
Bundan tam 111 sene evvel (1904) Rusya İmparatorluğu ile Japonya İmparatorluğu arasında şiddetli bir savaş başladı.
Çarlık Rusyası’nı çöküşe götüren ve sonunu hazırlayan bu savaşta, zincirleme mağlûbiyetler vuku buldu. İşte, o mağlûbiyet zincirinin ilk halkası 2 Ocak 1905’te Çin'deki Rus üssü olan Port Arthur’da yaşandı.
O esnada, Japonya Deniz Kuvvetlerine komuta eden kişi, sonradan “Japon Başkumandanı” da olan Amiral Heihaçiro Togo idi.
Bu bilgilerden sonra, şimdi de dünya tarihinin seyrini etkileyen bu müthiş hadisenin detaylarına ve kısmen de olsa mânevî yönlerine bakalım.
* * *
İlk şiddetli merhalesi Port Arthur Kalesi’nde başlayan ve 2 Ocak günü Rusların kesin mağlûbiyeti ile sonuçlanan bu büyük savaş, genelde bütün Uzak Doğu toprakları, özelde ise Kore ve bilhassa Mançurya üzerinde hâkimiyet kurma teşebbüsleri sebebiyle Rusya ve Japonya arasında yaşanan şiddetli bir rekabetin neticesi olarak ortaya çıkıp etrafa yayıldı.
Port-Arthur (şimdiki Lüshun), Çin'deki en stratejik noktalardan biri olan Bohai Körfezi girişinde yer alan bir liman-şehridir. Aynı zamanda kalesiyle de meşhûrdur.
O tarihde Mançurya'nın kuzeyinde bulunan bu liman-şehir, 1894'te Japonlar'ın eline geçti. Ancak, burayı aynı yıl içinde Çin'e geri vermek mecburiyetinde kaldılar. 1898'de yapılan bir anlaşmayla da, burası "kiralık toprak" olarak Rusya'ya bırakıldı.
Rusya, Çin'le yaptığı anlaşmalar neticesinde, Mançurya'da demiryolu inşa etme ve yeraltı kaynaklarını işletme hakkını elde etti. Bu bahaneyle, bölgeye asker yerleştirdi.
Rusya, tâ 1891'de başlatmış olduğu Trans-Sibirya demiryolunu 1904'te tamamlama noktasına geldi. Ne var ki, Rusya'nın bu tutumu Japonya'yı şiddetli rahatsız etti. Japonya, bu sebeple aynı yılın Ocak ayında Ruslar'a karşı harekete geçti. Japon ana filosu, bilâhare Başkumandan tâyin edilen Amiral Togo'nun emrine verildi. Amiral Togo, sürpriz bir saldırı ile Port-Arthur'daki Rus deniz filosunu kuşattı. İki taraf arasında şiddetli bir muharebe başladı.
Rusya ile harbe tutuşan Japonya, Şubat-Mart aylarında Kore'yi de işgal etti. Mayıs ayında ise, Mançurya'daki ana Rus ordusu ile Port-Arthur garnizonu arasındaki bağlantıyı kesti. Rus ordusu, bu feci durum karşısında mecburen geri çekildi. Ekim ayında Trans-Sibirya demiryolu istikametinde çatışa çatışa geri çekildi.
Japonya, çok pahalıya mal olan bu şiddetli savaş sonrasında nihayet Port-Arthur bölgesine yerleşmeyi başardı. İyiden iyiye zaafa düşen ve 2 Ocak’taki çatışmada en acı mağlûbiyeti tadan Port-Arthur'daki Rus Komutanlığı ise, burada ancak Haziran başına kadar dayanabildi.
Nitekim, 2 Haziran 1905'te, bağlı olduğu ordu merkezine dahi danışmaksızın, 3 aylık erzakı ve istihkâmındaki mühimmatı ile birlikte Japonya'ya teslim oldu.
Bu hadiseden sonra, Japonya'nın dünya ülkeleri nezdindeki güç ve itibarı bir kat daha büyümüş oldu. Çarlık Rusya'sı ise, hezimete uğramışlığın yol açtığı büyük bir krizin içine doğru sürüklendi.
Şahs-ı mânevînin temsili
O tarihteki dünya medyasında, Rusları mağlûp eden Japon Başkumandanı Togo Heihaçiro'nun şahsında Japonya'nın bölgedeki nüfuz ve hâkimiyet sahasını tasvir eden çeşitli resimler, karikatürler yayınlandı. İşte, o temsilî resimlerin birinde, Amiral Togo'nun bir ayağı Büyük Okyanus'ta, diğer ayağı ise Ruslar'dan alınan Port Arthur Kalesi’nde gösteriliyor.

Dönemin gazetelerinde yayınlanan o heybetli resmi mühim bir hakikati izah için misâl veren Bediüzzaman Said Nursî, Beşinci Şuâ isimli eserinin Onuncu Mesele’sinde şu tevili/yorumu yapar: "Rivâyetlerde, eşhas-ı âhirzamanın fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş. ve'l-ilmü indallah, bunun te'vili şudur ki: O şahısların temsil ettikleri mânevî şahsiyetin azametinden kinâyedir. Bir vakit Rusya'yı mağlûp eden Japon Başkumandanının sûreti, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı Port Arthur Kalesi’nde olarak gösterildiği gibi, şahs-ı mânevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin mümessilinde, hem o mümessilin büyük heykellerinde gösteriliyor."
* * *
Aynı meâldeki bir başka yorum 15. Mektup'ta yer alıyor. Şöyle ki:
"Sual: Rivâyetlerde gelmiş ki, 'Deccalın azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır...' diye târifat var.
"Elcevap: Deccalın şahs-ı sûrîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan, bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı mânevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi pek cesîmdir. Rivâyetlerde Deccal'a ait tavsifât-ı müthişe ona işaret eder... Bir vakit Japonya'nın Başkumandanı’nın resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Arthur Kalesi’nde tasvir edilmiş; o küçük Japon Kumandanı’nın bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş." (Age, s. 61)
.
Haricî el, parça koparmadan bırakmaz

Öyle ki, Sultan Selim gibi cihangir bir devlet başkanı, bu tefrika ve bölünme acısının kendisini kabirde bile rahatsız edeceğinden endişe duyarak aynen şunu söyler: “Kûşe-i kabrimde hattâ, bîkarar eyler beni.”
İşte, “Elhasıl, Sultan Selim’e biat ettim” diyen Bediüzzaman Hazretleri de, aynı dertten şiddetli muzdarip olarak, zaman zaman dizine vurup “Eyvâh! Eyvâh!” dediğini yakın talebelerinden ve son şahitlerden hep duyageldik.
Bu sebeple, hizmet-i Nuriyeye taalluk eden meseleler hakkındaki lâhika mektuplarında, mükerrer defalar “Sakın, sakın” diyerek, o zehr-i kàtil olan “ihtilâf û tefrika” illetinden talebe ve kardeşlerini sakındırmaya çalışmıştır.
İşte, o ikaz ve ihtarlardan biri:
“Risâle-i Nur, sâdık ve sebatkâr şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil, fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve hâlis bir sadâkat ve daimi ve sarsılmaz bir sebat ister.
“Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin.” (Kastamonu Lâhikası, s. 88)
İktibas ettiğimiz şu iki-üç cümle içinde, “ihtilâf û tefrika”ya dair son derece dikkat çeken bazı ibareler var ki, bunlar adeta birer anahtar mesabesinde: Dünya cereyanları, siyaset cereyanları, harice bakan cereyanlar...
Demek ki, ihtilâf ve bölünmelerde en tesirli cereyanlar bunlardır. Hepsi de haricî kökenli ve bünyeye yabancı unsurlar.
* * *
Evet, dahildeki ihtilâf, münakaşa veya çekişmelerin kökü hariçte olunca, bölünme ve parçalanma kaçınılmaz hale geliyor.
Çünkü, bünyeye göz diken ve kendine bir partner (hizip, grup, klik...) bulan hariçteki cereyan, o bünyeyi parçalamadan, parça koparmadan asla durmaz ve işin peşini bırakmaz.
Dolayısıyla, eğer bünyede ayrılma, kopma hadisesi tam gerçekleşmişse, bu katiyyen gösterir ki, haricî (dünyevî, siyasî, ticarî) bir el, bir cereyan türlü oyun veya bahanelerle o bünyeye musallat olmuş ve maksadına kavuşmuş, muradına ermiştir.
* * *
Dünyanın her yerinde ve her çeşit toplum içinde yaşayan çekirdek ailelerde de, zaman zaman ihtilâflar, münakaşalar, hatta çatlamalar meydana gelir.
Eğer o ailenin içine hariçten bir el girmemiş, bir parmak karışmamış ise, yüksek volümlü kavga-gürültüye ve şiddetli geçimsizliğe rağmen, aile, yine de dağılmadan yoluna devam edip hayatını idame ettirir. Kıyamet kopsa, ayrılmalar, çekip gitmeler yine de pek yaşanmaz.
Ama, kadın veya kocadan herhangi birine hariçten bir çengel takılmış ve o da zaaf gösterip ona perestiş eder hale gelmiş ise, ailenin dağılmaması, birlik-bütünlük içinde kalabilmesi fevkalâde zor ve müşkil görünüyor.
Boşanmaların veya ailedeki dağılmaların tek sebebi “haricî el” değil elbet; ama, en kuvvetli ve katlanılamaz sebebi budur, denilebilir.
İşte, sosyal gruplar ve cemaatler de birer “büyük aile” gibidir. Onların bölünüp dağılmasında, dahilîden çok, haricî sebepler etkilidir.
Haricî unsur, esasında koparmaya odaklıdır. İşi koparmaya götürünceye kadar da, mütemadiyen gerekçeler hazırlar, sebep veya bahaneler üretir. Bununla da yetinmez, geri dönüşü imkânsız hale getirecek derecede, şahsî-hissî çatışmalara zemin ve malzeme hazırlar.
Bu mahiyetteki bir ihtilâf, dahilî bünyeyi tahrip ettiği gibi, hariçteki mâsum ve muhtaç durumdaki bîçarelerin önünü-yolunu da keser. Onları tereddüte sevk ederek, hak ve hakikatli mesleklerden uzaklaşmalarına veya uzak durmalarına sebebiyet verir. Gidip hangi girdaba mâruz kalacağı ise meçhûl.
Buna sebep olmanın vebâli ise, fevkalâde ağırdır. Başkasının dalâletine sebep olmamak için, icabında şahsî olan hak ve hukukundan bile ferâgat etmek gerekir. Zira, dâvâ ulvî, gaye ise rızâ-i İlâhî.
Cenâb-ı Hak, bizi rızası dairesinden ayırmasın ve taşıyamayacağımız o ağır vebâllerin altına girmekten muhafaza eylesin.
@salihoglulatif:
Lokal ihtilâflar hariç, dahilde yaşanan hemen bütün bölünmelerde, illa ki bir haricî-siyasî cereyanın eli vardır. O menhus cereyan, bünyeyi parçalamadan, parça koparmadan bırakmaz.
.
İki büyük fâcia: Sarıkamış ve Altı Ok

Yakın tarihimizde yaşanmış iki büyük fâcianın tarihi tam tamına 5 Ocak gününe denk geliyor.
Bu fâcialardan biri “askerî-siyasî” mahiyette olup 5 Ocak 1915’te Sarıkamış’ta vukûa geldi.
Diğeri ise, “siyasî ve ideolojik” karakterli olup 5 Ocak 1937’de Ankara’da yaşandı.
Şimdi, sırasıyla ve kısaca bu fâcialardan söz edelim.
Kafkaslar’da hezimet
Son derece zor ve karmaşık şartlar altında 22 Aralık günü Ruslara karşı başlatılan meşhûr Sarıkamış Harekâtı, 5 Ocak 1915 günü büyük bir fâcia, dahası yürekleri dağlayan bir trajedi ile noktalandı.
Daha Rus ordusuyla karşılaşıp çatışmaya giremeden, bilhassa dondurucu soğuktan ve bulaşıcı hastalıklar sebebiyle, buradaki yaklaşık 90 bin kişilik ordumuzun yarıdan fazlası vefat edip şehit düştü.
Sarıkamış’ta yaşanan bu perişaniyet ve fecâat neticesi, Rus ordusu, Ermeni çetecilerin klavuzluğunda hızla ilerlemeye başladı. Öyle ki, ilkbahara doğru Erzurum'u da geçerek Van sınırına gelip dayandı.
Düşman kuvvetleri karşısında savaşacak düzenli bir ordu bulamayan ateş gücü yüksek Rus birlikleri, Mayıs ayında Van'ı işgal ile (Ki, "Tehcir Kànunu" o zaman çıktı) Muş ve Bitlis istikametine doğru aynı sür’atle ilerlemeye devam etti.
Ermeni fedâileriyle Rus ordusunu bu dağlık bölgede yaklaşık bir yıl müddetle (Gerilla, yani “kerr û fer harbi” taktiği ile) durduran ve onlara ağır kayıplar verdirerek cesaretlerini kıran çelikleşmiş irade kuvveti ise, Milis Kuvvetleri Kumandanı Fahrî Albay Bediüzzaman Said Nursî ile onun etrafında toplanmış olan gönüllü kahramanlara ait idi.
Evet, o tarihte hakikaten Bitlis'te bir kahramanlık destanı yazıldı ve zâhiren az bir kuvvet ile "Bitlis Boğazı" geçilmez kılındı.
“CHP=Devlet” oldu
5 Ocak 1937’de Devletin Başkenti Ankara’da yaşanan siyasî ve ideolojik karakterli “Anayasal Fâcia”nın özeti ise şudur:
Başbakan İsmet İnönü ve 153 partidaşı tarafından verilen bir önergeyle, Anayasanın 2. Maddesinin baş kısmına aynen şu ifade getirilip yerleştirildi: “Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, halkçı, devletçi, laik, milliyetçi ve inkılâpçıdır.”
Böylelikle, CHP’nin sembolü olan “Altı ok”un mânâsı, devletin yürürlükteki Anayasasına dahil edilmiş oldu.
Bilvesile hatırlatalım ki, “Laiklik prensibi” de, aynı tarihteki 3115 sayılı kànunla Anayasa girmiş oldu. Bu yöndeki teklif, Meclis'in zaten tek partisi olan CHP milletvekillerinden geldi ve aynen kabul edildi.
Laiklik ve diğer beş madde, taktik icabı önce CHP'nin "Altı ok"una dahil edildi. Bir süre sonra da, bu altı okun içinde yer alan maddeler, aynen olduğu gibi Anayasanın 2. Maddesine ilâve edildi.
* * *
Yeni devletin tâ kuruluşundan itibaren, “Devletin dini İslâmdır” ibaresi 2. Maddede yer alıyordu. 1927’de, bu ibare adeta “çaktırmadan” çıkartılıp atıldı.
1928'de yapılan bir değişiklikte, 2. Madde "Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir, makarrı (Başkenti) Ankara'dır" ifadesi kullanıldı. 1937’de ise, altı oku içine alan o cümle, aynı maddenin baş kısmına çakılmış oldu.
Garip, ama gerçek
O devirde, ülke tek parti zihniyetiyle idare edildiğinden, parti işleriyle devlet işleri, parti tüzüğüyle devletin anayasası, hemen bütünüyle içiçe girmiş bir vaziyetteydi.
Şimdilerde ise, eskideki o “tek parti cumhuriyeti”nin yerine, maatteessüf “tek adam cumhuriyeti” ikame edilmeye çalışılıyor. Aman dikkat!
@salihoglulatif:
Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür; Sıhhat ve istikametle vahdet olmazsa, ziyadeleşmekle küçülür, bozuk ve kıymetsiz olur.
* * *
TESANÜD içindeki cemiyet, atâleti harekete tebdil eden bir vasıta olur; TEHASÜD içindeki bir cemaat ise, hareketi atâlete çevirmeye vasıtadır.
(BSN; Hakikat Çekirdekleri)
.
İnönü Muharebesi ve İsmet Paşa

Yunan işgal ve istilâsının aylar önce İzmir’den başlayan (16 Mayıs 1919) Batı Anadolu’daki taarruzu, 6 Ocak 1921 tarihi itibariyle yeni bir ivme kazanarak, Afyon-Kütahya hattından Ankara’ya doğru ilerlemeye başladı.
9 Ocak günü Eskişehir-İnönü mevkiine ulaşan Yunan birlikleri ile Millî Mücadele kuvvetleri, burada karşı karşıya gelerek, göğüs göğüse mücadele vaziyetini aldı.
Bu ilk karşılaşmada, çok kanlı ve şiddetli bir muharebe yaşanmadı. Ancak, savaşın seyrini değiştirmeye ve hatta neticeyi tayin etmeye yönelik dikkate değer bazı gelişmelere burada şahit olundu.
Bu hususa tekrar dönmek üzere, şimdi önemli bir başka noktaya değinmeye çalışalım.
İç ve dış faktörler
Millî Mücadele Hareketinin sahadaki en çetin rakibi ve muarızı, görünürde Yunan kuvvetleriydi.
Osmanlı’nın eski bir vilayeti-eyaleti olan (Mora) Yunan... Bu küçük kuvvetin tek başına Osmanlı’nın bakiyesi olan Millî Kuvvetlere mukabele edebilmesi, pek mümkün görünmediği gibi, aklın da alacağı şey değil.
Demek ki, bunun önünde ve arkasında başka iç-dış aktörler, yahut faktörler var. Bu kesin... O halde, bunlar bir bir tesbit edilmeden ve dikkate alınmadan, Millî Mücadele tarihinin doğru şekilde yazılabileceğine ve aydınlığa kavuşturulabileceğine inanmadığımız gibi, buna ihtimal dahi veremiyoruz.
Özetle: Yunanistan’ın arkasında başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Batılı başka devletler vardı. İçerde ise, Yunan taarruzunu bahane ederek, ülke çapında yeni bazı düzenlemelerde bulunmak, kendilerine kahramanlık payeleri oluşturmak ve hakiki vatanperverleri hain duruma düşürüp onları diskalifiye etmek emelinde olan “sahte kahramanlar” vardı.
“Yunan’ı bırak, Ethem’e bak!”
Yeni Türkiye ve Yunan kuvvetleri arasında 9 Ocak günü öğleden sonra İnönü mevkiinde başlayan muharebe, evet, İstiklâl Harbinin de kaderini tâyin eden bir ölüm–kalım mücadelesine dönüştü.
Zira, kısa süre önce Afyon ve Kütahya dolaylarında bâriz üstünlük sağlayan ve hemen ardından Bilecik ve Bozüyük’ü de işgal eden Yunan birlikleri, aynı hızla orta Anadolu'ya doğru ilerlemeye devam ederek İnönü mevkiine vardı ve ilk kez bu noktada durdurulabildi.
Burada böylesine çetin bir direniş hareketi ile karşı karşıya kalacağını önceden hesaplamayan Yunan kuvvetleri, tam bir şok hali yaşadı ve adeta şaşkına döndü.
Düşman kuvvetleri, gerek asker ve gerekse silâh gücü itibariyle, Millî Kuvvetlerin yaklaşık iki misli kadar bir imkâna sahipti. Buna rağmen, Millî Kuvvetler bir adım bile geri atmaksızın, cansiperâne mücadele etti ve istilâcı kuvvetleri bu mevkide durdurmayı başardı.
Her iki taraf arasındaki cüz’i kayıplara rağmen, aylardır süregelen işgal ve taarruz hareketinin burada durdurulmuş olması, gerçekte bir zafer mâna ve mahiyetine büründü.
* * *
Bu vesileyle, önemli bir noktayı vüzûha kavuşturmak, tarihî olduğu kadar vicdanî bir vazife olsa gerektir. O da şudur: Birinci İnönü Muharebesinin başladığı ve zafere giden ümit kıvılcımlarının ülke geneline yayıldığı o 9 Ocak günü, güya "cephe komutanı" olan Albay İsmet Bey, savaş meydanında, yani İnönü mevkiinde dahi değildi.
Evet, kesin olarak orada değildi. Kaldı ki, İsmet Beyin o gün orada olduğunu gösteren güvenilir hiçbir bilgi, belge ortaya konmuş değil.
Dahası, kendisi "Batı Cephesi Komutanlığı"na getirilmiş olmasına rağmen, o gün için o mevkide böyle bir zafer kazanılacağına dair bir ümidi, bir inancı dahi yoktu.
Zaten bu ümitsizliği sebebiyledir ki, o Yunan kuvvetlerine karşı koymak yerine, yanına aldığı bir askerî kuvvetle Çerkes Ethem'in peşine düşmeyi tercih etmişti.
Nitekim, o günlerin tarih kayıtlarına baktığımızda, Albay İsmet'in Kütahya Gediz taraflarında olduğunu, yani Ethem Beyi kovalamakla meşgul olduğunu görmekteyiz.
İsmet ve onun gibi düşünenler açısından, Kuvvâ-yı Seyyare Kumandanı ve Millî Mücadelenin gözüpek kahramanı olan Ethem Bey “istenmeyen adam”dı ve Yunan’dan bile daha sakıncalı, daha tehlikeli bir düşman idi.
Evet, maalesef o kritik günlerde bile, çok büyük katakulliler ve dalavereler yaşanmıştır. Düşünün ki, Şark Cephesinde zafer üstüne zafer kazanmış olan Kâzım Karabekir gibi bir paşa (general) Ankara'da adeta âtıl vaziyette tutuluyor ve daha bir albay rütbesinde olan İsmet Bey, Batı Cephesi Komutanlığına getirtiliyor.
Esasen, siyasî ayak oyunlarından bilmeyen ve bu işlerden anlamayan Ethem Beyin isyanı da bunaydı. Ama, kendisine karşı kurulan tuzakları önceden bilemediği ve usûlünce aşmayı da muhakeme edemediği için, nihayet “kardeş kardeşe vurdurmayalım” diyerek aradan çıkmayı düşündü ve canı pahasına sevdiği vatanından ayrılmayı tercih etti.
@salihoglulatif: Kitaba verilen değer düştükçe, ehl-i kitap olanların değeri düşüyor. Okuma şevkimiz zayıfladıkça, OKU! emrine muhatap olan ümmetin gücü-kuvveti zayıflıyor.
.
Hürriyetçi Demokratların dirilişi

Türkiye’nin çok partili sisteme geçme kararının ardından, CHP’den atılan veya istifa ederek ayrılan bir grup milletvekili, 7 Ocak (1946) günü eski Bakan-Başbakanlardan Celâl Bayar’ın başkanlığında Demokrat Parti’yi kurma başvurusunda bulundu.
Daha evvel, isimlerini “Dörtlü Takrir” ile duyuran ve DP’nin kuruluşunda yer alan diğer milletvekilleri şunlar: Fuad Köprülü ve Refik Koraltan ve Adnan Menderes.
21 Temmuz 1946’daki genel seçimlerde bin bir zahmet ve eziyet ile 60 kadar milletvekilliğini elde ederek partilerini “çeyrek muhalefet” derecesinde Meclis’e sokabilen DP’nin bu kurucu kadrosu, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra ülkenin zirvedeki yönetim kadrosunu teşkil etti: Bayar, Cumhurbaşkanı; Koraltan, Meclis Başkanı; Menderes, Başbakan; Köprülü Dışişleri Bakanı oldu.
* * *
Bediüzzaman Hazretleri, o tarihlerde yaşanan Demokratların lehindeki bu siyasî inkılâbı şu sözlerle senâ eder: “...İttihad-ı Muhammedî (1909) ile müttefik olan (Osmanlı) Ahrar Fırkası, yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeâir-i İslâmiyenin başında olan ezân-ı Muhammedîyi farmasonların zincirlerini kırıp ilân etmesiyle; siyasetten kat-ı alâka eden, eskide ‘İttihad-ı Muhammedî’ şimdi ‘Nurcular’ nâmını alan ve İttihad-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim...” (Beyanât ve Tenvirler: 202)
Bu iktibastan şunu anlıyoruz: 1946 şafağında kurulan ve 1950 baharında tek başına iktidara gelen Demokrat Parti, misyonu itibariyle, Meşrûtiyet döneminde boy gösteren Osmanlı Ahrar (Hürriyet) Fırkasının devamı mahiyetindedir.
Aynı şekilde, o dönemin İttihad-ı Muhammedî’nin devamı da, potansiyel olarak, şimdi İttihad-ı İslâm mânasında devam ediyor.
İttihad-ı Muhammedî, vaktiyle nasıl “Ahrarlara nokta-i istinad” olduysa, şimdiki İttihad-ı İslâm da Demokratlara müttefik ve istinad noktası olması icap ediyor. Başka türlü hareket, bu köklü ve asîl misyona zarar verir.
Demokrasi dönemi
1946-50 tarihleri arasındaki siyasî gelişmelerin seyri hakkında da, kısaca şunları hatırlatmakta fayda var.
Türkiye, 1946'ya kadar tek parti sistemiyle ve mutlak bir istibdat rejimiyle idare edildi. Rejimin resmî adı her ne kadar "Cumhuriyet" olsa da, uygulanan rejimin kendisi, insanlık tarihinde eşine rastlanılmayan bir dikta yönetimi şeklindeydi.
Böylesine ucube ve garabetli bir sistemin başını, şüphesiz Cumhuriyet Halk Partisi çekiyordu. Bütün vebâl onda ve bu partinin özellikle tepe noktasındaki kadrosundadır.
Dolayısıyla, bu zihniyete sahip olanların, kendi rızalarıyla demokrasiye geçiş yapması, yani çok partili siyasî hayatı kabullenmesi her halde düşünülemez.
1945'te biten II. Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye üzerindeki Sovyet Rusya'nın tehditleri devam ediyordu. Keza, dünya barışını sağlamak maksadıyla Birleşmiş Milletlerin (BM) yeniden teşkili çalışmaları dünya ülkelerinin gündemindeydi.

Böyle bir durumda, Türkiye Avrupa ülkeleriyle münasebetlerini geliştirmek ve Sovyet tehlikesine karşı dost ve müttefik ülkeleri bulmak mecburiyetinde kaldı. Bir yandan da BM'nin kurucu ülkeleri arasında yer almak istiyordu.
İşte, bütün bu isteklerin yerine getirilebilmesi için, Türkiye'nin tek parti rejimini terk ile demokrasiye geçiş yapması gerekiyordu. Buna adeta mecbur kalmıştı.
Başkaca bir çare ve çıkış yolu kalmayan Millî Şef İsmet Paşa yönetimi, göstermelik veyahut göz boyamak şeklinde de olsa başka partilerin kurulmasına razı oldu.
Demokrasi adına böyle ciddî bir kapı açılınca, haliyle değişik isimler altında peşpeşe partiler kuruldu. İşte, bu esnada kurulan partilerden biri ve belki de en önemlisi Demokrat Parti (DP) oldu.
* * *
İktidardaki Halk Partisi, kendisine rakip olarak kurulan DP'nin halktan büyük teveccüh göreceğine ilk başlarda pek inanmıyordu.
Ne var ki, bütün bu olumsuzluklara rağmen, 21 Temmuz 1946'da sandık başına giden vatandaşların önemli bir kitlesi DP'ye oy vermiş ve bu anamuhalefet partisine 61 milletvekilliğini kazandırmıştı.
1948'de Prof. Hikmet Bayur başkanlığında Millet Partisi kuruldu.
Halk Partisine rakip, ancak Demokrat Partiye de muhalif olan bu partide şu isimler dikkat çekiyor: Mareşal Fevzi Çakmak, Sadık Aldoğan Paşa ve ateşli bir hatip olan Osman Bölükbaşı. DP’nin neredeyse yarı milletvekilini MP’ye trasnfer ederek Meclis’te grup kurduran bu isimler, iktidar kanadından çok muhalefetteki DP ile zıtlaşmaya yöneldiler.
* * *
Türkiye, 14 Mayıs 1950'de yapılacak olan genel seçim maratonuna böyle bir atmosfer içinde girdi.
Derken, genel seçimlere yaklaşık bir ay kala, MP'nin fahri başkanı Fevzi Paşa aniden öldü: 10 Nisan 1950. Onun ölmesiyle birlikte, Millet Partisinin yıldızı da aniden sönüverdi. Böylelikle, siyasî dengeler de bütünüyle DP lehinde hızla değişmeye başladı ve bu misyonun tek başına iktidara gelmesine bir bakıma yol açılmış oldu.
Seçim sonucu şöyle oldu: 487 milletvekilliğinin 408'ini DP, 68'ini CHP ve ancak 1 tekini MP alırken, geri kalanını bağımsızlar kazandı.
.
Aksekililer ve Çelebiler

Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki (3. Başkan) gibi, onunla pek mânidar bir hatırası olan İnebolu’lu Selâhaddin Çelebi’nin vefatı da yılın aynı gününe, yani 9 Ocak gününe tevâfuk etti.
Antalya Akseki Müftüsü’nün oğlu olan Ahmet Hamdi Hoca’nın, aynı zamanda Osman Yüksel Serdengeçti ile de yakın akrabalıkları var.
Selâhaddin Çelebi ise, İnebolu kahramanlarından Nazif Çelebi’nin oğludur.
Şimdi, tarih sırasına göre bu iki muhterem zâtın kısa biyografisine bakalım.
Bediüzzaman, asrın dehrîsidir
Ahmet Hamdi Bey, 1887’de Akseki’de (Güzelsu) doğdu, 9 Ocak 1951’de Ankara’da vazife başında iken vefat etti.
Kur’ân okumayı babasından öğrendikten sonra, Mecidiye Medresesi'nde tahsil gördü.
Bir müddet de Ödemiş'te dinî ilimleri tahsil ettikten sonra İstanbul'a gelerek, yüksek tahsilini Fatih'teki medreselerde ikmâl etti.
Buradaki Medresetül-Mütehassısîn'i birincilikle bitirdi ve aynı ilim dairesinde hoca (Dersiâm) oldu.
Diyanet dairesinde de uzun yıllar çalıştı. Birinci Reis Börekçi’den sonra Yaltkaya döneminde de görev yaptı ve 1947’de Diyanet İşleri Başkanlığına atandı.
İşte, bu makamda bulunduğu esnada kendisini ziyaret eden Selâhaddin Çelebi, onunla Risâle-i Nur ve Üstad Bediüzzzaman ile ilgili unutulmaz bir hatıra yaşıyor. Bu hikâyenin hülâsası şöyledir:
Haziran 1944’te Denizli Hapsinden çıktıktan sonra bir müddet Şehir Palas Oteli’nde Üstad Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunan Selâhaddin Çelebi, Hasan Feyzi gibi kahramanların o hizmeti devralmasıyla Denizli’den ayrılır.
Üstadının tavsiyesiyle, önce Ankara’ya gider, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ziyaret eder. Başkanlık koltuğunda, M. Kemal’in Dolmabahçe’deki cenaze namazını kıldıran Şerafettin Yaltkaya var. Yaltkaya, bu ziyareti oldukça soğuk karşılar. Bu sebeple, istenen maksat hasıl olmaz.
Üstadına sâdık bir talebe olan kahraman Selâhaddin, yıllar sonra ise, yine Ankara’ya gider ve bu kez Diyanet Reisliğine getirilen Ahmet Hamdi Akseki’yi aynı maksatla ziyaret eder.
Sebeb-i ziyaret olan mevzubahis açılınca, Akseki Hoca, kendisine şunları söyler: “Üstad Bediüzzaman, bu asrın dehrîsidir. Hayatı, eserleri, Kur’ân ve hadis çerçevesi içinde bulunmaktadır. Onda menfî milliyetçilik ve ırkçılık yoktur. Kendisi İslâmiyet milliyetini savunur. Türk milletinin de bu kudsî milliyetin bayraktarı olduğunu ifade eder.”
Babasına lâyık bir evlât
1913 doğumlu olan Selâhaddin Çelebi, 1936’da Kastamonu’daki 131. Alaydan terhis olduğunda, Bediüzzaman ismindeki âlim bir zatın sürgün olarak Kastamonu’ya geldiğini duyar.
Meseleyi biraz araştırdığında ise, bu zatın karakolun daimî gözetimindeki bir evde yapayalnız yaşadığını ve kimse ile görüştürülmediğini öğrenir.
Bu bilgileri, terhis olup İnebolu’ya geldiğinde, ayrıca babasıyla da paylaşır. Babası ise, o zatı tanıdığını ve yarından tezi yok derhal Kastamonu’ya gideceğini söyler.
Babasından kısa bir süre sonra, elinde Âyet-i Hasbiye Risâlesi (4. Şuâ) olduğu halde Kastamonu’ya giden Selâhaddin Çelebi, ziyaretine gittiği Üstad Bediüzzaman’ın evde olmadığını, 6-7 kilometre uzaklıktaki Karadağ mevkiine gittiğini öğrenir.
Kendisi de doğruca oraya gider ve o tenhada Hz. Bediüzzaman’la yakînen tanışır. Ve—tıpkı babası gibi—bir daha ayrılmamacasına Nur’un hizmetine dahil olur. Özetle:
- Baba ile oğul Çelebiler, 1930’lu yılların ortalarında Kastamonu’da ziyaret ettikleri Üstad Bediüzzaman’ın hizmetine girerler, Risâle–i Nur’a birlikte talebe olurlar.
-Baba ile oğul, 1943’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edilirler, 1944 Haziran’ında birlikte beraat ederler.
-Baba ile oğul birlikte, 1948’de Afyon Hapishanesi’nde de aynı kaderi paylaşırlar.
-Baba ile oğul, 1940’lı yılların ortalarında İstanbul’dan satın alıp getirttikleri teksir makinesiyle Nur Risâlelerini neşretmeye başlarlar.
-Baba ile oğulun hizmet hayatı gibi, vefat hadiseleri arasında da düşündürücü bir tevâfuk var: İkisi de hac fârizasını ifâ ettikten kısa bir süre sonra Hakk’ın rahmetine kavuşurlar. Baba 1964, oğul ise 1977’de vefat eder.
Ne mutlu onlara... Cenâb-ı Hak, ganî ganî rahmet eyleye…
@salihoglulatif: Dünya dediğin, kuyruğu yağlı-kaygan bir tazıya benzer. Peşinden hırsla koşturup durursun; tam "Aha, yakaladım!" diye sevinirsin; ama, hoop elinden kayıverip gittiğini görürsün.
.
Kahraman dışlandı; Mason baştacı edildi (1)

Yakın tarihe damgasını vurmuş iki zıt şahsiyetin—yılı farklı olmak beraber—ölüm günleri aynı: 10 Ocak
Bunlardan birincisi Şükrü Kaya, diğeri ise Ali Fuat Paşadır.
Önce, bir özet bilgi sunalım...
Şükrü Kaya: 10 Ocak 1959’da öldü. M. Kemal’in değişmez Dahiliye Vekili (11 sene: 1927-38) idi. Ayrıca, 1935-39 yıllarında CHP Genel Sekreterliğinin ve daha mühim bir yönü de Mason Cemiyetinin büyük üstadlarından biri olması. Tarihçi Mustafa Armağan, geçenlerde onun hakkındaki masonluk belgesini yayınladı. Biz de iktibas ettik: (https://twitter.com/salihoglulatif/status/816954664914710528)
Ali Fuat (Cebesoy) Paşa: 10 Ocak 1968’da vefat etti. M. Kemal’in yakın meslek ve mücadele arkadaşı idi. Kuva-yı Milliye Komutanı da oldu. Sonradan adım adım dışlandı ve mağdur edildi. Karabekir’in safında siyasete atıldı. Ne var ki, Kemalistlerin elinden, Karabekir gibi onun da hayatı azaba dönüştü. Ona Demokrat Parti zamanında yeniden sahip çıkıldı. 27 Mayıs Darbesinden o da nasibini aldı.
Şimdi, bu iki şahsiyeti biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

Mustafa Armağan’ın yayınladığı Şükrü Kaya’nın mason olduğuna dair belge.
Dine düşman bir mason
Tam bir “mason üstadı” olduğu halde, daha çok İçişleri Bakanı olarak şöhret kazanan Şükrü Kaya, 1883'te İstanköy'de doğdu. (Burası, halen Yunanistan'a bağlı bir ada.)
İlk ve orta tahsilinin ardından, İstanbul'a gelerek Galatasaray Sultanisine girdi. Ayrıca, 1908'de Hukuk Mektebini bitirdi. Hukuk tahsilini ikmâl için Paris'e gitti.
İstanbul'a dönünce Hariciye Nezaretinde kâtipliğe başladı. Mülkiye müfettişi oldu. Aşâir ve Muhâcirîn (aşiretler ve göçmenler) Genel Müdürü oldu. Mülkiye Müfettişi olarak Anadolu'da ve Irak'ta bulundu. Bilâhare İzmir'e gitti.
Mondros Mütarekesinden sonra (Ekim 1918) İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine girdi. Bu yüzden tutuklanarak İstanbul'daki Bekirağa Bölüğüne gönderildi.
İstanbul'un işgalinden sonra Malta'ya sürüldü. Malta'dan kaçarak Avrupa'ya gitti. Bir süre İtalya ve Almanya'da kaldıktan sonra Anadolu'ya geldi ve Milli Mücadeleye katıldı. I. Lozan’da da bulundu.
1923'te İzmir Belediye Başkanlığına getirildi, ardından Menteşe milletvekili olarak Meclis'e girdi. 1924'ten itibaren bazı bakanlık görevlerinde bulunduktan sonra, 1927'de kurulan 4. İsmet Paşa Hükümetinde İçişleri Bakanı oldu.
İşte, bu tarihten M. Kemal'in ölümüne kadar (1938) da aynı bakanlık görevinde bulundu.
Esasen, "Bulunduğu makama sığmayan adam" olarak da nâm yapan Şükrü Kaya'nın en büyük icraatı da, bu yıllarda (1927-1938) oldu. 11 yıllık Dahiliye Nazırlığı esnasında, bilhassa âlimlere ve dindar insanlara âdeta kan kusturdu.
Meselâ, Bediüzzaman Hazretleri ve talebelerinin yedi-sekiz yıl boyunca Barla’da gördükleri eziyet, 1934'teki Isparta Hadisesi (baskın ve soruşturma), 1935'te işkenceli Eskişehir Mahkemesi, 1936'da başlayan Kastamonu sürgünü, Şükrü Kaya'nın bakanlığı döneminde yaşandı.
* * *
Dahiliye Bakanlığı görevi zamanında masonlarla da içli dışlı olan Şükrü Kaya, 1935'te bu teşkilâtın kapatılması vesilesiyle hükümet adına yaptığı resmî açıklamada "Türk Masonları kendi ideallerinin hükümetin esas programına dahil olduğunu görerek, kendi teşkilâtlarını kendileri fesh etmişlerdir. Hükümetin bu iş üzerinde hiçbir teşebbüsü ve alâkası yoktur" diyerek, aslında nasıl bir misyonu üstlenmiş olduğunu gösteriyordu.
Bir sonraki yazı: Ali Fuat Paşa
.
Kahraman dışlandı; Mason baştacı edildi (2)

Dün, tek parti devrinin diktatör ruhlu İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’dan söz etmiştik, bugün de ona zıt bir şahsiyet olan Ali Fuat Paşa’dan söz edelim.
* * *
Ali Fuat Cebesoy, 1882 İstanbul doğumludur. Sultan II. Abdülhamid dönemi paşalarından ve Millet Meclisi’nin ilk Bayındırlık Bakanı olan İsmail Fazıl Paşa’nın (vefatı Nisan 1921) oğludur.
İlk tahsil devresinden sonra, babasının isteği üzerine Harp Okulu’na kaydolur. Burada, ne gariptir ki, ileride hem uzlaşıp hem zıtlaşacağı M. Kemal ile aynı sınıfa düşer.
Ali Fuat, Harp Okulu’nu birincilikle, M. Kemal ise ikincilikle bitirir. Bu dönemden itibaren, aralarında hem bir yakınlaşma, hem de zımnî bir rekabet ve çekişme hali yaşanır.
Zıtlaşma yönü, özellikle 1921'den sonra (Moskova Elçiliği) esnasında su yüzüne çıkar, 1925'te (Terakkiperver Fırkası’nda yer almasıyla) aleniyete dökülür ve bir sene sonra da (İzmir Sûikastı dâvâsı ile), ikisi arasındaki zıtlaşma âdeta bir ölüm-kalım şekline dönüşür.
O bir millî kahraman
Ali Fuat Paşa, şahsî ahlâk ve yaşantısı ne şekilde olursa olsun, iyi bir asker, dürüst ve cesur bir kumandandır. Bu yönünü 1911'deki Trablusgarp Harbi’nde bilfiil ispat ettiği gibi, daha sonra yaşanan Balkan Savaşı esnasında, özellikle Karadağ'da, Yanya Kalesi'nde, Pista ve Pisani muharebelerinde de açıkça gösterir.
Onun aynı tarz mazhariyet ve muvaffakiyeti, Birinci Dünya Harbi’ndeki Kanal Harekâtı, Şarkî Anadolu'daki 5. Tümen Kumandanlığı esnasında da devam eder.
Millî Mücadele’nin başladığı 1918 yılı sonları ile 1919 yılı başlarında merkezi Ankara'da bulunan kolorduya kumandanlık yapan Ali Fuat, Erzurum'daki kolordu kumandanı Kâzım Karabekir ile eş zamanlı olarak düşman saldırılarına karşı düzenli birliklerle karşı koymaya başlar.
Zaten, Mondros Mütarekesi’nden sonra silâh bırakmayı reddeden ve Osmanlı orduları içinde bir istisnaî durum teşkil eden de, bu iki kolordu idi. Esasen, 1919'dan itibaren Anadolu'da sergilenen direniş hareketlerinin omurgasını, yine bu iki kolordu teşkil ediyordu.
Ali Fuat Paşa’nın İzmit'ten Anadolu'ya doğru ilerleyen İngiliz kuvvetlerine karşı giriştiği mücadele ve bu istilâcı kuvvetleri Adapazarı civarında durdurması, onu halkın gözünde millî kahraman mevkiine çıkardı.
Nitekim, Eylül ayında yapılan Sivas Kongresi sonrasında onun Umum Kuva-yı Milliye Kumandanı yapılması, halkta ve ordu nezdinde hak etmiş olduğu bu kahramanlığının bir neticesi idi. Onun bir başka muvaffakiyeti ise, İstanbul hükümetini dinlemeyerek, vatanın her tarafında Müdafaa–i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyetleri’nin kurulmasını teşvik etmesi ve bütün imkânlarıyla bunu destekleyen hayırlı neticeler elde etmesidir.
* * *
Ne gariptir ki, herşey yolunda giderken ve Ali Fuat Paşa başarı üstüne başarı elde ederken, Ankara'da aniden farklı durumlar ortaya çıkmaya ve ters yönden esen rüzgârlar belirmeye başladı. Ankara hükümetinin ilk kuruluş günlerinde Batı Cephesi Komutanlığı hizmetini yürüten Ali Fuat Paşa, Albay İsmet Bey tarafından altı oyulmaya ve birden bire Çerkez Ethem taraftarı olmakla itham edilmeye başlandı.

Sonradan iftira olduğu anlaşılan bu ve benzeri ithamlar yüzünden cepheden Ankara'ya çağrılan Ali Fuat Cebesoy, derhal Moskova Büyükelçiliği’ne atandı. Batı Cephesi ise, böylelikle Albay İsmet'e kaldı.
Gitmiş olduğu Rusya'da da ülkesi için yararlı neticeler elde eden Cebesoy, 10 Mayıs 1921'de Ankara'ya dönerek Meclis'te siyasî çalışmalarına başladı. Ardından, sırasıyla şu hizmetlerde bulundu: Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti Başkanlığını, 1923'te Konya'da 2. Ordu Müfettişliği, 1925'te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk muhalefet partisi Terakkiperver Fırkası’nın kurucu üyeliği..
Aynı yıl içinde partisi kapatılan ve ülkede yaşanan kargaşanın sorumluları arasında gösterilen Cebesoy, 1926'da ise muhayyel İzmir Sûikastı hadisesiyle irtibatlandırılarak, İstiklâl Mahkemesi’nde idam talebi ile yargılandı. Ancak, bu dâvâdan beraat ederek kurtulmasına rağmen, artık ülke genelinde hakimiyetini tesis etmiş olan Halk Partisi’nin gazabından bir türlü kurtulamadı. Tâ 1939'a kadar askerî hayatı gibi siyasî hayatı itibariyle de vatan ve millet hizmetinden tümüyle koparılmış oldu.
* * *
M. Kemal'in ölümünden sonra tekrar siyasete dönen Cebesoy, 1939'dan 1960'a kadar Meclis'de görev yaptı. Bu zaman zarfında Bayındırlık Bakanlığı ile Meclis Başkanlığı görevlerinde bulundu.
27 Mayıs Darbecileri (1960) tarafından DP'li olduğu için bir kez daha cezalandırılmak istenen Cebesoy, Yassıada'da uzun müddet yargılanarak, hayatının son yılları da âdeta azaba dönüştürülmeye çalışıldı
.
Bâbıâli’de İttihatçı-Halaskârân çekişmesi

Sadrâzam Kâmil Paşa (1833-Kasım 1913) hükümetinin pasifliğine daha fazla dayanamayan İttihat-Terakki Cemiyeti merkezi, bir hükümet darbesi plânladı.
Cemiyet merkezinde gizlice toplanan İttihatçıların ileri gelenleri, bu işe Enver Paşa’yı uygun gördü. Hazırlıklar da ona yapıldı.
23 Ocak 1913 günü beyaz bir ata binen Enver Paşa ve beraberindekiler, cemiyetin Nuruosmaniye’deki merkezinden Babıali’ye doğru harekete geçti.
Bu tarihî hadisenin arkasındaki asıl çekişmenin sebebi, ordunun siyasete bulaşması ve bu zehirle serseme dönmesiydi. Askerî cenâh, İttihatçı ile Halaskârân Zâbitân grupları arasında bölünmüş durumdaydı. Biri diğerinin yardımına gitmiyor, dahası bir diğerinin yıpranmasını, hatta düşmana karşı mağlûp düşmesini istiyordu.
Görünürde ise, başarısız ve sürekli toplantı halinde olan bir kabine vardı. Nitekim, baskın planı da bu noktada temerküz etti.
* * *
Genel durum: 1911'deki Osmanlı-İtalyan Savaşı neticesi, Ege Denizi’ndeki adalar kaybedilmişti. Bir sene sonra patlak veren I. Balkan Savaşı da mağlûbiyetle neticelenerek, Edirne şehri Bulgarların eline geçti. Bir avuç Bulgar askeri, hiçbir çatışma yaşanmaksızın koca Osmanlı ordusunu tâ Çatalca önlerine kadar geriletti.
Bu fecî mağlûbiyet ve gerilemenin en mühim sebeplerinden biri "siyasetin orduya bulaştırılması", diğeri ise ordunun modernize edilememesidir.
İttihatçı komitacılar, bu durum karşısında dehşetli bir propaganda ile yaşanan fecâatin bütün vebâlini kendilerinden olmayan Kâmil Paşa ve kabinesine yüklemeye çalıştılar: "Kâmil Paşa hükümeti, Edirne'yi sattığı gibi, Adaları da düşmana peşkeş etti" demeye getirdiler.
* * *
23 Ocak’ta yapılacak darbe için hükümet merkezi olan Babıali’de de, gerekli bazı tedbirler önceden gizlice alınmıştı.
Binbaşı Enver Bey, arkasından yaklaşık 200 kadar bir kalabalıkla Bâbıâli'deki hükümet merkezine geldi.
Hükümet binası önüne varıldığında, kalabalık daha da artmış durumdaydı. Ortalığı bir anda ‘‘Yaşasın millet! Yaşasın Enver!’’ sadâları kapladı.
Kabine, kelimenin tam anlamıyla gafil avlandı. Hemen hiç çatışma yaşanmadan, Enver Paşa, Babıali’deki hükümet binasına (şimdiki valilik binası) gayet rahat bir şekilde gelip girdi.
Yapılan baskın hareketi esnasında, bazı mühim şahsiyetler tetikçilerin kurşunlarına hedef oldu: İttihatçılardan Mustafa Necip, polis komiseri Celal Bey ile Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa, yaşanan kargaşa esnasında vurularak vefat ettiler.
Enver Paşa da, Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Kâmil Paşa’nın makamına girip, kafasına tabanca dayadı ve sert bir ifadeyle milletin kendisini istemediğini, mutlaka istifa etmesi gerektiğini söyledi.
Kâmil Paşa, maruz kaldığı baskı sebebiyle istifaya mecbur kaldığını padişaha hitaben yazarak, Sadâret makamından ayrıldı.
Aynı gün, Sadâret makamına Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa getirildi.
Ne var ki, doymak bilmez hırslarını tatmin edemeyen İttihatçı komitacılar, birkaç ay sonra kendilerinden olan Şevket Paşayı da bir sûikast neticesi öldürerek, iktidar nimetinden daha fazla menfaat kapmanın hesabı içinde bulunduklarını tarihe yazdırmış oldular.
* * *
Bâbıâli Baskınını yapanlar, Meclis’i değil, acziyet içinde gördükleri bir hükümeti hedef almıştı.
Bu maksatla yapılan baskın, bir derece hedefine ulaştı.
Nitekim, kısa bir süre sonra Edirne Bulgarlardan geri alındı. Ancak, dahilî ve haricî sıkıntılar yine de bitmedi; aksine, katlanarak devam etti. Zira, birikmiş büyük hata ve günahlarımız vardı.
Bu hata ve günahlar, ülkeyi hem II. Balkan Harbine, hem I. Dünya Savaşına sürükledi; hemen ardından, bu necip milleti İstiklâl Harbiyle karşı karşıya getirmiş oldu.
@salihoglulatif:
Demokratlık üçe ayrılır:
1- Sözde demokratlık, görünürde demokrat olmak.
2- Lokal demokratlık, kendine demokrat, münferit demokratlık.
3- Ahrar-Demokrat, Misyona hizmeti meslek ittihaz eden demokratlık.
.
K. Karabekir ile M. Kemal mahkemesi

Bundan yetmiş sene kadar evvel (26 Ocak 1948) vefat eden Millî Mücadele kahramanlarından Kâzım Karabekir, ne yazık ki ekseriyet tarafından hakkıyla bilinmiyor, tanınmıyor.
Aslında tarih mahkemesinde görüşülmesi gereken bu tuhaf vaziyetin önemli iki sebebi var.
Birincisi: M. Kemal ile sonradan birçok noktada ters düşmesi;
İkincisi ise: Sonradan “Günlükler” ismiyle yayınlanan kendi Hatırât‘ının, bir başka hatırât olan M. Kemal’in “Nutuk” kitabı ile yine pek çok konuda zıt düşmesidir.
Oysa, biri diğerisiz anlaşılamaz ve hakkıyla anlatılamaz. Muhakemeli, karşılaştırmalı gitmek lâzım. Yoksa...
Meselâ: M. Kemal’in sadece asker ve siyasetçi yönünü bile lâyıkı veçhiyle anlayabilmek için, hem Karabekir Paşanın biyografisini detaylı şekilde bilmek, hem de onun yazdıklarını (bir kısmı yayınlanamayan) bilgi, belge ve hatıra notlarını didik didik araştırıp okumak icap eder. Aksi halde, yazılacak veya söylenecek hemen her söz ya eksik kalır, ya da yanlış olur.
Zira, doğum tarihleri dahi hemen hemen aynı (1881-82) olan bu iki şahsiyet, tâ 1924’de kadar da birlik ve beraberlik içinde hareket etmişler: Özellikle Millî Mücadelenin başında biri Trabzon, diğeri Samsun’da iken haberleşmiş, Amasya Tamimine birlikte imza atmış, Erzurum ve Sivas Kongrelerine birlikte katılmış, Ankara Hükümetini ve Meclisini birlikte kurmuş, istilâcı düşmana karşı aynı cephede mücadele etmişler, vesâire...
1924’te ise, özellikle Hilâfet’in lağvedilmesinden sonra yolları ayrılmış ve farklı siyasî kulvarda bulunmayı tercih etmişlerdir.
M. Kemal, CHF’nin Kurucu Genel Başkanı iken, Karabekir Paşa da TCF’nin Kurucu Genel Başkanı olmuş. Biri iktidar, diğeri anamuhalefet partisi olarak...
Ne var ki, M. Kemal ve yakın arkadaşları, siyaseten yolunu ayıran Karabekir ve dâva arkadaşlarını rahat bırakmamış. Daha açık bir ifade ile, onlara dünyayı dar ve hayatı zindan etmişler.
Meselâ, partilerini (TCF) kapattırmakla yetinmeyerek, 1925 yılı başlarında Doğu’da zuhûr eden Şeyh Said Hadisesinin faturasını da onlara yükleyerek, her birini adeta birer mücrim, bir hain durumuna düşürdüler.
TCF’liler, devlete ait kuvvetlerin marifetiyle yakın takibe alındılar. Ev ve işyerleri sıkı, hatta tehditli arama-taramalardan geçirildi. Bu İstiklâl gazileri, eften-püften bahanelerle en ağır şekilde cezalandırıldı.
Yapılan cezalandırma ve bed muamele ile yetinilmemiş olacak ki, 1926’da tam bir kumpas olarak tertip edilen “İzmir Sûikastı” bahanesiyle, yeni ve çok daha şiddetli cezalar devreye sokuldu. Peşpeşe idamlar yapıldı.
Başta Karabekir olmak üzere, R. Orbay gibi Millî Mücadelenin en gözde kumandanları bile, idam edilmekten kıl payı kurtulabildiler.
Ne var ki, idamdan kurtulan bu İstiklâl madalyalı kahramanlar, bir takım cebrî ve keyfî cezalardan kurtulamadı. Meselâ, 1939’a kadar değil siyasete girmek, yahut milletvekili seçilmek, bazıları için Ankara’ya ayak basmak dahi son derece tehlikeli, sakıncalı, dolayısıyla imkânsız bir hale geldi.
Nitekim, “Şark Fatihi” olarak da bilinen Karabekir Paşa, 1939’da yapılan milletvekili seçimlerinde ancak adaylığını koyup zor belâ seçilebildi.
Bu tarihte mebus seçilen ve Ankara’ya gelen Karabekir, bir müddet sonra Meclis Başkanlığına getirildi ve bu makamda iken 26 Ocak 1948’te Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Onun vefatıyla boşalan Meclis Başkanlığına, meslektaşı ve eski mücadele arkadaşı Ali Fuat Cebesoy getirildi.
Cebesoy, bu makamda ancak dokuz ay kadar durabildi. Mesafeli de olsa, onun siyaseten muhalefetteki DP'ye meyletmesi, CHP'lileri hiddete getirdi.
* * *
Konuyu, K. Karabekir Paşanın Günlükler’inden iktibas ettiğimiz kısacak bir bölüm ile bağlayalım:
21 Mayıs 1919: Mustafa Kemal'den ilk şifre: Neden Samsun'a çıkmış? Neden Samsun'da vakit geçiriyor? "Memuriyeti kabul ettim" diyor. Neden daha evvel etmedi? Bu memuriyet nedir? Padişah ve Ferit Paşa'nın birer nefer gibi hizmet edeceğiz diye gazetelerde beyannameleri vardı. Kemal Paşa'yı mukavemet için mi gönderdiler. "Fahrî Yaver-i Padişahî" dediğine nazaran, Padişah tarafından bir vazifedar mı idi?
19 Ekim 1922: M. Kemal’e, (Lozan'daki) Sulh Konferansına Saltanatı lağv ve Hilâfeti Âl-i Osman’da bırakmak sûretiyle ve tam Türk milliyetçiliğiyle gitmekliğimizin faydalarını anlattım.
M. Kemal “Sulh heyetimize baş murahhas (delege) olarak seni gönderemem. Çünkü, sen kafanla hareket edersin. İsmet Paşayı göndereceğim. Çünkü, o sözümden çıkmaz” dedi.
.
Dr. Saydam ile Şair Ecevit’in Başbakanlığı

Doktor Refik Saydam, İsmet Paşa sayesinde Başbakan oldu; İ. Paşadan sonra CHP’nin başına gelen Şair Bülent Ecevit ise N. Erbakan sayesinde ilk kez Başbakan oldu.
* * *
Evet, Türkiye'de tanınmış iki siyasî kişiliğin ilk kez Başbakan oluşları, ay ve gün itibariyle birbirine tam tamına denk düştü: Bu politikacılardan biri Dr. Refik Saydam, diğeri ise Bülent Ecevit'tir. İkisinin de kabineyi kurup Başbakan sıfatıyla göreve başlaması, farklı yıllarda olup 25-26 Ocak günlerine rastlıyor.
* * *
Ocak 1939'da ilk kez Başbakan olan Refik Saydam, Cumhurreisi İsmet Paşa’nın has adamı olup CHP Genel Sekreterliği görevini yürütüyordu. Aciptir ki, Ocak 1974'te ilk kez Başbakanlık makamına gelen Bülent Ecevit de tıpatıp aynı durumda ve aynı konumda görev yaptı. Yani, o da İsmet'in gözde adamı olup, aynı partinin Genel Sekreterliği görevinde bulundu.
* * *
Adı geçen iki politikacının Başbakanlığı zamanında, İsmet Paşa açısından iki mühim hal yaşandı: Dr. Saydam zamanında “en güçlü” konumda olan İsmet İnönü, Ecevit zamanında ise “en zayıf” bir vaziyete düştü.
Zira, 1972'ye kadar CHP Genel Başkanı olan İnönü, bu sene içinde yapılan kongrede rakibi olan Ecevit'e mağlûp düştü ve başkanlık koltuğunu kaybetti. İsmet Paşa, bu duruma düşmeyi kabullenmedi. Yaklaşık elli senedir içinde ve başında yer aldığı CHP'den de, üyesi bulunduğu parlamentodan da ümidini keserek istifa etti. Böylelikle, siyasetteki halefi M. Kemal'le dünyada küs ayrılan M. İsmet, selefi M. Bülent'le de küs ve dargın olarak gitti.
* * *
25 Ocak 1939'da C. Bayar’ın çekilmesi ile kabineyi kuran ve bir gün sonra Başbakanlık görevine fiilen başlayan Refik Saydam, asker kökenli bir doktordu. Askerî Tıbbiye mezunuydu.
Gülhane'de ve yurt dışında ihtisas yapmış, mesleğinde kendini iyi yetiştirmiş ve büyük tecrübe kazanmış, aynı zamanda siyasetle de irtibatını hiç koparmamış olan çok yönlü bir kişiydi.
Dr. Saydam, 1938 yılı Sonbahar'ına gelindiğinde, M. Kemal'in hastalığının ölümcül olduğunu en iyi bilenlerin arasındaydı. Ayrıca, M. Kemal'in çevresinde bulunan, hatta yanı başında görev yapan meslektaşlarıyla sıkı irtibat halindeydi. Olup bitenleri yakından takip ediyordu.
Bu arada, yakalandığı siroz hastlığının pençesinden kurtulamayacağını anlayan M. Kemal de, bir vasiyetname hazırlamayı düşünüyordu. Ne var ki, kendisinden sonra yaşanacak muhtemel gelişmeler zihnini kurcalıyor, hele hükümetin başından uzaklaştırdığı İsmet'in durumu onu iyice tedirgin ediyordu.
Vasiyetini yazma hazırlığında olan M. Kemal, İsmet'in rahat durmayacağını, kendisinden sonra makamına geçmeye ve ülke yönetimini teslim ettiği siyasileri de rahat bırakmayacağını kuvvetle muhtemel görüyordu. Bu sebeple, iddiaya göre İsmet'in bir şekilde devre dışı edilmesini istiyordu. Vasiyetini de ona göre yazacaktı.
Nitekim, vasiyetin 5. maddesinde yer alan şu ifadeler, bu yöndeki iddialara kuvvet veriyor ve adeta senet teşkil ediyor: "İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır."
İsmet Paşa, şayet hayatta ve Pembe Köşk'te bir asker ve siyaset emektarı olarak hayatını devam ettiriyor ise, onun çocukları neden "yardıma muhtaç" bir durumda olsunlar?
Bu konuda ortaya atılan iddiaların özeti şudur: İsmet Paşa’ya kuyu kazıldığını haber veren ve M. Kemal'in ölümüne kadar bir şekilde gizlenmesi için en büyük çabayı harcayan kişi, Dr. Refik Saydam'dır.
Onun bu iyiliğinin karşılığı da, M. Kemal'in ölümünden iki ay iki hafta sonra gelen Başbakanlık makamı olmuştur.
* * *
İsmet Paşa’nın ilk gözdesi olan Refik Saydam doktordu, son gözdesi olan Ecevit ise şairdi. Şairliği sebebiyle olacak ki, çok duygusal bir politikacıydı. Bazan hırsızları, canileri, hatta komünist anarşistleri dahi affettirecek kadar yufkalaşır; bazan da halkın iradesiyle milletvekili seçilmiş saygıdeğer bir hanımefendiye karşı kükremiş aslan kesilerek, akıl almaz bir husûmet ve huşûnet ateşiyle hareket ederdi.
Koalisyon ortağı Necmettin Erbakan'ın desteğiyle "74 Affı"nda anarşistleri hapishanelerden salıverdiren Ecevit, yine aynı Erbakan'ın partisinden 1995'te Meclis'e giren Merve Kavakçı'ya karşı ise, en yasakçı militarizme dahi rahmet okutacak bir yasakçı tavır sergiledi.
* * *
Erbakan’la anlaştıktan sonra ilk kez 26 Ocak 1974'te Başbakanlık koltuğuna oturan Bülent Ecevit, yaklaşık kırk yıl (1957'den itibaren) müddetle siyasetin değişik kademelerinde görev yaptığı halde, ortaya övünülecek hiçbir varlık koyamadı. Günümüz itibariyle—Kıbrıs gailesi haricinde—ona izafe edilecek bir tek hizmet eseri yoktur.
Şayet sırf şair olarak kalsaydı, hani belki kalıcı bazı şiirler yazabilirdi. Ne var ki, bir siyasetçi olarak geride hayırla yâdedilecek herhangi bir eser bırakmadı.
@salihoglulatif:
Tekrarlayalım: Tek tek'ler tekleştirir; bir bir'ler birleştirir. @Ahmet66yldz
.
Ertuğrul, kuruluş, fetret, hâkimiyet, çöküş...

Yaygın olan kanaat ve kabule göre, 624 yıl ömür süren Osmanlı Devleti, 27 Ocak 1299'da Söğüt'te kuruldu.
İkinci derecedeki görüş, Yenişehir ve ardından Koyunhisar'ın fethinden sonra, bu devlet 1301-1302 senesinde Yalova'da kurulduğu şeklindedir.
Bunların dışında, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu daha evvel ve daha sonraki tarihlere dayandıranlar da var.
Netice itibariyle, bu cihangir devlet, Ertuğrul Beyin oğlu Osman Gazi tarafından kurulmuş olup, başlangıç olarak 1299 senesinin esas alınmasında bir sakınca yoktur.
* * *
Lem’âlar isimli eserin 18. Kısmında, Osmanlı Devleti’nin İslâmiyet nâmına kurmuş olduğu hâkimiyet devresinin yaklaşık 500 sene olduğu ifade ediliyor. Kuruluşundan tâ Yıldırım Bayezid zamanındaki Ankara Faciası sonrasına kadar olan süre “Bir nevi fetret devresi” şeklinde yorumlanıyor.
Hâkimiyetten kasıt, Anadolu Birliğinin kurulması, parça-bölük durumdaki Beyliklerin Osmanlı’ya dahil olması, bilhassa müjdelenmiş olan İstanbul Fethine giden yolun açılarak tarihin akışını değiştirecek bir kuvvet, kudret ve şevketin vücuda getirilmesidir.
Bu iki yönlü girizgâhtan sonra, Osmanlı’nın kuruluş, istiklâl ve izmihlâl sürecine kısaca bir nazar gezdirelim.
Söğüt'te yeşeren çınar
1200'lü yılların ilk çeyreğinde Orta Asya'dan Anadolu'ya hicret eden Kayı boyuna mensup bir aşiret, kısa aralıklı duraklamalardan sonra, Anadolu'nun Batısında yer alan Söğüt mıntıkasına gelip yerleşti. Ertuğrul Beyin idaresinde Söğüt'ü kışlak, Domaniç taraflarını ise yaylak olarak kullanan aşiret, Anadolu Selçuklu Sultanlığı’na bağlı bir Uç Beyliği konumunda idi.
1250'li yıllardan itibaren Moğollar'ın tahakkümü altına giren Selçuklu ise, giderek zayıflamaya yüz tuttu. Öyle ki, 1281'de Ertuğrul Beyin vefatı esnasında, Selçuklu Saltanatı’nın varlığıyla yokluğu arasında pek bir fark kalmamıştı.
Moğollar (İlhanlı), atadıkları valiler marifetiyle Anadolu'yu yönettikleri gibi, iki başlı hale (Kayseri, Konya) getirdikleri Selçuklu tahtına kimin geleceğini de yine kendileri tayin etmekteydiler. Bu durumda, Osmanlı Beyliği’nin istiklâliyetini ilân etmesinin önünde ciddî bir mani kalmamış oluyordu.
* * *
Babası Ertuğrul Beyin vefatından sonra aşiretin başına geçen Osman Gazi, tasarladığı büyük idealler istikametinde hızlı ve azimli adımlar attı.
Bizans tekfurlarıyla yaptığı mücadelelerin hemen tamamında muzafferiyetler kazandı. Söğüt ile Domaniç arasındaki bölgeyi aldıktan, bilhassa İnegöl ve çevresini fethettikten sonra (1298), bağımsızlığını ilân etme kararına vardı. Bu karar, nihayet 27 Ocak 1299'da açıklandı. Böylelikle, Osman Gazi liderliğinde 600 küsûr sene ömür sürecek olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye kurulmuş oldu.
* * *
Marmara Bölgesinde büyük fütûhat yapan ve ömrünün sonuna kadar zaferden zafere koşan Osman Gazi, 1326'da yaşlanmış ve artık ölüm döşeğine uzanmaya mecbur kalmıştı. Lâkin, o vaziyette bile Bursa'nın fethini düşünüyordu. Oğlu Orhan Gaziyi yanına çağırdı ve ona birkaç maddelik Baba Nasihatinde bulunduktan sonra, ayrıca şunu vasiyet etti: "Oğul Orhan! Bursa'yı aç, gülzâr eyle..."
Vasiyet aynen gerçekleşti... O sene içinde, harikulâde bir kuşatma ve dahiyane bir harp planıyla Bursa'yı fethedip gülzâr eyleyen Orhan Gazi, burayı Devlet-i Osmaniye'nin merkezi haline getirdi. Devlet adına ilk para da burada basılmış oldu.
* * *
Bursa'nın fethinden sonra, İstanbul'a yüklenmek yerine Rumeli'ye açılmayı ve böylelikle Bizansı ablukaya almak isteyen Osmanlı, bu maksada matuf önemli adımlar attı. Öncelikle, Marmara'nın güneyindeki coğrafyada yerleşik durumdaki beyliklerle haricî düşmana karşı ittifak kurdu.
Hemen ardından, Gelibolu üzerinden Rumeli'ye geçildi. Zamanla, Doğudan İstanbul Boğazı’na kadar gelip dayanan Osmanlı akınları, bir yandan da Rumeli'nin içlerine doğru hızlı bir fütûhat hareketine girişti.
Avrupa'ya karşı kazanılan zaferler silsilesinden sonra, fetih sırası artık İstanbul'a (Bizans) gelmişti. Bunu da, çağ kapayıp yeni bir çağ açan Fatih Sultan Mehmed yapacaktı. (1453)
Fatih'in torunu Sultan Selim ise, Şark coğrafyasında fütuhat yapacak ve kısa zaman içinde İslâm Birliği dâvâsını tatbik sahasına koyacaktı.
Osmanlı Devleti, Kànunî Sultan Süleyman zamanında hemen her yönüyle zirveye çıktı. Rakip tanımayan bir devlet oldu. Lâkin zirve, bir bakıma dönüş demekti. Bu gerçeğe binaen, Osmanlı Devleti de 1570'lerden itibaren zirvede tutunmaya çalıştı. Ancak, Viyana Bozgunu ve hemen ardından imzalanan Karlofça Antlaşması'ndan (1699) sonra, devlet adım adım küçülmeye ve gerilemeye yüz tuttu.
Ondan sonra da, kısmî başarılarla birlikte büyük felâketler birbiri ardına sökün edip geldi. Ancak, bütün bu felâketlere rağmen, Osmanlı'yı haricî düşmanlar değil, dahilî fitneler ve ihanetler yıktı. 1807’de başlayan kanlı Yeniçeri Hadiseleri, 1939 Nizip Bozgunu, kanlı 1876 Darbesi, 1909 31 Mart ve Hareket Ordusu Darbesi, vesaire...
* * *
Saltanatın yerini Cumhuriyetin alması, 600 yıllık Osmanlı Hanedanı’na mensup bütün fertlerin nankörce ve dahi acımasızca hudut harici edilmesini gerektirmezdi.
Hele, Hilâfet müessesesinin lağvedilmesi, dahilde ve hariçte beslenen derin ve şiddetli husûmetin sadece Osmanlı ile sınırlı olmadığının da açık bir göstergesi olsa gerektir.
.
Mecelle yerine İsviçre kànunları

Yaklaşık yirmi yıl müddetle (1868'den beri) takdirkârâne çalışan ilmî Mecelle Heyeti, 28 Ocak 1889’da hizmetini tamamlayarak faaliyetine son verdi. Dolayısıyla, âlimler heyeti de dağılmış oldu.
İslâm fıkhına göre hazırlanan ve bir nevi Kànunlar Mecmuası olan Mecelle, o tarihten tâ 4 Ekim 1926'ya kadar şu veya bu şekilde tatbik edilegeldi. Mecelle, bu tarihten sonra ise, resmen ve fiilen geçersiz sayılarak, onun yerine—Türkçeye tercüme edilen—İsviçre Medenî Kànunu, ne tuhaf ki "Türk Medenî Kànunu" ismiyle tatbik sahasına konuldu.
* * *
Osmanlı Devleti’nin en hacimli hukuk projesi olan Mecelle’nin tam ismi “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye”dir.
Mecelle’nin hazırlanması için, 1868’de büyük âlim Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlığında bir ilmî heyet teşkil edildi. Yirmi sene müddetle çalışmaya devam eden bu ilmî heyetin içinde yer alan bazı zâtların isimleri şöyle: Abdüllatif Şükrü, Ahmet Hilmi, Bağdatlı Muhammed Emin, Filibeli Halil, Karinâbadli Ömer Hilmi, Şirvanizâde Seyyid Ahmed Hulûsi, Seyhülislâm Kara Halil, Yunus Vehbi .
İlk on yıl ana maddeler üzerinde çalışan, ikinci yarıda ise şerh ve izâhlarla zenginleştirilen bu büyük hukuk mecmuası, “Giriş/Mukaddime” kısmı hariç olmak üzere yekûn 16 bölümden müteşekkil olup tamamı 1851 maddeyi ihtiva ediyor.
* * *
İslâm hukukuna aykırı düşmeyecek şekilde hazırlanan Mecelle’nin, bilhassa şu temel konularda sağlam hukukî ölçüleri ihdas ettiği rahatlıkla söylenebilir: Şirket, vekâlet, kefâlet, ticaret, emanet, mülkiyet, içtihad, sulh, ibrâ, kira akdi, buyû’, karz (borç), kâr, zarar, icâre, havale, rehin, hibe, teberru, gasp, itlâf, ikrah, ikrâr, dâvâ, beyyinât (delil, ispat), kaza, zaruret (ıztırar), örf–adet, nikâh, talâk, vasiyet, vesâire…
Osmanlı tarihinde 50 yıldan fazla yürürlükte kalan ve bilhassa “medenî hukuk” sahasında esas alınarak onunla amel edilen Mecelle’nin Mukaddimesinde, umumî hüküm ve kàidelere dair olmak üzere ayrıca 100 ana madde yer almaktadır. Bu 100 maddelik kısım “Mecelle’nin Küllî Kàideleri” olup, günümüz tabiriyle “Genel Prensipler”i ihtiva ediyor. İşte, o yüz maddelik Mecelle’nin Küllî Kâideleri’nden çokça meşhûr olmuş ve halen de sosyo-kültürel hayatımızda tesirini devam ettiren maddelerin bir kısmı:
* Beraat-ı zimmet asıldır. (Yani, kişinin suçsuzluğu asıldır, esastır. Tâ ki, iddia edilen suçluluk durumu ispat edilinceye kadar.)
* Def’-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır. (Yani, zararların, kötülüklerin giderilmesi, menfaatlerin elde edilmesinden daha önde gelir.)
* Ezmanın tegayyürü ile ahkâm tagayyür eder. (Yani, zamanın ve şartların değişmesiyle, gerekçeli hükümler de değişir.)
* Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur. (Yani, iki şerden daha hafif, daha az zararlı olanı tercih etmeli.)
* Tevehhüme i’tibâr yoktur. (Yani, delile dayanmayan vehim ve kuruntulara itibâr edilmez.)
* Alması memnu’ olan şeyin vermesi dahi memnu’ olur. (Yani, alması/alınması hukuka aykırı olan bir şeyin vermesi/verilmesi de aynı şekilde hukuka aykırıdır.)
* Bir işden maksad ne ise hüküm de ona göredir. (“Ameller niyetlere göre değerlendirilir” mealindeki Hadîsin mânâsından istihraç edilmiş.)
* Zarar kadîm olmaz. (Gayrımeşrû sûrette yapılan şeyler eskiden beri süregelse dahi, buna itibar edilmez; o zarar giderilmeye çalışılır.)
* Kelâmda asıl olan mânâ-yı hakikîdir. (Bir sözde aslolan, gerçek ve zâhir olan mânâdır.)
* Zarûretler, memnu’ olan şeyleri mübah kılar. (Ms: Açlıktan ölmekte olan kimse, normal zamanda kendisine haram olan şeyleri yiyebilir.)
* Mâni zâil oldukda, memnu’ avdet eder. (Mani olan şey ortadan kalkınca, yasak hali de geri gelir, geçerli olmaya devam eder.)
* Bir zarar, kendi misliyle izâle olunamaz. (Bir zararın telâfisi, misliyle yapılmaz.)
* Asıl sâkıt oldukda fer’ dahi sâkıt olur. (Hukuken bir şeyin aslı geçersiz hale gelirse, fer’, yani ona bağlı olan teferruat şeyler de geçersiz hale gelir.)
* Kişi, ikrarıyla muaheze olunur. (Kişi, söylemediği ile değil, ikrar ettiği sözle muaheze ve muhakeme edilir.)
* * *
İşte, Mecelle’nin buna benzer daha pekçok hükümleri vardır ki, kimi muteber insan, bunları bugün de hayatında tatbik etmek arzu ve emelindedir. Avrupalı kimi düşünür ve hukukçuların şu görüşü paylaştıkları rivâyet edilir: “Dünya tarihinin iki büyük hukuk projesi yapıldı. Ne gariptir ki, bunların ikisi de İstanbul’a nasip oldu: Birisi meşhûr Roma Hukuku, diğeri ise Mecelle’dir.”
“Redd-i mirasçılar”ın mârifeti
“Yeni Medenî Kànun” diye isimlendirilen İsviçre Medenî Kànunu, 1926 yılı başlarında Millet Meclisi’nin gündemine getirildi. Bu meyanda hazırlanan kànun tasarısı, kısa bir görüşmeden sonra kabul edilerek 4 Nisan 1926 tarihli Resmî Gazetede yayımlandı; 6 ay sonra, yani 4 Ekim 1926’da da yürürlüğe konuldu.
Bilâhare, adına “Türk Medenî Kànunu” da denilen bu yeni kànunlar, aslında İsviçre Medenî Kànunu’ndan başka bir şey değildi. Tıpkısının aynısı, hatta noktasına-virgülüne kadar tercüme ile bu Müslüman milletin hayatına sokuldu. Buna göre, ülkemizde “yerli malı” hukuk normları terk edildi; onun yerine yüzde yüz ithal malı olan ecnebi kànunlar kabul ve tatbik edilmeye başlandı.
Utanmaz herifler, milleti âdeta enayi yerine koyarak, ayrıca “Vatandaş! Yerli malı kullan!” sloganını da icat ederek, uyutma politikalarını başarıyla yürüttüler.
.
93 Harbi: Edirne, Ayastefanos, Berlin

Hemen her yönüyle verdiği dehşetli zararı tarif etmek maksadıyla “Küçük Kıyamet” diye isimlendirilen 93 Harbi, Osmanlı ve Rus orduları arasında 18 Nisan 1877’de başladı, 31 Ocak 1878'de imzalanan Edirne Mütarekesi ile son buldu.
İki devlet arasında adeta bir ölüm-kalım mücadelesine dönüşen 93 Harbi, tarihî kayıtlara göre dokuz aydan fazla sürmüş.
* * *
"93 Harbi", bu ismi Rumî takvimden alıyor. Zira, savaşın yaşandığı tarih, Rumî takvime göre 1293 senesidir. Miladî olarak da 1877-78’e tekàbul ediyor.
En az dokuz ay süren çok kanlı, katliâmlı ve bir o kadar da trajik mühaceretli savaşın ardından, iki taraf arasında Edirne’de Mütareke (Ateşkes) yapıldı.
Bu mütarekeyi 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması, onu da 13 Temmuz 1878'de Almanya'da imzalanan Berlin Antlaşması takip etti.
* * *
Osmanlı Devleti, bu savaşta tarihinin en ağır yenilgisini yaşadı.
Gerek insan kaybı ve nüfus göçüyle, gerek toprak kaybı ve tazminat borcu itibariyle ve gerekse dahilî siyasetine (Rumeli, Kıbrıs, ve Ermeni meselesi gibi...) olan müdahaleler itibariyle, menfi sonuçları tâ günümüze kadar yansıyan çok ağır bir faturayı ödemeye mahkûm olduğumuzun adıdır “93 Harbi” denilen bu elîm Osmanlı-Rus Savaşı...
Tuna Cephesi’nde (özellikle Plevne'de) kahramanlık destanı yazılmasına rağmen, Osmanlı kuvvetleri, hem Rumeli ve Balkanlar'da, hem de Doğu Karadeniz ve Kafkaslarda Ruslar'a karşı ağır zayiatlar verdi ve peşpeşe mağlûbiyetler yaşadı.
Bu perişaniyetin, mutlaka ki çok önemli sebepleri vardır. Hadisenin bu yönünü bir başka yazı konusuna bırakarak, hasıl olan neticeye kısaca bir nazar gezdirelim.
Ateşkes teklifi
Bazı Avrupa devletlerinin de gizliden destek vermiş olduğu Rusya’ya karşı yenilgiyi kabul eden Osmanlı hükümeti, bir ateşkes yapmanın çaresini aramaya koyuldu.
Bu maksatla, Hariciye Nazırı Server Paşa ile Müşir Namık Paşa eliyle, Rus Orduları Başkumandanı Grandük Nikola'ya bir mütareke teklifi götürüldü.
Grandük ise, Edirne'ye gelmeden herhangi bir cevap vermedi. Bu tavrıyla, Rus orduları tâ Yeşilköy'e kadar geldiği için, bu taarruzu durdurmak istemediği intibaını vermek istiyordu.
Bu arada, Sultan Abdülhamid ile İngiltere hükümeti arasında telgrafla irtibat kuruldu. İngiltere, Kıbrıs Adası’nın idaresi kendilerine verilmesi şartıyla, Rus taarruzunu durdurmaya çalışacağını iletti.
İngiltere'nin bu talebi kabul edilince, Rusların ilerlemesi Yeşilköy'de durdu. Bu esnada, Edirne'de görüşen iki devletin temsilcileri 31 Ocak 1878'de bir ateşkes antlaşmasına vardılar.
İkinci adımda ise, barış antlaşması vardı. Diplomatlar, bunun için de Yeşilköy'de biraraya geldi. Burada görüşülen ve kararlaştırılan anlaşma maddeleri, Osmanlı devleti açısından son derece ağır hükümler ihtiva ediyordu.
Sultan Abdülhamid işi ağırdan aldı ve Avrupa'nın sömürgeci devletlerinden ayrı tuttuğu Almanya'yı da yapılacak yeni bir görüşmeye dahil etmek istedi.
Alman Devlet Başkanı Bismark, hadiseye yapıcı yaklaştı ve "Osmanlı'ya yardım" şeklinde anlaşılacak yeni bir barış görüşmesi için ortam hazırlamaya koyuldu.
Böylelikle, Yeşilköy Anlaşması’nın hükümleri hiç uygulanmadan, Almanya'da imzalanan Berlin Antlaşması devreye girmiş oldu. Bu anlaşma, Osmanlı Devleti açısından nisbeten daha uygun, daha avantajlı sayılır.
* * *
TELÂFİSİ İMKÂNSIZ ZARARLAR:
93 Harbi sebebiyle, Osmanlı'da henüz emekleme safhasında olan Meşrûtiyet hareketi sekteye uğradı. Meclis kapatıldı. Seçimler iptal edildi. Padişah, en üst merci olarak hemen her meselede tek söz sahibi oldu. Fikir ve siyasî hareketler, istibdat yönetimiyle baskı altına alındı. Bu tarz yönetim ile tâ 1908'lere kadar gelindi. Osmanlı Devleti, katı bir istibdat ile tam otuz yıl boyunca yönetilmeye çalışıldı. Ne var ki, bu baskıcı yönetim, içerden patlamalara yol açtı ve çok büyük zarar verdi.
Tarihten ibret alınması ve benzer hataların tekerrür etmemesi dileğiyle...
@salihoglulatif:
Allah hiçbir Müslümanı İnsaniyet ve İslâmiyet düşmanı Trump'a dost eylemesin. Onun tarafına düşürmesin. Safında buluşturmasın. Günahına şerik eylemesin.
.
Bininci kez Ayasofya

Şüpheli ve şaibeli bir Bakanlar Kurulu Kararıyla 24 Kasım 1934’te resmen müzeye çevrilen Ayasofya, 1 Şubat 1935'te ise fiilen müze olarak kullanılmaya başlandı. Yani, “müze açılışı” o gün yapıldı.
Aradan seksen yıldan fazla bir zaman geçti. Bu Müslüman millet, Ayasofya’nın 1935’ten sonraki halini hiçbir zaman kabullenmedi; müze olarak işletilmesini hazmedip içine sindirmedi. Dahası, yeniden cami ve ibadethane şeklinde açılmasını hasretle bekledi, durdu. Bundan asla vazgeçmedi, vazgeçmiyor, vazgeçmez...
Şu aziz ve necib milletin bu manadaki hasret ve beklentisine bizler de aynen iştirak ettiğimiz için, Ayasofya dâvâsını asla gündemden düşürmüyoruz, düşüremeyiz. Bu dâvâyı bütün canlılığıyla her zaman ve her vesileyle gündemde tutmak, ahd û peymânımız olsun. Velev ki, bininci, bin birinci kez olsun...
Buna binaen, şimdi tekrar 1 Şubat (1935) vesilesiyle, seksen yıldır melûl-mahzûn durumdaki Ayasofya’nın halini bir kez daha tahattur ediyoruz.
* * *
Tarihî geçmişi 1600 yılı aşan Ayasofya mâbedinin bilinenleri kadar, şüphesiz sır perdesiyle örtülü bilinmeyen yönleri de var: San’at ve mimarlık yönü itibariyle harikulâde bir eser olan Ayasofya’nın ilk kez hangi tarihte inşa edildiği, kaç kere yakılıp yıkılarak “hâk ile yeksân” olduğu, yaşanan depremler sebebiyle kaç kere zarar görüp harabeye döndüğü, kimlerin ne zaman soyup talan ettiği, hangi tarihlerde kiliseden camiye, camiden müzeye çevrildiği gibi hususlar az-çok biliniyor.
Ayasofya ile ilgili olarak pek bilinmeyen, açıklanmayan, dahası özellikle gizli tutulmaya çalışılan (devlet sırları gibi) bazı hususların olduğunu asla hatırdan çıkarmamalı. İşte altı çizilmesi gereken önemli birkaç nokta...
Bir soru: Ayasofya’nın dinî cereyana bağlı ibadet yönü mü, yoksa siyasî cereyana bağlı hâkimiyet yönü mü önceliklidir? Suâli biraz daha netleştirip belirginleştirelim: Ayasofya, dinî sembol olarak mı, yoksa hükümranlık sembolü olarak mı daha çok önem kazanıyor?
Şüphesiz, iki yönüyle de büyük ehemmiyet taşıyor. Biraz daha açalım.
Evet, tâ ilk inşasından itibaren mâbet olma özelliğini koruyan Ayasofya’nın diğer bütün mâbedlerden farklı istisnaî bir durumu var. Bu ihtişamlı yapı, onu elinde bulunduranların daima hâkimiyet ve hükümranlık sembolü olagelmiştir. Bizans’a ait hükümranlık mirasının Osmanlı’ya devir-tesliminin bir nişanesi olan Ayasofya’nın statüsünü değiştirenler, “Bizans’tan çok Bizansçılar” olabilir ancak.
Şeflik devrinde Ayasofya’nın minareleri bile yıkılmak istendi. Ancak, buna muvaffak olunamadı.
* * *
İşgal yıllarında, düşman askeri bu mabede ayak basıp da kirletemedi. Ayasofya’yı koruyan bir taburumuz, işgal teşebbüsü karşısında kendileriyle birlikte binayı da havaya uçurmaya kesin kararlıydı. İşte hikâyesi...
’’Mütareke yıllarında (1918-22) İstanbul’un gayr-ı Müslimlerinin Müslümanlara yapmadıkları şımarıklık ve münasebetsizlikler kalmamıştı. Bu meyanda Rum tebaamız, Patrikhane ve İstanbul’daki Yunan kuvvetleri Ayasofya’ya çan takma sevdasında bulunmuşlardı. Bu arzularını müttefiklere bildirmişler, onların bazıları da Yunanlıların bu çılgın arzusunu hoş görmüşler ve muvafık bulmuşlardı. Yunan kuvvetleri başta olmak ve diğer bazı müttefik devletlerin kuvvetleri de onların arkası sıra gelmek üzere, günün birinde ansızın Ayasofya’yı işgal etmeye ve çan takarak kiliseye çevirmeye karar vermişlerdi. Bu kararı biz Fransızlardan öğrendik. O sırada Ayasofya’nın bahçesinde bir tabur piyade askeri yerleştirilmişti. Bu taburun vazifesi cami-i şerifi muhafaza ve icabında müdafaa etmekti.
‘’Tabur kumandanı binbaşı Muhtar Beydi. Ben de Harbiye Dairesi 2. Piyade Şubesi Müdürü idim. Bu haberi alır almaz gittim. Muhtar Bey’i de bu durumdan haberdar ettim. Muhtar Bey’in fikrini sordum. Arkadaşlarımla görüşeyim, dedi. Görüştü. Bir gün sonra verdiği cevap şuydu: Taburumuzun zabitleri ile uzun uzadıya görüştük ve şu kararı verdik: ‘İçinde dört yüz seneden beri namaz kılınan bir cami-i şerifi, bahusus Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri gibi, Peygamber Efendimizin medh-ü senasına mazhar olan bir Padişahın, pek büyük ve emsalsiz bir kumandanın emanetini nankör, namert, zebunkuş düşmanlara teslim etmekten ise kahramanca ölmek hayırlı bir vazifedir.
‘’Bölüklerin zabitleri bütün efradın fikir ve kanaatlerini sordular. Taburun son neferine kadar ölümü tercih ettiklerini öğrendik. Hepimiz, yani tabur kumandanından neferine kadar bir tecavüz vukuunda sağ olarak camiden çıkmamaya, Kur’ân-ı Kerîm’e el basarak yemin ettik. Allah’a karşı ahdettik. Biz öleceğiz, fakat ölünceye kadar da öldüreceğiz. Yalnız bir arzumuz var. Biz öldükten sonra cami de yaşamasın. O da bizimle beraber ölsün. Bunu da siz temin edin. Ben şimdi Fatih Hazretleri’nin türbesinden geliyorum. Koca Sultanın manevî huzurunda durdum. Taburumun zabitan ve efradı namına ona kararımızı arz ettim. Son nefere kadar öleceğiz, bir tek nefer kalmayıncaya kadar emanetini müdafaa edeceğimize söz veriyoruz, müsterih ol koca Fatih, dedim ve geldim, dedi. Hem kendi ağladı hem beni ağlattı.
‘’Vakıayı amirlerden bazılarına anlattım, muvafık buldular. Derhal taburu takviye ettik, bol miktarda uzun namlulu parabellum tabancaları ile otuz iki fişekli şarjörlerden verdik. Bu suretle o tabancalar dakikada doksan altı fişek atan birer hafif makineli tüfek vazifesini gördüler. Çok miktarda el bombası da verdik. Bundan maada cami-i şerifin münasip yerlerine yuvalar hazırlandı. Oralara tahrip kalıpları kondu. Müdafaa son haddine kadar yapılacak, artık ümit kalmayınca tahrip kalıpları ateşlenecek, hem o anda henüz sağ kalanlar hem de cami binası berhava edilecekti...”
(Ömer Cemal Karabekir)
.
Ayasofya’nın gizli ajandası

Bundan 82 yıl evvel, yani 1935 senesi Şubat ayının ilk günlerinde fiilen müzeye çevrilen Ayasofya’nın ayrıca görünmeyen, bilinmeyen yani gizli bir ajandasının bulunduğu muhakkaktır.
Yoksa, şimdiye kadar gelip geçen hükümetlerin, milletin beklentisine cevaben de olsa, bu mâbedi tekrar ibadete açması hiç de zor olmayacaktı.
Esasen, Ayasofya’nın müze olması için çıkarılmış bir kànun maddesi bulunmadığı gibi, bu mâbedin tapusu Fatih Sultan Mehmed adına kurulmuş olan vakfın üzerinde olup, resmen de cami olmaktan çıkarılmış değil.
Dolayısıyla, keyfi Bakanlar Kurulu Kararına mukabil şimdi çıkarılacak bir Bakanlar Kurulu Kararnâmesiyle, Ayasofya, kısa süre içinde tekrar ibadede açılabilir.
Peki, zahirde pek kolay gibi görünen bu yola niçin gidilemiyor.
Demek ki, herşey göründüğü gibi değil.
Demek ki, ortada çok gizli bir ajanda var ve bu da tek başına iktidara gelen “dindar hükümetler”i bile korkutup meseleye ciddiyetle eğilmekten uzak tutuyor.
Bu sebeple, arkası karanlık, mahiyeti meçhul bu muammalı vaziyetin tarihî arkaplanı hakkındaki bazı düşüncelerimizi burada sizinle paylaşmak istiyoruz.
Dört-beş yıllık restorasyon
Ayasofya’nın, restorasyon bahanesiyle cami olmaktan çıkarılıp müzeye çevrilmesi yıllarında (1930-35), Türkiye’nin kimi yabancı devletler tarafından tehdit edildiği, hatta bazılarıyla savaşın eşiğine gelindiği noktasındaki tesbitlerde, araştırmacıların çoğu hemfikirdir.
Bazı tarihçi ve araştırmacılar ise, Türkiye tarafının o devletlere bir nevi jest yaparcasına Ayasofya’yı müzeye çevirmek sûretiyle savaş tehlikesini bertaraf ettiğini söylüyor.
Bu konuda hacimli bilgilere sahip olan Prof. Mehmet Çelik de, aynı yöndeki kanaatini beyan ediyor. Her ne ise...
* * *
Bizim bu konuda hiçbir yerde açık izahını göremediğimiz, bulamadığımız önemli noktalar ise şunlardır:
1) Türkiye’yi o tarihlerde hangi devletler tehdit etti?
2) Söz konusu tehdidin asıl sebebi, dolayısıyla ülkeleri savaşa tutuşturacak derece önemli görülen meselenin mahiyeti neydi?
3) Ayasofya feda edilmeden de, taraflar arasında müzakereler yapılarak, yani “sulh yoluyla” görüşmelerde bulunularak mesele halledilemez miydi?
İşte, güvenilir hiçbir kaynakta bulamadığımız bu can alıcı suâllerden özellikle 1’inci ve 3’üncünün en açık, en güvenilir cevabını sadece ve sadece Bediüzzaman Said Nursî’nin Lem’alar isimli eserinde bulabildik.
Bu eserin tam da 1934’te telif edilen 16. Lem’âsında yer alan İkinci ve Üçüncü Meraklı Suâller bölümünde kat’î bir kanaat ile anlıyoruz ki:
1) O tarihlerde, dahilde “heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye” vücuda gelmiş. Zahiren dine taraftar gözüken bir iktidar değişikliğiyle bağlantılı olduğu anlaşılan bu vaziyet karşısında, Bediüzzaman Hazretleri öyle bir beyanda bulunuyor ki, “Bazı zatlar hayret içinde hayrette” kalmışlar.
2) O tarihlerde Türkiye’yi tehdit edenlerin başında “İngiliz ve İtalya gibi ecnebi hükümetler” geliyor ki, bu koalisyon kuvvetin içinde Yunan ile Fransız hükümetlerini de görmek pekâlâ mümkün.
3) O günlerde “Hizmet-i Kur’âniyemize mühim zarar verecek” mahiyette bir “harp belâsı” tehlikesi zuhûr etmiştir. Üstad Bediüzzaman, bu haricî tehdit ve tehlike karşısında yine acip bir tavır takınarak baştaki “mübtedi-münafık hükümetler lehinde taraftar” çıkıyor ve bu meselenin barış yoluyla, yani “âsâyişle halledilmesi” için duâ ediyor.
* * *
Bir türlü anlaşılamayan nokta ise şudur: Devletler arasında savaş sebebi olacak kadar önem arz eden asıl mesele nedir?
Keza, var olan krizi diplomatik görüşmeler yoluyla halletmek varken, mesele nasıl dönüp dolaşarak Ayasofya’ya gelmiş ve niçin bu mâbedin kurban edilmesi cihetine gidilmiş?
Görüldüğü gibi, mesele fevkalâde mühim ve bir o kadar da esrarengiz. Ama, kıyamete kadar da sürse, bu dâvânın peşini bırakmamaya “azm û cezm û kast” eylemişiz, biiznillah...
@salihoglulatif: Ayasofya’nın derdi bizim derdimiz. Onun hicrânı bizim hicrânımız. Onun hali bizim halimiz. Ahd û peymân ettik: Bu, bizim vazgeçilmez dâvâmız.
.
Fırsatçı İngiltere ve Kıbrıs Gàilesi

Ne var ki, İngiltere, bu anlaşma öncesinde, Osmanlı Devleti nezdinde birtakım teşebbüslerde bulundu ve gayet sinsice bazı şartları ileri sürdü.
İşte, ileri sürülen o şartların en ağır olanı Kıbrıs Adası’nın istenmesiydi. İngiltere, adanın mülkiyeti Osmanlı'da kalmak üzere, buranın yönetimine talip oldu. Talipliğin ötesinde, zayıf durumdaki Osmanlı hükümetine şu dayatmada bulundu: Kıbrıs'ı vermezseniz, size değil Rusya'ya yardım ederiz. Böylelikle, Batum, Kars ve Ardahan'a ilâveten, bilhassa Ermenilerin meskûn olduğu yeni bazı vilayetleri de kaybetmek durumunda kalırsınız.
Osmanlı hükümeti, asırlarca dost elini uzattığı İngiltere'nin bu dayatmasına boyun eğmek ve isteklerini kabul etmek durumunda kaldı. Kıbrıs'ın idaresini, kerhen de olsa İngiltere'ye verdi.
Adayı işgal eden İngiliz kuvvetleri, yıllar sonra Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla birlikte, Kıbrıs'ın toprak mülkiyetini de ilhak etti.
Sinsî İngiliz Siyaseti
Tarih boyunca Türklerin, Osmanlıların ve hemen bütün Müslüman kavimlerin İngilizlere hep yardımı olmuş ve faydası dokunmuştur. Ancak, İngilizler ve İngiltere bunun tam tersini yapagelmişlerdir.
Evet, Müslüman devletlerin çoğu, İngiltere'ye hep "dost ülke" nazarıyla bakmışlardır. İngiltere (veya Birleşik Krallık) ise, yine bunun tam tersini yaparak, İslâm âlemini hep "düşman blok" şeklinde görmüş ve öyle de göstermeye çalışmıştır.
Bu gerçeğin bir ifadesi şudur: İslâm coğrafyasını her fırsatta işgal eden ve yaklaşık 200 sene müddetle Müslüman ülkelerin çoğunu sömürgeleştiren devletlerin başında İngiltere geliyor.
Hem öyle ki, uzun müddet bu zalim ve gaddar devletin "Sömürgeler Bakanlığı" mânâsında özel bir dairesi bile olmuştur.
Bir zamanlar bu mânâdaki bakanlığı da yönetmiş olan eski diplomatlardan biri, İngiliz Parlamentosu’nda Kur'ân'ı elinde göstererek şunu söyleyebilmiştir: "Bu Kitap, Müslümanların elinde oldukça onlara hâkim olamayız. Ne yapıp etmeliyiz, ya Kur'ân'ı ortadan kaldırmalıyız, yahut Müslümanları ondan soğutmalıyız."
Kur'ân'ın ve Müslümanların onlara hiçbir zararı dokunmamasına rağmen, İngilizlerin İslâma olan bu müzmin ve kaskatı düşmanlığının sebebi nedir?
Bir yandan bu önemli suâlin cevabını düşünürken, bir yandan da asıl konumuz olan "Kıbrıs'ın işgali" sürecine bir pencere daha açalım.
* * *
1877 yılı sonlarına doğru ilerleyen Rus istilâ ve işgal hareketinin İstanbul kapılarına kadar dayanmasını fırsat bilen İngiltere, 7 adet zırhlı gemiden müteşekkil savaş filosunu Osmanlı hükümet merkezine göndermek istedi.
Sözde, Ruslar'a karşı Osmanlı'yı korumak için yaptı bu iyiliği. Aslında kendi menfaatini düşünmekten başka bir gayesi yoktu.
Kaldı ki, tâ on yıl kadar evvel Rusya'yı Osmanlı'ya karşı kışkırtan, yine İngilizlerdi.
Osmanlı ve İngiliz temsilcileri arasında yapılan diplomatik görüşmeler neticesinde, savaş filolarının İstanbul limanı yerine, Mudanya'da bekletilmesi kararlaştırıldı.
Bu tedbir, Ruslar'ın hızını bir derece kesmiş olmasına rağmen, İngiltere'nin doymak bilmez hırsına engel olamadı.
İngiltere, Osmanlı-Rus Harbi’nin en kritik anında, "Kıbrıs'ı koruma" teklifinde bulundu.
Osmanlı hükümeti de, çaresizlikten buna razı oldu. Ancak İngilizler, "adayı korumak"la sınırlı kalmadılar, hayli ileri gittiler ve burayı adım adım Rumlaştırmaya çalıştılar.
İşte, bugün dahi sıkıntısı devam edip giden "Kıbrıs sorunu"nun kökü, tâ o zamana kadar gidip dayanıyor.
93 Harbi’nden 36 sene sonra yaşanan Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlıyla harb eden Almanya dışındaki Avrupa ülkelerinin hemen tamamı, her iki hadisede de Ruslar'ın kışkırtıcısı ve destekçisi olduğu unutulmamalı.
@salihoglulatif: Yaşlandıkça, bazılarında "Tûl-i emel" arzusu zuhûr ettiği gibi, bölünüp küçüldükçe de, kimilerinde ütopik, hayali "büyük ittifaklar"a dair arzu ve arayışlar zuhûr eder.
.
Lozan: İslâmdan Çıkma Antlaşması


20 Kasım 1922'de başlayan ilk Lozan görüşmeleri, göstermelik gerekçelerle 4 Şubat 1923'te aniden kesiliverdi.
Kesilmenin zahiri gerekçesi ile hakikî gerekçesi birbirinden hayli farklıdır: Zahirde, Türkiye tanınmış oldu. Derinlerde ise, İslâmiyetin, Türkiye’de nasıl yok edileceğinin plân ve programları devreye sokuldu.
Nitekim, ilk icraat, Hilâfetin kaldırılması, Medreselerin kapatılması oldu... Bu kısacık girişten sonra, şimdi de 95 sene evvel yaşanan gelişmelere bakalım.
Önce ateşkes, sonra barış
30 Ekim 1918'de düşman tarafla Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalayan Osmanlı hükümeti, barış masasına ise Ağustos 1920'de Sevr'de (Fransa) oturdu.
Ne var ki, bu her iki antlaşma da ölü doğdu ve hayata geçirilemedi. Anadolu ve Trakya'da şahlanan Harekât-ı Milliye Cephesi, bunların hiçbirini tanımadı.
Bu azimli ve kararlı cephe, Misâk-ı Millî ile tarif edilen vatan topraklarından ecnebi kuvvetleri def’edilinceye kadar mücadeleye devam edeceğini duyurdu. Böylelikle, biri Ankara, diğeri İstanbul'da olmak üzere, ortaya iki başlı bir hükümet çıktı.
İstanbul hükümeti düşmanla barışık olmayı tercih ederken, Anadolu hükümeti ise, ölüm-kalım mücadelesinde karar kıldı. 1918 yılı Kasım ayında başlayan bu yeni mücadele, Ekim 1922’deki Mudanya Mütarekesine (ateşkes antlaşması) kadar aralıksız şekilde devam etti.
Anadolu hükümetini İsmet, Fevzi ve Refet Bele Paşaların temsil ettiği görüşmede, İtilâf cephesini İngiliz, Fransız, İtalyan ve bir başka gemide bekleşen Yunan delegasyonu temsil etti... Bu mütarekeden sonra, sıra barış görüşmelerine geldi.
İtilâf devletleri, daha evvel San Remo'da anlaştıkları taslak çerçevesinde Lozan'da yapılacak barış görüşmelerine Ankara ve İstanbul hükümetlerini de dâvet ettiler. Osmanlı hükümeti temsilcisi ise, Türkiye'yi bundan böyle Ankara hükümetinin temsil edeceğini söyleyerek, konferanstan istinkâf ederek çekildi.
İsmet’i Rauf'a-Kâzım’a tercih
Ankara, Lozan'a delegasyon göndermeye karar verdikten sonra, sıra heyetin seçilmesine geldi.
Meclis'te M. Kemal'den sonra en popüler ve en yetkili konumda olan Rauf Orbay, ardından Kâzım Karabekir, Lozan'a gidecek heyetin başında olmak istediklerini ayrı ayrı izhar ettiler. Ne var ki, M. Kemal, İsmet Paşa’yı onlara tercih etti. Gerekçesi şudur: “Siz kendi kafanıza göre hareket edersiniz; İsmet, benden habersiz iş yapmaz.”
İsmet Paşa, bu sebeple derhal Dışişleri Bakanlığına getirildi ve hemen ardından Lozan heyeti reisliğine terfi ettirildi. Lozan'a giden heyetin içinde, Sinop mebusu Dr. Rıza Nur da vardı. Dr. Nur'un Hatırat'ında anlattığına göre, İsmet Paşa, orada Türk heyetini dışlayarak, resmî heyette ismi bulunmayan Yahudi Hahambaşısı Haim Naum'la görüşüp anlaşarak gizli işler çevirmeye başladı... Bu gizli görüşmeler esnasında, Misâk-ı Millî iğdiş edildiği gibi, yeni Türk rejiminin de "İslâma muarız" bir istikamette yürütülmesinde anlaşma sağlandı: Türkiye'de din öldürülecek ve yeni yetişen nesil kendi isteğiyle Kur'ân'ı reddedecek bir müfredat ile eğitilecekti. (Emirdağ L.: 277)
İsmet Paşa, bu fikre sıcak baktı. Ancak, kesin bir karara varmaktan da çekindi. Ankara'ya gelip büyüklerine danışmayı ve ondan sonra kesin bir karara varmayı düşündü.
Bu durumda, Lozan Konferansının kesilmesi kaçınılmaz olmuştu. Kesilmenin asıl sebebi izah edilemeyeceğine göre, zahiren şöyle bir kılıf bulundu: Musul meselesiyle Kapitülasyonlar meselesinde anlaşma sağlanamadığı için, görüşmelere 4 Şubat 1923'te ara verildi... Ankara'ya dönen İsmet Paşa, Eskişehir'de M. Kemal ile trende buluştu.
Meclis’te şiddetli münakaşa
Millet Meclisi’ndeki gizli görüşmelerde ele alınan Lozan meselesi, şiddetli münakaşalara yol açtı. Münakaşa günlerce devam etti.
Meclis, bu meselede iki gruba ayrıldı: Birinci grubu M. Kemal temsil ediyor, ikinci grubun başını ise Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey çekiyordu. Birinci gruptakiler, birtakım tavizler verilmesi pahasına Lozan'da bir nihaî anlaşmanın sağlanmasını hararetle savunurken, ikinci gruptakiler ise, özellikle İsmet Paşaya ateş püskürüyor ve Mehmetçiğin kanıyla meydanlarda kazanılan zaferin, masabaşında çok ucuza satıldığını haykırıyordu.
Lozan muhalifi Ali Şükrü Bey, bir süre sonra ortadan kayboldu (27 Mart 1923). Birkaç gün sonra, cesedi bir bağevi yakınlarında toprağa gömülü halde bulundu. Katilin, Çankaya Köşkü muhafız komutanı Topal Osman olduğu anlaşıldı. Bu cinayetin hemen ardından (1 Nisan) yeni (erken) seçim kararı alındı. Yeni mebus listesine, Lozan muhalifi bir tek kişi alınmamaya itina gösterildi.
Ardından, Lozan'a ikinci kez gidecek heyet tesbit edilerek yola çıkarıldı... İsviçre'nin Lozan kentindeki ikinci görüşmelere 23 Nisan'da başlandı. 24 Temmuz'da ise, son imzalar atıldı ve konferans sona erdirilmiş oldu. Ankara'da ise, yeni Meclis teşkil edildi ve Lozan'da imzalanan kararlar bu yeni Meclis'e tasdik ettirildi.
Lozan'da verilen "Din öldürülecektir" sözünün icapları, 3 Mart 1924'ten itibaren tek tek yerine getirilmeye başlandı: Hilâfet kaldırılması; tekke, türbe, zâviye ve medreselerin kapatılması; Şer'îye Bakanlığına son verilmesi; yeni nesilleri dinden soğutacak Tevhid-i Tedrisat’ın çıkarılması; Kur’ân ve Ezânın yasaklanması; Vesâire..
.
Kemâlsiz Kemalizm...

Bu ülkenin önünde aşılmaz bir hendek gibi, bu milletin ayağına vurulmuş bir pranga gibi duran Kemalizm denen heyûlâ ile yüzleşen, hesaplaşan, yahut mücadele eden bir siyasî hareket hemen hemen yok gibi.
Hemen her şekle girebilen, her renge boyanabilen Kemalizm ile en çok mücadele etmesi beklenen siyasî yapı olarak, çoğu kimse iktidar partisini görüyordu. En azından öyle zannediyordu. Ne var ki, bu yöndeki beklenti bütünüyle boşa çıktı. Bundan geriye sadece yeis ve sukut-u hayaller kaldı.
Zira, bu meyanda en ufak bir işaret, bir alâmet görünmüyor. Dahası, kimi sözcüler, Halk Partisi’nden daha fazla M. Kemal’e ve “gerçek Atatürkçülüğe” sahip çıktıklarını hiç çekinmeden söyleyebiliyor. Öyle ki, sergilenen genel tablodan en çok memnuniyet duyanların başında “Sıkı Atatürkçü” Perinçek geliyor.
Bütün bu olup bitenlerden anlaşılıyor ki, Kemalizm ile esaslı mücadele, bir başka bahara kaldı.
Her ne ise...
Bizim vazifemiz, bugünkü ve gelecek nesillere Kemalizmin iç ve gerçek yüzünü anlatmaya çalışmaya devam etmek.
“Din”den kopuş süreci
Kemalizm, henüz yerleşip kökleşmemişken, ilk Anayasa’nın 2. maddesinde “Türkiye Devletinin dini, din-i İslâmdır” diye yazıyordu.
Kemalizm’den sonra, bu madde çıkarıldı. Ki, bu tavır, devletin kuruluş felsefesine de taban tabana zıt bir durum teşkil ediyor.
Zira, bir devlet hangi fikir ve dinî inanç temelleri üzerinde kurulmuşsa, o devlet yıkılıncaya kadar da aynı özelliği taşıması gerekiyor.
Buna göre, 1923 kuruluş patentli TC Devleti, kimselere çaktırılmadan, 1927’de mânen yıkılıp yeniden kurulmuş demektir.
* * *
Kemâlizm, sadece İslâm dinini dışlamakla ve bilâhare bozmaya çalışmakla da kalmadı. Türkiye’de yerleşik hemen her türlü müesses nizamı da kaldırdı, değiştirdi, bozdu veyahut çürütüp çökertmeye çalıştı. Meselâ:
• 1350 yıllık hilâfeti kaldırdı.
• Hemen hemen aynı ömre sahip olan medrese gibi ilim yuvalarını kapattı.
• Bütün bir milletin kıyafetini değiştirdi; amâme ve sarığı yasakladı; bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapan bu necip milletin başına frenklerin serpuşunu zorla giydirdi.
• Şeyhülislâmlık makamını, Şer’iye Vekâletini kaldırdı.
• Mecelle’yi, Kànun-i Esâsi’yi reddetti.
• İslâm fıkhını, hukukunu hiçe saydı.
• Frenklerin kànunlarını, rakamlarını, hurûfatını ithal etti. Üstüne de yüzde yüz yalan yere sahte “Türk malı” etiketini yapıştırıp milyonlara yutturdu.
• Kur’ân’ı, Mushaf’ı yasaklattı.
• Muhammedî Ezan’a yasak koydu, yerine şarkı bozuntusu şeyler koydurttu.
• Dinî ibadete müdahale etti. İnsanlarımızın ne şekilde ibadet edeceğini, hangi dil ve hangi alfabede Ezan, Kur’ân, Hutbe okuyacağını tayin etme cüretinde bulundu.
Geriye bir şey kaldı mı acaba? Kaldı, kaldı. Aynı Kemalizm, meselâ:
* Müslüman Türk’ün Türklüğünü bozdu. İslâmî geçmişinden koparmaya çalıştı.
* Müslüman Kürd’ün Kürtlüğünü dejenere edip asliyetini bozdu. Yetmedi, her türlü bahane ile vahşice ezme cihetine gitti.
* Müslüman Alevilerin Aleviliğini bozmaya var gücüyle çalıştı. İçine, yüzde yüz doku uyuşmazlığı olan bid’aları soktu. Tuhaf mı tuhaf bir şekle soktu.
* Alevîlerle Sünnîleri birbirine çatıştırıp aralarına kin ve husûmet tohumları ekti. Dersim Katliâmı için “Oradaki Alevîleri Sünnîler öldürdü” yalan ve iftirasını yaydı.
* Sadece Alevîlerle Sünnîleri değil, sadece Türklerle Kürtleri de değil, birbiriyle rekabet veya muaraza potansiyeli olan hemen herkesi, her grubu karşı karşıya getirerek, bunları tokuşturup vuruşturmaya çalıştı.
@salihoglulatif:
İSTİBDAT NEDİR
1- Rey-i vâhid
2- Tahakküm
3- Zulmün temeli
4- Muamele-i keyfiye
5- Kuvvete istinad ile cebir
6- İnsaniyetin mâhîsidir.
(Münâzarât’tan)
.
Cengiz’in torunu Hülagû ve fitnesi

Cengiz Han’ın torunu olan Hülâgû Han, 8 Şubat 1265’te öldü. Bu iki şahıs, “zalimlikte sınır tanımayan dede ile torun” sıfatları ile tarihe geçti.
Evet, bu iki dehşetli imparatorun, sadece İslâm tarihi değil, dünya tarihi ölçeğinde bakıldığında da, zalimlikte emsâline rastlanılmayan kişiler olduğu görülüyor.
Hülâgû, dedesinden miras olarak devralmış olduğu zulümkârlığı en uç noktasına kadar götürmüş, hatta yer yer dedesini dahi geride bırakabilmiş bir kanlı zalimdir.
Bu iki zâlimin dehşetli fitnesinden hem âyet, hem hadis, hem de Hz. İmam-ı Ali îmâlı ve işarî bir şekilde haber veriyor. Bu haberler ise, Risâle-i Nur’un muhtelif bahislerinde (19. Mektup, 1. Şuâ, 18. Lem’a...) zikrediliyor ve zamanımızın şeddatlarıyla da irtibatlandırılarak ehemmiyetle nazara veriliyor.
İşte Risâle-i Nur’dan iki iktibas:
Resûl-i Ekrem (asm), nakl-i sahih-i kat’î ile ferman etmiş: “Yaklaşmakta olan bir şerden vay Arapların haline!” deyip, Cengiz ve Hülâgû’nun dehşetli fitnelerini ve Arap Devlet-i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiş. (Mektubat: 104)
Resâili’n-Nur’un ikinci ismine tevafukla işaret eden umum o âyetler, dehşetli asır olan Hülâgû ve Cengiz asrına dahi îma ederler. (Şuâlar: 621)
Dehşetli Hülâgû Fitnesi
Cengiz Han hayatta İken, imparatorluğun topraklarını dört oğlu arasında paylaştırdı. Merkezî yönetim ise, vasiyeti üzerine Ögedey Hana devredildi. Cengiz’in bir diğer oğlu olan Toluy Han (naib), uzun müddet “Savaş Bakanlığı” yaptı. Bu sayede, Moğol yönetimi Ögedey Handan sonra kendi çocuklarının eline geçti.
İşte, bu çocuklardan biri olan Hülâgû, 1255 yılında Ortadoğu taraflarına gönderildi. Hedef, bu coğrafyada henüz ele geçirilmemiş olan toprakları da İmparatorluğa katmaktı. Hülâgû’nun hedefindeki İran, Irak, Suriye ve Şarkî Anadolu’da ağırlıklı olarak Müslüman nüfus yaşıyordu: Abbasiler, Harezmiler, Artukiler, Eyyübiler, Selçukiler, Memlukiler gibi…
Bu tarihlerde, hatta 1243’te Sivas’ta Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı’ndan sonra Selçukluların kuvveti büyük çapta kırılmış olduğundan, Hülâgû’nun saldırılarına karşı Anadolu’da herhangi bir varlık gösterilemedi. Bundan cesaret alan Hülâgû, iki başlı hale gelen Selçuklu ülkesini kendi atadığı valilerle yönetmeye çalıştı.
Anadolu’yu hakimiyeti altına alan Hülâgû, tahripkâr ordusuyla bu kez Abbasî İslâm Hilâfeti merkezinin bulunduğu Bağdat’a yöneldi. Putperest ve bir itikada sahip ve İslâma bütün zerratıyla düşman olan Hülâgû, Bağdat’ta bulunan Abbasî Halifesine bir elçi göndererek teslim olmasını ve halkı da direniş göstermeden teslim olmaya çağırmasını istedi.
Hülâgû, esasında hiç olmayacak ve kabul edilemeyecek bir teklifte bulundu. Ayrıca, kan dökmek için bahane arayan ve asla güvenilmeyen bir zalim olarak zaten tanınıyor, biliniyordu. Dolayısıyla, haksız yere yapmış olduğu teslimiyet çağrısını reddetmekten başka çare yoktu.
Nitekim, Halife Musta’sımbillah da öyle yaptı; asla teslim olmayacaklarını ve Bağdat’ı sonuna kadar müdafaa edeceklerini söyledi.
Saldırmak için zaten bahane arayan Hülâgû, savaş ahlâkını da bir tarafa bırakarak, askerlerine Bağdat’ı yakıp yıkmayı, asker-sivil ayırt etmeksizin bütün ahaliyi öldürmelerini emretti.
Şehri çepeçevre kuşatan Hülâgû’nun ordusu, verilen emri aynen yerine getirdi. Gaddarlıkta sınır tanımayan ordu, bir yandan önlerine çıkan surları, sarayları, cami ve medreseleri yakıp yıkaken, bir yandan da canlı namına ne varsa vurup katletmeye başladı. Bu şiddetli saldırılara daha fazla mukavemet edemeyen Abbasi kuvvetleri, kısa süre sonra mağlûp düştü. Şehre giren Hülâgû’nun askerleri, şehri baştan başa yakıp yıkıp yağma ettiler. Yağma, bir haftadan fazla sürdü.
Abbasî’nin yıkılışı
Son olarak Halife Musta’sım’ı da yakalayan Hülâgû, onu keçeden yapılmış bir çuvalın içine koyarak, atların ayakları altına attırdı ve insanlık dışı bir muameleyle halifeyi katletti. Ayrıca, Abbasî hanedanından yakalayabildiği diğer bütün fertleri de, değişik işkence yöntemleriyle öldürdü. Hanedanın kurtulabilen fertleri ise, Bağdat’tan gizlice kaçarak Mısır’daki Memluk Devletine sığındı.
Hülâgû, Bağdat’ı ele geçirdikten sonra İran’a gelerek istiklâlini ilân etti ve burada İlhanlı Devletini kurdu. Öldükten sonra yerine oğlu Abaka Han geçti. Abaka Han ise, oğlu Argun’a son Selçuklu Sultanlarından IV. Kılıçarslan’ın kızı Selçukî Hatunu zorla alıp Tebriz’deki saraya getirtti… Bir Müslüman kızının putperest bir aileye zorla gelin edilmesi, Anadolu’daki Beylikleri kızdırıp harekete geçirdi. Yer yer çatışmalar yaşandı. Ancak, netice değişmedi.
Selçukî Hatun ise, zorla gelin edildiği ailede çocuklara sessiz sadâsız bir şekilde İslâmiyeti öğretmeye, onlara imân ahlâk dersini öğretmeye çalıştı. Ve gün geldi, onun yetiştirmiş olduğu (muhtemelen üvey oğlu) M. Gazan Hana saltanat sırası geldi. Gazan Han, tahta geçtikten sonra İlhanlı devletinin bir İslâm devleti olduğunu dünyaya ilân etti. (1295)
@salihoglulatif: “Velâ terkenû illellezîne zalamu...” âyet-i kerimesi, zulme değil yalnız âlet ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rızâ-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür. (BSN; 28.Mektup)
.
Referanduma kadar gerilim politikası

Aradan geçen zaman zarfında gelişen ve şimdilerde yaşanan hadiseler, aynı yöndeki fikir ve kanaatimizi değiştirmedi; bilâkis, daha da kuvvetlendirip pekiştirdi.
Başlıkta, benzer şekildeki ifadeyi bugün de kullanmamızın asıl sebebi budur.
Zira, aynı tarz gerilim politikası, hiç hız kesmeden günümüzde de devam edip gidiyor.
Ve maalesef, sonuna kadar böyle gidecek gibi de görünüyor.
Bu arada, bir noktadaki endişemizin daha da ziyadeleştiğini belirtmek durumundayız.
Şöyle ki: Nisan ayında yapılması düşünülen referandumun, Türkiye’nin siyasî tarihi açısından bir milâd, bir dönüm noktası teşkil etme ihtimali var.
On beş yıllık “şahıs merkezli” siyasî iktidarın, bu referandumda tökezlenerek aşağıya doğru yuvarlanması ihtimal dahilinde olduğu gibi, gücüne güç katarak yoluna devam etmesi de aynı şekilde ihtimal dahilindedir.
Esasen, neredeyse “hainlik-vatanseverlik”, yahut “iman-küfür” derecesindeki kutuplaştırma, ayrıştırma ve ötekileştirmeye dayalı bir gerilim siyasetinin arzu veya tercih edilmesinin en önemli sebebi budur... Gerilimi tırmandırma politikasının en tehlikeli boyutuna gelince...
Bu noktadaki endişemiz, dahilde kanlı olaylara, hariçte ise savaş tamtamlarına yol açacak bir stratejinin devreye sokulmaya çalışılmasıdır.
“İnşaallah, böyle bir şey olmaz ve kimse buna tevessül etmez diyerek”, sekiz ay evvelki aynı muhtevalı söz konusu yazıyı bir kez daha takdim ediyoruz.
“Her şey mübah” mı?
Siyaseti meslek olarak seçenler, adım adım o hedefe doğru yürürler. Atılan illk adımlardan biri, siyaset ringine, yahut minderine çıkmak ve orada durabilmek, tutunabilmek.
Bazıları bu kadarlıkla da iktifa eder. Liderlik vasfı veya hırsı olanlar ise, hiç sınır tanımaz ve zirveye kadar gitmek için, mübah gördüğü her yolu dener, her türlü plânlamayı yapar ve bunları bir bir uygular.
* * *
Türkiye, şu sıralar şiddetli bir gerilim politikasının cenderesi içinde. Bu gerilimin, zaman zaman “öfke siyaseti”ne dönüştüğü de oluyor.
İşin garip tarafı, gerilimi hafifletmesi, sükûneti sağlaması, kitlelerin uyum içinde yaşamasına gayret göstermesi gerekenler, tam tersine bir davranış sergiliyor.
Öyle ki, alevlenmiş olan ateşi daha da körüklüyor, kopma derecesine gelmiş olan halatları daha da geriyor, yükselen tansiyonu tırmandırdıkça tırmandırıyor ve nihayet bilumum platformlarda öfke diliyle konuşmaktan asla geri durmuyor.
Peki, bu ne demektir ve bu acip tavır hangi hedefe yöneliktir?
* * *
Artık hiç şüphemiz kalmadı ki, yürütülmekte olan şu yüksek gerilimli siyaset, özellikle şu iki hedefe kilitlenmiş durumda: Birincisi, “tek adam”cılığa müsait yeni bir Anayasa; İkincisi, yine “tek adam” odaklı bir Başkanlık Sistemi.
Bu yönde sonuç almanın yegâne yolu ise, şimdilik—ne yazık ki—gerilim politikalarında görülüyor.
Zira, inisiyatifi elinde tutanların yürütmüş olduğu bir “gerilim siyaseti”, onların hesabına göre, daima yüzde 50 civarındaki, hatta üzerindeki bir destek oranına tekabül eder.
Buna göre, gerilim ne kadar şiddetlenirse, destek oranı da o nisbette yükselir.
Gelişmelere bu açıdan bakıldığında, son bir senedir tırmanışa geçen kontrollü gerilimin, bir müddet daha devam edeceğini söylemek mümkün.
“Tek adam”a göre yeni bir Anayasa ve Başkanlık Sistemi devreye girdikten sonra, tıpkı yakın geçmişte uygulanan “Çözüm Süreci”ne benzer yeni süreçler başlatılacak ve yepyeni bir dönem için muhtemelen toz-pembe tablolar yeniden sergilenmeye çalışılacak.
* * *
Bu zaman zarfında yaşanacak gelişmelerin, vatan ve milletimiz için hayırlara ve güzelliklere vesile olmasını duâ ve temenni ederiz.
@salihoglulatif: Yâ Rabbî! Bizi, seçimleri "Müslüman sayımı"; Referandumu "iman-küfür tercihi" gibi görme ve gösterme vartasına düşenlerden eyleme.
.
Olduğu gibi Sultan Abdülhamid

Tam 33 yıl (1876-1909) müddetle padişahlık yapan Sultan II. Abdülhamid, 10 Şubat 1918'de, ikamet etmekte olduğu Beylerbeyi Sarayı’nda son nefesini vererek Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Yazının hemen başında, bu “Son kudretli padişah” ile ilgili önemli bazı tevâfukları nazara vererek, konuya öyle devam edelim.
BİR: Sultan II. Abdülhamid, tahta geçtiğinde 34 yaşındaydı; 34. padişah oldu ve saltanatının 34. senesine girerken, bir askerî darbe sonucu tahttan indirilmiş oldu.
İKİ: Sultan II. Mahmud'un torunu ve Sultan Abdülmecid'in oğlu olan Sultan II. Abdülhamid, Milâdî 1876 senesinde padişah oldu. Bir tevâfuk eseri olarak, 76 yaşında iken de vefat etti.
İfrat, tefrit, vasat...
Şüphesiz, dostu kadar düşmanı da vardı, Sultan Abdülhamid'in. Aynı şekilde, meddahı kadar bedduâ edeni de vardı onun.
Gözü kapalı şekilde dost veya peşin hükümle bakarak düşman olanların hemen tamamı, ne yazık ki onun “şahsiyet” ile “siyaset”ini birbirinden ayırmadılar. Onun bu farklı yönlerini, neredeyse aynı kefeye koydular; haliyle, yorum ve değerlendirmelerini de aynı ölçü ve kıstas ile bakarak yaptılar.
Padişah'ın meddah ve muhasımlarının yanı sıra, ayrıca bir "vasat-orta yol" bularak şahsından ziyade politikasını, şahsî hayatından ziyade hükümet icraatını tenkit edenler vardı ki, bunların sayısı hem çok az, hem de bu yönleriyle pek bilinmiyorlar. Zira, insanların çoğu bir konuda veya bir kişi hakkında tahkik ehli olmak yerine, tarafgir olmayı ve adeta renk körlülüğü özrüyle siyah-beyaz kolaycılığına sapmayı tercih ediyor.
İşte, siyah-beyaz kolaycılığıyla hareket edenlerin bir kısmı "Ulu Hakan" dedikleri Sultan Abdülhamid'in şahsiyeti ile birlikte siyasetini de göklere çıkarırcasına meddahlık yaptılar; ki, aynı minvâl üzere gidenlere bugün de rastlamak pekâlâ mümkün.
Kezâ, aynı tarafgirlik marazıyla hareket eden bir başka gürûh ise, düşmanlıkta sınır tanımaz bir tavırla ona "Kızıl Sultan" damgasını vurdular; ki, bunların da nesli henüz tükenmiş değil.
Saltanat Selâniklilerde
Nisan 1909'da Hareket Ordusu’nun kurmay kadrosunu teşkil eden Selânikli subaylar ile "hal kararı"nı tebliğe giden heyetin başındaki Selânik mebusu Yahudi asıllı Emanuel Karasso'nun temsil ettiği "darbe cuntası", Osmanlı tahtından indirdikleri Sultan Abdülhamid ile bir bakıma yer değiştirdi: Padişah Selânik'e gönderilirken, Selânikliler de Padişahın tahtına oturup yetkisini kullanmaya başladı.
* * *
Bediüzzaman Hazretleri, Ve'l-Asr Sûresi’nin asrımıza bakan vechesini tefsir ederken, başımıza gelen maddî-mânevî "hasâret ve musîbetler" silsilesinin 1909'daki "tebeddül-ü saltanat" ile başladığını beyan ediyor ve bu dehşetli belâ zincirinin halkalarını şu şekilde sıralıyor: Libya ve Ege Adalarını kaybettiren İtalyan Harbi, Balkan Harpleri, Büyük Dünya Harbi, Mondros Mütarekesi, İstiklâl Harbi, Sevr Muahadesi, mânevî hasârete kaynaklık eden ve İslâm şeairlerinin darbe vurulmasına sebebiyet veren Lozan Muahadesi ve nihayet İkinci Dünya Harbi esnasında bu vatanda yaşanan açlık, kıtlık, kuraklık denen kaht û gala, yangınlar, depremler, vesaire...
Doğru açıdan bakış
Bediüzzaman Said Nursî, hayatı boyunca ifrat ve tefritten kaçınarak "vasat yolu" tercih ettiği gibi, Sultan Abdülhamid devrinde de aynı istikametli çizgiyi takip etmiştir.
Etrafında, özellikle siyâseten aşırı uçlara gidenleri görünce, böylelerine karşı mesafe koyma cihetine gitmiş ve kendi mesleğini "siyasetteki muktesit meslek" tâbiriyle formülize etmiştir. Bu formülü biraz daha açmak gerekirse...
Muktesit, iktisat mânâsıyla bağlantılı bir tâbirdir. İktisatlı olmak, israf ve cimrilikten kaçınmak; dolayısıyla, ifrat ve tefrite düşmeden "hadd-i vasat" denilen "orta yol"u bulmak, bu yolu benimsemek ve bu vasat çizgiden ayrılmamak demektir... Ki, Said Nursî de ömrünün sonuna kadar, hiç inhiraf etmeyerek daima bu meslekten gitmiştir.
Üstad Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinde siyasette vasatı terk ederek ifrat ve tefrite düşenlere de şahit olduğunu ve kendisinin bu tür kimselerle müşterek hareket etmediğini şu şekilde ifade ediyor:
"...Maatteessüf, sû-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim.
"Ehli ifratın bir kısmı, o derece tecavüz etti ki, ehl-i kànunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (1876) olan Kànun-i Esâsîyi ve Hürriyetin ilânını (1908) tekfire delil gösterirdi. ...Çendan, onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim.
"İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır...
"Elhasıl: Hükümete hücûm edenler, bazıları 'Haydo, Haydo' derlerdi, bazıları 'Haydar Ağa, Haydar Ağa' derlerdi. Ben 'Haydar' derdim; şimdide 'Haydar' diyorum, vesselâm..." (Age, s. 125)
.
Kudüs’te Ezân sesleri...

Hem ilk kıblenin, hem de Mi’râc’ın bir basamağını teşkil eden bu mukaddes beldede Yahudiler tarafından sürdürülmekte olan zalimane politikalar, artık bıçağın kemiği dahi kesmeye başladığı bir raddeye gelip dayandığını gösteriyor.
Burada yaşanan özellikle son gelişmeler, Müslümanım diyen herkesi ilgilendirdiği gibi, dindar İsevileri dahi yakından alâkadar ediyor.
Gelinen noktada, hiçbir Müslüman çıkıp “Nemelâzım” diyemez, olup bitenler karşısında sessiz-suskun durup meseleyi geçiştiremez.
Bu hatırlatmalardan sonra, Filistin ve Kudüs’ün tarihî serencâmına bir nebzecik olsun temas edelim.
Yüz yıldan önceki Kudüs
Tarih seyri içinde defalarca fetih ve işgal vak'alarına sahne olan Kudüs, en uzun süren huzur ve sükûn devresini 1517–1917 tarihleri arasında yaşadı.
Dünyada İslâm Birliği’nin mimarlarından olan Yavuz Sultan Selim, Kahire'den sonra Filistin'e yöneldi ve 30 Aralık 1517'de Kudüs'e girerek burayı yeniden fethetti.
Bu mübarek fetih, tam dört asırlık bir ömür sürdü.
Kudüs'e yönelik ilk fetih tecrübesi, 633 Milâdî senesinde Hz. Ebûbekir'in hilâfeti zamanında yaşandı. O tarihte yapılan fetih seferi, tam olarak başarıya ulaşamadı. Filistin toprakları alındı, ancak Kudüs'e girilemedi.
İkinci fetih harekâtı, 637 senesinde Hz. Ömer zamanında gerçekleştirildi. Kudüs'ün fethi müyesser oldu. Üçüncü fetih, 1187'de Şark'ın sevgili sultanı Selâhaddin-i Eyyûbî'nin emir ve kumandası altındaki İslâm ordusunun üstün gayretiyle tahakkuk etti.
Moğolların 1250'li yıllarda Bağdat'ı istilâ etmesiyle (Hülagû fitnesi) birlikte Küdûs'ün statüsü değiştiği gibi Filistin'deki asayiş de bozuldu. Bölgedeki idare sık sık el değiştirdi. Araplar ve Müslümanlar birbirine düştü. Bu dehşetli fitne ve kargaşa hali, Sultan Selim'in Kudüs'ü yeniden fethettiği 30 Aralık 1517 tarihine kadar devam etti.
Uzun bir huzur devresini yaşayan Kudüs, Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, tam da 1917 yılı sonlarında İngilizler'in işgaline uğradı.
İngilizler, diğer Filistin toprakları gibi Kudüs'ün idaresini de kademeli şekilde Yahudiler'e transfer ettirecek sinsî bir politika izledi.
Tam yüz yıldır devam edegelen şu kronik "Filistin sorunu", bölgedeki “İngiliz Siyaseti” sayesinde, günümüz itibariyle kangrene dönüşmüş vaziyette.
Son yüz yıllık fitne-fesat
Evet, Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli sahnelerinden biri 26 Mart 1917 tarihi itibariyle Filistin'in Gazze bölgesinde yaşandı.
Osmanlı ve İngiliz kuvvetleri arasında yaşanan bu Birinci Gazze Savaşı’nı İngiliz tarafı kaybetti.
İngiltere'nin, yani Birleşik Krallık Kuvvetleri’nin içinde, ayrıca Avustralya ve Yeni Zelanda askerleri de yer almaktaydı. Buna rağmen, ilk etapta galebe çalamadılar.
Ne var ki, Birleşik Krallık (Britanya) kuvvetleri görünürde geri çekilmesine rağmen, Filistin ve Ortadoğu üzerindeki emellerinden vazgeçmedi. Bir süre sonra tekrar harekete geçip savaştılar.
* * *
1917 yılı sonlarına doğru, Gazze ve Kudüs ile birlikte, hemen bütün Filistin toprakları İngiliz kuvvetlerinin hâkimiyeti altına girdi.
Bu fecî mağlûbiyetin yegâne sebebi—kasıtlı şekilde tekrarlandığı gibi—yerli Müslüman halkın Osmanlı'ya yardım etmemesi falan değil. Belki, en önemli sebep, daha sonra bu bölgeye giden İttihatçı paşaların kasdî ihmal, keyfî hareket ve umursamaz tavırlarıydı.
Evet, Arap âlemi ve İslâm kardeşliği, orada vazife başındaki “bozuk İttihatçı” paşaların hiç de umurunda değildi. Zira, onlar komitacıydı ve "Türkçü-Turancı" diye geçiniyorlardı. Araplara da antipatileri vardı. Bu sebeple, mücadeleyi gevşek tuttular ve bölgeyi âdeta İngilizlere peşkeş ettiler.
Filistin Cephesi’nde en etkili rolü, ilk başlarda meşhûr İttihatçı Cemal Paşa, sonlarda ise “Yıldırım Ordular Grubu Komutanı” olarak M. Kemal Paşa oynadı. En hızlı çekilme ve hüsran da, ne yazık ki sonlarda yaşandı.
1917 senesinin sonlarında Filistin'e girip yerleşen İngilizler (Allenby, 11 Aralık’ta şehre girdi), bölgede Yahudî hâkimiyetini sağlayıncaya kadar da çekip gitmediler.
Aynen, daha evvelki yıllarda (1878...) Kıbrıs'ta uygulanan "Rumlaştırma politikası"nda olduğu gibi...
Evet, Kıbrıs ile birlikte müzmin hale gelen Filistin meselesinin de başmimarı, İngiliz Siyaseti ve İngiltere’nin himayesindeki Yahudilerdir. Bunlarla dost ve müttefik olanlara eyvâhlar olsun
.
Namuslu Seçim’den Kanlı Pazar’a


Yakın tarihte yaşanmış iki farklı vukuatın da tarihi 16 Şubat. Bunlardan biri siyasî (1950), diğeri ise ideolojik karakterli (1969) görünüyor. Şimdi, bu iki mühim hadiseyi sırasıyla ve özet halinde yansıtmaya çalışalım.
Gizli oy, açık sayım: İlk kez!
Yeni Türkiye kurulup (1920) çok partili hayata geçildikten sonra, ülkemizde ilk kez "Nâmuslu bir seçim sistemi"nin uygulanması kararı alındı: 16 Şubat 1950.
Millet Meclisi’nde kabul edilen bu yeni seçim kànununa göre, bundan böyle "Tek dereceli, gizli oy ve açık tasnif esaslarını taşıyan çoğunluk sistemine dayalı seçim sistemi" uygulanacak.
Bu tarz bir uygulamayı öngören kànun, halk tarafından "Nâmuslu seçim kararı" şeklinde isimlendirildi.
Zira, bu tarihten önce uygulanan seçim sistemi, tam bir utanç tablosu teşkil ediyordu: Meselâ, seçmenin hangi partiye oy vereceği aleni iken, oyların sayım ve döküm işlemi, çoğu yerde jandarmanın dipçiği ve süngüsü altında ve seçmen vatandaştan tamamen gizli bir şekilde yapılıyordu.
Hatta bu yüzden, 1946'da kurulan ve anamuhalefet partisi konumunda bulunan Demokrat Parti, bazı mahalli seçimler ile ara seçimleri boykot etti... 1946 yılı genel seçimlerinde, özellikle taşradaki ağır baskılar yüzünden sadece İstanbul'dan milletvekili çıkarabilen DP, 17 Ekim 1948 ile 16 Ekim 1949'da yapılan her iki ara seçimde de, sistemi protesto ederek katılmadı.
DP, bu tavrını 16 Şubat 1950'de "Gizli oy, açık tasnif ve yargı denetimini kabul eden seçim kànunu" kabul edilinceye kadar da sürdürdü.
İşte, kabul edilen bu yeni sisteme göre, nihayet 14 Mayıs 1950'de genel seçimler yapıldı. DP, bu seçimde 487 milletvekilliğinin 408'ini kazanarak tek başına iktidara geldi. CHP ise, anamuhalefet konumuna düştü.
Ardı karanlık “Kanlı Pazar”
Yakın tarihin sayfalarına “Kanlı Pazar” diye geçen hadisenin 16 Şubat 1969 tarihli görüntüsü şudur: ABD’ye ait 6. Filo’yu protesto için düzenlenen "Amerikan Emperyalizmine Karşı İşçi Mitingi"nde gösteri yapan solculara, sağcı diye bilinan bazı militanlar da "Müslüman Türkiye!" sloganıyla karşılık verdi. Bunun üzerine, ortam iyice gerildi. Çıkan çatışma sonucu Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan isimli gençler öldürülürken, yaklaşık 200 kişi de çeşitli yerlerinden yaralandı.
Sağcı-Solcu Kemalistler
Tesbit edebildiğimiz kadarıyla, bu kanlı hadisenin azmettiricileri Kemalistlerdir. (Detaylar aşağıda.)
Sağcı-solcu görüntüsü altında, İstanbul Beyazıt Meydanı’nda karşı karşıya getirilen “hissiyatı galeyanda” olan bu vatanın gençleri, acımasızca birbirine vurdurulup kırdırılmaya çalışıldı. (Kemalistler, benzer bir senaryoyu 1945’te “TAN Matbaası Baskını”nda da sahneye koymuşlardı.)
* * *
Öte yandan, bu tür anarşik olayların boy vermeye başladığı 1969 yılı, aynı zamanda “genel seçim” yılı idi.
1960'da darbe ile devrilen Demokratlar (AP), 1965 seçimlerinde tek başına iktidara geldi. Dört yıl sonra yapılacak olan 1969 seçimlerinde de neticenin pek değişmeyeceği ve Demokrat iktidarın devam edeceği anlaşılmıştı.
Bu durumu hazmedemeyen ihanet odakları, ne yapıp edip bir hadise icat etmeye, ülkeyi bir kaosa doğru sürüklemeye karar verdiler.
Önce, bu vatanın evlâtlarını sağ ve sol diye iki cepheye ayırdılar. Ardından, onları her vesileyle çatıştırmaya gayret ettiler.
İşte, bu meyanda yaşanan ilk ve en büyük çatışma, 16 Şubat 1969'ta İstanbul’un orta yerinde vuku buldu: Devrimci-solcu geçinen cepheye mensup onlarca gençlik örgütü söz birliği içinde Türkiye'ye gelen ABD'nin 6. Filosunu protesto etmek için gösteri yapacaklardı. Buna mukabil, kendilerini sağcı-milliyetçi addeden gruplar da harekete geçerek, ABD'yi protesto edenleri protesto etmeye, dahası, gösterilere engel olmaya karar verdiler.
Dikkatlice baktığımızda, her iki tarafta da Kemalistlerin olduğunu görürüz: Meselâ, bazı solcu gruplar, yapacakları protesto gösterisini, "Amerikan Emperyalizmine Karşı Mustafa Kemal Mitingi" diye isimlendirerek etrafa yaydılar. Başını "Komünizmle Mücadele Derneği"nin çektiği sağcı gruplar da, solculara karşı "Müslüman Türkiye!" sloganlarıyla saldırma plânını hazırladılar.
Solcular, açıktan M. Kemal ismini kullanırlarken, Komünizmle Mücadele Derneği’ne yardım eden kesimlerin başında da yine Kemalistler geliyordu. Dolayısıyla, hem sağda, hem de solda mevzilenmiş olan Kemalistler, bu vatanın evlâtlarını karşı karşıya getirmişler ve ülkeyi bir kaosa doğru sürüklemeyi başarmışlardı.
Ne yazık ki, bu planlı kardeş kavgası kesintisiz devam etti. El altından bu tür kışkırtmaları yapanlar, nihayet darbenin olgunlaştığına kanaat getirerek harekete geçtiler.
Önce, General Madanoğlu liderliğindeki 9 Mart Cuntası darbe planını yaptı. Ancak, plânları deşifre olunca, hareket başarıya ulaşmadı ve cunta dağıldı. Eş zamanlı olarak harekete geçen bir diğer cunta ise, emir–komuta zinciri içinde 12 Mart'ta (1971) hükümete muhtıra verdi.
.
Lozan heyeti döndü; kavga kızıştı

Yaklaşık üç ay evvel Lozan’a giden İsmet Paşa başkanlığındaki Ankara Hükûmetinin delegasyonu, İstanbul’a vâsıl olduktan hemen sonra 18 Şubat 1923’te Ankara’ya doğru hareket etti.
Bu heyeti taşıyan İstanbul treni ile Latife Hanımın da aralarında bulunduğu M. Kemal ve beraberindeki heyeti taşıyan İzmir treni eş-zamanlı olarak Eskişehir’e vardı.
M. Kemal ile İsmet Paşa, Ankara ‘ya kadar aynı trende başbaşa seyahat etti. Necip Fazıl’ın neşrettiği Büyük Doğu mecmuasının 6 Ekim 1950 tarihli sayısında, saatler süren ve Ankara’da da devam eden bu “ikili görüşme”ler neticesinde, müştereken şu karara vardıkları ifade edilir: Din öldürülecektir.
Lozan muhaliflerinin âkıbeti
Millet Meclisi’nde Lozan ile ilgili geniş görüşmeler ve hararetli tartışmalar, 21 Şubat’ta (1923) başladı ve günlerce devam edip gitti.
Bu görüşmelerin çoğu “gizli celse” şeklinde cereyan etti.
Birinci Meclis'teki sürüp giden hararetli tartışmalar, bir müddet sonra birbirine zıt giden gazetelerin sayfalarına da yansımaya başladı: Hakimiyet-i Milliye'nin sahibi M. Kemal, TAN gazetesinin sahibi ise Ali Şükrü Beydi. Kızışma ve kutuplaşma, bu iki taraf arasında yaşanıyordu.
Bu iki lider, iki grup ve iki gazete cephesinde meydana gelen gerginlik, I. Lozan'da yapılmış olan ve ikinci kez yine Lozan’da tekrarlanacağı kuvvetle muhtemel olan görüşmelere dair ileri sürülen farklı görüş, tutum ve mülâhazalardan kaynaklanıyordu.
Ali Şükrü Bey, ısrarla ve defaatle haykırarak "Mehmetçiğin kanıyla kazanılmış olan büyük zaferin, Lozan'da masa başında ucuza satıldığı"nı söylüyor ve bu meyanda anlaşmaya varıldığına kanaat getirdiği bir “gizli anlaşma”ya âdeta isyan ediyordu.
Ali Şükrü ve beraberindekiler (II. Grup), Misâk-ı Millî'den tâviz verilmesini, Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaların ona-buna peşkeş edilmesini hiçbir şekilde kabul etmiyordu.
Buna mukabil, I. Gruptakiler, Lozan heyeti başkanı İsmet Paşa’nın Meclis'e verdiği bilgilere mutlaka itibar edilmesi, dolayısıyla Lozan'da en kısa sürede nihaî bir anlaşmaya varılması gerektiğini savunuyorlardı.
Neticede, muhalif sesler susturularak, erken seçim ve yeni Meclis için, el altından hazırlık çalışmalarına başlandı.
* * *
Her yolu mübah görerek muhalefeti susturanlara göre, İkinci Meclis, yeni bir anlayışla işbaşı yapacaktı. Yeni Meclis'ten beklenen en büyük icraat ise, Lozan'da alınacak kararların kayıtsız şartsız kabul edilmesiydi.
Nitekim öyle oldu...
1923 Temmuz'unda II. Lozan'da varılan mutabakat, Ağustos'ta da Türkiye Büyük Millet Meclisinde aynen tasdik edilerek kabul edilmiş oldu. Yine de, sayıca az bir grup, aleyhte oy kullanma cihetine gitti.
Aleyhte oy kullananlar, Kâzım Karabekir ve takriben 15 arkadaşıydı. Onlar da yavaş yavaş dışlanmaya başlanınca, bir sene sonra CHF'den ayrılarak TCF'yi kurdular.
Ne var ki, 1925'te yaşanan Şeyh Said Hadisesi’nden sonra, bu parti de kapatıldı. Parti kadrosunu teşkil eden çoğu Millî Mücadele komutanı olan bu vatanperverler, 1926'da İzmir Sûikastı bahanesiyle İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandılar. Bir kısmı idam edildi, bir kısmı darağacına çıkmaktan kıl payı kurtuldu.
Gayr-ı resmî kaynaklar
“Resmî görüşün dışında” olmak üzere, şimdiye kadar ulaşabildiğimiz hemen bütün kaynaklarda, İsmet Paşa’nın dostu Hahambaşı Haim Naum'un, Lozan görüşmeleri münasebetiyle Türkiye üzerinden yürütmüş olduğu sinsice ve hainane lobi faaliyetlerinden, doğrudan veya dolaylı şekilde bahsediliyor.
Kezâ, kaynakların çoğunda, Lozan'da Türkiye'nin bazı isteklerinin (tırpanlanmış mülkî tamamiyeti gibi) kabul edilmesi karşılığında, Türk milletinin bin yıldır sahip olduğu “din ve mukaddesat”ı adına ne varsa yıkılması, terk edilmesi ve din dışı reformların bir an evvel yapılması şartının ileri sürüldüğü ve bilâhare bunların tatbik sahasına konulduğu açıkça ifade ediliyor.
İşin garip bir diğer yönü, bu kaynaklarda böyle âşikâre bir sûrette dile getirilen o korkunç iddiaları şimdiye kadar hiçkimse ortaya çıkıp da açıkça yalanlamadı; belki de yalanlamaya cesaret edemedi.
Kuvvetli ihtimal, bundan sonra da edemez.
Zira, mızrak çuvala sığmıyor.
.
İkinci Harbe girdik mi? HA-VET

Sahi, başlıktaki gibi bir soru sorulsa, yani “Türkiye II. Dünya Savaşına katıldı mı?” şeklinde bir soru yöneltilse, insanlarımız acaba buna nasıl bir cevap verecek?
Yüksek ihtimalle, çoğunluk, böyle bir soruya net bir cevap veremez. Dahası, verilecek cevapların dahi muhtemelen yüzde doksanı doğru, isabetli, tutarlı olmayacak.
Zira, Türkiye, bu meselede tâ başında beri hep “ikircikli” davrandığı gibi, vatandaşlara da işin aslı, yani hadisenin içyüzü olduğu gibi anlatılmadı, yansıtılmadı.
Bu can alıcı sorunun kısa cevabı şudur: Türkiye, 23 Şubat 1945 tarihinde Meclis’te alınan bir kararla, resmî olarak veya kâğıt üstünde II. Dünya Harbine katılmayı kabul etti. Fakat, iş fiiliyata dökülmedi; yani, Türkiye fiilen o savaşa iştirak etmedi, edemedi... İşte, o tarihte yaşanan ve milyonlarca insanın canına-mülküne mal olan sarsıcı, dehşet verici gelişmelerin bir hülâsası...
Tarafsızdı; taraf oldu
Savaşın başından itibaren tarafsızlık politikası güden Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1945’in başlarında, tam da İkinci Dünya Harbinin bitimine doğru, bu savaştaki yerini ve safını belirlemiş oldu.
Türkiye, resmî ifade ile ABD-Rusya-İngiltere blokunun yanında ve Almanya-Japonya blokunun karşısında olduğunu deklare etti.
Özetle, Türkiye savaşa iştirak kararı aldı; ancak, savaşa bilfiil katılmadı. Sebebi de şudur: O tarihte Türkiye'nin savaşacak gücü yoktu. Ne silâh ve mühimmat, ne de ekonomik olarak, yeni bir dünya savaşının yükü altına girecek durumda değildi. Bu yüzden, uzun müddet tarafsız kaldı. Ancak, bilhassa İngiltere ve ABD'nin (müttefiklerin) baskıları artınca, Türkiye de tarafsızlığını bozmaya meyletti.
Ayrıca, savaşın seyri ilk yıllarda galip durumdaki Almanya ve İtalya’nın (ve dahi Japonya'nın) aleyhine döndüğü belli olmaya başlamıştı ki, Türkiye, tercihini müttefiklerden (güçlüden) yana yaptı. Ancak, buna rağmen, Türkiye, silâh desteği olmadan savaşa katılamayacağını İngiltere ve ilgili diğer hükümetlere bildirdi.
Savaşın 5. yılı, yani 1944 yılına gelindiğinde, Türkiye'ye silâh yardımı yapılacağına dair sözler sarf edilmeye başlanmıştı. Uzun süre işi ağırdan alan Türkiye, sonunda kesin bir tavır aldı ve Ocak 1945’te önce Almanya ile, hemen ardından da Japonya ile bütün diplomatik ve ekonomik münasebetlerini kesmeye karar verdi.
Türkiye’yi bu tarz bir tavır ve karar almaya sevk eden bir başka sebep de şudur: Müttefik ülke liderleri, Şubat 1945’te yapılan Yalta Konferansında, yeni kurulacak Birleşmiş Milletler’e yalnızca 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya’ya savaş açmış ülkelerin katılmasını içine alan bir karar aldı. Türkiye, işte bu sebeple “resmen” savaş ilân etti.
Şayet, söz verilen silâhlar gönderilse idi, Türkiye’nin fiilen de savaşa girmesi söz konusuydu.
Demek, İlâhî takdir, bir hikmete binâen, Türkiye’nin harbe girmesine fetvâ vermedi, müsaade etmedi.
* * *
Bu arada, hani tek parti diktatoryasını temize çıkarmak maksadıyla bazıları diyorlar ya: "Efendim, İsmet Paşa, Türkiye'yi II. Dünya Savaşının dışında tutmayı başardı."
Oysa, bu iddia cahilâne bir yanlış ve sunturlu bir yalandan ibarettir. İsmet Paşa yönetimi, bal gibi savaş kararı aldı ve silâhları beklemeye koyuldu. Ne var ki, silâhlar henüz Türkiye'ye ulaşamadan, önce Hiroşima ve üç gün sonra da Nagazaki'ye atom bombasının atılması (6-9 Ağustos) üzerine, II. Dünya Savaşı bitmiş oldu.
Japonya, 14 Ağustos 1945'te kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etti. Milyonlarca cana mal olan savaş, böylelikle Uzak Doğu'da sona ererken, aynı durum bir hafta sonra Avrupa kıt’asına yansıdı.
Meselenin kaderî veçhesi
Bediüzzaman Hazretleri, vâki bir suâle binaen, Birinci Harpteki mağlûbiyetimizin sebeplerini “kaderin fetvâsı” cihetiyle izah ederken, aynı tarz bir izâhatı da İkinci Dünya Harbi (1940-45) vesilesiyle yapar. Şöyle ki: “...Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faydasız bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir sûrette ve zararlı bir yolu tercih etmek, (İsmet gibi) böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?" diye suâl oldu.
Gelen cevap, mânevî cânipten geldi. Bana denildi ki: “Sen, yirmi sene evvel mânevî suâle verdiğin cevap, senin bu suâline de aynı cevaptır. Yani, eğer (başlangıçta) galip tarafı iltizam edilseydi (Almanya tarafında yer alınsaydı), yine mimsiz medeniyet nâmına galibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem-i İslâma, mevki-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslâmın selâmeti için, bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler." (Kastamonu Lâhikası: 19)
@salihoglulatif:
Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah.
(BSN; H. Şamiye: 43)
.
Bosna’da hürriyet ve istiklâl kararı

Komünist rejiminin bir diğer ismi olan “Demir perde”nin yırtılmasından sonra, bu rejimin uygulandığı Yugoslavya'dan ayrılan unsurlar, bir bir bağımsızlık yolunu seçti.
Bu unsurlardan birini de Boşnak, Hırvat ve Sırplardan müteşekkil “Bosna-Hersek Parlamentosu” teşkil ediyordu.
Bosna merkezli nüfusun teşkil ettiği bu parlamentonun çoğunluğunu Müslüman Boşnaklar teşkil ediyordu. İkinci sırada Katolik Hırvatlar, üçüncü sırada ise Ortodoks Sırplar geliyordu.
Parlamentonun almış olduğu “bağımsızlık kararı” referanduma götürülerek halkoyuna sunuldu.
İşte, tâbiri câiz ise, “dananın kuyruğu” da bu hadise ile kopmuş oldu. Zira, 1 Mart 1992'de yapılan ve kesin hatlarıyla ortaya çıkan referandum sonucuna göre, halkın yüzde 63'ü “bağımsızlık”tan yana tercihte bulundu.
Ne var ki, Sırplar bu kararı tanımadı ve bağımsızlık talebini kanla bastırmak üzere askerî birliklerini derhal harekete geçirdi.
Aradan daha üç günlük bir süre bile geçmemişti ki (3 Mart), Sırp kuvvetleri Bosanki Brod'da yaşayan Boşnakların üzerine, ağır silâhlarla bombalar yağdırdı.
Böylelikle, doğrudan Müslüman Boşnaklara yönelik olarak, adına savaş dahi denilemeyecek çok kanlı ve zalimane bir saldırı harekâtı fiilen başlatılmış oldu.
‘Savaş’ın da bir nâmusu var
Evet, Bosna’da olup bitenlerin adına, bilinen haliyle “savaş” dahi denilemezdi. Zira savaşın da kendine göre bir usûlü, âdâbı, erkânı, nâmusu... vardır.
Ama, o tarihte Bosna-Hersek’te yaşananlarda, bu ve benzeri insanî hâllerin, tavırların hiçbiri yoktu.
Müslüman Boşnaklar, öncelikle silâhsız ve savunmasızdı. Savaşacak silâhı, askeri, ordusu, polisi yoktu. Tâ Tito zamanından beri, bu yönüyle özellikle enterne edilmiş, ordu kademelerinde yer almalarına fırsat verilmemişti.
İşte, bu derece çaresiz ve savunmasız bir topluluğa, Avrupa'nın en vahşi, en gaddar ordusu musallat edilmişti. Hem de en modern silâhlarla donatılmış olarak...
Saldırganlık, 1995'e kadar aralıksız şekilde devam etti. Günde ortalama iki bin bomba yağdırıldı bu mâsum insanların üzerine.
Üç yıla yakın süren bu vahşet, dünyanın gözü önünde ve insancıl Avrupa'nın tam da burnu dibinde yaşandı.
Yüz binlerce insanın canına mal olan ve bir o kadar da binanın harap olmasıyla sonuçlanan bu kanlı vahşet, 1995'te nihayet ABD Başkanı Bill Clinton'un harekete geçmesi ve NATO gücünün devreye sokulmasıyla ancak durdurulabildi. Taraflar arasındaki barış antlaşması ise, 14 Aralık 1995'te Paris'te imzalandı.
Bu anlaşma Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve Avrupa Birliği’nden temsilcilerin iştirakiyle sağlandı. Adına "Dayton Antlaşması" denilen bu mutabakatın daha açık ismi "Bosna-Hersek Genel Çerçeve Barış Anlaşması"dır.
Boşnaklar, işte bu kadar uzun süren ve böylesine ağır bedellerle sonuçlanan çetin bir mücadele neticesinde bugünkü kısmî hürriyet ve bağımsızlığa kavuşabildi.
İnşaallah, yakın gelecekte tam mânasıyla hürriyet ve istiklâllerine kavuşacaklardır. Duâ ve niyazımız bu yönde...

Bosna’daki bağımsızlık mücadelesinin efsanevî kahramanı Aliya İzzet Begoviç (1925-2003)
@salihoglulatif:
Garabet: Bazı cezaevlerinde Risâlelere kısmî yasak uygulanıyor.
* * *
“Risâle-i Nur’a ilişenler tokat yerler; yüzer vukuât şahittir.”(BSN; K. Lâhikası: 204
.
Bir zulüm âbidesi: Muğlalı Paşa

Yakın tarihimizin en gaddar, en ceberrut komutanlarından biri de, hiç şüphesiz Mustafa Muğlalı Paşa’dır.
1943’te işlemiş olduğu katliâmlı bir cinayetinden dolayı yargılanıyordu. Mahkeme, 2 Mart 1950’de nihaî kararı verdi: İdam.
O gün idama mahkûm eden Muğlalı’nın cezası, askeriyenin baskısıyla müebbet hapse çevrildi. Paşa, 11 Aralık 1951’de hapiste iken öldü.
* * *
Ceberrut Paşa’nın cinayetleri saymakla bitecek gibi değil: Şimdiye kadar bilinen kara listenin başında Dersim, Menemen ile Van-Özalp’ta işlediği katliâmlı cinayetler gelir.
Meselâ, 1926’dan sonra görevli bulunduğu Elazığ-Tunceli taraflarında, sayısız insanın kanına girdi, Muğlalı. Öyle ki, Koçuşağı gibi bazı aşiretlerin hemen bütün fertlerini öldürterek imha ettiği dahi rivâyet edilir.
Muğlalı Paşa’nın, artık hiçbir şekilde gizlenemez hale gelen diğer cinayetlerinin adresi ise Menemen ve Özalp. Şimdi, kısaca bu iki vak’anın seyrine bakalım.
Menemen sâbıkası
Bilindiği gibi, Menemen'de 23 Aralık'ta (1930) yaşanan mürettep "Kubilay Hadisesi" üzerine, Meclis ve ordu tarafından olağanüstü tedbirler alındı.
Önce, bölgede sıkıyönetim ilân edildi. Ardından, Menemen'de özel yetkili bir askerî mahkeme kuruldu.
Sıkıyönetim komutanlığına F. Altay Paşa, Divân-ı Harp Mahkemesinin başkanlığına ise gaddarlığı ile bilinen Mustafa Muğlalı Paşa getirildi.
Muğlalı, bu kumpas hadisesi bahanesiyle “Menemen’de taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmama” fikrindeydi.
Orada inisiyatif kullanarak, perçok insana zulmetti. Bir yandan da, zanlılar hakkında idam ile yargılama süreci başlatıldı.
İlk mahkeme, 15 Ocak'ta yapıldı. Mahkeme, bir-iki hafta zarfında neticelendirildi ve 50’den fazla maznun cezaya çarptırıldı. Maznunlardan 28'i hakkında idam cezası verilmişti. Cezaların infazı için, Meclis'in onayı gerekiyordu.
İşlemler hızlandırıldı. Mahkemenin kararı, derhal Meclis'e intikal ettirildi. Meclis Adalet Komisyonu, görüşüp kabul ettiği mahkeme kararını 2 Şubat günü Meclis Genel Kuruluna götürdü. Meclis, aynı gün bu kararı tasdik etti. Sıra, cezanın infazına gelmişti.
Muğlalı Paşanın işlemiş olduğu cinayetle ilgili bir gazete haberi.
Nihaî karar, bir gün dahi bekletilmeden, hemen infazlara geçildi. Çoğunluğu mâsum olan 28 vatandaş, 3 Şubat (1931) günü idam edildi. (Cumhuriyet, 4.3.1931)
İdam edilenlerin arasında Hayimoğlu Jozef isimli bir Yahudi de vardı. Bunun yegâne suçunun, çok kısa bir süre önce kapatılan muhalif parti Serbest Fırkanın üyesi olduğu hakkında bilgiler var.
Sınırda katliâm
Em. Org. Mustafa Muğlalı, kaçakçılık yaptıkları iddiasıyla suçlanan 33 köylüyü, 1943 yılı Temmuz'unda Özalp-İran sınırına götürüp kurşuna dizdirdi.
(NOT: Kurşuna dizileceklerin sayısı başlangıçta 33 iken, son anda grubun içinde bulunan bir kadının serbest bırakılmasıyla, bu sayı 32 olarak sabitlenmiş oldu.)
Bu câniyane hadise, bilâhare adliyeye intikal etti ve Muğlalı’nın muhakeme edilmesine başlandı.
2 Mart 1950’de idam kararı ile sonuçlanan bu dâvâ, yakın tarihimize "Muğlalı Paşa Hadisesi" ismiyle geçti.
(NOT: S. Demirel’in anlattığına göre, 12 Eylül 1980 Darbesini yapanlar, bu tarihten önce anarşi olaylarının üzerine azim ve kararlılıkla gitmek istemeyişlerine “Muğlalı örneği”ni gerekçe göstermişler.)
* * *
Söz konusu kurşuna dizme hadisesinin mahkemeye intikal etmesi safhasında, bir heyetin konu hakkında araştırma yapması ve tesbitlerini bir rapor halinde mahkemeye sunması istenir.
İşte, o rapordan bir bölüm: "30 Temmuz 1943 Cuma günü sabahleyin nezarette bulunan 32 köylü dışarı çıkarılmış, elleri arkalarına ve kişiler birbirlerine iplerle bağlanmak suretiyle Çilli Gediği yönünde sevk edilmişlerdir. Bu sırada, zaten öldürüleceklerini bilen elleri bağlı mağdurların yalvarıp yakarmaları, feryâd û figânları yürekler acısı bir sahnedir. Kafile Çilli Gediği’ne geldiğinde, iki teğmen, emirlerindeki mangalara ateş emrini vermişler. Erler, piyade tüfekleri ve hafif makinalı tüfeklerle 32 mâsum vatandaşı yaylım ateşi altına alarak katletmişlerdir."
.
Bir günde 300 senelik tahribat

Mart ayı, sadece “evin penceresi”nden baktırıp kazma-kürek yaktırmıyor. Mart, bir de “tarih penceresi”nden baktırarak, ayrıca kalp ve vicdanları yaktırıyor. 1829’da fes-pantolon inkılâbı, 1909’da 31 Mart Vak’ası, 1924’te Hilâfetin lağvedilmesi, vesâire...
Bugünkü konumuz ise, özellikle 03.03.1924’te yapılan ve tamiri için belki 300 sene çalışma gerektiren dehşet verici inkılâplara dair.
Ancak, bu tarihî vak’aya geçmeden evvel, aslı 1908’de telif edilen Beşinci Şuâ’dan ibretâmiz bir iktibas yapalım. Şöyle ki: “...İslâm Deccalı, (1935’te) Masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından, dehşetli bir iktidar zannedilir. Hem, ...İslâm devletinin başına geçecek olan Süfyanî Deccal, gayet muktedir ve dâhâ ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şân ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir Sadrâzam (Başbakan) ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir Serasker (GKB) bulur, onları teshîr eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyâsızlıklarından istifade ile ...işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek, şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir (duyurur).”
* * *
Ve, günün tarih: 3 Mart 1924.
Bu tarihte, Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen/ettirilen bir dizi kànun maddesine bakıldığında, yeniden tamiri için asırların gerektiği pek mühim icraat ve inkılâpların yapıldığı görülüyor.
Bunları, ana maddeler halinde şu şekilde sıralamak mümkün.
BİR: Bin üç yüz yıllık Hilâfet-i İslâmiye, lağvedilerek müessese bazında kapatılmış oldu.
İKİ: Osmanlı Hanedanına mensup istisnasız bütün fertler, cebrî olarak hudut haricine çıkartıldı ve Türkiye'de, yani cedlerinin fethettiği 625 yıllık öz vatanlarında yaşamaları kànun zoruyla yasaklandı.
ÜÇ: Medreseler kapatıldı. Böylelikle, dinî dersler veren 1300 yıllık bu köklü müesseseler de tarihe karışmış oldu.
DÖRT: Çıkartılan Tevhid-i Tedrisat Kânunu ile din ve fen ilminde "eğitim birliği"ne karar verildi. Bu kararın fen ve felsefe kısmına uygulanma serbestliği getirilirken, din dersleri, okullarda ancak 1949'dan sonra lütfen ve kerhen verilmeye başlandı.
BEŞ: Şer'iye, Evkaf ve Erkân–ı Harp müesseseleri kapatıldı. Bunların yerine Diyanet Başkanlığı, Vakıflar İdaresi ve Genelkurmay Başkanlığı kuruldu.
Kadim çınarlar bir bir devrildi
Evet, normal hal ve şartlara göre bakıldığında, bütün bu inkılâpların, belki üç yüz yıllık bir zaman zarfında ancak mümkün olabileceği tahmin edilebilir.
Lâkin, apaçık gerçek şu ki: Yukarıda sıralamış olduğumuz bütün o devrimler, inkılâplar bir günde, evet sadece ve sadece bir tek gün içinde yapıldı ve hiç vakit geçirilmeden de tatbik sahasına konuldu... Tabiî, hemen ardından, benzer mahiyetteki diğer inkılâplar birer birer çıkartılarak, yine cebrî ve keyfî bir surette şu Müslüman millete dayatıldı.
Meselâ, 1925'te şapka inkılâbı, 1926'da hukuk ve adâlet sahasındaki inkılâplar, 1928'de harf inkılâbı, 1929’da Arabî hurûf Kur’ân’ın, 1932’de ise Muhammedî Ezan’ın yasaklanması, vesaire...
* * *
Bu köşede, sıklıkla tarihimizin son iki asırlık, bilhassa son yüz yıllık süresi içinde yaşanmış olan bazı mühim vukuatı olduğu gibi sizlerin bilgisine ve dikkatine sunmaya çalışıyoruz. Kısmî yorumlarla birlikte, mümkün olduğunca özellikle hükmî ifadeler kullanmaktan imtina ediyoruz.
Bizim öncelikli vazifemiz, "Hakikî vukuâtı kaydeden tarih"ten bilgiler aktarmak. Bunların nihaî yorum ve değerlendirme kısmını ise, siz aziz okuyucularımızın fikrî ve ufkî ihatasına, hâssaten ferâsetine havale ediyoruz.

@salihoglulatif: Ülkemiz baştan başa NURlanıyor. Şehirlerimizin cadde, sokak ve meydanlarını süsleyen Risâle-i Nur Külliyatının afişleri, muazzam bir ilânât hizmeti görüyor. Feyiz geliyor, düğümler açılıyor, fütûhâta zemin hazırlanıyor. Hakikaten, bu bir mazhariyettir. Elhamdülillah... Duâ ve temennimiz odur ki, bu ulvî hizmet ve mazhariyetten mahrum, nasipsiz hiçbir yer kalmasın.
.
Kudüs Fatihi Selâhaddin-i Eyyûbî

Bugün (4 Mart) “Şark’ın sevgili sultanı”, büyük İslâm kahramanı Selâhaddin-i Eyyûbî’nin (1138-1193) vefat yıl dönümü.
Namık Kemâl, Mehmed Âkif ve Bediüzzaman Hazretleri gibi mümtaz şahsiyetler, ondan sitayişle bahseder. Divan-ı Harb-i Örfi isimli eserde, ondan şu ifadelerle söz edilir: “…Şeriat-ı garrâ müsavatı ve adâleti ve hakikî hürriyeti, cem-î revabıt ve levâzımatıyla câmidir. İmam-ı Ömer (ra), İmam-ı Ali (ra) ve Salâhaddin-i Eyyubî âsârı (icraatı) bu müddeâya delil-i alenîdir.” (Age, s. 84)
Kudüs’ün yeniden fethi
Selâhaddin-i Eyyûbî’nin en büyük hizmetlerinin başında Kudüs’ün yeniden fethi geldiği için, biyografik bilgiden ziyade, onun imzasını taşıyan o muazzam fütûhatı nazara veremeye çalışalım.
Bir “İslâm kahramanı” olan Selâhaddin-i Eyyûbî, aslen ve neseben Kürt olarak biliniyor. Umumî kabule göre “Kürtlerin medâr-ı iftiharı”dır. Ancak, onun kurmuş olduğu “Eyyûbî Devleti” bir millî devlet değildi. Zira, kendisi “ümmet anlayışı”na dayanan bir İslâm devletini kurdu.
Selâhaddin-i Eyyûbî hakkında müstakil bir biyografik eser yazan Namık Kemâl, “Evrak–ı Perişân”da ondan şöyle bahseder: “Binlerce Müslüman sultanı içinde, Asr-ı Saadet hariç, üstünlüğü ve büyüklüğü itibariyle Selâhaddin’e eşit (müsavî) olanlar, topu topu on-on beş nâdir kişiden ibarettir.”
Mehmed Âkif de, ona duyulan muhabbeti mısralarına şu sitayişkâr ifadelerle yansıtır:
Sen ki son ehl-i salibin kırarak savletini
Şark’ın en sevgili sultanı Salâhaddin’i
Üstad Bediüzzaman ise, Kürtler için örnek bir şahsiyet olarak gösterdiği Selâhaddin-i Eyyûbî hakkında çok takdirkâr ifadeler kullanıyor ki, bunlar, Nur Külliyatının muhtelif bahislerinde zikrediliyor.
* * *
Selâhaddin-i Eyyûbî, bilhassa Fatımî iktidarını ortadan kaldırıp Mısır’da hakimiyet kurduktan sonra, hayatına yeni bir çeki-düzen verdi. O, takvâ üzere yaşamayı, hakkâniyet ve adâlet üzere hükmetmeyi ve bütün kuvvetiyle İslâma hizmet etmeyi, hayatının en büyük ve değişmez gayesi haline getirdi. Bu haliyle giriştiği hemen bütün mücadeleleri büyük bir muzafferiyetle kazanmaya muvaffak oldu. İşte, Kudüs’un fethi de, bu büyük muvaffakiyetlerden biridir.
Kudüs, ilk olarak Hz. Ömer’in 638’deki Yermuk Zaferinden sonra önemli bir İslâm beldesi haline geldi. Bu statü, asırlarca devam etti. Ne var ki, 460 sene sonra, yani 1099 yılında yaşanan I. Haçlı Seferi neticesinde, Kudüs Müslümanların hakimiyetinden çıktı, Hıristiyanların eline geçti. Hemen bütün Avrupa devletlerinin mânen gözdesi haline gelen Kudüs’te bir Hıristiyan Krallığı kuruldu.
Kudüs’te 88 yıl süren bu krallık zamanında, Müslüman ahaliye yapılmayan baskı, zulüm, işkence kalmadı. Defalarca katliâm yapıldı. Bölgede bir tek Müslüman kişi bırakılmamacasına çok zalimane bir politika izlendi. Zulüm, Sultan Selâhaddin tarih sahnesine çıkana kadar da devam etti.
* * *
Sadece Kudüs ve Filistin’de değil, Ortadoğu coğrafyasının birçok merkezinde (Trablus, Akka, Nasırıye, Taberiye, Beyrut…) yerleşmiş ve buralarda hakimiyet tesis etmiş olan Haçlılarla Müslümanlar arasında devam eden 88 yıllık sürtüşme ve çekişme, nihayet 1187 senesinde bitme noktasına geldi.
Bölgede güçlü bir İslâm devletini (Eyyübî Devleti) kurmaya muktedir olan Sultan Selâhaddin, Haçlıların ihlâl etmiş olduğu ateşkes (mütareke) anlaşmaları sebebiyle, bunların tek tek hesabını sormaya yöneldi. Bu arada hem kazandığı, hem de ufak çaplı kaybettiği bazı mücadele dönemleri oldu.
Suriye’nin Taberiye şehrindeki büyük karşılaşmada ise (4 Temmuz’daki Hittin Savaşı), birleşik Haçlı kuvvetleri Sultan Selâhaddin’in karşısında dize geldi. Düşman orduları perişan bir vaziyette darmadağın edildi.
Hiç vakit kaybetmeyen Sultan Selâhaddin, vargücüyle Kudüs’e yüklendi. İslâm ordusunun morali gayet yüksekti. Hittin’de kazanılan zafer, Müslümanların moralini fevkalâde yükseltmişti.
Bu sebeple, İslâm ordusu, kendisinden kat-bekat kalabalık durumdaki Haçlı ordusunu Kudüs’te de kesin bir mağlûbiyete uğrattı.
Buradaki Latin Krallığına son verdi ve Kudüs’ü fethetti. Böylelikle, 88 yıl aradan sonra Kudüs’ü yeniden bir İslâm şehri haline getirdi. (Bu statü, 1917’ye, yani Birinci Dünya Savaşı sonlarına kadar aynen, 1947’deki İsrail işgaline kadar da kısmen korunabildi.)
@salihoglulatif:
Yâ Rabbî! Yurdumuzun hiçbir beldesini, Kur’ân Şakirdlerinin bulunduğu hiçbir Nur mahallini, Kur’ân’ın malı olan Risâle-i Nur’un neşir ve ilânât hizmetinden mahrûm eyleme, hissesiz bırakma.
.
Gazeteler kapatıldı; İmam-Hatipler açıldı

(Yakın tarihten iki farklı hadise)
Doğu bölgelerinde patlak veren Şeyh Said hadisesi sebebiyle, İstanbul'daki gazete ve dergiler 6 Mart’tan (1925) itibaren kapatılmaya başlandı.
Kapatmanın hukukî dayanağı, Takrir-i Sükûn Kànunu. Gazetelerin kapatılmasına karar veren merci ise, Bakanlar Kurulu.
Bakanlar Kurulu kararıyla 6 ile 12 Mart tarihleri arasında kapatılan gazete ve dergilerden bazıları şunlar: Tevhid-i Efkâr, İstiklâl, Son Telgraf, Aydınlık, Sebilürreşad ve İkaz.
* * *
Adı geçen gazete ve mecmualar sadece kapatılmakla da kalmadı, bunların sahip ve nâşirleri de mahkemeye sevk edilerek çeşitli cezalara çarptırıldı.
İstiklâl Mahkemesi’nde yargılananlardan biri de Sebilürreşad'ın sahibi Eşref Edip Fergan'dı. Mayıs 1925'te tutuklanan Eşref Edip, Elazığ'da karanlık odalarda, böcek ve haşeratın içinde hapsedilerek, katmerli bir cezaya çarptırıldı.
* * *
Kapatılan mevkutelerden biri de, Velid Ebüzziya tarafından neşredilen Tevhid-i Efkâr gazetesiydi.
Bu gazete, Lozan Antlaşmasının imzalanmış olmasını "Sulh bayramı" şeklinde tarif ediyor.
Bu da gösteriyor ki, Tevhid-i Efkâr, hem Ankara hükümetini destekliyor, hem de diğer kapatılanların çoğu gibi Millî Mücadele taraftarı bir gazetedir.
Buna rağmen, Şeyh Said Hadisesi bahane edilerek bu gazateler kapatıldı; yetmedi, sahiplerine de ağır cezalar verildi. Maksat, hürriyetin sadâsını susturmak ve tek parti diktasını yaygınlaştırmak.
Nitekim, bu tarihten sonra sadece mevcut hükümetin meddahı, yalakası ve şakşakçısı olan gazeteler neşriyat yapabildi.
Diğerlerinin hemen tamamı, yaklaşık 20 sene müddetle susturulmuş oldu.
İmam Hatip Okulları
İmam Hatip Liseleri 6 Mart 1951’de resmen açıldı. Bu da Demokratların din ve vicdan hürriyetine yönelik bir başka hizmeti.
1940’lı yılların sonlarında kurulan ve çok az sayıda kontenjanı bulunan “İmam-hatip kursları” ihtiyacı karşılayamayınca, İHL’lerin kurulması cihetine gidildi..
* * *
3 Mart 1924'te çıkartılan Tevhid-i Tedrisat Kànunu, doğrudan doğruya Halk Partisi’nin eseridir. Patent, ona ait.
Bu kànuna göre, kapatılan medreselerin yerine İmam Hatip Mektepleri açılacak ve bu mekteplerde güyâ dinî konularda da eğitim-öğretim yapılacaktı.
Ama, ne gezer? Avrupa'dan ithal fen ve özellikle felsefe dersleri alabildiğine yaygınlaştırılırken, dinî eğitim ve öğretim bütünüyle terk edildi. Dinsiz, imânsız, Kur'ân'sız bir nesil yetiştirilmeye çalışıldı.
Mânevî buhran, 1940'lı yıllarda had safhaya çıktı. Bilhassa köylerde, evlenenlerin nikâhını kıyacak, vefat edenler için gerekli dinî vecibeleri deruhte edecek imamlar, hocalar, din görevlileri bulunamaz bir hale geldi. Yer yer başgösteren gerilim ve huzursuzluk, tehlikeli boyutlara çıktı.
Bu durumdan telâşa kapılan iktidardaki Halk Partisi, "U" dönüşü yaparak 1949'da "İmam Hatip Kursları"nı açmak mecburiyetinde kaldı.
İlk etapta 10 ay süreli bu kurslar, Demokrat Parti zamanında 7 (4+3) yıllık İmam Hatip Okullarına çevrilmiş oldu.
@salihoglulatif: Bir yanlış, bir başka yanlışla düzelmez.
Bir zulüm, bir başka zulümle izâle edilmez.
Bir suç, bir başka suçla ortadan kaldırılmaz.
Benzer örnekler çoğaltılabilir.
* * *
"Nefret dili" şüphesiz kerihtir, kötüdür, suçtur...
Bu dili kullanan her kim olursa olsun,
Hiç tevilsiz, suç işliyor demektir.
Her suçun da bir cezâsı, bir bedeli olmalı.
.
Avrupa’ya çatarken, kendi yaptığını görmemek

Siyasilerimiz, iktidarı ve muhalefetiyle birlikte, Avrupa’nın bu yüzsüz yüzünü şiddetle eleştirdi, kınadı, reddetti...
Gayet tabii ki, haklı olarak.
Buraya kadar tamam; hepsine eyvallah. Biz de, bizimkilerin bu müşterek tavrını destekliyoruz.
Bu müşterek duruş ve davranışı, keşke diğer insanî meselelerde de gösterebilsek.
Bir de, madalyonun öbür yüzü var ki, asıl içler acısı olanı da bu yüzde karşımıza çıkıyor.
İşte, bu yüzdeki sayısız mağdurlara, son olarak bir de Yeni Asya muhabiri, Nur Ener kardeşimiz eklenmiş oldu.
Bu konuyla ilgili detaylı bilgileri, gazetemizin manşet haberlerinde görebilirsiniz.
* * *
Bu vesile ile, içimiz burkularak şunu söylemek durumundayız: Siyasilerimiz, Avrupa’daki yasakçı ve antidemokratik uygulamalara çatarken, kendi yaptıklarını ve yanı başlarında cereyan eden aynı türden, hatta daha beter uygulamaları da görmesi lâzım.
Aksi halde, ciddiyetleri, samimiyetleri ve inandırıcı yönleri sorgulanır bir hale gelir.
Ne yazık ki, el’ân devam etmekte olan durum budur.
Tamam, Avrupa’nın yasakçı tutumuna, çifte standartlı davranışına hep birlikte karşı çıkalım. Onları dünya âleme şikâyet edelim; hatta, rezil û rüsvây etmeye çalışalım.
Ama, bu arada kendimiz de dünya âleme rezil olmamaya dikkat edelim. Doğru olanı da bu değil mi?
Günün Tarihi: 7 Mart 1927 - Zulmün ömrü kısa sürdü
İstiklâl Harbi esnasında (1920'de) kurulan ve sayısız idam kararı veren İstiklâl Mahkemeleri, 7 Mart 1927’de nihayet kapatıldı.
Bu imtiyazlı mahkeme, vermiş olduğu dehşetli idam kararları yanı sıra, ayrıca merkezde görev yapan "Aliler"i ile de meşhûrdur: Ali Çetinkaya, Kılıç Ali ve Necip Ali...
Bu Mahkemelerinin merkezi Ankara'daydı. Ancak zaman içinde başka vilayetlerde de şubeleri kuruldu ve bu mahkemelerin toplam sayısı 15’i buldu.
1920'de kurulan ve özellikle 1924'ten itibaren mahiyet değiştirerek tâ 1927'ye kadar icraatını bilfiil sürdüren İstiklâl Mahkemelerinin bilineni kadar, şüphesiz bilinmeyen yönleri de var.
Bu mahkemelerle ilgili en mühim mesele, karar ve infazların bilânçosunu gösterecek olan sayım-döküm rakamları ve bunların delili mahiyetindeki resmî belgelerdir. Aradan 90 yıllık bir süre geçmiş olmasına rağmen, bunlara bir türlü ulaşılamıyor. Bilhassa 1924'ten sonrakilere.
İyi de, yakın tarihimizin bu en önemli safhası neden aydınlatılamıyor? Niçin karanlıkta bırakılmaya ısrar ve inatla devam ediliyor?
Bu mahkemelerin İstiklâl Harbi esnasındaki tutumunu vermiş olduğu kararların mantığını az-çok anlamak mümkün: Asker kaçaklarını tedip etmek, elverişli olanları düzenli orduya katmak, vatana-millete ihanet edenleri cezalandırmak, vesaire...
1923'e kadar süren bu safhayı anlamak kolay. Peki, ya ondan sonrası için ne demeli?
İşgal bitmiş, düşman gitmiş, tehlike bertaraf edilmişken, kendi öz vatandaşımız neden hâlâ hain muamelesi görüyor ki, idam gibi en ağır cezalara çarptırılıyor? Bu mahkemelerin idam gerekçesine bakıldığında, "devrimlere karşı gelmek" suçunun(!) ön plâna çıktığı görülüyor.
Ama ne yazık ki, bu mahkemelerin cereyan şekli ve kronolojik periyodu az-çok bilindiği halde, özellikle idamların hangi hukukî gerekçe ile ve hangi akla hizmet için yapıldığı bilinemiyor; bilinenler de anlatılamıyor, izah edilemiyor.
Tesellimiz de şu ki: Tarihimizdeki bu en dehşetli zulmün de ömrü kısa sürmüş.
@salihoglulatif:
Felek, her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın, gelsin;
Dönersem kahbeyim, millet yolunda bir azîmetten
* * *
Mûin-i zâlimin, dünyada erbâb-ı denâettir;
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bîinsafa hizmetten.
#NamıkKemal’den
.
8 Mart ve Kadınlar Günü

Bir asrı aşkın süredir, her yıl 8 Mart’ta kutlanan Dünya Kadınlar Günü, gerçekte bir düzmeceden ibarettir.
Zamanla, düzmecenin de ötesine geçildi, mesele, kadınları başka maksatlar için kullanmaya, istismar etmeye ve nihayet onlar üzerinden ticarî, siyasî ve ideolojik faaliyetlerde bulunmaya kadar vardı, vardırıldı.
Ayrıca, 8 Mart’ın, Rusya’daki Bolşeviklerin İhtilâl Provası ve Anadolu’daki işgalcilerin istilâ faaliyetleriyle de bağlantısı var... Şimdi, bu meselenin çıkış noktası ile tarihî seyrine kısaca değinmeye çalışalım.
Çıkış noktası
Kadınlara mahsus bir günün belirlenmesi düşüncesi, ilk kez 27 Ağustos 1910’da Kopenhag’da düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda ortaya atıldı ve kabul edildi. Ardından, bir çok ülkede her yıl kutlamalar yapıldı.
Meselâ, İsveç’te 1912 yılından itibaren kutlanmaya başlandı.
Keza, 1921’de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı tarafından da 8 Mart gününün Rusya ve bağlı ülkelerde kutlanması uygun görüldü.
Bilâhare, 1960’lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde de kutlanmaya başlamasıyla birlikte, konu BM gündemine getirilmiş oldu. BM Genel Kurulu da, 1977 yılında 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kabul etti.
Bolşevik İhtilâli Provası
Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Çarlık Rusyası'nda ihtilâl sesleri yükselmeye başladı.
O zamanki başkent Petersburg'ta "Kadınlar Günü" vesilesiyle 8 Mart 1917'de adeta bir ihtilâl provası sergilendi. O günkü Çarlık Rusyası’nda, iktidar henüz Menşeviklerin (gelenekçiler) elindeydi.
Bolşevikler (devrimciler) ise, her fırsattan istifade ile halkı ayaklandırarak iktidarı ele geçirmeye çalışıyorlardı. İşte, bu maksatla yürütülen faaliyetler içinde en çok yankı uyandıranı, kadınların sokağa dökülmesiyle yapılan yürüyüş ve nümâyiş hareketleri oldu.
Rusya'nın bu iç sancılarla kıvranması, bu devletin Dünya Savaşından çekilmesini netice verdi.
Bu da, savaştan bunalan Osmanlı'ya bir derece nefes aldırmış oldu. Hiç olmazsa, azılı düşmanlarından biri çatışmayı bırakmış ve kendi başının derdine düşmüştü.
* * *
Rusya'da aylarca devam eden muhtelif çaptaki yürüyüş ve protesto gösterileri, Çarlık idaresi tarafından şiddet kullanılarak bastırılmaya çalışıldı.
Ne var ki, kan döküldükçe, itirazlar daha da yükselmeye ve isyanlar çok daha geniş alanlara yayılma istidadını gösterdi.
Neticede şiddet yöntemi ters tepti, hatta bir başka şiddet hareketini doğurdu. Bolşevikler de, Menşeviklere karşı acımasız eylemlerde bulundular, binlerce insanın hayatını söndürdüler.
Aynı yılın Ekim ayına gelindiğinde ise, Çarlık idaresinin daha fazla dayanacak gücü kalmadı. İktidardan düşen Menşeviklerin yerine Bolşevikler geldi.
Bolşevikler, koca Rus coğrafyasındaki hemen bütün kavimleri Komünist (Sovyet Sosyalist) bir idarenin istibdadı ile yönetmeye koyuldular. Komünist idare ise, yaklaşık yetmiş senelik bir ömürden sonra (1980'lerde), çatır çatır yıkılmaya yüz tuttu.
Anadolu işgalinde 8 Mart
İstanbul'daki işgal politikalarını sertleştiren İngilizler, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine asker çıkararak diğer şehirleri de işgale başladı.
İngilizleri Fransızlar ve İtalyanlar takip etti.
Fransızlar, 8 Mart 1919 günü Zonguldak ve Ereğli'yi işgal ederken, İngilizler de Antep'te bildiri dağıtarak halkın elinde bulunan bütün silâhların teslim edilmesini istedi.
İngilizler, bir gün sonra ise Samsun'a 200 kadar asker çıkardı. Şehri işgal eden bu askerî birliğin bir bölümü Merzifon'a doğru harekete geçti.
Bölgedeki Müslüman ahalinin galeyana gelmesine yol açan bu durum, özellikle Merzifon'daki Rum ve Ermeni kesim tarafından sevinç gösterileri ile karşılandı.
* * *
Anadolu'daki işgal hareketinin başını, İngiliz birlikleri çekiyordu. Tıpkı İstanbul'da olduğu gibi...
İşgal güçleri, bu yaptıklarını 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi şartlarına bağlıyordu.
Oysa, o antlaşmanın metinleri arasında herhangi bir yeri "işgal etme" maddesi yoktu. Sadece "güvenliği sağlama" gerekçesi vardı. Zaten, yapılan işgallere de hep bu gerekçenin kılıfı geçiriliyordu.
* * *
Kadınlar, Türkiye’de başörtüsü hürriyeti için çok ağır bedeller ödedi. Gelinen nokta kısaca şudur:
- Başörtüsü serbest; TC tarihinde hiç olmadığı kadar.
- Başörtülüler hapiste; TC tarihinde hiç olmadığı kadar.
@salihoglulatif: Terörle hiç alâkası olmayan mütedeyyin hanımları hapse attırmak, kısaca:
1- Hamiyet-i diniyeyi incitmek
2- Şeref-i milliyeyi çiğnetmek
3- İzzet-i İslâmiyeyi
lekedâr etmek demektir.
.
Madanoğlu Cuntası

Darbeden ve cuntacılıktan sâbıkalı olan Korg. Cemal Madanoğlu, 9 Mart 1971’de hükümet ve parlamentoya karşı darbe girişiminde bulundu.
Ne var ki, bu darbe teşebbüsüyle ilgili istihbarî bilgilerin hem Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a, hem de I. Ordu Komutanı Faik Türün’e zamanında bildirilmesi sebebiyle, hareket akamete uğradı.
Darbe teşebbüsü 9 Mart’a göre planlandığı için, bu hareketin ismi tarihin kayıtlarına “9 Mart Cuntası” şeklinde geçti.
Şimdi, “müzmin cuntacı” olarak da bilinen Madanoğlu’nun kànun dışı faaliyet seyrine ve darbecilik-cuntacılık hareketlerine kısaca bir nazar gezdirelim.
Cuntacılık huyu değişmedi
Kuleli Askerî Lisesi mezunu olan Cemal Madanoğlu (1907-1993), son derece çalkantılı, sarsıntılı bir hayat mâcerası yaşadı.
Korgenerallikten emekli edilen Madanoğlu, 27 Mayıs (1960) Darbesinin baş aktörlerinden biri olduğu gibi, daha sonraki yıllarda da defalarca darbe hedefli cunta faaliyetleri içinde bulunmuş ve sırtına "Cuntacı" damgasının yapışmasına adeta haklılık kazandırmıştır. Yani, tescilli bir cuntacıdır kendisi.
1926-61 yılları arasında bilfiil askerlik hizmetinde bulunmuş olan Madanoğlu, yurdun muhtelif yerinde değişik rütbelerle görev yaptı.
Bu arada Kore Harbine de iştirak eden Madanoğlu'nun tarihe geçen ve en çok dikkat çeken yönü, 27 Mayıs Darbesi’nde üstlenmiş olduğu aktif rolüdür.
O darbe, aslında “Albaylar Cuntası”nın alt yapısını hazırlamış olduğu bir vahşi müdahaledir.
Ne var ki, Genelkurmay Başkanı dahil olmak üzere, neredeyse bütün generalleri dışlayan bu cuntaya, belirli bir merhaleden sonra "cesaret" gösterip dahil olan Tuğgeneral Madanoğlu, kısa sürede sivrilerek cuntanın başı konumuna geldi. Nitekim, darbenin yapıldığı gece, cuntanın başında bulunan da o idi; kısa süre önce emekliye sevk edilen eski Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel ise, aynı gece alelacele getirilerek harekâtın başına bir nevi monte edilmiş oldu.
* * *
Tescilli cuntacı Madanoğlu, kısa süre sonra Korgenerallikten emekli edildi; ne var ki, emeklilikte de rahat durmadı.
Gerek Yassıada'da yargılanan Demokratlara ve gerekse onların siyasetteki boşluğunu doldurmaya çalışan Adalet Partililere karşı yeniden harekete geçilmesini ve Kemalistliğinden şüphe ettiği bu kimselere daha ağır ve caydırıcı cezaların verilmesini ileri süren bir fikirle, muvazzaf meslektaşlarını tahrik etmeye çalıştı. Onunla aynı kafada olan Albay Talat Aydemir, gizliden cunta faaliyetini yürüterek darbe teşebbüslerinde bulundu. (1962) Ancak, Aydemir ve arkadaşlarının iki sene arayla teşebbüs ettiği darbe teşebbüslerinde başarılı olamayıp sonunda darağacını boyladılar. (5.7.1964)
Şu müzmin hastalığa bakın ki, İsmet Paşa’nın tabiriyle "Talat ve üç–beş adamı"nın defterden silinmesi bile, Madanoğlu'nu darbecilik alışkanlığından vazgeçirmeye yetmedi.
1971'de, ikinci kez tek başına iktidara gelen AP hükümetini devirmeyi kafasına koyan Madanoğlu, yeni bir cunta faaliyetini başlattı. En güvendiği adamı ise, sonradan MİT ajanı olduğu anlaşılan Mahir Kaynak.
Madanoğlu Cuntası, 9 Mart 1971'de yeni bir darbe teşebbüsünde bulundu. Ancak, bu darbe teşebbüsüne bir şekilde mani olundu. Hükümete muhtıra (12 Mart) vermekle yetinildi. Cuntanın sivil ve askerî kanadı böylece dağıtılmış oldu.
Ardından mahkemeye sevk edildiler. Mahkeme, 8 Şubat 1973'te başladı ve aylarca devam etti. Askerî mahkeme, kendince delil yetersizliğinden sanıklar hakkında beraat kararı verdi. (2 Ekim 1974)
9 Mart’ın diğer olayları
Bu arada, 9 Mart 1971’de ortaya çıkarılan darbe teşebbüsünün dışında, ayrıca şu hadiseler de yaşandı:
1- 19 Adalet Partili, Süleyman Demirel'in Başbakanlıktan çekilmesi için bir muhtıra hazırladı.
2- Başsavcılık, Erbakan Başkanlığındaki Millî Nizam Partisi’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.
3- Güvenlik kuvvetlerinin denetimi altındaki ODTÜ'de, Mütevelli Heyeti tarafından Akademik Konseyinin feshedilmesi üzerine, Rektör Erdal İnönü görevinden istifa etti.
4- Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın başkanlığında toplanan Yüksek Komuta Konseyi tarafından "Olayları önlemede hükümetin yetersiz kaldığı" ifade edildi ve Başbakanın istifası istendi.
@salihoglulatif:
#Referandum'da #EVET de #HAYIR da çıksa, kesinlikle saygı duyarım. Ama, tercihlerden birini “hainlik-teröristlik” ile itham edenlere asla saygı duymam.
.
Aynen Şeflik Devrinde olduğu gibi:

Türkiye’nin “Şeflik Dönemi” yahut “Tek Parti Devri” diye de isimlendirilen 1946 öncesi devlet, hükûmet ve belediye yapılanmasında çok tuhaf uygulamalar denenmiş.
Bunlardan biri, günümüz gelişmeleriyle de bağlantısı bulunan, üç büyük vazifenin aynı kişide toplanması gibi: Yani, aynı kişi hem vali, hem belediye başkanı iken, aynı zamanda parti il başkanı da oluyordu...
Bu “üçü bir yerde” formülü, müflis bir tecrübe olarak tarihe geçi. “Geçti” diyoruz; zira, hakikaten geçti diye biliyorduk. Ne var ki, tarihin yeniden tekerrür etmesi ihtimali ile şimdi bir kez daha karşı karşıya gelmiş olduğumuzu görüyoruz.
16 Nisan’da yapılacak olan referandumdan şayet EVET çıkarsa, o köhnemiş formül, bu kez yüksek “devlet katında” tatbik sahasına konulacak. Buna göre, Cumhurbaşkanı seçilen kişi, hem Devlet Başkanı, hem Hükûmet Başkanı iken, aynı zamanda Parti Başkanı olarak kalmaya devam edecek.
Medenî dünyanın hiçbir yerinde eşi-benzeri olmayan böylesi bir ucûbe sistemin “dahası” da var ki, bunların bir kısmına aşağıda temas etmeye çalışalım.
Köhne 46 öncesi durum
Cumhuriyet Halk Partisinin 1931 ve 1935’te yaptığı kongrelerin “Kurultay Tutanağı” sayfalarında (S: 259; 105), valilerin, aynı zamanda belediye başkanı ve CHP il başkanı yapılması yönündeki bir uygulamaya, kademeli şekilde karar verildiğini görmekteyiz.
İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirler başta olmak üzere, kısa sürede diğer illerde de tatbik edilen bu “tekelci sistem”, zamanla ilçeleri ve kasabaları dahi içine alacak şekilde genelleştirildi.
Yani, valiler gibi, kaymakamlara da hem belediye başkanı, hem parti ilçe başkanlığı yetki makamları peşkeş edildi: Meselâ, “başından bulan” Nevzat Tandoğan ile Ankara’da böyle bir dönem yaşandı... Keza, Muhittin Üstündağ, Lütfi Kırdar ve “Küçük Vali” Fahrettin Kerim Gökay ile İstanbul’da aynı sistem—gel-gitli şekilde de olsa—tatbik edildi.
Ayrıca, ara ara şu tarz uygulamalar da denendi: Cumhurbaşkanı, aynı zamanda CHP Genel Başkanı (M. Kemal, İ. İnönü); Başbakan, aynı zamanda CHP Genel Başkanı Vekili; İşiçleri Bakanı, CHP Genel Sekreteri; Umumî Müfettişler, aynı zamanda parti müfettişleri, vesâire...
Yukarıda bahsini ettiğimiz “üçü bir yerde” tarzındaki ucûbe sistem, ileriki zamanlarda, meselâ 27 Mayıs Darbesi ve 12 Eylül İhtilâli sonrasında da kısa süreli olarak uygulandı.
Tarih tekerrür mü ediyor?
Eski Halk Partisinin kendisi bile, o eski uygulamaları beğenmeyerek, tâ 1946 öncesinde denemiş olduğu bir köhne sistemi terk ile reddettiği halde, ne hikmetse, “muasır medeniyetler seviyesi”nin bile üzerine çıkma iddiasındaki AKP tarafından, o sistemin bir benzeri, üstelik devletin en üst katmanında tatbik sahasına konulmak isteniyor.
Yani, bir vilayeti idare etmeye bile kifâyet etmeyen o “tek adam sistemi”, şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tepesine monte edilmeye çalışılıyor.
İşte, 16 Nisan’daki referandumdan şayet EVET çıkarsa, bu durumda, Cumhurbaşkanı olan kişi, hem Devlet Başkanı (temsil), hem Hükûmet Başkanı (yürütme), hem de Parti Genel Başkanı (politikacı) olarak, ülkenin topyekûn yönetiminde tek başına yetkili bir konumda olacak.
Bitmedi, bunun dahası da var: Başa geçtikten sonra, adliyesi, siyaseti, diplomasisi, bürokrasisi, medyası, hatta özel sektörü ve sâiresiyle birlikte, herşeyi keyfî bir sürette yeni baştan dizayn etmeye koyulacak. Bundan da hiç kimsenin bir şüphesi olmasın.
Nitekim, bunun emareleri şu 18 maddelik yeni Anayasa değişiklik teklifinde dahi görünüyor. İşte, bunlardan sadece bir tek örnek:
Üye sayısı 22 olan eski HSYK’da Cumhurbaşkanı 6 üye belirlerken, üye sayısı 13’e düşürülen HSK’lı yeni teklife göre, Cumhurbaşkanı yine 6 üyeyi belirleyecek.
Üstelik, Adalet Bakanı Başkan, onun Müsteşarı da bu kurulun tabiî üyesidir... Bu durumda “yargının bağımsızlığı”ndan söz etmek, hiç mümkün müdür?
İşte, yargının düşürülmek istenen bu tekelci hali, değiştirilmek, daha doğrusu inhisar altına alınmak istenen diğer kurum ve kuruluşlara kıyas etmeli ve nihaî kararı ona göre vermeli.
Son bir not: Dünyaya âlet edilmemesi gereken Risâle-i Nur’u bile inhisar altına almak isteyen bir zihniyetin, ayrıca tekelleştirmeyeceği hemen hiçbir yapı, değer, müessese veya işleyiş yoktur kanaatindeyiz.
@salihoglulatif:
İslâmiyet düşmanı zalim İsrail, adım adım Ezân'a yasak getirirken, Müslüman Türkiye'den yükselecek bir ‘Eyy İsrail! nidâsı bekliyoruz.
.
Belâ ve musîbet taşları

Bilhassa Marmara Bölgesinde vuku bulan 1509, 1766, 1894 ve 1999’daki depremler, pek yıkıcı olmuş ve sayısı tesbit edilemeyecek kadar çok ölümlerle neticelenmiş.
Keza, 1939’daki İzmir ve Erzincan Depremleri de öyle...
Bu tarihlerdeki depremlerde, yer yer zemin kaymaları olmuş ve yüzey şekilleri dahi değişmiştir.
Bunların dışında, Türkiye’mizde ayrıca şiddeti 6 ve üzerinde olan çok sayıda yıkıcı depremler vuku bulmuştur ki, bu seviyedeki sarsıntılara günümüzde de birkaç senelik periyotlarla şahit olmaktayız.
Netice itibariyle, bütün olup biten ve dahi el’ân devam edip giden şiddetli, hiddetli ve yıkıcı sarsıntılar, bize açıkça gösteriyor ve ders veriyor ki: Deprem, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde unutmaya gelmez ve gelmemeli.
Ancak, buna rağmen gaflete dalıp unuttuğumuz oluyor, yine de.
* * *
Cenâb-ı Hakk’ın, biz kullarına ikaz için ara ara gönderdiği belâ ve musibet taşları var: Düşük ve orta şiddetteki depremler gibi. Bunun yanı sıra, ayrıca sel, heyelan, kuraklık, yangın ve sair kazalar, fâcialar da aslında birer ihtar ve ikaz-ı İlâhidirler.
Şayet, bunlardan bir ders-i ibret alınmaz ve gaflet uykusuna yatmaya devam edilirse, peşi sıra daha şiddetli tokatlar geliyor ki, maazallah...
O halde, ufak çaplı olan o ikazlardan ve o işaret taşlarından gerekli dersi çıkarmalıyız ki, inayet-i İlâhiye imdadımıza yetişsin.
İlâhî inayet hasıl olunca, zelzele şiddetli de olsa, can kaybının az, hatta asgarî seviyede olması hem mümkün, hem de vâkidir.
İşte bu noktada örnek teşkil edecek bir vâkıa: 22 Mayıs 1766'da yaşanan ve İzmit'ten Tekirdağ'a, hatta Gelibolu'ya kadar uzanan büyük Marmara fay hattının kırılmasıyla neticelenen tahminen 8+ şiddetindeki depremde, yüksek tsunami dalgaları oluştuğu, Galata Kulesi, Topkapı Sarayı ve Fatih Camii başta olmak üzere, pekçok tarihî yapı ağır şekilde hasar gördüğü halde, ölü sayısı—160 binlik nüfusa göre—yine de çok az olmuştur: Bölgenin tamamında 5 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.
Bunun en önemli sebebinin izahı şudur: Deprem, Kurban Bayramının 3. günü olan Perşembe sabahı, gün doğumundan yaklaşık yarım saat sonra vuku buldu. Bu da, vatandaşların çoğunun sabah namazını kılmış ve dışarı çıkmış bir vakti gösteriyor. (Malûm, Mayıs’ın sonlarında, geceler kısalıp günler bir hayli uzamaya başlar.)
Elazığ, Erzincan, Adıyaman...
Bugünler Çanakkale ve Adıyaman çevresinde sıklıkla meydana gelen sarsıntıların bir benzeri, bundan yedi sene evvel aynı bugünlerde Elazığ ve çevresinde yaşanmıştı.
Mart 2010’da yıkımlara ve onlarca insanın ölümüne yol açan Karakoçan merkezli depremle eşzamanlı olarak, yurdun muhtelif yerlerinde de sarsıntılar yaşandı.
Bazı uzmanlar, o günlerde yaşanan küçüklü-büyüklü sarsıntıların, tetikleme neticesi daha büyük fay kırılmalarına yol açabileceğine dair tahminlerde bulundular.
Sarsıntıları durdurmanın, zelzeleye mani olmanın imkânı yok. Yaratılış kaidesi böyle. Denizin dalgaları gibi, arzın dalgaları da kıyamete kadar devam edip gidecek.
Ancak, bu İlâhî musîbet karşısında bazı tedbirleri almak, yaşanması muhtemel ânî ve toplu ölüm ihtimali karşısında hazırlıklı olmak, bizlerin elinde.
Tedbir ve hazırlık noktasında, Rabbimiz tarafından insanın ihtiyar ve iradesine bir hisse, bir paye verilmiştir: Zararı azaltmak, hasarı asgarî seviyeye indirgemek için, sağlam ve dayanıklı yapılar inşa etmek gibi mühim bir mükellefiyetimiz var.
Öte yandan, ölüme her an hazır olmak gibi, temel bir kulluk görevimiz var... Asıl vazifesini ve mükellefiyetlerini unutan, yahut ihmal eden insan, iki büyük hasarla karşı karşıya geliyor:
Depreme hazırlıksız yakalanan insan, dünyası gibi âhiretini de kaybedebilir. O halde, ölüme mahkûm ve musîbetlere mâruz her insan gibi, biz de kendimize dahima şunu sormak durumundayız:
BİR: Yıkıcı depremlere karşı gerekli tedbirleri aldın mı?
İKİ: Alâküllihâl başına gelecek olan ölüme karşı hazırlıklı mısın?
İşte, bu noktada alınacak tedbir ve yapılacak hazırlık şekline göre, kişi, dünyada da rahat ve huzur içinde yaşayabilir, âhirette de...
@salihoglulatif:
En sığ, en silik, en basit, en iğrenç... bir bakış açısı da şudur: Bakın, falanı bana karşı, filanı da bana düşman; e, o halde benden yana olmanız lâzım!
* * *
İyi de, sen KİMsin? Başkasını değil, önce kendini anlat. Yoksa, ucuz kahramanlık yapmış olursun, bilesin.
.
Aşırı merhamet, maraz getirdi

Vaktiyle Bizans'tan Venediklilerin eline geçmiş olan Selânik, 13 Mart 1430’da Osmanlı kuvvetleri tarafından fethedildi.
Aynı Selânik, 1909’da Osmanlı’nın sonunu hazırlayan bir komitenin hareket noktası oldu: Selânik Dönmesi olarak da bilinen Sabetaist asker ve bürokratlar, Hareket Ordusu’nu burada teşkil ve organize ederek, Payitaht’ın üzerine gönderdi.
Hükümet darbesi yapan ve Padişahı deviren bu dehşetli komite, “Hall” ettikleri Halife-Sultan’ı Selânik’e gönderdiler; kendileri de onun yerine oturdular. Esasen, tâ bir asır evvel işgal ettikleri bu makamı halen de bütünüyle terk etmiş değiller.
Her ne ise, biz dönelim Selânik’in tarihteki mâcerasına.
* * *
Sultan II. Murad (S. Fatih'in babası) zamanında, 1430’larda bütünüyle Osmanlı hâkimiyetine giren Selânik, daha önceki tarihlerde de birkaç kez el değiştirdiği olmuştu.
1430'dan 1912'ye kadar kesintisiz tam tamına 482 sene Osmanlı'nın idaresi altında kalan Selânik şehri, Birinci Balkan Savaşı’nın ardından elden çıkmış oldu.
Bazı yönleriyle İstanbul'a benzeyen, tarihî ve stratejik bakımdan büyük öneme sahip olan Selânik, demografik dokusu itibariyle de daima dikkat çekici bir şehir olmuştur.
Burası 1912'den sonra ve hâlen Yunanlıların elinde bulunuyor.
Gel-gitli dönemler
Bir ara Osmanlı hükmü altına giren Selânik, Yıldırım Bayezid ile Timur arasında yaşanan Ankara Savaşı (1402) esnasında, tekrar elden çıkarak Bizans'ın kontrolü altına girdi.
Ancak, on yıl kadar sonra yeniden toparlanan Osmanlı devleti, Selânik'i geri almaya koyuldu.
Bu esnada, burayı koruyamayacağını anlayan Bizans İmparatoru, şehri imar ve inşa etmek şartıyla Venediklilere sattı... Sultan II. Murat, Anadolu Beylerbeyi Hamza Bey emrindeki Anadolu kuvvetlerini öncü olarak Selânik'e gönderdi. Şehrin önlerine gelen Hamza Bey, bir yandan kuşatma hazırlıkları yapmaya başlarken bir yandan da Venedik Valisi’ne şehrin teslim edilmesi için haber gönderdi. Vali ise, buna red cevabı verdi. Bunun üzerine Osmanlı topçuları şehri topla dövmeye başladı.
Çarpışma başladıktan sonra Venediklilerden donanma ve sair hususlarda yardım talebinde bulunan valinin talepleri bir türlü yerine getirilemedi. Sultan Murad ise, fırsattan istifade ile karargâhına gelerek kuşatmayı olabildiğince daralttı. Hemen ardından da şiddetli bir tahkimatla harekete geçilerek, şatonun bulunduğu kısımdan surlara yüklenildi.
Şehrin savunması giderek zayıfladı ve nihayet içeri giren Osmanlı askerleri kalenin kapısını da içten açmaya muvaffak oldu. Böylelikle, Selânik şehri kesin surette fethedilerek Osmanlı hâkimiyeti altına girdi.
Yahudi sığınmacılar Selânik’te
Balkanların en gözde şehirlerinden biri olan Selânik'teki demografik (etnik nüfus) yapı, 1500'lü yıllardan itibaren hızla değişmeye başladı.
Hıristiyan İspanyol hükümeti, kendi ülkesinde yaşayan Yahudilere karşı uyguladığı sert politikalar yüzünden, Yahudiler buradan göç etmeye mecbur kaldı.
İspanyollar, Yahudileri vatandaşlıktan çıkartmadan, ülkeden çıkarmaya çalışıyordu. Ne var ki, hiçbir ülke Yahudileri kabul etmiyordu.
Sonunda Osmanlı Padişahı Sultan II. Bayezid, onlara acıdı ve göçe zorlanan Yahudi nüfusuna ülkesinin kapılarını açtı. 1492 yılına gelindiğinde, İspanya'dan Osmanlı ülkesine doğru büyük göç dalgaları başladı.
Onları iskân etmek, yerleştirmek için ise, Selânik şehri birinci adres olarak gösterilmişti. (Sonra İzmir)
İşte, bu tarihten sonra Selânik'i mesken tutan Yahudiler, zamanla bu şehrin en kalabalık etnik unsuru haline gelmiş oldular. Öyle ki, 1900'lü yıllara gelindiğinde, Yahudilerin buradaki nüfusu 100 bine kadar gelip dayandı.
Sonradan Sabetaycılık akımının lideri olacak olan Sabetay Sevi (1626-76) isimli şahıs, Yahudilerin İzmir koluna mensup bir ailenin çocuğudur. Sevi, son derece hareketli ve enerjik bir kimsedir. Sinagoglarda ders ve nasihatler verir. Zamanla kendisinde bir İlâhî güç vehmetmeye başlar. Hatta, 31 Mayıs 1665'te etrafındakiler onu Mesih, yani kurtarıcı dinî lider olarak ilân eder. O da bunu kabullenir ve son derece marjinal bir yola girer. Şöhreti çok geniş bir coğrafyaya yayılır. Derken, etrafında ona inanan kalabalık bir toplulukla birlikte günün birinde Osmanlı'nın başkenti İstanbul'a doğru yürüyüşe geçer.
Bu durumda, devlet haliyle tedbir alır ve Sevi'yi tutuklatır. Suçu ağırdır ve idam edilmesi kaçınılmazdır.
Sultan IV. Mehmet, mahkeme safahatını perde gerisinden takip eder. Sonunda Sevi'nin önüne iki tercih konulur: Ya idam edileceksin, ya da Müslümanlığı kabul ile kurtulabileceksin.
Sabetay Sevi de: "Bu can bu bedende olduğu müddetçe ben Müslümanım" der ve Aziz Mehmet Efendi ismini alır.
İşte, devletin bütün kademelerine sızarak 1900’lı yılların başında Osmanlı’yı yıkma planlarını yapan, Müslümanlık kisvesi altında gizli faaliyet yürüten ve neticede başarıya da ulaşan, özellikle bu kesime mensup olan Yahudilerdir.
Tarih, böylelikle “Aşırı merhamet, maraz getirir” hakikatine bir kez daha şahitlik etmiş oldu.
.
HAYIRcılar ‘terör yandaşı’ mı?

Seçim veya referandumun yapılma şekli ise, ilgili ülkenin hukuk, adâlet, hürriyet ve demokratlık seviyesini yansıtır; yani, bir nevi gösterge mahiyeti taşır.
Aynı ölçü, şüphesiz Türkiye için de geçerli. O halde, bakalım Türkiye’mizde durum nedir, ne değildir.
* * *
Can alıcı soru şudur: HAYIRcılar “terör yandaşı” mıdır?
Başlıkta da yer alan bu soru, gayet net ve açık olduğu âşikar.
Buna göre, verilecek cevabın da aynı netlikte ve aynı açıklıkta olması icap eder. Öyle değil mi?
* * *
Bilindiği gibi, Türkiye 16 Nisan’da referanduma gidiyor. Doğrudan veya dolaylı şekilde, ama tamamı “tek adam”a ve ona tanınan ilâve yetkilere endeksli olarak hazırlanan “18 maddelik Anayasa değişiklik paketi” halkoyuna sunulacak.
Seçmen vatandaş, bu değişiklik paketine EVET yahut HAYIR diyecek... Sözde veya kâğıt üstünde, gayet medenice, gayet demokratça bir durum, değil mi?
Esasen, medenî ülkelerdeki benzer durumlara bakıldığında, imrenmemek, gıpta etmemek elde değil... Ama, gelin görün, bizdeki durum bambaşka bir tabloyu yansıtıyor. Ve, bu tabloya baktıkça, insan utanıyor; utancından yüzü kızarıyor. Tabiî, yüzü hiç kızarmayan kösele suratlılar da yok değil.
* * *
İşte bakın. Gündemden tavsamış olan bir meseleyi, MHP lideri Devlet Bahçeli, durduk yerde çıkıp tekrar gündeme taşıdı.
Konu, Meclis’teki Komisyonlarda ve Genel Kurul’da görüşüldü, konuşuldu. Kavgalı gürültüler neticesinde, 18 maddelik değişiklik teklifinin tamamı kabul edildi. Kànunî sürenin son gününe kadar bekletilip Saray’a gönderildi. Saray da, yine aynı şekilde son güne kadar bekleterek onayladı.
Yüksek Seçim Kurulu da, buna istinaden, nihayet referandum takvimini belirledi: 16 Nisan 2017.
Bu safhaya kadar yaşanan gelişmelerin hemen her adımında, siyasî iktidar, en yüksek perdeden hep şunu haykırdı, durdu: “Gelin millete gidelim! Niye kaçıyorsunuz? Kimden korkuyorsunuz? Milleten korkulur mu? Millî iradeden kaçılır mı? Bizim için millet ne derse, o. Siz de buna razı iseniz, mesele yok. Haydi, gelin millete gidelim, sandığa gidelim.” Vesaire...
Ne hoş, ne güzel değil mi? Ama, ne yazık, hatta yazıklar olsun ki, kazın ayağı hiç de öyle anlatıldığı değil.
* * *
Hadisenin tâ başından beri “Hodri meydan! Gelin, millete gidelim” diye böbürlenerek efeleyenler, 16 Nisan takvimi belli olduğu andan itibaren değişmeye, başkalaşmaya, hatta kendi sözleriyle ters düşmeye başladılar.
En tepedeki zevâttan tutun da, en aşağı mertebedeki tarafgir siyasetçiye kadar, adeta koro halinde şu nakaratı okumaya başladılar:
“HAYIR demek hainliktir.”
“HAYIRcılar terör yandaşıdır.”
Aynı nakaratı seslendirmeye, ne yazık ki el’ân devam ediyorlar.
Peki, aklen ve vicdânen, böyle bir ithamı kabul etmek mümkün mü? Böylesine sakim, itici ve çarpık bir zihniyeti tasvip etmenin imkânı var mı?
İlk başlarda, şöyle “dostça” bazı ikazlar yapıldı: Yapmayın, etmeyin; farklı tercihlere saygılı davranın. Meseleyi öyle iman-küfür ayrımı gibi göstermeyin. Toplumu germeyin, kutuplaştırıcı olmayın. Ayrıştırıcı, ötekileştirici dil kullanmayın. Vesaire...
Ne var ki, bu tür ikazların fazla bir tesiri olmadı. Bir ara duraklar gibi oldular; ardından, çok daha sert ve agresif bir üslûp ile ajite edici propaganda dilini kullanmaya devam ettiler.
* * *
Şimdi, bu şirretliğe ve bu ajitasyona karşı ne demek ve ne yapmak lâzım? Kestirmek zor ama...
Öncelikle, yapılan itham ve isnadı reddetmeli. Hatta, “Kem söz, sahibine aittir” diye iade etmeli.
Sâniyen, seçmen bazında, her iki tercihe de mutlaka ve mutlaka saygı duymalı; lâkin, “HAYIRcılar terör yandaşıdır” diyenlere hiçbir zaman saygı duymamalı. Asla. Hatta, kazansalar da... Zira, saygıyı hak etmiyolar.
* * *
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu agresif, dışlayıcı, ötekileştirici dili kullananların fikren zayıf, muhakemeten cılız olduklarını biliyordum; ama, siyaseten yükselmek için, fikren bu derece alçalacaklarını, seviyeyi bu kadar düşüreceklerini tahmin etmiyordum.
Ne var ki, şu dehşetli zamanda, güya dindar geçinen kimselerin, bir siyasî ikbâl uğruna, böyle milyonlarca insanın günahına gözü kapalı şekilde sürüklendiklerini ve asla telâfi edilmez derece kul hakkına girdiklerini görme tâlihsizliğini de yaşamış olduk ki, vâ esefâ...
@salihoglulatif:
.
“İstanbul’u işgal” kararı

Savaşarak Çanakkale’yi geçemeyen düşman ittifakı, sonunda “bukalemunlaşarak” geçmeyi başardı.
Çanakkale Boğazı’ndan geçerek doğrudan İstanbul’a gelip yerleşen bu sinsî ittifak, adım adım işgalin zeminini hazırlamaya başladı ve nihayet 16 Mart 1920’de fiilî işgali gerçekleştirmiş oldu.
Gelişmelerin seyri kısaca şöyle oldu: Birinci Dünya Savaşı sonrasında İstanbul'a gelen ve “Nihaî barışa kadar güvenliği sağlamak” maksadıyla görev yapan üçlü ittifakın “Müttefik Yüksek Komiserliği” (İngiltere, Fransa, İtalya), İstanbul'u fiilen işgal etmek için 15 Mart 1920’de gizlice toplandı.
Başkanlığını İngiliz Komiserin yaptığı toplantıda şu kararlar alındı:
1- İstanbul, yarın yani 16 Mart 1920 günü sabahın erken saatlerinden itibaren fiilen işgal edilecek.
2- Müttefik askerî makamları tarafından, işgalin gerektirdiği bütün tedbirler alınacak.
3- Harbiye ve Bahriye Nezaretlerinin işgali ile her türlü haberleşmeleri kontrol altına alınacak.
4- Posta, telgraf ve telefon hizmetleri kontrol altına alınacak.
5- Hükümet ve Meclis’in bütün faaliyeti kontrolümüz altında tutulacak.
6- Osmanlı polisi de sıkı kontrol altında tutulacak ve kamu düzeninin gerektirdiği bütün emir ve talimat, sadece komiserliğimize bağlı askerî makamlar tarafından verilebilecek.
Teşebbüse geçiliyor
Yukarıdaki kararlar, tam bir gizlilik içinde alındı. Hemen ertesi sabah da, fiilî tatbikata başlandı.
İlk iş olarak Şehzadebaşı karakolu basılarak kan döküldü. Arkasından diğer maddelerin uygulanmasına geçildi.
Bu arada, yine 15 Mart günü işgalciler tarafından alınan bir kararla, 150 kadar asker-sivil Osmanlı aydını hakkında tevkif kararı çıkartıldı.
Dört gün müddetle aranıp tutuklanan ve bilâhare Malta Adası’na sevk edilen bu aydın grubundan bir kısmının isimleri şöyle: Çanakkale kahramanı Cevat (Çobanlı) Paşa, Mersinli Cemal Paşa, Çanakkale kahramanı Albay Şevket Bey, Çürüksulu Mahmut Paşa.
* * *
18 Mart günü son toplantısını yapan son Osmanlı Meclis-i Mebusanı, işgal müddetince çalışmasına ara verme kararı aldı. Aynı anda harekete geçen işgal güçleri bazı mebusları da tevkif ederek sürgün edilecekler listesine dahil etti. Bunların arasında Rauf Orbay, Kara Vasıf, Esat Işık Paşa gibi isimler de yer alıyordu.
Sürgün kararı çıkartılanlar, gemiyle 21 Mart 1920 günü Malta Adası’na götürüldüler.
Uydurma işgal gerekçesi
Osmanlı askerini silâhlardan arındırarak hükümet merkezi olan İstanbul'u işgale niyetlenen ecnebi komiserliği, maksadına kavuşmak için bahaneler arıyordu.
Nihayet, aradıkları bir bahane ortaya çıktı. Kilikya (Çukurova: Adana-Tarsus) bölgesinden İstanbul'a ulaştırılan bir uydurma habere göre, Müslümanlar oradaki Ermenileri öldürüyor, katlediyorlarmış.
Yüksek Komiserlik, hadiseyi tahkik etme lüzûmunu dahi görmeden, gelen uydurma habere itibar etti ve İstanbul'un fiilî işgaline karar verdi.
Oysa, gerçek durum bunun tam tersine idi. Kilikya bölgesindeki Fransız askerlerinden kuvvet ve cesaret alan Ermeni çetecileri pür silâh harekete geçmiş, silâhsız Müslüman ahaliyi kırıp öldürmeye koyulmuştu.
Nitekim, aynı gün, yani işgal planının yapıldığı 15 Mart 1920 günü, Osmanlı Dışişleri Bakanlığı tarafından Fransa Yüksek Komiserliğine yazılan yazıda, Kilikya Bölgesi’nde caniyane faaliyet gösteren Ermeni militanlarına karşı tedbir alınması isteniyordu.
O günkü zayıf Osmanlı hükümeti ise, adeta acizliğini ilân edercesine, İşgal Komiserliğine hitaben öylesine zilletli bir cevap yazdı ki, okuyunca kahırlanmamak elde değil. (Bkz: BOA. HR. SYS. 2556-2/53)
Fiilî işgalin ardından, Anadolu’ya geçen son Osmanlı Meclisinin mebusları, 23 Nisan 1920 günü An
.
Hem sefil, hem kaypakça bir mizan

İşte, Hazret-i Üstad’ın Mütareke döneminde (1918-22) sarf etmiş olduğu bu harikulâde muvâzeneli sözünü, bazı muvazenesizler tutup günümüzün “yalana dolanmış” politik virajlarına taşıyarak, onların adeta çöplüğe dönmüş muzahrefâtlı siyasetine âlet etmeye çalışıyor.
İşte bir misâl: Tıpkı 12 Eylül Darbesi döneminde olduğu gibi, bugün yine “meşveretin ruhu”ndan uzak ve fakat “itibarlı şahıs odaklı” hareket eden aynı kulvardaki adamlar tarafından dolaşıma sokulan “güncel yorum”lardan biri aynen aşağıdaki gibidir: “Evet, mizan bellidir. Terazinin iki gözü vardır, bir üçüncüsü yoktur. Evet, bizler bu işin ciddiyetini müdrikiz. Bu görev ve sorumluluğun şuuru içindeyiz. Bu mananın tahakkuku için fert fert elimizden gelen bütün gayreti sergileyecek, 16 Nisan’daki referandumda EVET diyecek, devletin yanında olacak, millî ve manevî seferberliğimizi efkâr-ı ammeye göstereceğiz.”
İşte, kendince almış oldukları bu kararı, ne yazık ki, yukarıda iktibas ettiğimiz Hz. Bediüzzaman’ın güya o meşhûr sözüne dayandırıyorlar.
Hakikaten ölçüsüz, mîzânsız, muvanezesiz, hatta sersefil bir fikir, bir yorum... Ama, şuna da emin olun ki, aynı tip kimseler, aynı tarzdaki “tekellüflü teviller”e dayalı gerekçelerle, 1982 Referandumunda da EVET kararı verdiler. Yani, şu mendebur “Darbe Anayasası”nı duâlarla, alkışlarla, takdirlerle desteklediler.
Ve, yüzde yüz kat’iyetinden yanıldılar, aldandılar, aldattılar... Buna itirazı olan varsa, lütfen çıksın göstersin kendini. 12 Eylül Darbesi sonrasındaki ayyuka çıkan o “darbe meddahlığı” doğruydu diyen..., “İyi ki o zaman EVET denilmiş” diyen varsa, lütfen şöyle bir işaret buyursun da görelim.
Yok.. O gün yapılanları savunacak, o günlerde söylenenleri bugün çıkıp söyleyecek yüreğe, cesarete sahip birini bulmak, elbette ki kolay değil.
* * *
Ne yazık ki, “Hafıza-i beşer nisyan ile mâlul”dür. 1980’lerde din adına, dindarlık adına, dahası “Nurculuk adına” yapılanlar ve söylenenlerin çoğu unutuldu, gitti...
Ama, o günlerde sergilenen söz ve davranışları adeta “Unutalım gitsin” diyerek, bugün için o mâzi dosyasını masaya yatırmaya yüreği yetmeyenler, şimdi yine benzer bir batağın içine saplandılar ve düşe kalka gidiyorlar. Bakalım, nereye varacaklar...
* * *
Şimdi, önce Hz. Üstad’ın o ifadelerinde zikredilen ve I. Dünya Savaşı yıllarına (1914-18) damgasını vuran isimleri sırasıyla tanıyalım.
ANTRANİK: 1865 Şebinkarahisar doğumlu olan Antranik (Ozanyan) Paşa, Ermeniler tarafından millî kahraman olarak kabul edilen “Ermeni çete reisi”dir. Avrupa’da militanlık eğitimi aldıktan sonra, Anadolu’ya döndü. Tam bir ihanetin içine girdi. Osmanlı ülkesindeki Ermeni isyanlarının ve yapılan katliâmların çoğunda lider ve organizatör rolünü oynadı. 1927’de Amerika’da öldü. Mezarı 1991’de Erivan’a taşındı.
ENVER: 1881 doğumlu Enver Bey (Paşa), bir Osmanlı subayıdır. Genç yaşlarında hızla terfi ederek Osmanlı Devleti’nin Başkumandanlığı’na kadar yükseldi. Naciye Sultan’la evlenerek Saray’a damat oldu. İtalyan, Balkan ve I. Dünya Harbi’nde bilfiil bulundu. Mağlûbiyetin kesinleşmesi üzerine, yurdu terk etti. Buhara taraflarında Ruslarla çarpışırken, 4 Ağustos 1922’de şehit düştü. Naaşı, 1996’da İstanbul’a nakledildi.
VENİZELOS: 1864 Girit doğumlu olan Venizelos, Birinci Dünya ve İstiklâl Harbi yıllarının en etkili Yunan Başbakanı’dır. Aynı zamanda “Megalo İdea” denilen “Büyük Yunanistan” idealinin en ateşli savunucusudur. Bütün Anadolu topraklarını da içine alan bu büyük ideali gerçekleştirmek için, bir ömür harcadı. 1935’te Yunanistan’dan ayrılarak Paris’e gitti. Bir yıl sonra orada öldü.
SAİD HALİM: 1863’te Kahire’de doğdu. Osmanlı Devleti’nin çeşitli kademelerinde görev yaptı. 1912’de İttihat-Terakki Cemiyeti’nin Genel Sekreteri oldu. Bir yıl sonra M. Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine, Sadrâzamlık makamına getirildi. Dört yıl müddetle bu makamda kaldı. 1917 Şubat’ında istifa etti. İstanbul’un işgalinden sonra, diğer bazı İttihatçılarla birlikte Malta Adası’na sürgün edildi. Sürgün sonrasında İtalya’ya gitti. 6 Aralık 1921’de Roma’da bir Ermeni terörist tarafından vurularak şehit edildi. Naaşı, İstanbul’a taşındı.
* * *
Şimdilik, kısacık bir yorum.
Hz. Üstad’ın “savaş şartlarında” ve “haricî mütecaviz düşman”a karşı sarf ettiği o sözünü bugünkü iç siyasete tatbik eden mezkûr kimseler, Enver-Said Halim kefesine R. T. Erdoğan’ı koyarlar. Bu, sefilce bir yorum.
Kaypaklık ise, Antranik-Venizelos kefesine kimi koyduklarını söylememeleri veya bunu aynı yüreklilikle izhar etmemeleri... Yürekleri varsa, çıkıp izhar etsinler. Biz de ona göre konuşalım.
Allah aşkına, biz millet olarak 16 Nisan’daki referandumda Enver ile Antranik’ten birini mi tercih ediyoruz? Said Halim ile Venizelos’tan birine mi oy veriyoruz? Söz konusu mukayese, öyle tek taraflı olmaz, olamaz.
Özetle: Risâle-i Nur'daki mizânlar, hem dinî ölçülere, hem de aklî muhakemeye tam mânâsıyla mutabıktır. Nur Talebesi de, tahkik ehlidir. Her söyleneni hemen kabul etmez. Söylenen sözleri mihenge vurmadan almaz; silik ve çürük olanları reddeder.
Son bir not: Üstad Bediüzzaman, iç siyasette Enver'in de, Said Halim'in de içinde dahil oldukları İttihatçılara değil, tam aksine onların muhalifi olan Prens Sabahaddin ve Mizancı Murad gibi Ahrarlara taraf olmuştur. Onların siyasetini daha doğru buluyor, İttihadçıların politikasını ise reddediyor.
.
Kısaca, açıkça, mertçe...

Yani, Üstad Bediüzzaman’ın bir asır evvel doğrudan doğruya “haricî mütecâviz düşmanlar” hakkında ifade etmiş olduğu bir kıyaslamanın, bazı kimseler tarafından günümüz iç siyasetine veya siyasilerine tatbik edilmeye çalışılması meselesi...
Bu konuda söylenecek çok şey var. Ancak, meselenin herkes tarafından anlaşılacağı netlikte ve açıklıkta, mümkün olduğunca da kısa maddeler halinde bir kez daha dikkat nazarlarına takdim ediyoruz.
İşte, Sünûhât’ta zikredilen o mânidar ifadeler: “Bence yol ikidir; mizânın (terazinin) iki kefesi gibi. Birinin hiffeti (hafiflemesi), ötekinin sıkletine (ağırlığı hesabına) geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.” (Age, s. 67)
Şimdi, kısa bölümler halinde meselenin tahliline geçiyoruz.
* * *
Buradakî cevabî sözler, Birinci Dünya Savaşı’ndaki şartlar ve dengeler nazar-ı itibara alınarak sarf edilmiştir. Normal sulh şartlarına göre sarf edilmediği gibi, doğrudan dahilî siyasetle de ilgili değildir.
* * *
Bediüzzaman, burada haricî saldırgan düşmanların reisleri ile Osmanlı devlet ricâlinin isimlerini açıkça ve mertçe zikrediyor.
Onun bu yöndeki sözlerini kim, nereye tatbik etmeye çalışıyorsa, onun da aynı netlikte ve aynı mertlikte yine isim zikretmesi icap ediyor. Aksi halde, kaçak, kaypak ve nâmertçe bir tutum söz konusu olur ki, bunu kabul etmek mümkün değil.
Evet, kim ki bazı siyasîleri “Enver, Said Halim” yerine koyup da, “Antranik ile Venizelos”un yerine kimi koyduğunu mertçe söylemiyorsa, o kimse ya cahil, ya saptırmacı, ya istismarcı, ya da iflâh olmaz bir tarafgirdir.
Tıpkı, 1982 ve 2010 referandumlarında aynı şeyleri yaptıkları gibi...
* * *
Bediüzzaman, haricî düşmanın saldırısı karşısında “mizânın iki kefesi” gibi “yol ikidir” diyerek, böylesi durumlarda herkesin bu iki şıktan birini tercih etmesi gerektiğini vurguluyor.
Peki, aynı Üstad “dahilî siyaset” için de aynı ölçüyü mü veriyor? Lâhikalarda iki partiden, iki şıktan mı bahsediyor? Yani, hemen herkesin bildiği “Bu vatanda dört parti var” demiyor mu?
Kezâ, çok çarpıcı şekilde “Haydar Ağa, Haydo ve Haydar” şıklarını tek tek zikretmiyor mu?
Bu tasniflerine kimsenin bir itirazı olabilir mi? O halde, kim ne hakla Üstad Bediüzzaman’a âdeta “Bu vatanda iki parti var” veya sadece “Haydo ile Haydar Ağa var” dedirtmeye çalışıyor?
* * *
Üstad Bediüzzaman’ın, o mukayeseli sözlerinin, dahilî siyasetle bir alâkasının bulunmadığına bir delil de şudur: Aynı bahiste geçen bir önceki suâlde “Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?” deniliyor. Kısa cevabı da şudur: “Eûzübillahi mine'ş-şeytani ve's-siyaseti.”
Bu da gösteriyor ki, mezkûr bahiste, dahilî siyaset söz konusu bile değil ve olamaz.
* * *
Antranik ile Venizelos, bizim can, mal, mülk, din, vatan, millet düşmanımızdır. Görüldükleri yerde öldürülmeleri câizdir.
Peki, onlar için söylenen o hükmî ifadeleri, tutup Türkiye’deki politikacılara uygulatmak mümkün mü?
Meselâ, EVET-HAYIR cephesinde, kimin, yani hangi siyasinin öldürülmesi caizdir?
Dahası, Nur Risâlelerine istinaden, kim çıkıp “Ben falanı-filânı öldürmeye hazırım” diyebilir?
* * *
Enver ile Said Halim, baş düşmanları olan Venizelos ile Antranik'e karşı en ağır silâhları kullanıyor. Taraflar, karşılıklı olarak da birbirlerini imhaya çalışıyor. Benzer bir davranışın hazır liderlere veya siyasî partilere karşı tatbik edilmesi mümkün mü?
* * *
Üstad Bediüzzaman'ın vermiş olduğu söz konusu misâl, "Harice karşı kuvvet kullanılabilir" düstûruyla izah edilebilir. Ama, o düstûr "Dahildeki müsbet hareket" düstûruyla hiçbir şekilde örtüşmez. Asla ve kat’a. Zira, haricî cihad başka, dahildeki cihad başkadır.
* * *
Bediüzzaman, haricî düşmanın hücûm ve taarruzu karşısında, İttihatçılarla yaşadığı dahilî (siyasî) ihtilâfı terk ederek, talebeleriyle birlikte cepheye koşmuş ve Kafkas Cephesi’nde yaralanıp tâ esir edilinceye kadar da vargücüyle mücadele etmiştir.
Bundan da asla pişman olmamıştır. Onun bu halini yadırgayanlara ise, işte söz konusu o susturucu cevabı vermiştir: “Nazarımda, vuran da sefildir.”
Allah, bizi böylesi sefilliklere düşmekten de, Bediüzzaman'ın sözlerini çarpıtma veya tersine çevirme sefilliğine düşmekten de muhafaza eylesin.
@salihoglulatif: Soru: Erdoğan'ın hiç mi bir siyasî başarısı yok?
Cevap: Elbette var: 40 yıllık Demokrat Nurcuları "gömleksiz" Millî Görüş çizgisine çekme başarısı.
***
Bazı sosyal gruplar "Referandumda SERBEST" kararı almış.
Bu halde bile, seçmenin önünde 2 değil, 4 tercih şıkkı var demektir: EVET, HAYIR, İPTAL, PROTESTO
Ama, bu tercihlerden hiç biri, seçmen vatandaşı Venizelos, ya da Antranik durumuna düşürmüyor.
.
Terör Lobisi ile II. Avrupa kime çalışıyor?

Buna, akıl-vicdan sahibi hiç kimsenin bir itirazı olamaz.
Bununla beraber, terör lobisinin aptal, manyak, geri zekâlı olduğunu da hiç kimse iddia edemez.
Yani, bu örgüt ve lobilerin de kendine göre bir kurmay aklı, bir şeytânî zekâsı vardır.
Stratejilerini buna göre belirler, faaliyetlerini buna göre yürütürler.
Esasen, böyle hareket ettikleri içindir ki, bu mel’un terör örgütleri, yıllarca koca devletlere, milletlere kafa tutup başlarını ağrıtabiliyor. Ocakları söndürebiliyor. Sayısız canları yakıp oluk oluk kan akıtabiliyor. Astronomik rakamlarda zarar-ziyan verebiliyor. Vesâire...
* * *
Öte yandan Vahşi Batı, özellikle II. Avrupa da zalimdir, gaddardır, sömürgecidir, ahlâksızdır, çiftestandartlıdır, menfaatperesttir, vesâire... Artık, ne derseniz deyin.
Ama, tıpkı terör lobileri gibi, onların da aptal ve geri zekâlı olduğu söylenemez. Söylense, abes kaçar. Buna akıl-mantık sahiplerini inandırmak mümkün değil.
Yani, onların da kendilerine göre bir şeytânî zekâsı ve bir stratejik aklı vardır. Vardır ki, asırlardır dünyaya hükmedebiliyorlar.
Batı dünyası, şayet hakikaten aptal ve geri zekâlı olsaydı, sanayi devrimini yapamaz, rönesansı gerçekleştiremez, yüksek teknolojiye imza atamazdı. Vesaire...
* * *
İşte, yukarıda özet bir halde mahiyetlerini tarif etmeye çalıştığımız vahşi terör lobileri ile bozuk ve gaddar ruhlu II. Avrupa’nın şom ağızlı sözcüleri, tutup bizim 16 Nisan’daki “Demokratik Referandum”umuz hakkında habire ileri-geri konuşup duruyorlar.
Zahirde açık açık, hatta bağıra çağıra HAYIR diyorlar. Bunu, ayrıca her tarafa ilân ediyorlar; dolayısıyla, yurt içi ve yurt dışındaki bütün seçmenlere duyurmuş oluyorlar.
Peki, seçmen kitlesi bundan nasıl etkileniyor? Hiç şüphesiz olumsuz şekilde, yani aksi yönde etkileniyorlar. Yani, terör örgütleri ile Avrupa’nın bozuk kesimi, HAYIR diye bağırdıkça, EVET diyecek olanların hem gücünü, hem de sayısını arttırmış oluyorlar. Üstelik, bu “aksülamel” gelişmenin gayet iyi farkındalar.
Yani, bilerek ve kasten yapıyorlar bu işi: Şüphesiz, stratejik menfaatleri gereği, böyle davranıyorlar.
Çünkü, başta da ifade etiğimiz gibi, zalim oldukları halde, aptal değiller. Yaptıklarının, ne tür reaksiyonlar doğuracağını, sonuç itibariyle oyların ne yönde etkileneceğini gayet iyi biliyorlar.
Bilmemeleri mümkün değil.
Bilmemelerini farz etmek, onların zekâsını hafife almak demektir.
Bu ise, kendi kendimizi kandırmak anlamına gelir.
* * *
Referandum kampanyasını gerilim ve kutuplaştırmaya dayalı olarak yürütmek de, şüphesiz ki kendine has bir stratejidir. Üstelik, bu strateji, şimdiye kadar hep “kârlı sonuç” doğurmuştur.
Yakın geçmişteki seçim ve referandum dönemlerini, burada tek tek sayıp sıralamaya gerek yok.
Hemen herkes, kendine göre yapacağı küçük bir araştırma neticesinde, istediği kadar bol miktarda bilgiye, veriye ulaşabilir.
Özeti şudur: Saltanatı ele geçirenler, seçimlerin, referandumların hemen tamamında, hep karşıtlık üzerinde, yani reaksiyoner bir kampanya yürüttüler. Kendi marifetlerini anlatmaktan çok, her defasında ya bir mağduriyete oynadılar, ya da ayrı bir düşmanı nazara vermeyi tercih ettiler. Seçmene mânevî baskı yaparak “Ya benden, ya da bu hainlerden yanasın” demeye getirdiler... Bundan kârlı sonuç aldıkları içindir ki, aynı alışkanlığı devam ettiriyorlar.
* * *
İşte, şimdiki referandum kampanyasında, içerden yeteri kadar, ya da milleti reaksiyona sevk edecek kadar düşman bulamayınca, haricî bir cephe buldular. Mal bulmuş Mağribî gibi de üzerine atladılar.
Ama, şunu asla unutmamak gerekir ki, o hariçteki düşmanlarımızın da kendilerine göre bir aklı ve zekâsı vardır. Türkiye’nin diktatörlüğe doğru sürüklenmesi, onların da kârına ve çıkarınadır. Bu sebeple, HAYIR diyerek, dolaylı şekilde EVET’e çalışmış oluyorlar.
Şundan eminiz ki, onlar da, bu yaptıklarının, dolaylı olarak Türk seçmen kitlesi üzerinde şiddetli bir tepki uyandırdığının, bir alerji meydana getirdiğinin ve bir “aksülâmel” hâsıl ettiğinin pekâlâ farkındalar.
Son bir nokta: Kendi kendimizi ve birbirimizi hiç kandırmaya gerek yok: Dünyada hiçbir ülke, haricî düşmanları veya terör örgütlerinin hatırı için referandum yapmaz.
.
Seyyidlik perdelendi; Mehdi, zaten perdeli - 1

Başka kimseler arasında olduğu kadar, Nur Risâlelerini okuyanlar arasında da en konuşulan, yer yer tartışma sebebi olan meselelerden biri de, hiç şüphesiz “Bediüzzaman Said Nursî’nin Seyyidliği ve Mehdiliği” hususudur.
Seyyidlik, zamanımızda büyük ölçüde perdelendi. Osmanlı’nın son dönemlerine kadar Nakibüleşrâf tarafından kayıtları titizlikle tutulan ve takip edilen Seyyidler, bilâhare takip edilemez ve kayıt altına alınamaz bir vaziyete girdi.
Öyle ki, günümüz itibariyle adeta “Levh-i Mahfuz” açılsa, kimin nereden geldiği, kimin hangi nesebe ait olduğu ancak vüzuha kavuşur.
Seyyidlik bu derece perdelenmiş iken, Mehdilik meselesi ise, öncelikle 24. Söz’ün 3. Dal’ında gayet net bir şekilde izah ve ifade edildiği gibi, zaten perdelidir ve öyle olması iktiza eder: Bilhassa, bir dâr-ı tecrübe olan şu dünyada cârî olan “sırr-ı teklif ve imtihan”ın zayi olmaması bakımından...
Bu durumda, yapılacak her türlü çalışma, ortaya konacak her türlü fikir ve yorum, o “sırr-ı teklif ve imtihan” çerçevesinde tutulması icap eder. Nitekim, bizim burada sıralayacağımız deliller, ifadeler ve izahlar da aynı çerçevenin sınırları dahilinde addedilmesi gerekir.
İşte, bu hassasiyet ve nezâket sebebiyle, fazla bir yoruma gitmeden, aktaracaklarımız, yine Üstad Bediüzzaman’ın ifadelerine ve Risâle-i Nur eksenli bilgilere istinaden yazılan veya şahitler tarafından nakledilen hatıralardan ibaret bir nevi “derleme” mahiyetinde olacak.
Bir başka nokta: Bahsini ettiğimiz Seyyidlik ve Mehdilik, münakaşa sûretinde veya “alâmelei’n-nâs” bir tazda anlatılacak bir mesele değildir.
Umuma açık platformlarda bu meseleyi tartışmanın faydası değil, zararı var. Meselâ: Ehl-i din ve diyaneti itiraza, ehl-i dünya ve siyaseti ise taarruza sevk etmesi gibi...
Bu hatırlatmaladan sonra, şimdi asıl sadede dönüyoruz. (NOT: Sayfa numarası verilen Risâleler, arkası lûgatçeli eski tanzim nüshalardır.)
Mehdi, Âl-i Beyt'ten olacak
Âl-i Beyt'e muhabbetin, Risâle-i Nur’da ve Nur Talebelerinin mesleğinde bir esas olduğunu ifade eden Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinde bu vazgeçilmez esasın, ayrıca kudsî bazı gerekçelerini zikreder. (Emirdağ Lâhikası, s. 177)
Keza, 4. Lem'a’da (s. 27) nakledilen bir hadis-i şerif meâline göre, Hz. Peygamber (asm) buyurmuş ki: "Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz (bağlansanız), necat bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim." (Müsned, 3:14)
Risâle-i Nur’da "Âli Beyt muhabbeti"ne dair zikredilen kudsî dayanaklardan bir diğeri şu âyet-i kerîmedir (meâlen): "Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir." (Şûrâ Sûresi: 23.)
Evet, muhtelif eserlerinde Âl-i Beyt'e muhabbetin mesleğinin esaslarından biri olduğunu beyan eden ve bu kudsî hakikati talebelerine de ders veren Üstad Bediüzzaman'ın, bizim kanaatimize göre kendisi de hem mânen, hem neseben Âl-i Beyt-i Nebevîdendir. Yani, "evlâd-ı Resûl"dendir. Üstelik, hem Seyyid, hem de Şeriftir.
Bununla beraber, herkesin, hatta Risâleleri okuyanların tamamının da aynı fikir ve kanaatte olmasını beklemiyoruz. Fikir ehli, bu konuda hürdür ve herkes kendi derecesine göre bir imtihana tâbidir.
Bu hususun daha geniş izahını daha sonraya bırakarak, öncelikle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Âl-i Beyt'e, yani kendi neslinden olanlara neden “muhabbet ve meveddet” gösterilmesi tavsiyesinde bulunduğunun hikmetini anlamaya çalışalım.
Nurânî, mübarek şecere
Yine Risâle-i Nur'daki ilgili bahisleri mütalâa ederek anlıyoruz ki, Resûl-i Ekrem (asm) istikbâli keşfeden nazarıyla bakmış ve görmüş ki, onun Âl-i Beyti, İslâm âlemi içinde mübarek bir nuranî ağaç hükmüne geçecek.
Ayrıca görmüş ki, bütün asırlarda bütün ümmete kemâlât dersi verecek, insanlığa rehberlik edecek ve mürşidlik vazifesini görecek olan nuranî zatlar da, mutlak ekseriyetle Âl-i Beytten çıkacak. İşte, Zeynelabidin, Câfer-i Sâdık, Gavs-ı Geylânî, Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ebu’l-Hasen-i Şâzelî, Seyyid İdris, Seyyid Yahyâ... gibi zâtların tamamı bu mübarek nesildendir.
Elbette ki, böyle nuranî bir nesle hürmet ve muhabbet etmek esastır, lâzım ve elzemdir.
Hz. Peygamberin (asm) Al-i Beytine muhabbet gösterilmesini istemesindeki asıl muradı ise, hiç şüphesiz onun "Sünnet-i Seniyyesi"dir.
.
Seyyidlik perdelendi; Mehdi, zaten perdeli - 2

İki türlü Âl-i Beyt var
Bu hususta, bize yol gösterecek Bediüzzaman Hazretleri’nin şöyle bir beyanı var: "...Kat'iyen bil ki, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın iki Âl'i var. Biri, nesebî Âl'dir; biri de şahs-ı mânevisi ve nuranîsinin Risâlet noktasındaki Âl'i var." (Dokuzuncu Lem'â.)
Buna benzer izahlara, daha başka eserlerde de rastlamak mümkün.
Netice itibariyle şunu söylemek mümkün: Hz. Peygamber'e (asm) neslen ve neseben bağlananlar "birinci Âl"den; O’nun (asm) Sünnet-i Seniyyesine uyanlar ise "ikinci Âl"den sayılırlar.
Bu ikinci kategoriye girenler, ayrıca "mânen seyyid" şeklinde vasıflandırılabilirler.
Üstad Bediüzzaman hem mânen, hem de neslen seyyid ve Âl-i Beyt-i Nebevi'den olduğuna işaret eden delilleri ise, bir değil, birçoktur. Ancak, şu var ki, bu deliller Risâle-i Nur'da—bir hikmete binâen—büyük ölçüde perdelenmiştir.
Bu perdeler kısmen olsun aralanmaya çalışıldığında ise, onun hakikaten hem mânen, hem de neseben Âl-i Beyt'ten olduğuna dair fikir ve kanaatler kuvvet kazanmaktadır.
Seyyidler her yerde
Pek mühim bir hikmete binaen kendi Seyyidliğini gizlemeye, perdelemeye çalışan Bediüzzaman Hazretleri, dünyanın hemen her tarafına yayılmış olan Seyyidleri "nuranî ve mübarek bir nesil" tâbirleriyle târif ediyor.
Bu tarife göre, seyyidler her milletin, her kavmin içinde bulunabilir demektir.
İşte, muhtelif risâlelerde bu hususlarla ilgili Üstad Bediüzzaman'ın bazı ifadeleri:
"Bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. ...Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor." (29. Mektup, Beşinci İşaret.)
"Âl-i Beyt (seyyidler), âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesidir." (19. Mektup, 4. Esas.)
"Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beyt'in hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin." (5. Şuâ, 9. Mesele.)
"Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli, şimdi de kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir." (29. Mektup, 5. İşaret.)
* * *
Yazımızın bir önceki bölümünde de ifade ettiğimiz gibi, esasen Bediüzzaman Said Nursî'nin kendisi de böyle bir "nesl-i mübarek"e mensup olduğu kanaatindeyiz.
Mevzuyla alâkalı olarak, Risâle-i Nur'daki muhtelif parçalar birleştirildiğinde, hakikat-i hâlin bu merkezde olduğunu görmek mümkün.
Evet, zahirî tarih nazarında Kürt unsurundan olan Üstad Bediüzzaman, hakikat nazarında ise hem Seyyid, hem de Şeriftir. Yani, anne tarafından Hasenî, baba tarafından Hüseynîdir.
Çoğu zaman gizlemeye çalıştığı bu mensubiyet yönünü—lüzûmuna binaen—bazı şahıslara söylemek ve onlara meseleyi izah etmekten de imtina etmemiştir.
Meselâ, bu zatlardan ikisi şunlardır: Biri, Emirdağlı Osman Çalışkan, diğeri ise Seyyid Salih Özcan’dır.
Bu iki önemli şahsın, gerek sözlü ve gerekse yazılı hatıralarından açıkça öğrenmekteyiz ki, Üstad Bediüzzaman onlara neseben de hem seyyid, de şerif olduğunu beyan etmiştir. (Bkz: Son Şahitler, ilgili şahıslar bölümü.)
.
Seyyidlik perdelendi; Mehdi, zaten perdeli - 3

Üstad Bediüzzaman'ın Âl-i Beyt’ten, yani Seyyid ve Şerif olduğunu sadece hatıralardan değil, Risâle-i Nur'daki muhtelif bahislerden de okuyup öğrenebiliyoruz. Aşağıda, bu bahislerden birkaç misâl verelim.
* * *
Yeni Asya Neşriyat’a ait son baskı Lem'âlar isimli eserin Yirmi İkinci Lem'â’nın sonunda "Büyük Ruhlu Küçük Ali"nin imzasıyla yer alan mektubun hülâsası şöyledir:
"İmam-ı Ali Radiyallahu Anh, ('Eminnî mine'l-fecet/Kurtar, emân ve emniyet ver' ve 'Lâ tehşâ/Çekinme, korkma') gibi kerâmetli kelimeleriyle, bizlerin hapisten, mahkemeden kurtulacağını hârika bir tarzda izhâr ediyor.
"Çünkü, evlâdından olan Gavs-ı Geylânî (ra), kendi omzunda Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın kademini (ayak izini) gördüğü gibi, evlâdından olan ve her asırda Âl-i Beytten gelen mehdî ve müceddit, verese-i enbiya olan muhakkikleri, fertleri görüp kendi kademini o mübarek gelecek zatlara basmış.
"Hususan, Risâle-i Nur müellifi zamanın Abdülkadir'i Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne, sâir evliyaya muhalif olarak müphem değil, sârihan haber vermesi, bizce birinci Âl'den olduğu kat'idir.
"Gerçi, Üstadımız mahkemede ehl-i vukufa karşı ikinci Âl-i Beytten olduğunu onlara ispat etti. Fakat, maksadı tam ihlâsa muvafık olduğu için, kendi şahsını azlediyor; Kur'ân'ın bir elmas kılıcı olan Risâle-i Nur'u gösteriyor."
Kuleönü'lü Küçük Ali, bu mektubunda Üstad Bediüzzaman'ın "birinci Âl'den olduğu kat'idir" demesiyle, onun tıpkı Şâh-ı Geylânî gibi neseben Hz. Ali'ye dayandığı ve "evlâd-ı Resûl" olduğunu tereddütsüz şekilde ifade etmiş oluyor.
* * *
Gerek Nur Âleminin Bir Anahtarı ve gerekse Emirdağ Lâhikası isimli eserlerinde yer alan çok mühim bir mektubunda şu ifadeleri kullanıyor, Üstad Bediüzzaman: "Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının zekât, sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının hikmeti..." (Emirdağ Lâhikası, s. 313)
Zekât ve sadaka gibi makbul yardımlar, seyyid olan kimselere yapılmaz. Seyyidler de böylesi yardımları almaz ve alamazlar. Ne var ki, Üstad Bediüzzaman'a zekât ve sadaka ile yardımda bulunmak isteyenler, onun Seyyid olduğunu bilmiyorlardı. Kendisi de bu gerçeği çoğu zaman açıklamaz, gizli tutardı.
İşte, bu tür yardımları almayan ve alamayan Üstad Bediüzzaman, bu tavrının, yani "almadığının" hikmetini kısmen izah ediyor; "alamadığının" hikmetini ise, düşüncemize havale ediyor.
* * *
Denizli kahramanı Hasan Feyzi Efendi, Üstad Bediüzzaman'ın zahiren Kürt olmakla beraber, hakikatte seyyid ve şerif olduğuna dair fikir ve itikadını, Lâhika'ya giren bir mektubunda şu sözlerle ifade ediyor:
"Ona (Bediüzzaman'a) 'Kürdî' denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali'de (ra) görülen 'Yâ müdrike' kelimesinin hazf ve kalbiyle (tersinden ve düzünden iki mânâ: Ey Kürt ve ey idrak eden) 'Kürt' imâ ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun mânevî silsile-i şerafet ve siyadetten (şerif ve seyyid olmaktan) tenzil ve teb'idini (düşürme ve uzaklaştırmayı) icap ettirmez.
"Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum." (Emirdağ Lâhikası, s. 75)
Hasan Feyzi, aynı mektubun devamında, Türk milletinin Üstad Bediüzzaman'ı bu kadar çok sevmesinin sırr-ı hikmetini, onun evlâd-ı Resûl olduğunun mânen ve ruhen keşfedilmiş olmasına bağlıyor.
* * *
Milaslı Halil İbrahim, Üstadına hitaben şöyle diyor: "Muhterem efendim. Mesmuatıma nazaran (duyduğuma göre), Denizli de, bundan yetmiş seksen sene evvel (1877-78 yılları) büyük bir evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine, 'Bugün Kürdistan'da bir evliya dünyaya geldi' diye beşarette bulunmakla zât-ı devletlerini işaret buyurmuş." (Emirdağ Lâhikası, s. 172)
İnsanlar dünyaya geldiklerinde değil, daha sonraları âlim veya evliya olur. Bu gerçeğe binaen, Üstad Bediüzzaman'ın şahsiyetiyle alâkalı yukarıdaki 'Bugün bir evliya dünyaya geldi' şeklindeki sözün de, tıpkı diğer benzerleri gibi "perdeli" olabileceğini düşünerek, perde arkasını merak ettik. Bu merak saikasıyla 1997’de Denizli'ye gittik ve orada merhum Beylerbeyli Süleyman Hünkâr'la görüştük. O da, bu sözün hakikaten perdelenerek Lâhika'ya alındığını ve doğrusunun o gün dünyaya gelen Üstad Bediüzzaman'ın Âl-i Beyt'ten, yani evlâd-ı Resûl olduğunu açıkça bildirdiğini söyledi.
Muhteşem tablo


Önce, ilim ve irfanla yoğrulmuş yetişmiş kabiliyetlerin akademik seviyedeki feyizli, bereketli masa çalışmalarına şahit olduk.
İki gün süren bu heyet çalışmaları neticesinde, ortaya iyice hazmedilmiş manevî gıdalar ve topluma huzur verici hakikat pırıltıları çıktı.
Bunlar, ayrıca derlenip toparlanarak, kısaca “Adalet Paneli” için toplanan binlerce fedakâr hazirûna sırasıyla takdim edildi. Aynı anda, elektronik-dijital medya vasıtalarıyla Türkiye’nin, hatta dünyanın her tarafına...
Hele, en son Beylikdüzü’nde yapılmasına karar verilen “Bediüzzaman ve Adalet Paneli”ndeki o insan manzarası, cidden eşine ender rastlanan bir mâna tablosunu yansıtıyordu.
Âcizâne, o coşkulu tablodan kendi fikrimce çıkardığım mâna zincirinin bazı halkalarını şöylece ifade etmek isterim.
Evet, Pazar (26 Mart) günü İstanbul Beylikdüzü’nde Nurânî bir gaye ve hizmet için içtima eden o cemaat-i uzmada;
1) Bütün Türkiye’nin, orada bir şekilde temsil edildiğini gördüm. Vatanımın hemen her köşesinden fertler ve gruplar halinde gelen fedâkâr insanlar vardı orada. Cidden, özellikle “temsil kabiliyeti” en yüksek sevideki ender toplantılardan biriydi.
2) Şefkat kahramanları olan hanımların, bu Nurânî hizmet zincirinde, erkeklerden hiç de geri kalmadığı bedâhet derecesinde görülmüş ve anlaşılmış oldu. İki salondan birini onlar doldurdu. Yetmedi, mescide taştı. Dahası, onlardaki şevk, heyecan, arzu ve iştiyakı, anlatmak, tarif etmek bile zor.
3) Gerek erkeklerde ve gerekse hanımlarda en dikkate değer bir hâl-vaziyet de “Dâvayı, hizmeti sahiplenme şuurunun had safhada” olmasıydı.
4) Şahsiyet-i mâneviye bağlı halis, sâdık Nur Talebelerinden müteşekkil Yeni Asya camiası, defalarca engellenmeye çalışılan ve türlü baskılarla geri adım attırılmak istenen Nurânî hizmetlere tam sahibiyetle beraber, ayrıca dosta-düşmana gayet net bir şekilde şu mesajı vermiş oldu: Nur hizmetini engelleme teşebbüsleri, bizi asla korkutamaz, yıldıramaz, vazgeçiremez. Bilâkis, bizi daha da birleştirir, kaynaştırır, gayrete sevkeder, cûş û hurûşa getirir.
5) Yapacağımız her türlü hizmeti, emniyet, hakkaniyet ve müsbet hareket dairesinde yaparız. Kimseyi üzmeye, kırmaya doğrudan bir kastımız yok. Hizmetimizi meşrûiyet içinde kalarak, temel insanî, hukukî ve demokratik haklarımızı kullanarak yapma emelinde ve gayretindeyiz. Buna da kimse mani olamaz ve tanımayız.
6) Lokal ölçekli ayrılıklar, bölünmeler, çekişmeler, umumî hizmetlerin önüne geçmez, geçmemeli. Umuma yönelik hizmetler ve mesajlar, aynı zamanda “İttihad-ı Nuriye”yi temine yönelik olup, dolayısıyla “İttihad-ı İslâm”a hizmettir.
7) Risâle-i Nur’u tahrif çabası; hemen ardından konulan bandrol engeli ve nihayet Risâlelerin inhisar altına alınma çabası, nasıl hukuk zemininde ve müsbet hareket çerçevesinde kalınarak aşıldı ise, sair Nurânî programların önündeki engellerin de yine aynı ölçü ve prensipler manzumesiyle aşılması hem mümkün, hem de vâkidir.
8) Risâle-i Nur ve Bediüzzaman’lı programların, dostlara ve ehl-i imana ümit, cesaret ve teselli verdiği gibi, zalimlere, zorbalara, münafıklara ve gizli din düşmanlarına da korku ve yeis veriyor. Türkiye’nin her yöresinden gelip aynı dâvâ etrafında pervâne olan insanlar ve onların teşkil etmiş olduğu şahs-ı mânevî, türlü yalan ve çarpıtmanın ortalıkta kol gezdiği, korkunun dağları sardığı bir vasatta, büyük bir ferâgàt ve cesaret örneği sergileyerek, milyonların yüreğine su serpmiş, fikir ve hissiyatına tercüman olmuştur.
Cenâb-ı Hak, şu “cemaat-i muazzama”nın bu harikulâde hizmetini kabul, makbul ve dâim eylesin.
.
Biri Trabzon, biri Giresun’a iki cenaze

1923 yılı başlarında Ankara’yı zehirleyen siyasî, fikrî ve itikadî komitacılık, birbirini candan seven insanları dahi yek-diğerine düşman eyledi.
Aynı şekilde, birlikte omuz omuza vatan müdafaasında bulunan millî kahramanları da karşı karşıya getirerek, birbirinin canına okuyan, yek-diğerinin kanını emen korkunç hasımlara dönüştürdü.
Bu cümleden olarak, Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Mart ayı sonlarında Giresunlu hemşehrisi Albay Topal Osman eliyle katledildi. Dört-beş gün sonra da, aynı karanlık pençe Topal Osman’ın şah damarını keserek, başını gövdesinden kopardı.
Ne garip bir tecelli ki, bu her iki hemşehrinin cenazesi, 1923 Nisan ayı başlarında peşpeşe memleketlerine gönderildi.
Şimdi, biraz da bu dehşetli kanlı vak’anın karanlıkta kalan arka plânını aydınlatmaya çalışalım.
Nursî’nin tesbiti
Ali Şükrü Bey cinayetinin işlendiği 1923 Mart'ında Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, yeni kurulan o günlerin hükümet merkezine dair dehşet uyandıran bir tesbitini şu sözlerle ifade eder: "1338’de (1922-23) Ankara’ya gittim. İslâm Ordusu’nun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imânın erkânına ilişecek!'" (23. Lem'a, "Bir İhtar" bölümü.)
* * *
Üstad Bediüzzaman, bir yandan iman sahiplerini birbirine düşürmeye, bir yandan da imansızlığı yaymaya çalışan bu zındıka cereyanının tesirini kırmak için, Ankara'da Hubâb ve Tabiat Risâlesi isimli eserleri telif ile neşreder. Ayrıca, dinde ve bilhassa namaz gibi ibadetlerinde lâkayt davranan meb'uslara hitaben 10 maddelik bir Beyannâme yayınlar.
Yapılan bu hizmetlerin tesiri bir derece görülür görülmesine, ne var ki ejderhaya dönüşen dinsizlik cereyanı da gemi azıya almış, bütün kuvvetiyle mânevî değerleri yakıp yıkmaya devam ediyor.
Bu arada, Ankara'da I. Lozan Konferansıyla ilgili olarak, Meclis'te peşpeşe gizli celseler (gizli oturumlar) yapılıyor. Zira, bir süre sonra II. Lozan Konferansı başlayacak ve Türkiye'den istenilen tâvizler, taahhütler listesi görüşülecek... İşte, ne gariptir ki, Ali Şükrü Bey cinayeti tam da bu atmosferde işleniyor.
* * *
Evet, Ankara’da teşkil olunan yeni Meclis'in ilk kurbanı Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey oldu. Millî Mücadelenin bu kahraman siması, bir siyasî tertip sonucu katledildi.
Peki, neydi onun suçu, yahut günahı? O tarihteki Meclis Zabıtlarına bakıp görüyoruz ki, Lozan Antlaşmasıyla ilgili görüşmelerde son derece hararetli konuşmalar yapmış, Ali Şükrü Bey.
Meselâ, şunları söylemiştir: "Mehmetçiğin süngüsüyle ve şehitlerin kanlarıyla kazanılan muazzam zafer, Lozan'da heba ediliyor. Yani, harp meydanında kazandıklarımız, götürülüp masada kaybediliyor.”
Onun bu meyandaki konuşmaları, rakip grubun lider kadrosunu hiddete getirmiştir. Öyle ki, Meclis'te Ali Şükrü Bey’in üzerine silâhla gidenler dahi olmuş, ama o yine de yılmamış ve inandığını söylemeye devam etmiştir.
* * *
Ali Şükrü Bey’in bir diğer günahı (!) ise, onun yeni Meclis'in kurulduğu daha ilk günlerde gündeme getirmiş olduğu "içki yasağı" meselesidir.
Evet, 14 Eylül 1920'de Meclis'te kabul edilen "Men'i Müskirat Kànunu" özellikle Ali Şükrü Bey ve dindar demokrat arkadaşlarının gayretleriyle yürürlüğe girdi. Bu da, içki müptelâsı bazı şahısların hiddetini celp etti ve onları rakiplerini fikirle ve Meclis iradesiyle değil, kuvvet ve tedhiş yoluyla sindirme yoluna itti.
* * *
Ali Şükrü Bey’in üçüncü bir günahı (!) da, Bediüzzaman Said Nursî'ye olan yakınlığı ve bazı eserlerini kendi matbaasında tab' etmesiydi.
İşte, bütün bu makbul hizmetler, dindar demokrat grubun lideri konumundaki Ali Şükrü Beyi—yukarıda ifade ettiğimiz—zındıka cereyanının adeta boy hedefi haline getirdi.
Yine, ne yazık ve ne tuhaftır ki, gayet sinsice çalışan bu cereyan, Trabzonlu Ali Şükrü Beyin karşısına Giresunlu bir hemşehrisini çıkarttı.
Aynı zamanda kendisi de bir Millî Mücadele kahramanı olan Giresunlu Topal Osman, türlü hile ve entrikalarla iğfal edilerek, hemşehrisi olan Ali Şükrü Bey’in aleyhine caniyane bir şekilde sevk edildi.
Ve, yine binlerce yazıklar ve teessüfler olsun ki, bu iki komşu şehrimizin (Trabzon ile Giresun) insanları birbirinden soğutulmaya, hatta birbirine düşman edilmeye çalışıldı.
Biri diğerine kırdırılan bu iki vatanperverin cenazesi de, yine peşpeşe alınıp (1923 Nisan'ında) memleketlerine götürüldü. Ali Şükrü Bey Trabzon'da, Topal Osman ise Giresun'da medfundur.
.
İlk cinayet aydınlatılmadıkça...

Bu hadise, yeni Türkiye’de hem ilk olması, hem de dinî, fikrî ve siyasî yönü itibariyle bir takım farklı bağlantılarının bulunması bakımından çok büyük önem arz etmektedir.
İlk cinayetin arka plânı aydınlatılamadığı takdirde, onu takip eden ve tâ günümüze kadar devam eden yüzlerce benzer hadiselerin aydınlatılması da mümkün olmaz.
Cesurane bir araştırma ve karanlıkta kalan noktaları bütün yönleriyle vüzûha kavuşturma şansı veya imkânı olmadığı takdirde ise, muhtelifül-cins komplo teorilerinin de ardı arkası kesilmez.
Dolayısıyla da, herkes kendi dünya görüşüne göre konuyu ele alır. İstediği tarzda yorumlar, hatta birtakım hükümler çıkarır. Bu ise, ortalığı daha da bulandırır, kafaları daha da karıştırmaya hizmet eder. Ki, maalesef 90 küsûr yıldır yaşadıklarımızın hemen tamamı bundan ibaret.
Yani, devletin ve milletin mukadderatında önemli rol oynamış hadiselerin çoğu sathî şekilde biliniyor. Dahası, yarım yamalak şekilde anlatıldığı için, yaşananlardan gerekli dersler de çıkarılamıyor.
Gerek bu sebeple, gerekse daha başka sebeplere istinaden olsun, yakın tarihimizde vuku bulmuş ve mahiyeti muğlak kalmış hadiselerin yeni baştan tek tek ele alınarak, yeni nesillere ders çıkaracak doğru bilgilerin aktarılmasında artık zaruret hasıl olmuştur.
Ama, işe öncelikle ve özellikle yine Ali Şükrü Bey cinayetinden başlamak gerekiyor. Aksi halde...
BİR: Vatanını terk eden Çerkes Ethem Hadisesi aydınlatılamaz. Zira, iç şüphe yok ki, Ali Şükrü Beyin muarızları ile Çerkez Ethem'in muarızları aynı kafanın, aynı anlayışın mensuplarıydı..
İKİ: Topal Osman Hadisesi aydınlatılamaz. Şurası muhakkak ki: Biri Giresunlu, diğeri Trabzonlu olan bu iki hemşehri, aynı zamanda "millî dâvâ" arkadaşıydı. Demek ki, birileri Osman Ağayı tesirli bir sûrette gizlice kışkırtarak onu can yoldaşının can düşmanı haline getirdi, onu katil yaptı ve hemen ardından onun da vücudunu ortadan kaldırttı. Böylelikle, cinayetin izi ve adresi karartılmış oldu.
ÜÇ: İzmir Sûikastı gerekçesiyle idam edilen Ziya Hurşit hadisesi aydınlatılamaz. Dolayısıyla, sûikast senaryosu da aydınlatılamaz. (Evet "senaryo", çünkü ortada yaşanmış bir vukuat, yani bir sûikast yok iken mahkeme açıldı ve idamlar yapıldı.)
DÖRT: Halid Paşa cinayeti de aydınlatılamaz... İstiklâl Harbi kahramanlarından olan Ardahan mebusu (Deli) Halid Paşa, 1925 yılı başlarında Meclis binasının içinde vurularak öldürüldü. Onu vuran kişi, Ali Şükrü Beyin de muhalifi olan Ali Çetinkaya'dır. Bu şahıs, aynı zamanda Ziya Hurşit'i idam ettiren İstiklâl Mahkemesi’nin başkanı ve İnönü hükümetlerinin de Ulaştırma Bakanıdır.
BEŞ: Mehmed Âkif'in neden vatanını terk ederek Kahire’ye gittiği hususu hakkıyla izah edilemez.
ALTI: Eski Millî Eğitim Bakanı ve Lozan delegesi Dr. Rıza Nur'un niçin Türkiye'yi terk ettiği hakkıyla izah edilemez.
YEDİ: Meclis'teki ilk muhalefet hareketinin neden bastırıldığı ve muhaliflerin niçin susturularak siyasetten dışlandığı lâyık-ı veçhiyle izah edilemez... Başta, Ali Şükrü Beyin arkadaşları olan Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey ve Nureddin Paşa olmak üzere, 1924'te kurulan TCF’nin özellikle yönetim kademesindeki şahsiyetler: Karabekir, Bele, Cebesoy, Adıvar...
SEKİZ: Bediüzzaman Said Nursî'nin, "en kara bir hava" hissederek bir-iki ay sonra Ankara'dan niçin ayrıldığı hususu hakkıyla izah edilemez... Üstad Bediüzzaman ile Ali Şükrü Bey, iki samimî dost idiler. İçkinin yasaklanmasında fikrî müştereklikleri bulunduğu gibi, neşriyat sahasında da müşterek çalışmaları vardı. Üstad'ın bazı eserleri, Ali Şükrü Matbaasında basıldı.
DOKUZ: Lozan Konferansı’nın içyüzü hakkıyla aydınlatılamaz... Zira, o günlerde Meclis'te defalarca "gizli celse" yapıldı. İsmet Paşa yandaşları ile Ali Şükrü Bey, görüşme safhasında defalarca karşı karşıya geldi. Zaman zaman sert tartışmalar, hatta tehdit yüklü sataşmalar yaşandı.
ON: Daha sonraları vuku bulan sûikastlar ve kanlı darbelerin mahiyeti anlaşılamaz... Çünkü, tek parti zihniyetinin farklı bir sese, yahut bir başka siyasî temayüle tahammülü yoktu. Bunlar göründüğü anda, en sert şekilde bastırılmaktan çekinilmedi. Ali Şükrü Bey cinayetiyle başlayan istibdat halkaları, yıllar yılı zincirleme devam etti ve defalarca demokrasinin canına okundu.
* * *
Evet, yeni Meclis'te işlenen ilk siyasî cinayet olması bakımından, Ali Şükrü Bey hadisesi son derece önemlidir. Bu hadise etraflıca sorgulanıp aydınlığa kavuşturulduğu takdirde, gerisinin de çorap söküğü gibi geleceğine inanıyoruz.
.
Lozan ile doğrudan bağlantılı...

Son yazılarda “Ali Şükrü Bey Cinayeti”nin tam bir ciddiyetle ele alınmasına dair ısrarımızın en önemli gerekçesi, bu ve benzeri hadiselerin “Lozan görüşmeleri” ile doğrudan bir bağlantısının bulunmasıdır.
Evet, gerek bu ve benzeri cinayet hadiselerinin ve gerekse Hilâfetin kaldırılması, Medreselerin kapatılması, Kur’ân ve Ezan’ın yasaklanması gibi köklü değişiklilerin, gizli Lozan Antlaşması ile doğrudan bağlantıları vardır.
Nitekim, Lozan’a itiraz eden grubun lideri konumundaki Ali Şükrü Bey’in ortadan kaldırıldığının tam anlaşıldığı, yani kesinlik kazandığı aynı gün (31 Mart 1923), Londra'da toplanan İtilâf Devletleri (Türkiye karşıtı) temsilcileri, Ankara hükümetinin “masaya oturma” talebine olumlu cevap vererek, Lozan'da kesintiye uğrayan görüşmeleri devam ettirme kararına vardı.
Demek ki, Ankara’dan böylesi bir hadisenin yaşanmasını, yani Meclis’te o “çetin ceviz”in bir şekilde kırılmasını bekliyorlarmış...
Şimdi, o günlerde yaşanan gelişmelerin seyrine bakalım.
Birinci’den İkinci Lozan’a
22 Kasım 1922'de başlayan I. Lozan Konferansı, 4 Şubat 1923'te kesilmiş ve herhangi bir antlaşma yapılamadan görüşmelere ara verilmişti.
Aradan 34 günlük bir süre geçtikten sonra, yeni bir barış metni (sulh planı) hazırlayan Ankara Hükümeti, bunu yani 8 Mart günü İstanbul'da bulunan İtilâf Devletleri temsilcilerine verdi.
Karşı taraf ise, Türkiye'nin teklifine 23 gün sonra cevap verdi.
I. Lozan Konferansı’yla ilgili olarak, Millet Meclisi'nde 20 Şubat-8 Mart tarihleri arasında mükerrer görüşmeler (gizli celse) yapıldı.
Görüşmeler esnasında hararetli, hatta zaman zaman kırıcı tartışmalar yaşandı.
Gerilimin tırmanmasıyla, Meclis'teki vekiller, kelimenin tam anlamıyla iki gruba ayrıldı:
Bunları M. Kemal ve İsmet Paşa’nın başını çektiği I. Grup ile Trabzon mebusu Ali Şükrü ve Erzurum mebusu Hüseyin Avni Beylerin başını çektiği II. Grup şeklinde tasnif etmek mümkün.
Bu arada, özellikle Birinci Grubun arkasında tetikçiler, yalakalar, gözdağcılar ve "Kraldan çok kralcı"lar vardı.
Bunların da meseleye eklemlenmesiyle birlikte, fikrî ve siyasî atmosfer, ağırlaştıkça ağırlaşıyordu.
* * *
8 Mart'tan sonra, Birinci Grubun tetikçileri, İkinci Grubun temsilcilerini korkutmaya, sindirmeye, hatta tasfiye etmeye koyuldu.
Muhalif grubun liderlerinden Ali Şükrü Bey, bir siyasî tertip sonucu vurularak şehit edildi. (27 Mart 1923)
Böylelikle, muhalif seslerden biri (hatta en önemli şahsiyeti) kıstırılıp susturulmuş oldu.
Gerilim dozu alabildiğine yüksek bu cinayet hadisesinin hemen ardından ise, Birinci Meclis'in feshedilerek yeni bir seçime gidilmesi çalışmalarına başlandı.
Nitekim, Londra'dan gelen "II. Lozan Konfesansı başlasın" haberinin Ankara'ya ulaştığı aynı günün ertesinde, Meclis'in yenilenmesi, yani genel seçim yapılması kararı alındı. (1 Nisan)
Ne gariptir ki, seçim kararı katakulliye getirildi ve Birinci Gruptakilerin hemen tamamı seçilecekler listesinden tasfiye edildi.
Yine ne tuhaftır ki, hemen bütün ordu komutanları milletvekili adayı gösterilerek listelerin birinci sıralarına alındı.
İşte, Lozan görüşmelerini başlatacak olan İtilâf Devletleri, meğerse Türkiye'de bu gelişmelerin yaşanmasını bekliyormuş ki, bundan sonra olacaklara kanaat getirip Lozan Konferansı İkinci Celse Görüşmelerini başlatma kararını alma cihetine gittiler.
* * *
Esasen, bütün bu olup bitenler gösteriyor ki, Lozan Konferansı’nın biri görünen, diğeri ise görünmeyen iki yüzü varmış.
İşte, bu ikiyüzlülüğün katmerli bir versiyonu bizdeki Millet Meclisi'nin çatısı altında boy göstermiştir ki, ecnebilerden de okkalı bir aferin almayı hak edebilmişler: “Aferin çocuklar! Ödevinizi yaptınız. Şimdi gelebilirsiniz. Gelin ve yarım kalan anlaşmayı tamamlayalım artık.”
Final: 1923 Mart’ındaki Ali Şükrü Bey cinayetini, “yüz bin başlar”ın gitmesi ile neticelenen diğer cinayetler, hapisler, sürgünler, idamlar, katliâmlar takip etti.
.
Hangi düşman, nereye ok atıyor?

Bu hak sözü, dün olduğu gibi, maalesef bugün de dillerine pelesenk ederek yanlış mâna verenler var.
Bu kesimden olup, aklî muhakeme kabiliyetini bütün bütün kaybetmeyenlere, şöyle esaslı bir izahatta bulunmak lâzım.
O halde, biz de izâh kabiliyetimiz nisbetinde, yeri ve zamanı gelen bu vazifeyi yapmaya çalışalım.
* * *
Bu meselede, öncelikle “düşman”ın tanım ve tesbitini iyi yapmalı.
Dahası, dahildeki dost-düşman kim; hariçteki dost-düşman kim? Bunların da tasnif edilmesi lâzım.
Bütün bu tanım, tesbit ve tasniflerden hiçbirini yapma-belirleme zahmetine katlanmadan, sadece siyaseten “Kime kime oy veriyor? Kim neyi destekliyor?” noktasına bakarak hüküm vermek, kişiyi doğru tarafa, yani hak ehline götürmeye yetmez. Aksine, kişiyi tamamen zıt bir istikamete sürükleme riski ile karşı karşıya getirir.
Meselâ: “Anarşi” bahanesi veya gerekçesiyle darbe yapan 12 Eylül Cuntasına alkış tutan ve 82 Darbe Anayasasına da EVET diyerek vargücüyle bunlara destek verenlere göre, asıl düşman “Sağcı ve solcu anarşistler” idi.
Kiminin “Faşist” dediği sağcılar ile “Komünist” diye nitelenen solcuların, gerçekte ne olup olmadığı—hâlâ—şüpheli ve tartışmalı iken, 12 Eylül Darbesini yapan cuntanın ise “Kemalist” olduğunda şek, şüphe, tereddüt yoktur. Dahası, o zavallı sağcı ve solcuları “Darbenin olgunlaşması için” maşa gibi kullananların, yine aynı darbe cuntası olduğu âşikârdır.
Peki, bu durumda asıl ve amansız “düşman” kim oluyor? Yani, attığı oku takip edilecek olan düşman kim?
Kardeş kanı akıtıp duran şu kandırılmış zavallı sağcı-solcu maşalar mı? Yoksa, katıksız Kemalist olan cuntacı darbeciler mi?
1980’lerin muhakemesizleri, Kemalistlerin ve Masonların marifeti ile anarşiye bulaştırılmış olan sağcılar ile solcuların attığı HAYIR oklarına bakarak, Darbe Anayasasına EVET dediler.
Böyle yapmakla, hem kendileri zokayı yuttu, hem de demokrasinin ve hür iradenin zıpkınlanmasına sebebiyet verdiler.
35 senedir, ne onlar yuttuğu zokayı çıkarabildiler, ne de millî iradeye vurulan zıpkın çıkarılabildi.
* * *
Gelelim günümüze... İşine gelmediği zaman âyet ve hadislerin mesajına bile kulak asmayan “menfaat üzerine dönen siyaset”çiler, işine gelince, makbul bir zatın bir sözünü alır, aslî mecrasından çıkarır ve onu çarpıta çarpıta bayraklaştırma vartasına düşer.
İşte, maalesef şimdilerde böylesine kriminal bir vak’a ile yeniden karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.
Aynı fâsid zihniyet, istediğine dost, istediğine düşman diyor. Dahası, zaman içinde tamamen keyfine göre bunların yerini değiştiriyor ve seni de aynı patolojik vaziyete düşürmeye çalışıyor.
Ama, akıl ve muhakeme sahiplerinin buna direnmesi, teslim olmaması, hatta üstüne gidip söylenenleri sorgulaması lâzım. İşte, size bir demet sorgulama örneği.
* * *
S: Ey çarpıtma ustası! Senin düşman dediğin İsrail mi? Onun attığı oka mı bakmalıyız?
C: Ama, görüyoruz ki, hiç gereği bile yokken, en üst perdeden “İsrail, Türkiye’nin ve Türk halkının gerçek dostudur” ilânatını yapıyorsunuz.
S: Senin düşmanın Kemalistler mi? Onların okuna mı bakmalı?
C: Lâkin, bakıp görüyoruz ki, sırıtan bir yaranmacılıkla “Atatürk olsa EVET derdi” savunması içindesiniz.
S: Senin düşmanın Kürtçüler mi?
C: Oysa, Çözüm Süreci tiyatrosunda, İmralı’da övünçle yapılan ekstra hizmetler gibi, devletin hâkim ve savcılarının tâ sınır kapılarına kadar götürülmeleri de unutulmadı. Keza, Dolmabahçe Protokolü kimin eseri?
S: Senin düşmanın Türkçüler mi?
C: Bu cenahta sergilemiş olduğun gel-gitlerden artık başımız döndü.
S: Senin düşmanın Putin, Esed, Sisi, Malikî gibi adamlar (Merkel gibi madamlar) mı?
C: Bu cephede de kesinlikle istikrarlı bir istikametin yoktur. Öyle ki, aynı sene içinde bile “dost ve düşman” kategorisindeki kişiler birden değişiveriyor.
S: Senin düşmanın Gülen mi?
C: Oysa, saltanatınızın ilk 11 yılında en yakın dost ve müttefik idiniz. Hatta, en sâdık adamlarınızın bile, onun hakkında saatlerce süren medihnâmeleri var.
S: Senin düşmanın biz miyiz?
C: Gayet iyi biliyorum ki, sen bizim takvâmıza, salâhatimize değil, siyasî tavrımıza ve oy tercihimize bakarak dost veya düşman sınıfına dahil ediyorsun. Öyle ki, şeytanı melek, meleği şeytan gibi görecek derecede.
İşte biz, böylesi bir zihniyetin “dost-düşman” tarifine asla itibar etmiyoruz; hatta “Euzubillahimineşşeytâni vessiyaseti” diyerek ondan şiddetle kaçıyor ve kaçınıyoruz.
.
Ne dostluğun belli, ne düşmanlığın


Ey sevdiğim! Sana şikâyetim var
Ne sevdiğin belli, ne sevmediğin
Ben de bir insanım, bir de canım var
Ne sevdiğin belli, ne sevmediğin
Bir halk türküsü ile terennüm edilen bu ifadeleri, günümüzün ikircikli siyasetine şöylece uyarlamak mümkün:
Ey iktidar! Sana şikâyetim var
Ne dostluğun belli, ne düşmanlığın
Ben de bir seçmenim, bir de oyum var
Ne dostluğun belli, ne düşmanlığın
* * *
Bir önceki yazıda da temas ettiğimiz gibi, bahis konusu mesele şudur: Siyasî iktidar, hemen her seçim-referandum kampanyasında İmâm-ı Şâfiî’nin (ra) şu sözünü tutup siyasetine malzeme yapıyor: “Düşmanın okunu takip edin; o sizi hak ehline götürür.”
Sırf oylarını arttırmak ve istediği sonucu almak için bu ve benzeri sözleri kullanan siyasî iktidarın, dinî hassasiyetleri fütûrsuzca istismar ettiği açıktır.
Zira, öncelikle belirtmemiz gerekir ki, dini siyasete âlet etmek maksadıyla “Düşman okunu takip edin...” diyen siyasî iktidar, hemen her seçim devresinde “asıl düşman”ını değiştiriyor.
Aynı şekilde dost ve müttefiklerini de değiştiriyor.
Üstelik, dost-düşman listesindeki sıralamayı da değiştiriyor.
Meselâ, bir seçim dönemindeki en öncelikli dost ve müttefiki “Gülenciler” iken, baş düşmanı “Ergenekoncular” olabiliyor.
Keza, bir sonraki seçimde bakıyorsunuz, bu ikisi bütünüyle yer değiştirmiş vaziyette.
Aynı durum “Türkçüler ile Kürtçüler” için de geçerli.
Aynı vaziyet, zigzaklı giden Irak, Suriye, Mısır, İsrail, Rusya, AB, ABD politikalarında da geçerli.
Demek ki, bunların ne dostluğu belli, istikrarlı ve güvenilir, ne de düşmanlığı belli, istikrarlı ve güvenilir.
Dahası, dönem dönem yer değiştiren “dost ile düşman” kriterlerini bile kestiremezsiniz.
Rusya ve Putin ile yaşanan uçak krizi, İHH ve Mavimarmara hadisesi ile yaşanan İsrail krizi, Öcalan ve PKK ile sürdürülen Çözüm Süreci ucûbesi, kast ettiğimiz ölçüsüzlüğün birer göstergesi mahiyetindedir.
Dolayısıyla, “Düşman okuna bakın...” sözüyle kast edilen şeyin, çoğu kez aslında “Kuşa bak, kuşa...” kabilinden bir mâna taşıdığı görülüyor.
Hiç benzeşmiyorlar
Her türlü dinî mukaddesatı menfaatine âlet etmekten çekinmeyen, sen ey siyasî bağnazlık!
Bunca yıldır seni tanıdığım kadarıyla, şu birkaç noktaya daha dikkat çekmeye kendimi mecbur hissediyorum.
BİR: Din-i İslâmın gizli-açık düşmanları vardır. Hem de “ezelî düşmanlık” denecek türden. Bunlar, her fırsatta ve her vesile ile İslâma ve Müslümana zarar vermeye çalışırlar.
Senin düşmanın ise başka; yani, pekâla başkası da olabiliyor.
Meselâ, oldum olası İslâma düşmanlık eden ve büyük zararlar veren mütecâviz Yahudiler, Masonlar, Sömürgeci İngiliz Siyaseti, haricî Deccalistler, yerli Süfyanistler, zâlim İsrail yöneticileri, senin değişmeyen, yahut değişmez düşmanların değil. Hatta, bazen dostun bile olabiliyorlar.
İKİ: Tıpkı dinimiz gibi, bu vatan ve milletin de gizli-açık düşmanları vardır.
Ama, senin onlarla olan düşmanlığın da sabit, tutarlı ve istikametli değil. Değişkendir. Aynen, dostluğunda olduğu gibi.
ÜÇ: Vatan, millet ve İslâmiyet düşmanları, öyle kolayca değişmez, değişmiyor; ama senin düşmanın da, dostun da çabuk ve çok kolay şekilde değişiyor, değişebiliyor.
Dolayısıyla, “düşmanın oku”nu da senin ciddiyetsiz tarifine ve pusulasız sözlerine bakarak takip etmeyiz, edemeyiz. Zira, böyle ifratlı-tefritli tarifler, bizi hiçbir şekilde “hak ehli”ne götürmez, vâsıl etmez.
Velhâsıl: Dostu gibi düşmanı da bu derece sık değişen dar bir görüşe, tutarsız bir zihniyete güvenmemekte ve itibar etmemekte yerden göğe kadar haklıyız.
.
Darbe karşıtlarına Pakistan’dan bakmak

Çünkü, yarım demokrat kişiler gibi, yarı darbeci olan zihniyet mensupları da var. Bunlar, tablonun netliğini bozuyor; zihinleri karmaşık bir hale getiriyor.
Özetle, işine geldiği zaman demokrat kesilmek ve işine geldiği zaman darbeden yana tavır koymak, en azından darbe tasarrufunu hoş görmek, yahut zulümlerine sessiz-suskun kalmak, sözünü ettiğimiz karmaşanın, muğlaklığın, bilinmezliğin en bâriz bir göstergesidir.
Ama, yine de bu yarım-yamalakları bir şekilde tanımak mümkün. Meselâ, başka ülkelerdeki darbelere ve darbecilere nasıl baktıklarını, gelişmeler karşısında nasıl tavır takındıklarını araştırıp öğrenerek...
İşte, bu noktada kardeş Pakistan’da yaşanan darbeler ve bilhassa Butto Ailesinin başına gelenler karşısında, bizdeki fikir ve siyaset sahiplerinin nasıl bir tutum sergiledikleri hususu, son derece önemli bir ölçü ve kıstas teşkil ettiğini söylemek mümkün.
* * *
Burada “Günün tarihi” itibariyle yaşananları da hatırlatarak, konuyu özetlemeye çalışalım: Kardeş Pakistan'ın devrik Başbakanı Zülfikâr Ali Butto, darbeciler tarafından 4 Nisan 1979’da idam edildi.
1928 doğumlu Butto, 1971-73 yılları arasında Pakistan'da devlet başkanlığı, ardından 4 yıl müddetle Başbakanlık yaptı.

Butto'yu siyaseten mağlûp edemeyeceğini anlayan iç ve dış mihraklar, dindar orduyu onun aleyhine sevk ederek, 1977'de iktidardan düşürdüler. (Aynen, 1960 Türkiye'sinde olduğu gibi...)
Darbeciler tarafından uzun süre yargılanan Butto, nihayet 1979'da idamına hükmedilerek darağacına gönderildi. Henüz 51 yaşındaydı...
* * *
Demokrat Butto'yu idam ettirenler, ne yazık ki “din adına” darbe yapmışlar ve öyle de hareket ettiklerine inanıyorlardı.
Ancak, işledikleri cinayetin dinle-imanla bir alâkası yoktur.
Zira, İslâma göre askerin siyasete karışmak gibi bir görevi yoktur. Askerin vazifesi, bilhassa haricî taarruz ve tecavüzler karşısında durmak ve yurdun sınır emniyetini muhafaza etmektir.
Ne var ki, darbeciler, her ülkenin şartlarına uygunluk arz edecek şekilde cinayetlerine kılıf hazırlıyorlar ve bir ölçüde zâhirperestleri aldatarak kendilerine taraftar topluyorlar.
Türkiye'deki darbelerin gerekçesi de başka başka olmuştur: İrtica, anarşi, kardeş kavgası, vesaire... Oysa, gerekçe ne olursa olsun, darbeler, bir ülke ve millet için ihanet derecesindeki cinayetlerdir. Zahiri, yani kandırmaca faydasının bin misli kadar zararı vardır.
Kızı Benazir Butto
Zülfikar Ali Butto’nun ardından, kızı Benazir siyasete atıldı ve iki kez Başbakanlık yaptı. Ancak, o da 27 Aralık 2007'de bir sûikasta kurban gitti.
Evet, Pakistan Halk Partisi Başkanı Benazir Butto, seçim meydanında düzenlenen bir sûikast sonucu vahşice vurularak katledildi.
Tam da, üçüncü kez Başbakanlığına hazırlandığı seçim kampanyası esnasında.... (Ne gariptir ki, dünya siyaseti ve iktidar makamı Butto Âilesine yâr olmadı; aksine, onları erken yaşta hayattan koparmaya sebebiyet verdi.)
* * *
Çok özet halinde temas ettiğimiz bu trajik gelişmelerin yanı sıra, dikkat çekici bir başka noktanın da altını çizerek nazara vermek istiyoruz.
O da şudur: Mısır’da yakın zamanda iktidardaki Mursi ve partili arkadaşlarına yapılan bed muameleyi, onlara revâ görülen işkenceli zulmü güyâ “demokrasi adına” protesto edip karşı gelen bizdeki bazı “dindar siyasetçiler”, ne hikmetse, Buttolar’ın başına gelen Pakistan’daki darbelere, saldırılara, adâletsiz idamlara, vahşî katliâmlara karşı aynı tepkiyi göstermediler.
Yani, Mısır’daki gibi benzer reaksiyonlarda bulunmadılar. Darbeleri ve darbecileri protesto etmediler. İdamları durdurmak için harekete geçmediler. Ne yazık ki, “dilsiz şeytan” durumuna düşmek kabilinden, olanı-biteni sadece seyretmekle yetindiler.
İşte, biz bu tip adamları “demokrasiye, insan temel hak ve hürriyetlerine saygı” veya bu değerleri “sahiplenme” noktasında samimi bulmadığımız gibi, onların sahip olduğu zihniyeti de ciddi ve samimi bulmuyoruz. Dolayısıyla, bunları eleştirmekte de kendimizi yerden göğe kadar haklı görüyoruz.
Evet, ne demek Mısır’daki darbeye lânet okuyarak karşı gelirken, Pakistan’daki daha beter darbe ve saldırılar karşısında sessiz-suskun kalmak? Bu tenakuzlu tavrı asla doğru bulmuyor ve buna saygı duymuyoruz.
Demokratik bir sistemde, darbeyi kim yaparsa yapsın ve kime yönelik yapılırsa yapılsın, her halükârda karşı gelinmeli ve en sert şekilde lânetlemeli.
Zira, darbeciler, dindar da olsa, ekseriyet itibariyle vahşi, gaddar, hünhar ve zalim olurlar. Zalimlere karşı ise, suskun kalınmaz, yumuşak veya mülayim şekilde davranılmaz.
Darbecilere karşı farklı tutum ve davranış sergileyenler, demokrat olamayacakları gibi, hürriyetçi ve adâletçi de olamazlar.
.
İttihad-ı Muhammedî, İttihad-ı İslâm’dır (1)

Cemiyetin kuruluşu, Ayasofya Camii’nde okunan Mevlid-i Şerif ile geniş kitlelere de duyrulmuş, ilân edilmiş oldu. Camide okutulan Mevlidin yanı sıra, gün boyunca, ayrıca dinî muhtevalı konuşmalar yapıldı ve tesirli vaazlar verildi.
Ayasofya Camii, bütün gün adeta bir “manevî merasim” programına sahne oldu. Ekseriyetini Medrese talebelerinin teşkil etmiş olduğu yaklaşık 50 bin kişinin aynı gün gelip ziyaret ettiği Ayasofya’da konuşma yapanlardan biri de Bediüzzaman Said Nursî idi.
Üstad Bediüzzaman, müezzin mahfilinden yaklaşık iki saat boyunca ayakta durarak cemaate hitap etti: Bu hitabesinde, umum millete, cemiyetin mahiyet ve maksadını anlatmaya çalıştı.
Eski Said’den Üçüncü Said’e
“Eski Said” dönemi eserlerde “İttihad-ı Muhammedî” tâbir ve terkibinin sıklıkla zikredildiğine şahit olmaktayız... “Üçüncü Said” döneminde telif edilen Lâhika mektuplarında ise, yine aynı mânâ ve maksat ile bu kez “İttihad-ı İslâm” tâbir ve terkibinin mükerreren nazara verildiğini görmekteyiz.
Sathî veya zahirî bir nazarla bakıldığında, sanki bu iki mâna ve mefhum arasında ciddî bazı farklılıklar varmış gibi anlaşılıyor.
Bu sebeple, çeşitli platformlarda aynı mevzuya dair zaman zaman şu tarz suâllerle karşılaşmaktayız: Bazı Risâlelerde bahis konusu edilen “İttihad-ı Muhammedî” ve “İttihad-ı İslâm”ı nasıl anlamalıyız? Kezâ, bilhassa Lâhikalarda sözü edilen "Bu vatandaki dört parti"den "İttihad-ı İslâm Partisi"ni bu meyanda nasıl yorumlamalıyız?
Kaynağından cevaplar
Eski Said'in bazı eserlerinde, bilhassa Münâzarât, Divân-ı Harb ve Hutbe-i Şâmiye gibi risâlelerinde, bu mesele sıklıkla târif ve izah ediliyor.
Bu gibi mübarek isimlerin dünya işlerine ve siyaset cereyanlarına bulaştırılmaması, âlet ve tâbi edilmemesi gerektiğini ifade eden Üstad Bediüzzaman, meselenin cihanşümûl tarafını şu suâl ve cevap ile izah ediyor:
Suâl: Dâima İttihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif et.
Cevap: İki Mekteb-i Musîbet Şehadetnâmesi ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâmın Hacerül-Esved’i, Kâbe-i Mükerremedir; ve dürret-i beyzâsı (incisi), Ravza-i Mutahharadır; Mekke-i Mükerremesi, Ceziretü’l-Araptır; medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniyedir. Eğer İslâmiyet milliyetini ve İttihad-ı İslâmın taşını ve nakşını istersen, işte bak:... (Münâzarât, s. 113)
* * *
Bu hakikatin bir başka izahı, aynı bahsin devamında yapıldığı gibi, Hutbe-i Şâmiye ve Divân-ı Harb-i Örfî isimli eserinde aynen şu sözlerle yapılıyor: "Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedînin (asm) cihetü’l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de îmandır. Müntesibîni (bağlıları), umum mü’minlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediyedir (asm). Kànunu, evâmir ve nevâhi-i şer’iyedir. Bu ittihad âdetten değil, ibâdettir. İhfa, havf; riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır."
Bu mânâdaki İttihad-ı İslâmın bütün mü'minlere şâmil olduğunu, bunun tahsis (ipotek) ve tahdit (sınırlama) kabul etmediğini dâvâ eden Üstad Bediüzzaman, Yavuz Sultan Selim'in de bu mânâdaki İttihad-ı İslâmı hedef alıp tesis etmeye çalıştığını ve kendisinin de buna ittiba ettiğini açıkça ifade eder.
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, "İttihad-ı İslâm" ile “İttihad-ı Muhammedî" müşterek bir mânâyı ifade ediyor.
Ne var ki, 1909'da İstanbul'da kurulan İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin bir siyasî cemiyet şekline dönüştürülmesi yönündeki arzu ve çabaları fark eden Üstad Bediüzzaman, bundan nihayet derecede korktuğunu söyleyerek, gerekli teşebbüslerde bulunmakta gecikmez.
İşte, o dönemin gazetelerinde (Volkan, İkdam...) neşrolan ve bilâhare risâlelerinde de iktibâsen yer verilen bu meyandaki ifadelerinden bazıları...
* * *
Hutbe-i Şâmiye: ...Hem de anlaşıldı ki, İttihad-ı İslâm, umum askere ve umum ehl-i imana şâmildir. Hariç kimse yoktur."
* * *
Hutbe-i Şâmiye: İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (asm) dediğimiz vakit...
.
İttihad-ı Muhammedî, İttihad-ı İslâm’dır (2)

Nitekim, Eski Said döneminde kurulan İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin partileşip siyasileşmesine şiddetle karşı gelen Üstad Bediüzzaman, bu vatandaki dört partiden biri olarak isimlendirmiş olduğu İttihad-ı İslâm Partisinin de siyaset meydanına atılmasına ve şimdiki siyasetin başına geçmesine, yine aynı hassasiyet içinde karşı gelmeye devam ediyor.
1952’de Cevat Rıfat Atilhan’ın liderliğindeki İslâm Demokrat Parti’nin kurulmasından hemen sonra “kalbe ihtar” ile telif edilen “Bu vatanda şimdilik dört parti var” mektubunda zikredilen “İttihad-ı İslâm Partisi” isminde, resmen kurulmuş herhangi bir parti yoktu, sonradan da olmadı.
Diğer üç parti ise, zikredilen isimleriyle aynen, alenen ve resmen var idiler. Nitekim, aynı mevzuya dair ve “Başbakan Adnan Menderes’e” hitaben yazılan mektupta, sadece resmen var olan üç partiden söz ediliyor: “Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halkçılar veya Milletçiler iktidara gelecek” ifadesi gibi...
Bütün bu ifadelerden açıkça anlaşılıyor ki, lâhika mektuplarında zikredilen İttihad-ı İslâm, siyasî veya sosyolojik potansiyeli itibariyle, Meşrûtiyet dönemindeki “İttihad-ı Muhammedî” ile aynı mâna kast ediliyor.
Şimdi, Risâle-i Nur’dan aynı hakikati teyid ve takviye eden iktibaslardan bir demet daha takdim ile mevzuya devam edelim.
Divân-ı Harb-i Örfî: İşittim, İttihad-ı Muhammedî (asm) nâmıyla bir cemiyet teşekkül (1909) etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevât, daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ı alâka ettiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin, tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis (ipotek) ve tahdit (sınırlama) kabul etmez.
* * *
Hutbe-i Şâmiye: İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (asm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad murattır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma, bir katre su da sudur. Bu ünvandan tahsis (tekel, ipotek) çıkmaz. ...Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlemdir (asm).
* * *
Hutbe-i Şâmiye: İttihad-ı Muhammedî (asm) olan İttihad-ı İslâm’ın efkâr ve meslek ve hakikatını, efkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin; cevaba hazırız. (Demek ki, ikisi aynıdır. MLS)
* * *
Risâle-i Nur'da geçen cihanşümûl mânâdaki İttihad-ı İslâmın tarifine dair söz ve izahların bir hülâsasını bu şekilde naklettikten sonra, bilhassa bu vatanda potansiyel bir kuvvetin, bir umumî temayülün karşılığı mânâsında zikredilen "İttihad-ı İslâm Partisi"ni anlatmaya geçelim.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu isim ile bir parti resmen kurulmadı ve kayıtlarda dahi ismine rastlamış değiliz.
1950’lerin başında yazılan Emirdağ Lâhikası-II’de yer alan ve "Bu vatanda şimdilik dört parti var" diye başlayan o meşhur mektubunda "İttihad-ı İslâm Partisi" tâbirini kullanan Üstad Bediüzzaman (Yani Üçüncü Said), esasen bu ismi taşıyan bir partinin olmadığını kendisi de gayet iyi biliyordu.
Demek ki, bu ismi zikretmekteki asıl niyet ve maksadı, siyaseten de pek kuvvetli bir potansiyele sahip olan bir eğilimi, bir temayülü nazara vermekti.
Zira, aynı mektupta peşpeşe sıraladığı diğer üç parti, üstelik aynı isimle siyaset sahnesinde resmen de mevcut idiler: Halk Partisi, Demokrat Parti ve Millet Partisi. (Emirdağ Lâhikası, s. 387)
Resmî veya teşkilâtlı olarak o gün için ortada bulunmayan İttihad-ı İslâm Partisi ise, daha başka mektuplarda da ifade edildiği gibi, eski (1909) İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti ve cereyanı ile irtibatlandırılarak, mümkün olduğunca siyasetin dışında tutulmaya ve "başa geçmemesi" gerektiği hususu ehemmiyetle nazara verilmeye çalışılıyor.
.
İttihad-ı Muhammedî, İttihad-ı İslâm’dır (3)

Bununla beraber, Emirdağ Lâhikası’ndaki “Ehemmiyetli bir hakikat” başlıklı mektupta, 1909’daki “İttihad-ı Muhammedî” içinde “mânen Nurcular”ın, 1950’lerde sözü edilen “İttihad-ı İslâm”ın içinde ise “aynen Nurcular”ın bulunduğu hususu, gayet açık bir lisânla ifade ediliyor. Şöyle ki: “Mânen, eski İttihad-ı Muhammedîden (asm) olan yüz binler Nurcular.... Şimdi, aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcular...” (Age, s. 271)
Demek ki, Bediüzzaman Hazretleri’nin mükerreren zikretmiş olduğu İttihad-ı Muhammedî ve İttihad-ı İslâm ile kast ettiği şey, sathî veya zahirî nazarla bilinen bir siyasî teşkilât, yahut bir siyasî parti hareketi değildir. Belki, “doğru siyaset”e yardım edecek, kuvvet verecek bir “nokta-i istinad”dan haber veriyor.
Madem öyle, o halde, bu sosyal potansiyel, bir siyasî parti hüviyetine bürünmemesi ve büründürülmemesi icap eder.
Şayet, içinde ve isminde kudsî-mübarek “İslâm” ve “Muhammedî” tâbirlerinin geçtiği bu cereyan, bilindik herhangi bir siyasî parti hüviyetine bürünür, hele hele tutup başa geçmeye çalışırsa, ortaya ciddî bazı sakıncaların zuhûr etmesi de kaçınılmaz hale gelir. Şöyle ki: "Çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı, dini siyasete âlet etmeye mecbur." (Age, s. 387)
Bununla beraber, İttihad-ı İslâmı esas alan İslâmiyet milliyetinin "Demokrat mânâsında" olduğunu da ifade eden Üstad Bediüzzaman, Millet Partisi içindeki samimî din ve İslâmiyet taraftarı olanların “Demokratlara muhalif ve muarız” olmamaları, hatta iltihak etmeleri, hele hele iktidara gelmeye çalışmamaları tavsiyesinde bulunur. (Age, s. 422)
* * *
Yine aynı eserin muhtelif mektuplarında Meşrûtiyet zamanındaki İttihad-ı Muhammedî ile 1950'den sonrası için tâbir ettiği İttihad-ı İslâmı özdeşleştiren Üstad Bediüzzaman, kendisi ve talebelerinin bu silsileye mensup olduklarını, bu yüzden siyasetin başına geçmeyi düşünmeyerek, sadece Ahrar (1908'den sonra) ve Demokrata (1950'den sonra) "nokta-i istinad" olmaya çalıştıklarını mükerreren beyan eder: "...Şimdi de aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcular, büyük bir yekûn teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır." (Age, s. 271)
Dahası, aynı beyanın geçtiği mektup ve bahislerde, Demokratların da İttihad-ı İslâm cereyanını kendilerine "nokta-i istinad" yapmaya mecbur oldukları gerçeğini hatırlatır: "Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, İttihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır." (Age, s. 271)
Aynı hakikate parmak basan bir başka izah ve ifade ise, yukarıdaki iktibaslarla da bağlantılı olup aynen şöyledir: "...İttihad-ı Muhammedî ile müttefik olan Ahrar Fırkası, yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. ...Eskide 'İttihad-ı Muhammedi' şimdi 'Nurcular' namını alan ve İttihad-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz..." (Beyanat ve Tenvirler, s. 202)
* * *
Bütün bu bilgi ve iktibaslardan da açıkça anlaşılıyor ki, Üstad Bediüzzaman, eski İttihad-ı Muhammedî cereyanı içinde mânen gördüğü Nur Talebelerini, daha sonra aynen İttihad-ı İslâm cereyanı içinde görüyor ve öyle de mütalâa ediyor.
Buna göre, bu kudsî cereyana tâbi olanlar, bizzat kendileri herhangi bir siyasî parti kurmazlar ve siyasetin başına geçmeye çalışmazlar. Aksi halde, dinî siyasete âlet etmeye mecbur kalarak, büyük bir vebâlin altına girmiş olurlar.
Bu kitlenin siyasete bakması ve vatandaşlık hakkı itibariyle bir partiye oy vermesi halinde ise, onu bekleyen vazifenin Demokratlara "nokta-i istinad olmak"tan ibaret olduğunu hatırlatan Üstad Bediüzzaman, bu vazifenin de "Kur'ân, vatan ve millet hesabına" yapılmasının gerekli olduğunu talebelerine ders veriyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 422)
Elhâsıl: Siyasetle doğrudan değil, dolaylı şekilde meşgul olması halinde bile, insanlara tarafgirâne bir nazarla bakılmaması gerektiğini hatırlatan Üstad Bediüzzaman, "şeytanı melek, meleği şeytan gösteren" bir siyasetten daima Allah'a sığındığını eserlerinde defaatle tekrarladığını da, hiç hatırdan çıkarmamalı
.
Boğazlıyan Kaymakamı kurban seçildi

İstanbul'u işgal eden İngilizler, kendi isteklerine uygun bir "kukla sadrâzam"ı da bulmuşlardı: Damat Ferit Paşa.
İşte, İngiliz kuklası olan Ferit Paşa’nın en büyük günahlarından biri, hiç şüphe yok ki, Boğazlıyan (Yozgat) Kaymakamı Mehmet Kemal Beyi idam ettirmedir: İdam kararı 8 Nisan (1919) günü verildi, infaz ise iki gün sonra yapıldı.
Şehid-i mazlûm Kemal Bey hakkında idam kararı veren kişi, Divân-ı Harb-i Örfî (Sıkıyönetim) Mahkemesi’nin o esnada başkanlığını yapan "Nemrut" lâkaplı Mustafa Paşa’dır.
Kemal Beye isnat edilen suç ise "Ermeni tehcirinde takınmış olduğu menfî tutum" diye kayıtlara geçti. Oysa, verilen idam kararının asıl gerekçesi, hem Ermenileri memnun etmek, hem İngilizlerin direktifiyle hareket etmek mânasını taşıyordu.
İşte, işgalci ecnebilerin hatırına kurban seçilen Kemâl Bey, ne yazık ki 10 Nisan’da Bayezid Meydanında kurulan umuma açık haldeki darağacında asılarak idam edildi.
* * *
Henüz 35 yaşındayken idam edilen Kemal Beyin son sözleri şunlar oldu: "Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarında budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet! Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin. Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet!”
Meydanda toplanan halkın gözyaşları arasında darağacına çekil Kemal Bey’in cenazesi, hayli kalabalık bir merasimle Kadıköy'de toprağa verildi.
Ankara’daki Büyük Millet Meclisi, 14 Ekim 1922'de çıkardığı bir kànunla Kemâl Beyi "millî şehit" olarak kabul ve ilân etti.
* * *
Bu elîm hadise, Sadrâzam Damat Ferit'in kabul görmez ve asla affedilmez hatalarının başında gelir.
Zira, kendisi İngiliz işgal güçlerine tam mânâsıyla boyun eğmiş ve adeta işgalciler ne diyor, ne istiyorsa, onu harfiyyen yapmaya çalışan bir kukla durumundaydı.
* * *
Bu arada, aynı mahkemenin ayrıca 20 Temmuz'da vermiş olduğu mühim bir başka kararı var ki, bunu pek az kimse biliyor.
Boğazlıyan Kaymakamı Mehmed Kemâl Beyin (1884-1919) cenazesi.
O karar şudur: 20 Temmuz'da "Ermeni kırımından sanık" olarak yargılanan eski Urfa Mutasarrıfı ve Bayburt Kaymakamı Nusret Bey—tıpkı Boğazlıyan Kaymakamı gibi—yine aynı mahkemenin kararıyla idam cezasına çarptırıldı.
Nitekim, bu ceza da, tıpkı 8 Nisan'daki gibi, 5 Ağustos'ta yine Beyazid Meydanında infaz edildi.
* * *
Çok garip bir tecelli de şudur ki: İstanbul'un işgal dönemiyle ve işgalcilerin zâlimane tasarrufuyla ismi adeta özdeşleşmiş olan Sadrâzam Damat Ferit Paşa, işgalin tam da sona erip kurtuluşun resmen ve alenen ilân edildiği gün (6 Ekim 1923) Fransa'da son nefesini verdi.
* * *
Son olarak, yine Mehmed Kemâl Bey’in vedâ konuşmasında söylediği rivâyet edilen bir metni hülâsaten takdim edelim:
“Sevgili oğlum merhum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdilli Çayırı’ndaki Kabristanda, yavrumun yanına gömülmeyi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’ünde meskûndurlar. Defin masrafı, teyzeme tevdi edilsin. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşim tarafından dikilsin ve üstüne şöyle yazılsın: Millet ve memleket uğruna şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl’in ruhuna Fâtiha!
“Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyrulmasını vatandaşlarımdan beklerim.
“Babam, Karamürsel Aşar Memur-u Sâbıkı Ârif Bey âcezedir. Kardeşim Münir kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa, memnun olurum. Türk milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zevâl bulmayacaktır. Allah, millet ve memlekete zevâl vermesin.”
.
Mareşal’in gidişiyle dengeler değişti

Mareşal’den kast ettiğimiz kişi, 10 Nisan 1950’de ölen meşhûr Fevzi (Çakmak) Paşa’dır.
Mezarı Eyüpsultan’da, tam da Yahudi iş adamı Üzeyir Garih’in öldürüldüğü noktada bulunuyor.
Hemen aynı yerde, Paşa’nın mürşidi olarak bilinen Hüseyin Küçük Efendi’nin mezarı da bulunuyor.
Alarko Holding’in sahibi Üzeyir Garih (1929-2001), bu iki şahsın, vaktiyle Yahudilere yapmış olduğu iyilikleri sebebiyle, her Cumartesi günü kabirleri başına gider ve kendi usûlünce onlara duâ ederdi.
* * *
Millet Partisi Fahrî Başkanı olan Fevzi Paşa (1876-1950), 14 Mayıs’ta yapılacak genel seçimler sebebiyle meydan meydan dolaşırken, Trakya’daki seçim gezisi esnasında rahatsızlandı ve 10 Nisan günü Teşvikiye Sağlık Evi’nde öldü. Cenaze merasimi de bir hayli olaylı geçti.
Fevzi Paşa’nın, genel seçimlere tam da 34 gün kala âniden ölmesi, siyasî dengelerin büyük ölçüde DP lehinde değişmesine sebebiyet verdi.
Şayet Paşa ölmeseydi, Demokratların tek başına iktidara gelmesi çok zor olacaktı. Zira, dindar kitlenin nazarında “Dindar Mareşalin Partisi” birinci derecede tercihe şâyân idi.
Mareşal’in seçimden kısa süre önce gitmesiyle, tabandaki dindar seçmen kitlesi, DP’ye doğru “yatay geçiş” yaptı ve “Demokratların zaferi”ni netice verdi.
Şimdi de, Fevzi Paşa’yı biraz daha yakından tanımaya çalışalım.
Emirber Mareşal
1876 İstanbul doğumlu olan Fevzi Paşa, askerlik mesleğinde adım adım rütbe ve mertebe kazanarak, 1919'da "Osmanlı Seraskeri" makamına, yani Genelkurmay Başkanlığı’na kadar yükseldi.
Bu tarihten sonra zaman zaman siyasî (mebusluk, bakanlık gibi) vazifeler üstlenmiş olmakla beraber, esasen askerlik mesleğinden hiç ayrılmadı. Tâ ki, 1944'te "yaş haddinden" emekliye sevk edilinceye kadar.
* * *
1920 Mart’ından itibaren Ankara hükümetinin emri altına giren Fevzi Paşa, 1922'de Genelkurmay Başkanlığı’na getirildi.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin toplamını aldığınızda, paşanın "Seraskerlik" müddeti 25 seneyi buluyor.
Kendisi Mareşal olmasına rağmen, bu 25 yıllık süre içinde siyasî otoriteye karşı mutî, yani tam itaatkâr bir asker olarak çalıştı.
Dizgin-inisiyatif başkasında
Osmanlı döneminde böyle olduğu gibi, birinci ve ikinci reisicumhura (M. Kemal ve İsmet Paşa) karşı da aynı itaatkârlık içinde bulundu. Kendisi yaşça ve rütbece daha büyük olmasına rağmen, emri altına girmiş olduğu siyasî otoritelerin hiçbirine karşı en ufak bir muhalefeti dahi vaki olmuş değil.
Baştakiler, ne diyorlarsa aynısını yapıyor: Vur diyorlarsa vuruyor, dur diyorlarsa duruyor; as diyorlarsa asıyor, kes diyorlarsa kesiyor. Aynı şekilde, bakanlık yap diyorlarsa yapıyor, bırak diyorlarsa bırakıyor. Öyle ki, Ankara hükümetinin ilk dönemlerinde kendisine tevdi edilen üç bakanlığı birden üstlendiği dahi olmuş.
Dr. Rıza Nur, "Hatırat"ında kendisine niçin böyle davrandığını söylediğinde, şu cevabı aldığını yazıyor: "Ne yapayım? Bana vazife veriyorlar, ben de alıyorum."
Dr. Nur, kendince şu teşhisi koyar: "Bu, inisiyatifsiz bir şahsiyettir."
* * *
“Kıyafet İnkılâbı”na dair teklif, henüz daha görüşülüp kànunlaşmadan, şapkayı Meclis'te ilk giyen kişi, yine Fevzi Paşa’dır.
Bundan da anlaşılıyor ki, kendisi önceden fena halde ikna edilmiş...
* * *
M. Kemal'in siyasetten uzaklaştırdığı İsmet Paşa, 11 Kasım 1938 günü Fevzi Paşa’nın kesin desteği ve askerî dayatmaları sayesinde cumhurbaşkanı oldu. İsmet Paşa ise, 1944'te onu bir başka dayatma taktiğiyle emekliye sevk etti.
1946'da Demokratların (DP) Cumhurbaşkanı adayı ve ardından aynı partinin listesinden İstanbul milletvekili oldu. Meclis'e girdikten bir müddet sonra DP'yi sattı ve MP'nin (Millet Partisi) kurucuları arasına girdi. Böylelikle, kendisini harcayan CHP’nin değil, onun karşısındaki DP'nin kuvvetini kırmaya çalıştı.
10 Nisan 1950'de ölen ve cenaze merasimi hayli olaylı geçen Fevzi Paşa hakkında, en doğru tesbitlerden biri de hiç şüphesiz Bediüzzaman Said Nursî'ye ait.
Feyzi Paşa’yı, mesleği ve zahirî kişiliğiyle hiç başdaşmayan ve başkasının boyunduruğu altına kolaylıkla girebilen ve pekçok fenâlığa da âlet edilen bir kişilik sahibi olarak gören Üstad Bediüzzaman, Şuâlar (Beşinci Şuâ) isimli eserinde—paşanın ismini vermeden—şu ifadelerle söz eder: "...Gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevvâl ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker." (Age, s. 513)
Rumûzât-ı Semâniye eserinde ise, “Dizginleri zındıkların eline verdiği” için, âkıbetinin vahim olduğuna dair bir kanaat husûle geliyor. Bu sebeple, öldüğünde “Allah rahmet eylesin” demiyor, diyemiyor, Üstad.
.
Gerçek ve sahte bayramlar

Yakın tarihimizde aynı günde kutlanan birbirine zıt mahiyette iki farklı bayram var ki, biri ne kadar gerçek ve sevindirici ise, diğeri o derece sahte ve üzücü.
Gerçek bayram: Ş.Urfa’nın 1920’de düşman işgalinden kurtuluş günü olan 11 Nisan’dır.
Sahte bayram ise: Kanlı ve kinli 27 Mayıs Darbesinin, 1963’te Meclis’te "Hürriyet ve Anayasa Bayramı" olarak kabul edildiği 11 Nisan’dır.
Şimdi, bu iki zıt hadise hakkındaki gelişmelerin seyir defterine bir bakalım...
Urfa’da sevinç var
11 Nisan, aslında Şanlıurfa için tek değil, çifte bayram sevincinin yaşandığı bir gün sayılır.
Urfalılar, 1) 1920 yılı 11 Nisan'ında düşman işgalinden kurtuldukları için; 2) 1995'in 11 Nisan'ında ise Harran Ovasının Fırat'ın suyuna kavuşma bahtiyarlığına şahit oldukları için, bugün itibariyle çifte bayram sevinci yaşadılar, yaşıyorlar.
* * *
Osmanlı'nın I. Dünya Savaşındaki mağlûbiyetini tescilleyen Mondros Mütarekesinden hemen sonra Anadolu'da başlayan işgal ve istilâ dalgasından, peygamberler diyârı Urfa da nasibini aldı.
Bu mübarek beldeyi önce İngilizler, ardından da Fransızlar işgal etti. İşgalcilere karşı kurdukları gönüllü milis kuvvetleriyle mücadeleye girişen Urfalılar, nihayet 11 Nisan 1920'de kesin bir muzafferiyete imza attılar.
* * *
11 Nisan 1995 tarihi ise, meşhûr Harran Ovasının asırlardır hasret kalmış olduğu Fırat'ın bereketli suyuna kavuştuğu gündür. GAP projesi çerçevesinden yıllardır yapımı devam eden 26 km. uzunluğundaki sulama tünellerinin inşası tamamlandı ve yapılan açılış merasiminin ardından Fırat suyunun vanaları açıldı.
Bölge tarımının hayat damarını teşkil eden T–1 ve T–2 tüneli, dünyanın sulama amaçlı en uzun tünelleri olarak biliniyor.
Ülkede hüzün var
Kanlı darbenin yapıldığı 27 Mayıs gününün “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak şenliklerle kutlanması, ne yazık ki 11 Nisan 1963’te Meclis çatısı altında kanunlaştırıldı.
Evet, binler teessüf olsun ki, Demokrat Parti iktidarını kanlı bir darbe planı ile devirenler, ayrıca o günü resmen "Hürriyet ve Anayasa Bayramı" diye ilân ettiler.
Bu tarihte (1963) Başbakanlık yapan kişi, İsmet Paşadır. Üstelik, bu iş tamamiyle onun isteği dahilinde yapıldı.
Hani bazıları diyorlar ya "Kendisi idamlara karşıydı; ancak buna engel olamadı” falan filan... Bunlar tamamıyla düzmece beyanlar.
Haydi, farzımuhal olarak, idamlara mani olamadı. Peki, kendisi başbakan iken, idam edilenlerin acısı üzerinde tepinilmesine ve o kanlı günün bayram diye ilân edilmesine de mi mani olamadı?
Kaldı ki, 27 Mayıs gününü bayram diye ilân edenler, bu maksatla 221 sayılı kànun maddesini hazırlayanlar, onun partili arkadaşlarıydı. O tarihte Meclis'in çoğunluğunu teşkil eden CHP'liler, bu kànun teklifini Meclis’in reyine sundular ve sonunda kabul ettirdiler.
* * *
27 Mayıs gününü bayram olmaktan çıkaranlar ise, 12 Eylül Cuntacıları oldu. 1963'ten 1982'ye kadar, 17 yıl süreyle resmî törenlerle kutlanan bu kanlı-kinli bayram, 26 Mayıs öğleden sonra başlamak ve 27 Mayıs günü devam etmek üzere, toplam bir buçuk güne yayılmış durumdaydı. Dolayısıyla, resmî daireler de tatile girerdi.
Halkın pek katılmadığı ve hiç itibar etmediği 27 Mayıs'taki resmî törenler, özellikle Anayasa Mahkemesinde kutlanırdı. 1982 Anayasası döneminde yürürlükten kaldırılan bu iğrenç bayramda, bilumum devlet erkânı, Anayasa Mahkemesi başkanının makam odası önünde sıraya dizilerek başkanına tebriklerini sunarlardı.
1982'ye kadarki hemen her yıldönümünde, radyo, televizyon ve resmî ajansların haber metninde, aşağı yukarı şu meş'um cümle yer alırdı: "27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı, bugün saat 12.00’den itibaren bütün yurtta, dış temsilciliklerimizde ve Kıbrıs Türk Federe Devletinde kutlanmaya başlandı."
.
Türk Dili’ne Agop, Türk Tarihi’ne Josef

Düşünün ki, “Türklük-Türkçülük” vurgusu had safhada sürdürülmekte iken, Türklükle hiç alâkası olmayan garâbetler yaşanıyor.
Meselâ, Türk Dili üzerinde kaskatı bir ırkçılık havasının hâkim kılınmaya çalışıldığı aynı devirde, işin başına hiç de Türk olmayan biri, Ermeni asıllı Agop Martayan getiriliyor.
Aynı şekilde, Türk Tarihi üzerinde bütünüyle kavmiyetçi bir atmosferin hükmettiği dönemde, anne tarafı Yahudi olup, Yahudi asıllı Lenin’le samimi yakınlığı ile bilinen Aqçuralı Josef isimli muamma şahıs getirtiliyor.
Türkleri ve Türklüğü yakından ilgilendiren bu kurumların başına öncelikle “Türk olmayanlar”ın getirilme sebebi nedir?
Bize göre, en kuvvetli ihtimallerden biri şudur: Müslüman Türk asıllı bir kimse, neseben Türk olmayan biri kadar koyu ve kaskatı derecede ırkçılık yapamaz.
İstenen şey, sınır tanımaz bir ırkçılık cereyanı olduğu için, bu maksada tam hizmet edecek, yani “biçilmiş kaftan” işlevi görecek türden kişiler tercihe şâyan olmuş.
Bu girizgâhtan sonra, şimdi konuyla ilgili olarak 12 Nisan 1931’den itibaren yaşanan tuhaf gelişmelere kısaca temas edelim.
İslâm dışı dil, tarih, san’at...
Mustafa Kemal’in emriyle Türk Ocaklarının kapatılmasından iki hafta sonra, yani 12 Nisan 1931’de toplanan bir heyet tarafından, merkezi Ankara'da olmak üzere “Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti” teşkil olundu. Cemiyetin kurucuları arasında yer alan Yusuf Akçura, bir yıl sonra (8 Nisan 1932) aynı cemiyetin başkanlığına getirildi. Ölünceye kadar da bu görevde kaldı.
Tek parti zihniyetinin hükmettiği bu dönemde, özellikle arzulanan ve yapılmak istenen şey, bu milletin dilini, tarihini, san’atını başta olmak üzere hayatını tümüyle İslâmdan uzaklaştırmak ve nihayetinde bütün bağlarını dinden, mukaddesattan koparmak idi.
Bu meyanda mevzii ve geçici bazı başarılar elde edildi. Ancak, “Dinsiz bir millet yaşayamaz” hakikati karşısında, geri adımlar atılmaya mecbur kalındı.
Türkçü Yusuf Akçura
Bütünüyle İslâmiyetten kopuk, hatta dine muarız bir Türk Tarihi vücuda getirmek için vazifelendiren Akçuralı (1876-1935), Rusya (Olyanovski) doğumludur. Baba tarafından Tatar, anne tarafından ise Yahudi olduğuna dair bilgiler var.
Babası ölünce annesiyle birlikte İstanbul'a gelip yerleşir. Annesi Dağıstanlı Osman Bey ile evlenir. Osman Bey, onun tahsiliyle ilgilenir ve götürüp askerîyede okutur.
Zaman zaman Rusya'ya gidip gelen hatta Bolşevik İhtilâlinden kısa bir süre önce Avrupa'da Lenin ile de görüşen Akçura'nın Rusya'daki ismi Yosif/Josif Aqçura'dır.
* * *
Akçura'nın Türkiye'de yaptığı ilk faaliyet ırkçılık mânâsındaki "Türkçülük" olmuştur. Akrabası olan ve İstanbul'da ilk kadın dergisini çıkaran Gaspıralı İsmail'in de Rusya'dan Türkiye'ye gelmesiyle birlikte, müştereken Türkçülük faaliyetine daha da hız vermişlerdir. Türk Yurdu (1911) ve Türk Ocağı'na (1912) dair yayın ve oluşumların en aktif aktörleridir.
1918 yılı sonlarında İstanbul'da kurulan Kürt Teâli Cemiyeti’nin kurucu üyesi ve bu hareketin fikir öncülerinden biri olan Celadet Bedirhan, hatıralarında kendisinin ve arkadaşlarının en çok Yusuf Akçura'dan etkilendiğini söylüyor ve Türk Ocağının faaliyetleri hakkında şunları söylüyor: "Bu ocaklar, kendileri için Türkçü yetiştirdiği kadar, bize de Kürtçü yetiştirdi. Kendimiz elli sene uğraşsaydık, yine de bu kadar Kürtçüyü harekete geçirip de biraraya getiremezdik." (M. Kemal'e Mektup, 1933)
İşte, asıl işi ve mahiyeti böyle olan Akçura, 1923 seçimlerinde CHP milletvekili oldu. Uzun yıllar üniversitelerde siyasî tarih dersleri verdi. Türk tarihi hakkında ortaya yeni tezler attı. 1931'den sonra bu tezlerin adeta lokomotifi rolünde çalıştı.
* * *
Türk Tarih Kurumu’nun Akçura'ya emanet edildiği aynı yıllarda (1932...), gariptir ki Türk Dili Kurumu’nun başına da Ermeni asıllı Agop Martayan getirildi. Sonradan "Dilaçar" soyadı verilen TDK Genel Sekreteri Agop Martayan, Güneş Dil Teorisinin sahibi olup, öldüğü 1979 yılına kadar da Türk Dil Derneği Başkanlığını yaptı.
Agop ile Josif, her ne kadar "Ne mutlu Türk'üm diyene" ortak paydasında buluşmuş olsalar da, aralarında herhangi bir din, dil ve milliyet birliği yoktur.
.
Bediüzzaman’a göre 31 Mart

Önce, bu hadise hakkında kısacık bir değerlendirme yapalım, ardından, bu vak’âya Üstad Bediüzzaman’ın nazarıyla bakmaya ve onun değerlendirmeleri ışığında konuyu aydınlatmaya çalışalım.
* * *
1908 Temmuz'unda ilân edilen II. Meşrûtiyetin daha birinci senesi dolmadan, Bozuk-Mason İttihatçılar cunta faaliyetini başlattılar.
Yıl sonuna doğru yapılan genel seçimleri kazanmış olmalarına rağmen, Meclis dışında kalmış bir muhalefetin (Ahrar) varlığına bile tahammül edemez oldular.
Muhaliflerini önce tehdit ederek yıldırmaya çalıştılar. Bunda muvaffak olamayınca, bir adım ileri giderek cinayetlere başladılar.
Siyasî muhaliflerin yanı sıra, fikrî muhaliflerini de susturma, hatta ortadan kaldırma eğilimi içine giren İttihatçı komitacılar, ilk cinayeti 6 Nisan 1909'da Galata Köprüsü üzerinde işlediler.
İttihatçılara muhalif, Ahrar Fırkası ile İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine dost görünen Serbestî gazetesinin Başyazarı Hasan Fehmi faili meçhûl bir cinayete kurban gidince, ortalık alabildiğine gerildi. Merhûmun cenaze merasimi ise, kelimenin tam anlamıyla İttihatçılara karşı bir gövde gösterisine dönüştü. Esasen, bu gelişme cuntacıların ve komitacıların istediği gibi oldu.
İttihatçılara karşı kin ve öfke damarı kabardıkça kabaran dindar kesimlerin galeyanı, günden güne artarak devam etti. Bu galeyan ve öfke seli, nihayet 13 Nisan (Rumî 31 Mart) günü patlama noktasına geldi ve kontrolsüz şekilde patladı: Bir yandan sivil kitleler sokaklara dökülürken, bir yandan da İstanbul'un güvenliğinden sorumlu Avcı Taburlarında isyan hareketleri başladı.
Bu arada, söz ve yazılarıyla askerlere nasihat eden Bediüzzaman, sekiz taburun isyandan vazgeçmesini sağladı. Buna rağmen, diğer taburlardaki askerler başlarındaki subayları (zabitler) kışlaya hapsederek, onlar da sokaklara döküldüler.
Manzara, gitgide ürkütücü, endişe verici bir vaziyet aldı: Cadde ve meydanları dolduran asker-sivil karışımı kalabalık, başsız ve kontrolsüz bir şekilde "Yaşasın Şeriat!" sloganlarıyla ortalığı inletiyordu. Karşılarına çıkan bir İttihatçının, hele hele "Şeriat aleyhtarı" olarak bilinen bir şahsın canını kurtarması hiç de kolay değildi. Öyle ki, içinde mebusların dahi bulunduğu kimi şahıslar, başkası zannedilerek öldürüldü, linç edildi.
Bu kanlı kargaşa hali, birkaç gün devam etti. İnsanlar, mahkemesiz ve muhakemesiz şekilde vuruluyor, dövülüyor, canından ediliyordu. Üstelik, kimsenin kimseyi dinlediği de yoktu.
Doğrusu, bütün bu yaşananların üzerinde ciddî soru işaretleri vardı? Aklı başında olan bir dindarın, bu anarşik ortamı tasvip etmesi mümkün değildi. Zira, işin içinde gizli bir tertip, bir kumpas, bir provokasyon hali vardı. Buna ise, aslında hiç âlet olunmaması gerekiyordu.
* * *
Bediüzzaman, bu Vak’a ile alâkalı olarak, yaklaşık bir ay sonra (Mayıs 1909) çıkarıldığı Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesindeki müdafaasında şunları söyler: “Mart'ın 31'inci günündeki dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi (istekleri) işittim. Anladım ki, iş fena, itaat muhtel (bozulmuş), nasihat te'sirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin itfasına (söndürülmesine) teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim Kürdler gâfil ve safdil... Ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyordum. Üç dakikadan sonra çekildim. MekrîKöy'üne (Bakırköy) gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı; zaten elbisem beni ilân ediyor, şöhret de beni büyük gösteriyor. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar tek başıma olsun mukabele ederek ispat-ı vücud edecektim. Merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedihî olacaktı, tahkike lüzum kalmazdı."
* * *
“31 Mart Hâdisesi denilen o sâika ve müthiş fırtına, âdi sebepler tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki, neticesi hercümerc olduğu halde, min indillâh ehl-i kıyamın lisanına daima mu’cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisan’ın nısfından sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor. Zira, o hadiseye sebebiyet veren yedi mesele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütâlâaya alınsa, hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:
1. Yüzde doksanı İttihad-Terakkinin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.
2. Fırkaların meydan-ı münakaşâtı olan vükelâyı tebdil idi.
3. Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.
4. Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatın önüne set olmaktı.
5. Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Beyin kàtilini meydana çıkarmaktı.
6. Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.
7. Hürriyeti, sefahete şumulünü men’ ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avâmın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi. Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi.
Üssü’l-esas esbâb: Fırkaların taraftârâne ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâgat yerine mübalâgat ve yalan ve ifratperverâne keşmekeşleri idi.” (D.H.Ö.)
.
Saltanat meddahlarının bitmeyen kini


