakın tarihte vuku bulmuş sair hadise ve gelişmelerin üzerindeki sis perdesinin dağılması için, bunların tamamının uzmanlar tarafından yeni baştan araştırılması ve aydınlığa kavuşturulması artık bir zaruret halini almıştır, kanaatindeyiz.
.
Karabekir, Orbay basit kimseler mi?

Haliyle, beğenmeyenler de oldu. Çoğu zaman olduğu gibi…
Bilirsiniz, yarasa tabiatlı olanlar, aydınlatıcı, açıklayıcı izahları sevmez, istemez, beğenmezler.
Ne var ki, o karanlık-sever güruhu bile yazdıklarımızın doğruluğunu inkâr edemediler. Sadece hafife-basite almakla, kendi kendilerini tatmin etme, yahut kandırma yoluna saptılar.
Meselâ, dediler ki: Sizin güvenerek onlardan bilgi iktibas ettiğiniz Rauf Orbay gibi, Karabekir gibi isimler basit ve önemsiz kimselerdir. Zaten Mustafa Kemal’in yanında da fazla durmamışlar. O sebeple, bunların yazdıklarına itibar edilmez.
Acaba öyle midir? Millî Mücadele dönemi kahramanları ve dahi İstiklâl Madalyası sahibi olan bu şahsiyetlerin yazdıkları, hakikaten nazar-ı itibara alınamayacak kadar önemsiz ve basit şeyler midir? Bakalım, görelim…
*
Yazdıklarımızı beğenmeyen ve bize kara çalmaya yeltenen kişi ve çevreler de biliyorlar ki, Ankara hükûmeti adına ilk askerî ve diplomatik zafer imza atan şahsiyet Kâzım Karabekir Paşadır. Başında bulunduğu kolordu kuvvetiyle Ermeni çetecileri tokatlaya tokatlaya gerileten ve tâ Gümrü’ye kadar çekilmeye zorlayan Karabekir Paşadır. Nihaî zaferin ardından, onlarla 3 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşmasını imzalayan yine odur.
Keza, 15 Nisan 1919’ta Trabzon’a çıkarak emrindeki kolorduyu İstiklâl Harbine hazırlayan, aynı sene içinde yapılan Erzurum ve Sivas Kongrelerinin mahallî şartlarını hazırlamada en büyük emeği sarf edenlerden biri yine odur.
Şimdi, böyle bir şahsiyet basit midir, yazdıkları önemsiz midir? Yoksa, onu küçümseyenler mi itibarsızdır? Varın takdirini siz yapın.
*
Karabekir’in başarı ve meziyetleri saymakla bitmez. Gerek askerî ve gerekse siyasî yönden, hem Osmanlı dönemi, hem Cumhuriyet dönemi itibariyle en gözde şahsiyetlerden biri olduğuna tarih şahittir.
Onun askerî kabiliyeti göz kamaştırır bir seviyede iken, siyaseten de en üst seviyede bulunmuş, asker, mebus ve Meclis Başkanlığı makamında vatana-millete hizmet etmiş bir öncü şahsiyetlerden biri olmuştur.
Bir müddet ara vermek zorunda bırakıldığı siyasete 1939’da tekrar dönmüş, döndükten sonra Meclis’in gözde vekillerinden biri olmuş ve nihayet Meclis Başkanı seçilerek, dünyanın ateş topuna döndüğü bir zamanda Millet Meclisi Başkanlığı görevinde bulunmuştur. Nitekim, aynı makamda bulunurken 1948’de vefat etmiştir.
İşte, böyle bir zâtı hafife-basite alanların, hakikaten kendileri basit ve itibarsız sınıfında sayılmazlar mı?
*
Orbay ve Karabekir gibi İstiklâl kahramanlarını basit ve önemsiz addedenlerin yegâne ölçüsü, gariptir ki onların Mustafa Kemal’e olan yakınlıkları, onunla uyumları ve fikrî arkadaşlıklarıdır. Bunlar yoksa şayet, herkes önemsiz, herkes basit demektir.
Oysa, bu tavrın sahipleri önemsiz kişiler ve basit kafalı kimselerdir.
Zira, düşünün ki, 1923 yılı başında İzmir’de Latife Hanımla evlenen Mustafa Kemal’in nikâh şahitlerinden biri Fevzi Paşa, bir diğeri de Karabekir Paşadır.
Basit kafalılara göre, o tarihte önemli bir kişilik olan Karabekir, daha sonra M. Kemal’den uzaklaştığı için önemsiz bir duruma düşmüştür. İşte, tam “İçine turp sıkılacak” bir kafa yapısı.
Bir sonraki yazıda, Millî Mücadelenin bir diğer kahramanı, aynı zamanda “Hamidiye Kahramanı” Rauf Orbay’dan söz edelim kısaca.
…………………
Geçen haftaki dizi yazının bir-iki bölümünde “Sevr’in rövanşı Lozan’da alındı” demekteki gerekçemiz şudur: Ağustos 1920’de Fransa’da imzalanan Sevr Antlaşması yok hükmünde kaldı. Ecnebiler onda muvaffak olamadılar. Osmanlı delegasyonundan sonra metni imzalayacak olan Halife-Sultan Vahdeddin bunu imzalamadı. Dolayısıyla, o antlaşma yürürlüğe girmedi. İşte, onun intikamını Lozan’da aldılar. Hem de mânen ziyadesiyle.
.
Lozan’a Rauf Orbay gitmeliydi

Lozan sürecini iliklerine kadar yaşayan bu şahsiyetlerin iktibasen yayınladığımız söz ve beyanlarını inkâr edemedikleri için, haliyle işin kolayı olan “basite indirgeme” ve “önemsizleştirme” taktiğini uyguladılar. Yemezler.
*
Bir önceki yazıda, Kâzım Karabekir Paşanın hem şahsiyeti itibariyle, hem de İstiklâl Mücadelemiz ve bilhassa Lozan’daki gelişmelere dair yazdıklarının yakın tarihimiz açısından ne derece önemli olduğunu nazara vermeye çalıştık.
Aynı perspektiften bakarak, bugün de Oramiral Hüseyin Rauf Orbay’ın hayatına ve hizmetine dair özet halinde bazı bilgileri takdim etmeye çalışalım.
*
Balkan Savaşları’nda “Hamidiye Kahramanı” nâmı verilen ve Millî Mücadele döneminin de en önemli siyasî-askerî şahsiyetlerinden biri olan Hüseyin Rauf Orbay, 27 Temmuz 1881’de İstanbul Cibali’de doğdu. Babası, Kafkas (Abhaz) kökenli bir aileden olan Oramiral M. Muzaffer Paşa, annesi Kürt aşiret reislerinden Cizreli Bedirhan Paşanın kızı Rüveyde Hanımdır.
Trablusgarp Askerî Rüşdiyesi’ni ve akabinde Heybeliada Bahriye Mektebi’ni bitirdikten (1899) sonra, aynen babası gibi deniz subayı olarak Osmanlı Donanması’na katıldı.
Bilâhare, Yarbay rütbesiyle Bahriye Nezâreti Erkân-ı Harbiye Reisliği makamına getirildi. Ardından, Tuna Milletlerarası Komisyonu’nda Osmanlı’yı temsil etti. Balkan Savaşı’nın deniz kısmı muharebelerinde Hamidiye kruvazörünün kumandanı olarak görev yaptı. Bu savaşlarda elde ettiği muvaffakiyetler sebebiyle “Hamidiye Kahramanı” unvanıyla yâdedildi.
*
Rauf Orbay, Lozan’a gidecek heyetin başındaki şahsiyet olmalıydı. Neden?
Elcevap: 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nda Osmanlı hükümetini temsil eden Orbay, üstelik Ankara hükümetinde Başbakan olduğu esnada (1922-23) düzenlenen Lozan Konferansı’na Türkiye heyetinin başkanı olarak katılmalıydı. Zira, Lozan Barış Antlaşması, söz konusu Mondros Ateşkes Antlaşmasına istinaden yapıldı. Dolayısıyla, o meseleyi en iyi bilenlerin başında Rauf Orbay geliyordu.
Üstelik, bu yöndeki isteğini Meclis Başkanı Mustafa Kemal’e de iletti. Ne var ki, M. Kemal onun bu talebini şu gerekçe ile reddetti: “Sen orada kendi kafana göre hareket edersin; İsmet ise, benden habersiz hareket etmez.”
Türkiye’de en üst seviyede askerî ve siyasî görevlerde (Erzurum ve Sivas Kongreleri, Amasya Tamimi, Bakanlık, Başbakanlık, Meclis İkinci Başkanlığı...) bulunmuş olan Orbay’ın, Lozan’daki gelişmelerle ilgili olarak kayıtlara geçen ifadelerine göre, İsmet Paşa, Türk heyetini orada safdışı ederek, Lozan’da Yahudi Hahambaşısı Haim Naum’u arabulucu olarak tayin etmiş.
(İktibaslar için bkz: Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay)
*
Rauf Orbay’ın da dahil olduğu muhalif grubun lider kadrosu, 1926’daki “İzmir Sûikastı” bahanesiyle idamla yargılandılar, cezalandırıldılar ve siyasetin tamamen dışına itildiler.
İşin garibi, Rauf Orbay, o tarihte tedâvi için gittiği Viyana’da bulunmasına rağmen, uyduruk İstiklâl Mahkemesi tarafından tam 10 yıllık hapis cezasına çarptırıldı.
Bu sebeple, Rauf Orbay, ancak 1935’ten sonra yurda dönebildi. 1940’ta suçsuzluğu yönünde açtığı dâvâyı kazandı ve Askerî Temyiz Mahkemesi’nin kararıyla, bir bakıma kendini aklatmış oldu.
.
“İhvânı” kışkırtmak, müflis bir tecrübe oldu

Konu, Mısır’daki kanlı gösteriler ve çatışmalar meselesiydi. Bilhassa, 2013 yılı Temmuz-Ağustos aylarında, darbeci Sisi’nin ele geçirmiş olduğu askerî kuvvetler ile mazlum Mursî’nin taraftarları sokaklarda-meydanlarda karşı karşıya geliyor ve sivil halkın üzerine vahşiyane bir şekilde kurşun yağdırılıyordu. Bu kanlı arenada, sayılamayacak kadar çok insanın canı ve malı zarar gördü.
Şüphesiz, bunda darbeciler gibi, mâsum sivilleri kanlı gösterilere kışkırtan, onları menfi harekete teşvik edenlerin de vebâli var. Vebâllerinin bir başka yönü ise, Îhvân’a olan desteklerinin muvakkat olması, kesilmesi ve yaşanan o kanlı boğuşma teşviklerinin bir “müflis tecrübe” ile neticelenmesidir.
O günlerde meydanlara çıkıp kışkırtıcı protesto gösterisi yapanlar, bugün aynı yerde olmadıkları gibi, içli-dışlı oldukları siyasîler de aynı çizgide değiller. Hatta, siyasiler neredeyse tam tersine döndüler. Haliyle, siyasilerin omurgasız tavrına aldananlar da orta yerde iyot gibi kala kaldılar.
*
Söz konusu kanlı hadiseler sebebiyle, ihtilâfa düştüğümüz kardeşlerin o günlerde bize karşı yüksek perdeden söyledikleri özetle şuydu: Siz risalelerdeki düsturları doğru anlamıyorsunuz. Hatta yanlış mana veriyorsunuz. Meselâ “müsbet hareket” demek, pasiflik-pısırıklık demek midir? Zalimlere karşı protesto gösterileri yapmak, cuntacı darbecilere karşı meydanlara çıkmak, gerekirse silâhlara karşı göğsünü siper etmek, asla menfi hareket değildir.
Oysa, bunu diyen arkadaşlar yanılıyordu. Kat’i surette yanıldıklarını da, aradan geçen on yıllık zaman dilimi ortaya koydu. Mursî’yi Hz. Musa’ya, Sisi’ye Firavun’a benzeten siyasilerimiz, son bir yıldır tam tersine bir politika izlemeye başladı.
Öte yandan, çok ağır bedeller ödeyen Mısır’daki İhvânlar bile, içine girmiş oldukları o “kanlı iktidar boğuşması”nın kendileri açısından da yanlış olduğu kanaatine vardılar ve artık siyasetten çekilme noktasına kadar geldiler.
Acaba, dökülen onca kan ve gözyaşının hesabı ne olacak? Kanlı zalimler, bu yaptıklarının hesabını öbür dünyada elbette ki vereceklerdir; peki, mazlumları zalimlere bilerek-bilmeyerek ezdirmeye çalışanların yaptıkları ne olacak? Onların da bir nefis muhasebesi yapması gerekmiyor mu?
Şayet, o gün yaptıklarının doğru olduğuna inanıyorlarsa hâlâ, bunu bize değil, dirsek temasına geçtikleri siyasilere, dahası Mısır’daki İhvânlara gidip anlatsınlar. Bakalım, yaptıklarını anlatabilirler mi, yahut onları dinleyen olur mu?
*
Biz darbeci cuntalara, hûnhar diktatörlere söylenebilecek hiçbir sözü hiçbir zaman esirgemiş değiliz. Ama, burada anlatmak istediğimiz mesele bu değil. Demek istediğimiz şudur: Kur’an’ın malı olan Risâle-i Nur’u okuyanlar, onda vâzedilmiş olan ulvî düsturlara riayet etmeli, bilhassa siyasî ve içtimaî meselelerde o düstûrlara uygun davranışlarda bulunmalı.
Eğer o ulvî prensipler, ehl-i İslâmda tavazzuh ve tebellür etmiş olsaydı, Mısır, Suriye, Irak, Libya, Afganistan ve sâir yerlerdeki ihvanlarımız azim hatalara düşmez, türlü fitnelere âlet olmazlardı.
Hiç olmazsa, Mısır’daki İhvânlar, Nasır’ın zamanında yaşadıkları felâketten iyi bir ders çıkararak daha ihtiyatlı davranırlardı. Hiç olmazsa, o yalancı “Arap Baharı Devrimi” rüzgârına kapılarak ihtiraslı, şaibeli, tuzaklı, meşkûk bir iktidar oltasına takılıp insafsız avcılara yem olmazlardı.
Haydi, diyelim ki onlar bilmeyerek kurulan tuzaklara düştüler; peki, ya Nur’un düstûrlarını ezbere bilenler nasıl olur da harice bakan, husûsan siyasete temas eden cereyanlara kapılıyorlar. Bunu hafsalamız almıyor.
Rabbim cümlemize ferâset, metanet, dirayet versin ve bizi ihlâstan, sadâkatten, istikametten ayırmasın.
.
Rıza Nur’un Lozan tesbitleri

Hararetli tartışmaların yaşandığı Büyük Millet Meclisi, 23 Ağustos’ta Lozan’da alınan kararları tasdik ederek içe dönük ilk safhayı atlatmış oldu.
24 Ağustos günü, Meclis’in Lozan’ı tasdik ettiğine dair resmî karar, İtilâf devletlerinin İstanbul’daki komiserliklerine de resmen tebliğ edildi.
25 Ağustos’ta ise, günün gazetelerinde yayınlanan söz konusu karar mucibince, ecnebi kuvvetleri Türkiye topraklarını terk etme hazırlığına başladı.
Yine aynı gün, Yunanistan Parlamentosu Lozan Antlaşmasını onaylama kararını verdi.
*
Günün tarihi vesilesiyle, bugün heyetin 2. Başkanı Dr. Rıza Nur’un Lozan’da görüp anlattıklarına yer vermek istiyoruz. Bazı şahsî zaafları sebebiyle pek ciddiye alınmayan Rıza Nur’un Lozan ile ilgili anlattıkları son derece önemli. Kendisi, aynı zamanda oraya giden murahhas aza olup heyetin başındaki “İkinci Başkan” konumundadır.
Evet, iki kez Lozan’a giden heyetin başında İsmet Paşa vardı. Heyetin aslî diğer üyeleri ise, ilk Sağlık Bakanlarından Dr. Rıza Nur ile ileride Başbakanlık yapacak olan Hasan Saka Bey idi. Bunların dışında, heyette ayrıca 30’dan fazla müşavir, uzman, danışman, kâtip, idareci statüsünde adam vardı.
İsmet Paşa, Konferansın ikinci safhasında Türk heyetini büyük çapta değiştirdi. Kendisine en yakın danışman olarak da, Yahudi Hahambaşısı Haim Naum’u (Hayim Nahum) seçti.
*
Açık ve resmî kayıtlı Lozan Antlaşmasından çok daha önemli olan şey, Lozan’da gizlice görüşülen ve karara bağlanan dinî-mânevî hususlardır: Bunlar, hilâfetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, dinî hayat ve tedrisatın sona erdirilmesi, mânevî cephenin çökertilmesi, bin yıllık kültür ve medeniyetin tahrip edilmesi gibi, bu milletin en mühim hayatî meselelerini içine alan bir dizi reform ve inkılâpların muhakkak sûrette realize edilmesi talebidir. Antlaşmadan kısa müddet sonra Türkiye’de yaşanan gelişmeler, o taleplerin pür iştah yerine getirildiğini gösteriyor.
*
Haim Naum’un Lozan görüşmeleri esnasında ortaya çıkması ve kaşla göz arasında reis İsmet Paşa’nın en gözde danışmanı/müşaviri oluvermesi, ikinci delegasyon makamındaki Dr. Rıza Nur’un dikkatini çeker. Kaleme aldığı hatıralarında, bu “emrivâki”den şöyle bahseder:
“...İstanbul eski Hahambaşı Haim Naum, Lozan’da kaldığımız otelde görülmeğe başladı. Baktım İsmet’e yanaşmış. Yaman Yahudi! İsmet’ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bizi bekliyor. Derhal İsmet’in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor; o da onun... İsmet’i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet’le şakalaşıyor, gülüyor... Anlaşılıyor ki, herkese: ‘İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır’ diye göstermek istiyor. Nihayet bütün Yahudi sırnaşıklığı ile yanaştı. İsmet’in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tâyin etti. Yevmiye vermeye de başladı. Bana da söylemiyor. Heyet–i murahhasa çiftliktir, kullanıyor. Ne diye kandırdı bilmem. Bu sadedil İsmet, Yahudinin dolabına girdi. Derken Hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım.
“İsmet’e dedim ki: ‘Bu Yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir Yahudi ile laubali görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme!’ İsmet, bana kızdı... Derken, herif azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme de geçip yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi... İsmet’e tekrar dedim: ‘Bu bir Yahudidir. Adi adamdır. Bunun kim bilir ne fenâ işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme!..’
“Hahambaşı İsmet’e bütün İngiliz ve Fransız ricâlini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabiî İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet’in avucunda olduğunu söylüyordu... Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: ‘İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz’ diyormuş.”
(Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Cilt-III: 1049)
.
Şapka medeniyeti (!)
