 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Şeytan Etkisi
8 Ağustos 2016 02:00
Dün TGRT HABER’de Latif Erdoğan Batuhan Yaşar’ın konuğuydu. FETÖ’nun İhlâs Finans’ı batırmak için çevirdiği dümenleri anlatırken programa telefonla katılan gazeteci Metin Özer de Latif Erdoğan’a şu soruyla katıldı. “Fethullah ilk mektep mezunu bir adam olarak nasıl oluyor da etrafına general, profesör, doçent, üst seviye bürokrat elit bir kadroyu toplayabiliyor?”
Bu birçok insan için de merak konusudur.
Önceki günde Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan özel bir TV kanalındaki mülakatta “Fetö ihanet şebekesinin mensupları Pensilvanya’daki şarlatana inanıyor, hayatlarını onun için yaşıyor.” dediği Fetullah Gülen’in etrafına bu kadar insanı nasıl toplayıp hipnoz ettiği muamma değil.
FETÖ çetesinin papazlarla iş birliği içinde çalışan sihir-büyü bölümünü anlatmayı sonraya bırakarak bu hipnoz olayına psikoloji profesörü Philip Zimbardo’nun “Şeytan etkisi” olarak tanımladığı “hipnoz tekniği” açısından bakalım.
Pensilvanya’da yaşananlar Zimbardo’nun “sahte mahkûmlar-sahte gardiyanlar” deneyinin ABD tarafından uygulanan ve başımıza musallat edilen versiyonudur.
Bir süre önce yayınlanan “The Lucifer Effect-Şeytan etkisi” kitabının da yazarı olan Philip Zimbardo 1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde çalışırken gazetelere ilan vererek cezaevindeki hayatla ilgili bir psikolojik deney için erkek adaylar aradığını seçilenlere günde 15 dolar ücret ödeyeceğini açıkladı.
Zimbardo seçtiği bir grup insanı, üniversitenin bodrumunda inşa ettikleri sahte cezaevinde toplayıp gardiyan ve mahkûm olarak ikiye ayırdı. Mahkûm-Gardiyan oyun başladı ama birkaç gün sonra rol yapanlar kendilerini gerçek gardiyan ve gerçek mahkûm zannetmeye başladı. Mahkûm olanlar firar etmenin yollarını ararken gardiyan olanlar da şiddet uygulamaya başladılar.
Psikolog Zimbardo, birkaç gün içinde birkaç gardiyan ve mahkûmun ölümüyle sonuçlanan dehşet verici olaylar patlak verince deneyi yarıda keserek şu sonuca vardı.
“İnsanlara uygun şartları sağlarsanız onları canavara dönüştürebilirsiniz.”
İşte ABD Pensilvanya canavarı FETO’yu böyle yetiştirdi.
Pensilvanya deneyinde FETO gardiyan muhipleri ise mahkûm oldular. Üst akıl; kendisini Mehdi zanneden Fethullah Gülen üzerinden muhipleri eliyle 15 Temmuz günü Türkiye’de patlak veren olayları tezgâhladı. Sağladıkları uygun ortamda Pensilvanya’daki simülatif dünyadan bir sahte Mehdi ve takipçilerini ürettiler.
Bu fitnenin defteri Zimbardo’nun deneyi gibi altıncı gününde değil 12 saatte millet tarafından dürüldü.
Zimbardo’nun gardiyanları ve mahkûmları isim kullanmıyorlardı ve takma isimleri ve numaraları vardı. Maksat aklı, bireyselliği, değerleri yok edip vicdanları devre dışı bırakmaktı. Feto çetesi de aynı şeyi yaptı. Bu durumda kişilik devreden çıkıyor, insan cinayeti kolaylıkla işliyor, yakalananlar da “ben yapmadım o yaptı..” mekanizmasını devreye sokuyordu.
Şimdi tutuklanan FETO’cular da aynı şeyi söylüyor. “Ben yapmadım o yaptı..”
Philip Zimbardo, “müsait insanların ellerine güç verildiğinde onları kolaylıkla (gardiyan yapar) kötülüğe itebilirsiniz. Takipçileri (mahkûmlar) ise zamanla içlerine kapanıyor ve iyice edilgen (köle) hâle geliyorlar. İşin kötü yanı kötülükte, eziklikte bulaşıcıdır” diyor.
15 Temmuz kalkışmasındaki saldırılar için araştırmacılar “Bunlar bunu da yapmazlar dediğimiz her şeyi yaptılar” diyorlar. Kendi insanlarını tankla ezen bu çete için katliamı meşrulaştıran şey kendilerini Mehdilik hareketinin seçilmişleri olarak görmeleriydi.
Pensilvanya simülasyonu bir şarlatandan sahte bir Mehdi ve emrinde katiller çıkarmıştı.
Zimbardo’ya göre etrafımızı saran etkiler altında büyüyoruz, iyi seçim yapılmadığında kişi beyaz olarak girdiği bir kültürden siyah olarak çıkıyor. Sonra cinayetlerine bakıp “Ben yapmadım, o yaptı…” diye sıyrılmaya çalışıyorlar.
Kötülük üreten, onları ihtimamla besleyip büyütenlere malzeme olanlar Zimbardo’nun mahkûmları olmayı göze almalıdır. Tabii sonuçlarına razı olmayı da…
.
Türkiye’nin “Topal Molla”sı
11 Ağustos 2016 02:00
1920 yılında, Afganistan’da Topal Molla lakaplı bir adam bir tekke kurmuş. Topal Molla’nın etrafında toplanan müritleri üç yıl içinde 200 bine sonra mürtlerinin sayısı 300 bine ulaşınca Kral’a karşı bir ayaklanma hareketi başlatır.
Afganistan’da kan gövdeyi götürmüş. O yıllarda Afgan Kralı olan Emanullah Han sonunda ülkesini terk etmek zorunda kalır. Ülkesini terk ederken havalimanında yanına silindir şapkalı sarışın bir yabancı yaklaşıp sırıtarak çok güzel bir Urduca ile sormuş.
“Beni tanıdınız mı?” demiş Emanullah Han’a, “Ben meşhur Topal Mollayım. Afganistan’daki görevim bitti, İngiltere’ye dönüyorum.”
“Seni tanıdım” demiş Emanullah Han. “Ben senin İngiliz casusu olduğunu biliyordum, fakat halkıma o kadar çok tesir etmiştin ki, senin casus olduğuna onları inandırmak çok zordu…”
Topal Molla, sakalı kesmiş, sarığı atmış başına silindir şapkasını oturtmuş ve İngiltere yoluna koyulmuş.
Afganistan’da 1925’te yaşanan bu trajedi bizde 1960’larda Kestane Pazarı’nda temelleri atılan millet tarafından 15 Temmuz gecesi önü kesilen “Yüzyılın İhaneti”nin benzeridir.
1960 yılında Kestane Pazarı’nda mekân tutan, karıncayı incitmeyen, tahta ranzada yatan, hasırda oturan, eğik boyunlu, salya sümük, derinliği olmayan nutukları, isterik krizleri ile etrafındaki şebeke tarafından şişirilerek hızla büyüdü.
Hezeyan ve hayalleri, kürsüdeki ayılıp bayılmalar bir çadır tiyatrosu şamatası içinde büyütüldü. İllüzyonist Zati Sungur gösterileri gibi ama dinî ayin havası içindeki terapi seanslarına girip çıkan kalabalıklar giderek büyüyor ama arka plandaki insanların hayatını karartan ya da önünü açan çıkarcı ilişkileri ve dinî referanslardaki çarpıtmayı görmüyordu.
Çemberin dışında olanlar da kendilerini rahatsız etmediği için salya sümük gözyaşından başka sermayesi olmayan meczup bir adamın milyar dolarlara hükmetmek, dünyanın her tarafında okul açmak, devletin mahremine girip izlemek gibi haltları karıştırabilecek çapta olamayacağını fark etmedi.
Kürsüde yatıp kalkan sümüklü ve sünepe adam, etrafındaki kalabalıklar büyüdükçe, soru çalan, atama yapan, para yöneten, iktidarlara parmak sallayan, sigortası attıkça ihvanları falakaya yatıran bir çete reisi hâline dönüştü.
Türkiye’nin Topal Molla’sı kendisini şişiren “Üst Akıl” tarafından içine konduğu düdüklü bir tencerede 15 Temmuz akşamı patladı.
Ama hesapları tutmadı, beklentileri içerde kan gövdeyi götürürken başta Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ve devlet yöneticilerinin Emanullah Han ile aynı kaderi paylaşmalarıydı. Belki yıllarca sürmelerini planladıkları iç sarsıntı Sayın Cumhurbaşkanı’nın milleti meydanlara daveti karşılık buldu ve on iki saatte sümüklü darbeciler derdest edilip kendi kazdıkları kuyuya atıldılar.
Şimdi bilindik süreç devam ediyor. Ancak asıl sorgulanması gereken bir meczubun nasıl “Üst Akıl” tarafından böylesine şişirilerek belki yıllar sürecek bir yarayı açtığıdır. Ekranlarda hap yutup uçuşa geçenler gibi paylaşım yapanlar, miting alanlarında kurulu platformlarda masumiyet karinesi olarak fotoğraf çektirip selfie yapan bazı tövbekârların da kendileri ile yüzleşmesi gerekir.
Hele bazıları masum bir insan için fazla tövbekârlar
.
Pensilvanya canavarı nasıl çıktı?
14 Ağustos 2016 02:00
Harvard Üniversitesi’nden siyasal bilimler profesörü Samuel Huntington, 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yayınladığı “medeniyetlerin çatışması” konulu makalesini gördüğü ilgi üzerine genişleterek “Medeniyetlerin Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yapılması” adıyla kitaplaştırdı...
Huntington bu kitabında, 1920 ve 1930'larda yaşanan devrimlerin Türkiye'yi Osmanlı ve Müslüman geçmişinden uzaklaştırma adına bir medeniyet ithali, işgali ve Türkiye'yi Avrupalı yapmaya kalkan bir proje olduğunu vurguluyor.
Ancak, benzeri diğer projeler gibi sonuç itibariyle bütün devrimlerin de başarısız olduğunu söyledikten sonra, bu başarısızlığın neden kaçınılmaz olduğunu şu cümlelerle açıklıyor: “Eğer Batılı olmayan toplumlar modernleşmek istiyorlarsa, (yani bizden biri yapmak istiyorsak) bunu Batılılar gibi değil, tıpkı Japonya gibi, kendi yöntemleriyle, kendi gelenek, kurum ve değerlerini kullanarak (kendi içlerinden birini kullanarak) ve geliştirerek başarmak (zorundayız) zorundalar.”
Huntington’ın bu iddiasında yatan tehdit anlaşılmadı ve tam bir paradoks olarak yorumlandı.
Medeniyet ithali ile gerçekleştirmek istedikleri işgalin, Türkiye’nin bedenen Batı'ya tutunmaya çalışırken ruhen Doğu'ya kendi değerlerinde takılı kalan aklını ve ruhunu yine kendi kurum ve değerlerinin kullanılarak, kendi elleriyle gerçekleştirilmesi.
Bu nasıl mümkün olabilirdi?
Huntington’ın bu tezi FETÖ kalkışması ile yüzleşinceye kadar Türk aydınları tarafından anlaşılamadı ve uygulanabilir görülmedi. Özellikle ilahiyatçıların fark etmediği şey bu medeniyet ithalinin daha açıkçası işgalinin uygulanması, İslâmın özellikle itikada dönük kabullerinin ve yaşanabilir kılan pratiğinin alkışlanan ve üst akıl, derin devlet ve kandırılmış kıtalar tarafından da kabul gören biri tarafından tahrif edilerek, Ehl-i sünnet omurganın çökertilmesi ve dinin aslının yerine sahtesinin konmasıydı.
İşte yapılması gereken şey şişirilmiş bir adamın eliyle dini içerden yıkmak. Böylece Türkiye’nin direncini yok etmek.
Bunun geçmişte İngilizler tarafından Afganistan’da Topal Molla, Suudi Arabistan’da Muhammed bin Abdülvehhâb Necdi gibi başarıyla uygulanmış modelleri vardı. Aynı şey Türkiye için neden olmasın!..
Zira politikacıların mevcut kültürü tahrif edecek, ortadan kaldıracak güçleri yoktu ve bu denenmişti.
Kestane Pazarında buldukları bu "meczup" karakter, işlenmek için tam aradıkları modeldi ve FETÖ liderliğinde kurdukları çete, Türkiye’nin kılcal damarlarına kadar girdi.
Biraz kül biraz duman gibi, hizmet adına her şey mubah oldu. Yani namaz kılmayabilir, oruç tutmayabilir, içki içilebilir, cuma namazına, hacca gidilmeyebilir. Eşi ve kızı başı açık olabilir. Takiyye yapılabilir. İftira edilebilir, fertlerin özel hayatı teşhir edilebilir...
Peki, bu yasak ve haramlar niçin yapılır?
Türkiye geçmişine ve kültürüne içerden yapılan bu ihaneti ancak 15 Temmuz akşamı çözebildi, ama ne pahasına?
.
Asrın ihanetinde ikinci dalga…
18 Ağustos 2016 02:00
FETÖ’nun Türkiye'ye yaptığı saldırıdan sonra ortaya çıkan hasar üzerinden senaryo üreterek Ehl-i sünnet cemaatleri ve tarikatları hedef tahtasına koyarak yok etmek, kitleleri İslâm'dan uzaklaştırmak için seferberlik başlatan ikinci bir dalga ile karşı karşıyayız.
Bu dalgaya üfürenler, bir taraftan laikler, diğer taraftan FETÖ bozgunundan yas tutanlardır. “FETÖ yeteri kadar güç biriktirince ihanete kalkıştı, onca Müslüman’ın kanına girdi. Şimdi muteber olan başka bir yapı (cemaat) yarın aynı gücü elde ederse onun da benzer şeylere kalkışmayacağı ne malum?” diyerek tankların önüne yatan cemaatleri, tarikatları hedef tahtasına koyuyorlar.
FETÖ fitnesi, dinimizi öğrenirken başvurduğumuz kaynakları yeni baştan düşünmemiz gerektiğini, devletten beslenen, işi İslâmı taliplilerine öğretmekle vazifeli çoğu kurumunda naylon ve işe yaramaz olduğunu bize gösterdi.
Eğer bir meczup kendisini "Mehdi" diye yutturabiliyor, etrafına insanları toplayabiliyorsa önce bundan utanç duymaları lazım.
Yıllar öncesinden Papa’ya Kilisenin davasına hizmete hazır olduğunu mektup ve ziyaretle açıkça ilan eden “CIA’ye, MOSSAD’a, Vatikan’a ve İngiliz derin devletine bağlı bir hareket” asla İslami bir cemaat olamaz.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil "Asrın İhanetinin Analizi!" başlığıyla (tamamı için Bkz.ahmetsimsirgil.com/asrin-ihanetinin-analizi/) yaptığı incelemede şöyle diyor:
"Gülen'in, başta İlahiyatçılar olmak üzere önemli sayıda gazetecinin katıldığı ilk Abant toplantısına gönderdiği şu mesaj, her şeyi ifade etmekteydi: 'Vahye dayalı, hayatın her alanını kuşatan İslam’ı tehlikeli ve millî birliğe zarar verici buluyorum' diyerek 1428 yıllık İslam’ın özüne, aslına düşman olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Daha sonra Gülen’in Papa ile diyaloğu uzun süre gündemi meşgul edecekti.
Zira Gülen’in Papa’ya yazdığı mektubu çok çarpıcıydı. Gülen, 10 Şubat 1998 tarihli Zaman gazetesinde yer alan mektubun başlarında maksadını şöyle ifade etmekteydi:
'Pek muhterem Papa Cenapları,
Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinler arası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik. İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır!'
Gülen açık bir biçimde o güne kadar yaşananlardan Müslümanların sorumlu olduğunu ve kendisinin de Papalık Konseyi'nin bir parçası olduğunu dünyaya ilan ediyordu. Yani bu ifadeler “Dinler arası diyalog” denilen olayın aslında İslam’ı yok etme projesi olduğunun dünyaya haykırışı idi. Fakat Müslümanların artık gözleri bunları görecek durumda değildi...”
İslamın içini ulu orta, göz önünde, tef-dümbelek çalarak böylesine boşaltan, Papalık misyonunun emrinde olduğunu söyleyen bir hareketin ihanetini, İslami bir cemaatten zuhur etmiş gibi servis edenler, bu vebalin ortaklarıdır!
Hain içeridense, kapı kilit tutmaz!
28 Ağustos 2016 02:00
Dün medyada, Şırnak’ın Cizre ilçesinde Çevik Kuvvet binasına PKK’lı teröristlerce bomba yüklü araçla düzenlenen, 11 polisin şehit olduğu ve 86 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırının HDP’li belediyenin hafriyat kamyonu ile gerçekleştirildiği haberleri yer aldı. Ayrıca, hedef ve kullanılan hafriyat kamyonunun güzergâhı ciddi anlamda istihbarat zaafı şüphesine yol açtı. Cizre’de 14 Aralık 2015’ten 2 Mart 2016'ya kadar uygulanan sokağa çıkma yasağı ve evlerin tek tek aranmasına rağmen bu kadar yüklü miktarda bombanın ilçeye nasıl sokulduğu sorusu içeriden ihaneti akla getiriyor.
Toplumsal tabanın, şiddet ve teröre tepkisini meydanlara taşıyan halkın desteğini kaybeden PKK ihanet tabanının desteği ile cinayetlerine devam ediyor. Bazı belediyelerin de içinde yer aldığı örgütün birer şubesi gibi çalışan bu ihanet çeteleri yok edilmeden terörün kapısına kilit vuramayız. Daha önce de örgüt mensuplarına yardım ettikleri gerekçesiyle çok sayıda ilçe belediyesi hakkında soruşturma başlatılmıştı.
Terörü azmanlaştıran, arkasında duran, cesaret veren içerideki bu siyasetçi, belediye başkanı, akademisyen, iş adamı ve her rolden hainlerdir! Mücadelenin asıl önceliği bunların yok edilmesi olmalıdır. Hele bazı belediyeler araçları ile örgüte silah, tıbbi malzeme, gıda maddesi, patlayıcı taşıdılar, dağdaki eşkıyaya yemek servisi yapanlar bile oldu.
Hendekleri kazanlar içeriden, kazanlara göz yumanlar içeriden, medyada mecliste alkış tutanlar içeriden barikat kuranlar, patlayıcı yerleştirenler, tankları halkın üstüne süren ve uçaklarla meclis binasını bombalayanlar da içeridendi.
PKK’nın dış dünyadan meşruiyet duymasından rahatsız olanlar önce içerideki ihanete meşruiyet arayanların ihanet içinde olduğunu cesaretle ilan etmelidir. Teröriste her alanda zemin inşa edenler cinayetlere tetikçilik yapmanın bedelini ödemelidir. Herkes şunu fark etmeli ki; cephe gerisinden teröristlere gösterilen her müsamaha Cizre’deki katliam kadar ülkeye zarar, millete ızdırap vermektedir. Dağda öldürülen terörist için kurulan taziye çadırının, Brüksel’de AB-Türkiye zirvesinden önce PKK yandaşları tarafından kurulan çadırdan ne farkı var? Darbe gecesi kendini tankın önüne atan insanlara “ahmak sürüsü” diyen alçağın dağdakinden ne farkı var?
Terörle mücadelenin yol haritası önce içerideki bu hainleri etkisiz hâle getirmektir. Millet meydanlarla barıştı, PKK’yı ve HDP’yi Kürtlerin temsilcisi gibi gösterme iddiası iflas etti. Daha birkaç gün önce 21 il ve 1113 sivil toplum kuruluşu öncülüğünde halk kitleleri şiddet ve teröre lanet okudu.
Sepet çürük değil, sepetin içinde çürükler var bunların ayıklanması gerekir. İçerideki hainlerin kalemini kırıp çöplüğe atmadan dağdakinin varlığı bitmez.
Zira “Hain içeridense, kapı kilit tutmaz!..”
.
"Darbe girişimini nereden öğrendiniz?”
1 Eylül 2016 02:00
15 Temmuz gecesi sınır tanımaksızın meydanlarda kıyama kalkan ve darbe girişimini yerle bir eden kitlelerin 27 Mayıs gecesi başlayıp Adnan Menderes’in mağdur ve mazlum olarak idamı ile biten sürece neden müdahale etmediği merak ve tartışma konusu.
Kitlelerin 27 Mayıs darbesi karşısında sessiz ve teslimiyetçi duruşu özellikle darbeci aydınlar tarafından günümüze kadar milletin varlığını sadece sandık başında ifade edebilen "koyun sürüsü" diye etiketlenmesine fırsat vermişti. Oysa gerçek farklıdır ve o gün kitlelerin demokrasiye, seçtiği insanlara sadakati, moral değerlere bağlılığı bugünkünden arkada değildir. Ancak millî kıyam için özellikle haberleşme şartları ihtilalciler lehineydi.
Önceki gün “Denge Araştırma Şirketi"nin kamuoyu ile paylaşılan 15 Temmuz Darbe Girişimi ile ilgili anketi bu konuya da açıklık getiriyor: “Darbe girişimini nereden öğrendiniz?”
Bu soruyu önce 27 Mayıs darbesinde Menderes’e en yakın olanlara soralım:
“26 Mayıs 1960, Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan, bazı bakan ve milletvekilleri büyük bir gövde gösterisi için Eskişehir’e geldiler.
Toplantılar, açılış törenleri ve ziyaretlerin ardından akşam fabrikada (Şeker) Ankara’dan gelenlerin, Parti teşkilatı ve Eskişehir devlet erkânının da katılacağı büyük bir ziyafet planlandı.
Akşamüzeri misafirleri fabrikada karşıladık. Bir süre sonra yemek salonuna gidildi, Menderes’e büyük ilgi vardı. Eskişehir asker hastanesinin başhekimi doktor binbaşı da davetliler arasındaydı. Doktor beyin ziyafetlerde biraz içtikten sonra kalkıp şeref misafirine hitaben nutuk çekme gibi bir alışkanlığı vardı.
O akşam da Menderes’i göklere çıkaran bir konuşma yaptıktan sonra elindeki gülü Başbakan’a takdim etti. Yemek sona erdiğinde Menderes ve yanındakiler yatak odalarına bizler de 100 metre ilerideki evlerimize gittik.
Gece saat 3-3.30 sularında Menderes ve bakanlara hizmet eden görevli telefon ederek 'Misafirler Ankara’dan gelen bir telefon üzerine arabayla fabrikadan ayrıldı…' dedi. Hemen hazırlanıp misafirlerin kaldığı ofis binasına gittiğimde, başta Eskişehir Hava Üs Komutanı olmak üzere birçok subay ve askeri karşımda buldum. Komutan 'askerî darbe' olduğunu bildirdi..." (Kaya Erdem-Demokrasinin ilk 50 yılı)
Aynı gece sabah 04.36’da tek haberleşme aracı olan Ankara Radyosu’ndan yapılan bir anonsla Türk milleti ihtilalle tanıştı. Aynı saatlerde Cumhurbaşkanı Celal Bayar Çankaya Köşkünde, Başbakan Adnan Menderes ise Kütahya’da Ankara yolunda gözaltına alınıyordu.
İhtilalcilerin işlediği cürümden evlerden toplamalar başlayınca millet haberdar oluyordu.
Aynı soru 15 Temmuz muhataplarına soruldu, cevap ise vatandaşın yüzde 72'si darbe girişimini televizyon ve radyodan, yüzde 12’si ise yine televizyon ve radyodan öğrenen eş, dost ve akrabadan öğreniyordu. Daha önemlisi aynı radyo ve televizyondan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini meydanlara çıkarak darbeye karşı direnmeye davet eden çağrısına muhatap oluyordu.
Sonuç ise “öfkelendim, lanetledim ve sokağa çıktım…” oldu.
Şimdi; aynı çağrıyı Merhum Menderes’in o gece yaptığını düşünelim, acaba 15 Temmuz efsanesini inşa eden bu neslin babaları 27 Mayıs gecesi bağırlarında yıllarca taşıyacakları bu derin yaranın açılmasına sükût ederler miydi?
.
Eğitimin yeni rotası “Sil baştan”
4 Eylül 2016 02:00
Churchill “geleceğin imparatorlukları aklın (bilginin) imparatorlukları olacak” demişti. Yani gelecekte (bugün) iktidar kavgasının merkezinde bilgiyi denetleyenler olacak. Bu sektör, medya, okul, hastane, üniversitelerle beraber onları piyasaya süren gönüllülerin kurdukları sivil toplum kuruluşlarıdır...
Özal ile başlayan ve giderek hızlanan çeşitli kamu hizmetlerinin küçültülüp, birçok hizmetlerin taşeron kurumlara ihalesi özellikle bilgi üretme merkezi olması gereken eğitim alanında fırsatlarla birlikte istismarı da beraberinde getirdi. Toplumun en önemli kaynağı insanı elde tutan temel kurumları kolejler, üniversiteler ve araştırma enstitüleri oldu.
İktidara giden yol artık servetten değil eğitim kurumlarından geçiyordu.
Toplumu bekleyen en büyük imkân kendi imparatorluğunu bu kurumlar üzerinden kuran FETÖ önderliğinde en büyük tehdit oldu.
FETO bir toplumun dinî duyarlılığını kendi küçük kabilesinin kurallarına sıkıştırmaya kalktı. Refah için en fazla ihtiyacımız olan “eğitilmiş insan” unsurunu kendi iktidarını kurmak için malzeme yaptı, kullandı.
En fazla hayal kırıklığı ise kendi eğittiği insanları 15 Temmuz gecesi harekete geçirmek için onları ikna ederken kendine biçtiği “mehdi” seçilmiş insan rolüdür. Dinin temel akidesini berhava eden söylemlerine itibar edilmesi, taraftar toplaması son yüz yıllık eğitim politikamızın da iflas ettiği anlamına gelir.
Geçmişten günümüze kendine “seçilmiş kurtarıcı” rolü biçen çok sayıda "meczup" toplum içinde en fazla akıl hastanelerinde yer bulmuştur.
Rahmetli Ayhan Songar “Ruh Hekiminin Hatıraları”nda diyor ki:
“Vaktiyle Bakırköy Akıl Hastanesi’nde bir 'Eşref' vardı, dosyasını karıştırdım, toksikomani sebebiyle esrar içerken yakalanmış ve hastaneye düşmüş. Uzun seneler hastanede yatmış kendisinin peygamber olduğunu bir gün kendisine 'Kudret Kılıcı'nın gönderileceğini ve bütün kötü insanları o kılıçla kesip dünyanın başına geçeceğini, adaletle hükmedeceğini söyler ve beklerdi...”
Eşref, FETÖ kadar kurnaz değilmiş, sahip çıkanı, takipçisi olmamış(!)
FETÖ ise Manisa Akıl Hastanesi'nden başlayan yolculuğunu elinde kudret kılıcıyla dünyayı idareye soyunan bir adama dönüşerek bitirdi. Ne gariptir ki bu adamın takipçileri içinde çoğu dünyasını ve ahiretini emanet bırakanlar oldu.
Türkiye’nin hedeflerini büyüten AK Parti iktidarının on beş yıllık iktidar süresi içinde imza attığı sayısız başarıların içinde kütüphanesiz, laboratuvarsız, teçhizatsız, öğretmensiz okul bırakmama gibi eğitim kurumlarını ihya eden çalışmaları oldu, ortaya muazzam bir yapı zenginliği çıktı ama bu fiyakalı binalar nitelikli -yerli ve millî- insan yetiştirmede çok da işe yaramadı.
15 Temmuz darbe girişimi eğitim politikasının da sil baştan yapılacağı bir dönemin başlangıcı olmalıdır. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan TÜRGEV’in genel kurulunda “Yeni dönem okul yapmaktan ziyade okul müfredatının içeriğine yoğunlaşma dönemi olarak ilan ettik. Maddi ve manevi eğitim konusunda çok eksiklikleri olan, rüzgârın önünde yapraklar gibi savrulan gençlerimiz var. Dinimizi istismar eden terör örgütlerinin ağına düşen, terör örgütlerinin elinde dağlara düşen, uyuşturucu, kumar bağımlılığı sorunu yaşayan gençlerimiz var. İhmalimizden dolayı bu tür felaketlere sürüklenen gençlerimiz varsa işimizi iyi yapmıyoruz demektir” ifadeleriyle tehlikeye işaret etmişti...
Eğer Millî Eğitim, müfredatında doğru rotayı tutturamazsa daha çok "meczup" elinde "kudret kılıcı"yla başımızı ağrıtır!..
.
Çözüm değil, kördüğüm
8 Eylül 2016 02:00
Büyük beklentiler, kocaman riskler ile uzunca bir süre bel bağladığımız "çözüm süreci" niye bitti? Çünkü baştan beri niyeti bozuk PKK’nın derdi Kürt siyasetine alan genişletmek değil kendi küçük Kanton devletini kurmaktı. Çatışmasızlık ortamını tesis için hükümetin her iyi niyetli yaklaşımını kullandı ve istismar etti.
Çözüm süreci devamında ne PKK’dan ne HDP’den siyaseti büyütecek çatışmayı küçültecek bir hamle gelmedi. Aksine bu soluklanmayı hendek kazıp patlayıcı depolamak için kullandılar. Sonunda devletin sabır taşı çatladı ve kördüğüme dönen çözüm süreci hendeklere gömülürken PKK’nın yöneticilerinden Mustafa Karasu Türkiye’de kıyamet kopması gerektiğinden bahisle “Çatışmasızlık ortamını sürdürmenin bir anlamı kalmamıştır” demişti. Şimdi ne oldu da “çatışmasızlık ortamı”nın yeniden başlaması için bükülmeye, Suriye operasyonu ile güneyimizde örmeye çalıştıkları tehdit kuşağı çökertilirken en kritik aşamada çözüm sürecini yeniden dillendirmeye başladılar.
HDP ve kazdığı hendeğe düşen PKK stratejisini değiştirip çözüm sürecinin yeniden başlaması için Öcalan’ın yeniden sahne almasını, Barzani ve ABD’nin müdahil olmasını istiyor.
Bu taleplerine Hükümetten gelen cevap tam da anladıkları dilden oldu.
Başbakan Binali Yıldırım önceki gün “65. Hükümetin ilk 100 günü” değerlendirme toplantısında iç güvenlik konusunu değerlendirirken “Çözüm, mözüm yok kardeşim, çözüm vatandaşta. O fırsatı kaçırdılar. Vatandaşla aramızdaki bu hainleri çıkaracağız, terör örgütünü Kürt vatandaşlarımızın başına bela olmaktan kurtaracağız. Çünkü bu terör örgütlerinin Kürtler diye bir sorunu yoktur. Kürt vatandaşlarımızın PKK terör örgütü sorunu var. Biz bu sorunu kentlerde büyük ölçüde kontrol altına aldık. Şimdi kırsalda güvenlik birimlerimiz, silahlı kuvvetlerimiz, jandarmamız, polisimiz bütün gücüyle üzerine gidiyor ve gitmeye de devam edecek. Bu konuda herhangi bir zaafı asla kabul etmiyoruz” dedi...
Bu açık ve net ifade bazılarının kulağına hoş gelmedi.
Ama Sayın Başbakan’ın “Çözüm, mözüm yok kardeşim, çözüm vatandaşta, o fırsatı kaçırdılar” sözü bu mücadelenin özetidir. Çözüm sürecinde ısrarcı olmak, mehil istemek arkasına sığınarak yeniden can çekişen örgütün güç kazanması için göz yummaktan ibarettir.
Bir yılana bir delikten bir defa ısırılır.
PKK, Türkiye’de yürüttüğü egemenlik savaşında Suriye topraklarını insan ve silah temini için cephe gerisi olarak kullanma imkânını kaybediyor. Suriye operasyonları ile arka bahçelerini kaybediyorlar. Baştan beri terörle mücadelede Türkiye’nin zayıf karnı güney sınırlarındaki zorlu coğrafyadan, Irak’ın işgali ve Suriye iç savaşından kaynaklanan ve kevgire dönen “sınır geçirgenliği” idi. Beslenme alanları operasyonlarla kaybedilmeye başlayınca PKK sıkıştığı yerden yeniden Kürt nüfusa sığınmak istiyor.
Kendisi ile Devlet arasındaki savaşta devletin yanında duran Kürtlerin, yeniden hamisi rolüne girme yüzsüzlüğünde. Kürtleri “Hendek savaşları”nda kaybettiğini, silahla çözüm olmayacağını biliyorlar ama silahsız hiçbir yere gidemeyeceklerini de.
Dertleri sadece kayıplarını yerine koymak için zaman kazanmak.
Bekledikleri kıyametin kopması yakındır, tabii kendi tepelerine...
.
Gülen “gizli kardinal” mi?
11 Eylül 2016 02:00
Gülen’in, Papa’nın gizli kardinali olduğu iddiası içeride olduğu kadar ABD medyasında da yankı bulmuş. Dış politika, uluslararası ilişkiler, küresel ekonomi konularını işleyen “THE AMERICAN INTEREST" (www.the-american-interest.com/.../gulen-a-secret-cardinal/) dergisi de rahatsız olanlardan.
Dergide (Sep 5, 2016-Author: WRM) imzasıyla yayınlanan makalede, iddiayı hafife alan üslubun arkasında ciddi bir panik hissediliyor. Anlaşılıyor ki FETÖ’nün üzerinden bizim kanaatimizi aşan ölçüde beklentileri vardı ve 15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olmasıyla tezgâhları da ifşa olunca büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar.
FETÖ'nün geleceği konusunda; hâlâ pozisyonunu tamamen terk etmeyip, örgütten umudunu kesmeyip “ne olur olmaz" diye tedbiri elden bırakmayıp, gelecekteki planlarının parçası yapmaya devam etmek istedikleri anlaşılıyor.
Medyada yer alan haberde, FETÖ’nün ekonomik ayağıyla ilgili İzmir’de hazırlanan savcılık iddianamesinde; FETÖ elebaşı Fetullah Gülen'in Papa 2. Jean Paul tarafından “gizli kardinal” olarak atandığı belirtilerek; "Gülen, ABD'ye gitmeden yaklaşık bir yıl önce, 9 Şubat 1998'de Vatikan'da Papa 2. Jean Paul'le görüştü. Papa 2. Jean Paul'ün bu görüşmeden 12 gün sonra atadığı 20 kardinal yanında 100 yıla yakın süredir kullanmadığı 'in pecture' uygulaması ile ismini açıklamadığı iki gizli kardinal atadı. Atanan gizli kardinallerden birinin Fetullah Gülen olduğu iddiası bu bağlamda üzerinde durulması gereken iddialardandır” deniliyor.
Papalık hakkının kullanıldığı 'in pecture' terimi 'Kilisenin bağrına bastığı gizli evladı' aynı zamanda 'kendi ülkesinde kimliğini gizleyen başka dine mensup kişi' anlamına gelmektedir.
“The American Interest”in yukarıdaki haberde delilik ve saçmalık olarak nitelediği bu iddiayı “İddianameye göre isimleri açıklanmayan iki kardinalden birisi de GÜLEN. Türk hükümetinin anlamaya ihtiyacı var ki; bu tür delilikler, saçmalıklar ABD’nin Gülen’i iade etme şansını azaltır. Türkiye’de kanun adamları kanıt olarak bu tür paranoyalara işaret edebilir, ama bu U.S. hâkimlerini ve mahkemelerini ikna etmez ve adil bir yargılama kanaati oluşturmaz" diyerek Gülen’in iade talebine karşı koz olarak kullanmakta ve “Belki burada daha derin bir komplo var, savcı bu durumda gizli bir Gülen’ci olabilir” diyerek hafife almaktadır.
“The American Interest”in hatta Papa’nın bu iddiayı doğrulaması Türkiye kamuoyunda FETÖ’nün Papalık misyonuna hizmeti hakkındaki kanaati değiştirmez çünkü FETÖ geçmişte “dinler arası diyalog” akımını başlatarak “Pek muhterem Papa Cenapları, Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik" diyerek Papa’ya gönüllü hizmetkârlığını ilan etmişti.
Savcılık iddianamesinin “Bütün medeni dünyanın gördüğü toplu bir cinnetin parçası" olduğunu söyleyen “The American Interest” Gülen'in açık bir biçimde “Papalık konseyinin bir parçası olduğu” ilanı için ne diyecek?
.
Bağdat gibi satacaklardı (!)
15 Eylül 2016 11:52
Suriye'nin Resulayn ilçesine sınır komşusu olan Ceylanpınar Belediye Başkanı Menderes Atilla "O gece (15 Temmuz gecesi) PYD’nin silahlı kolu YPG’ye ait ağır silahlar taşıyan ve içlerinde zıhlı araçlar da olan çok sayıda araç sınırımıza dönük bir şekilde bekliyordu. Bu bilgiyi içerideki kaynaklarımdan edindim, araçlar farları ve kontakları kapalı şekilde beklemiş" diye bir açıklamada bulunmuştu.
YPG’ye ait ağır silahlar taşıyan ve içlerinde zıhlı araçlar da olan çok sayıda araç sınırımıza dönük bir şekilde neyi bekliyordu?
Belli ki yakın tarihteki bir tecrübelerinden ilham almışlardı.
Tarih 20 Mart 2003. Bağdat’ın bombalanması ile başlayan ABD’nin önderliğindeki çok uluslu kuvvetlerin Irak’ı işgal harekâtı, başlangıcında müthiş bir dirençle karşılaşmasına rağmen 9 Nisan 2003 günü öğleden sonra ABD tanklarının aynen resmigeçit yapar gibi hiçbir direnişle karşılaşmadan Bağdat’ın merkezine girmesi ile bitti.
Savaş başladığında kimsenin ABD’nin Irak ordusunu yeneceğinden kuşkusu yoktu ama strateji uzmanları asıl savaşın Bağdat ve çevresinde olacağını dile getiriyorlardı.
Hâlbuki beklenenin aksine Bağdat ve çevresi Saddam'ın askerleri tarafından hiçbir direnç gösterilmeden Amerikan askerlerine teslim ediliverdi.
Niçin böyle olmuştu?
Irak’ı teslim eden Saddam’ın çok güvendiği KESNİZANİ tarikatının üyesi olan generalleri idi.
Kürtçede “Kimse bilmiyor” anlamına gelen KESNİZANİ tarikatı ile ilgili olarak “Evanjelizm” kitabında Doç. Dr. Ramazan Kurdoğlu “MOSSAD ve CIA tarafından Saddam’ı içten yıkmak için organize olmuş örgüt” diyor.
KESNİZANİ fedailerinin Saddam’ın en yakınında durduğunu ifade eden Kurdoğlu “Aslında hedef Irak Ordusuydu. Tarikatın müritleri Saddam’ın en yakınında olanlardı. Öncelikle generaller ve subaylar, El Muhaberat’ın sivil ve asker elemanları da tarikatın müritleri hâline geldi. Hatta Saddam’ın karısı Sacide Hayrullah, Saddam’ın kardeşleri Vatban ve Barzan ile oğul Uday bile müritler arasındaydı.
Saddam’ın her hareketi, her adımı an be an Şeyhin Oğlu Nehru’ya sonra da MOSSAD ve CIA istasyonlarına doğru uçuyordu.
Zikirden ziyade siyaset meraklısı örgüt başı Muhammed Abdülkerim Kesnizani ise müritlerine Kur’an eğitimi yerine adını zikretmeden Kabala öğretilerini anlatıyordu.
Irak Devleti’nin mekanizması içinde yer alanlar, medya mensupları uhrevi yollardan ikna edilmezlerse MOSSAD’ın cömertçe aktardığı dolarlarla ikna ediliyor, mürit yapılıyorlardı.
Sonunda CIA ve MOSSAD Kesnizani tarikatını kullanarak Güneyde Şiileri, Kuzeyde ise Türkmenlerin büyük çoğunluğu hariç sivil Arapları, Kürtleri devşirmiş, psikolojik harbin kurbanı yapmışlardı...
Böylece Bağdat ve çevresinde ABD ve ortaklarının büyük kayıplar vermesine yol açacak şiddetli savaşlar olmasını bekleyen strateji uzmanları hayretler içinde ABD tanklarının aynen resmigeçit yapar gibi hiçbir direnişle karşılaşmadan Bağdat’ın merkezine girmesini izlediler. KESNİZANİ emrindeki generaller vatanlarının bağımsızlığı için savaşmak yerine Bağdat’ın anahtarlarını işgalcilere teslim ettiler.
Irak’a içerideki ihanetle girme tecrübesi ağzına tat veren işgalciler bu defa aynı senaryoyu FETÖ üzerinden Türkiye için kurguladılar.
Darbe girişiminden üç gün sonra 18 Temmuz'da sınırda yakalanan Suruç nüfusuna kayıtlı bir terörist de ifadesinde 15 Temmuz gecesi hazırlık yapıldığını (ve darbenin başarılı olması durumunda) Türkiye'ye girileceğini, sadece polis ve sivillere ateş açabilecekleri, askerlere ise ateş açılmaması yönünde talimat aldıklarını söylüyor."
Resmigeçit yapar gibi hiçbir direnişle karşılaşmadan Bağdat’ın kalbine girdikleri gibi içeriden açılan kapılardan Türkiye’ye gireceklerini zannedenler duvara tosladı.
Bu onlar için yolun sonu, bizim için ise başlangıcıdır..
.
Daha önceleri neredeydiniz?
22 Eylül 2016 02:00
İçerideki ihanete dışarıdaki kuşatma destek veriyor. Maksatları bir ayağı Avrupa bir ayağı kadim medeniyeti üzerinde duran Türkiye’nin Anadolu’daki ayağını kırmak. Başkalarının değerleriyle kendi dünyamızı kuramayız, kendi değerlerimizi inkâr ederek veya sulandırıp bozarak da kuramayız.
Fuat Uğur, “Türkiye’yi yola getirecek” küresel saldırının son örneğinin, üç gün önce Handelsblatt gazetesi, üzerinden gerçekleştirildiğini yazdı.
Gazetenin kapağındaki resim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yıkıntılarla dolu bir heykel kaidesi üzerinde “kibirli ve kendine güvenli” bir şekilde ufka bakarken, bir elinde ay yıldızı ters kondurulmuş Türk bayrağı, diğer elinde bir şövalye kılıcını tutuyor. Ayaklarının dibinde ise Almanya lideri Merkel’e benzetilmiş bir kadın, dizlerinin üstünde çökmüş ona biat ediyor. Resmin altına da "Bir diktatörün doğuşu 2016" cümlesi eklenmiş.
Bir çatlak ses de İngiltere’den!.. 1,5 milyon üyesi ile en büyük sendikası olan UNITE’den geldi. 15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olmasından sonra AK Parti’nin bu durumu kullandığını ve daha fazla saldırı politikalarını hayata geçirdiğini belirterek “Ne darbe ne de tek adam diktatörlüğü, çözüm laik demokratik bir Türkiye” başlığı ile açıklama yayımladı.
Bizi hizaya sokmaya sanki yemin etmişler(!)
Hedeflerinde Erdoğan hakkındaki “diktatör algısını” güçlendirmek ve bu algıyla Türkiye’ye demokrasi getirecek her türlü müdahaleye kapı aralamak var.
Onu siyasetin dışına attıklarında çadırın orta direğini yıkarak ülkeyi kanlı bir iç savaşa ardından çıkacak kargaşayı NATO merkezli işgalle sonlandırmak istiyorlar.
İçerideki hainler de melanetlerini gizlemek için kılıf yaptıkları uhrevi değerleri malzeme olarak kullanmaya devam ediyorlar. İçleri ile dışları birbirini tutmuyor, sureti haktan görünüp temelleri harekete geçirmek istiyor. Aşağıdan bakıp tepedeki eşkıyayı hâlen fark edemeyenler var.
Bu fitne ateşini söndürmek için, bunların üzerlerindeki “uhreviyet kılıfı”nı çıkarıp gerçek yüzlerini göstermekten başka yol yok. İlahiyatçılar nerede durduklarını hatırlarlarsa bunların üzerindeki örtü çabuk kalkar ve ne mal oldukları ortaya çıkar.
Darbe girişiminin ardından Gülen yapılanmasını mercek altına alan Diyanet İşleri Başkanlığı kapsamlı bir rapor hazırlıyor. Raporun “FETÖ-PDY’nin din istismarı” bölümünde örgütün “neredeyse çiğnemediği esas ve hüküm, istismar etmediği değer kalmadığı” gibi tespitler yer alıyor.
Bu raporun hazırlanması için 15 Temmuz musibetini yaşamak mı gerekiyordu? İnsan sormaz mı; daha önceleri neredeydiniz?
Asıl zor olan şey ise; fikri, Sayın Cumhurbaşkanına, meydanları da millete emanet edip kendi dümeninin derdinde ve peşinde olanların ayıklanması. Dünyalıkta sınır tanımayan, kendilerine hep emniyetli şeritte yer tutan, arkalarında yarın ne olur ne olmaz diye iz bırakmayan korkak ve sünepe takımı...
İşte 27 Mayıs darbesinde Menderes'i terk eden millet değil bu sünepe takımıydı.
En yakın çevresinden uğranılan bu ihanetin faturası sonradan millet sahip çıkmadı iftirası ile millete kesilirken ne kadar otlakçı, hortumcu, fırsatçı varsa kalabalıklara karışıp kayboldu, eteklerine tutunacakları yeni efendilerini buluncaya kadar ortalıkta görünmediler.
İktidardan beslenenler güç ve iktidara sarmal bir hortum gibi etrafındakilere tutunup yukarı çıktılar, ta ki iktidar gücünü kaybedinceye kadar.
Bu sünepe takım, Musa aleyhisselama “Sen ve Rabbin git savaş, bize sebze getir” diyen kavimden beter! “Sen git FETÖ’yle savaş” diyen bu güruh da nerede durduğunun hesabını vermeli!.
.
FETÖ başarsaydı ne olurdu?
25 Eylül 2016 02:00
"Üçüncü Dünya Savaşı"nın içindeyiz. Bu mücadelenin kaynağı ekonomik veya ideolojik değil farklı medeniyetler arasında kendi kültürlerini dayatma, hâkim kılma savaşıdır. Gücünün zirvesindeki Batı, kendi dışındaki medeniyetleri biçimlendirmek için saldırıyor. Ama bunu doğrudan donanmasını ve deniz piyadelerini göndererek yapmıyor. Bu savaşı Orta Doğu, Afrika ve Asya’daki Müslüman devletlerin içine yerleştirdiği aktörleri “yeniçağ tarikatları” eliyle yürütüyor.
Bizim 15 Temmuz’da yaşadığımız olaylar İslam’ı; dinler arası diyalog, İbrahimî Dinler yalanı ile Peygambersiz hâle getirerek içini boşaltma savaşıdır. Eğer 15 Temmuz girişiminde başarılı olsalardı, Batı böylece düşmanını kendine benzeterek hedefsiz hâle gelecekti.
Ateş düştüğü yeri yakar ve çok şeyi de değiştirir.
11 Eylül 2001’de "İkiz Kuleler" saldırıları sadece düştüğü yeri yakmadı, ABD’yi kendi içinde değiştirdi, dışarıdaki saldırgan politikaları için de önünü açtı, Afganistan, Irak ve Suriye’yi tutuşturdu. ABD bütün bunları uzun süreli hazırlıklardan sonra hayata geçiriyor.
ABD önce filmini çekip kamuoyunu olaylara hazırlıyor sonra gerçek dünyada uygulamasını yapıyor. 2001 yılında adı Operation Swordfish (Kılıçbalığı Operasyonu) olan bir film piyasaya sürdü. Filmin çekirdeği helikoptere asılı bir otobüsün İkiz Kulelere çarpma ve sonrasında yaşanan kargaşa sahnelerinin izleyicilere sunduğu mesajdır. Böylece politikanın emrindeki sinema İslam'ı tehdit olarak gösterip Müslüman ülkelere müdahale önerisi yapan bir karargâh gibi çalışmaktadır.
11 Eylül’de uçakların İkiz Kulelere saldırısı gerçekleşince ABD kendi içinde Müslümanlara baskı ve dışarıda saldırganlığına mazeret üretmiş olacaktı çünkü insanların yüzde 94’ü duygularıyla kalanı ise aklı ile karar verir. (Stanford Üniversitesi araştırmasına göre)
15 Temmuz darbe girişiminin öncesini ve sonrasını içeride ve dışarıda özellikle yapılan operasyonları anlatmakta sıkıntılar yaşanmaya başladık. Temizlik hareketini demokratik hakların gasbedilmesi olarak yorumlanmaya başladı. Dün FETÖ ihraçlarını eleştiren Kemal Kılıçdaroğlu’na cevap veren Başbakan Binali Yıldırım “Bu darbe girişimine karşı sonuna kadar yanınızdayız, sizi destekliyoruz, demişti. Ne değişti, fikrini değiştirdi mi, yoksa başka bir şey mi oldu?” diye sordu!
Kılıçdaroğlu’nun zaman geçtikçe sıkıntılardan siyasi malzeme üretmesi sürpriz değil, beklenir. Asıl önemli olan operasyonların öncesi ve sonrasını, tehditlerin içyüzünü, perde arkasını halka anlatmaktır.
ABD politikalarını dünyaya meşrulaştırarak destek veren Hollywood gibi bir sinema endüstrimiz olsaydı atlatılan tehlikenin çapını içeride ve dışarıda kamuoyuna anlatmakta sıkıntı çekmezdik. Bu ihtiyaç fark edilmiş olacak ki, 15 Temmuz ihaneti yüksek bir bütçe ile beyaz perdeye aktarılıyor. “FETÖ başarsaydı ne olurdu?” sorusuna görsel olarak cevap aranacak. Böylece bazılarının "küçük tarla yılanı" zannettikleri tehlikenin "anakonda" olduğunu fark ederler!..
Başka çare yok, çünkü hayat görseldir.
Eski Yeşilçam filmlerinde sürekli kötü adam rollerine çıkan rahmetli Ahmet Tarık Tekçe vardı. Perdede canlandırdığı kötü adam karakteri hayatta da kendisini terk etmez, çevredekilerin sataşmasından lokantada ağız tadıyla eş dost yemek yiyemediğinden dert yanardı.
15 Temmuz 2017’de gösterime girecek filimde teröristbaşı Gülen’i Alman Aktör Armin Muller oynayacakmış. Silikon makyaj uygulama gerektirmeyecek kadar "Feto"ya benzeyen Muller’in işi zor.
.
Hafızasını kaybeden aslan!
29 Eylül 2016 02:00
Erzincan Üniversitesi ülke kalkınmasına katkı sağlayacak, kentlerin yerel potansiyelini harekete geçirme ve ortaya çıkarma, yerelden Türkiye ve uluslararası alana açılmasına katkı sağlayacak önemli bir çalışma içinde. Erzincan Üniversitesi koordinasyonunda Erzincan Valiliği ve Belediyesinin de katkılarıyla 28 Eylül-1 Ekim 2016 tarihlerinde “Uluslararası Erzincan Sempozyumu”nu gerçekleştiriyor.
Sempozyumun temel amacı, Erzincan’ın mevcut potansiyeli ve sorunlarını bilimsel olarak incelemek, şehre ait köklü tarihî, coğrafi, çevresel, iktisadi, dinî, sosyal, kültürel ve folklorik değerleri ortaya çıkarmak ve tanıtmak. Üniversite içinden ve Türkiye’nin farklı üniversitelerinden dört yüze yakın bilim insanı dört gün süreyle Erzincan’ın gelecek ekonomik, kültür, turizm, tarım ve her alanında inşasına imkân sağlayacak çalışmaları anlatacak.
Açılış konuşmasında Erzincan Vali Yardımcısı Dede Musa Baştürk bu çalışmaların Erzincan’ı geleceğe taşıyacak kaynakların fark edilmesi, nasıl kullanılacağı ve kentle ilgili olanlara kentin fırsatlarının ayna tutularak gösterileceğini vurguladı. Baştürk çoğu kentlerimizin “Hafızasını kaybeden aslan” gibi gücünü fark etmesi için aynaya bakması gerektiğini ifade etti. Gerçekten de bir kent sakinlerinin kendileri hakkındaki olumsuz kanaatleri o kentin büyümesini engellemektedir. Bazen dışarıdan birilerinin bunu anlatması gerekebilir.
Sayın Baştürk’ün anlattığı, kentler kadar kayıp insanlar için de geçerli “Hafızasını kaybeden aslan” hikâyesi şöyle.
“Bir aslan yavrusu bir şekilde kaybolup bir koyun ağılına düşer ve koyun gibi büyür. Bütün davranışları koyun taklididir. Ne var ki seneler sonra sürüye musallat olan bir avcı aslan sürüyü av için kovalarken aralarında koyunlaşmış aslanı fark eder. Kovalamaca koyunlaşmış aslanın yakalanması ile bitince avcı aslan kendisine niçin koyun gibi davrandığını sorar. Bizimki de 'gözünü ağılda açtığını ve koyun olduğunu' söyler. Avcı aslan, ensesinden tutup yakındaki gölete götürerek suya bakmasını söyler ve ne gördüğünü sorar. İlk defa kendisine ayna tutulan ve sureti ile yüzleşen aslan kendi karakteri ile yüzleşir...”
Sadece kentlerle sınırlı kalmayan bu “hafıza kaybı” bazı insanlar, çoğu kurumlar hatta uluslar için de geçerlidir. Fark edilmeyen ve yeterince kullanılmayan her yetenek, her kaynak sahibi için hafıza kaybıdır. “Sokak zekâsı” kıvamında stratejiler geliştirerek hormonlu patlıcan gibi şehirlerin kontrolsüz büyümesini frenleyemez, Anadolu şehirlerinde refahı büyütüp göçü frenleyemeyiz.
Hepimizin birbirinden kopyalanmış hayatlarımızla yandaşlıktan liderliğe geçmek için hem zenginliklerimizi fark etmek hem de onları nasıl kullanabileceğimize dair desteğe ihtiyacımız var.
Üniversitenin içinde yaşadığı kentin kaynaklarını fark ederek verimli kullanmak için projeler üretmesi ve bunları şehrin aktörleri ile paylaşması köklü ve örnek bir zihniyet değişimidir.
Konuşmacıların ifade ettiği gibi gelecek stratejilerini belirleyenlerin ülke ve yerel çapta Batı'da olduğu gibi üniversitelerin rehberliğine başvurması için topyekûn zihniyet değişikliğine de ihtiyacımız var.
Üniversitelerin tenkit edilen ezbercilikten kurtulması bu bilgi şöleni örneği çalışmaların toplumda karşılık bulmasına; kentlerimizi başka dünyalarla yarışan, üretken, sosyal ve ekonomik refahı yüksek mekânlara dönüştürebilecek araştırmacı, paylaşımcı parlak kuşakların yetişebileceği eğitim kurumları olması da buna bağlıdır.
Sempozyumun çalışma ve sonuçları üniversitelerimizin bu yorgun günlerimizde bir kente verebileceği değerli bir hediyedir.
.
İhanetin gölgelenmesi ve hain bir söylem
2 Ekim 2016 02:00
FETÖ ile mücadele yeni bir boyuta kaydı. Devleti ele geçirme hamlesini sokakta kaybeden işgalcilerin devlet kadrolarından her alanda temizlik hareketi sürerken kamuoyunu artçı darbe söylemleri ile demoralize ve sindirme hareketine giriştiler. Bu algı savaşı tankları yürütmekten daha ucuz ve etkili. Ekonomik krizden teröre kadar her malzemeyi kullanıyorlar.
Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s ısmarlama ve kasıtlı bir hareketle Türkiye’nin kredi notunu aşağı çekerek “durağan” olarak belirliyor. Bununla da yetinmeyip, darbe girişiminin ülkedeki yatırımların zorluklarını alevlendirebileceğini kısa vadede kredi notunu “çöpe” düşürebileceğini açıkladı.
Para karşılığı sipariş üzerine rapor yazan Moody’s neden şimdi bu açıklamayı yaptı?
Cevap açık, sponsorluğunu yaptıkları FETÖ'ye teselli amortisi yapmak, darbe girişimini boşa çıkaran Türkiye’yi itibarsızlaştırmak(!) ekonomik kriz tehdidi yayarak toplum algısını ele geçirmek, özgür iradeyi yok edip toplumu uzaktan kumandayla yönetilen paniklemiş yığınlara dönüştürmek...
İçerideki ilk artçı darbe de; “FETÖ mağdurları” algısı üzerinden sanki büyük çoğunluğa haksızlık yapılıyormuş gibi devletin kendisini korumak için aldığı tedbirleri boşa çıkarıp ihanetin gölgelenmesi oldu. Yapılan itirazların değerlendirilip haklı görülenlerin durumu değerlendirilirken yeni hamleler servis yapılıyor.
Algı oyunlarına son örnek “Korku satmak”... Vatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı Atilla Uğur’un "İngilizlerin Doğu ve Güneydoğu’daki aşiretlerin banka borçlarını ödediği" iddiası oldu. Ulus’taki birinci Meclis binası önünde bir araya gelen 50’nin üzerinde aşiret lideri iddiaların asılsız olduğunu, bölgede satlık aşiret olmadığını, sonuna kadar devletin yanında olduklarını belirterek “ortaya atılan iddialar; Kürt aşiretlerinin itibarını zayıflatmaya yönelik, Türk-Kürt kardeşlik ruhuna kasteden hain ve tehlikeli bir söylemdir” dediler.
Elbette ki böyle güçlü bir iddiayla kamuoyunun karşısına çıkan sorgulanacaktır. Ancak bu yaşadığımız FETÖ'yle mücadele sürecindeki artçı saldırıların ne ilkidir ne de sonuncusu olacak.
İlk hamleleri 15 Temmuz darbe girişiminin iktidar tarafından kurgulanmış bir senaryo olduğuydu. Kurgunun senaristi darbe girişiminin hemen ertesi günü bir grup gazeteciye açıklamada bulunan paniklemiş teröristbaşının bizzat kendisiydi.
The Guardian gazetesinde yayınlanan “Who is the man Turkey’s president?/Türkiye’nin Başkanı kim” başlıklı haberde münzevi din adamı(!) kılıklı Fetullah kendisinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından darbecikle suçlandığını söyleyerek “Bu ayaklanmanın hükümet tarafından kendisi ve takipçilerine karşı sahnelendiğini ve darbe girişiminin arkasında bulunduğunu reddettiğini” yazmıştı.
The Guardian bunları yazarken Fetullah'ın bu açıklamayı dokuma kilim kaplı bir odada, deri ciltli dinî kitapların arasında yaptığını da satır aralarına sıkıştırarak sünepeliğe "kutsiyet" giydiriyor.
“Ben dünyanın Erdoğan tarafından bana yapılan darbeci suçlamalarına inanmadığına inanıyorum” diyen FETÖ gelecekle ilgili her kehanetinin yalan çıkmasını, her gün bir kirli çıkının ortaya dökülmesini, evlerine ateş saldığı(!) aldattığı insanlara izah etmek yerine uzaktan ayak oyunlarıyla ihanetini örtbas etme derdinde.
FETÖ mağdurları itiraz dilekçelerini Pensilvanya’ya gönderip, Fetullah'la hesaplaşmalıdı
.
“Terörist evi”
6 Ekim 2016 02:00
“Gece yarısından sonra keskin bir koku geliyordu, çok acayip, kimyasal bir koku. Şikâyet için muhtara gittim, beni belediyeye gönderdi. Belediyede kime şikâyet edeceğim? Muhtara kaç defa yalvardım. ‘Kimin oturduğunu tespit ediyor musunuz’ dedim. ‘Biz biliyoruz her şeyi’ dedi. Son gece tık tık tık ses geliyordu. Demek ki o gece onları doldurdular. Patlamadan sonra polisler geldi, kendi çocuklarım diye korktum. ‘Yok, teyze korkma, aşağıdakiler bombacı’ deyince ben bittim. Meğer bombanın üzerinde oturuyormuşum...”
41 yıldır oturduğu binada alt kattaki yeni kiracının daireyi "hücre evi"ne çeviren terörist olduğunu öğrenince şoka giren kadın bunları paylaşmıştı. Mahalle muhtarı ise, teröristlerin kaldığı evin kendi kayıtlarında boş olarak göründüğünü söyleyerek “Bana şikâyet için gelenleri Belediyeye, Kaymakamlığa yönlendiriyorum. Benim denetleme durumum olamaz. Ancak o evin bir kontratı varsa, kiralayan yabancının oturum izni olması gerekir” diyor. Yaşlı kadının ve kimsenin fark etmediği alt kat komşuları Özbek, Rus ve Kırgız vatandaşı 3 canlı bomba, 28 Haziran 2016 akşamı Fatih Vatan Caddesi Şair Fuzuli Sokak girişinden, saat 21.00 sıralarında bir taksiye binerek İstanbul Atatürk Havalimanı'nda terör saldırısını gerçekleştiriyor. Dış Hatlar Terminali'nde çevreye ateş açıp, ardından da üzerlerindeki bombaları patlatan teröristlerin saldırısında 42 kişi hayatını kaybederken, 239 kişi yaralanmıştı.
Terör ve suç olaylarında faillerin aylıktan günlüğe kadar düşen sürelerde böylesine rahat kiralık evlerde barınması kiralık evlerde ikamet edenlerle ilgili ciddi sorunları da beraberinde getiriyor. Evlerin denetimsiz biçimde kiraya verilmesi sonucu olaylar yaşandıkça tartışmalara yol açsa da Belediye ve Emniyet birimlerinin işini kolaylaştıracak yasal bir düzenleme hâlâ gündemde değil.
Bazen “önemli işlere öncelik” kuralı en hayati alanlarda işlemiyor. Hayatımız, ev yanarken bahçe duvarlarını boyamakla geçiyor. Sonra ateş düşünce her kafadan bir ses çıkıyor, tartışmalar bitip zaman geçip sinirler yatışınca her şey unutuluyor.
Önceki gün evin bahçesinde komşuya zarar vermeye başlayan çam ağacının kesilmesine izin almak için yaptığım başvuruya dikkat çekici bir cevap geldi. Kurumdan dilekçeye eklenmek üzere istenen belgeler, “Kimlik fotokopisi, tapu fotokopisi, kadastro müdürlüğünden tapu çapı, kadastro müdürlüğünden tapu sınır köşe noktalarının koordinatlarını gösteren kroki, müracaatçı vekil ise vekâletname ve tapu müdürlüğünden tapu üzerinde haciz ve tedbir yok ibareli tapu kayıt örneği...” Bir çam için gösterilen bu hassasiyet keşke bir apartmanı, sokağı, hatta şehri emanet ettiğimiz insanlar için de gösterilmiş olsaydı.
Medyada yer alan haberlere göre giderek yaygınlaşan hele günlük kiralık evler için herhangi bir yasal prosedür olmadığını söyleyen bazı ev sahipleri “sadece hangi tarihte ve kaç kişi kalacağınızı söylemeniz yeterli, adınızı bile söylemeyin isterseniz. Ödemeyi nakit veya kartla yapabilirsiniz” diyormuş.
“Bir musibet bin nasihatten evladır” sözü gereği anlaşılıyor ki bu işin bir direğe bağlanması için yaşadıklarımız yetmedi. Allah beterinden saklasın.
.
Opus Dei ve Batı’nın “Sentetik İslam” projesi
9 Ekim 2016 02:00
15 Temmuz darbe girişimi için “Böylesine derin sonuçları olacak bir darbenin FETÖ onaylamadan yapılması mümkün değil” diyen Utah Üniversitesinden Prof. Dr. Hakan Yavuz, böylesine iz bırakmadan hareket edebilen FETÖ örgütünün görünmeyen yüzünü “OPUS DEİ” örgütüne benzetiyor.
Gerçekten de yakından bakıldığında FETÖ örgütü ile kurucusu sıradan bir İspanyol olan Madridli Katolik papazı Escry de Balagar tarafından kurulan OPUS DEİ tarikatı arasında şaşırtıcı benzerlikler var. Opus Dei Katolikliğe sadık varlıklı iş ve meslek sahiplerini bir araya getirerek Papa’ya Vatikan dışından destek olacak iyi eğitim görmüş bir kadro ile kurulmuş. Papaz Balagar çetesi milyarlarca dolara hükmediyor ve FETÖ gibi zenginleri seviyor.
Opus Dei tarikatının beş kıtada 475 üniversite ve yüksekokulu 200 koleji var. Sahip olduğu 604 gazete ve dergi 52 radyo ve TV ile Papalığa hizmet ediyor. Hıristiyanların yaşadığı her ülkede sorumlu bir kardinal bulunduran Opus Dei siyaset, ordu, emniyet, mali ve ticari alanlarda çok etkili. Tarikat mensuplarına göre de böyle "yüce mertebe"ye ulaşmış adamlar da sıradan insanlar değildir.
Papa’ya hizmeti ve Vatikan topraklarında ölmeyi gaye edinen “Dinler arası diyalog” akımını başlatan FETÖ’de takipçileri nazarında sıradan biri değildir. “Pek muhterem Papa cenapları, papalık Konseyi PCID misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu davasının tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik” diyerek Papa'ya gönüllü hizmetkârlığını ilan etmişti.
Bu hizmeti yürütmek için de Orta Asya’da lisan okulu, ilkokul ve lise düzeyinde 250, dünya genelinde yüzlerce okul ve onlarca üniversite kurdu. Çok sayıda gazete, dergi, TV kanalı kurdu ve yürütme, yasama, yargı, ordu, eğitim kadrolarına sızdı. Opus Dei tarikatındaki gibi her ülkenin başına da bir "imam" koydu.
Manhattan’da yalnız bıraksan evin yolunu bulamayan Gülen’in ancak zihninde bir hayal olarak ulaşabileceği bu kadroları kendi becerisi ile kurduğunu hiçbir dış güçten yardım ve destek almadan yaptığını iddia edenler, onun uhrevi yüzünü perde olarak kullandı. Bütün bunları kendi zekâsı ile yapmadığı, bunu inşa edecek hiçbir birikiminin olmadığı onu yakından tanıyan herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Gerçek ise Kestane Pazarı’nda Yaşar Tunagür’den aldığı eğitimle duruma göre eğilip bükülen, yatıp kalkan, birden fazla yüzü olmasıdır.
Önüne gelen konjonktürel fırsatlar Gülen’in işini kolaylaştırmış olsa da gerçek güç kendisine uzanan Sam Amca’nın elidir.
İslam’ı sulandırıp yok etmek için Batı’nın kurmaya çalıştığı “Sentetik İslam” projesinde kullandığı FETÖ ve avanesinin etrafında bu kadar insan toplayabilmesindeki sır sekülerizm ile din arasında sıkışan insanların rahatlamak için bir alan araması değildir.
FETÖ’nün her derde deva kürü; kolay gelen zenginlik, katalogdan evlilik, siyasette koltuk, kadrolarda terfi, ucuz alınan krediler, imtihan öncesi beleş gelen sorular ve cevaplar, topyekûn bedava dünya beleş ahiret!..
FETÖ’nün vadettiği ve budanmış olduğu bugün daha iyi fark edilen Kabalist ve Evanjelist “Sentetik İslam” gerçek bir derinlik sunmadığı için ihraç ve tutuklamalara yapılan “masumiyet itirazları” örgütle ilişkimiz yok üzerinden satılıp buharlaştı.
.
En uzun gece ve cinnet tüneli
13 Ekim 2016 02:00
Türkiye 15 Temmuz gecesi yaşanan işgal girişiminin zehrini henüz tam atmış değildir. İhanet şebekesini besleyip başımıza musallat eden kadim Türkiye düşmanları bu ihanet çetesinin damarlarımızdan sökülüp atılmasını engellemek için bütün hünerlerini ortaya koyuyorlar...
FETÖ ile mücadeleyi frenlemek için içeriden söyleyecek malzemesi ve cesareti olmayanlar dışarıdan desteğe sığınıyor.
Geçtiğimiz günlerde Ankara’ya gelen Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks, Türkiye’nin bireysel ve kolektif olarak travma geçirdiğini gözlemlediğini, bunun nedeninin ise insanların böylesi bir darbe girişimi olabileceğine inanamamaları olduğunu söylemiş.
Nils Muiznieks bireysel ve kolektif depresyonu görmüş ama sebebi yanlış kazığa bağlıyor.
FETÖ çözülmeyi frenlemek için cinneti rüyalarla besleyip, 'âlem-i misal’e kadar sıçradı.
Yaydıkları “Kasımın ilk haftası Üçüncü Dünya Savaşı çıkacak, hepimiz buradan çıkacağız” dedikodularını rüyalarla destekliyorlar. Hatta İş Hazreti Yusuf’un Silivri Cezaevinde bayram namazı kıldığını söylemeye kadar uzanmış.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da önceki gün cezaevlerindeki durumla ilgili bilgileri paylaşırken FETÖ’nün rüyalar üzerinden çok ciddi propaganda yaptığını belirterek; “Dışarıda da, sosyal medyada da sahte rüyalar uyduruyorlar, birbirlerine anlatıyorlar. Böyle bir isteklendirme yapmaya çalışıyorlar. Tutuklu olanların ailelerini, içeridekileri diri tutmaya, itirafçı olmalarını engellemeye çalışıyorlar. ‘Bu gün şu gün kurtulacaksınız’ diye sürekli umutlu bir bekleyiş içine sokuyorlar ve soruşturma aşamasında çözülmeyi önlemeye çalışıyorlar.
Bunun için her gün ziyaretçileri, avukatları aracılığı ile yeni bir rüya, hikâye, beklenti umut yayarak itirafçılığı önlemek istiyorlar.
FETÖ Akira Kurosawa'nın “Düşler” filminde anlattığı görsel yapısı oldukça kasvetli “Azap Tüneli”ne girmek üzere. Rüyalar üzerinden kurguladığı son algı operasyonu savaşı kaybetmiş bu Japon trajedisini hatırlattı.
Savaşta tüm birliğini kaybeden ve köyüne hayatta kalan tek kişi olarak dönen bir subay yol üzerinde önüne çıkan sanki ucu bucağı yokmuş gibi duran bir tüneli merak etse de içeri girmek konusunda tereddütlü davranır. Bir süre sonra tünel, sanki bir mezarlık kalkmış da yürümeye başlamış gibidir.
Garip bir görünüş ve kaybettiği mangası, tünelin başında dikilmiş durmaktadırlar.
Grubun üyelerinden bir er subayla konuşmaya başlarlar.
Askerler, ölü olduklarını bilmemektedirler. Er, subaya hâlâ ışıkların yandığı evini gösterir; annesinin onu beklediğinden ve onun için yaptığı özel kekten bahseder. Adam, her biri ölü olduğu hâlde, ölmediklerini zanneden mangaya bir açıklama yapmak zorundadır;
“Doğru mu komutanım, çatışmada öldüm mü? Gerçekten öldüğüme inanamıyorum.”
“Bunu daha önce de anlatmıştın” der subay "vurulmuştun baygındın, sonra uyandın, ben yaranla ilgilenirken bu hikâyeyi anlatmıştın. Rüyaydı, baygınken rüya görüyordun, o kadar gerçekti ki hâlâ hatırımda. Ama beş dakika sonra filan öldün, gerçekten de öldün...”
“Evet” der asker “Anlıyorum, ama annemle babam öldüğüme inanmazlar…”
Onlara ölü olduklarını söyler, özür diler ve tekrar tünele dönmeleri için onları ikna eder. Ölü olmak, yenilmek düşüncesi, tünelin içindekilere doğal olarak imkânsız, bunu kabul etmek daha da zor gelir.
Birliğinin imha olmasına sebep olan subayın vicdanı ile hesaplaştığı yerdir “Tünel” filmi.
FETÖ de tünelde bıraktığı aldatılmışlara hayata tutunmaları için kıtalararası rüya servisi yapıyor. Bu bireysel ve topyekûn cinnetten çıkışın çaresi bu hastalıklı zihin yapısını resetlemektir. Zaten 15 Temmuz gecesi cesaret ettikleri çılgınlık da bir cinnet değil miydi?..
.
Menzil kısa mükâfat büyükse bunda bir iş var!
16 Ekim 2016 02:00
FETÖ örgütü soruşturma sürecinin kişisel husumet sahiplerine öç almak için fırsat verdiğini düşünenler var ve ciddi tartışmalara neden oluyor. Açığa alınmalar ve tutuklanmalarda mağduriyet tartışmalarının husumete dayalı yalan ihbar boyutunu ele alan Sayın Başbakan Binali Yıldırım “geçmişte husumetlerimiz varsa ‘Fırsat elime geçti ben de bunları FETÖ’nün sepetine koyayım’ derseniz bunun bedeli ağır olur. İntikam ya da merhamet duygusuyla değil adaletle hareket edeceğiz” diyerek devletin hassasiyetini ifade etme ihtiyacı duydu.
Kamu personeli veya sivil vatandaş, örgütsel bağ ile illegal faaliyetleri varsa, FETÖ’nün bunu kutsal bir gaye için kendince meşrulaştırmış olması fiilin hukuken suç olmasını ortadan kaldırmaz. Fırsatçılık yaparak yalan ihbar ve kumpasla kişisel hasımlarını örgüt üyesi diye etiketleyerek hayatları karartanların da hem müfteri oldukları hem de ağır suç işledikleri muhakkaktır.
Bir insanın hayatı boyunca gerçek kimliğini çevresinden, karısından, babasında bile gizleyen ama gerçekte devletin kuyusunu kazan bir hain olduğunu iddia edenin elinde ciddi vesikası da olmalıdır.
İnsanların huyu suyu veya söyledikleri ne olduğunu göstermez yaptığı işler ne olduğunu gösterir. Kimse kimseyi dudaklarına bakarak değil ayak izlerine bakarak takip eder. Ayak izleri herkesin nereden geldiğini gösterir.
FETÖ’nün iş, siyaset, akademik dünyada mensuplarına kısa sürede mesafe kazandırmış olmasının takipçi kütlesini azmanlaştırması doğaldır. Geriye dönüp her takipçinin geçmişini kazımaya kalkınca emeksiz ve tersiz, çalınma sorularla ter dökmeden aidiyet ve teslimiyetlerinin bedeli olarak geldikleri yerin sarhoşluğu ile nasıl aidiyetlerini ve istikametlerini sorgulamadıkları anlaşılır.
Kazanılan her makam ve servet, arkasında bir emek ve birikim ister. Ter ve çizik bırakmamış her başarı sahibini zan altında bırakır. Hak edilmemiş her makam ve servetin muhatabının “menzil kısa, mükâfat büyük, bunun arkası karanlık” demesi gerekirken kısa yoldan yükselmenin baş döndürücü cazibesi akılları örtmüş. Bu akıl örtülmesi veba gibi yayılmış makam ve servete kavuşanlar kadar çoğu yakınlarını da sakat bırakmış.
FETÖ’yü çoğu uzman “Yaşamı boyunca ilişkilerinde donuk, içe dönük ve kapalı, sükûtunda derinlik vehmedilen, arkadaşı ve sırdaşı olmayan, hayattan kopuk, güncellikten habersiz ama kâinat, din, felsefe ve benzeri konularda projeler ve senaryolar üreten 'Şizoid kişilik bozukluğu' teşhisi konulabilecek bir adam" olarak tanımlıyor. Bu hastalıklı tipten yontularak “bir kâinat imamı” çıkıyorsa “ağzı var dili yok, karıncayı incitmez” tiplerden de kendi halkının üzerine ateş açan ve masum insanları katleden “katil” çıktığını da yaşayarak gördük.
Tanıdığı karıncaezmez insanların huyunu suyunu masumiyet karinesi olarak anlatarak orta yerdeki ihaneti perdelemek yerine onların geçmişini örten perdeyi kaldırıp altına bakmak en vicdani ve akılcı yoldur. Çünkü herkesin hayatının efendisi kendi hatıralarıdır ve emirleri geçmişinden alır.
Ayak izleri de parmak izleri gibidir, kimin ne mal olduğunu gösterir...
.
İbadi’nin şerefi “Ebu Gureyb” zindanlarında saklı
20 Ekim 2016 02:00
Irak’ta Felluce’den birkaç kilometre ötede Ebu Gureyb şehri var. ABD Irak’a özgürlük (!) getirmek için burayı işgal edinceye kadar dünyada pek tanınmazdı. Saddam döneminden kalan “Ebu Gureyb” hapishanesini ABD’liler koalisyon karşıtları, isyancılar ve muhtelif suçlular için yenileyip içini hemen doldurdular.
Tutukluların çoğu askerî operasyonlarda tesadüfen tutuklanmış veya şüpheli olduğu için kontrol noktalarından toplanmış suçsuz Iraklı sivillerdi.
Aralarında kadınlar, erkekler, ergenlik dönemindeki çocuklar vardı. Tutuklanıp sorgulanmalarının ardından suçsuz bulunanlar hemen serbest bırakılmıyorlardı, oradan çıktıktan sonra isyana katılacaklarından korkuluyordu.
Peki, ne yapılıyordu bunlara?
“Çıplak adamlar piramit şeklinde üst üste yığılmıştı ve Amerikan askerleri bu yığının yanında sırıtıyorlardı. Bir kadın asker, çıplak bir mahkûmun boynuna taktığı köpek tasmasının ipini elinde tutuyordu.
…
Amerikan askerlerinin esirlerini… Zorlayarak onlara işkence yapmaları, acı çektirmeleri ve onları aşağılamaları inanılır gibi değildi, ama görüyordum işte.
Bu görüntüdekiler Pentagon tarafından işkenceci Tiran Saddam Hüseyin’den kurtarılmış Irak’a demokrasi ve özgürlük getirme iddiasıyla gönderilen o iyi huylu (!) genç kadın ve erkekler değil miydi?”(Philip Zimbardo-The Lucifer Effect)
ABD askerlerinin tutuklulara yaptığı işkenceler ve tecavüz olaylarının dışarıdan duyulması üzerine halk infiale gelerek Ebu Gureyb ve Taci Cezaevlerine silahlı kişiler tarafından baskın düzenleniyor. Çıkan olaylarda görevli ABD’li askerlerden ölenler ve mahkûmlardan kaçanlar olması üzerine “Ebu Gureyb” kapatılarak mahkûmlar daha küçük cezaevlerine naklediliyor. ABD askerlerinin tutuklulara yaptığı işkenceler ve tecavüz olaylarını belgeleyen fotoğrafların bizzat işkenceyi yapanlar eliyle basına sızdırılmasıyla işgalciler dünya kamuoyunda büyük tepki alıyor.
Irak’ı özgürlük getirmek için işgal edenler bir medeniyeti tarumar edip “Ebu Gureyb” zindanlarına gömerken ortalıkta görünmeyenlerden Şii bir aileden Bağdat doğumlu Başbakan Haydar el İbadi bugün Türk askerini işgalci ilan etmekle meşgul.
Manchester Üniversitesinde yüksek lisans yapıp, Dava Partisi’nin Londra temsilciliğini yapan, Birleşik Krallık vatandaşlığına geçen, ABD’nin ülkesini işgalinden sonra Irak’a dönüp ABD desteği ile Şiileri iktidara taşıyan, Sünni bloku siyasetten tasfiye eden, Türkmenlerin hayatını daraltan, İngilizlerin terbiye ettiği Müstemleke Valisi Haydar el İbadi, Irak’ın Ebu Gureyb’de kaybettiği şerefini kurtarmanın derdinde!..
Ankara ziyaretinde resmî tören sırasında pantolonunu çekmeye uğraşan, DAEŞ’in 3 Temmuz 2016’da Bağdat’ın Karrada semtine saldırıp 200 kişiyi katlettiğinde Başbakan olarak gittiği saldırı mahallinde Bağdatlıların ayakkabılarıyla kovalayıp dövdüğü, ne meşruiyeti ne toplumsal desteği olmayan bu adam Türk askerine işgalci diyerek “Ebu Gureyb” zindanında kaybettiği şerefini arıyor!..
İngiliz vatandaşlığı tartışılan ama uşaklığı hâlen devam eden, İngilizlerin yetiştirdiği İbadi’yi işgal ettikleri her memlekette yaptıkları gibi Irak Başbakanlığına getirdiler. Iraklı görünse de fikri, zikri İngiliz olan, İngiliz The Guardian gazetesinin “düşük profilli” olarak tanımladığı, kendi halkından ayakkabı ile sopa yiyen İbadi ancak sosyal medyada komik esprilere malzeme olmaktan öteye geçemeyecek
.
İdam cezası olmalı mı?
23 Ekim 2016 02:00
Alaşehir’de dört yaşındaki çocuğa tecavüz edip öldüren alçağın her sözü kanımızı dondurdu. Katıldığı TV programında kenara sıkışınca cinayeti itiraf eden katil-tecavüzcü meğer 15 yıl önce de tacizden bir buçuk yıl hapis yatmış.
Tecavüz kurbanlarının hayatını karartan çoğu kez de ölümleri ile sonuçlanan olayların sorumlusu, suçluların yanında onlara hak ettiği cezayı vermeyip tecavüzcüyü, pornocuyu kısa süre sonra sokağa salan adalet sistemidir.
Katliam, tecavüz ve ihanetler öylesine sık yaşanır oldu ki haber bültenleri adliye raporlarına döndü.
Kendilerini insan haklarında sorumlu zanneden malum zevat yine zalimlerin hakkı için mazlumların sırtından adaletten ahkâm kesecekler. İdam cezasının caydırıcı olmadığı yalanından başlayarak toplumun çıkacak yer arayan öfkesinin yine zaman geçtikçe dağılıp sakinleşeceğinden, herkesin işine gücüne ve normal hayatında döneceğinden bahsedecekler.
Bu zevat suçluyu cezalandırmanın toplumun kabaran öfkesini aşağı çekmek için uygulandığını zannediyor. Çünkü kendilerine dokunmadığınız süreci “El yarası, duvar kovuğudur”... Mağdurların ve ailelerinin uzun yıllar bazen bir ömür çektiği acıları hafife alıp birkaç gün sonra unutacaklarını zannediyorlar. Aslında böyle olmadığını biliyor ama insanların cemiyet nizamına, hukuka ve topluma olan güvenlerinin sarsılmasına yol açıyorlar.
Hatta bazıları sınırları zorlayıp idam cezası talep edenlere karşı “İnsanlığımızı hatırlatan şu soruyu sormamız gerekiyor: Birilerini öldüren insanları öldürürsek katilden ne farkımız kalır? Suçlu tek başına olduğu için bütün suçu üzerine alır. Toplum ise onu idam ile katlettiğinde bütün suçu paylaşır ki adam öldürmek suçtur, ahlaki olarak daha kötüdür. İdama evet diyen herkes insanlık suçu işlemeyi kabul ediyor demektir” diyecek kadar işi ileri götürüyorlar.
Geçmişte çalışma ofisini basıp bir arkadaşlarını vuran tetikçiyi yargısız infaz etmeye kalkan bu idam karşıtlarının arka planı bazen daha karmaşık çıkıyor.
İngilizlerin Türk Devletini imha etmek için hazırladıkları adi ve alçak planlarının ifşa edildiği “İngiliz casusu Hempher’in itirafları” kitabında diyor ki: “Nazırlığa yeni emirler almak için gittiğimde sekreter planlarını ihtiva eden bin sayfalık bir kitap vererek ‘okuduktan sonra getirirsin’ dedi... Ben de kitabı eve götürdüm ve üç haftalık tatilim süresince okudum. Bu sayede Müslümanların nasıl düşündüğünü, kuvvetli noktalarını zayıf hâle getirmenin usullerini iyice öğrenmiş oldum...” Dediği uygulamaların altıncısı olarak diyor ki: "Adam öldürenleri idam etmek maddesini kanunlardan çıkarmak, böylece yol kesici, katil, tecavüzcü ve hırsızları cezalandırmaktan hükümeti alıkoymak. Böylece bu işin (suçun) yayılmasını teşvik etmek ve yolların (ülkenin ve hayatın) emniyetsizliğini tesis etmek...”
Her işe burnunu sokan Batı’nın baskısını kıran darbe girişimi ve son olaylar sadece toplumun öfkesini kabartmakla kalmadı, idam cezasının geri getirilmesi tartışmalarını da alevlendirdi. Bir yandan idam cezasının geri getirilmesi için imza kampanyaları başlarken öte yandan “idam geri gelmeli mi, gelmemeli mi?” anketleri yapılıyor.
“Gelmeli” diyenlerin oranı anketlerde hızla yukarı tırmanırken önceki gün Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Bursa İnegöl’de düzenlenen toplu açılış törenindeki konuşmasında vatandaşların “idam isteriz” şeklinde bağırmaları üzerine “Parlamentoda idam konusu gündeme gelir Genel Kuruldan geçerse Cumhurbaşkanı olarak ben buna onay veririm. Kişilere karşı olan suçları devlet olarak affedemeyiz. Bazı Batılılar ‘Siz idamı niçin dillendiriyorsunuz’ diyor. Ya ne olacaktı? Sizden mi izin alacağız?” ifadesi bu haklı toplumsal talebin Mecliste de karşılık bulacağını gösteriyor.
Öyle anlaşılıyor ki toplum bu yükü daha fazla taşıyamayacak.
FETÖ’nün karargâhı
3 Nisan 2017 02:00
FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişiminin merkezi olan Akıncı Hava Üssü’nde yaşananlara dair iddianamede cuntacıların FETÖ’nün konaklaması için burada da bir karargâh yaptırdığı ifade edilmiş.
FETÖ’ye karargâh aramaya gerek yok çünkü onun karargâhı malzeme olarak devşirdiği insanların zihinleri olmuştur. Bu zihniyet kendisine neredeyse koskoca bir neslin zihinlerinde hayat alanı bulmuş hem de onlara güvenli bir gelecek inşa etmek isteyenlerin destekleriyle.
Dünya ve ahiret kazancı ile kandırıp zihinlerini formatladığı bu insanlar kendilerine verilen komutları en acımasız bir biçimde sonunda 15 Temmuz gecesi acımasızca kendi insanına karşı kurşun sıkarak gösterdiler.
Zihinsel bağımlılık, en kalıcı, en etkili, özgürlüğü eleştiriyi yok edici bir bataklıktır. Sömürgecilik ve emperyalizm; yeryüzündeki insanların çoğunluğunu öncelikle zihinsel olarak köleleştirerek sömürülmeye elverişli hâle getirmiştir.
FETÖ, sadece 15 Temmuz darbe girişiminin taşeronu değildi; aynı zamanda İslam tarihinde daha önce de birkaç defa denenmiş İslam’ı dönüştürme projelerinde kullanılan “paralel din” örgütlerinin günümüze uyarlanmış versiyonudur.
Kendilerine güvenilerek emanet edilmiş insanları yıllar süren uğraşlarla ruhen ve bedenen her türlü kullanıma ve tartışmadan her hedefe koşacak hâle getirdiler.
Neredeyse yarım asırlık bir kuluçka dönemi 17-25 Aralık'ta gün yüzüne çıkarken saftirik bir kesimin uyanması ise 15 Temmuz gecesi gerçekleşti.
FETÖ faaliyetlerinin tüm yönleriyle araştırılarak alınması gereken tedbirlerin belirlenmesi maksadıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonu bir rapor hazırladı.
Rapor, dünyevileşmenin toplumun dinî hayatının tam karşılanmadığında veya baskı yediğinde nasıl istismara açık hâle gelebileceğini ve insanların ahiret yerine nasıl iktidara sürülebileceğini de açıkça irdeliyor.
Raporda "Son asırda Türkiye’deki toplumsal, demografik, ekonomik gelişmeler ve modernleşme ile dünyevileşmenin yol verdiği değişimlerin din eğitiminde başta bulunmayan birtakım hastalıkların da zuhuruna yol açtığı" vurgulanarak "Kadrolaşma, ekonomik kazanımlar elde etme, eğitimli kadroları devşirme, yoluyla kendilerine iktidar alanı açma kaygısına odaklandılar. Resmî din eğitimi veren okullar, müesseseler ve mensuplarında bulunmayan bir özelliği de onları daha avantajlı bir konuma yükseltmiştir. Bunlar gizemli tasavvufi yöntemleri kullanarak inançlı bireyler üzerinde çok güçlü otorite kurmayı başardılar. Din eğitiminin uzun bir süre baskı altında olmasının getirdiği boşlukta bireylere 'dindarlık' kazandırma yoluyla onları kendi yapılarına sorgusuz itaat eden mensuplar hâline getirdiler” deniyor.
Burada geçmişte iktidarlar tarafından toplumun yeterince karşılanamayan din eğitimi ihtiyacının kamu alanı dışında yollardan ve kurumlardan karşılanmaya gidileceği açıktı. Raporda belirtildiği gibi bu ihtiyacı karşılama iddiası arkasına saklanan “Haşhaşi”lerin ve takipçilerinin ortaya çıkarak siyasal iktidarı sahiplenme kavgasına cüret etmesini önlemek de meşru iktidarların sorumluluğudur.
Henüz karakol ve adliye süreci devam ederken asıl olan; zihinlerdeki işgalleri önleyecek, pozitivist, ezberci, yetenek öğüten istismara açık kültür ve eğitim seferberliğini başlatmak önceliğimizdir.
.
Üçüncü Adam
28 Temmuz 2017 02:00
FETÖ’nün 35 yıldır kullandığı alan dindir. Gençlerimizi dinle yakalamış ve vurmuştur. Bunu iyi bilen Sayın Cumhurbaşkanı 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından Diyanet’ten FETÖ’nün yanlışlıklarını ortaya çıkarmasını istemiştir. Bir yıl sonra önceki gün Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından "Kendi Dilinden FETÖ-Örgütlü Bir Din İstismarı" başlığı altında hazırlanan çalışma tam da Diyanet İşleri Başkanının ayrıldı ayrılıyor tartışmalarının yapıldığı gün açıklandı.
FETÖ’nün fark edilmeye başlandığı 1980 yılından günümüze izlediği yolun dinde yaptığı tahribatın kamuoyuna anlatılmasında çok sayıda “bunun kalbi gâvurdan yana” ikazlarının ciddiye alınmaması ve yeterli kamu desteği görmemesi ülkeyi 15 Temmuz’daki hasara maruz bırakmıştır. Hâlen üç yüz yıl geriden gelerek son FETÖ örneği üzerinden başımıza musallat edilen bu belanın Vatikan destekli İngiliz menşeli İslam’ı yıkmak için reformist bir proje olduğu anlatılmadığında yeni FETÖ projelerinin her zaman başımıza musallat edilme tehlikesi vardır.
Bütün İslam ülkeleri için sınır tanımayan bu fitnenin öne çıkan ilk örneği Hindistan’da Babür Şah’ın torunu ve Hümayun Şah’ın oğlu Ekber Şah’tır. Ekber Şah bütün dinleri aynı derecede tutan bozuk itikatlı bir kimse idi. Hatta farklı dinlere mensup âlimleri bir araya toplayarak bu dinlerin karışımı umuma şamil müşterek bir din kurmaya çalıştı. “Din-i İlahi” ismini verdiği bu dinsizliği 1582’de resmen ilan etti. Hindistan’da özellikle sarayda İslam âlimlerine itibar azaldı ve Ekber Şah’ın dinine temayül edenler baş tacı yapıldı. (FETÖ’nün yürüttüğü “dinler arası diyalogdan” ne anladığını ve maksadının ne olduğunu, 2000 senesi Nisan ayında Şanlıurfa'da düzenledikleri sempozyumdaki "Sırat Köprüsü" mizansenini hatırlayın.
Müslüman, Hristiyan ve Yahudi temsilcileri, uyduruk bir köprüden hep birlikte yürütülmüş, Müslüman olan da olmayan da kurtuluşa eriyordu. Çünkü semavi dinlerden birine inanmak sıratı geçmeye yetiyordu.)
İşte İngilizler böyle bir zamanda Hindistan’a girdiler, Kalküta’da araziler satın alıp bunları muhafaza için asker getirdiler. Ancak bütün bu gayretlere rağmen İslam âlimlerinin tehlikeyi görüp Müslümanları ikazları sayesinde bu uyduruk akım taraftar bulmadı ve Ekber Şah’ın ölümüyle dağılıp kayboldu. Ama İngilizler girdiği yerden çıkmadı.
İsimleri, yaşadıkları zaman ve milletleri farklı olsa da yaymak istedikleri bozuk reformist fikirlerle İslam’ı içeriden çökertmek projeleri ile çok kolay fark edilenlerden biri de 20. yüzyıl başlarında Rus idaresindeki Müslümanlar arasında “Ceditçilik” dedikleri akımın öncülerinden olan, Müslümanları “Ceditçi- Kadimci” diye birbirine düşüren Musa Carullah Bigiyef’tir. FETÖ’nün dinler arası diyalog faaliyetleri bunun uzantısıdır.
Batı’da “İslam’ın Luther’i” olarak tanınan, vahiy inancının yıkılarak dinî bilgilerin nakilden koparılıp dini akıl ile yorumlamayı esas alan, bu FETÖ prototipinin “Küffar’ın küfür ve şirkte kısmen mazur bulunmaları hasebiyle azaba o kadar da müstahak olmamaları/ Mümin, müşrik herkesin itikadında haklı olması ve hiçbir kimseyi dininden itikadından dolayı ne fiilen ne kalben takbih caiz olmaması…” gibi Müslümanları iğfale yönelik görüşlerinin yer aldığı kitapları o gün “bir takım küfriyat ve ebatıldan ibaret olduğu…” belirtilerek Daru’l Hilâfe tarafından Osmanlı ülkesi sınırlarına girişi yasaklanmış her nerede varsa toplanması için dâhiliye nezaretine iş’ar (bildirilmişti) edilmişti.
Ne var ki, Gülen’in İslam’ın özüne düşman olduğunu açıkça ortaya koyan ilk Abant Toplantısına gönderdiği “Vahye dayalı, hayatın her alanını kuşatan İslam’ı tehlikeli ve millî birliğe zarar verici buluyorum” Mesajı daha o gün tehlikenin boyutunu ortaya koymuş ama maalesef hak ettiği karşılığı ancak yıllar sonra resmî ağızlardan alabilmişti.
Osmanlıda sağlam bir altyapı olduğu için İngilizlerin o tarihteki planı tutmadı. Ancak, istedikleri planı 12 Eylül sonrası FETÖ ile tekrar piyasaya sürdüler. Ne var ki, Paralel Din’den başlayıp, Paralel Devlet’e sıçrayan planları 15 Temmuz gecesi millet tarafından önlendi.
Şundan şüphe edilmemelidir ki; Batı Türkiye’yi din üzerinden çökertmek için çalışacak ve Vatikan’ın misyonunun parçası olmaya aday yeni FETÖ’ler bulma hevesinden asla vazgeçmeyecektir.
.xxx
Yerli Lawrence'lar ve acıya bağımlılık
16 Ekim 2014 01:00
Güneydoğumuzda yaşanan olaylar üzerimizde öyle bir baskı oluşturuyor ki, farklı bir şey yazmak için kalem ne tarafa kaysa, sanki evim yanarken bahçe duvarlarını boyuyormuşum gibime geliyor. Yaşadığım tecrübeleri, inandığım fikirleri paylaşmayınca suçluluk duyuyorum.
Hükümet 34 cana mal olan olayların tekrarını önlemek için emniyette "Alman modeli" önleyici güvenlik uygulamasına geçiyor. Böylece şehir eşkıyaları ortalığı yakıp yıkmadan gözaltına alınabilecekmiş. Daha önemli olan ise, önceki gün gurup toplantısında konuşan Başbakan Ahmet Davudoğlu'nun verdiği, en azından sokak olayları karşısında "Kürtler artık sesini yükseltsin" mesajında saklı haklı ve yerinde beklentidir.
Kürtler geride kalan yıllarda mağduriyetleri üzerinden yerli ve ithal Lawrence'lar tarafından yanlış hedefe yönlendirildi.
Hem izlenen yol yanlış hem muhatap.
Muhatap yanlış ve birileri anlatmalı ki, geçmişte Pertew Bege Hekari'nin divanını yasaklayıp, Kürt'ün diline kelepçe vuranlar, şapka örtmediği için Türk'ünde kafasına katran sürüyordu.
İzlenen yol yanlış, konuşmak için geldikleri mecliste bile şiddeti malzeme yapıyorlar. Sanki dert anlatmak için sokağa, acıya ve şiddete bağımlılıkları var.
Kendisine hizmet veren kamu binasını, hastasını taşıyan ambulansı tahrip edenler, aidiyeti kopartılmış gibi mülkü kendine ait göremiyor. Onun için bu kavgadan kazançlı çıkan dış dünyadır. Bu ülkelerin ithal ve yerli Lawrence'ları kullanarak sürekli işledikleri usul ve muhatap saptırmak gibi olumsuzlukların bu ülkenin hakikati haline gelmesi (otuz yıldır uygulanmamış olsa da) önlenmelidir.
Barış Psikolojisinin temel analizi,tarafların dert ve acı analizinden iyiliğin analizine, ortak ve güçlü değerlerden oluşan paydaların üzerine çevirmektir. Barışın temeli acıları yarıştırmak değil güçlü yanların üzerine odaklanmaktır. Kürtler ve Türkler kayıplar yerine sahip oldukları güçlü yanlarına odaklanırlarsa barışı büyütebilir.
Ortak paydalarda birlik sağlanmadığı müddetçe bu ötekileşme önlenemez. Kimliklerini ifade etmek için kamu malına zarar verip insanları altıncı kattan atmak iadei itibar yapmaz, makası açar ve yabancılaştırır. İnsanlara ve kamu malına zarar verenler karşısında bölgenin kanaat önderleri ve akilleri taraf olmalı ve sesini yükseltmelidir. Şiddet yeteri kadar coğrafyayı sevimsizleştirmiştir.
Toplumlar, içlerinde bir kesimi ötekileştirmeye başladı mı, mekânlarda ve zihinlerde gettolar" oluşmaya başlar. Peşinden kendisine yabancılaştırdığı unsurları kendi sosyal hayatlarından uzaklaştırır, kendi ürettiği yabancı unsurlarını denizdeki çer-çöp gibi hayatın dışına atar. Bunun vereceği zarar ve tahribatı tamir, yanan binayı yeniden inşa etmekten çok zordur.
Bir toplumun kendi hakkındaki kanaati dışarının da "algı yönetimi" ile oluşturulabilir. Dışarı, ithal ve yerli Lawrence'ları kullanarak hakkımızda sürekli işlediği kanaat uyanık davranılmazsa kendi hakikatimiz haline gelir.
Sorun başladığı günden beri olayın içinde olması gerekirken olmayan, sosyologlar ve toplum mühendisleridir. Eğer bölgedeki çatışmalarda hayatını kaybeden asker ve polis kadar din adamı, sosyolog ve toplum mühendisi bölgede sorumluluk alsaydı bugün bölgede durum farklı olurdu.
.
Geleceğimizin garantisi tasmalı bir köpek mi? Ağlayan bir çocuk mu?
20 Ekim 2014 01:00
İstatistiklere göre Türkiye nin nüfus artış hızı yüzde 13,5'dan yüzde 12'ye gerilemiş. Böyle devam ederse 2035 senesinden sonra zirve yapıp aşağı düşmeye ve iftihar ettiğimiz genç nüfusumuz yaşlanmaya başlayacak.
Konunun ciddiyetine binaen teşvikten öte bir devlet politikası haline gelmesi gerektiğini söylenince medya hemen sokağın nabzını tutup aile reisleri, sosyologlar, evliler, bekârlar, dedeler ile görüşerek bunun sebebini araştırmış,
Hepsinin ortak görüşüne göre geçim sıkıntısı ve yetersiz asgari ücret üç ve daha fazla çocuk sahibi olmaya engelmiş. Hükümet çocuk için yardım yaparsa durum düzelir diyorlar.
Ekonomik sebepler inandırıcı bir açıklama değil. Üç veya daha fazla çocuk sahibi ailelere bakın, orta halli ve fakir ailelerde çocuk sayısı varlıklı ailelere kıyasla daha fazla ve onları rahatsız edici seviyede. Refah seviyesi yükseldikçe aileye ve çocuk sayısına bakışta değişiyor. Ekonomik yeterlilik teşvik etseydi AB üyesi ülkelerinin beli bükülmezdi. Çocuk yerine evlerinde köpek beslemeyi tercih ediyor.
Bana göre sebep şudur,
Bir bebek sahibi olurlarsa rahatları kaçacak, hayatları üzerinde daha az kontörlü olacak. Alıştıkları özgürlük kısıtlanacak, bireysel rahatlık azalacak. Hem boynu tasmalı bir köpekle kaldırımda yürümek ağlayan bir çocuğun arabası ile yürümekten daha keyif verici olabilir bazılarına göre.
İtaatkâr ve uysal köpeği "matildayı" etrafı dağıtan, kıyafetlerini etrafa saçan, ödevlerini hatırlatmak zorunda bırakan oğlundan daha fazla sevdiğini söyleyen anne eğer hucceten ölmezde yatağa bağımlı olursa sadakatinin karşılığını köpeğinden alacaktır.
Bu durum gözlerimizin önünde cereyan eden bir trajedinin ailelere sirayet eden sonucudur.
Genç nesil ciddi manada ruh sağlığını kaybediyor. Gençler atalarından ailelerinden gelen değerleri bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan narsisizm ve enaniyette feda ediyor. Genç nesil yalnızlaşıyor, aşırı bencil, zevkperest, öfke ve nefret dolu sadece kendine bakan kaygı ve öfke dolu insanlar haline geliyor. Bu nesilden çoğu genç evlenemeyecek, aile kuramayacak, bu gün evlenip yarın boşanacak, iş yerinde dikiş tutturamayacak sanal dünyada yaşayıp gerçek dünyada ölecekler.
Yapılan çalışmalar ailesi olan ve ailesiyle iyi ilişkileri olan insanların mutlu olduğunu ortaya koymaktadır. Aile ve çocuk sevgisi, para ve çalışma hayatındaki başarıya kıyasla çok daha mutlu edici. Ama bunu nasıl anlatacağız?
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, suça bulaşmış çocuklar için "Koç"luk hizmeti vereceklerini belirterek "Bu çocukların ailelerini de eğitime alacağız. Çünkü bu çocukların suça bulaşmasında ailelerin rolü büyük" açıklamasını yaptı.
Doğru tespit, çünkü iyi bir aile reisi, iyi bir arkadaş ve iyi bir çalışan değil bir film yıldızı, şöhretli bir sporcu, en azından kolay servete kavuşan bir zengin olma rüyası evlerde başlıyor, peşinden Medya ve TV programları onların bu saplantılarını besliyor.
Şuna dikkat etmeli.
Bu neslin kültürünün beslenip yaşadığı ve nefes aldığı nokta TV, internet, film, müziktir. Bunları dikkate almadan yapılmış bir çalışma eksik kalır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bu konuyu ilk sıraya almalı. Yoksa Geleceğimizin garantisinin kaldırımda birlikte yürüdüğümüz boynu tasmalı bir köpekte değil de ağlayan bir çocukta olduğunu kim anlatacak?
.
Cin çukuru
23 Ekim 2014 01:00
Bilinmeyen karanlıktır.
Hepimiz bilinmeyenden hem korkar hem de arkasında saklı olanı merak ederiz. Eğer merak korkuyu yenerse üzerine gider bilinmeyenin üzerindeki örtüyü kaldırırız. Bunu yapamadığımızda korkularımızı besler düşmanlığımızı büyütürüz. Çok eskilerde Terzi Baba Mezarlığının (Erzincan'da Terzi Baba diye anılan Muhammed Vehbi Hazretlerinin kabrinin de bulunduğu şehir mezarlığı) güney cephesinde çukur bir bölge vardı. Asırlık karaağaçların altında çalı çeperde kimsenin girmeye cesaret edemediği bu karanlık, çukur yerdeki yan yatmış mezar taşlarını sadece uzaktan seyrederdik. Bir zaman sonra bu insan elinin zor eriştiği yerdeki karanlık ve kasvetin sadece çalı çeperden kaynaklanmadığını, buranın ağır suçlardan dolayı ceza alıp mahpushane köşelerinde idam edilerek ölen suçlulara ait bir defin yeri olduğunu öğrendim.
Ölüm bile onları ötekileştiren duvarları aşamamıştı. Kimdir nedir bilinmez mezar taşları kaybolmuş namsız ve nişansız hesap gününü bekleyen kaybolmuş insanlar.
Ben kelimelerin ve fikirlerin de bazen insanları çalı çeper gibi kuşatıp yok ettiğine inanırım.
Derler ki, eğer birilerini veya bir şeyi yok edip dışarı atmak isterseniz, etrafını sözlerinizle öreceğiniz kalın duvarlar ve korkularla kuşatın. Sonunda söyledikleriniz onun gerçeği olur. Etrafındaki çitin çeperin içinde kurusun kalsın ve hayatı kıyamete kadar giriş ve çıkışın yasak olduğu bir "Cin çukuru" olsun. Sonra insanlar zaman sonra etraflarının nasıl kuşatılıp, hayatlarının nasıl söndürüldüğünü fark etsin.
İnsan bir şey öğrenecekse en kolay yol ona sahip olanlarla ilişki kurmasıdır. Gelişmeyen insanlar, büyümeyen şehirler, ses vermeyen üniversiteler, kayıp ilim adamları hepsi kendi cin çukurlarından çıkamayanlardır. Bazen şüpheye düşüyorum, acaba biz de adını koyamadığımız kocaman bir cin çukurunda mı yaşıyoruz? Etrafımız korkulardan oluşmuş, herkesin birbirinin girişimcilik hevesini, rüyalarını, üretkenliğini kuşatan, tarla çeperi gibi insanı yara bere içinde bırakan küçük ruhlu insanlarla mı kuşatılmış?
Cin çukurunda hayat tekrara dayanır. Herkes her gün birbirinin aynıdır. Herkes birbirinden beslenir, birbirine sırt verir ve dışarıya öfkelidir.
Herkes birbirinin adamı, herkes birbirinin ayak bağıdır. Mark Twain'in dediği gibi: "İsteklerinizi, hayallerinizi, işinizi, şehrinizi küçümseyen kişilerden uzak durun. Ruhu küçük insanlar başkalarını da daraltmak isterler. (zehirleyici ilişki) Bazılarına yerde kalmak, çukurda yaşamak hoş gelir. Ruhu yüksek insanlar ise sadece yakınlarına, akrabalarına iş ortaklarına değil etrafındaki herkese kendiliğinden destek verir. Bu birilerini kayırmak anlamında değil, her nerede görseler girişimciliği teşvik eder, insanın yeteneklerini açık edip kullanması için 'hadi' der 'tam zamanı' (Besleyici ilişki) Onun için kimlerle arkadaşlık ettiğiniz, vakit geçirdiğiniz ve lafını ciddiye aldığınız hususunda seçici olmak en iyisi..."
Seçici olunmadığında etrafımızda öyle duvarlar oluşuyor ki, bulunduğumuz yer bir "Cin Çukuru"ndan farksız oluyor.
Bir şey yiyip içmeden önce ne yiyip içtiğimiz değil, kiminle yiyip içtiğimize bakmalı. Çünkü yanında iyi bir arkadaş olmadan yemek ancak bir aslan ya da kurda mahsustur.
.
Taşı dolara çevirmek sana mı kaldı?
26 Ekim 2014 01:00
Rize İyidere'deki çay bahçesinde, yıllar önce bizimle tecrübelerini paylaşan, değerli dostum Bayram Ali Kavalcı'nın babası rahmetli Hilmi Amca (Kavalcı) uzun iş hayatı boyunca birden fazla düşüp kalkmış tecrübeli bir iş adamıydı. İş kurmak ve para kazanmak için sır sahibi olmak gerekmediğini belirterek; "Uşağım, para akıllıdır, su gibi gideceği yeri bilir. Ama serbest bırakılmaz, hapsedilirse kokar, bozulur, adamı da bozar. Eskiden büyük, küçüğü yutar derlerdi ama şimdi hızlı olan yavaş olanı yer, onun için koşacaksın, kim koşarsa o kazanır, bu da zor değildir. Zor olan dost kazanmaktır, insanlar paraları olmadığı için değil dostları olmadığı için mutsuz. Sen dost kazanmaya bak" demişti...
Hilmi Amca'nın tavsiyeleri ile önceki gün tekrar yüzleşme fırsatı buldum. Saygın bir iş adamı şunları anlattı:
"Yaklaşık 20 yıl önce elimdeki varlığımı nakde çevirip iki farklı alanda yatırım yaptım. Bugünkü parayla 2 milyon liralık bir yatırımla dağda bir mermer ocağı alıp ve ekipmanı kurdum. Şehirde de OSB'de bir mermer işleme atölyesi kurdum. Taştan ekmeğini çıkarmak sana mı kaldı diyenlere aldırmadan, 10 işçi ile işe başladım ara vermeden nefes almadan pabucum dağda kalarak çalıştım. Bu işten bir kâr elde edemediğim gibi sabit yatırım için harcadığım para da eridi, bugünkü değerle tasfiyeye kalksam yatırdığımın yarısı etmez.
Diğer yatırımım ise bugünkü 140 bin lira ile şehrin bittiği kırsalın başladığı yerde iki dönüm arsa almıştım. Yirmi yıl yanına gitmedim. İmara girmiş, kenarından yol, önünden cadde geçmiş altyapı üstyapı yapılmış hiç oralı olmadım. Bugüne geldik emlakçiler alış bedelinin yirmi katını teklif ediyorlar.
Şimdi dağda çektiğime mi yanayım, şehirdeki emeğe mi? 'Acaba yolun başına dönecek olsak yine aynı kararları mı alırdım' diye kendimi sorguladım. Bazen iş hayatına yeni atılanlardan güya tecrübeliyiz diye gelip akıl danışanlar oluyor onlara bir şeyler söylemek lazım.
Ben de bu hikâyeyi anlatıyorum. Onlar da bana iş hayatına bugün tekrar başlayacak olsam hangisini tercih edeceğimi soruyorlar. Ben de onlara hiç tereddüt etmeden şunu söylüyorum:
Yirmi yıl önce ilk işe başladığımda dağda madende ve şehirdeki atölyede 10 işçi ile başladık. Bunlar bugün ev bark torun sahibi olmuş saysak 200 kişilik bir topluluktur. Köyden veya kentten geldiler, ama sosyal hayatta işe başladıkları günkü yerde değiller. Çoğu emekli, çocuk torun sahibi oldu. Ailelerinde doktor, hukukçu öğretmen iş adamları yetişti. Onlar alın terlerini çocukları için akıtırken emeklerinin değerlenmesi için gayret ederken, benim için de onlara bu imkânı sağlamanın mutluluğu parayla ifade edilemez. İsabetle veya bahtına bir tercihle alacağınız bir arsa gün gelir size bir servet verebilir ama bir doktor, bir mühendis bir öğretmen asla vermez. Bizim taşlar dolar olmadı ama ben doğru olanı yaptım, size de bunu tavsiye ederim ama karar sizin..."
Zenginlik, bizim hayata nasıl baktığımızla, bizim için neyin önemli olduğu ile ilgili.
Ölürken kabarık bir banka cüzdanımı bırakmak mı başarıdır, yoksa yetişmiş insan mı?
Ne dersiniz, değerli olan hangisi? Bugün ülkemizin sorunu para mı, yetişmiş insan mı?
.
Terörü korkular mı besliyor?
30 Ekim 2014 01:00
Önceki günkü yazısında, Diyarbakır izlenimlerini anlatırken Ceren Kenar "Diyarbakır'da HDP'nin kalelerinden biri olan Bağlar'da sokakta gençler ile konuşuyorum. Türkiye'nin farklı fakir mahallelerinde duyabileceğim, işsizlik, hayat pahalılığı gibi şikâyetleri var. Ortak talep daha iyi yaşamak... Ancak burada öfkeyi arttıran başka bir unsur daha var. Devlete kızgınlar. AK Parti'ye öfkeliler. Barış süreci konusunda sinikler. 1990'ların hayaleti, anlatısı, travması bugünkü radikal görüşlerin en önemli mühimmatı" diyor.
Toplumlar gelecekleri ile ilgili planlar yaparken elinde ciddi bir referansı vardır. Herkesin kararları, tercihleri ve bütün hayatı kendi inandığı hikâyenin sonucudur. Güneydoğuda, şiddetin tasfiye edilerek yerine barışın ikamesi, kötü olan 1990 öncesi travma ve HAFIZAYI yok edip iyinin önünü açtığımızda mümkündü ve bu en azından otuz yıl önce başlamalıydı.
Geçmişteki mağduriyetlerin hikâyelerle zarflanıp bugünkü nesle taşınması anlaşılır bir şeydir ama bunun ifade dili şiddet olmamalıdır. Durumdan faydalanmak isteyenler, yeni kuşağı bu mağduriyet edebiyatı ile büyütüp şiddete, şiddeti de kendi kara paralarını büyütmek için sermaye yaptılar. İnsanlar, dağa, kana, şiddete alışıp, olaylar karşısında duyarsızlaştığında, şiddet hayatlarının normal bir rutini, kutsanmış bir sapkınlığı haline gelir.
1819 yılında Pasifik Okyanusunda Essex isimli gemi bir balina saldırısı sonucunda batar. 20 denizci 3 kurtarma sandalına tıkışır. Bu adamlar en yakın kara parçasına 1.200 mil uzaktaydı ve küçük sandallarında sadece sınırlı su ve yiyecekleri vardı.
Bir plan yapmak istediler, en yakın adalar 1.200 mil uzaktaki Markiz adalarıydı ve ama bazı korkutucu söylentiler duymuşlardı. Duyduklarına göre bu adalarda yamyamlar yaşıyordu. Bu yüzden yamyamlar tarafından öldürülmek ve akşam yemeği olmayı kafalarında canlandırdılar...
Diğer seçenek uzun ve zor olanıydı. Afrika sahillerine 1.500 mil yol yapmaktı. Bu uzun yolculuğun kendilerinin yiyecek ve su kaynaklarını zorlayacağını biliyorlardı ama hatıraları içinde pusuya yatmış korku hikâyeleri kendilerini yönlendirdi. Yamyamların korkusu yüzünden en yakın adalara gitmekten vazgeçip daha uzun ve zor olan yolu seçtiler.
Denizde geçen iki aydan sonra bir kurtarma gemisi bunları kurtardığında çoğu açlıktan ölmüş hayatta kalanlar ise kendi yamyamlıklarına başvurmuştu.
Çünkü açlık ve susuzluk hepsini bitkin düşürmüş, tek tek ölmeye başladıklarında ölenler önce denizcilik geleneklerine uygun olarak denize atılırken daha sonra aç kalanlar arkadaşlarının cesetlerini yemeye başladı.
Yamyamlardan kaçarken inandıkları hikâyeler yüzünden kendileri yamyam oldu!..
Evet, Türkiye değişirken, devlet Kürtlerin birinci sınıf vatandaş olduğunu açıkça vurgularken, her türlü teşvik ve destekle arkalarında dururken, Bağlar'da sokakta gençlerin, devlete kızgınlığının, AK Parti'ye öfkesinin sebebi, PKK'nın ağaları, baronları, medyası tarafından şiddeti yaymak ve büyütmek için beslenen korkularıdır...
Dağdakiler ve şehirdeki dağlılar, kendi filikalarının içinde kendi inandıkları hikâyeleri, 1990'ların hayalet travmalarını kullanarak toplumu korkutmakta ısrarcılar.
Geçmişteki hikâyeler, Kürtlerin prangasıdır. Şimdi devlet bütün imkânları ile onları bu prangalardan kurtarmak için mücadele vermektedir ve hafıza ile savaşmak çok zordur.
.
Bir damla kan ve bin endişe...
2 Kasım 2014 01:00
1992 Aralık ayı sonu elinde içi takvim blokları ile dolu poşetle genç bir adam Sivas/Suşehri ilçesinde ilçe merkezindeki ana yoldan ayrılıp, kenar mahallelere sarkan buz tutmuş bir rampadan aşağı güçlükle yürüyor. Sol elinde taşıdığı bloklara ait karton kapakların koltuk altından kaymaması için bir yandan güçlükle tutarken bir yandan da sol elinin parmak uçlarından aşağı inen ince kan sızıntısının kapaklara bulaşmaması için mücadele ediyor.
Dik yokuşun sonunda yolun sağ tarafındaki ahşap dükkânların sonuncusu bir esnaf kahvesi. Güçlükle ağır kapısını aralayıp içeri süzülüyor ve genişçe salonun ortasındaki yanan hararetli sobaya yakın bir tahta sandalyeye ilişiyor. Kahvede çayını içenler bu sıkıntılı yabancıyı uzunca seyrediyor. Genç adam cebinden çıkardığı mendille elindeki takvim kartonlarının metal çemberinin açtığı derin kesikten sızan kanı temizleyip mendili üzerine basıyor. Kahveci sıcak çayını uzatırken soruyor:
-Derin kesmişsin, bu havada taşradan buraya üç beş takvim satmak için gelmeye değer mi?
Genç adam başını sallıyor:
-Bunu biz bilemeyiz, takvim sezonluk bir iştir, üç beş günü daha var.
-Ben onu kastetmedim, iş iştir ama sonunda bunların hepsini satsan da bu meşakkat için değer mi, parayı aşar, diyor kahveci.
-Haklısın, kârı azdır ama bazen küçük kapılar da büyük salonlara açılır. Diyor genç adam. Kahvedeki müşteriler konuşmaya kulak kabartıyor, Orta yaşlı biri:
-Belli ki yabancının anlatacak bir hikâyesi var, diyor kahveciye. Genç adam başını sallayarak onaylıyor: "Ben Erzincan'da yaşadığımız depremde enkaz kaldırma ve kurtarma çalışmalarına katılmıştım" diye başlıyor hikâyesine: "Yıkılan, Kız Sağlık Meslek Lisesinin enkazında, çok sayıda öğrenci vefat etmişti. O enkaz kaldırma hengâmesinde hangi kolonun altında kim ve ne var diye uğraşırken toza toprağa bulanmış bir hatıra defteri elimize geçti. O gece dinlenmeye çekilince tetkik etme imkânım oldu. Öğrencilerden birine ait ama kime, acaba; enkazda kalıp vefat edenlerden mi, yaralı kurtulanlardan mı bilmiyorum. Yarıya kadar yazılmış, son sayfanın arasında bir takvim yaprağı. Yaprağın arka yüzünde gençliği yol kesicilikle geçmiş bir zatın sonradan tövbe ederek nasıl salih bir insan olduğu ve tövbe ile insanın Allahü tealaya nasıl dost olacağı anlatılıyordu. Hatıra defterinin yazılı son sayfasında ise öğrencinin depremden bir gün önce yazdığı son yazısı vardı ve şunları yazmış: Allahım, ben de şimdi tövbe ediyorum, iyi bir insan olmaya, senin razı olduğun şekilde yaşamaya, benim sahibim de sen ol, bana yardım et!.."
Daha sonra enkazlar kalkıp ortalık biraz yatışınca bu öğrencinin akıbetini araştırdım. Ölenler arasında değildi. Ege'de bir ilimizden buraya okumaya gelmiş. Adresini bulup defterini kendisine gönderdik, cevap yazdı çok mutlu olmuş.
Ben de şöyle düşündüm: İnsan, bir damla kan ve bin endişeden ibaret. Eğer bir takvim yaprağı bir insan hayatını değiştiriyorsa neden başka hayatları da değiştirmesin. Onun için buradayım...
Kahveci hiçbir şey söylemedi, masanın üzerindeki "TÜRKİYE TAKVİMİ" yazılı kartonlardan birini alıp beyaz badanalı duvara asıp, blokunu itina ile iliştirdi. Geri dönüp torbadan blokları alarak her masaya oturanların sayısınca bıraktı. Takvimini alan yapraklarını çevirirken genç adam da sol elinin üzerine bastırdığı mendili kaldırdı.
Kanama durmuştu...
.
Çözüm süreci 'Kemik Yolu' mu?
5 Kasım 2014 01:00
Kolima Yolu, Rusya'nın uzak köşesi Uzak Doğu ucunda Yakutsk'dan başlayıp Asya'nın karadan ulaşılabilen en kuzeydoğu ucunda Pasifik Okyanusu kıyısındaki Magadan'da son bulan bir yoldur. Ekim devriminden sonra hem kaynak arayan hem rejim muhaliflerini susturmak isteyen Moskova, bölgedeki altın yataklarını araştırmak, bulmak ve işletmek için bir yol açılmasına karar verir.
Çarlık Rusyası'nda da uygulanan "Çalışma kampları" uygulamasına geçilir. Bu maksatla 650'yi aşkın çalışma kampı kurulur ve ülkenin her yanında her kesimden tutuklamalar başlar. 27 Haziran 1929 tarihinde Polit Büro tarafından yürürlüğe giren bu sistemin adı "Gulag"dır.
Yüz binlerce mahkûm zor şartlarda çalıştırılmaya başlanır.
Önce adi suçlardan mahkûm olanların doldurduğu kamplar kısa zaman sonra rejime karşı çıktığı veya vatan haini olduğu iddia olunan bilim adamları, sanatçılar, bürokratlar ve askerlerle doldurulur.
Salgın hastalıklar, açlık, adi suçlulardan oluşan gardiyanların ve amele çavuşlarının yıllarca süren eziyetleri milyonlarca mahkûmun madenlerde ve yol inşaatlarında ölümüne sebep olur.
1951 yılında tamamlanan Kolima Yolu, uğruna ölen milyonlarca kişi hatırasına "Kemik Yolu-Road of Bones" olarak adlandırılır.
Stalin 1953 yılında ölümü ve Gulag Kamplarındaki şartların iyileşmesi ile politik suçlular ve düşünce suçluları salınarak evlerine dönmelerine müsaade edilir.
Ancak ne var ki aradan geçen yıllar ne dönecek ev, ne aile, ne de dönmek için para bırakmıştır...
Uzun yıllar sadece silaha ve zora dayalı uygulamalar ile çözülmeye çalışılan Kürt sorunu 'Kemik Yolu'na döndü. Şimdi, çözüm süreci denilen farklı bir yaklaşım ile sorunu çözmeye çalışıyoruz.
Umumi efkârın herkesi söylediğinin aksine söylemek ve onunla yaşamak yiğitlik ister.
Bir şey seni rahatsız ediyor ve onu hayatından çıkarmak istiyorsan etrafını kuşat, duvarları ör. Kendilerini sürekli savunmak zorunda kalan kapalı bir dünyanın içinde kıvrılıp kalsın. Bir gün şartlar değişip duvarda gedik açılsa bile dönecekleri ne evleri, ne fikirleri kalmamalı. Kendilerini her şeye yabancı, uzak bir gezegende bulsunlar. Çözüm süreci karşısında, etrafındaki duvarlar arasında sıkışıp kalan PKK'nın düştüğü durum budur.
Etrafları ve kafaları duvarlarla örülmüş, barışı dinamitlemek için kurgulanmış bir örgütle barışı konuşmak doğru adres mi?
Kürt sorununun kamuoyu ile paylaşılmayan tarafı kalmadı. Kürt halkı ve aydınları artık çözümden yana tavrını koymalıdır. AK Parti ile aşılmaya çalışılan bu duvardan düşürülen tuğlaları tekrar yerine koyarak devleti psikolojik harp günlerine dönmeye zorlayan, PKK'yı sadece etrafına duvar örerek yok ettiğinde meseleyi kökten halledeceğine inananlara karşı verilen mücadelede Çözümden taraf olmak, kendi geleceğine taraf olmaktır.
Çözüm Süreci'ne taraf olma sorumluluğu, öncelikle duvarın öbür tarafında kaldığını sürekli söyleyen Kürt aydınına ve Kürt siyasetçisine, Kürt halkına düşer.
Kürtler bunu artık fark etmeli. Konuşmak için lazım olan arkadaki siyasi güç değil yürekteki vicdandır.
PKK'nın kendisini onaylamayan Kürt aydın ve siyasetçilerini devletle iş birliği yapmakla suçlayarak yürüttüğü tehdit ve itibarsızlaştırma kampanyalarına rağmen, önündeki kapıyı kapatan, kendilerini küçümseyen, alan daraltan eylemlerine rağmen ellerini taşın altına koymalıdırlar.
Gulag Takımadaları'na dönen bölgede Türkiye'nin dışında yurt aramak hayaldir...
.
Mumya Ülkesi "Country of Wax"
9 Kasım 2014 01:00
2005 yılında Jaurne Collet'in yönetmenliğini yaptığı "Mumya evi-House of Wax" gerilim filmlerinin en iyi örneklerinden biridir. 1935 yılında Andre De Toht'un yönetmenliğinde ilk defa çevrilmiş, Charles Bronson ve Vincent Price başrolleri oynamıştı.
Filmin güçlü yanı, hayatta saygıdeğer ve imrenilen bir karakterin gerçekte ise hayal edilemez derecede cani, kurbanlarını mumyalayıp sergileyen bir karakter olmasının son derece başarılı işlenmesiydi. Olaya kişiler üzerinden değil de ülkeler nazarı ile bakıldığında Büyük Britanya-İngiliz Milletler Topluluğu, şık ve kibirli görünümünün altından tam bir Mumya Ülkesi olarak ortaya çıkar.
İngilizlerin sömürgecilik tarihi sömürdükleri ülkelerin zenginlik ve yer altı madenlerini İngiltere'ye taşımak için yaptıkları insanlık dışı uygulamalarla doludur. Bunlardan biri de 1788-1938 yılları arasında Avustralya'nın yerli halkı Aborjinlere uyguladıkları katliamlardır. İngiliz romancı Anthony Trollope, Trollope's Australia (1966) adlı esrinde "Biz onların topraklarını ellerinden aldık, ekmeklerini kestik, kanunlarımızın birer kobayı yaptık. Bunları bu insanların geleneklerini ve göreneklerini hiçe sayarak onlara düşmanca kin besleyerek yaptık. Kendilerini savunmak istedikleri zaman da onları katlettik" diye özetlemektedir. Çünkü Avustralya da diğer ülkeler gibi İngiliz'in gözünde bir "terra nullius" yani sahipsizler ülkesidir. Nasıl yaşadıkları yerde hayvanların hakları yoksa aynı şekilde Avustralya yerlilerinin de yaşadıkları yerlerde hiçbir hakları olamazdı. Bir İngiliz için siyah bir kişi acınacak, yardıma muhtaç bir halde olsa bile suçludur ve bu suçlunun yeryüzünden tamamen silinmesi gerekir.
Uyguladıkları soykırım usulleri arasında en çok kullanılan ise hayvan avına çıkar gibi yerli insan avına çıkmaktı. Avda yakalanan yerlilerin başları kesilip torbalara konuluyordu. Avının başarılı geçtiğinin delili olarak kesilen yerli kelleleri sömürge yönetimine herkesin görebileceği bir ortamda ava katılanlar tarafından teşhir ediliyordu...
Bugün Suriye'de baş kesen IŞİD bunu onlardan öğrenmiş olmalı.
Pek çok yerlide İngilizlerin yaydığı çiçek, tifo, dizanteri, tüberküloz, difteri hastalıklarından ve yiyeceklerine katılan zehirlerden dolayı öldürüldü. 1788 yılında kıta'da 750 bin siyah derili Aborjin yaşamakta iken 1911 yılında bu rakam 31 bin kişiye düşmüştü.
On yıl Blair kabinesinde maliye bakanlığı yapan ve 2007'de Birleşik Krallık başbakanı olan James Gordon Brown, TED GLOBAL'deki bir konuşmasında Vietnam Savaşında napalm bombası ile yanmış dokuz yaşındaki Vietnamlı kız KİM'in resminin önünde şunları söylemişti: "Bizleri bir insan topluluğu hâline getiren sempati ve şefkat bağlarıdır. Bu fotoğraflar bizlere başkalarının acılarını uzaktan da olsa hissettiğimizi gösteriyor. Bu fotoğraflar tüm dinlerde, tüm inançlarda ve tüm kıtalarda sadece başkalarının acılarını paylaşmanın ve kendimizden daha büyük bir şeylere inanmanın yanında, bir şeylerin yanlış olduğunu gördüğümüzde yanlışlıkları düzeltmek, sakatlıkları yoluna koymak, sorunları ıslah etmek için bir görev yükleyen ahlaki bir anlayışın var olduğunu göstermektedir..."
J.Gordon Brown, acaba bu konuşmayı bir Aborjin topluluğu önünde yapabilir mi?
.
Allah güzel gösterecek...
13 Kasım 2014 01:00
Ticaretin "cehd" işi değil "baht" işi olduğunu ticaret merkezlerinde değil de dağ başında öğrenmek de varmış.
Eğin'den Elazığ'a giden ince ve zor dağ yolu Keban Baraj Gölü'nü takip eden beraberliğini 14. kilometresinde bırakıp sarp bir dağ yamacına bir sarmaşığın duvara sarılması gibi yapışıp Dutluca'ya (Aşutka) ulaşır. Bir zamanlar çok sayıda köyü kendisine bağlı tutan bu eski nahiye merkezinden geçen yol üzerindeki küçük bir bahçe önünde bir küçük tabela önünde durduğumuzda ağzımızdan beklenen cümle çıktı: "Hadi canım sen de daha neler..." Tabelada şunlar yazıyordu: Hinge dondurma-künefe/Kardeşler Kafeterya.
"Ne diyorsun" dedim: "Burası Ankara asfaltı mı? Sağda solda bodur meşe palamudu ile dağ keçilerinden başka ne var. Tarihî eser dersen yok, su kenarı değil, gölden uzak. Kuş uçmaz kervan geçmez dedikleri. Bizim gibi yolu kısaltmak isteyen maceracı dışında kim geçer. Bulunduğumuz yer Kemaliye'ye 35, Ağın'a 40, Arapkir'e 18, Keban'a 68, Elazığ'a, Erzincan'a Malatya'ya 150 kilometreden daha uzak. Kop Dağı'nda kadın çorabı satmaya kalkmakla Aşutka'nın kırında dondurma künefe satma arasında ne fark var?.." Böyle söylenerek içeri girerken sonradan 67 yaşında olduğunu öğrendiğimiz Fikret Usta bizden önce gelen grubu karşılıyordu.
Bahçeye giren beş kişilik bir grubu bu orta yaşlı adam gülerek karşılayıp;
-Sizi ıhlamurun altına VIP'e (!) alayım, dedi. Sonra bize dönüp "burası açık rüzgâr alır bu saatte siz şöyle buyurun" dedi. Biz oturduktan sonra kendisi de masanın bir ucuna ilişti. Tanışma faslından sonra doğrudan konuya girdik. Dedim ki:
-Siz uzun yıllar gurbette kazandıklarınızı burada keyfe keder eşle dostla yemek için geldiniz anlaşılıyor değil mi?
-Ne münasebet, dedi, gülerek: Gurbette önce kazanıp sonra da battıktan sonra sitemlere ihanetlere dayanamayıp son demimizi hanımla burada geçirmek için gelmiştik. Beş yıl oluyor biz aman aman deyip ortalığa düşmedik, bu iş bizi buldu. Haa... Kazancı soruyorsan eğer erken olacak ama eğer önceden rezerve yapmazsanız burada size mahcup oluruz. Daha geçen hafta Malatya valisi, misafiri Bursa valisini dondurma yedirmek için buraya getirdi.
Az daha sandalyeden düşecektim.
-Şaka yapıyorsun dedim. Malatya buraya kaç kilometre, sonra bildiklerimi sıralayıp başarı adına bildiklerimi toprağa mı gömdüreceksin bana?
-O zaman baştan alalım dedi. Bizim bura ahalisi bilirsin işte gurbetçidir. Babam da 1915 yılında daha 12 yaşında çocuk olarak gurbete çıkıp Ankara'daki hısım akrabanın yanına sığınmış. Ben Ankara doğumluyum. Eğin'i, Aşutka'yı ve Hinge'yi 40 yaşında 85 yaşındaki babamı getirmeye geldiğimde gördüm. 5 kardeşiz, zaten kardeşlerimden üçü buraları görmeden öldü.
Bizim Ankara'da pide kebap salonlarımız vardı. Çarıklı 1, Çarıklı 2 diye tam yedi taneydi. Çarıklı Ömer babamın lakabıdır. Süpermarket çapında dükkânım kapıda servis araçlarımız vardı. Ne oldu nasıl oldu büyük mağazaların rekabetine dayanamadık, boğuşamadık. Hazır markalar piyasaya girdi, emekçilerin düzeni bozuldu. Rekabet edemeyince en sonunda hanıma dedim ki: Bu iş buraya kadar. Nasıl olsa emekliyiz yiyeceğimiz bir lokma ekmek, biz Hinge'ye, köye dönelim...
Darlık zamanı çok zordur. İyi günde abi diye kapımıza gelen adamlar kameradan bizi izleyip kapılarında beklettiler. Evet, bir bardak çay istersin o bile farklı gelir. Döndük geldik köye.
Üç beş gün sonra kapıyı tıklattı komşular. Köyün çocukları dondurma istiyorlar. Boş oturuyoruz zaten hanımla. Olur dedik. Küçük bir dondurma makinesi vardı alıp köye getirdik peşinden fıçının birini götürelim dedim.
Yaptığımız ilk günler 2-3 kilo sütle eşe dosta ikram için başladığımız iş, kendini büyütüp bu hâle geldi 5 yıl içinde ilk 20 kilo süt pişirerek başladık. 23-24 kilo dondurma yapıyoruz. Başladı millet Hinge'de dondurma mı yenir, diye laf etmeye. Fakat Dutluca'dan ve arka köylerde duyulunca millet gelmeye başladılar. Derken Ağın'dan gelmeye başladılar. Eğin'den, Arapkir'den, Keban'dan minibüslerle gelmeye başladılar. Bütün bu işler evin bahçesinde oluyordu ve bir süre sonra evin bahçesi yetmemeye başladı. Lavabo soruyorlar haydi evin içine!.. Bu bahçeyi düzenleyip taşındık, şimdi de baş edemiyoruz. Hanıma dedim ki: Bu işler bizden değil, Cenab-ı Allah bize, iade-i itibar yapıyor. İlçelerden teklif ediyorlar salonu bizden falan buraya gel ama ben burada rahatım diyorum. Hem mekânı, hem insanları hem işimi seviyorum.
İyi ustayım ama ustalık bir yere kadar. Bizim yaptığımız sebeplere yapışıp rızkımızı aramaktan ibarettir, gerisi bizi aşar...
Allah güzel gösterecek...
Karşı kaldırım
4 Ağustos 2017 02:00
Adam trafiğin çok yoğun olduğu büyük bir caddenin kenarında durmuş, karşı kaldırıma geçmeye çalışıyor, çırpınıyor ama beceremiyormuş. Bir ara karşı kaldırımda bir adam görüp ona seslenmiş:
“Hemşehrim sen oraya nasıl geçtin?"
Karşı kaldırımdaki cevap vermiş:
“Ben burada doğdum!..”
FETÖ’nün adam devşirme çalışmalarının 60’lı yıllara dayandığı düşünülürse karşı kaldırımda doğanların sayısı kabarık ve toplumun önemli bir kesimini temsil ederler. FETÖ hunisinin tabanını ifade eden “ibadet” kesimi diye tanımlanmış olanları durdukları karşı kaldırımdan doğru fikri zemine çekmek için yapılacak fikrî çalışmalar devam eden FETÖ duruşmalardaki hukuki operasyonlardan gelecek adına çok daha önemlidir ve ciddi çalışma gerektirir. Toplumlarda fikri kabullerin değişmesi için hayatın seyrini değiştiren çaplı travmalar (15 Temmuz darbe girişimi, yaşanan olaylar gibi) önemlidir ama yanında fikir sahibinin de kendisiyle yüzleşmesi gerekir. Bu zihinde ve vicdandaki duruşmadır. Sadece kaldırım sergisindeki kitapların satışını ve yayınlanmasını yasaklamak sorunu kökten hâlletmez.
Piyasada adı FETÖ olmasa da farklı imzalar altındaki bazı yayınlar ile FETÖ görüşlerini dillendirmesinin önüne geçecek olan ancak toplumun eğriyi-doğruyu ayırt etmesini temin için eline bir terazi vermektir. AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk dün yayınlanan bir habere göre FETÖ'cüleri kastederek "Türkiye'nin önde gelen din âlimlerinin toplanıp bunları 'mürted' ilan etmesi gerekir" demiş.
Farklı teraziler var. Önceki gün “Sömürge eğitimi” başlıklı yazısında Mustafa Necati Özfatura'nın “Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana İngiltere’nin baskısı sonucu eğitim müfredatı sömürge eğitimi olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden Osmanlı gibi cihan devleti olmaması için; millî eğitim ne millî ne de yenidir. Yüzde yüz sömürge eğitimi üzerine kuruludur. Gaye ise nesilleri millî ve manevi değerlerden münhasıran İslamiyet’ten uzaklaştırmaktır” tesbitininden başlamak hem mevcut FETÖ’yü hem gelecek FETÖ’leri yerinde kurutur.
Geçmiş tecrübelerden birinde; FETÖ’nün fikir babalarından aklı esas alıp vahyin önüne geçiren ve “Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Hinduizm, gibi dinlerde mutlak gerçeğin temsilcileridir, bunlar da Allah’a giden farklı yollardır” görüşünde olan 'dinler arası diyalog'un zeminini oluşturan “Ceditçilik” hareketinin kurucusu Musa Carullah Bigiyef’in zehir saçan kitapları Osmanlı mülkünde fetva ile yasaklanmıştı.
Ne var ki fikrin yazılım kısmı ihmal edilip donanım kısmı kâğıt kürekle uğraşma yeterli görülünce Osmanlı yıkılıp müfredat, kurumsal yapılar değişince aynı cereyanlar kaldığı yerden aynı kaldırıma tünedi. Önemli olan doğrunun kitlelere anlatılması, bataklığın kurutulmasıdır. Her yanlışla tek tek boğuşmaya insan ömrü yetmez.
FETÖ ile mücadelede benzer bir durumla şimdi karşı karşıyayız. Çok az insan uğradıkları ihanetleri, yaşadıkları felaketleri diğer insanların merhametlerini körüklemek için kaldırım üzerine yaydıkları mendillerinin üzerine yaymazlar.
Şimdi karşı kaldırımdakilere bir de suça bulaşmadan aldatılmış, istismar edilmiş her yaş ve meslekten hasar alanlar FETÖ tarafından aldatılanlar katıldı. Metin Külünk’ün dediği gibi ruhu boşta kalan ayak basacak yer arayan bu insanları FETÖ’yü “mürted” ilan ederek bizim kaldırıma taşıyabilir miyiz? FETÖ denilen örgüt kırk yıldır her yolu kullanarak gençlerimizin beyinleri ile oynadı, genlerine kadar fikirlerini işledi.
Çözümü siyasetin dışında da, fikir üzerine kurmak gerekiyor. Çivi girdiği yerden sökülür. Ne var ki hâlâ siyaset dışı sahalardan yeterli ikna sesleri yükselmiyor. O zaman FETÖ’yü kendi silahı ile vurmak en akılcı yol olur:
“Mademki FETÖ örgütü en çok dini kullandı, öyleyse dinî değerler millete tam ve doğru bir biçimde anlatılmalı ve ortaya konulmalıdır.”
.
Şimdi yüzleşme zamanı…
7 Ağustos 2017 02:00
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Diyanet'in yaz etkinliği kapanış programında FETÖ ile mücadele konusunda çok net konuştu: "FETÖ zaafları kullanarak ülkemizde kök salmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığımızın bu konuda ciddi eksiklikleri oldu. Çok ama çok geç kaldılar. Defalarca konuştuk. Özellikle Güneydoğu bölgesindeki çalışmalarda geç kaldık. MEB’in görevi gençlerimize ve çocuklarımıza en pozitif eğitimi vermekse Diyanet İşleri Başkanlığımızın görevi de İslam'ı çocuklarımıza en güzel şekilde anlatmaktır. Görüldüğü gibi boş bırakılan her alanı birileri gelip dolduruyor..."
Konuşmanın merkezinde iki husus var “zaafları kullananlar” ve bu gedikleri (zaafları) doldurmakla sorumlu “Diyanet ve diğer kurumlar”...
Görevi İslam’ı çocuklarımıza en güzel şekilde anlatmak olan Diyanet İşleri Başkanlığının boş bıraktığı -Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da ifade edilen- alanlar FETÖ tarafından doldurulunca ortaya 15 Temmuz darbe girişimi çıkmıştır. Dinin hayattan çekilmesi sadece din eğitiminin eski Sovyet rejiminde olduğu gibi kökten yasaklanması demek değildir. Eğer din eğitimi adı altında felsefe ve uçuk kaçık reformist münakaşaları korsanız aynı sonucu elde edersiniz. Bu pratik kısa ve ikna edici yolla çaktırmadan dinin omurgasını çökerterek, başta Peygamberi “aleyhisselâm”, Eshâb-ı kiramı, eimme-i müçtehidini ve İslâm âlimlerini müfredattan çıkarıp, bu alanı boşalttığınız zaman FETÖ gelir iğfal koltuğuna oturur…
Diyanet, Din İşleri Yüksek Kurulu'nun hazırladığı “Kendi Dilinden FETÖ: Örgütlü Bir Din İstismarı” adlı rapor çok önemli bir araştırma. FETÖ geriye doğru farklı yerlerde yaptığı konuşmaları üzerinden eleştirilmekte ve sapkınlıkları ortaya dökülmekte. Böyle olunca hepimizin aklına gelen soru şu: Geçmişte FETÖ’nün birçok konuşmasını Diyanet'in cami ve kürsülerinden yaparak, kamuoyunda dinsel bir meşruiyet kazanmasına nasıl müsaade edildi? Eğer FETÖ açıktan darbe operasyonlarına yönelip, hükûmete karşı darbe girişimlerinde bulunmasaydı bu konuşmalar yine devam edecek miydi yoksa “FETÖ raporu” yayınlanacak mıydı?
Bütün dünya, manevi bir boşluk içerisinde çivisi çıkmış kontrolsüz bir şekilde ölüm sonrası için kaybettiği umudunu din dışı kutsallara yapışıp din yerine koyarak arıyor. Ruh boşluğunu felsefeyle doldurup ayakta durmaya çalışıyor. ABD ve Avrupa kendini tatmin etmeyen dinî ritüellerinin dışında yönünü Uzak Doğu'ya çevirip Hinduizm’in, Budizm’in kucağına düşüyor. Robin Sharma’nın yazdığı en çok satan kitaplardan “Ferrari’sini satan bilge” aslında "kutsalını kaybeden Hristiyan dünyası"nın trajedisidir. Dünya acınacak durumda bizim temsil ettiğimiz değerlere muhtaç bizden medet umar iken bizim düştüğümüz duruma bakın!
Güneydoğu Barış Süreci Projesi dikiş tutsun diye düzenlenen bir “akil adamlar” toplantısında Can Paker’e açık söylemiştim: “Eğer Kürt Mevlana’ya, Türk Ahmed-i Cezeri’ye âşıksa siz makası kapatmak için neyin peşindesiniz? Bir coğrafyanın kadim kültürünü inşa edenleri sahiplenmek saygı duymak o coğrafyanın insanının aidiyetini garantiler. Eğer eli silah tutanlardan kurtulmak istiyorsak gönül eri, fikir sahibi, eli kalem tutanlar sahaya inmeli. Kasaba kasaba, köy köy, ev ev gezelim. Bu medeniyetin omurgasını inşa eden büyük insanlarımızı anlatalım, kültürü paylaşalım...”
Fakat bu tek parti döneminden kalma medeniyet transferi kompleksi, ecdadı yok sayma ihaneti bizi hem coğrafyadan hem dinden vurdu. Habisler İslamiyet’i Hristiyanlığa yamamaya kalktılar. FETÖ’nün bir iddiası vardı, Ümmet-i Muhammed ve Hıristiyanları asgari müştereklerde birleştirerek veya yakınlaştırarak karma bir din oluşturmak. Buna zemin hazırlamak için şürekâsı ile birlikte her kanaldan her fırsatta saldırdı. Bu daha önce İngilizlerin FETÖ benzeri münafık ve soysuzları kullanarak deneyip hayata geçiremediği İslam âlimlerini, İslam kitaplarını, bilgilerini ortadan kaldırarak İslam’ı yok etme projesidir.
Şimdi yüzleşme zamanı. Zararın neresinden dönülse kârdır, herkes dönüp aynaya bakmalı ki ana caddede miyim yoksa yan yollarda mı? Bazen girilen yanlış yoldan geri dönmek için zaman yetmeyebilir...
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
.
.
Kabir taşlarından Halk Evi yapılırsa
16 Kasım 2014 01:00
Akil İnsanlar ekibiyle bölgede yapılan bir toplantıda Can Paker'in "ilham verici" dediği konuşmamızda sorunun belirleyici aktörünün bölge halkı olduğunu belirterek "Biz bu sorunu üretmedik, kucağımızda bulduk. Bugün hakemliğine muhtaç kalınan halkın da, altından zeminini çektiler. Bugün şiddetten beslenen bölge Mela Ahmed Cüzeyri, İbrahim Hakkı, Mevlana Halid-i Bağdadi gibi zatların terbiyesine emanet edilseydi bugün bu hengâmenin içinde olmazdık. Ama öyle bir dönemden geliyoruz ki kabir taşlarından Halk Evi yapıldı. Geçmişte yıkılıp tahrip edilen değerler dünyasını yeniden inşa etmek zorundayız. STK'lar ve halk bize şimdi ve her zaman lazım. Gerçekte, memleketin geleceğini barışta gören Kürt nüfusun tüm aydınları kollarını sıvamalı" demiştik...
Farklı ortamlarda ifade edilen Kültür kıyımına gelince ciltlere sığmaz ama sütunumuzun hacmi ölçeğinde örnekleyelim.
İshak Sunguroğlu (1888-1977) uzun yıllar ayrı kaldığı Harput'a dönüşünde karşılaştığı anılarının arasında şunları anlatıyor: "Cuma namazını Sara Hatun Camiinde kıldıktan sonra ziyaret için Meteris Kabristanına çıktık. Bizim mezarlığı arıyorum bulamıyorum. Meğerse bu mütevazı ve oldukça mamur olan mezarlıkta taş bırakılmamış ve mezar denilen bir şey de kalmamış. Dümdüz bir dağ, afalladım kaldım. Haydi, mezarlıklar yıkıldı ve zamanla da düzeldi, ya taşları nerede diye düşünürken hatırladım ki,1933–1934 yıllarında Elazığ'da Halk Evi yapılırken bir valinin emriyle bu mezar taşları kamyonlarla Elazığ'a taşınmış ve bu inşaatta kullanılmıştı. Bu ne biçim insanlık? Bir taraf imar edilirken öbür tarafta mukaddesat diye hürmet ettiğimiz mezarlıklar sökülüp tahrip edilmişti." (Harput Yollarında/Cilt.1-6-7)
O yıllarda doğu batı ayırmaksızın her köşede yapılan mezarlık, mescit, cami kıyımının dikkat çekici bir örneğini de 1996 yılında merhum Hasip Yılanlıoğu anlatmıştı: "Kastamonu'da 73 camiden 57'si tasfiyeye tabi tutulup kapatıldı. 16 cami ve mescit açık kaldı. Tasfiyeye tabi tutulanlardan 32'sini satışa çıkardılar. Bazılarını satın alan oldu, bazılarına da talipli çıkmadı onları da yıktılar. Devrekâni'de minareleri yıkmak için kullanılmış hayvan yularlarını toplayıp urgan yaptılar. Bunlarla minareleri cayır cayır yıktılar. Küpciyez Mescidi'nin tuğladan yapılan minaresi kısa ve topluydu. Burayı parti ocak binası yapacaklardı önce satın aldılar. Baktılar minareli parti binası olmaz, ocak başkanı bu defa minareyi yıkmak için ücret karşılığı adam aradı. Halk sıkıntı içinde olmasına rağmen kimse işi almadı. Adam bulamayınca ocak başkanı mecbur kaldı, kazma ile günlerce uğraşarak kendi yıktı. Hiç unutmam minare yıkılıp, içini de değiştirdikten sonra açılış yaptılar. Bir muallim yaptığı konuşmada 'Burası Hak Evinden, Halk Evine döndü' demişti."
İnsanları kültür terbiye eder. Öğrenmenin farklı yolları vardır ve kültür aradan çıkarsa yerini şiddet doldurabilir. Şiddetin büyüttüğü yakıp yıkan üçüncü kuşak gençleri el birliğiyle o karanlıktan çıkarmak zorundayız. Bunun için ihtiyaç duyduğumuz şey iş, aş ve eğitim imkânlarıyla birlikte kaybettikleri hafızalarını onlara iade etmektir.
.
Kültür soykırımı
20 Kasım 2014 01:00
Bosnalı fotoğraf sanatçısı Ziyah Galic, Bosna'daki soykırım kurbanlarının ölüme giden son yolculuklarında yanlarında taşıdıkları eşyaları fotoğraflayıp farklı ülkelerdeki fotoğraf festivallerinde sergiliyor.
Galic, soykırımın bir ırkın ya da politik, dînî veya etnik bir gurubun sistemli bir şekilde ve kasıtlı olarak yok edilmesi ile sınırlı olmadığını vurguluyor ve "soykırım, insan öldürmek olduğu kadar mülkiyetin, kültürel mirasın, nihayetinde onların varlığına dair her şeyin yok edilmesidir" diyor.
Bir soykırımda her zaman ölenlerden geriye onların çürüyen bedenlerinden daha dayanaklı olan bir şeyler kalır. Ama bunlar zamanla göz önünden kalkar ve hafızadan silinir. Hafızadan silinmeyen ise onlara ait hikâyelerdir. Hikâyeler kültürleri nesilden nesile taşır.
Galic haklıdır, her zaman ölenlerden geriye onların çürüyen bedenlerinden daha dayanaklı bir şeyler kalır. Eğer tarihî ve kültürel varlıklarımızın değeri bilinir, yenilenerek korunur ve kullanılırsa bugün sürdürülen çoğu kavga hayatımızdan çıkar.
Yakın tarihimiz; mülkiyetin, kültürel mirasın, nihayetinde onların varlığına dair her şeyin sözde ülkeyi kalkındırmak adına mevcut tarih ve kültürel varlıkları yağmalayan idareciler eliyle nasıl yapıldığının örnekleri ile doludur.
Adından çok söz edilen bir örnek, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sena EKİCİ'nin "1982 Anayasası nasıl hazırlandı" çalışmasında aktardığı Muş valiliği döneminde Vali Tevfik Sırrı Gür'ün icraatlarıdır.
"Vali Gür'ün şehirde cami, medrese, külliye ve mezarlıkları nasıl yerle bir ettiğidir. Ailemin de içinde bulunduğu bu mağdurlar dizisinde medrese, tekkeden başka en çok incindiğim nokta şu anda Muş Endüstri Meslek Lisesi Motor Atölyesi'nin bulunduğu yerdeki aile mezarlığımızın hazin âkıbetidir. Seyyid Molla Haşim aile mezarlığını; dedemin gözleri önünde Vali Tevfik Sırrı Gür, işçilerin başında bizzat nezaret ederek yerle bir edilmesini sağlamıştır. Bu duruma müdahale eden dedemi de hapse attıran vali ve idarecilerinin isimleri nerede?
Aynı valiyi Mersin'deki icraatları ile "Efsane Vali Tevfik Sırrı Gür" başlığı altında nakleden Özdemir İnce "Çocukluğumda bir yatırın türbesini yıktırmak istediği için gözleri kör olan bir valinin ibretlik öyküsü anlatılırdı halk arasında. İşçiler türbenin duvarını yıkıyorlar, ertesi gün geliyorlar ki duvar sapasağlam. Duvarı gene yıkıyorlar ertesi gün gene sapasağlam. Sonunda yatır emir kullarını değil emir veren valiyi cezalandırıp gözlerini kör ediyor... Sözü edilen kişi 1942 yılında Mersin'e atanan Tevfik Sırrı Gür. Valinin yatır tarafından cezalandırılması elbette tevatürden başka bir şey değil. Ama Tevfik Sırrı Gür'ün mütevazı emeklilik döneminde bir göz ameliyatı geçirdiği doğru. Uğur Ersoy'un kitabından öğrendiğimize göre CHP ve DP'nin ortak çabasıyla ve (Diktatör gibi davranmak ve para yemek) gerekçesiyle Mersin'den sürdürülen vali, gözlerini ameliyat ettirmek için borç para almış... Erdemlerini göklere çıkardığımız halk, aynı zamanda nankör ve acımasızdır. Kimi zaman siyasal safsatanın iğvasına kapılıp akrep gibi sokar" diyor.
Benzer uygulamalarla kültürel mirası yok ederek milletin hafızasını kara tahta gibi silenler büyük yara açtılar ama yok edip, hikâyeler üzerinden nesillere aktarılmasını önleyemediler.
Şimdi devletin geçmişteki bazı uygulamalarından dolayı muhataplarından özür dilemesini barış sürecinin ciddi bir parçası olarak ileri sürenler bir asra yaklaşan bu mağduriyeti nereye koyacaklar?
.
Lotus yiyenler adası
30 Kasım 2014 01:00
Zehirle mücadele hükümetin gündeminde. Başbakan Davutoğlu'nun da katıldığı ve önceki gün ilk defa düzenlenen "Uyuşturucu ile Mücadele Şûrası", zehirle mücadele seferberliğinin ciddi bir adımıdır. Etkili sonuçlar içinde toplum desteği lazım. Uyuşturucu ile mücadele; ailenin, okulun, öğretmenin, din görevlisinin, kantincinin, seyyar satıcının da gündemine girmeli...
Zararlı alışkanlıklardan korunmayı, güzel ahlakı öğretmeyi ve yaymayı sadece eğitimcilere fatura eden anlayış maalesef toplumu tahmin edilenden çok daha felaket sonuçlarla karşı karşıya getirdi. Bu felaket furyası ile mücadele etmekte hepimize sorumluluk düşmektedir. Sevdiklerimizi, bağımlılık yapan esrar, eroin, tiner gibi uyuşturuculara karşı korumaya çalıştığımız gibi sanal bağımlılık yapan TV ve internet aracılığı ile dağıtılan sanal uyuşturuculara karşı da korumalıyız. İnternet okyanusundaki sanal adaların yüz milyonlarla ifade edilebilecek bağımlı insanlarıyla karşılaşırsınız. İki milyar internet kullanıcısından bir saniyede bunlara takılan 56 bin, her kullanıcıdan bu iğrençliğe düşen ise internet kullanıcılarının dörtte biri olduğu belirtiliyor.
Bağımlılar Odessa hikâyesindeki Odessa ve askerlerinin, savaş sonrası uğradıkları "Lotus Adası"ndaki zavallı bağımlılara dönüşmesi gibi gerçek hayattan kopuyor.
Savaştan dönerken Odyseus ve mürettebatı denizdeki fırtınadan kendilerini zar zor kurtarıp bir adaya sığınırlar. Bu adada Lotus isimli bir çiçek vardır ve yiyenler müthiş bir zevk alıp bağımlısı olmaktadır. Lotus yiyenler müthiş bir haz alırken mücadele azmini kaybeder, "zevkkolik" olup bir ömür boyu adada sefalet içinde yaşar...
Bilhassa genç neslin önünü kesen nice Lotus çiçekleri var. Bütün bunlara karşı savunmanın polisiye mücadeleleri aşan bir yönü var. O da bu tehlikelere karşı bütün bir nesli uyarmak ve kötü alışkanlıklardan korunmaları için savaşmaktır. Kötünün de, iyinin de kaynağı sosyal çevre ve hayat şartlarıdır. Fiziksel hareketler nasıl aynı hareketi tekrar etmekle oluşursa ruhsal alışkanlıklar da öyle oluşur ve insan zaman içinde kontrolden çıkar. Alışkanlık yoluyla oluşan kötü huyların tutsaklığı boyunduruk altındaki öküzlerin tutsaklığından daha ağırdır.
Yine dikkat edelim ki bu esarete bir adımla girilir ve çıkmak, girmek kadar kolay olmaz.
Yaşadığımız dünyaya sırt dönemeyiz ama onun zararlı ve zehirli cereyanlarından kendimizi ve sevdiklerimiz koruyabiliriz. Bu mücadelede aileler, okullar, eğitimciler sivil toplum kuruluşları, yerel idareler, adı her neyse her teşekkül, tümden sorumludur. Sorumluluk gençlerin ve yetişkinlerin yüreğinde yüksek idealler, hedefler ve dini inanç yerleştirmekle olur.
Prof. Dr. Ali Fuat Başgil "Düşündükçe ve tecrübem arttıkça anladım ki dini terbiyenin ve Allah sevgisinin huy ve ahlak üzerinde paha biçilmez etkisi vardır. Allah duygusundan ve sevgisinden uzak bir terbiye yalnız fayda ve çıkar düşüncesine dayanır. Fakat din terbiyesi gönüllü, karşılıksız ve yücedir. Bu terbiye insanı yükseltir, iyiliği ve adaleti hiç çıkar düşüncesine saplanmadan sevdirir" diyor.
Gençleri, meydanlarda, salonlarda, ekranlarda ilim ve ilim adamları ile buluşturmayı önemsemeyenlere ne diyebiliriz ki. Çocuklarımızı kaybettiğimiz yerler, kendi inşa ettiğimiz "Lotus Adaları"ndan başka nedir ki?..
.
Memleket niye kalkınmıyor!..
4 Aralık 2014 01:00
"Anadolu'da otomobille giderken yol kenarında rastladığınız oto tamircisi, lastikçi, mermerci gibi dükkânların duvar veya kapı önlerindeki el yazısı ilanlara, reklâm sloganlarına bir bakın çoğunda cümle veya kelime başladığı satırda bitmiyor" diyor Cem Kozlu. "Liderin Takım Çantası" isimli kitabında. Bir tabela yazarken bile plansızlıktan uydur kaydır iş yapmaktan dertleniyor.
Acaba bundan gerçekten rahatsızlık mı duymalı yoksa heyecan mı?
Önemli bir görev için atama yapan bir holding yöneticisi büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Yeni genel müdür adayı tam bir hayal kırıklığıdır ve sonuçlar yüz karasıdır. Acilen üst kademeyi toplar ve böyle bir yanlış atamayı nasıl yaptığını sorar. Cevap şudur:
-Siz atama için aday belirlerken bu arkadaş her seferinde sizin tam karşınıza çok düzgün olarak oturdu, ne deseniz baş salladı ve konuşmalarınızı sürekli not etti. Siz de bu büyüye kapıldınız. Hâlbuki bu arkadaş depoların küflü kokusunu, kamyonların egzoz dumanını, işçinin terini, kuyruktaki müşterinin öfkesini hiç tanımadı. Siz de oyuna geldiniz!..
Biz mektepliler işin tabela yönüne bakmayı severiz. Masanın her iki tarafında oturanlar için de söylüyorum. Üniversiteli işsiz ordusunun giderek büyümesinin arkasındaki sebebin de bu olduğuna inanıyorum. Diplomayı kapan, bir masa bir kasa bir telefon istiyor. Fabrikada eline tornavida, piyasada satış çantası almayı düşünmüyor.
Etrafı beş yıldızlı AVM ve alışveriş merkezleri, yüksek tahsilli dil bilen garsonların hizmet ettiği şatafatlı lokantalarla dolu olan bir mekânda, boş bir arsa üzerinde "Tavuk Kanat" yazılı kocaman silik, yamuk bir tabela görmüştüm.
Toprak bir arsa üzerinde söğüt ağaçları altında atılmış kirli beyaz plastik üzerinde örtü bile olmayan sandalye ve maslarda insan kümeleri. Oturmuş sadece kızartılmış tavuk kanatları yiyorlar. Korna sesleri ve egzoz dumanı ile kirli otoyola komşu bir tavuk lokantası. Yer bulup oturmak için önceden rezerve yapmalısın dediler. Zaman sonra buralardaki değişikliğin bu esnafı ne derece etkilediğini sordum. Çok yüksek seviyede olduğunu söylediler. Tavuk kanadından bir milyoner çıkmıştı.
Acaba kimileri planlama ile zaman harcarken planlamayı aşan bu tavukçuyu yukarı taşıyan şey nedir? Kesin inanç ve kati çözümlerin sorgulandığı günümüz dünyasında iş ve siyasette liderleri bu çelişkiler mi besleyip büyütüyor?
Planlar kargaşa ve karmaşık dolu geleceğe ışık tutar önümüzü aydınlatır. Çünkü gelecek hakkında tahmin yürütmek zordur ama eli tornavida, çanta veya bulaşık bezi tutanlar için değil. Çünkü hayatta bunu yapanlar zihinde ve kâğıt yazılı olanları sahaya taşırlar. Eğer planı kâğıda yazanların bu esna da sahadaki yorgunluğun ağırlığından alın terleri masalarının üzerine düşüyorsa çabalarının sonucu hüsranla bitmez.
Son olarak;
Halk otobüsünde adamın biri yanındaki gence yüksek sesle sormuş: "Saat kaç?" Genç cevap vermiş:11.30. Adam yüksek sesle bağırmış,
-Olur mu kardeşim işte memleket bu yüzden kalkınmıyor. Sonra kolundaki saati göstermiş bak demiş 11.27 sonra yaka cebinden bir saat çıkarmış bak demiş kaç? 11.27... Sonra yelek cebinden bir saat çıkarmış bak demiş kaç? 11.27... Sonra valizinden kocaman bir saat çıkarmış bak demiş kaç? 11.27... İşte demiş adam, memleket bu yüzden kal-kın-mı-yor. Sonra şoföre seslenmiş bağırarak:
-Kütüphanede inecek var.
Şoför de seslenmiş:
-Kütüphaneyi geçtik...
.
Eğer kültür yoksa zenginlik ateşe döner
7 Aralık 2014 01:00
Medeniyetler kültür üzerine oturur. Fakirlik ateşten gömlek, zenginlik nimettir ama bir millet maddi olarak ne kadar güçlü olursa olsun kültür faaliyetleri bakımından ihmalkâr davranır da geriye düşerse geleceği karanlıktır. Kültür ve sanat, her türlü medya aracı yıllarca, tarih din ve siyaset adamlarını itibarsızlaştırmak, toplum değerlerini aşındırmak için kullanıldı.
Churchill'e sormuşlar: "Shakespeare mi daha önemli, İngiliz milleti mi?"
Tereddütsüz cevap vermiş: "Kesinlikle Shakespeare'dir. İngilizlerin böyle bir dâhiyi bir daha yetiştirebilecekleri meçhuldür. Ama Shakespeare okunduğu sürece İngiliz milletinin yaşayacağı kesindir."
Bizim geçmişte itirazımız sadece yokluk ve yoksulluklara değil, inandığı gibi yaşamak isteyen insanların önüne konulan engellereydi. Siyasetçisi, bürokratı, iş dünyası iyi kötü milletin yer sofrası ile barıştı da sanatkârı ve sanatı -istisnaları saymazsak- milletin tarihi ve değerleri ile bir türlü barışamadı. Din ve tarih adına doğru bilgi ile beslenme ve yaşama açlığı. Ama öğrenmeden neyi nasıl sevecek nasıl anlatacak nasıl yaşayacaksın. Tanımadığın sultanın arkasında nasıl duracaksın? Yazılmamış kitabı nasıl satacak, çevrilmemiş filmi nasıl sunacaksın
Bir asırdır hayat alanı daralan değil yazacak sütun, kalem bile bulmakta zorlanan tarihi ve değerleri ile barışık bir nesil cep harçlıklarını bir araya getirerek "Büyük Doğu" okuyup arada bir de küf kokulu sinema salonlarında birkaç konferans dinleyerek ayakta kalma mücadelesi verdi.
Aradan geçen yıllarda ceketi buruşuk insanlar büyük şehirle, üniversite ile iş dünyası ile tanıştı yurt dışında doktora, otel lobilerinde iş anlaşması derken meclis koridorlarında göründüler. Onlar ve arkalarında kendilerini izleyen kütle büyük şehir varoşlarında kırsalda sürdürülmeye mahkûm edilen hayatları için yeni hayat alanları buldular.
Kırılma burada başladı, zannedildi ki maddede yükselip mecliste ekseriyeti ele geçirdik mi üzerimizdeki örtü kalkacak.
Derdimin arkasında, sokakların, fuhuşla, uyuşturucu ile kirlendiği, evlatlarımızın mankurtlaştırılmaya çalışıldığı, doğru söyleyenin linç edilmeye kalkıldığı bir süreçte ömrünü iyi insan yetiştirmek adına bir mesajı ulaştırmak için nefes nefese kapı kapı gezen fikir ve eser sahibi kaç muzdarip yüz saklıdır. Necip Fazıl'ın "Nefesimizin sıcağı ile buz dağlarını eritip çamura saplandık" dediği gibi.
Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerindeki münakaşa günlerinde bir vatandaş kendisine uzatılan mikrofona şunları söylemişti: "Filmi beğenmeyebilir, gerçekleri yansıtmadığı için itiraz edebilirsin. Ama bunu söyleme hakkın olması için senin doğruyu anlatan bir dizi ile milletin karşısına çıkman lazım. Yaptınız da millet mi seyretmedi, hani nerede, yap da görelim?"
Sonuç açık ve net.
Doğru bilgi için doğru kaynakların uzattığı eli tutmayanların kendilerine servis yapılan bozuk oyuncak, kitap, dizi film -adı her neyse- ile çocuklarını yetiştirmekten, sosyal travmalardan şikâyete hakları olamaz. Değerleri ile doğru zemine oturmayan bir kültür mahrumiyeti eninde sonunda fatura keser, sadece hayatlar değil medeniyetler bile ayakta duramaz.
Kültür, maddi zenginliği de muhafaza eder ve gelecek nesillere taşır.
Eğer kültür yoksa zenginlik ateşe döner.
.
Saraydan sürgüne
11 Aralık 2014 01:00
Osmanlıcanın kaderi; mal varlıkları tasfiye edilip, ellerine ikişer bin İngiliz lirası ve bir yıllık "dönüşü olmayan" pasaport verilerek vatan dışına atılan Osmanlı Hanedanı'nın kaderine benziyor. Bir asra yakın yasak olan Osmanlıcanın eğitim hayatımıza yeniden kazandırılmasına 700 yıllık kültürün köklerini de kurutan bu yasağın kaldırılmasına karşı çıkılması şaşılacak bir şeydir çünkü kendi hafızası ile savaşan hiçbir millet bu mücadeleden galip çıkamamıştır.
Ne yana dönsek hafızamız bizi kuşatır.
Yakın geçmişteki bir haberin sızısı hâlâ üstümde. Haberde Osmanlı İmparatorluğu'nun 33. Padişahı 5. Murad'ın kızı Hatice Sultan'ın torunu gazeteci-yazar Kenize Murad'a Fransız sanat ve edebiyat liyakat nişanı verildiği belirtiliyordu.
Hem Fransız hem de Türk vatandaşı olan, uzun süre gazetecilik yapan ve çok sayıda romanı bulunan Kenize Murad'a hak ettiği iltifat ikide bir sinirlerimizi bozan Fransa hükümetinden geliyordu ama çoğu okuyucu da bu usta yazar ve gazeteciyi bu yolla tanıma fırsatı buldu.
Şimdi seksenli yıllara gidelim.
1987'de Fransa'da "De la part de la princesse morte" adlı bir kitap elden ele dolaşıyordu. Türkçesi "Ölmüş bir prenses tarafından "olan bu roman bir yılda 22 dile tercüme ediliyor milyonlarca satarak Henry Charier'nin ünlü "Papillion-Kelebek "romanından sonra Fransa'da Best-seller listesinde ilk sırayı aylarca bırakmıyordu...
Kenize Murad Kotwar hangi yollardan geçerek Fransız vatandaşı oldu ve bu başarıya imza attı?
Bu yol hikâyesi, 1924 yılında başlamış uzun bir 'dram'ın parçasıdır
Osmanlı Hanedanı, 36'sı erkek, 48'i kadın ve 60'ı çocuk, 144 kişiydiler. 1924 Mart'ında, hepsi "Saraydan sürgüne" Türkiye dışına çıkartıldı...
Türkiye'ye girmeleri ve transit geçmeleri yasaklandı. Artık ne vatanları, ne de gelirleri vardı...
Macera dolu bir sürgün yaşadılar. Geçinebilmek için, her türlü işte çalıştılar. Kimisi mezar bekçiliği yaptı, kimisi kapı kapı dolaşıp sabun sattı, dayanamayıp intihar edenler oldu...
Kitabın yazarı Kenize Murad ise bu zorunlu muhacereti takiben İkinci Dünya Savaşı başlarında Paris'te doğdu. Annesi, padişah V. Murad'ın torunu Selma Hanım Sultan'dı. Babası ise Hindistan-Badalpur racasıydı.1941 yılında annesi bir otel odasında sefalet içinde ölür. Kenize Murad 14 aylık bebek olarak İsviçre'nin Paris başkonsolosluğuna bırakılır. Başkonsolosun eşi tarafından büyütülür. Liseye başladığında bir Katolik okuluna kaydettirilir.
21 yaşında babasını tanır babası kendisini yanına almak ister ama kabul etmez. Paris'te Sorbonne Üniversitesinde yüksek öğrenimini yaptı. Öğrenciliği sırasında gündüzleri caddelerde giyim eşyası satarak geçimini sağladı. Okul bitince gazeteci olmaya karar verdi 1965'de Hindistan-Pakistan arasında savaş çıkınca savaş muhabiri olarak Pakistan'a gidip Fransız gazete ve dergileri için haber yaptı. 15 yıl boyunca bazı Fransız dergilerinin Orta Doğu muhabirliğini sürdürdü. Gazeteciliğe ara verdiği bir süre, annesi Selma Hanım Sultan'ın hayatını anlattığı De la part de la princesse morte'u yazdı. Bu eser en sonunda Türkçeye de tercüme edildi ve Kenize Murad'ı Türkiye'ye davet ederek onu Türk okuyucularla tanıştırmak da o yıllarda Fransa'nın Ankara Büyükelçiliğine düştü.
Bugün daha farklı bir bakış açısı ile sanat ve sanatçıya yaklaşan ve milletin kültürü ile barışmak için çırpınan Kültür Bakanlığının Kenize Murad'ı Türk okuyucusu ile buluşturmasını bekliyoruz.
Osmanlıcayı kültürümüze kazandırmak isteyenler bilmeli ki, 700 yılı aşan bir kültür birikiminin baraj kapaklarını açıyorlar..
.
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?...
14 Aralık 2014 01:00
Osmanoğullarını yurt dışına çıkaran 431 sayılı kanun kabul edildiğinde Sultan ll. Abdülhamid'in torunu şehzade Mehmed Orhan Osmanoğlu Harp Okulu öğrencisiydi. Ailesiyle birlikte vatan dışına sürgün edildiğinde bir süre Arnavutluk'ta ikamet etmiş. II. Dünya Savaşı yıllarında Arnavutluk Kralı Ahmed Zogo'nun yaverliğini, Arnavutluk Hava Kuvvetlerinde yüzbaşı rütbesiyle pilotluk yapmıştı. Daha sonra İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Macarca, Arapça ve Portekizce olmak üzere 9 lisan bilen Şehzade Orhan, Paris'teki Amerikan askerî mezarlığında rehberlik yaparak emekli olmuş ve Güney Fransa'daki Nice şehrine yerleşmişti.
Nice, Güney Fransa'da Akdeniz sahilinde Marsilya ile Cenova arasında bir şehirdir. Bizim Marsilya konsolosluğumuzda ilk önce Nice'de faaliyette bulunmuş bilahare Marsilya'ya taşınmıştır. Marsilya konsolosluğumuzun WEB'deki "Misyon tarihindeki önemli olaylar" sayfasında Yönetmenliğini Steven Spielberg'in yaptığı II. Dünya Savaşı sırasında yüzlerce Polonya Yahudisi'ni kurtarmayı konu edinen meşhur "Schindler'in listesi" filmindeki hikâyeyi hatırlatan bir olay yer almaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında (1942-1945) Marsilya konsolosluğumuzun görevlileri Nazilerin Musevilere uyguladıkları zulme karşı çıkmışlar ve temerküz kampına götürülen 80 Musevi'yi ölüm treninden indirerek hayatta kalmalarını sağlamışlar. Schindler'in treni gibi bir şey.
Şimdi Konsolosluğun bu misyon tarihi sayfasına eklemesi gereken ikinci önemli olay ise, Şehzade Mehmed Orhan'ın dramıdır...
Olay, 12 Mart 1994'te Nice şehrinde 30 metrekarelik kiralık odasında 85 yaşında vefat edip cenazesi iki gün sonra yeğeni Melike Hanım Sultan tarafından bulunup şehrin doğu yakasındaki mezarlığa defnedilen II. Abdülhamid'in torunu şehzade Mehmed Orhan'ın vefatından sonra başına gelenler ile ilgili. Şehzade Mehmed Orhan'ın ölümünden yıllar sonra kemiklerinin "mezar aidatı ödenmedi" diye mezarından çıkarılıp kimsesizler mezarlığındaki mazgala atılmasıdır. Mehmed Orhan Efendi'nin kemikleri yıllık 200 euro mezarlık aidatı ödenmediği gerekçesiyle kabrinden çıkarılıp Nice Belediyesi tarafından kimsesizler mezarlığındaki toplu mezar denilen mazgala atılır.
Olayın ortaya çıkmasının ardından yerel yöneticilerle temas kurulduğunu, dönemin yazışmalarının tek tek incelendiğini ve Şehzadenin Türkiye'ye gömülmesi konusunda başvurusu bulunmadığını ifade eden Marsilya Başkonsolosu Deniz Barım "Şehzadenin ölümünden sadece Nice Belediyesinden alınan ölüm ilanından haberdar olunmuş. Cenaze merasimini düzenleyen kişilerle de temas kurulmaya çalışılmış ancak vârislerin konsoloslukla temas kurmadıkları anlaşılmıştır. Ölen bir kişinin kabrinin yakın ailesinin talebi olmadığı takdirde ölümden belli bir süre sonra mezarlığı yerleştirme çalışmaları kapsamında yeniden düzenleme ve mutad prosedürün uygulandığını" ifade etmiş.
Bu üzücü durumun herkesin ihmali ile ortaya çıktığını ifade eden hanedan mensupları ise benzer üzüntülerin yaşanmaması için ailenin itibarının iade edilerek yurt dışındaki Osmanlı hanedanı üyelerine ait mezarların Türkiye'ye getirilmesi gerektiğini söylediler. Nice Türk kültür derneği ve Spor Derneği üyesi Kâtip Tektaş da tahrip edilen kabrin yerine yeni bir mezar taşı dikilebileceğini belirtmiş(!)
Bir Osmanlı hanedan mensubunun trajik hikâyesi sembolik bir mezar taşıyla da bitmemeliydi.
Belki hayattaki hanedan mensupları bir gün vatanlarında buluşacaklar ama birinin itiraf ettiği gibi saray terbiyesi ile yetişenlerin hepsi hayata veda ettikten sonra...
.
Korkuları Batıyı "yamyam" yapıyor
18 Aralık 2014 01:00
Batıyı korkuları yönetiyor ve kışkırtıyor. "Türk Çanı"nı kiliselerinden kaldırdılar ama zihinlerinden hâlâ söküp atamadılar. Her fırsatta Türkiye'nin alanını daraltma çabaları bu yüzden. Batı medyasındaki gezi parkı olayları ile başladıkları Türkiye'yi karalama ve itibarsızlaştırma kampanyası için 14 Aralık operasyonunu da fırsat olarak gördüler. AB ülkelerinde bu son operasyonun anlamı "14 Aralık, yolsuzluğu yazana tutuklama, medyaya pogrom (Bir guruba karşı şiddet uygulamak) muhaliflere ise bastırma "olarak okuyucularına aktarıldı. İçerdeki muhalifler tarafından Batı ülkeleri nezdinde itibarsızlaşma ve yalnız bırakılma olarak alınıp iktidara karşı malzeme olarak kullanılan bu tavır, aslında bu ülkelerin kendi ülkelerinde yaptıklarının ifadesidir.
Mesela "Erdoğan'a muhalif genel yayın yönetmeni tutuklandı" diyen L'Express, "muhalif medyaya gözaltı dalgası" diyen günlük Le Monde gazetesi, gözaltıları flaş haber olarak abonelerine duyuran AFB Haber Ajansı kendi ülkelerinde, annesi beyaz bir Fransız, babası ise Kamerun kökenli olan ünlü komedyen Dieudonne'nin başına gelenler için ne yaptı?
Sahne sanatçısı Dieudonne Fransa'nın dev salonlarında yaptığı gösterilerde Fransa'nın sömürgeci geçmişine ve siyonizme yüklenince özellikle Yahudi lobisi ve bazı insan hakları derneklerinden gelen tepkiler üzerine Fransız hükümeti Dieudonne'nin gösterilerini yasaklatmak için harekete geçer.
Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ırkçılık yaptığı suçlamasıyla komedyenin gösterisine izin verilmemesi için valilere çağrıda bulunurken, içişleri bakanı Manüel Valls da Fransız yerel yönetim ve belediyelerinden Dieudonne'nin gösterilerine izin vermemelerini ister. Fransa'da Danıştay'da yaptığı şovlarda "nefret mesajı" yaydığı ve "kamu güvenliğine" tehdit oluşturduğu gerekçesi ile ünlü komedyen Dieudonne'nin gösterilerine yasak getirir ve evine düzenlenen polis baskınında ele geçirilen yaklaşık 600 bin euro paraya da el konulur. Yasak kararına itiraz için mahkemeye başvuran komedyenin avukatı müvekkilinin Yahudi karşıtı olmadığını sadece Filistin yanlısı olduğunu söylemişti. Fakat son olarak üst mahkeme Dieudonne'nin aleyhine karar verir ve Dieudonne'nin defteri dürülür.
İşte bizim yerli işbirlikçilerin referans aldıkları Batı medyası ortalama olarak Dieudonne'nin düştüğü bu durum karşısında sessiz kalan medyadır.
Bütün iktidarı boyunca saha içi muhaliflere ilaveten dışarıdaki bu saldırılarla da mücadele eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın önceki günkü hitabında söylediği "Hukuk içinde yürütülen operasyon karşısında içeride ve dışarıda insafı aşan bazı tepkiler sergileniyor. Eski Türkiye'nin bütün aktörleri, tüm taraflar ittifak hâlinde savcılarımıza, emniyet görevlilerimize belli merkezlerden idare edilen bir baskıyı uygulamaya çalışıyor. Adımlar atıldığında AB'den hemen birisi çıkıyor açıklama yapıyor. AB kendi aklını kendisine saklasın" ifadeleri Batı nezdinde Türkiye'yi yalnızlığa itmez, aksine ekonomik güce biat eden Batıya durması gereken yeri hatırlatmadır.
Bu içeriden yapılan itibarsızlaştırma saldırılarına Türkiye dışından destek veren bu medyatik şövalyelerin dertleri dünyanın en güçlü 10 ekonomisi içine girmeyi hedefleyen "Yeni Türkiye" korkusudur. Zaten dertleri sanatı, sanatçıyı, yazarı, fikir adamını korumak değil. "Cumhurbaşkanlığı töreninde yaptığı konuşma nedeniyle Alev Alatlı'yı doğramaya çalışanlar" da bir tür yamyamlık yapıyor.
Korkuları bunları "yamyam" yapıyor.
.
Çakma deliler!..
21 Aralık 2014 01:00
Deliler kılık değiştirdi!.. Benim çocukluğumda deliler topuklarına kadar uzayan bir gömlek, üzerinde kirli bir ceket giyer bazıları kara lastikle bazıları da çıplak ayakla gezerdi. Nafakalarını çıkarmak için topluma kendilerini beğendirmek gibi bir endişeleri yoktu. Müstehcenlik sınırına girmeyen dar alan bir dilleri, sürekli tekrarlanan deyişleri, tempolu yürüyüşleri, yüksek avazları vardı. Çalıp çırpmayan kimseyi incitmeyen, kimseye tenezzül etmeyen, konuşurken karşıdakinin gözlerine bakmayan tiplerdi. Zamane delileri gibi işlerine gelen yerde akıllı, parça koparmak için deli numarasına yatan tiplerden değillerdi. Onları değerli kılan hayatı umursamayan sefalete ve kimsesizliğe meydan okuyan tavırlarıydı. Bu, onları değil kendilerine gelenleri sığıntı yapardı. Kutsanmış meczup tavırları el açan değil eli tutulmak istenen tiplerdi. Kendisine sıcak bir çay, simit ikram edebilme fırsatını yakalayanlar o gün işlerinin düzgün gideceği gibi bir bedavacılık saplantısı içine girerdi.
"Hakkında kitaplar yazılan şanlı deliler varmış bir zamanlar. Pazarola Hasan Bey gibi. Belki delilerin en meşhuru... Uğruna gazetelerde makaleler yayımlanmış, tiyatro oyunları yapılmış, pek sevilen makbul bir meczupmuş. Esnaf onun 'Pazarola' selamının bereket getirdiğine inanır, kahve içirmeden göndermek istemezmiş. Hasan Bey ise herkesin davetine icabet etmezmiş. Pazarola Hasan Bey'in Devlet-i Aliye'nin başkentinde payitahtta olması, imparatorluğun ekonomisinin can damarı Eminönü'nde yaşaması ününün en büyük etkisi..."
Zaman, delileri de değiştirdi. Toplumların delilerden, zarar görmeyip, meczuplardan uzaklaşmayıp onlara hüsnü kabul gösterip, aksine medet umması, deli ve meczupların, sözlerinde, hallerinde keramet arayıp, gönlünü hoş tutmaları, cömertçe yapılan yardım ve ihsanlar "deliliği" bol kazançlı meslek hâline getirdi.
Şişkin elbise dolapları, pahalı ayakkabıları ile düzgün giyinen, verilen hediyeyi beğenmeyen, kim daha çok verirse ona iltifat eden, seçim zamanları hâsılatları artan, birbirleriyle mekân paylaşmayıp rekabet eden bir hava içine girdiler. Deli numarasına yatmak çok kazanç ve saygı getiren ulu orta küfürler savurmayı orta oyunu gibi komediye çeviren bir meslek hâline geldi.
Saklı ve kirli duygularını başkalarına savurmak isteyenler için ucuz maliyetli fırsatlar sunuyor bu "çakma deliler"... Kendi bastırılmış öfke saklı duygularını deliler üzerinden seslendiren akıllılar bu bedavacı ve sevimli dolandırıcılığı büyütüp besliyor. Gelecekle ilgili korkuları olanlar, küçük şehirlerde siyaset aktörlerine öfke duyanlar, bozulan işlerini düzeltmek için masum bir elden yardım umanlar, işlediği günaha ucuz maliyetle kefaret ödemek isteyenlerin gözdesi oldular.
Zamane delileri eski ustaları gibi esnaf pazarlarını, sabahçı kahvelerini amele meydanlarını, hastane bahçelerini, cami avlularını mekân tutmuyorlar. Masrafı yüksek düğün salonlarında, siyasetçilerin toplantılarında, arada bir de eşraf cenazesinde dolaşıyorlar. Gitmek istedikleri yerlere yürüyerek değil hayırsever zenginlerin pahalı arabalarıyla gidiyorlar. İş tekliflerini kabul etmiyor, tedavi merkezlerindeki testlerden ustalıkla geçiyorlar.
Gar binalarında, merdiven altlarında, camilerin son cemaat mahfillerinde yatmayan bu zamane delileri ucuz Çin malı kol saatleri gibi. Durumları biraz düzeldi ama eski sevimlilikleri de kalmadı velhasıl eskilerin delisi bile başkaydı.
.
Protez kültür
25 Aralık 2014 01:00
"Kariyer Zirvesi toplantıları"ndan birinde, paylaştığım birkaç tecrübeden ne "Helen Keller"in hikâyesi ne de kornerden attığı gollerle Beşiktaşlı göbekli Şükrü'nün Guinness Rekorlar Kitabı'na girmesi salondaki gençleri ayağa kaldıracak kadar heyecanlandırmadı. Ama Japonların süs ağacı "Bonzai Çamı"na yapılanları anlattığımda merak dolu bakışlar yerini "Hadiii" diye çığlıklara bıraktı.
Bir hayat dersi olan "Bonzai" hikâyesi şöyle: Kaliforniya ormanlarında Sequoia denilen kocaman ağaçlar bulunur. "Mamut ağacı" da denilen bu ağaçların en irisi 81 metre boyunda 24 metre genişliğinde ve 2200 yaşında. En alçaktaki dalının altına 12 katlı bir apartman yapılabilir, biçilip ev yapımında kullanılsa 35 odalı bir ev inşa edilebilir...
İş yerindeki odamda çalışma masamın üzerinde de bir ağaç(!) var saksıda ve boyu kırk santim civarında. Bu bir Bonzai (Bonsai) çamıdır ve evlerde balkonlarda, otellerde lobilerde süs olarak bulunur. Oldukça yaşlı, güzel ve kusursuz bir biçime sahip olmasına rağmen boyu sadece kırk santim.
Birer tohumken Bonsai de Sequoia da aynı büyüklükte idiler.
Peki, ne oldu da aralarında böylesine ürkütücü bir fark meydana geldi.
Sequoia çamı, zengin topraklarda, yeterli yağış, zengin mineral ve bol güneşle beslendi. Bu mükemmel beslenme ortaya dev bir ağaç çıkardı. Bonsai ise topraktan başını çıkardığında Japonlar onu topraktan çıkarıp köklerini bağladılar ve gelişimini engellediler. Bonsai de sonuçta boyu 40 santimde kaldı. Bonsai ve Sequoia içinde bulundukları uygun çevreyle ilgili ortamda eşit şansa sahiptirler. Ne var ki Bonsai yeterince beslenmesi için kullanacağı köklerinden mahrum bırakıldığı için kısa kalmıştır.
İnsanlarında kültür kökleri kurutulursa gücü(!) kısa kalır. İnsan hedefine bulunduğu ortamda ulaşamayacağını fark ederse yapması gereken şey hemen ortamını değiştirmelidir.
İki çeşit kültür (toprak) vardır besleyici ve zehirleyici. Besleyici ortam sizi besler en iyi halinizi ortaya koymanızı sağlar. Size mücadele şansı verir ve size sorumluluk verir.
Zehirli olanlar ise iliğinizi kemiğinizi kurutur. Ne acıdır ki birçok kişi bu kötü beslenmenin baskısı altında kalır ve kendisini gerçekten kötü görür.
Eğer bu hikâyedeki mesaja bireyin üzerinden çıkıp parçası olduğumuz toplum üzerinden bakarsak karşılaşacağımız gerçek bizi mutlu etmeyebilir.
Birinci Dünya Savaşı'ndaki ağır yenilginin üzerimizdeki en büyük tahribatı kaybedilen imparatorluk toprakları, cephelerdeki milyonlarca can kaybı, sefalete, fakirliğe sürüklenen insanlarımızla beraber kültür üzerinde olmuştur. Bir imparatorluğun yağmalanmasında sadece kütüphane ve müzelerdeki kültürel miras değil değerlerde vatan dışına sürgün edilerek, gelecek nesillerinde ruh kökleri kurutularak kıyımdan nasibini almıştır. Kültür arkadan çekilirse toplumda ezilmişlik ve güçsüzlüğe bağımlılık oluşur. Tarih diye Asur ve Hititler, edebiyat diye Yunan'a muhtaç edilen bizim neslin kültürel beslenmesi, arada bir loş ışıklı, küf kokulu salonlarda entel muhafazakârların maziyi hayırla yâd edip teselliden ibaret konferansları ile sınırlandı. Kişisizlik, güvensizlik, idealsizlik ve cahiliye zırvaları ile kökleri bağlanıp bataklığa atılan kötürüm edilen toplum kaybettiği hafızayı yakalamak üzere. Umudumuz bu asır ekonomide olduğu kadar kültürde de esaret trajedisinin sonu olur.
Esaret insana serap gördürür derler ama seraplarda kuş olmaz...
.
Geyikli sahtekâr
28 Aralık 2014 01:00
Noel Baba hikâyelerinin boy gösterdiği; Hıristiyanlık propagandasının diz boyu olduğu aralık ayının sonuna geldik. Kuzey Kutbu'ndaki evinden her yılbaşında hareket edip Ren geyiklerinin çektiği kızaklarla uçarak dünyayı dolaşıp, bacalarından girdiği evlerdeki çocuklara hediyeler dağıttığı safsatasına konu edilen bu iskambil kâğıdı papazı kılıklı herif kimdir?
Zabıta kuvvetlerinin ve çöpçülerin korkulu rüyası olan Noel nedir, ne zaman başladı?
Yılbaşının, Noel'in iç içe yaşandığı, Hıristiyan âleminin Noel'i kutlamaları, 4. asırda Roma İmparatorlarının birincisi olan Konstantin ile başlar. Konstantin, Eflatun'un ortaya koyduğu teslis "Trinite" yani "üç tanrı" inancını, papazlara yazdırdığı yeni İncil'e koydurdu ve Noel'i bayram ilan etti. Böylece yeni bir Hıristiyanlık dini doğmuş oldu...
Noel kutlamaları ve yeni yıl hep Hazret-i İsa'nın doğum günü üzerine bina edilmektedir. Hâlbuki Hazret-i İsa'nın doğumu hakkında, o zamanın edip ve münevverlerinin eserlerinde hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır. Çünkü İseviler, az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, Milat doğru anlaşılmamıştır.
Aralık ayının yirmi birinde, yirmi beşinde veya ocak ayının altıncı veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü miladi senenin beş sene fazla olduğu, çeşitli dillerdeki kendi kitaplarında yazılıdır. Miladi sene, Hicri sene gibi doğru ve kat'i olmayıp, günü de senesi de şüpheli ve yanlıştır. Mesela, İmam-ı Rabbani hazretlerinin bildirdiğine göre, üçyüz seneden fazla olarak noksandır ve İsa aleyhisselam ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman, bin seneden az değildir.
Kendilerine göre bir kurtarıcı tanrıya inanan putperest kavimlerin ayinlerinin en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine, bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yiyip, içki içme ayinleridir. Bu kavimler, bir müddet sonra tanrılarını güneş tanrısı inancı ile birleştirdiler. Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında doğduğuna inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralık'tır.
Hıristiyanlar da, İsa aleyhisselamı kurtarıcı bir tanrı yaparak, bu tarihte doğduğunu kabul ettiler ve bu geceyi "Noel" olarak her sene kutlamaya başladılar. En küçük vakaları bile yazan Roma tarihçilerinin, İsa aleyhisselam gibi büyük bir peygamber hakkında derin bir sükût göstermeleri ayrıca dikkate şayandır.

Hıristiyanların kutladığı Noel bir uydurmadan ibarettir.
Hatta bazı Hıristiyan teşkilatlarının da artık Noel'i bir hurafe kabul ettikleri, dünya basınında çıkan haberler arasındadır. Nitekim 17 Aralık 1996 tarihli haftalık "Newsweek"dergisi bu gerçeği şöyle dile getirmektedir:
"Noel Baba bir hurafeden ibarettir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Ticari maksatlarla sonradan uydurulmuştur. Hediyelik eşya sektörüne milyonlarca dolar kazandıran Noel Baba, kapitalizmin oyuncağı olmuştur. Tarihçi, Stephan Nissenbaun, (Yılbaşı ile mücadele) 'The battle for Christmas' kitabında Hıristiyanlığın temelinde yılbaşı kutlamalarının ve Noel Babanın bulunmadığını, bunun yasaklanmasının gerekli olduğunu bildirmektedir."
Dinimize göre, Hıristiyanların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek, o zamanlarda onların âdetlerini onlar gibi yapmak asla caiz değildir ve Noel ile yılbaşı farklı şeylerdir.
Noel Baba dedikleri bu geyikli sahtekârı, Arif Nihat Asya tarif ediyor: "O, Haçlı Seferleri'nden kalma bir kılıç artığıdır. Silahla giremediği yerlere şimdi beyaz sakalıyla saygılar ve sevgiler toplayarak girebiliyor. O, evimize girerken eşeğini kapımızın arkasına bağlayan bir Piyer Lermit'tir. (*) Kardeşlerini 'mukaddes savaş'a hazırlamaktan geliyor..."
.....
(*) Pierre L'Ermite, Haçlı seferlerini savunan, bütün Avrupa'yı dolaşarak düzensiz halk topluluklarını peşinden sürükleyip, Hıristiyanları Müslümanlara karşı savaşa sürükleyen, keşiş
.
Kaz Dağı'ndan Kraliyet ailesine sebze...
1 Ocak 2015 01:00
Sürekli Tweet atıyorlar, gıda mühendisleri gıda terörüne karşı seferberlik ilan etmiş. Haklılar.
Geçtiğimiz yaz tarım çalışanı bir dostu ziyaret etmiştik. Domates ekili tarlasının bir köşesindeki tahta seki üzerinde sebze yetiştiriciliği üzerine uzunca dertleştik. Binlerce fideden oluşan domates tarlalarının fide uçlarındaki siyah marazları ve mahsule verdiği zararı anlatınca bizim sohbetin de tadı kaçtı.
Bölgedeki domates ekiminde tohum ve fide temini, ilaçlama, satış ve gıda denetimindeki başıboşluk ve vurdumduymazlığı dinleyince tadımız tuzumuz kalmadı:
"Şu anda tarlalardaki fidelerin % 98'i hastalıklı ve bu üründe verimi yarı yarıya düşürüyor. Zararın köyümüzdeki parasal karşılığı ilave ilaçlamalarla iki trilyondur. Tohum ve fide temininden başlayarak pazara kadar el yordamıyla iş yapıyoruz. Köydeki fide miktarı bir milyonun üzerindedir ve çoğunluğu dışarıdan geliyor. Bu hastalıklar ithal tohum kaynaklı fidelerle musallat oluyor, fide üreticisi ile hesaplaşmak için tarım il müdürlüğünden 'fidelerin hastalıklı olduğuna dair rapor verin' diyoruz onlar da 'biz veremeyiz' diyor..."
Dostumuz, daha sonra kırmızı renkli domateslerin yanına tarlanın bir köşesinden topladığı daha iri, kokulu pembe renkli birkaç domates koydu.
"Bu da sizin yıllardır lezzetine hasret kaldığınız yerli Osmanlı domatesi. Her hasat dönemi ürün verebiliyor ve sürekli tohum ithal etme bağımlılığını ortadan kaldırıyor. Lezzeti ve genleriyle de oynanmamış. Bu tohumlarla İsrail'e olan bağımlılığımız da ortadan kalkmış olacak, Çünkü bu tohumlar her dönem mahsul verebiliyor oysa İsrail tohumlarıyla sadece bir kere ürün alabiliyorsunuz" dedi.
Anlatılanlar bana birkaç yıl önce İngiliz Veliaht Prensi Charles'ın Türkiye'ye yaptığı ziyaretle ilgili bir olayı hatırlattı. Prens Charles, Türkiye'deki organik bağlarda yapılan uygulamalarla ilgili bilgi almış, organik olarak üretilen kuru yemiş ve bakliyatları incelemişti. "Prensin ziyaretinde benim için ayrılırken uçağına doldurduğu kasalar dolusu sebze önemliydi" diyen Ruhi Mehmet Çilek şu tespitleri yapmıştı:
"Koca Prens herhalde Türkiye'nin domatesine muhtaç değildi ve bu kasaların bir anlamı olmalıydı. Evet, Prens yanılmıyorsam Kaz Dağı'nda kendisi için yetiştirilen organik sebzeleri ülkesine götürüyordu. Meğer o civarda yaşayan birkaç aile sürekli kraliyet ailesinin sebzesini yetiştiriyormuş ve kraliyet ailesi sadece bu sebzeleri kullanıyormuş."
Gelelim işin teknik meselesine.
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nda (muhtemelen 5 yıl önceki rakamlar) 115 bin kişi çalışıyor, 196 üniversitemiz, 23 ziraat fakültemiz, 58 tarım araştırma enstitümüz ve 10 bin işsiz ziraat mühendisimiz var. Buna rağmen Türkiye tohumda dışa bağımlı, tohumun patronu ise İsrail. Bu tohumların bir ekimlik olduğunu bilmeyen yok. Yani İsrail'den bir defa tohum almakla kurtulamıyorsunuz. Bir gram tohumun fiyatı her dönemde bir gram altına denk oldu.
Üstelik İsrail tohumunu toprağa bir ektin mi artık isteseniz de yerli tohuma dönemiyorsunuz. Genetik tohum o toprağa da zarar veriyor. Artık hep bu genetik tohumu kullanmak zorundasınız. 50-70 yıl sonra ise toprak kullanılamaz hale geliyor.
Her dört kişiden birinin tarımda çalıştığı, halen yıllık 62 milyar dolar olan tarım üretiminin 2023 yılında 150 milyar dolar olması hedeflenirken, gıda güvenliği giderek önem kazanırken, domates tohumunu hâlâ kendimiz üretemiyor, ziraat mühendisini tarla yerine ofislere mahkûm ediyoruz.
Bence gıda zehirlenmesinden önce fikren zehirleniyoruz...
.
İntihar ve hayat arasındaki köprü...
4 Ocak 2015 01:00
Bilirsiniz yaşadığınız muhit küçükse buralarda herkes birbirini tanır ve yüzlerini ezberler. Geçtiğimiz hafta yaşanan iki intihar vakası beraberinde çok sayıda insanı da etkiledi.
Her intiharın biz bilmesek de bir hikâyesi ve nedenleri vardır. Araştırma sonuçlarına göre genetik faktörler, kişinin yetiştiği çevre şartları, aile şartları ve çocukluk hayatı, yaşadığı acı olaylar, sevdiklerinden kayıplar gibi pek çok etken kronik depresyona sebep olmakta ve depresyon süresi uzayınca "majör depresyon" ortaya çıkıp intihara yol açmaktadır. Ülkemizde 2013 yılında intihar edenlerin sayısı 3225 kişi gibi acı bir sonuç. Son 20 yılda ise yaklaşık 40 bin kişi hayatını sonlandırmış.
Sebepler ne kadar çeşitli olsa da hepsinin ortak yönü, intihar eden kişilerin büyük bölümü intihar etmek konusunda bir süre kararsızlıklar yaşarken, hayatla ölüm arasında gidiş gelişler sırasında intihar edeceklerini çeşitli vesilelerle "ima" etmeleridir. Ancak olumsuz bir şekilde damgalanacaklarına inandıkları için bunu açık ifade edemez ve yardım almaktan çekinirler...
Otoyol devriyesi olarak Golden Gate köprüsünde görev yapan emekli polis Kevin Briggs TED'deki konuşmasında intihar edenlerin, intiharın (köprüden atlamanın) kendisini bütün endişelerden ve kederlerinden kurtaracağına inandıklarını anlatıyor.
Ümitsizlik, her şeyin kötüye gittiğine ve asla daha iyi olamayacağına, elinden hiçbir şey gelmediğine inanmak, hayattan kopmak bu kadar kolay olmamalı. İntiharı düşünen kişiler başkalarını incitmek için bunu yapmazlar. Onlar sadece acılarına son vermek isterler. Tabii intiharın alkol ve uyuşturucuya müptela olmak gibi farklı yolları da var.
Arkadaşınız veya sevdiğiniz birisi sizi gece yarısı telefonuyla yatağınızdan kaldırıp intihar etmek istediğini söyleseydi ne yapardınız? Ne söyleyebilirdiniz?
Ben bu travmayı uzun yıllar önce yaşadım ve sabah namazına kadar süren telefondaki konuşma arkadaşımın korkuları ile sadece bir yüzleşmekten ibaretti. Üç saatte on yıl yaşlandım ama bir hayat kurtuldu ve sonra ben ona ne anlattıklarımı düşündüm. Kendisini tekrar aradığımda kendisini intihardan vazgeçiren şeyin ne olduğunu sordum. Ne söyledi biliyor musunuz "beni dinledin..." dedi. Bu tecrübeyi "Hayat Fıçısı" kitabımda okuyucularımla paylaştım.
Bu aslında intihar girişimcisinin attığı yardım çığlığıdır ve hepsi birbirinin aynıdır.
Binlerce kilometre uzakta, otoyol polisi Kevin'in hikâyesi de bunu doğruluyor.
"11 Mart 2005'te olası intihara meyilli bir kişinin Kuzey Kulesi yakınlarında köprünün kaldırımında yürüdüğüne dair bir çağrı aldım. Motosikletimle kaldırımda ilerledim ve bu adamı kaldırımda ayakta dururken gördüm. Beni görünce korkuluğun diğer tarafına geçti ve kulenin etrafını saran küçük borunun üzerine çıktı. Sonra bir buçuk saat boyunca bana mutsuzluğunu ve çaresizliğini anlattı. O gün kendi kendine korkuluktan inmeye ve hayata bir şans daha vermeye karar verdi. Yanıma gelince onu tebrik ettim 'Bu yeni bir başlangıç, yeni bir hayat' dedim. Ama ona sordum 'neydi seni geri getiren ve umuda ve hayata yeni bir şans verdiren?' Bana ne söyledi biliyor musunuz? dedi ki:
-Beni dinledin, konuşmama izin verdin ve sadece dinledin..."
Nice köprülerin etrafında nice intihar girişimleri var. Tecrübelerimle ve gördüğüm kadarıyla yardım çığlıkları karşısında yaptığımız konuşma kadar onları dinlememiz önemli. Sadece yanlarında bulunarak onları anlamak için dinlemek, tartışmadan, suçlamadan dinlemek.
Bu kadarla, sadece onların yanında bulunarak hayata dönmek için ihtiyaçları olan şeyi verebiliriz. Çünkü yalnızlık insanları öldürüyor, kara bir delik gibi yutuyor...
.
Küvette boğularak ölme ihtimali piyangodan daha yüksek
8 Ocak 2015 01:00
Kolay yoldan servet sahibi olma hırsı ciddi ve bulaşıcı bir hastalık. Milyonlarca insan, hep beraber yapınca iş sıradanlaşıp çirkinliğini kaybediyor. Arkada kalan Yılbaşı Piyango Çekilişi hengâmesinde tam biletlerin 50, yarımın 25 ve çeyrek biletin de 12.5 liradan yok satması bu yüzden. 10.000.000'da bir ihtimal olsa da bu küçücük ihtimale para yatırıp umut satın almak isteyenler daha büyük risklerden kurtulmak için ne verirler?
Bir eşek veya at tarafından tepilerek, sıcak suda haşlanarak, kene tarafından ısırılarak, lunaparkta uçan sandalyeden savrularak ölme ihtimalimiz büyük ikramiye kazanma ihtimalinden çok daha yüksektir.
İş kazasında ölme ihtimalimiz piyangonun bize çıkması ihtimalinden 230 kat daha yüksektir. Çünkü memleketim 100 bin çalışan başına ölümlü iş kazalarında Avrupa'da birinci dünyada ise üçüncüyüz. El Salvador ve Cezayir'in ardından üçüncü olan memleketimde her yıl ölümle sonuçlanan iş kazası oranları 100 binde 20.5 iken bu oran Norveç, İsveç, Danimarka gibi ülkelerde 100 binde 2 oranının altında.
Trafik kazasında ölme ihtimalimiz 1250 kat daha yüksektir çünkü son 10 yılda memleketimde meydana gelen trafik kazalarında 42 bin 447 kişi öldü, 2 milyon 26 bin 986 kişi de yaralandı. Yılda 1 milyona yakın trafik kazasının yaşandığı ülkemde günde yaklaşık 12 kişi kazalarda hayatını kaybediyor.
Kalp krizi geçirerek ölme ihtimalimiz büyük ikramiyeyi kazanma ihtimalinden 4.000.000 kat daha fazladır. Çünkü Türkiye'de her yıl aniden gelişen kalp krizi sebebiyle ölenlerin sayısının 150 bin civarında olduğunu belirten uzmanlar 3 milyon koroner kalp hastası olduğunu ve bu rakama her yıl 90 bin kişinin eklendiğini söylüyor.
Alınmayın ama intihar ederek ölme ihtimalimiz bile büyük ikramiyeyi kazanma şansımızdan çok daha fazla. Çünkü 2013 yılında ölümle sonuçlanan intihara teşebbüs sayısı 3189 oldu. Yüz bin nüfusa düşen intihar sayısı 4,19 oldu. Diğer bir ifade ile her yüz bin kişiden dördü intihar etti.
Uyuşturucu bağımlısı olarak ölme ihtimalimiz 40 kat daha fazla çünkü bir yılda 325 kişi uyuşturucu madde kullanımına bağlı olarak hayatını kaybetti. Raporlarda 60 bin uyuşturucu bağımlısı olduğu belirtilirken 4 bin 720 kişi tedavi görüyor. Türkiye genelinde de bir yılda 83 bin uyuşturucu operasyonu düzenlenmiş 130 bin kişi hakkında adli işlem yapılmış.
Hatta gıda zehirlenmesine maruz kalarak ölme ihtimali bile büyük ikramiye kazanma şansından fazla. Çünkü bir yılda zehirlenme şüphesi ile hastanelere başvuranların sayısı 750 bin civarında olduğu söyleniyor. Tahminlere göre her yıl 15 milyon kişi gıda zehirlenmesine maruz kalıyormuş.
Promosyon ölümlere gelince, merdivenden düşerek ölme ihtimali 4 kat, köpek balığı saldırısında ölme ihtimali 5 kat, yataktan düşerek ölme 7 kat, küvette boğularak ölme ihtimalimiz ise 15 kat daha yüksekmiş.
Geleceğini, 10 milyonda bir ihtimalli şans oyunları ve büyük ikramiye üzerine kurmayı hayal edenlerin genelde insan ihmali sonucu meydana gelen trafik kazaları, iş kazaları, uyuşturucu bağımlısı gibi ocak batıran tehlikelerin önlenmesi için el birliği ile bir gayret içinde olsak bize daha garantili ve aydınlık bir gelecek kurmaz mı?
.
Ne iş olsa yaparım abi!..
11 Ocak 2015 01:00
İşsiz üniversite mezunları ile ilgili ciddi sıkıntılar var. Ülkemizde üniversite mezunu olup da iş bulamamak sıkça rastlanır bir durum oldu. Hem kendileri hem aileleri hem ülke için ciddi bir kayıp. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan işgücü istatistiklerine göre her 5 işsizden birini üniversite mezunları oluşturuyor.
Neden bu kadar yıl eğitim gördükten sonra çocuklarımızın önemli bir kısmı iş bulamasın, aldıkları eğitim dışında farklı işlerde çalışmak zorunda bırakılsınlar? Hem de ekonomimizin dünyanın sayılı ekonomileri arasında yer aldığı, enflasyonun tek haneli rakamlara düştüğü döneminde.
Üniversite bitirmenin mesleki yeterlilikle birlikte kişinin karakter, insan ilişkileri, hayat hakkındaki görüşüne de katkıda bulunduğu söylenir.
Ancak üniversite mezunlarının istihdamı ile ilgili sonuçlar çoğu uzmanı farklı görüşlere itiyor.
Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan diyor ki: "Her sene binlerce öğrenciye dokunan birisi olarak şunu söyleyebilirim ki, eğitim sistemimizin baştan sona yenilenmesi gerekiyor. Öğretilmemesi gereken şeyleri öğretiyor, öğretilmesi gerekenleri es geçiyoruz. Dünyanın en ağır eğitim çarkının içerisinde okuldan nefret eden milyonlarca genç yetiştiriyor, üstelik onları dış dünya ile mukayese edilebilecekleri sınavlara soktuğumuzda en gerilerde kalıyoruz. Çocuklarımızı ne spor, ne kültür-sanat, ne sosyal hayattan faydalanamadıkları bir esir kampı ortamında, sınavdan sınava koşuşturuyoruz. Sonra elimizde ne kalıyor derseniz; mutsuz ve yeteneklerinin farkında olmayan bir genç kitleden söz edebiliriz..."
Gençlerin dış dünya ile rekabet edebilmeleri nasıl sağlanır?
İş dünyasının başarılı profesyonellerinden Cem Kozlu "Artık insanlar, kitaplardan, kurslardan, eğitimlerden çok birbirlerinden görerek, duyarak öğreniyor. Eğitime, bilgiye ulaşma imkânı arttı ve kolaylaştı. Ben üniversite öğrenimi için ABD'ye gittiğimde bursum yetmedi, kütüphanede çalıştım, garsonluk yaptım. Garsonluk yaparken kazandığım tecrübeler işletme fakültesinde okumaktan bile çok şey öğretti diyebilirim. Ben de oğlumu 14 yaşında bir tuhafiyeciye çırak verdim. Önce istemedi ama sonra çok şey öğrendiğini kabul etti. Bizim ülkemizde öğrencilerin sosyalleşme imkânları sınırlı" diyor.
Diplomayı kapınca hemen işe girmek, kariyer basamaklarını hızla tırmanmak, kısa sürede yönetici olmak hayali gençlerin sosyalleşmelerinin önündeki en büyük engeldir. Onları üniversite kampüsü içinde bloke eden, sonra eline diploma tutuşturup hayata salan uygulama bu sonucu hazırlamaktadır. Hâlbuki öğrencilik yıllarından başlayan, üniversite yıllarında "eşleştirme programları" ile devam eden küçük işler onları zirveye çıkaracak büyük tecrübelerdir. Batı üniversiteleri "etiketleme programları" ile öğrencilerini iş dünyasıyla tanıştırıyorlar. Bu ortamlarda gençler kendi geleceklerini görücüye çıkarıyor, yeteneklerini iş tecrübelerini, çevrelerini geliştiriyorlar.
Ünlü yazar JeffreyJ. Fox Küçük işlerle büyük para kazanmanın yolları (How to make Big Money in Your Own Small Business) adlı kitabında diyor ki: "Bir zamanlar inek sağan, çim biçen, kar küreyen, çocuk bakıcılığı yapan, garsonluk yapan, süper marketlerde poşet dolduran insanları işe alın. Sokak üniversitesinden alınmış doktora, bildiğimiz okullardan alınmış doktorayı güçlendirir, değer katar."
Gençlerimizin iş dünyasında tecrübe kazanımları üniversiteden başlar ve bu koridoru üniversite, sanayi-kamu iş birliği açmalıdır.
Üniversiteler "ne iş olsa yaparım abi" mezunları üreten kurumlar olmamalıdır..
.
Sorun terör mü, medeniyetler çatışması mı?
15 Ocak 2015 01:00
Samuel Huntington'un 1990'lı yıllardan sonra, uluslararası ittifakların politik ya da ekonomik ideolojiler arasında değil, medeniyetler arasında olacağını savunduğu "medeniyetler çatışması" tezi Fransa'daki "Charlie Hebdo" saldırısından sonra güçlenerek gündeme oturdu.
Huntington "İslam ülkeleri arasında büyük bir ekonomiye ve güçlü silahlara sahip olan ve dünyadaki Müslümanlara dinî ve politik alanlarda liderlik yapabilecek çapta İslami kültür kaynaklı tek ülke bile yok" diyor. O zaman bırak bir medeniyetin merkezindeki ülke olmasını Türkî Cumhuriyetlere bile ağabeylik yapmayı yakıştıramadıkları Türkiye karşıtı bu rahatsızlık neden?
Demek ki kendi dünyalarında Türkiye bu iddiadan farklı ve güçlü bir yerde duruyor.
Kendi vatandaşları, Koachi kardeşlerin 12 kişiyi katletmesini, Batı medyası ve içerideki çanak tutanlarca "Fransa'nın 11 Eylül'ü" olarak etiketleme gayretlerinin arka planı, ilerideki hamlelerine meşruiyet kazandırmaktan ibarettir.
Demokrasi ve insan haklarını her zaman George Orwell'ın "hayvan çiftliği"ndeki gibi sadece kendi türü için bir imtiyaz olarak gören ve çifte standart uygulayan Batı çatal dillidir. Çok övündükleri kandan ve hırstan ibaret medeniyetlerinin harcı bugün Asya'dan Uzak Doğu'ya kadar her tarafı çölleştirmektedir.
ABD Türkiye'ye henüz bir davetin ulaşmadığı bir terör zirvesi yapacağını açıkladı. Bu zirvede ABD'nin nerede durduğunu hatırlatması bakımından biri 1854 yılındaki Başkan Franklin Pierce'e, topraklarına göz diktiği Duwarmish Kızılderililerinin reisi Seattle'ın yazdığı mektubu okusa. Topraklarının büyük bir bölümü zorla ellerinden alınan Duwarmish Kızılderililerinin reisi Başkan Franklin'e yazdığı mektup dünyanın bugün içinde bulunduğu durumu gerçekçi bir şekilde anlatmaya yetiyor:
"Washington'daki büyük reis bizden toprak istediğini yazıyor. Bu bizim için çok büyük bir fedakârlık olur. Çayırların ve ırmakların suyu bizim için yalnızca akıp giden su değildir, aynı zamanda atalarımızın kanıdır. Beyaz adam anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alınıp satılacak şeyler gözüyle bakar. Onun bu ihtirası toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecek."
Zaman kendisini haklı çıkarınca Kızılderili şunu söyler.
"Verdikleri sözün sadece birini tuttu çatal dilli soluk yüzlüler. Topraklarınızı alacağız dediler ve aldılar..."
Beyaz adam yeni dünyada veya yaşlı kıta'da bugün de farklı düşünmüyor. Türkiye'nin tarihi refleksi ile İslam medeniyetinin merkez ülkesi rolüne geçmesi korkusundan, çatal dille konuşma alışkanlıkları nüksediyor. 1918'e kadar İslam dünyasının lideri olduğu halde bölge barışının kurulmasında Türkiye'nin aktif rol almasına müsaade edilmiyor. Şizofren toplumlarındaki çöküntüyü durduramıyorlar ama 21. yüzyılın yükselen gücü Asya ve Uzak Doğu karşısında bir savunma hattı oluşturmaya çalışıyorlar. Bu maksatla, müdahale ettikleri her yerde mantar biter gibi terör örgütleri kurup, palazlandırıp, yeni çatışma alanları üretiyorlar. Mücadele diye sundukları kendilerinin bile inanmadığı küresel yalan sorunun kendisidir. Onların üzerinden işledikleri cinayetlerin faturasını da İslam dünyasına keserek "militan İslam", "radikal Müslüman" gibi soğuk tanımlamalar ile en azından Müslümanları etiketleyip itibarsızlaştırmakta, hayatlarını zorlaştırmakta nihayetinde ise yeni müdahalelerine gerekçeler üretmekteler.
Bu "medeniyetler çatışması" ile kurmayı hayal ettikleri "yeni dünya düzeni" olsa olsa her şeyin yiyip bitirildiği bir çölden ibaret olabilir. Ama öylesine hızla çürüyüp, yaşlanıyorlar ki gaspları bitmeden arkalarındakini kaybedecekler...
.
Buz dağı tam önünüzde
18 Ocak 2015 01:00
Muktedirler her zaman göründükleri gibi değildir. Güçlü olanlar, güçsüz rakiplerle karşı karşıya geldiklerinde onların güçlü görünen özellikleri büyük bir zayıflığın kaynağı olabilir. Tarih şımarıklığın kibirle örtündüğünde "gücün" sahiplerine nasıl kefen olduğunun örnekleri ile doludur.
1910 yılında White Star Line şirketi bastırdığı broşürlerle "batması imkânsız" bir transatlantiğin reklâmını yapıyordu. 1861 yılında İrlanda'da kurulan Harland and Wolff tersanesi her şeyiyle en büyük, en ihtişamlı ve en güçlü olması planlanan Titanic'i inşa etmeye başlamıştı. 46.328 ton olarak inşa edilen Titanic'i hareket ettirebilmek için iki tane dört silindirli buhar motoru kullanılıyor, devasa geminin kalbi tam 59.000 beygir gücü üretiyordu. 3.547 yolcu kapasitesi, içinde bir yüzme havuzu, spor salonu, kütüphane ve Türk hamamı yer alıyordu.
1909'da inşasına başlanan, 269 metre uzunluğunda 28 metre genişliğinde 46.328 ton ağırlığındaki Titanic, 31 Mart 1912'de tamamlanan denize indirildi. Milyonerler, siyasetçiler, aktör ve aktrisler katılmak için sıraya girdiği ilk seferine 2.240 yolcusuyla New York'a doğru tarihî yolculuğuna çıktı. 14 Nisan gecesi, gökyüzü açık, ay ışığı yoktu ve sıcaklık neredeyse sıfır dereceye kadar düşmüş, kaptan telsizle gelen buzdağı uyarılarını dikkate alıp geminin rotasını biraz daha güneye çevirmişti. Saat 11.40'ta geminin iki gözcüsü köprüyü telaşla "Buz dağı tam önümüzde" mesajını geçtiğinde artık çok geçti. İkinci kaptan Murdoch bazılarına göre hatalı karar vererek gemiyi döndürmeye çalıştı. Ama TİTANİC'İN ÖVÜNDÜKLERİ İRİLİĞİ SERİ MANEVRAYI ENGELLEYİNCE daha sağlam olan burnu yerine buz dağına yandan çarpıp daha fazla hasar aldı. Su geçirmez 16 bölgesinin 6'sı hasar alıp gemi hızla suyla dolmaya başladı...
Dakikalar içinde geminin içindeki su 2.5 metre yüksekliğe ulaştığında gemideki 20 kurtarma botundan 65 kişi alabilen ilk kurtarma botu sadece 28 kişiyle suya inebildi. Telsiz operatörleri sürekli yardım çağrısı gönderiyordu. Ancak Titanic'e en yakın gemi olan Carpathia'nın enkaza varması 4 saat sonra oldu. Köprüden başka bir geminin ışıkları görünse de bu esrarengiz gemi Titanic'le iletişime geçmemiş ve yardım çağrılarını cevapsız bırakmıştı.
Saat 02.05'te geminin burnu tamamen sulara girmiş, 02.17'de sular güverteyi basmıştı. Geminin yapımında kullanılan malzemenin esneme özelliği olmaması korkunç akıbetini hızlandırdı. Gövde içine dolan sulara dayanamadı ve ikiye ayrıldı. Önce burnu battı ardından kıç kısmı sulara gömüldü.
Titanic'in korku ve heybet veren iri gövdesi kaptan ve yolcularının ilk sefere katılmanın verdiği kibir ile şişince önündeki buz dağını ıskalayamadı. Büyük bir dehşetin yaşandığı bu tarihin en büyük deniz kazalarından birinde ilk seferine çıkarken İngiliz gazetelerinin "Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz" diye manşet attığı TİTANİC Kuzey Atlantik'in buzlu sularına gömüldü. Ortaya çıkan bilânçoda 2.223 kişiden sadece 706 kişi kurtulmuş 1.516 kişi hayatını kaybetmişti.
Rahatlık tuzak, kibir ahmaklık, zirveler ise çöküş ve felaketin tohumlarının yeşerdiği yerdir. Yeni Dünya düzeni peşindeki Batı, ıskalamaya çalıştığı buz dağını kendi içinde taşıyor. Medeniyetlerinin merkez ülkelerinin çoğunda hâkim olan maneviyattan yoksun sekülarizm kendi kültürel yok oluşunun filizlerini de içinde taşıyor. İrileşmiş, eşi benzeri yok diye göklere çıkardığı medeniyeti bencilliği, egosantrizmi, ırkçı ve dinci fanatizmi, kültürel şovenizmi, emperyalist tahakkümcülüğü temsil eden bir BUZ DAĞIDIR. Batı, ıskalayamayacağı bir hedefe hız kesmeden tüm hoyratlığı ile "doğuya" doğru giderken Asya'dan kopup gelen ÖTEKİ buz dağlarını da henüz fark edemedi. Ama kibri onun zayıflığıdır ve arkasına sığındığı çıplak medeniyeti ve merkez ülke olma rolü gelecek yüzyıla kadar gerileyip, tarih denilen okyanusta giderek azalan bir ses gibi kaybolacak.
.
Çıkrıkçıların parmaklarını kesen uygarlık
22 Ocak 2015 01:00
Batının vahşetlerini kutsamak gibi bir sapkınlığı var. Kendi medeniyetleri dışındaki milletleri ve medeniyetleri her fırsatta aşağılamak, bunun için de gerekçeler üretmek onun vasfıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yabancı konuklarını Türklerin kurduğu imparatorlukları temsil eden 16 askerle karşılamasını endişe ile karşılayan İngiliz Financial Times gazetesi önceki gün başyazılarından birinde Türkiye'nin Batıdan koptuğunu belirterek "Batı Türkiye ile ilişkilerini gözden geçirmelidir" diye yazmış. Dün ideolojiler üzerinden yürüttüğü saldırganlığı bugün medeniyetler üzerinden yürütmesi zenginliğini besleyen sömürgeciliğinin son mağdurlarını da kaybetme korkusundan. İngiliz yazar William Howitt "Hıristiyan Batı denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyunduruğu altına alabildiği milletlere karşı gösterdiği vahşet ve zulmün bir benzerine hiçbir çağda ne kadar yabanıl, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun başka hiçbir soyda rastlanamaz" diyor. Bunun dramatik bir hikâyesi Hindistan'daki yerli kumaş üretimini yok etmek için İngilizlerin 1760'lı yıllarda gerçekleştirdikleri, Hindistanlı dokumacıların kumaş dokurken düğüm atan başparmaklarını keserek onları kumaş üretemez duruma düşürmesidir...
Marxizmin ikinci önderi Engels dokuma fabrikatörü bir İngiliz kapitalisti olduğu için İngilizlerin Hindistan'daki yerli kumaş üretimini çalışanların başparmaklarını keserek yok etmelerini görmezden gelmiştir. "İngiltere'de işçi sınıfının durumu" adlı kitabında "Hindistan'daki milyonlarca elle çalışan dokuma tezgâhı, İngiltere'de Lancashira'da enerjiyle çalışan dokuma tezgâhları tarafından sonunda çökertildi" demektedir. Engels'e göre İngiliz kumaşı makineyle üretildiği için ucuz, Hindistan kumaşı ise elle üretildiği için pahalıdır. Herkes ucuz olan İngiliz makine kumaşını almaya yönelince pahalı olan Hindistan el dokuması kumaşlar müşteri bulamamış ve böylece Hint kumaşı üretimi de yok olmuştur. Oysa işgücünü kaybettiği için kumaş üretemez duruma düşünce dünya pazarlarında Hindistan kumaşı yok olurken, İngiliz kumaşı egemenliği başlamış ve Hindistan İngilizlerin müşterisi olmuştur.
İngiliz Emperyalizminin bu başparmak kesme vahşetine alkış tutan Komünist Karl Marx vahşeti "ilerici bir devrim" olarak onaylamış ve 25 Haziran 1853 günkü New York "Daily Tribune" gazetesindeki yazısında "uygarlaştırıcı, ilerici ve devrimci" bir uygulama olarak alkışlamıştır.
Buna karşılık Hindistan'da Doğu Hindistan Şirketi'nin yönetim kurulu üyeliğini yapan William Bolts, sadece Hindistanlı dokuma işçileri el tezgâhlarında yerli kumaş üretmesinler de, fabrika işi İngiliz kumaşlarına pazar açılsın diye işçilerin parmaklarının kesilmesine isyan ederek bu vahşeti yapan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nden ayrılmıştır. Ayrıldıktan sonra da İngilizlerin bu vahşetlerini ilk baskısı 1772'de Londra'da yayımlanan müteakiben de İngilizlerin British Library'deki nüshalarını bile toplayıp imha ettikleri "Considerations on India Affairs" adlı kitabında belgeleriyle anlatmıştır.
İngilizler bu zulümleri nasıl yapabildi?
Hindistan'da kan ve renk bakımından Hintli fakat düşünce, ahlak ve zekâ bakımından İngiliz bir toplum yetiştirilmesi için çok çalıştılar. İngilizce lisanından ve edebiyatından başka hiçbir şey bilmeyen Hıristiyanlaştırılmış kimseler yetiştirdiler. Bunlar da memur olarak istihdam edildi. İşte bu zulüm ve vahşeti yapanların üçte ikisini bu şekilde beyinleri yıkanmış, kendi milletine düşman edilmiş veya para ile satın alınmış yerli Hintli teşkil ediyordu.
"Eğer içerideki yerli ihanet etmezse, dışarıdaki düşman zarar veremez" sözü gerçekleşmişti.
.
"Bu benim oğlum değil!"
25 Ocak 2015 01:00
Önceki gün uyuşturucu bağımlısı olup suça bulaşan oğlu için feryat eden bir baba haber bültenlerindeydi. Tanınamaz hale gelen oğlunun önce eşinden ayrıldığını sonra aile içinde sürekli sorun çıkardığını ve nihayetinde uyuşturucu temini için suça bulaştığını anlatan baba nihayetinde "Bu benim oğlum değil" diyerek sahadan çekildi. Ortada son yıllarda giderek artan, çoğu ailenin içinde yandığı birçoğunun da kıyısından köşesinden bulaştığı ciddi bir sosyal sıkıntı ile karşı karşıyayız. Hemen herkes, bu yaşanan aile dramları, cinayet, şiddettin öznesi durumundaki çocukların bu hale gelmesinden onları sorumlu olarak topun ağzına koyup suçlu ilan ediyor. Tedavi merkezleri, cezaevleri bu suçlularla dolarken, dışarıdaki masumlar ise "bu benim oğlum değil" gibi kolay kabul gören bir savunma geliştiriyorlar.
Eğer Ay'dan gelmedilerse bunlar kimin çocukları?
Kabul görmeyeceğini bilerek söylüyorum, eğer bu çocuklar suçun verdiği ezikliği ruhlarından atabilseler şunu söylerler: Bu benim babam değil, bu benim ailem değil bu benim sokağım, benim şehrim benim cemiyetim değil...
TÜİK verilerine göre suça sürüklenme nedeni ile 2013 yılında 115.439 çocuk hakkında işlem yapılmış. Bu rakam 2012 yılı rakamlarına göre %30 daha fazla. Çocuklardan, 2013 yılında 42.542'sine adam yaralama ve şiddet uygulama, 33.038'ine hırsızlık,10.504'ü uyuşturucu kullanma ve satmak, suçları isnat edilmiş.
Bu duruma nasıl geldik?
Büyükler dört şey küçükken önlenmeli yoksa büyüyüp insanı (toplumu) yutar buyurmuş.
Hastalık, devam eden zarar, düşmanlık ve yangındır. Buna beşincisini ilave et deseler "kötü alışkanlık" derim. Bağımlılık bir barajdaki küçük çatlak gibi, fark edilmediğinde barajın gövdesini yıkmadan durmaz.
Oğlunun eroinman olduğunu söyleyerek yaşadıkları felaketi anlatan bir baba, "Oğlum uyuşturucu kullanmaya okul döneminde başladı. Bu illet bize okulla birlikte geldi. Dışarıda edindiği arkadaşların etkisi oldu. Oğlumun birinci döneminden sonra derslerinde düşüş başladı ve bu düşüş sürdü. Meğer 14-15 ay öncede esrara başlamış. Ben hayatta bazı şeyleri o zaman öğrendim ki, babalar baba gibi olacak. Anneler anne gibi, Çocuklar da çocuk gibi olacak. Ben oğlumla daha çok arkadaş olmayı seçmiştim. Yani çocuk "Ya baba denemiştim" dediğinde "tamam oğlum bir daha içme" diyerek geçiştirmemem gerekiyormuş. Bunun sebebini, nereden geldiğini, araştıracaksın ama ben bunların hiç birini yapmadım.
Dışarıda ve ailelerin içinde ciddi bir savaş yaşanıyor. Bu savaşın kurbanları geçimsizlik, boşanma, şiddet uygulamak, uyuşturucu kullanımı, alkol kullanımı, depresyon, intihar ve bilindik suçlara bulaşan gençler ve ailelerdir. Bunun için medyayı, TV ve interneti, film yıldızlarını, ya da herhangi birini suçlayabiliriz. Ama doğru olan bu suça hepimiz kıyısından köşesinden bulaşıyoruz ve bir liste yapacak olursak listenin başına kendimizi yazmak durumundayız zira çocuğumuzun iyi ya da kötü ne olacağı evlerimizde neler olduğuna bağlıdır. Ailenin toplumumuzun temel taşı olduğunu hepimiz biliyoruz. Mühendis, iş adamı, doktor, olmadan önce hepimiz insanız. Hepimiz bir ailenin parçası, baba, anne, eş, evlat ve kardeşiz. Aile dışındaki insanlarla da komşu, iş arkadaşı, gibi derin bağlarımız var. Etrafımızı saran bu insanlarla olan bağları kopardığımızda, onları kaybedip veya kendimiz kaybolduğumuzda, iftihar ettiğimiz servet ya da makam büyürken çocuklarımızı kaybedebiliriz.
Böyle bir bela başımızdayken, dışarıda başarı diye övündüğümüz işlerle uğraşmanın ev yanarken bahçe duvarını boyamaktan farkı yoktur.
.
Sallan, sallan da yolumuzu bulalım(!)
29 Ocak 2015 01:00
Siyasette medya aracılığı ile korku yayarak toplumu ajite etmek öteden beri bilinen bir tefeci yoludur. İhtilalciler, "bebek, köpek davası" hikâyelerini medya aracılığı ile Menderes ve arkadaşlarına 1960'ta reva gördükleri zulmü meşrulaştırma çabalarında kullanmıştı. Bu korku hikâyelerini çok daha masumane olarak 1970'li yıllarda Ecevit'e karşı bir sahne sanatçısı ustalığı ile Demirel miting meydanlarını kullanarak cömertçe ve sıkça başvurdu. Uzayan margarin, şeker ve yakıt kuyruklarını malzeme olarak kullanıp "Bunlara oy vermeyin, yağmur yağmaz, ot bitmez, ineklerin sütü kesilir" diye ustalıkla korku yayardı. Korkudan beslenmek sadece siyasetçilere özel değil. 1960'lı yıllarda sol iktidarı ayakta tutmak için medya Necip Fazıl'ı "asıl saldırı İslam'a" diye feryat ettirecek cinsten karikatürize edilmiş tiplerle muhafazakâr seçmen kesimini itibarsızlaştırıp aşağılardı. Ne var ki ondan sonraki seçimlerde "yetmiş sente muhtaç" kalma musibeti medyatik nasihatlere ağır bastı ve bir daha koalisyon ortağı olarak çatı hükümeti dışında hükmetme imkânı bulamadılar.
Elindeki sermayeyi kaybeden müflis muhalefet son günlerde malum medya ile bu bayat malzemeyi sıkça kullanır oldu. Türkiye'de olan irili ufaklı asayiş olaylarını filtre ederek haber bültenlerini (+18) korku filmleri hâline dönüştürüyorlar. Barajlardaki su seviyesi, tamir bakım yüzünden köprüde kapatılan gişeler, mafya cinayetleri, iş kazaları torbaya konup hükümete fatura ediliyor. Maksat toplumda mutsuzluğu besleyip fay kırıkları meydana getirerek kopan parçalanmalardan medet ummak...
Bu korkudan beslenme, hayatın her yerinde, yere düşüp yattığı yerden memnun olanların huyudur. Bazen komik sahneler yaşansa da, bazıları çamura yatmayı sever. Bir keresinde sürekli yağan yağmurlardan çamur deryasına dönmüş sokakta düşürdüğü bira şişesini ararken bir yandan da "sallan sallan da yolumuzu bulalım" diye deprem temennisi içinde çamurda debelenen bir sarhoş görmüştüm. Onun derdi enkaz altındaki ölümlere karşılık üç beş şişe bira temin edecek çul çaput toplamak.
Akıl örtülmesi diye buna derim.
Demek ki hesap büyüdükçe bu medyanın da kafası karışıyor. Bilindik klasik yolları daha basit ve kullanışlıydı. Genellikle koalisyon hükümetleri üzerinde etkili olan eski yol, hükümete bir taleple gelip eğer kabul görürse birkaç aylığına yeni talepleri oluncaya kadar ateşlerinin düşmesi; eğer reddedilirse felaket haberleri üretmek yetmezse özel mahremiyetleri ifşa etmek, milletvekili transfer dedikodularını servis yaparak koalisyonu çatırdatacak seferberlik ilanından ibaretti.
Son yıllardaki güçlü hükümet profilini görünce geçmişte demokrasi dışı usullerle iktidarı devirmek isteyen grupların medya üfürüklerinin hafif sarsıntılarıyla çöken koalisyon hükümetlerinin hâline insan üzülüyor.
Şimdi durum farklı ama insanın kalitesi yükseldikçe şeytanının güçlenmesi gibi iktidar güçlü olunca sosyalleşen medyanın krizden beslenme iştahı ve hacmi de "heyula" gibi azmanlaşıyor.
Seçmeni siyaset dışına iten, darbe çağrısı ve sokak kabadayılığı, siyasi iktidarı sandık dışı aktörlerin tekmelemesi ile devirmeyi yol edinmiş bir medya muhalefetinden medet ummanın, çamurda debelenip "sallan, sallan da yolumuzu bulalım" temennisinden farkı yok.
.
Avrupa'nın toplayıcı-avcısı "Yunanistan"
1 Şubat 2015 01:00
Günün konusu, Yunanistan'daki seçim sonuçları değil, hâlâ içinde bulunduğu borç krizinden nasıl çıkacağı. AB'nin bu yükten kurtulmak için ne kadar daha sabredeceği merak konusu. Yaşadıkları bizi de ilgilendiriyor; ne de olsa komşuyuz. Krizler, ülkelerin kendi hayat tarzlarının sonucudur. Komşunun kötü bir huyu var: Kazandığından fazla harcamaya alışmış!..
Ülke ekonomilerinin bizim bildiğimiz aile bütçelerinin yönetiminden farklı bir yönü yok. Bazı ülkeler çalışıp didinip alın teri ve emekle üretici ve rekabetçi bir yapı kazanırken bazıları da halen çağ dışı bir ekonomik anlayış olan toplayıcı-avcı sistemden medet umabilir.
Bu ilkel ekonomik modelin hoş gelen bir örneği Afrika'da Kalahari çölündedir.
Kalahari Çölünde yaşayan Kung Kabilesi besinlerini doğrudan doğadan; irtibatlı bulundukları hayvanlardan ya da bitki ve meyvelerden toplayarak elde etmektedirler..
Kung'ların bu tavrı, kıtlıktan veya yokluktan değil, tembellikten ve doğanın sunduğu zengin ikramdan faydalanmak içindir.
Tarım gibi, beslenmek için hem çevresel etkilere hem de diğer insanlara ihtiyaç duyulan bir işlemi gerçekleştirmeyip, sürekli olarak kamp alanlarını değiştirirler, ancak dediğimiz gibi bu kıtlıktan değil, doğanın sunduğu zengin ikramdan yararlanmak içindir.
Araştırmacı Richard Lee uzun süre aralarında yaşadığı Kung'lardan birine neden toprağı işleyip tarım yapmadıklarını sormuş. Bu soruya şaşıran Kung'un cevabı: "Dünyada bu kadar çok Mongongo fıstığı varken neden toprağı ekelim?"
Bana öyle geliyor ki her Yunanlıdan fedakârlık istendiğinde "neden AB varken fedakârlık yapalım ki?" demektedir.
Sağlam bir ülke ekonomisinin dışarıdaki itibarı geliri ile harcamaları arasındaki dengeye bağlıdır. Eğer kazandığınızdan fazla harcar hak ettiğinizden fazla sarf etmeye devam ederseniz aradaki fark cari açığınızdır ve alacaklı kredi kurumları eninde sonunda bu para için kapınıza gelecektir.
Yunanistan'ın aldığı borcu borç takası suretiyle ödeyerek zaman kazanma yolu da artık kalmamıştır. Bu durumdaki Hükümetlerin bunun kabul etmesi yetmez. Toplumun kabul etmesi gerekmektedir. Çok daha radikal tedbirler aramakta ama bir türlü tembelliğini ve bedavacılığını kabul etmemektedir.
Sermayesini kaybeden bir iş adamı hatıratında bir akşam sahile gidip kendine "ben battım bunu kabul ediyorum" diye dertlendiğini yazmıştı.
Yunan halkı bunu hiç söylemek niyetinde değil!
Kendisinden fedakârlık isteyen her siyasetçiye "sen git diğeri konuşsun" diyor.
Bu beleşçi toplumların, tarihte sıkça bilinen bir tavrıdır.
Musa aleyhisselamın kavmi Sih Vadisi'nde Helva ve bıldırcın eti (men ve selva) yemekten bıkınca Musa aleyhisselama "Biz bunlardan bıktık bize biraz da sebze getir yiyelim" demişler. Musa aleyhisselam da "Bu mümkün ama sebze ekilebilir yerler Amalika denilen kavmin elinde ve onlar da topraklarını bize savaşmadan bırakmaz. Mücadele etmemiz gerekir" deyince İsrail oğulları Musa aleyhisselama "Biz savaştan anlamayız sen ve Rabbin git onlarla savaş, bize sebze getir" demişler.
Toplum paradigması kolay ve ucuz değişmiyor.
Musa aleyhisselamın kavmi de Sih Vadisi'nde 40 yıl dönüp durmuş ve sebzeye kavuşmak ancak bir nesil sonraya nasip olmuş.
Eğer içinde yaşanan çevre bir topluma emek sarf etmeden ve hak etmeden yaşayacak kadar hayat hakkı tanıyorsa durum açık bir tehlikedir. Bu birey ve toplum için alışkanlık haline gelirse, değişmesi için bir neslin değişmesi gerekebilir.
Bana sorarsanız, tüm Avrupa açısından bakıldığında dramatik gözüken bu durum yeni bir dünya düzeni içinde tutunmaya çalışan Avrupa Birliğinin tasfiye sürecinin başlangıcıdır.
Yunan ekonomik krizi ile AB'nin baraj gövdesi çatlamıştır...
.
Ev kedisi sokakta kavgaya girerse ne olur?
8 Şubat 2015 01:00
Ev kedisi evde kaldıkça mutludur ama yeteneklerinin fark edilmesi için sokakla yüzleşmesi gerek. Evden atılıp sokaktaki hayat kavgasına müdahil olursa ne olur?
"Tosun Paşa" filmindeki küçük enişteden beter ederler. Hayat mücadelesi sokakta veriliyor ve buna hazır olmayanlar ev kedisi durumuna düşüyor. Müsebbibi emekli maaşının yarısını gurbetteki çocuğuna harcayan baba mı? Yoksa hayata tutunmak için yapıştırıcı zannettiği diplomayı kovalayan genç mi? Kim? Sokakla tanışmamış bazı akademisyenler, üniversite amfilerindeki uslu çocuklarla meseleyi çözdüklerini sanıyor. Üniversiteler artık kendileri için değil mezun ettikleri öğrenciler için neyin önemli olduğuna karar vermeli ve fark etmeli.
İş arama peşinde seneleri geçtikçe özgüvenini kaybeden gençleri gördükçe bu birikimin bir cerahate yol açması muhtemeldir. Bence yüksek öğrenim planlamasını yapanların şu soruya cevap bulması gerekir:
Çocuklara verdiğimiz eğitim onların geleceklerini inşa etmesinde ne kadar etkin? Kendilerini farklı ve değerli kılacak hangi özellikler için bize müteşekkirler?
Saygın bir akademisyenin durum tespiti şöyle:
"Ben sadece üniversite öğrencilerine ders ya da konferans veren bir akademisyen değilim. Yıllardır memleketin dört bir yanındaki lise öğrencilerine gelecekleri için doğru seçim yapabilmelerinin önemini anlatıyor, kariyer konferansları veriyorum. Bu bana göre görev alanımdaki en önemli görevlerden bir tanesi. Her sene binlerce öğrenciye dokunan birisi olarak şunu söyleyebilirim ki; eğitim sistemimizin baştan sona yenilenmesi gerekiyor. Öğretilmemesi gereken şeyleri öğretiyor, öğretilmesi gerekenleri es geçiyoruz. Dünyanın en ağır eğitim çarkının içerisinde okuldan nefret eden milyonlarca genç yetiştiriyor, üstelik onları dış dünya ile mukayese edilebilecekleri sınavlara soktuğumuzda en gerilerde kalıyoruz. Çocuklarımız ne spor, ne kültür-sanat, ne de sosyal hayattan faydalanamayacakları, sınavdan sınava koşuşturuyor; ana sınıfından itibaren özel ders alıyorlar. Sonra elimizde ne kalıyor derseniz; mutsuz ve yeteneklerinin farkında olmayan bir genç kitle..."
1992 depreminden sonra Erzincan'daki yeni yapılanma ilkeleri ile ilgili olarak ODTÜ inşaat fakültesinden Prof. Dr. Polat Gülkan'la deprem mekânlarında tanışmama mezun bir öğrencisi vesile olmuştu. Mezun bir öğrencisi ile olan ilişkisinin sahada da devam etmesinden duyduğum memnuniyeti söyleyince "Bu gayet tabii bir sonuçtur, mezun öğrencilerimizin iş hayatındaki performansları bizi ilgilendiriyor" demişti.
Fransa'daki "Otel George"un baş aşçısı Eric Briffard, restoran dünyasının Oscar'ı olan "Üçüncü Michelin Yıldızı" ödülünü aldığında diyor ki: "Benim için önemli olan aldığım ödüller değil, karşı masada oturan müşterimin önüne koyduğum tabak ve onun memnuniyetidir."
Ben de bir öğrencinin hayata atıldığında göstereceği performansın onu mezun eden kurum içinde önemli olduğunu düşünüyorum.
Şimdi son zamanlarda başta Gıda Mühendisleri'nin hayat mücadelesi adına sosyal medyadaki gayretlerini gördükçe onları mezun eden kurumların ne yaptığını merak etmeden edemiyorum.
Herhâlde bulundukları yerden sokaktaki hayat mücadelesini iyi göremiyorlar.
Kampüsten sokağa çıkmaları gerekli diye düşünüyorum. Mezun öğrencinin yalnızlığı bir gün onları da yakalayabilir.
.
Mide fesadı olmadan
12 Şubat 2015 01:00
Bugünlerde herkes siyaset konuşuyor, ben sağlık üzerine konuşmaya devam edeceğim. Çünkü eğer toplum olarak sağlığımızı kaybedersek önemli diye çene tükettiğimiz diğer bütün konular önemini kaybeder. Önemli konuların daha az önemlilerin arasında kaybolmasına sessiz kalamayız.
Can ve mal güvenliği deyince ne anlıyoruz? Sokağı her yüz bin kişiye bin polis, evlerimizi de etrafı yüksek duvarlarla çevrili sitelerde, bekçi kulübeleri, özel güvenlikçiler, dört bir yanı kollayan izleme kameraları ve alarm sistemleri ile koruyabilir miyiz? Böylece kendimizi ve sevdiklerimizi güvende hissediyoruz hepsi o kadar. Oysa tehlike hiç aklımıza gelmeyen, bakmadığımız en güvenli sandığımız evimizin içinde, soframızda, mutfaktaki akan muslukta olabilir.
Önceki gün haber bültenlerinde yer alan haberde Tekirdağ Halk Sağlığı Müdürlüğünden yapılan yazılı açıklamada, 549 kişi bulantı, kusma ve ishal şikâyetiyle hastanelere başvurmuş. Ardından ilgili kurumlarla görüşüldüğü ve 19 su noktasından ölçüm için numune alındığı belirtiliyor. Meğer 1970 yılında yapılan bir hattan su gönderilen 12 dağıtım noktasından sadece 4'ünde klorlama sistemi varmış. Süleymanpaşa Belediye Başkanı Ekrem Eşkinat, "sorunun direkt muhatabı ilçe belediyesi değil ama ilçe belediyesi vatandaşları adına diğer kurumlardan taleplerini ortaya koymaya ve esenliklerini gözetmekle görevlidir" demiş.
Yeterli ve ciddi kontrol yapılmadığında tehlike musluktan akabiliyor.
Yeterli ve ciddi kontrol yapılmadığında, hayvan yemi katılmış çikolata, mazota bulanmış kuru üzüm, kemik külünden lahmacun, domuz kanı ile renklendirilmiş kaçak çay, at ve eşek etinden sucuklar çok güvendiğimiz güvenlik kulübelerinden rahatlıkla geçebilir, böylece kendi dünyamızı karartacak zehri kendi elimizle sofralarımıza taşıyabiliriz.
Tehlike evdeki musluktan akarsa vatandaşın yapacağı tek şey, evindeki mutfağın bir köşesine mini bir sağlık laboratuvarı kurmaktır.(!)
(2009 yılı verileri) Türkiye'de gıda güvenliğine uyulmaması nedeniyle 25 bin tifo, 28 bin dizanteri, 510 bin mide-bağırsak enfeksiyonu, 18 bin hepatit A, 12 bin Malta humması vakası rapor edilmiş. Gıda zehirlenmesi yüzünden 2001 yılındaki ölümlü vaka sayısı ise 324 olarak belirlenmiş.
Gıda Kontrol ve Gıda Güveliği hizmetlerinin temeli, "Koruyucu Hekimlik Hizmetleri"dir. Toplumun sağlıklı ve kaliteli gıdalarla beslenmesinin sağlanması ve sağlam kuşakların yetiştirilmesi için gıdaların üretimden tüketime kadar kontrol altında bulundurulması Devletin temel görevidir. Fakat halk sağlığı denince "tedavi hekimlik" olarak algılanmaktadır. Gıda kontrol hizmetleri, Tarım ve Köy işleri Bakanlığı'na kaydırılmış, Sağlık Bakanlığımız insanlarımızın sağlıklarını korumaktan ziyade insanların tedavi işleriyle ilgilenen bir bakanlık hâline gelmiştir. Türkiye'de sağlık hizmetlerinde "Tedavi Hekimlik" hizmetleri toplam sağlık hizmetlerinin % 50'sini, AB'de ise % 17'sini oluşturuyor. Bu hastalıkları önleyici hizmetlere ayrılması gereken kaynakların önemli bir kısmının tedaviye ayrıldığı anlamına gelir.
Aradaki aleyhimize fark, elimizdeki yetişmiş "gıda mühendisi" kadrolarının gıda kontrol hizmetlerinde istihdamı ile kolaylıkla sağlanabilir. Bu sadece bir iş ve istihdam sorununun çözümü değil, tehdit altında olan toplum sağlığını da güvenceye almakla ilgilidir.
Hepimiz mide fesadı olmadan, ne kadar erken kalkılırsa o kadar mesafe alınır
.
Hayatın defolu parçaları ve "Bütün Oğullarım"
15 Şubat 2015 01:00
Son yazılarımda üniversite mezunu işsizlerimizin sorunları üzerine yoğunlaşmamın sebebini; çevremden, ailemden muhtemelen birkaç işsiz mühendis veya iktisatçıdan kaynaklandığını ima edenler oldu. Şu anda böyle bir durum yok ama asıl mesele, kendi ailemizde işsizler olmasa da işsiz durumda olan gençlerimiz için aynı hissiyat ve duyguları paylaşmaktır. Hangi sokak hangi şehir hangi mahalle olsa da kıyıda köşede kalmış bir işsiz mezunumuz için kederlenmemek o kişinin kalitesini tartışılır kılar. Sonuçta ne fark eder?
Hepsi bizim evladımız hepsi bizim kıymetimiz.
Kamyon kasalarının arkasına "Hayat Güzeldir" yazmakla kışlar bahar olmuyor, karanlığa lanet okumakla mumlar ışık vermiyor!..
Geçmişte çok daha farklı boyutta hayat mücadelesi veren bizim neslin tecrübeleri, gençleri anlamamızı kolaylaştırıyor. Ne de olsa damdan düşenin hâlinden damdan düşen anlar...
Kara lastik giyer, ikinci elden topladığımız ders kitaplarını çimento torbalarının kâğıtları ile ciltler, gaz lambası ışığında okur, yanık kokulu kaynatılmış süt tozundan süt içerdik. Sonunda düşe kalka, düşük omuzlarla üniversiteyi bitirip, sarı zarfa koyduğumuz diplomalarla Ankara Güven Park'ın müdavimlerinden olduk. İş için Ankara'nın taşını, gözlerimizin yaşını birkaç ay saydık. Kurumlara verdiğimiz dilekçelere verilen en beylik cevap "Evine git, ihtiyaç olursa biz ararız" biz de kendimize döner "Hangi eve?" derdik. Sonunda her birimizin kısmeti bir taraftan açıldı, işçi kadrosu ile başlayıp uzun bir iş hayatı yolculuğuna çıktık.
Hepimizin bir hikâyesi var, ama buna rağmen o yıllarda bugünkü gibi ölümcül bir rekabet yoktu.
Son bilgilere göre üniversite mezunu işsizlerimizin sayısı vasıfsız işsiz sayımızı zorluyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre üniversite mezunu işsizlerin sayısı 54 bin kişi artarak 557 bine, istihdam edilenlerin sayısı da 338 bin artarak 4 milyon 831 bine çıktı. Bu sonuca göre yüksekokul ve fakülte mezunları arasında 2012'de yüzde 10,1 olan işsiz sayısı 2013'te 10,3'e çıkmış. Bu sorun sadece ailesinde işsiz olanları değil hepimizindir.
Taşımak mecburiyetinde olduğumuz sosyal ve ahlaki sorumluluk bana ünlü oyun yazarı Arthur Miller'in toplum duyarsızlığını eleştirdiği "All My Sons/Bütün Oğullarım" eserindeki kurguyu yaşatıyor. Oyunun kahramanı kendisine ve ailesine bağlı, dar görüşlü bir insan olan Bay Keller İkinci Dünya Savaşı sırasında defolu savaş uçağı malzemelerini bilerek cepheye gönderdiği için pilotların ölümünden sorumlu tutulur. Savaşa giden oğlu Larry'den uzun zaman haber alınamaz ve bir süre sonra oğlunun yazdığı bir mektup ortaya çıkar. Oğlu öleceğini bildiği bir uçuşa çıkmakta ve sebebinin de babasının gönderdiği defolu malzemeler olduğunu yazmaktadır. Baba, mektup ortaya çıkınca her şeyi ailesi için yaptığını belirten bir konuşma yaptıktan sonra intihar eder...
Günümüzde hayat şartları ve toplum çok değişti bu bir gerçek ama birçoğumuz bu "hayatın defolu parçalarının" değişmesi gerçeğini kabul etmek istemiyoruz. Çoğu insan ve kurum gemisini kurtaran kaptan anlayışıyla kendi dünyasını kurtarma gayretinde. Ancak hiçbirimiz kendi gemimizde değiliz ve hepimiz tek bir gemideyiz ve defolu parçaları (vurdumduymazlık ve ilgisizlik) hep birlikte iyi olanla değiştirmeye mecburuz. Kamu kurumları, Yerel Yönetimler, Üniversiteler, STK'lar ve OSB'ler bu sorumluluğun merkezindedir. Gelecek yazılarımda bu tür kurumların kalkınmış ülkelerde istihdam sorununun çözümünde "Kurumlar arası eşleştirme" projelerini nasıl uyguladıklarını vurgulamak istiyorum.
Bir şeyin bütünü ele geçmezse, hepsini de kaçırmamalı...
.
Ağaçkakan pişmanlığı
19 Şubat 2015 01:00
Temiz bir toplum(!) için fazla tövbekârız.
20 yaşındaki Özgecan Aslan'ın bindiği minibüsün şoförü tarafından tecavüze zorlanıp sonra kafası ezilip bıçaklanarak öldürülmesi gözlerimizin önünde cereyan eden, kötürümleşmiş aklın ve vicdanın sayısız trajedilerinden sadece biridir. Adına "galeyana gelmek" denilen masumiyet ayinleri sivri gagalı ağaçkakan kuşunun tövbesine benziyor. Ağaçkakan bütün gece boyu sızlayan çenesinin ızdırabından gözyaşı döküp sabah olunca kabuğunu delecek ağaç ararmış. Pişmanlık ve tel'in melaneti önlemeye bazen yetmez. Bu kaçıncı sadist saldırısı, bu onların sapkınlığına kurban giden kaçıncı Özgecan? Toplumun hay huy ile melaneti frenleme törenleri bunları durdurmaya yetmiyor.
İnsanlar neden ruh sağlığını, insanlığını, vicdanını terk ediyor? Hangi zehir onları bir başka insanı boğazlayarak kurban etmeye itiyor? Atalarından gelen değerleri neden bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan narsisizm, sapkınlık ve enaniyette feda ettiriyor?
Genç nesil yalnızlaşıyor, aşırı bencil, zevkperest, öfke ve nefret kusan, sadece kendine bakan kaygı ve öfke dolu insanlar haline geliyorlar. İyi bir aile reisi, iyi bir arkadaş, hatırlı bir komşu, gayretli bir çalışan olmak yerine, tarzı kopuk bir film yıldızı, kolay servete kavuşmuş bir zengin olma rüyası evlerde başlıyor, medya ve TV onların bu saplantılarını besliyor. Görüntülü ve yazılı medyanın ciddi bir bölümü, şiddet ve cinselliği yaygınlaştırıyor. Elimizde olan, haysiyetimizi, adamlığımızı, insanlığımızı çalıp yerine, toplumsal sefalet ve çürümüşlüğü, şiddet ve sapkınlığı, hırs ve cinayeti koyuyorlar. İnsanın edep duygulularını yıkan, çeşitli kötülükleri cazip hale getiren bu hayvanlaştırıcı hipnoz gücü karşısında direnen ve ayakta kalana selam olsun.
Ne yüzümüz kaldı, ne yüzümüzü dönecek istikamet.
Dünyanın en zor işi insan yetiştirmektir. Bir insanın yetişmesinde birçok unsur içinde en önemlileri; aile, çevre, okul ve medyadır. Dünyadaki bütün ülkeler, kendi çocuklarının ve gençlerinin dürüst, çalışkan, güzel ahlaklı, başarılı, kültürlü, topluma faydalı, vatansever, eğitimli ve kendi öz değerlerine saygılı insanlar olarak yetişmesini ister. Bunun için çaba harcar. Bunu başaran ülkelerin, diğer sıkıntıları daha kolay ve daha çabuk çözülür. Çünkü her şeyin başı insandır. İnsanın iyi yetişmesi için yatırım yapanlar başarının ve medeniyetin zirvesine yükseldiler. Bir insanın yetişmesinde en önemli rolü üstlenen kurumların "değerler eğitimi" yerine "gangnam style" dansı yaptırmayı marifet sayması yetersizliklerini ortaya koyuyor. Bu durumda ebeveynler, çocuklarını, kötü arkadaşların, görüntülü ve yazılı medyanın zararlarından korumaları lazım. Çünkü kötülük, çok eğilimli bir derenin suyunun akıp gitme hızından da hızlı ve çabuk ulaşır, yayılır.
Her şeyi zıddı kırar. Kötü huyları iyi huylar yok eder ama iyi olanı beslemek onu güçlendirmek gerekir. Tek başına bir çocuğu yetiştirmek mümkün değildir. İyi bir çevreye gitmeli, iyi insanlarla komşuluk etmeli. Eğer çocuklar, işleri ve ahlakı iyi olan insanlarla arkadaşlık eder, ahlakı bozan çevreden korunursa güzel huylar onun tabiatı olur.
Doğru, iyi ve güzeli itibarsızlaştırıp, inanç ve değerleri rafa kaldırmak bir tercihtir. Her toplum tercihlerinin sonuçları ile yaşar. Herkes ne ekerse onu biçer. Bu iyi ile kötünün kavgası, insanlık tarihi kadar eski bir kavga. Toplum hangisini beslerse kavganın galibi o olacak.
Sizce toplum hangisini daha çok besliyor?
Biz hangisini besliyoruz?
.
Uzayıp giden o tren yolları
22 Şubat 2015 01:00
AK Parti'nin başarısı sır değil. İlk seçimlere girdiğinde millet Recep Tayyip Erdoğan ve ekibine baktığında şunu söyledi. "Bunlar bizim gibi, bunlar bize benziyor..." Varlık sebebi kurulu düzeni halkın lehine çevirmek olunca, ilk seçimlerde aldığı yüksek oyla iktidara gelen AK Parti, icraatları ile de milletin beklentilerine doğru cevaplar verince ikinci ve üçüncü dönemde siyasi hayatımızdaki çoğu siyasi partinin düşüp boğulduğu hendekleri kolaylıkla geçti. Şimdi dördüncü dönemine girerken ciddi başarılara imza atan TCDD genel müdürü Süleyman Karaman ile bürokratik başarı ve biraz da siyaset üstü, hayatı kucaklayan şeyler üzerine konuştuk.
Herkes bir iş için yaratılmıştır. "Yeter artık" dediğinizde zorluklar fırsata dönüşür. Süleyman Karaman'ın demiryollarındaki başarı hikâyesi de, köyü ile Kemah ilçesi arasındaki ulaşım zorluklarından beslenmiş. Hayatının dönüm noktası, Kemah ilçesinde ortaokula başlayınca köyü Alaçayır ile Kemah arasındaki gidip gelmelerinde ulaşım zorluklarını yaşadığı günlerde Kemah Trenlerine bakıp diyor ki: "Büyüyüp bir adam olduğumda bu tren yolunu köyümden geçireceğim..." Böyle söylemesinin yıllar sonra hepimizi hızlı tren, Marmaray gibi projelerle buluşturacağını kim tahmin edebilirdi.
Süleyman Karaman bürokratik başarının güçlü siyasetten beslendiğini, güven ortamını hisseden bürokratın koştuğunu, bazen büyük başarıların küçük detaylarda gizlendiğini vurgulayarak sizin de ilginizi çekecek yakın geçmişten bir hatırasını paylaştı. Bu tecrübe işlerinin iyi yürümediğinden şikâyet eden politikacı, bürokrat ve iş adamları için de mükemmel bir çözüm reçetesidir:
"Demir yollarındaki ilk yıllarımızda ciddi tren kazaları yaşamış ve araştırmalar sonucunda makinist kusurlarının önemli bir pay aldığını gördük. Bilinen tedbirlere ek olarak psikolojik uzman desteği için psikologlar getirerek kendilerinin makinistler ve aileleri ile görüşmesini talep ettik. İlk zamanlar yadırgansa da kısa süre sonra herkes severek kabul etti. Bu görüşmelerden yirmi kadar ortak sorun ortaya çıktı ve en baştaki tren üstü personel eşlerinin sefer tası yemekleri hazırlamaktaki yemek sorunuydu. Sorunu çözmek için dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım makinist eşlerine hitaben bir mektup yazarak yeni bir düzenleme başlattık..."
Müteakiben makinist eşleri adına Seval Önal Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ve TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman'a bir mektup yazdı. Önal mektubunda ücretsiz yemekle ilgili yapılan düzenleme hakkındaki düşüncülerini paylaşarak, makinist eşlerinin zamanlarının büyük kısmını sürekli uzun yola giden eşlerine yemek hazırlayarak geçtiğini, trenlerde görev yapan eşlerinin sağlıklı beslenemediklerini belirterek ücretsiz yemek verilmesi ile ilgili emeklerinden dolayı sayın bakan ve genel müdüre teşekkür ediyordu.
Böylece demiryollarında sefer tası dönemi kapanırken makinist kusurundan kaynaklanan tren kazalarında yüzde elliyi aşan azalma oldu.
2002 Aralık ayından beri yürüttüğü TCDD Genel Müdürlüğü ve Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinden siyasete girmek amacıyla ayrılarak AK Parti'den Erzincan aday adayı olan Süleyman Karaman'ın hayat yolculuğu şimdi farklı bir yolda. Ama sohbet uzadıkça gönlünün yıllarca ciddi emek ve değer kattığı "uzayıp giden o tren yolarında" yürüdüğünü hissettik. Yarım asır önce köyüne demiryolu döşemeyi hayal edip, deniz altından tünellerde ray döşeyen birinin raylarla tekrar buluşması hayal değildir.
"Bir beyaz mendilin sallanışını/Unutma o gece ağlayışını,
Silemem coşmuşum gözüm yaşını/Uzayıp giden o tren yolları..."
.
İİBF mezunu işsizler ve tüm işsizler
26 Şubat 2015 01:00
Prof. Dr. Şevket Tüylüoğlu "İİBF Mezunlarının Kadro Sorunları ve Çözümleri" başlıklı yazısında soruyor: "Diş Hekimliği Fakültesinden mezun olmayan birine kendinizin ve çocuğunuzun dişlerini teslim edebilir misiniz?" Eğer "Hayır" diyorsanız ciddi bir sorunumuz var. Bu sorun, İİBF mezunu işsizlerimizin ve tüm üniversite mezunu işsizlerimizin durumunu tartışmaya açmaktır. Karşılığını bulması umuduyla sütunumuzun hacmi ölçüsünde çözüme bir pencere açmaya çalışalım...
Ülkemizin çalışanlarının istihdamındaki dağılım, TÜİK istatistiklerinde 2013 yılı rakamlarına göre 25,5 milyonluk kayıtlı çalışanımızın yüzde 87'si olan 22,2 milyonu özel sektörde, yüzde 13'ü olan 3,3 milyonu da kamu sektöründe istihdam edilmektedir. (Ocak 2015 rakamları 3 milyon 263 bin 777 kişi kamu çalışanı) Bu durumda İİBF mezunları da bir yandan özel sektörde iş bulmaya çalışırken diğer yandan kamuda çalışma hakkını kullanma mücadelesi veriyor.
Zaten kamuda dar olan iş alanında Kamu Yönetimi, İş İdaresi, Bankacılık, Maliye Uzmanlığı konularında eğitim almamış ve uzak diğer fakülte mezunlarının başvuruda bulunması ile önleri iyice tıkanıyor. Yukarıdaki dişçi hikâyesi burada yerine oturuyor ve bu her iki taraf için de haksızlık. Uzmanlaşma, ehliyet ve liyakat nerede kalıyor?
Kamu alanındaki istihdamda diğer hendek ise, İİBF mezunundaki sayı ile açılan kadro sayısı arasındaki uçurumdur. 400 binlik talebe karşılık KPSS'ye göre atanan yıllık sadece yüzde 1 veya 2'lik kadronun yetersizliği ortadadır. Burada yapılması gereken asgari uygulama yüzde 10 ile başlayacak, işsiz mezunların sayısı ve ekonominin hazmetme kapasitesi ile barışık bir oranda kadro açılmasıdır. Hükümetle, Bakanlıklarla iletişime geçen, televizyon, yazılı basın ve sosyal medyada seslerini duyuran İİBF mezunlarının çözüm arayışları devam ededursun öte yandan her yeni üniversite açtığı İİBF ile mezun sayılarını şişirmektedir. Eğer bu fakülteleri açıp, öğrencileride mezun ediyorsak bunların iş bulma sorunlarının çözümünde de üniversite olarak paydaş olmak gerekir.
Üniversite-İş Dünyası eşleştirme programları maalesef en kullanılır çözüm yolu olmasına rağmen birkaç özel üniversite dışında hâlâ uygulanmıyor. İş arayan da, çalışacak yetkin eleman arayan da karanlıkta birbirini kovalıyor.
Ben Mezerich, facebook'un kuruluş hikâyesini anlatırken diyor ki:
"Biz son sınıf öğrencilerini davet ettikleri salonda herhâlde 200 kişi kadardık. Gözlerimizde parlayan tek şey, tek derdimiz bizi iş için seçecek olan siyah renkli, minik beyaz kuş desenli kravatlarından tanıdığımız, davetçi firma temsilcilerine kendimizi ispatlamaktı. Girdiğimiz sınavlar hiç mühim değildi, geleceğimizi asıl belirleyen onlarla tanışmaktı. Bu organizasyonu yapan bizi onlarla bir araya getiren Üniversitedeki PHOENİX-SK kulübüydü. Bu tür sekiz kulüp bünyesinde, nesiller boyu ülkenin liderlerini, politikacılarını, iş dünyasının devlerini yetiştiren, denetim altında ve onlara destek sağlayan kişileri barındırıyordu. Bu üniversite kulüplerden birine dâhil olmak öğrenciye anında kişilik, güvenli bir iş ve sosyal statü kazandırıyordu..."
Her üniversitemiz, iş dünyası, politikacı, iş adamı, sanayici, bürokrat çözüme katkı sağlayacak her kişi ve kurum ile bu öğrencileri, bu gençleri bir eşleştirme programı içinde bir araya getirmeli.
Stephan R. Cowey buna "Great work Great career" yani, "kariyer köyü kurmak" diyor.
Üniversiteler bu çığlıkları artık duymalı ve ekmeklerinin garantisinin öğrencileri olduğunu unutmamalı. Bu sıkıntının devamı halinde, bazı üniversiteleri işsiz mezun üretiyor diye etiketleyip "doğal seleksiyon" sonucu ileri yıllarda eğitim dünyasının dışına atacaktır...
Tek makaleye sığmayan bu konuya önümüzdeki günlerde de devam edeceğiz..
.
Sorunlar yürümekle çözülseydi
1 Mart 2015 01:00
Sorunları çözmenin kolay bir yolunu bulduk. Uzak Doğu, Orta Doğu, Latin Amerika ülkeleri hep bu yolu kullanır Avrupa'da pek kullanılmasa da. Fakirliği çözmenin, işsizlere iş bulmanın, tecavüzcüleri lanetlemenin, bağımlılığı yok etmenin, iş kazalarını önlemenin hatta deprem çadırı dağıtımını düzeltmenin, en pratik yoludur "yürümek"...
Eskiden "bırakın yürüsünler, yollar yürümekle aşınmaz" diyen siyasetçileri bile korkutmayan bu yol yine alıcı bulmaya başladı. Demokratik bir hak olarak algılanan yürüyüş bence, sorunun mağdurları eliyle sorunu çözmekle yükümlü aktörleri aklayan, toplumun gazını alma aparatından başka bir şey değil. Bugünlerde siyaset dışı alanlarda da farklı sebeplerle mağdur toplum kesimleri mağduriyetlerin, ifade için veya bir tehdide dikkat çekmek için yürüyor. Hâlbuki sabah baş ağrısı ile uyanmak gibi aynı dertle yüz yüze geliyoruz.
Önceki gün bağımlılıkla mücadele eylem planı içinde harekete geçen Adana/Yüreğir Belediyesi bağımlılıkla mücadeleye destek için sessiz bir yürüyüş gerçekleştirdi. Öğrenciler ve vatandaşlar da ocak batıran uyuşturucu madde kullanımının önlenmesi için yürümüş.
Bence biz hâlâ bu tehlikenin çapını kavramış değiliz.
ABD Rowan Üniversitesinden Prof. Dr. Andres Pumariega, geçtiğimiz yıl İstanbul'da gençler arasında uyuşturucu kullanımı ile ilgili yaptığı 2011-2012 yıllarını kapsayan bir araştırmanın sonuçlarını açıklamıştı. İstanbul'da 39 ilçede 154 lisede çoğunluğu lise öğrencisi 32 bin öğrenciyi kapsayan araştırmada her 100 öğrenciden 45'i sigara, 32'si alkol, 9'u ise uyuşturucu kullanıyor. Özetle "Türkiye'deki kullanım oranları ABD ve Avrupa ülkelerine göre geride ama madde bağımlılığı konusunda ciddi artış var. Aile içi iletişim güçlendirilmeli, Sağlık ve Milli Eğitim Bakanlığı ciddi projeler üretmeli. Tedbirlerinizi bir an önce alın, yoksa kentleşen dünyada durumunuz Batı ülkelerinden farklı olmaz" diyen Prof. Dr. Andres Pumariega'nın tavsiyeleri içinde, aralarında şöhretli isimlerin de katıldığı kalabalık yürüyüşler yoktur.
Kötüyü lanetlemenin onu yok ettiğini hiç kimse yazmadı ama iyi olanın tekrarlandığında bunun insanların karakteri haline geldiğini herkes biliyor. Psikolojik analizin temeli iyi olan üzerine odaklanmaktır. Eğer bu tür yürüyüşler çocuklarımızın ve gençlerimizin daha ilk yıllarında eğitimlerinin yeterli ahlak ve dînî terbiye ile güçlendirilmesi için kamuoyu desteği verilmesi adına yapılsa daha güçlü bir mesaj olur. Çünkü içinde bulunduğumuz dünya alkol veya uyuşturucu kullanımını meşrulaştıran ve teşvik eden bir dünyadır. Çocukların ve gençlerin bedeninden önce zihnini uyuşturucudan kurtarmalıdır.
Kötü bir alışkanlıktan kurtulmanın en etkili yolu ona hiç bulaşmamak olmakla birlikte dînî terbiyenin, uyuşturucu salgını ve bütün salgınlar karşısında güçlü bir savunma sistemi olduğunu söylüyor Yazar David Wilkerson ve dînî telkin ve terbiye ile kaşarlanmış bağımlılarla bile nasıl baş ettiğini anlatıyor. Albuquerque/New Mexico'da bulunan tedavi merkezindeki çalışma sonuçlarını şöyle özetliyor.
"Küçük hırsızlar, katiller, uyuşturucu bağımlıları birçok insan tek ortak noktaları uyuşturucu alışkanlıkları ve kurtulma istekleriydi. Burada kullanılan tek tedavi dînî telkinlerdir. Bağımlılar kriz sancılarından hiçbirini çekmezken, herhangi bir ilaç da kullanmıyorlar. İyileştirme oranı ise %85'in üstünde."
Acaba diyorum, tecrübe edilmiş eğitim usullerini arkaya atıp bizi meydanlara çağıran bu "yürümenin" bizim fark edemediğimiz bir cazibesi mi var?
.
Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına
8 Mart 2015 01:00
Bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden biri karga biri leylek iki kuşa rastlar. Bu iki kuşun nasıl olup da kendi aileleri ile uçmak istemediklerini merak eder. Yaklaşır ve merakla kuşları inceler. Her ikisinin de topal olduğunu fark edince anlar ki, kendi çevreleri yanında tutunamayanlar birlikte uçar, birlikte kaçar ve birlikte yaşarlar. Onları birbirlerine yakın tutan, sahip oldukları değil sahip olmadıklarıdır...
Kendisini toplum dışına atan veya atılan insanları bir araya getiren ayaklarının değil duygularının, değerlerinin topal olmasıdır. İncinmiş insanlar toplumdan kopup ortak değer geliştiremeyince kendilerine yeni bir dünya kurmak isterler. Güçlü aile ve toplumlar, ruhu sakat insan üretmez, yaptıkları duygusal ve manevi yatırımlar onların ileri yaşlardaki güvencesidir.
Yalnızlığın öldürdüğünü biliyoruz.
Güçlü aile, dost ve arkadaş mahrumiyeti bildiğimiz şiddet, cinayet, hırsızlık, tecavüz yolsuzluk ve çürümenin kaynağıdır. Eğer iki nesil önce toplumu sekülerizmin putlarına kurban vermeden önce bir Anadolu kasabasında yaşıyor olsaydık güçlü toplum ve aileyi yakından tanırdık. Fransız gezgin A.Brayer "Neuf annees â Constantinople" isimli eserinde Osmanlı'daki güçlü, birbirine kenetli aile yapısı hakkında şunları yazıyor:
"Çeşme sularının verdiği bir set üstündeki köşelerin hanımlar tarafından işgal edilmiş olduğu görülür. Bunların içindeki genç annenin en küçük yavrusunu zarif bir mahcubiyet içinde okşadığı ve daha büyük çocuklarına bakmak vazifesini de kendi annesine bıraktığı görülür. Bu çocuklar arasında gürültülü oyunlardan, hızlı koşmacalardan, çığlıklardan, itişip kakışmalardan ve hele küfürlerle, tokat ve yumruk darbelerinden eser bile görülmez. Bunlar İslam terbiyesi ile ıslah edilmiş olduklarından o kadar sakin eğlenirler ki sesleri bile güç duyulur. Büyük anneleri menkıbeler anlatır, hayat tecrübelerini öğretir, atasözleri ile bitirdiği hikâyeler hafiften nida gibi dinlenir. Osmanlı'da çocuklar yetişip olgunluk çağına geldikleri zaman ana ve babalarının yanlarında bulunmakla iftihar ederler. Oysa başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez anaları ve babalarından ayrılmakta, mali menfaat yüzünden çekişip münakaşa etmekte, hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde onları sefil bir hayat içinde bırakmakta ve o zavallılara karşı âdeta yabancılaşmaktadırlar..."
Sağlığın, huzurun temel belirleyicisi sosyal çevre ve bu çevreyle kurulan "aidiyet duygusu"dur. İyi bir "sosyal çevre" ve güçlü moral değerler, bedensel, ruhsal, sosyal ve moral bakımından insanı besler. İnsana kendini kötü hissettiren duyguların başında yalnızlık duygusu var. Yalnızlık duygusunun panzehiri ise sosyal bağlar ve güçlü bir maneviyattır. Bunun için sosyal çevremizle iyi ilişkiler kurmaya, inanç dünyanızı zenginleştirip "aidiyet duygusu"nu sağlamlaştırmak gereklidir.
Mevlana hazretleri diyor ki:
"Kim olursa olsun, yol dostlarıyla (aile, akraba, iş ve sosyal çevre) buluşmayı, onların halini sormayı, hatırlarını ele almayı lâzım bil. Hatta düşmanın bile olsa yine ihsan iyidir. Çünkü ihsan yüzünden düşman bile adama dost olur. Dost olmasa bile hiç olmazsa kini azalır. Çünkü ihsanda bulunmak, kine merhemdir. Bir dost bulamazsan, taştan bir dost yont, onu sev..."
Eğer içinde yaşadığımız toplum, aile ve akraba, arkadaş ve dost çevresi ile ilişkiler iyi değilse bir süre sonra aidiyet duygusu parçalanır, artan öfke ve yalnızlık kara bir delik gibi insanı yutar. Bugün şiddet, intihar, tecavüz, uyuşturucu batağında ziyan olanlar bu kara delik tarafından yutulanlardır. Eğer servetleri büyütmek kadar insan kazanma derdimiz olsaydı çoğu gencimiz savrulup gitmezdi.
.
İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın...
12 Mart 2015 01:00
Doktor, mühendis, ev hanımı veya politikacı, hayatta ne iş yaparsanız yapın, hepimiz satış işindeyiz ama bilgi ve alın terini satma işinde eğitimini alanların, kaynak harcayıp dirsek çürütenlerin her zaman bir adım önde ve daha avantajlı olmaları gerektiğini düşünürüm. Bilinen bir şey olsa da işsiz İİBF mezunlarının durumu tekrarı gerekli kılıyor. Ne de olsa ben de İşletme Fakültesi mezunuyum yani bilinen yeni adıyla İİBF. Türk Şeker Şirketinden başlayarak kısa da olsa meslekte emek sarf ettim ama hayatın rotası farklı bir yöne döndü ve uzun yıllardır mutfağından başlayarak gazetecilik mesleğinin içindeyim. İdari ve İktisadi Bilimler hayatın hemen tüm alanlarında geçerli bir disiplindir. İş dünyasının hemen tüm alanlarında, Kamu Yönetimi, Bankacılık, Sigortacılık, Mali Disiplinler, Mali Müşavirlik ve Danışmanlık, Gümrük ve Ticaret, Girişimcilik, İş ve SGK Uzmanlığı ve daha bir sürü alanda geçerli. Ne var ki son zamanlarda giderek artan üniversite mezunu işsizliğin gündeme gelmesi ile işsiz meslektaşlarımla daha yakın olma imkânım oldu. Ne var ki yakınlık acıyı büyütüyor ve 400 bin işsiz İİBF'liden gelen sayısız "tweet" insanın yüreğine ok gibi saplanıyor.
Tweetleri toplayıp özetlediğimizde tüm talepleri "Torpil değil alın teri karşılığımızı istiyoruz, 2015-1 KPSS tercihlerinde 40 bin kadro verilmesi, atamaların merkezî sistemle yapılması, mülakat sisteminin kaldırılarak merkezî atamadan vazgeçen kurumların tekrar merkezî sisteme geri dönmesi" olarak özetlenebilir...
Sorunun kaynağı nedir? YÖK ve üniversite senatoları bu fakülteleri açarken mezun olan öğrencilerin istihdam edilme imkânlarını, özel ve kamu iş yerlerinin istihdamı hazmetme kapasitesini de düşünmelidir. Bunun planlanmadığı gibi kötümser bir bakış açısına sahip değiliz ama bazen değişim ve büyüme öylesine hızlı olur ki planlar geçersiz olmakta çoğu zaman güncelleşmek zorunda kalmaktadır. Ayrıca, kamu alanlarındaki istihdamda farklı meslek gruplarının İİBF mezunlarına alternatif olarak değerlendirilmesi de İİBF mezunlarının alanını daraltmaktadır. Sonuçta 400 bin gibi iş arayan, kadro bekleyen bir genç kütle ile karşı karşıyayız. Bu ciddi bir sorundur.
Yaklaşan seçimler öncesi medyada gündemin sürekli politik alanlara evirilmesi bizi bu soruna çözüm arama sorumluluğundan kurtaramaz. Eğer ülkenin düşünen insanları her derde deva yazılarında, TV oturumlarında, konferanslarında, panel ve sempozyumlarında kalemlerinin ve kameralarının yönünü biraz da bu tarafa çevirseler bu zorluktan fırsat çıkarabilirler.
Anadolu'da ciddi bir kalkınma açlığı var. Son yıllardaki, kırsal kalkınma projeleri, Avrupa Birliği Hibe programları, SODES projeleri, KUDAKA projeleri ile yatırım ve sermayenin nefes bile almanın zorlaştığı büyük kentler ve sanayi bölgelerinden Anadolu'ya transferi için çırpınıyor. Yetişmiş ve yetkin insan gücü ihtiyacı bu bölgede ham madde ve malzeme sıkıntısından daha fazladır. Ciddi bir planlama ile İİBF'lilerin önemli bir kısmı bu kalkınma hamlesinin paydaşı yapılabilir.
"Sorunlarınızı çözmek mi istiyorsunuz o zaman onlarla yüzleşin, korkmayın" diyen Jack Walsh'a katılıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse, eğer alttakilere uzanıp daha az talihli olanlara yardım etmezseniz bir gün sayıları o kadar artar ki, onlar uzanıp sizi aşağı çekerler. Son olarak verimlilik hesabı yapanlara şu söylenebilir;
İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın...
.
Peynirimi kim kaptı?
15 Mart 2015 01:00
"Peynirimi Kim Kaptı?" Dr. Spencer Johnson'un naklettiği ünlü hikâyedir. İçi boşaltılmış şirketlerin hikâyesi olmakla berber bildiğimiz memleketin içini boşaltma hikâyesini de hatırlatıyor.
Spencer'in hikâyesindeki karakterler iki fare ve iki insan, bir dolambaç içinde yaşıyorlar ve tek görevleri var, kilerdeki peynir istasyonlarını bulup, peynirleri tüketmek. Bu vesayetçi fareler her sabah eşofmanlarını ve ayakkabılarını giyip dolambaç içinde koşarak buldukları hazır Peynirle besleniyorlar. İstasyonundaki peynir o kadar çok ki ayakkabılarını ve eşofmanlarını bir kenara atıp, istasyona taşınıp, orada yaşamaya başlıyorlar.
Ev sahibi durumu fark edinceye kadar herkes çok mutlu...
Fareler, bir sabah kalktıklarında peynirin tükenmiş olduğunu görüyorlar. Aslında hikâyenin bizimle ilgili versiyonunda ev sahibi durumu fark etmiş ve peynirleri korumaya almıştır. Fareler tekrar ayakkabılarını giyip yeni peynir aramaya girişirken, insanlarsa peynirlerini birinin aldığını fark edip duvar delip, yer kazıyorlar. Bir süre sonra peyniri bulamayınca da onu birinin aldığını ve eninde sonunda getireceğini düşünüp beklemeye başlıyorlar. Umutları alıştıkları düzenin tekrar geri gelmesidir. Fakat ev sahibi şapkayı alıp gitmeyince bildikleri eski usullerle harekete geçiyorlar. Oysa olayın esası, ev sahibinin durumu fark edip malına sahip çıkması, aktörlerin her birinin doğal ve toplumsal rollerine geri dönmelerinden ibarettir. Bizim hikâyemiz ise tam burada başlıyor.
Bizim ülke labirentlerindeki bizim fareler de, bir sabah kalktıklarında peynirin tükenmiş olduğunu görüyorlar. Ev sahibi durumu fark etmiş ve Peynir deposunu sağlama almıştır. Son 11 yılda Türkiye'nin faizlerinin yüzde 45'ten, yüzde 13'e düşmesiyle kazanılan 642 milyar, farelerin (faiz lobisinin) cebine girmeyince rahatsız olup, çılgına dönüyorlar.
Bu durumu daha önceki ev sahipleri Menderes ve Özal zamanında da yaşayan fareler hemen bildikleri planı uygulamaya koyarlar.
Bu plan her zaman işe yaramıştır.
Kamuoyunu yolsuzluk iddiaları, irtica yaygaraları ve sokak hareketleri ile oyalarken döviz ve borsa üzerinden vurgun yapmak!
Bir defasında Çankaya Köşkü'ndeki Milli Güvenlik Kurulu'nun 19 Şubat 2001 tarihindeki toplantısında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Bülent Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatır. Başbakan Bülent Ecevit, yaşanan tartışma sonunda toplantıyı terk eder ve tartışmayı 'Bu bir devlet krizidir' açıklamasıyla izah edince büyük bir ekonomik kriz dalgası başlatır.
Dramatik olan Ecevit daha açıklama yapmadan farelerin krizden haberdar olmasıdır.
Borsa çöker, döviz fırlar, Türkiye dalgalı kura geçer. Ancak Merkez Bankası'nın dalgalı kura geçilmeden önce 4 bankaya eski kurdan 5 milyar dolar civarında döviz verdiği belirlenir.
Ancak Ecevit'in bu açıklamasından hemen sonra olayın bir devlet krizinden çok Türkiye tarihinin en büyük ekonomik soygunu olduğu ve faiz lobilerinin önceden piyasadan döviz topladıkları ortaya çıkar.
O dönemde kimlerin, hangi kurdan ne kadar döviz topladığını kamuoyu hiç öğrenemez.
Dolarları yani PEYNİRLERİ kimin kaptığı sır (!)olarak kalır.
Hikâyenin bugün ÜLKEMDEKİ versiyonunda değişen bir şey yok.
Depoyu sağlama almanın yolu, kendi tarafınızdan, evin içinden karşı tarafa hizmet etmeye ikna edilmiş paralel fareler olup olmadığını tespit etmektir.
İçerideki zarar vermezse dışarıdaki düşman zarar veremez.
.
Halat kopunca ne olur?
26 Mart 2015 01:00
Halat kopunca ne olacağı, halatın sahibine göre değişir.
İzmit Körfez geçişi asma köprüsünde cumartesi günü "Catwalk" olarak bilinen halatın kopmasından kendisini sorumlu tutan Japon mühendis Kishi Ryoichi intihar etti. Cesedi Yalova'nın Altınova ilçesindeki mezarlık girişinde bulunan mühendisin intiharından önce yazdığı notta halatın kopmasından kendisini sorumlu tutarak hayatına son verdiği belirtiliyor.
Bu tür, tabii eğer varsa kabahatli olmak ve kabahatin toplumca bilinir hâle gelmesinden duyulan utancı bir nevi intihar "harakiri" ederek cezalandırmalara Japonlarda sıkça rastlanır. Çalışma ahlakı ve kültüründe nasıl bir terbiye ve eğitim onlara böylesine ağır bir sorumluluk yüklemektedir?
1995 yılında Japonya'da KOBE şehrini yerle bir eden Osaka ve Kyoto'da ciddi kayıplara yol açan depremi yaşayan Ahmet Yağcı isimli vatandaşımız şunları anlatmıştı: "Japonya'da eğitim anaokulunda başlıyor ve çocuklara küçük yaşta sorumluluk duygusu aşılanıyor. Mühendis olmak isteyen çocuğa -senin hatan yüzünden insanlar ölebilir- duygusu veriliyor ve çocuklar sorumluluk sahibi olarak yetiştiriliyor. Japonya'nın en ünlü atasözüdür: Üç yaşa kadar olan terbiye yüz yaşa kadar gider... Ülke liderleri sorumluluk sahibi, KOBE depreminden sonra belediye başkanı -neden bu yolları daha geniş yapmadım- suçluluğu ile intihar etmiştir. Japon insanı çok onurludur ve Japonya'da insana çok fazla değer verilir. Orada her şeyden önce insanlık ve insana verilen değer var..."
Japonya, çok küçük miktarda doğal kaynaklara sahip olmasına rağmen dünyadaki en büyük miktarda alacaklı, en büyük on bankasına sahip, dünyada zirvede yer alan on kuruluştan sekizine sahip bu ulus evlerinde ve okullarında çocuklarına kendi değerlerini, insana ve insanlığa verilen değeri öğretiyor.
Ben aslında yakın zamanda Mecidiyeköy'de inşaatı devam eden 36 katlı binanın 32. katından zemine çakılan asansöründe 10 işçinin hayatını kaybetmesi ile sonuçlanan kaza ile ilgili soruşturmanın akıbetini ya da geçtiğimiz mayıs ayında Manisa'nın SOMA ilçesinde 301 işçinin ölümüyle sonuçlanan facia üzerine kimlerin sorumluluk üstlenmesi gerektiğini yazacaktım. Ama 1995 KOBE depremi konu olunca örtüşmesi nedeniyle 1992 Erzincan depremi üzerinden meramımı anlatayım. Nasıl olsa kafa aynı olunca ha maden faciası, ha asansör kazası ha deprem değişen bir şey yok; hepsi aynı yola çıkıyor...
Hasarlı yapılarda onarım ve takviye sonrası yapıda olan değişikliği (güvenirliliği) ölçmenin yolu periyot ölçümüdür. Yani bu da bir tür "güvenlik halatı" gibidir. Erzincan'da 1983 Kasım ayında meydana gelen 5,3'lük deprem sonrası yapıların periyotları Deprem Araştırma Dairesince ölçülmüştü. 1983 depreminden sonra çoğu kamuya ait binalarda yüzde 33 kadar periyot artışı olduğu bunun rijitlikte yüzde 70 kadar bir azalmaya karşılık olabileceği ifade edilmiştir. Rijitlik bir yapının yükler, darbeler karşısında ayakta kalabilme yeteneğidir.
Müteakiben 1992 depremi vuku bulmuş ve bu binalarda 653 kişi enkaz altında hayatını kaybetmiştir. Soru şu: Ayakta kalma gücünü yüzde 70 kaybetmiş bir binada oturmak ister misiniz ve bu binalarda oturulmasına müsaade eder misiniz?
Sonuç halat kopunca yani yer sallanınca bir nevi 653 kişinin faili meçhule kurban gitmesidir.
Yukarıdaki soruya gelince, bizde halat koparsa olayla ilgili soruşturmalar devam ederken akıl veren çok olur, hepsi o kadar...
.
Koşanlar, yatanlar ve bir ampul hikâyesi
29 Mart 2015 01:00
Öğrencilerini daha ileri taşımak için mevcut şartlardan fazla bir şeyler yapmak gereğini fark eden değerli bir milli eğitim müdürünün teşviki ile bütün yıl boyu fedakârlıklarla yürütmeye çalıştıkları "Kariyer zirvesi" toplantıları çerçevesinde geçtiğimiz hafta Anadolu'nun taşrasında öğrenci ve veliler ile birkaç kez bir araya geldik. Yapmaya çalıştığımız, başarılı hayat tecrübelerini öğrenci ve aileleri ile paylaşarak onları cesaretlendirmek ve heveslerini artırmak.
Ancak il merkezinden taşraya doğru gittikçe sosyal bağların çözülüp nasıl tuz buz olduğunu görünce öğrenci, öğretmen ve velilerin sorgulayan bakışları altında ezilip ne söyleyeceğimizi de unutur hale geliyoruz. Burada okulların fiziki durumunun yetersizliğini öğretmen kıtlığını söylemiyorum; burada sıkıntı yok. Kırsalın ağır şartları öğrencilerin ve velilerin ruhuna sinmiş. Kendileri ve aileleri bu "gel-git"ten ibaret eğitimin geleceklerini inşa edeceğine dair inatları yok. Oysa ağır rekabet şartları bunu gerektiriyor. Çocuklar için gelecek okyanusun karşı kıyısı gibi. Kendileri için arzu edip sevdikleri bir mesleği hayal etmeleri için ne kadar ısrar etsem de üst seviye bir mesleği hayal ederken zorlandılar. Doktor ya da mühendis olmak istiyorlar ama meslek sahipleri ile temasları, dış dünya ile bağları, çoğunun sosyal ve spor kulüpleri yok.
Mağduriyetleri öğrencileri ile paylaşan öğretmenler, çocuklarını rekabet edebilir bilgi seviyesine çekmek için ciddi fedakârlık içindeler. İlçe veya beldede ikamet sıkıntısını aşmak için taşımalı sisteme onlar da aynen uyuyorlar. Kendi geldikleri ağır şartların fotokopisi olan öğrencileri daha ileri taşımak için ter döküyorlar. Ama öğretmeni aşan bu sıkıntılarla mücadelelerinde yalnızlığa itilmişler. Devletin sosyal gücü şehrin kenar mahallelerinde bitiyor. Çocuklar, ailelerinin yoksulluk, ağır çalışma şartları içinde sıkışıp kalıyor. Sosyal sorumluluk alması gereken kurum ve sivil toplum kuruluşları onlara uzanmıyor. Çoğu öğretmen öğrencilerinin dış dünya ile mukayese yapıp durumu fark etmeleri için rehber öğretmene bazen de psikolog desteğine ihtiyaç duyulduğunu ifade ediyor.
Ev, ahır, pancar tarlası ve Gıslaved lastikten ibaret bir dünyanın çocuklarını, büyük şehrin paralı kolejlerinin imkânları ile yarıştırmak bana göre mümkündür. Eğer hizmeti il merkezinden ibaret sananlar genç öğretmen dostlara destek olursa.
İlçe merkezinden uzak bir okuldaki öğretmenin kapısı çalınır, öğretmenler günü dolayısıyla bir öğrencisi gazete parçasına sardığı hediyeyi verir. Öğretmen küçük paketi açınca içinden bir ampul çıkar. "Teşekkür ederim, annenin haberi var mı?" diye sorar. Öğrenci de "Evet" der ve mutlu olarak ayrılır. Sonra öğretmen dikkatli bakınca ampulün geçmiş olduğunu fark eder.
Eğitim kelimesinin kökü "educe"dir ve içeride olan enerjiyi, potansiyeli dışarı çıkarmak demektir. Eğitim hayat boyu süren sadece okul sıraları ve öğretmenle ile sınırlı olmayan bir süreçtir. Çocuklarımıza fizik, matematik, tarih ve farklı disiplinleri veriyoruz ama en önemli şeyi ihmal ediyoruz. O da hayallerini UMUTLARINI kurgulamayı ve gelecekleri için bir yol haritası inşa etmeyi öğretmek ve özgüvenlerini geliştirip hayatta kendilerini konumlandırma becerisini geliştirmelerine yardımcı olmaktır. Onların bilgi ve kabiliyetlerinin saklı kalması, çürüyüp gitmesine sebep olmakta, bu da işsizlik, tatminsizlik ve hayata küskünlük olarak bize geri dönmektedir.
Umut her zaman geleceğe ışık tutan bir ampuldür ama eğer yanarsa...
Kimse keyfinin kaçmasını istemiyor
2 Nisan 2015 01:00
Erzurum'un, Erzincan'ın, Van'ın en çok ihtiyaç duyduğu husus ilin gelişmesine yön verecek ve görevdaşlık oluşturacak, moral ve isteklendirmeyi yükseltecek sektörler arası iş birliği ve diyalogdur. Bu ortaklık, refahı yükseltirken iç barışı da besler. Paylaşım, kentlerin kalkınmasındaki en önemli halkayı işaret etmektedir. Kent problemi denince hemen akla gelenler, ikamet, iş sahibi olmak kentin ortak değerleri olan doğa ve kültüründen zenginliklerinden faydalanmak, yeni iş sahaları kurmak, güvenliğin sağlanması, eğitimde fırsat eşitliği, sağlık hizmetler sayılabilir.
Yaşanabilir kent sıralamasında da bu ihtiyaçları yeterince sağlayan kentler sıralamada kendilerine yukarılarda yer bulur.
Şehirlerimizin problemlerinin çözümünün en önemli şartı kent sahiplerinin ortaya çıkmasıdır. Burada temel sorun kentin gerçek sahiplerinin kim olduğu, kent sahipliğini üstlenen kurumlar arası iş birliği olmamasıdır.
Bunun önündeki engel nedir?
İş birliğinin önündeki engeller, fikir ve tecrübe sahiplerinin, akademisyenlerin bilgiyi ekonomik faydaya dönüştürmeye soğuk bakması, ortak proje kültürünün yeterince yerleşmemesi, üniversite katkısının sanayiciler tarafından yeterince fark edilememesi olarak ifade eder. Peki, neden bu engelleri aşamıyoruz? Çünkü hiçbir mekanizma bunları zorlamıyor, kimse de keyfinin kaçmasını istemiyor.
Mübalağa yaparak söylüyorum, öyle bir psikoloji içindeyiz ki kurumların hayata katılımını ve katkısını dağıttıkları aşure çanağının sayısı ile ölçer durumdayız. Kurumların bilgi paylaşımı olarak kullanmaları gereken salon ve amfiler örümcek bağlarsa şaşmam.
TEB'in geçtiğimiz yıl düzenlediği "gelecek stratejileri konferansı"nın uygulama sonuçları tebliğinde de "başarılması gerekenler" içinde ilk sırayı "Kurumlar arası uyum-iş birliği ve yönetim" ilk sırayı almıştı. Sonuç tebliğinde, "Şehirlerimizde karar alıcılarının (kamu-sanayi kuruluşları-yatırımcı-üniversite vs.) ortak görüşlerde buluşmaması ve bu görüşlere bağlı olarak planlar yapılmayışı, gelişimini engellemektedir. İllerin çoğunluğunda görülen bu sorun ancak karşılıklı iyi niyetle ve kamu otoritesinin öncülüğünde gerçekleşebilir. Bu nedenle il kamu otoritesinin tarafları bir araya getirerek iş birliği ortamını geliştirmesi gereklidir. Sonrasında ise sürekli takip ve koordinasyon ile iş birliği aşamalarının gelişi izlenmeli, gerekli noktalarda destek olmalıdır" denilmektedir.
İş birliği her kurumun kendi yeteneğini fark etmesi ile mümkün. Her kurum kendi sonuçları ile yüzleşmeli. APG denilen performans ölçümleri bunun için ihdas edildi. "Vatandaş memnuniyeti" anketi, göstermelik şikâyet kutularını çöpe gönderecek ve belki ilk defa kurumların hizmet gücünü görücüye çıkaracak.
Benim kanaatim: "Eğer hayatımızda bir değişiklik yapmak istiyorsak sayılarla yüzleşmeliyiz. Sonuçlardan memnun değilsek değiştirmemiz gereken şeyleri değiştirmemiz şarttır. Başka yere gitmenize gerek yok. Hatalarımızı düzeltmek için, yapmamız gereken değişiklikler için gereken dersleri almaktır."
Eskiden beri yapılan il koordinasyon kurulu toplantıları bir bakıma kurumların yıl hedeflerini hesabi ve fiziki olarak ne kadar gerçekleştirdikleri ile ilgili bir yüzleşmeydi
Periyodik aylık-üç aylık zamanlarda bu toplantılara (İl koordinasyon kurulu toplantılarına) ÜNİVERSİTE-TSO-MÜSİAD ve OSB'nin de katılımı bir yol haritası olabilir. Hepsi aynı platformda toplandığında bir iş birliği kurma istek, ihtiyaç ve heyecanı duyabilir, aynı dili konuşmaya başlarlar.
Kurumlar arası paylaşım ihmal edilerek, buzdolabına koyarak kimse, hiçbir kurum bir yere varamaz.
.
Vakayı âdiye
5 Nisan 2015 01:00
İstanbul Çağlayan Adliyesinde Savcı Mehmet Kiraz'ın avukat kılığında adliyeye giren terör örgütü DHKP-C militanlarınca şehit edilmesinin ardından Başsavcılık tarafından avukatların aranması talimatına rağmen aranmadan içeri girmek isteyen bir grup avukat ile güvenlik güçleri arasında arbede yaşanmış. İtiş kakış sırasında ezilme tehlikesi atlatan İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal da "Bunun hesabı mutlaka sorulacak" diye tepki göstermiş.
Olay günü sabahının sorusu, terör örgütü DHKP-C militanlarının Savcı Mehmet Kiraz'ın adliyedeki makam odasına kadar silahlarıyla nasıl girdikleriydi. Nasıl, diye soranlara verilecek cevap basit. 12.30'da savcıyı rehin alan ve 12.36'da eylemlerini sosyal medya üzerinden kamuoyuna duyuran teröristlerin kısa süre sonra yayınlanan güvenlik kamerası kayıtlarından, Adliye binasına sırtlarında çanta, ellerinde cübbe ile elini kolunu sallayarak güvenliği geçip koridorlarda dolaştıklarını cümle âlem öğrendi. Sahte kimlik kartları ve bir cübbe güvenliği sıfırlamalarına yetmişti.
Bu ülkede her kontrol kapısından, toplu mekânlara, hava meydanlarına, uçaklara, adliye binalarına ve tüm kamu binalarına elini kolunu sallayarak, üzerlerini aratmayarak geçmeyi, polisle itiş kakış yapmayı, hostes tartaklamayı kendinde hak olarak gören ve marifet zanneden imtiyazlı bir kesim var. Üstelik bunun kendileri için öylesine bir hakkı müktesep olduğuna inanmışlar ki eşkıyalığı engellemek adına çıkarılan hiç bir yasa da, talimat da akan kan da onları bağlamıyor. Bunu bir itibar kaybı zannediyorlar erkekliklerine yediremiyorlar. Son olayda da, kendilerini taklit ederek bir meslektaşlarının alçakça kanının yere akıtılmasını meslekleri üzerinden bir istismar ve itibar kaybı görmüyorlar, benzer olayların yaşanmaması için tedbir kovalamıyorlar ama gelecekteki muhtemel eşkıyalıkların önünü kesecek uygulamaları engellemek için itibarlarını korumak adına kendilerini yerlere atıyorlar.
Pes doğrusu bu kadarına!..
Savcı Mehmet Kiraz'ın şehit edilmesinin ardından gündeme gelen güvenlik tedbirlerinin iyileştirilmesi adına Adliyelere girişte avukatların aranmasına ilişkin olarak alınan tedbirlerin avukatlara yönelik olmayıp avukatlık kisvesi altında teröre yönelenler için olduğunu söyleyen Başbakan Ahmet Davutoğlu "Bu olay yaşanmamış gibi davranamayız, artık herkesin bunu anlayışla karşılaması ve sorumlu davranması lazım. Bunun gereğini yapmak konusunda kesinlikle kararlayız" demişti.
Bu kararlılık sadece adliye ve benzer kamu binaları ile de sınırlı kalmamalı. Haber arşivlerimiz kendisini, savcı, polis, hâkim, milletvekili ve nice meslek sahibi olarak tanıtanların yaptıkları ve yaktıkları ile doludur. Daha önceki gün Antalya Emniyet Müdürlüğü ekipleri yurt dışında çalışan özellikle yaşlı insanlara musallat olup kendilerini polis, savcı olarak tanıtıp baskı altına alan ve bu yolla paralarını Türkiye'ye yönlendirip Antalya'da çeken üç kişiyi yaptığı operasyonla yakaladı. Gurbetçileri, savcı, polis kisvesi altında "terör örgütü ile bağlantınız var" diyerek korkutan şahıslar bu yolla 70 bin euro'luk vurgun yapmış.
Sonuçta, kimlik sorma, üst arama, güvenlik bandından geçmekte rahatsızlık duymak itibar kaybı değil onurlu bir sorumluluk ifasıdır ve yarası olan gocunsun. Ortalama bir vatandaşın güvenlik nedeniyle arandığı her kapı imtiyazların bittiği yerdir. Evet, şiddet; karşısında kararlılığı mutlaka bulmalıdır, aksi halde hepimizi teslim alır.
.
Vatandaş, meydanda dinler sandıkta konuşur
9 Nisan 2015 01:00
Milletvekili aday listeleri açıklandıktan sonra çok kısa bir süre hazmetme süresi var çünkü seçimlere iki aylık bir süre kaldı. Herkes kendi ölçüleri içinde adayına bir değer biçiyor. Önceki akşam araştırma şirketlerinin temsilcilerinin katıldığı bir açık oturumda moderatör, adayların seçmen beklentilerine cevap verip vermediği hakkındaki kanaatlerini sorunca araştırmacıların hepsi ağız birliği etmiş gibi "seçmen adaya bakmaz lidere bakar, önüne geleni kabul eder" gibi laflar ettiler. Kimse yazı tura atarak parti seçmez herkesin hesabını vicdanına verdiği bir gerekçesi var. Doğal olarak herkes taraf olduğu görüşü temsile en yakın gördüğü siyasi partiyi seçer ve adayında da bu partiyi temsil yeteneği arar. Değerlerini arkada bırakacak kadar ağır bir baskı yemezse kimsede partisini atmaz. Ne var ki kitle partilerinin tümden peşkir atıp çözülmeye başladığı zamanlar partinin liderleri bile yeni liman ararlar. ANAP gibi kendini feshedenler olduğu gibi DEMOKRAT Parti gibi dışarıdan kapısına kilit vurulanlarında seçmeni ortada kalmaz, yeni kurulan alternatif partileri inşa eder ve sığınır.
Lider ve çekirdek kadrolar her zaman teşkilatlarının, seçmen tabanının tercihlerine itibar eder ve ona göre aday belirlemeye çalışır. Eğer bir partide ciddi bir aday krizi yaşanırsa bunun sebebi teşkilatlardaki merkezi yanıltmadır. Eğer bir parti, zayıf bir adayı tercih yapma durumunda ise seçmen de bundan rahatsızsa vebali teşkilatlarındadır. Düşüncelerini temsil ettiği siyaset merkezine adaylar hakkında görüş beyan ederken seçmenin, kanaat önderlerinin, tabanın tercihlerini, adayın hafızasını arkaya atıp kendi görüşünü öne alıp, parti merkezine hatta liderine açıkça beyan edemeyen teşkilatlar, seçmenle partisini karşı karşıya getirmektedir. Seçmen de, adayından önce teşkilatlarından ehliyet, yiğitlik, mertlik, doğru sözlülük, adaletli davranış arar.
Evet, seçmen önce lidere bakar ama lider de yol arkadaşlarının çapına bakar. Başbakanlık döneminde Sayın Recep Tayyip Erdoğan 7 Mart 2014 tarihinde katıldığı bir televizyon programında "AK Parti milletvekilleri arasında da konuşmayanlar var, bunu fark ediyorum. Kimse konuşmuyor ama konuşmaları gerekiyor. Çıkacaklar halka olanı biteni anlatacaklar. Biz Allah'ı incitmeyelim, herkes hiçbir şeyden korkmamalı ve yüreğini ortaya koymalı" demişti.
Doğru bilgi ile beslenmediği için siyasette buharlaşan kendini vazgeçilmez zannedip namı nişanı kalmayan siyaset adamı çoktur. Bugün de partisiz kalıp ortalığa düşen vazgeçilmezler az değil. Seçmen belli yere kadar lidere bakar ondan sonra yaşadığı hayata bakar. Hiçbir siyasi parti, liderinin kesesinden ilânihaye beslenerek yaşayamaz.
CHP 1950 yılında Taksim Meydanı'nda bir miting yapar. İnönü'yü dinlemeye kamyonlarla, otobüslerle insanlar getirilir. İnönü dolu meydandan memnundur ve Vali Fahrettin Kerim Gökay "İşte İstanbul Paşam" der. 14 Mayıs 1950 seçimleri yapılır sonuç hezimettir. CHP bir milletvekili bile çıkaramaz...
Bir zamanlar Millet Partisi'nin genel başkanlarından Osman Bölükbaşı'nın mitingleri çok kalabalık olurmuş. Ama seçim sonuçları açıklanınca mitinglere gelen kalabalığa kıyasla alınan oy az çıkarmış. Daha sonraki seçim konuşmalarında Osman Bölükbaşı kendisini dinlemeye gelen kalabalığa "tarlada başak çok ama içinde tanesi yok, neyleyim tanesiz başağı" diye nükteyle sitem edermiş. Öyle anlaşılıyor ki Bölükbaşı da çok konuşmuş az dinlemiş...
Meydanların sesini iyi dinlemek, manzarasını iyi okumak sadece lidere düşmez, her kademedeki siyasetçinin sorumluluğudur. Binaenaleyh, lider odur ki etrafındaki dalkavuk güruhunu çabuk fark edip onları kapının önüne kor.
Vatandaş nereye bakacağını iyi bilir, meydanda dinler sandıkta konuşu
.
Muhafazakâr demokrasi ve yeni Türkiye
12 Nisan 2015 01:00
Partilerin aday listelerinin seçimde alacakları sonucu hangi ölçüde etkileyeceği 7 Haziran akşamı belli olacak olsa da partilerin gelecek stratejilerini ifade ettiği için münakaşası uzun sürecek. Bazı yorumcular AK Parti aday listelerinin büyük ölçüde kendi gücüne (Milli Görüş hareketinden gelen) dayandığını belirtiyor. "AK Parti, yeni Türkiye'ye partinin kendi ocağında pişen, siyasi ve ideolojik çizgisinden emin olduğu, krizlerde sıkı durmayı başarmış, sadakatinden şüphe etmediği kadrolarla ilerlemeyi seçmiş" diyorlar. Gerekçe olarak ta geçmişte yapılan ittifakların büyük ölçüde hayal kırıklığı ile sonuçlanması gösteriliyor.
AK Parti kadrolarının tamamınca tasvip görmediğine inandığım bu yaklaşım, AK Partiyi bugünkü yerine taşıyan katılımcı seçmen tabanı ile arasına duvar inşasıdır. AK Parti iktidara gelirken arkasında sadece kurucuları ve Milli Görüş tabanı yoktu. Soldan, sağdan geniş bir yelpazeden oy alan reformcu bir parti idi. Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları "artık eskisi gibi dar bir kitleyi değil, çok geniş bir koalisyonu kapsayacak şekilde bir dünya görüşüne sahibim" diyordu. Nitekim siyaset ve ekonomik sahalarda büyük bir dönüşüm bekleyen liberaller ve sol entelektüellerce de kabul gördü ve AK Parti başarılı uygulamalarının sonucu 2007 seçimlerinde oylarını % 46'ya taşıdı.
Türkiye'nin o günde bugünde ihtiyacı olan bu sosyal ittifaktı. İlk girdiği 2002 seçimlerinde oylarını yüzde 34,2'ye taşıyarak 365 milletvekili alan AK Parti bunu nasıl gerçekleştirdi?
Bu rahmetli Özal'ın da, fikir, teşebbüs, din ve vicdan hürriyeti olarak tanımladığı dört siyasi eğilimi kucaklayan muhafazakâr demokrasi anlayışının siyaset pratiğine yansımasıdır.
Ancak 13 yıllık uzun iktidar süreci sonunda bazı kimselerce geniş bir koalisyona artık gerek kalmadığı dillendirilmektedir. İlk sinyal 2013'te Aziz Babuşcu tarafından seslendirilmişti. Babuşcu, "10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar gelecek on yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler bu süreçte bir şekilde paydaş oldular. Ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak" demişti.
Ancak bir parti kendi entelektüellerini yetiştirmiş olsa da dışarıda kalanlarla ilişkisi devam etmelidir. Aydın Menderes, demokratik hayatımızda hemen her seçimde oy ve sandalye sayısında meclis çoğunluğunu sağlamasına rağmen darbe ve muhtıralara muhatap olan muhafazakâr demokratların bu hale nasıl düştüğünü sorguluyor. "Demokrat Partiden başlayarak arkasından Adalet Partisi, ondan sonra gelen ANAP, Demirel'den Çiller'e ve günümüze uzanan süreçte kendi münevverlerini, entelektüelini oluşturmak gibi bir eğilim görmüyorum. Ve bunu büyük bir yanlışlık olarak değerlendiriyorum. Sol dediğimiz inkılâpçı entelektüel kesimle ilişkiler ancak saygı esasına dayalı ilişkiler olabilir, yakın bir iş birliği zaten olmazdı. Fakat bu arada bütün entelektüeller solcu da değildi. O vakit Türkçülüğü ağır basan milliyetçilerden, dinî yönü ağır basan 'İslamcılar'a kadar, daha ortada duran Necip Fazıl'lara kadar pek çok insan vardı. Demokrat Parti bunlarla mutlaka temas kurmalıydı, bunları yanına almalıydı" demektedir. Darbe ve muhtıralar devri kapandı diyenler için, ya darbe sandıkta olursa?
2015 sonrasında da yoluna güçlü bir siyasi hareket olarak devam etmek isteyen AK Parti, eskiden olduğu gibi yine birbirinden çok farklı görünen kesimlerin taleplerine karşılık verebilecek büyük koalisyonu inşa etmelidir. Kendi gücüne dayanarak siyaset yapmanın geçmişte yaşanmış tecrübeleri ortadadır. Belki bazı kadrolar artık bunu vazgeçilmez görüyor olabilir, ancak geniş seçmen tabanı bu fikri paylaşıyor mu?
.
Ben olsam şöyle yapardım
16 Nisan 2015 01:00
Çocukluk yıllarımızda kurtuluş günlerinin tören geçitlerinde cip üzerinden halka şapka sallayan valilerden, bugün şehrin geleceğini şehirle paylaşan valilerini tanımak heyecan veriyor.
Şehri korumak ve sahiplenmek için öncelikle o şehrin içinde olmak gerekir. Şehrin içinde olmak ise mekânsal bağlamda değil sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda da şehrin paydaşları ile teması gerektirir. Bu olmadığı zaman rakamla ve gözle görülen hizmetlerde görünmez hale geliyor.
Bu gücün en önemli paydaşı, bölgemizdeki valilerin görev yaptıkları kent hakkındaki algıları ve müspet iddialarıdır. Bu yüksek olduğunda diğer paydaşları da heyecanlandırmaktadır.
Önceki gün Erzincan Valimiz Sayın Süleyman Kahraman'dan bütün illerimize ilham verecek bir tweet aldık. Sayın Vali, Erzincan'ın gelişimi için kafa yoran, günlük hayatında karşılaştığı olaylardan ve sorunlardan esinlenerek "ben olsam şöyle yapardım" diye düşünen hemşerileri projelerini açıklamaya davet ediyor. Bu davet "sen kafa yorma, biz sizin adınıza her şeyi düşünürüz" diyerek insanları, karnından konuşmaya iten, yaşadığı şehrin dışına atan, paylaşmayı yok sayan mefluç ve çağ dışı yönetim anlayışından kurtarmaktır.
Yapım çalışmalarını sürdürdüğümüz yatırımların yanı sıra vatandaşlarımızın da fikirlerini almak ve projelerini değerlendirmek istiyoruz diyen Sayın Valimiz "Bu şehrin gelişimi için kafa yoran, ben olsam şöyle yapardım, diye düşünen çok sayıda hemşerimiz var. İşte bu tür fikir ve projeleri bir yerde toplamak ve değerlendirebilmek amacıyla -erzincanicinprojemvar- isimli facebook ve 'canproje' isimli twitter hesabını açtık. Bu projede sosyal ve kültürel etkinliklerden ulaşıma, teknoloji ve mimari gelişmelerden altyapıya kadar günlük hayatta karşılaşılan her türlü konuda hayatı kolaylaştıracak, şehrimize maddi ve manevi değer katacak fikir ve projenin gün yüzüne çıkartılması amaçlanıyor. Bu hesap sayesinde bu şehre gönül vermiş, yenilikçi üretken ve hizmet odaklı bütün vatandaşlarımızın fikirlerini özgürce sunmasına ve de bu fikir ve projelerini hem Erzincan Valiliği hem de diğer vatandaşlarımızla paylaşılması imkânı sağlayan bir alan oluşturulacaktır" diyerek projeyi açıklıyor.
Valiliğin bu açıklamasından sadece birkaç gün önce Bursa'da bir enerji şirketinin CEO'su olan ve doğduğu topraklara değer katmak için yaz kış demeden erinip üşenmeden her ay sürekli Bursa'dan Çayırlı'ya koşup gelen, hem toprağı hem dostlarını ziyaret edip, bilgi ve tecrübesini paylaşan Gürsel Arslan'la Çayırlı'daki projesini konuşmuştuk. "mümkün olsa memleketin insanlarına bu projeyi anlatabilsek, çıplak bozkırın bereketli topraklara dönüşünü izletebilsek" demiştik.
Şimdi bu imkâna kavuştuk, Gürsel Arslan projenin ekonomik getirisi, maliyeti ve desteklerini içeren bir çalışmayı -erzincanicinprojemvar- sitesinde paylaşıma açacak. sitesinde paylaşacak. "Kabahat bizde ve bizden önceki nesillerde dedik ve yola koyulduk. Ben benden önceki kuşak aile fertlerimin hatalarını eksiklerini affettirme adına elimden geldiğince gücüm yettiğince bu dağlara olan borcumuzu ödemeye gayret ediyorum, umarım gören duyan komşumuz hemşerilerimiz ve dostlarımız da canlanan doğaya bir fidan dikerek geçmişimizin borçlarının ödenmesine katkı koyarlar.
Şimdilik bu alanlarda meyve türlerinden vişne, badem ve kuşburnu orman envali türlerinden kara selvi, karaçam, Lübnan sediri ve meşe olmak üzere toplam 9.000 kök fidan dikilmiş olacak. Sağlığımız ve imkânlarımız elverdiği takdirde bu sayı bu yıl sonunda 12.000 adede çıkacak ve ilave arazilerin dikimi ile bu bölgede ağaç sayısı yaklaşık 25.000'e çıkarılacaktır" diyen Gürsel Arslan'ın ifadesiyle neden olmasın?..
.
Kitapları vurdular...
19 Nisan 2015 01:00
Kitap ve kitap okuyana bakışımızı düzeltmeden kimse fazla bir şey umut etmemeli. Metroda kitap okurken fotoğrafı çekilen genç, "entel keko, kız tavlamak için kitap okuyor" diye damgalanıp sosyal medyaya düşünce neden kitap okumuyoruz tartışması yeniden alevlendi. Kitap okumanın bir ekmek gibi su gibi bir ihtiyaç olduğunu ne zaman fark ederiz bilemiyorum ama herkesin kendisine göre bir bahanesi var. Kimisi kitapların pahalı olduğu, kimisi zaman bulamadığı, kimisi de işten yorgun argın geldiği gibi... Oysaki insanımızın az kitap okuyor olmasının bana göre ilk sebebi faydasına inanmaması, ikincisi ise, kitap okumayı küçük yaşlarda bir alışkanlık hâline getirmeyen aile ve eğitim sistemimizdeki yanlışlıklardır...
Batılı ülkelerde insanlar cüzdan taşır gibi kitap taşımaktadır. Otobüste, metroda, parkta, hatta iş yerinde müşteri beklerken bile... Kitap okuma konusunda kendilerini öyle disipline etmişler ki, kitap okuma onlar için yemek içmek gibi, olmazsa olmazların arasındadır.
Alışkanlıkların kazanıldığı ilk eğitim yerinin aile olmasından dolayı, okuma alışkanlığı da diğer tüm alışkanlıklarda olduğu gibi aileden ve çevreden görülerek kazanılan bir alışkanlıktır. Şayet evde kitap, dergi, gazete ve bunları okuyanlar varsa, çocukta okumaya karşı bir yatkınlık olabiliyor. Aksi takdirde çocuğun kitap okuma alışkanlığını kazanması zor gözükmektedir. Çünkü aile bireylerinin davranış ve hareketlerini bir fotoğraf makinesi gibi çeken çocuklar, zaman içerisinde o davranışları kendileri de göstermeye başlarlar. Dolayısıyla, burada en büyük görev ebeveynlere ve ailenin diğer fertlerine düşmektedir.
Japonya'da toplumun % 14'ü, Amerika'da %12' si, İngiltere ve Fransa'da % 21'i düzenli kitap okur iken, Türkiye'de durum % 0,01 yani on binde bir. Toplam nüfusu sadece 7 milyon olan Azerbaycan'da kitap ortalama 100.000 baskı yaparken, Türkiye'de bu rakam 2000-3000 civarındadır. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu'nda kitap okuma oranında Türkiye, Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin bulunduğu 173 ülke arasında 86. sıradadır. Bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap, bir İsviçreli bir yılda ortalama 10 kitap, bir Fransız bir yılda ortalama 7 kitap okuyor. Türkiye'de 6 kişiye yılda 1 kitap düşüyor.
Kitap okumaya karşı yetişkin insanlarımızda da güçlü bir direnç var. İnsanlar kendi hayatlarını zenginleştirecek bilgilere neden ilgi göstermiyor? Kendileri ile yüzleşmekten niye korkuyorlar. Bunun sebebini hep merak ederdim. Bir şeyi yapmak için bilgiden önce güçlü ve derin bir istek gereklidir. Fiziki veya duygusal bir ihtiyaç bizi açlığını çektiğimiz şeylere yönlendirir. Bizi ona kavuşturacak her vasıtaya saygı duyarız. İnsanlar kitapların artık bir vasıta olmadığına mı inanıyorlar? İnsanlara istediğinizi yaptırmanın tek bir yolu var o da kişiye "istediğini vererek" iş yaptırma isteği uyandırmak. İsterse bir bardak çay olsun.
Ben inandığımı yazayım, eğer gıda zehirlenmesinden insanlar hastaneleri dolduruyorsa, iş kazalarında her yıl çalışanlarımız yer altında göçük altında kalıyorsa, yollarda trafik kazalarında her yıl ilçe nüfusu kadar insanımız ölüyorsa, genç çocuklar uyuşturucu kurbanı oluyorsa, aile içi şiddetten boşanma ve cinayet haberleri canımızdan bezdiriyorsa hepsinin arkasında kitap okumamak saklıdır. Cezaevlerini kapatmak isteyenler genç nesle kitap okumayı sevdirmeli.
Kitap okumanın sırrı, metroda kitap okuma gibi saygın bir alışkanlık sahibi genç adamın cevabında saklı: "Elbisem, kirli terliğim bindiğim metroya uygun değil; işte zihnimi kirletemiyorum. Utanıyorum ama her ne olursa olsun kitaplar bana böyle olmayı insan olmayı öğretti. Hayvanlaşıp çevremi kirletmiyorum, üzgünüm utanıyorum..."
24 Nisan 1915'te ne oldu?
23 Nisan 2015 01:00
24 Nisan, Ermenilerin iddia ettikleri gibi Ermeni soykırımının başladığı gün müdür? 1. Dünya Savaşı şartlarını, Ermeni çetelerinin Doğuda Müslümanlara yaptığı mezalimi bilmeden sadece Ermeni tehcirini ve yaşadıklarını dillendirmek eksik bir değerlendirme olur. Bir taraftan Doğu Anadolu'da Rus ordusu diğer taraftan Çanakkale'de dünyanın güçlü donanmaları ile boğuşma sürerken Ermenilerin, Ruslardan cesaret alarak Müslüman köylerine yaptıkları saldırılar ve Van'da başlattıkları isyan Osmanlı'yı acil tedbirler almaya itti. 24 Nisan olayları, Taşnak ve Hınçak gibi terör örgütlerinin kapatılarak, karışanların tutuklanması, Osmanlı askerini arkadan vuran, casusluk yapan ve köy basanların başka şehirlerde ikametleri gibi tedbirler alınmasıdır.
Tehcir ve iskânın nasıl ve hangi şartlarda yapıldığı, sonuçların neler olduğunu "gerekirse ben Lahey'e gider, orada soykırım olmadığını belgelerim" diyen Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun ifade ettiği gibi açık tarihi kayıtlar ve belgeler mevcutken, bunları yok sayan Ermeniler bu tarihi "soykırım günü" olarak kabullenmekte dünyayı da buna inanmaya zorlamaktadırlar.
Selçuklulardan itibaren yüz yıllarca Türklerle birlikte aynı toprakları paylaşan, Osmanlı tarihinde "milleti sadıka" olarak siyasetten mimariye kadar derin izler bırakan Ermenileri sonu dramatik biten Doğuda bir Ermeni devleti kurma macerasına iten güç nedir? Bugün kendi ülkelerinde "soykırım yapılmadı" demeyi suç sayan, bundan sonuç üretemeye çalışan ülkeler saklı değildir.
Ermenilerin hangi şartlarda bu oyunun parçası oldular?
Avrupa ve Amerika'nın çökertmek istedikleri ülkelerdeki etnik ve dinî grupları misyonerler aracılığı ile tahrik ve başkaldırıya teşvik etmeleri en çok uyguladıkları yoldur. Hizmet götürmek gibi sözlerin arkasına gizlenmiş menfaat avcıları ve huzur bozucularının vazifeleri gittikleri memleketleri Hıristiyan devletlerinin sömürgesi yapmaktır. Her gittikleri devletin siyasi, askerî, coğrafi ve iktisadi, dinî yapısını en ince teferruatına kadar öğrenerek jurnal ederler. Her yerde kendilerine dost olacak kimseleri bulur ve bunları satın alırlar. Bu kimseler yerli ahalinin isimlerini taşır fakat ya Hıristiyanlaştırılmış bir cahil veya satın alınmış bir haindir.
Mason Reşid Paşa'nın hazırladığı Gülhane Fermanı'ndan sonra da Osmanlı Devletindeki misyonerlik faaliyetleri arttı. Anadolu'nun en güzel yerlerine kolejler açtılar. Fermandan yirmi bir sene sonra 1859'da Harput'ta açtıkları Fırat Koleji ile birlikte Harput ovasında 62 merkez kurmuş 21 kilise yapılmıştı. Yediden yetmişe bütün Ermeniler Müslümanlara ve Osmanlıya karşı düşman edilmişti. Meşhur kadın misyoner Maria A.West daha sonra neşrettiği "Romance Of Mission" adlı kitabında "Ermenilerin ruhuna girdik, hayatlarında ihtilal yaptık" demektedir.
İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerin destekleriyle Ermeni ihtilal örgütleri Osmanlı topraklarında asayişi bozan birçok faaliyete girişmiş, 1890-1914 yıllarında İstanbul dâhil Anadolu'nun birçok vilayetinde 40'tan fazla isyan girişiminde bulunmuşlardır. Müslüman köylerini yakıp, Müslümanları insafsızca katl eden Ermeni komitacıların 1893 senesinde yaptıkları büyük katliamlarda bu kolejlerde yuvalandıkları, faaliyetlerinin hazırlığını burada yaptıkları ve reislerinin Kayayan ve Tumayan isimli kolej muallimleri olduğu ortaya çıkarılmıştı. Bunun üzerine misyonerler bu iki hain Ermeni'yi kurtarmak için bütün dünyayı ayağa kaldırıp, Amerika'da ve İngiltere'de çok büyük gösteriler tertip ettiler. Anadolu'da Müslümanlara karşı yapılan katliamları aksine çevirerek yazdılar.
Van isyanı üzerine 24 Nisan 1915'te Osmanlı devleti; Taşnak, Ermeni ihtilalci örgütlerin kapatılması, terör ve katliama karışanların tutuklanması veya başka şehirlerde zorunlu ikamete tabi tutulmaları tedbirine başvurdu.
Ermenilerin 24 Nisan'ı bir soykırım günü ilan etmek istemeleri, varlık felsefelerini ve kimlik inşalarını siyasallaşmış bir nefret üzerine oturtmak gayretinden ibarettir. Hayalleri, tüm dünyada bir "Ermeni Soykırımı Endüstrisi" inşa ederek mağduriyete uğramış aileler adına Türkiye'den para sızdırmaktır!..
.
Mezar Soyguncuları ve Soykırım Ticareti
26 Nisan 2015 01:00
Tarih profesörü Norman Finkelstein Yahudi kökenli bir entelektüel. Naziler, ailesinin bütün fertlerini katletmiş, babasını Auschwitz Kampı'na, annesini ise Majdanek Kampı'na göndermiş. Kısacası Finkelstein Yahudi Soykırımı'nın, yani Holokost'un bütün acılarını yaşamış. Ama bir itirazı var. Ailesinin ve sevdiklerinin çektiği acıların istismarına karşı çıkıyor. Hele hele bu istismarın ABD'nin ve İsrail'in Orta Doğu'da yaptıklarını meşrulaştırmak için kullanılmasına isyan ediyor.
Finkelstein, büyük tartışmalara yol açan "Holokost Endüstrisi" kitabıyla Holokost'un acılarının hangi yollarla paraya çevrildiğini ve ABD'nin Yahudi lobisini nasıl kullandığını gözler önüne seriyor ve okuyucuyu "timsah gözyaşları"na inanmaması için uyarıyor. İsrail'in yaptıklarına sessiz kalan birisinin Holokost'a karşı çıkışının samimi olamayacağını söylüyor.
Finkelstein "Amerika'da bir -Yahudi soykırımı- endüstrisi var ve gayesi İsrail'in Filistinlilere karşı cani politikasını haklı göstermek ve Avrupa'dan para sızdırmaktır. Bu tarihi ters çevirme, çarpıtma taktiğidir. Bunların yaptığı mezar soygunculuğudur ve insanlık tarihinin en büyük hırsızlık olayıdır" değerlendirmesi yapmaktadır...
Soykırım kelimesi bugün Ermenilerce de aynen Yahudilerin Filistin'deki cani uygulamalarını örtmesi gibi Azerbaycan'daki işgal ve katliamlarını örtmek için kullanılmaktadır.
Bu ticaret batının iştahını kabartmakta, son yıllarda Türkiye'nin, uzattığı el geri çevrilmektedir. Çünkü oyunun kurallarını Erivan belirleyemez. Bu soykırım ticaretinde asıl muhatap Ermenistan değil ona destek veren ülkelerdir. Ermeni sorunu çıktığından beri Türkiye'ye karşı sorun tarihsellikten çıkarılıp siyasallaştırılmaktadır. Fransa'nın Ermeni iddialarını "soykırım" olarak kabul edip yasalaştırmasından sonra arkası sökün etmiş yoğun bir şekilde diğer ülkeler de konuyu parlamentolarına taşıyarak kabul etmişlerdir. Son bulması da beklenmemelidir. Türkiye'nin AB üyeliğindeki ısrarı bir zaaf olarak algılanmış ve AB kendi çıkarlarını kabul ettirmek için güçlü bir malzeme olarak Ermeni iddialarına sarılmıştır. Ermeniler Paris, Londra New York gibi şehirlerde kamuoyu, basın ve üniversiteler üzerinde konferans ve bilgilendirme çalışmaları yaparken bizim çalışmalarımız çoğunlukla yerel kalmış ve uluslararası alana intikal etmemiştir.
Ekim 2001 tarihinde Londra'da "Türkiye-Güney Kafkasya İlişkileri" konulu bir konferans düzenlenmişti. Bu konferansta "Ermeni sorununun Türk Dış Politikası Üzerindeki Etkileri" adlı bir tebliğ sunan Sedat Laçiner Türkiye'nin politika olarak bugüne kadar "görmezden gelme" ile "tam savunma" arasında gidip geldiğini, savunmada kalmanın Türkiye'yi suçluluk psikolojisine itip baştan haksız durumuna ittiğini belirterek soruna yeni bir strateji ile yaklaşılması gerektiğini belirtmişti. Laçiner'in ifade ettiği üzere sorun tarihi değil uluslararası ilişkiler sorunudur. Böyle yapılmadığı için Ermeniler meseleyi lâfazanlık alanına çekmekte bağımsız bir ülkenin, Azerbaycan'ın topraklarının beşte birini işgal edip bir milyon insanı sığınmacı durumuna düşürme gibi büyük suçlarını gözlerden saklayıp üzerini örtmektedir.
Bugün gözler önündeki bu durumu Türkiye'nin uluslararası alanda tartışmaya açmak varken Ermenilerle laf yarıştırmaya girmesi Batının da işini kolaylaştırmaktadır. O konferansta Laçiner'e gelen sorulardan bir kısmında katılımcılar Ermeni Sorunu'nu ilk defa bir Türk akademisyenden dinleme fırsatı bulduklarını söylemeleri de geçmişte dış dünyada meselenin nasıl yalnızlığa itildiğini göstermektedir.
Batılılar, Ermeni meselesini dünya sahnesinde yükselen Türkiye'yi frenlemek için kullanıyorlar. Çözüm de bu devletlerle olan ilişkilerin düzenlenmesinden geçer. Ancak kabul etmeli ki, sadece 70 bin Ermeni'nin yaşadığı Almanya'da 3 milyona yakın Türk vatandaşı yaşamaktadır ve kamuoyu oluşturmakta STK'ların ve akademik dünyanın da artık sorumluluk alması gerekir.
.
Kanunları siz yazın, romanları ben yazayım...
4 Mayıs 2015 01:00
Bir araştırmada vatandaşlara sormuşlar, "Malkoçoğlu kimdir?" Vatandaşların çoğu "Cüneyt Arkın"dır diye cevaplamış. Tarihi ucuz filmlerden öğrenince sonuç başka ne olacaktı. Bunu fark eden akademik dünya konuya eğilmeye başladı.
Erzincan Üniversitesi Eğitim Fakültesi geçtiğimiz hafta "Tarihte Roman ve Romanda Tarih" başlığı altında önemli bir panel düzenledi. Öğretim elemanları, öğrenciler ve davetlilerin ilgi ile izlediği panele Erciyes Üniversitesinden Prof. Dr. Hülya Argunşah, Hacettepe Üniversitesinden Prof. Dr. Dilek Yalçın Çekik, Yüzüncü Yıl Üniversitesinden Prof. Dr. Zeki Taştan, Bahçeşehir Üniversitesinden Doç. Dr. Özlem Kumrular ve Erzincan Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Âdem Can ile Doç. Dr. Erol Kaya'nın katıldığı oturumlarda ben de "Tarih'in Kamera Arkası" başlıklı bir bildiri sundum. Anlatmak istediğim şey tarihimizin hayatımıza derin kökler salmasının önemi ile ilgiliydi. İnsanların hayata ve olaylara bakışı ve yaşama biçimleri kendilerinde var olduğuna inandıkları bir hikâyenin/Tarihin sonucudur. Çünkü milletler sıkıştığında köklerine, tarihlerine sığınırlar. Köksüz insanlar ortaya çıkarsa "mankurtizm" hâsıl olur. Cengiz Aytmatov "Gün olur asra bedel" adlı romanında öz benliğini kaybederek düşmanının kuklası haline gelmiş zavallı insan tipinden bahseder. Mankurt yapılacak kişinin başı kazınıp ıslak deve derisi sarılıp güneşin altına bırakılır. Deve derisi kurudukça gerilip başı mengene gibi sıkar ve acılar içinde kurbanın aklını kaybetmesine sebep olur.
Günümüzde mankurt türetmek için böyle meşakkatli yollar kullanılmıyor. İnsanlar, evlerinde veya sinema salonlarındaki toplu gösterimlerde güle oynaya kimlik değiştirme seansları yaşıyor. Bizim nesil tarihini dizi filmlerden öğrenmek gibi bir "kastın" kurbanı oldu. Tarih, sanat sayesinde bilim olmanın dışına çıkar ve geniş kitleler tarafından bilinir hale gelir. Toplumun kimlik inşasında tarihi görselleştirerek sunan dizi ve filmlerin, sinemanın güçlü bir rolü var.
Sinema üzerinden de doğru tarih bilgisinin gelecek nesillere öğretilmesinde iki önemli güçlük var. İlki tarihin resmî ideolojinin tasallutundan kurtulmasıdır. Resmî ideoloji kurduğu sosyo-politik düzeni meşrulaştırmak için tarihe muhtaçtır. Tarihî roman ve filmler ise bu sipariş tarihe alternatif olarak sivil ve hür düşünceyi temsil ederler. Eğitimin en zayıf halkasının edebiyat ve tarih olduğu bu şartlarda Tarihî Romanı ve Tarihî Sinemayı diriltmek oldukça zordur. Tarihe böylesine yabancılaşınca, savaş sahneleri, aksesuar, kılık kıyafet ve teknolojik fırsatlar değerlendirilse de ortaya çıkan filimde karakterler yerli yerine oturamaz. Fetih 1453'te Akşemseddin karakterinin misafir sanatçı gibi ortada kalması, ışıklar yandığında Ulubatlı'nın Fatih'ten daha çok akıllarda kalmasının sebebi budur.
Batıda olduğu kadar henüz yeterince zengin film yapımcılarını iştahlandıracak kadar güçlü tarihî roman rezervine sahip değiliz. Buna rağmen son yıllarda hem yazımda hem tarihî romanların dizi ve sinema filmlerine aktarımında umut verici çalışmalar var. Yeni Türkiye'nin inşası tarih öğrenimi için çok daha fazlasına muhtaç.
Tarihî roman yazmak, bunu filme aktarmak ciddi bir iştir. Bir 'yapboz'un parçalarını yerleştirmek ve bir resmi inşa etmeye benziyor. Yazarın ve yönetmenin sorumluluğu parçaları doğru ve ait oldukları yerlere koymaktır. İnsanlar hoşuna gitmese de kendi kaderi ile yüzleşebilir ama sağlam bir tarih üzerine değişim inşa edilmek isteniyorsa bunun başka yolu yok. Tarih sipariş üzerine yazılmaz, yazılsa da dikiş tutmaz sonra birileri çıkar doğruları yazar. Soljenitsin Sovyet hapishane kamplarını anlattığı "Gulag Takımadaları"nı yazınca vatandaşlığı iptal edilip sınır dışı edilir. Birçok otoriteye göre Komünizmin sonunu "Gulag Takımadaları" getirmiştir. Gerçekleşen, "yasaları siz yazın, bırakın romanları ben yazayım böylece ülkenizi ben yönlendireyim" sözüdür.
.
Açık hava tımarhanesi...
7 Mayıs 2015 01:00
Haber bültenleri ve gazete sayfalarından taşan kabarık bir dert listemiz var ve hepsini başımıza sarıp musallat eden ahlaki cinnettir. Çarşıda gezen biri vücuda dövme yapan bir dükkânın vitrininde dikkat çekici bir dövme görmüş. Yazı şöyle: "Kaybetmek için doğmuşum" Merak edip dövmeciye sormuş: "Böyle rezil bir yazıyı vücuduna yazdıran karakter olur mu?" Adam başını sallamış: "Yazı önce kafaya (zihne) sonra vücuda yazdırılır."
Bir estetik cerrah da dert yanmış: "Geçenlerde bir kız elinde Angelina Jolie'nin fotoğrafıyla geldi ve bununki gibi bir dudak istiyorum..." demiş. Doktor da "Git dudaklarını şişireceğine kafanı şişir" demiş...
Bu cinnetten kurtulmanın yolu, kötü alışkanlıkların modellendiği çevreden, yayınlardan, film ve dizilerden, şahıslardan uzaklaşmak, seviyeli fikirlerin ve sohbetlerin bulunduğu değer verildiği ortamlarda bulunmak. Ruh ve kalp buralarda beslenir veya zehirlenir.
Ailemiz gerçek bir terbiye ve karakter eğitiminin yapıldığı yerdir ve öyle olmalıdır.
Aile bu sorumluluğu almadığı zaman çocuklar ve gençleri sokak terbiye eder. Ancak sokak bizi ciddi endişelere sevk ediyor, sorun şu ki, "Evde terbiye mi bitti, evdekiler umursamaz mı oldu? Dışarıda mı sorun var, yoksa ta içimizden gelen bir eksiklik mi var? Parklarda grup hâlinde kavgaya hazır gençlere mi, kravatı gevşetmiş sallanarak yürüyen sorumsuz, lakayt gençliğe mi yansak, küfürlü konuşup bağıra çağıra yürüyen ahlak yoksunu tertemiz gençliğe mi ağlasak, yoksa yavaş yavaş kararan geleceğimize mi?" diye soruyor yazar Rıdvan Akgül.
Tüm dünya sessizce ama kesin bir şekilde bir "açık hava tımarhanesine" dönüşüyor diyor Psikolog, Jean Twenge. 14 yıl süren 18-35 yaş grubunda 1.3 milyon kişiyi kapsayan devasa bir istatistikî çalışma yapmış. Bu gençleri, benmerkezciliği olan, ailelerden çok sinema ve diziler, radikal müzik grupları reklâmlar, yaşıtları, medya ve sosyal çevre yetiştiriyor diyor.
"Neyle mutlu oluyorsan onu yap, sadece kendin ol, başkalarının ne dediğini umursama" diyen ve toplumun ahlak kurallarının çöküşüne sebep olan bir anlayıştır. Kendi doğruları ile toplum değerlerine savaş açıyor, zengin ve kariyer sahibi olmayı umarak yetişiyorlar ama ceplerindeki para bir apartman kirasını bile ödemiyor. Kavuşmak istedikleri servet, ulaşmak istedikleri kariyer için bedel ödemeyi göze alamıyorlar. Onların kahramanları içinde bedel ödeyerek örnek olan yoktur...
Sonuç şu ki, acil tedbir alınmazsa gittikçe yalnızlaşan aşırı bencil, zevkperest, kaygılı, öfkeli, nefret dolu bir topluma doğru gidiyoruz. Medyanın kendilerine sunduğu hayali dünya içinde mahkûm olarak kalacaklar.
Bu çalışmanın yapıldığı toplum ile bizimki örtüşmez diyenler yanılıyor. Benzer bir çalışmayı psikiyatr Dr. Mustafa Merter, iki yıllık bir çalışma ile 13-17 yaş grubunda bin kişi üzerinde yapmıştı. Bunların yarısı, aileleri ile yaşamak istemeyip, ayrı bir eve çıkmak istiyorlarmış.
Öz saygı ve sağlam bir ahlak, aileden başlayarak ahlaklı insanlarla ilişkilerimizden beslenir ve şekillenir.
Başarılı insan yetiştirmenin yolu, Eshâb-ı kiramı, İslam âlimlerini, ecdadı tanımaktan geçer. Eğitim ve aile kurumlarının sorumluluğu, çocuk ve genci, mafya babalarının, sokak kabadayılarının, havada uçan yarasa, kurt ve örümcek kahramanların hayatını ballandıran sokağın ve medyanın insafına terk etmemektedir. Hiçbir anne, bir hekim, akademisyen, mühendis ya da ilim adamı dünyaya getirmez ama bir katil, hırsız ya da uyuşturucu bağımlısı da getirmez. Her aile her eğitim kurumu aynaya bakmalı
.
Son durak
10 Mayıs 2015 01:00
Günümüzde çocukların ve gençlerin en önemli sorunları, "Fareli köyün kavalcısı" gibi televizyon programları, dizi ve filmlerdeki gerçekçi olmayan ilişkilerin peşine takılıp kendi değerlerini yetersiz bulmalarıdır. Bir yazarın ifadesiyle, gençlik dizilerinden fırlamış sarsak oğlanlarla kızları gördükçe hepimizin başından kaynar kazan dökülüyor! Ortaya çıkan manzara hepimizi ürkütmeli. Ürkütmeli çünkü dini ve ahlaki değerleri maddi varlıklarla takas eden toplumların sonu intihar olmuştur.
Gençlik, sadece kişi için değil ülkeler ve kentler için de, bir daha asla elde edemeyeceği bir fırsattır
Gençlik, dinamizm, heyecan, coşku, aksiyon, açık sözlülük, yüreklilik, gibi özelliklerini hayırlı yerde kullanabileceği gibi, yanlış alanlarda kullanma eğiliminde de olabilir.
Gençlik, kontrolsüz ve gelişigüzel geçirilen bir dönemin adı olmamalıdır. Şuurlu bir genç, idealleri uğruna fedakârlık yapabilendir İdeali olmayanlar rotasız bir yelkenliye benzer. Çocuklarımıza fizik, matematik, tarih ve farklı disiplinleri veriyoruz ama en önemli şeyi ihmal ediyoruz. O da hayallerini kurgulamayı ve gelecekleri için bir yol haritası inşa etmeyi öğretmek ve hayatta kendilerini konumlandırma becerisini geliştirmelerine yardımcı olmak. Temelinde dînî terbiye bulunmayan hiçbir eğitim de muhatabına yol gösterip, ayakta tutamaz.
Sığındığı bütün dünyalıklar onun kâbusu olur.
Prof. Dr. Ali Fuat Başgil "Düşündükçe ve tecrübem arttıkça anladım ki dînî terbiyenin ve Allah sevgisinin huy ve ahlak üzerinde paha biçilmez etkisi vardır. Allah duygusundan ve sevgisinden uzak bir terbiye yalnız fayda ve çıkar düşüncesine dayanır. Fakat din terbiyesi gönüllü, karşılıksız ve yücedir. Bu terbiye insanı yükseltir, iyiliği ve adaleti hiçbir çıkar düşüncesine saplanmadan sevdirir" diyor.
İnsan yaratıldığı günden beri fikir ve duygularını, yeteneklerini ve geleceğini nerede güvende buluyorsa oraya sığınır. Burası son duraktır.
Padişahlar meclisinin mumu Gazneli Padişahı Sultan Mahmut, Hintlilerle savaşa gittiğinde düşmanın çok kalabalık ordusunu görünce sıkılmış. Bir adakta bulunup "Eğer bu düşmanı alt edersem, elde edeceğim bütün ganimeti hep birden yoksullara dağıtacağım" deyip, savaşa tutuşur. Çetin muharebeler sonucu o yüzü karalar bozulup, nihayetinde galip gelip, sayısız büyük ganimetler elde eder. Ganimetin küçük bir parçası bile ağır ve değerliydi. Padişah derhal adamlarını çağırtıp dedi ki: "Bu ganimetleri fakirlere dağıtın, çünkü savaştan önce Allah'a adakta bulundum, şimdi yerine getirmem lazım." Herkes "Bunca mal, bunca altın bir avuç yoksul fakire verilir mi? Ya askere ver memnun olsun savaşa daha iyi hazırlansın yahut da emret hazineye götürsünler" dedi.
Padişah tereddüde düşüp düşünceye daldı. "Adağımı yerine getirip yoksullara mı dağıtayım, yoksa dediklerini mi yapayım?.." diye bu iki fikrin arasında şaşırıp kaldı.
Ebülhüseyn derler bir meczup vardı o mahalde ve o sıralarda ordunun içinden geçiyordu. Padişah uzaktan onu görünce: "Hah dedi şu meczubu yanıma getireyim, ona sorayım ne derse yapayım, çünkü o ne asker tanır ne padişah. Söyleyeceği sözü garezsiz söyler..." Onu huzuruna çağırıp meseleyi anlattı. Meczup dedi ki: "Padişahım eğer bir daha Allah'a işin düşmeyecekse merak etme bunların dediklerini yap, adağını düşünme. Yok, bir vakit gelir de işin tekrar ona düşerse utan ve adağını yerine getir..."
Dînî terbiye ve Allah sevgisinin paha biçilmez armağanı, insanlığın var olduğundan beri sığındıkları ilk ve son duraktır...
.
"Bu it satılık mı?"
14 Mayıs 2015 01:00
Bir yolculukta yan koltukta oturan akademi öğrencisi şunu sordu:
"Başarısızlığa yol açan nedir?"
Bir sürü şey söyledim ona ama verdiğim cevaplar beni de memnun etmedi. Sonra şöyle düşündüm bir sürü başarılı insanın içindeyim ama niye başarısızlarla hiç işim olmadı? Araştırmaya değer deyip başladım.
Doğrusu bu araştırma işinde uzun yıllar bende okuyucuya "vay canına" veya "hadi canım sen de" dedirtecek farklı cevaplar aradım. Derken zirveye tırmanırken damdan düşüp, önce dip sonra da tekrar zirve yapan bir adama rastlayınca farklı bir yol haritası çıktı. Bu öyle bir yol ağzı ki birinin önünü keserken diğerine yol açıyor birinden kaçarken öbürünü kovalıyordu, tıpkı gölge gibi. Bu adam İstanbul'a taşı toprağı altın diye gidip elinde avucunda ne varsa yiyip bitiren 'züğürt ağa'lardan biriydi.
Kendisi anlatıyor: "Eldeki minibüsü de son alacaklıya kaptırdıktan sonra beş parasız ve umutsuz bir halde akşama yakın denizde sahile indim. Niyetim bozuk, taşlık kayalık kimsenin olmadığı bir yer bulup oturdum... Güneş batıncaya dek salya sümük hüngür hüngür ağladım. Senin neyine kalmış gözünü yukarılara dikmek behey adam dedim şimdi dip yaptın, dedim. Kendime olmadık laflar söyleyip durdum ama hiçbiri kendime olan öfkemi ve kızgınlığımı sindirmedi. Sonra bir ara baktım nereden çıkmış belli değil kocaman beyaz olduğu zor anlaşılır bir köpek. O kadar kirli ki beyaz olduğunu zor anlarsın. Gidip gelip etrafımda dolaşıp sırnaşıyor. Yılışma lan dedim. Koskoca İstanbul'da yılışacak beni mi buldun, git işi rast gidenlerle oynaş... Oralı olmadı benimle beraber oturup denizi seyretti. Ben ağladıkça başını uzattığı ön ayaklarının üzerine koyup beni izledi. Zaman ilerledikçe önce ite sonra kendime acıdım. İkimize de yazık dedim. Kızmayı bıraktım. Gel dedim olan oldu biten bitti. Herhalde kafayı yedik dedim. Bir süre sonra bunun da zaten sonu yok, diyerek kalkıp gitmeye karar verdim. Nereye gideceğimi de bilmiyorum öylesine Sarayburnu'na doğru yürüyeceğim ama baktım it peşimde. Karşıya geçeceğim peşimi bırakmıyor. La havle, arabaların altında kalacak diye korktum belimden kemeri çıkarıp tasma yaptım öylece sahil yolunda yürüyoruz. Kendime, 'dengini buldun' diyorum. Bir acayip manzara sağdan soldan insanlar merakla bakıp geçiyor. Derken arkadan bir ses;
-Hemşerim hey kardeş!
Dönüp baktım tanımadığım üç beş kişi orta yaşlı bir grup büyükçe bir çay bahçesinin önünde oturuyor. Ayakta olan seslendi;
-Bu it satılık mı? dedi. Düşünmeden atıldım;
-Anlaşırsak satarım, dedim. Ama ne beynim ne dilim kontrolümde değil. Sürpriz müşteri devamla, 'olur, olmaz adamlar geceleri bahçeye atlayıp zarar veriyor. Bağlarım bir köşeye, gören cesaret edemez caydırıcı olur, zaten eski bir köpek kulübemiz var' dedi. Elimi uzattım;
-Elli lira, dedim. o günkü para. Adam itiraz etmedi elli lirayı verip benim kemerin ucundan tuttu. İt bana baktı ben ona hemen başımı eğdim. Utandım ondan yüzüne bakamadım onu sattığım için, akşamın çöken karanlığına sığındım. Koşar adım uzaklaşırken adam arkadan seslendi;
-Hemşerim bunun adı ne?
-Cesur... diye bağırdım..."
Hikâye burada bitiyor ve bir hayatın yıkık duvarları tekrar örülmeye başlıyor.
Öğrenci tekrar sordu: "Bu hikâyenin ana temasına ne diyeceğiz?"
Cevabım kısa oldu: "Ona kader diyoruz..."
Siz olsaydınız cevabınız ne olurdu?
Mahkûmlar ve Gardiyanlar
17 Mayıs 2015 01:00
Önceki gün bir grup arkadaş içinde makam ve servetin insanları hangi ölçüde değiştirdiği üzerine ciddi bir tartışmada bulundum. Tabii konunun bir ayağı seçmen beklentileri ve siyaset üzerineydi. Bizde bu tartışmalar merdiven altı kahve konuşmalarını aşmasa da bu, dışarıda çok araştırılmış ciddi bir konudur.
1970'lerin başında bir grup sosyal bilimci sosyolog Philip Zimbardo başkanlığında Stanford Üniversitesinin bodrumunda düzmece bir hapishane kurdular. Prefabrik duvarlar bölünüp demir parmaklıkları, siyaha boyalı kapıları olan hücreler yaptılar. Sonra tamamı gönüllü erkeklerden oluşan deney bittiğinde 4 bin mark ücret karşılığı 20 kişi bulup iki hafta süreyle "gardiyan-mahkûm" oyunu başlattılar. Hiçbiri hayatında hapishane yüzü görmemiş gönüllüler hapishane ortamına dönüştürülen uydurma hapishanede "yöneten ve yönetilenler" olarak iki gruba ayrılarak yaşamayı kabul ettiler. Gönüllüler para veya hayatlarında farklı bir tecrübeyi yaşamak için bu deneye katılmışlardı. İlim adamları ise insanlara giydirilen roller ve bu rollerin insanın gerçek benliğini ne kadar zamanda ele geçirerek yabancılaştıracağını, insanların kendisine biçilen role uyumu ve kendi karakterini muhafaza etme iradesine sahip olup olmadığını belirlemek istediler. Ayrıca çevre ve şartların insanlar üzerinde ne kadar etkilidir sorusuna cevap aradılar.
Adamların mahkûm rolü için seçilenleri rol gereği polisçe evlerinden alınıp kelepçelenip önce karakola sonra uyduruk hapishaneye kondular. Deneyde ilk başlarda her şey yolunda gibi görünse de gardiyan rolü oynayan gönüllüler kendilerini kısa süre sonra gerçek gardiyan görmeye mahkûmlar da kendilerini gerçek mahkûm zannetmeye başladı; gerçek meslekleri ve karakterlerini unuttular... Gardiyanlar sertlik yanlısı haline geldi, mahkûmları soydu, başlarına poşetler geçirdi, üzerlerine yangın söndürücü püskürtüp hücreye kapattılar. Kendilerine verilen rollere düşünülenden önce yatkınlık gösterip deneyin sınırlarını yıktılar.
Otuz altı saat sonra mahkûmlardan biri sinir krizleri geçirip hapishaneden hastaneye taşındı. Diğerleri baskılara dayanamayıp isyan etti. Deney, zıvanadan çıkıp insanların canını kurtarmak için verdiği hayat mücadelesi şeklini aldı. Ardından dört mahkûm daha bırakıldı ve iki hafta süre için planlanan deney altı günde mücadele, şiddet ve hayal kırıklığı ile sonuçlandı.
Bu deney hakkında daha geniş bilgi için yazar Mario Giordano'ya ait "Das Experiment Black Box" adlı kitabı, Oliver Hirscbiegel tarafından yönetilen "Deney-Das Experiment" adlı filmi ve Malcolm Gladwell'in "The Tıppıng Poınt-Kıvılcım Anı" kitabından faydalanılabilir...
Makam ve servetini kaybettikten sonra yaptıkları ve yapamadıkları için diz döven sayısız insan, yukarıda rüzgârın sert estiğini "kimliğimi kaybetmekte olduğumu fark etmiştim" diyen, para ve makamın insanı Zimbardo'nun deneklerine çevirdiğinden şikâyet eden çok sayıda insanla etrafımız doludur.
Para ile ilgili kısım ayrı ama siyaset üzerinden emanet güç kullananların paylaşmadıkları tecrübeleri herkes için ciddi kayıplardır. Eğer yıllarca geniş halk tabanlarını arkalarına takan siyaset adamları, Zimbardo'nun denekleri gibi dolaşıp durdukları "Meclis-Meydan-Zindan" üçgeninde yaşadıkları tecrübeleri toplumla, siyaset bilimci ve siyasete aday gençlerle paylaşsalardı çok daha keyifli verimli bir siyaset hayatımız olurdu.
Her seçime kurtuluş savaşı havasında girmezdik.
.
Asya'nın en güzel şehri "Eğin"
21 Mayıs 2015 01:00
Önceki gün yazar-şair arkadaşlarım Metin Yıldırım ve İhsan Ünlü ile birlikte konferans ve kitap imza günü için Alman yazar Moltke'nin, "Türkiye Hatıraları" adlı kitabında (1839) Asya'daki en güzel şehir olarak tanımladığı Eğin/Kemaliye'deydik. Kemaliye, eski adıyla Eğin, Erzincan'ın 114 km ile en uzak ve bir zamanlar ulaşımı en zor olan ilçesidir. İliç ilçesinden Eğin'e giderken geçtiğimiz yıla kadar ancak Bağıştaş Rampasının keskin dönemeçlerini, sonsuz zikzaklarla örülü sarp sırtlarını aşınca, Fırat vadisini, Şırzı Köprüsünü ve Eğin şehrini görebiliyorduk. Şimdi büyük ölçüde tamamlanan ve kısmen yapımı devam eden devasa yollardan aşıp Eğin'e vardık. Etkinliğe, düzenlemiş oldukları "Kitap okuma" yarışmasına öğrenciler ve ailelerinin de katılması zenginleştirdi. Daha sonra ev sahipliği yapan değerli Kemaliye Kaymakamı Alper Çiftçi, Belediye Başkanı Mustafa Haznedar ve ilçe milli eğitim müdürü Mahmut Tüfekçi ile gençlik sorunları üzerine başlayan sohbetimiz ilçenin tarihindeki nüfus zenginliğini tekrar nasıl yakalayabileceği üzerine yoğunlaştı.
Bilindiği gibi Anadolu'da nüfusun en azından mevcudu muhafazada zorlanması kentlerin ve ilçelerin önünü kesiyor. Kemaliye ise çok daha özel bir konumda ve nüfus sorunu fakirlikten kaynaklanmıyor. Göreceli olarak çoğu illerin bile imrendiği tarihsel bir kültür ve coğrafya zenginliğine sahip. Ancak geçimin sadece tarımsal üretim ve küçük el sanatlarına dayandığı eski zamanlardan kalma "gurbetçi geleneği" halen etkisini sürdürüyor. Gerçi Eğinlilerin gurbette olsalar bile yazlarını sılada geçirmek gibi hasletleri var ama bu Eğin'in turizm ve doğa üzerine kurulması gereken yeni vizyonunu yeterince beslemiyor.
İşletmelerde sıkıntı olduğunda dışardan uzman görüşüne başvurulur. Zira kurum içinde olanların "işletme körlüğü" denilen bir fark edememe durumuna düştüğüne inanılır. Aynı durum dünyanın sayılı merkezlerinin ancak sahip olduğu turizm ve doğa zenginliği içindeki Eğin için de geçerlidir. Arada bir dışardan gözle bakmak da gerekiyor.
Sohbetimizde Portekiz'in küçük bir beldesi olan ve yerleşik nüfusu sadece altı bin civarındaki "Fatıma" kasabasının senenin belli günlerinde nüfusunun aldığı turistlerle nasıl bir milyona yaklaştığını hatırlayıp kısaca bahsettim. Sadece uyduruk bir hikâye üzerinden bir belde turizm patlaması yapabiliyorsa, gerçek zenginlik, doğa ve tarih barındıran Eğin bunu yakalayabilir. Belediye Başkanı Mustafa Haznedar yerel yönetimler olarak ilçeye değer katacak her türlü fikir ve projeye açık olduklarını, hatta 800 aile üzerinden Kemaliye için ne yapılmalıdır? sorusu sorularak hane halkı anketi yaptıklarını belirtti. Söz proje üretimi olunca ABD'deki Grand Kanyon ile yarışacak kadar mükemmel "Karanlık Kanyon" üzerinden bir ulusal-uluslararası turizm salgınını nasıl başlatabilirize geldi. Kanyon temalı üç turizm şirketinin halen faal olduğu ve Harput üzerinden başlayan turlar düzenlediği belirtildi. Bu turizm ağının Erzincan Havalimanı ve Kemah üzerinden başlayan ilave turlarla zenginleştirilmesi ortak kanaat olarak ifade edildi.
Bu arada bir aralar cezaevi olarak da kullanılan eski kilise kalıntısının halen kaymakamlık himayesinde müze olarak hizmet verdiğini ama Kültür Bakanlığı envanterinde olmadığını da öğrendik. Bu durum, sosyal dünyada güçlü bir insan kaynaklarına sahip taşradaki Eğinli hemşerilerimizin olaya el atmalarının da bir zaruret olduğunu gösterir. Her zenginlik fark edilip paylaşılınca büyür
.
İnsan yiyen yataklar ve sosyal medya...
31 Mayıs 2015 01:00
Bu sosyal medya alışkanlığı ölçüyü kaçırınca gıdıklayarak adam öldürmek gibi bir şey.
İncitmek istediğiniz insana bir klavye bir dokunmatik ekran verin yeter. Artık kolay iflah olmaz bir salgının içine düştü demektir. Sosyal ağlar, bir paylaşım ve sosyalleşme aracı olmaktan çıkıp insan yiyen yataklara döndü. Aynı mekânı paylaşan insanları bile birbirinden koparıp yabancılaştırıyor. Okulda, evde, sokakta insanlar savrulup gidiyor. Karşıya geçerken araç altında kalanlar, ineceği durağı kaçıranlar, tezgâhta müşteri ile kapışanlar. Aynı masada bile "bırak şu telefonu da beni dinle" diye muhatabımızı ikaz etmek zorunda kalıyoruz. Bu "insan yiyen yataklar" tabiri hapishanelerde mahkûmların "hücrelere" verdikleri addır. Hücrede mutlak bir sessizlik uygulandığından mahkûm akıl sağlığını kaybedebilir. Yazar Henri Charriere ünlü "Kelebek" romanında hücre cezasını anlatırken "Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlar, Fransızlar da hücrede sessizliği" diyor. Sosyal medya ise insanların hayatını kolaylaştırayım derken onları yutan kara bir delik gibi hayatın içinden çekip alıyor. Merhum Necip Fazıl hapishane hatıralarını anlattığı "Cinnet mustatili" kitabında "Neler gördüm neler, işkencelere ait neler dinledim, fakat kaç para eder. Düşmanınıza hiçbir zaman işkence etmeyin, onu kuş tüyü şilteli, yastıklı ve yorganlı bir yatağa yatırın. Kalkmaması için başına bir nöbetçi dikiniz ve sonra isterse ona bu muameleyi bir sarayda tatbik ediniz. Bakın az zamanda ne olacaktır! Ufak tefek kalkışlara, zaruri ihtiyaç davranmalarına izin verebilirsiniz. Hiç kabalık, sert, acı maddi zor kullanmayacaksınız. Sonra, insan yiyen yatağın manevi dişlerini kırmış ve şiirini bozmuş olursunuz. Sıhhatli düşmanınıza canı çekiyorsa tepsi tepsi baklava börek de takdim edebilirsiniz. "Sıhhatli" kelimesine dikkat, insan yiyen yatağı anlamak için sıhhatli onun içinde kalmaya mahkûm olmalıdır. Az zamanda düşmanınız beden ve ruh yapısı bakımından güvelerin toz duman hâline getirdiği bir mendile dönecektir. Osman'la (Osman Yüksel Serdengeçti) beni yatakla yedi..." diye yazıyor...
Bir sosyalleşme aracı olmaktan çıkınca bu sosyal ağların da insan yiyen yataklardan farkı yok. İnsanlar minder altına süpürdüğü ne kadar derdi varsa el birliği ile hücum edip sosyal torbaya atıyor. Çözüm bekleyen sorunlara lanetler yağıyor. Herkes kendi mesajlarını dillendirip muhatabına kulak tıkıyor. Gün doğmuş, gün batmış fark etmiyor. Tüm dünyada sayıları yüzleri aşan sosyal medya uygulamasının içinde tüm dünya tepinip duruyor.
Bugün bir ağır ceza mahkûmunu ceza olarak bir sosyal ağın içine atmak yeterlidir. Klavyenin ya da dokunmatik ekranın başından kalkmaması için başına bir nöbetçi dikin ve isterse ona bu muameleyi sarayda tatbik edin. Bakın az zamanda muhatabınız evin yolunu şaşırıp beden ve ruh yapısı bardakta dağılıp giden kesme şeker gibi nasıl toz haline gelecek.
Psikologların tek umudu medya araçlarının giderek ucuzlayıp bollaşması ile toplumun bu çılgınlıktan bıkkınlık duyup terk etmesi. Yoksa bizi de bu sosyal ağlar yiyecek(!)
.
İnsan, Şehir ve Put
4 Haziran 2015 01:00
Acaba diyorum büyüklerimiz sel yatağı kumluk işe yaramaz büyükçe bir bozkıra el koyup, dörde bölüp tam ortasına bir havuz, sağ başına hastane sol başına postane kondursalar. Kapalı bir çarşı, bir otobüs terminali çayırlık bir köşesine iki tane kale direği dikseler. İki caddeye bitişik nizam sağlı sollu apartmanlar dizseler. Tek numaralı olanlarını lokanta, çift numaralı olanlarını banka şubesi yapsalar. Otuz tane prefabrik bahçeli, yüz otuz tane altışar daireli sosyal konut yapsalar. Özel idare her köşeye bir çöp bidonu koysa. Çocuklara birer tane vuvuzela dağıtsak. Üç ilkokul, bir anaokulu bir rektörlük binamız olsa. Sonra milleti toplayıp top atışı ile iyi koşanlar birer köşe kapsa. Burası şehir olur mu?
El cevap olmaz. Niye olmaz?
Binaları müteahhitler yapar şehirlerin ruhunu insanlar oluşturur. Çünkü bu taş yığınının hatırası ve hafızası yoktur. Burası bir temerküz yani toplama kampı olur. Ismarlama bina olur ama ısmarlama hafıza olmaz. Hafıza farklı bir şeydir marketten kabak gibi alınmaz. Üç nesilin bir mekânda yaşayıp göçmesi lazım. Göçmek dediğim gurbete değil kabristana. Babanla oturup çay içtiğin bir köşe taşın olursa torunlarına anlatırsın. Eğer bu kadar sabretmeden şehir kurmaya kalkılırsa erken doğum olur. Ortaya çıkan her neyse magandası olur ama eşrafı olmaz. Eşraf geriden gelen zorluklar içinde temayüz eder, kalabalıklar onu kabul eder, sermayesinde para ve makam olmaz. Bu yeni şehirde eşraf ve delikanlı yerine somun pehlivanı yetişir sıkıyı görünce kıvırır.
Burada zorluk olmaz "Beleşistan" olduğu için duyan gelir.
Burada cenaze para ile kalkar ölüye para ile ağlanır. Analık, babalık, arkadaşlık sevgili olmak takvimin belli günlerinde hatırlanır. Komşular, yaşlılar, muhtaçlar, sakatlar, berduşlar hastalar alt kattakiler, iflas edenler için yer yoktur ve tek adres sosyal yardımlaşma kuyruğudur. Selam verirken atacağın temenna karşı tarafın makam ve sevgisine göredir. Burada temsili yönetim olmaz atanmış kamp müdürleri bulunur.
Koruma duvarları, eşyayı, binayı ve özel araçları korumak içindir. Ruhlar her türlü saldırıya açıktır. Kafalar ve kasalar emniyette kalpler topun ağzında ve kırıktır.
Şehir olmak kolay değil. Şebekeler kolay döşenir, evleri yollar insanları ise ortak değerler, sevgi ve hatırlar bir birine bağlar. Sevgi, saygı merhamet ne oldu. Suya düştü, su ne oldu?
Bir keresinde toprak ciddi sallandı üzerinde olanları silkeledi. Hayatımız aylarca çadırlarda, prefabrik ev bozmalarında çamurların içinde sürdü. Kolumuz kanadımız kırıldı servetler kaybedildi ama ortaya unuttuğumuz adamlık çıktı. Apartmanlar, lüksünden arabalar hanlar ve hamamlar temelinden sallanınca sallanmayan tek şey insanlık vasıfları ön plana çıktı. Putlar yüzüstü düştü adamlık ayağa kalktı.
Kimse öteki olmadı herkes beriki oldu. O zaman şehirli olduk. Ama zaman geçip güya yaralar sarıldıkça yeniden ruhumuzda yaralar açılmaya başladı. Putlar ayağa kalkmaya, savaş baltaları ortaya çıkmaya başladı. Servet ve makam arayanlar arkalarına sığınmak için siper, ehliyet ve liyakatine güvenmeyenler sığınak aramaya başladılar. Yeniden incitmeye ve incinmeye başladık ki incinmiş insanlar çok tehlikelidir.
Şimdi bazen acaba diyorum aynaya bakınca utanmamak için arada bir sallansak mı?
.
Fırtına çıktığında uyuyabilir misiniz?
7 Haziran 2015 01:00
Bu satırları yazarken oy verme işlemi devam ediyordu ama kimin kazanacağı hususunda çok da merakta değilim çünkü kimin kazanacağını biliyorum. Her yarışı en iyi hazırlanan kazanır. Seçim sonrası yorgunluğunu değerli bir tecrübeyi paylaşarak atalım.
Bir çiftçi, fırtınası bol bir tepede bir çiftlik satın almıştı. İlk işi bir yardımcı aramak oldu, ama ne yakınındaki, ne de uzaktaki köylerden hiç kimse onunla çalışmak istemiyordu. Çalışmak için müracaat edenlerin çoğu da çiftliğin yerini görünce, çalışmaktan vazgeçiyor:
"Burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur" diyorlardı... Nihayet, çelimsiz, orta yaşlı bir adam işi kabul etti. Çiftlik sahibi, adama:
"Çiftlik işlerinden anlar mısın?" diye sordu.
"Sayılır" dedi adam, "fırtına çıktığında uyuyabilirim!" Çiftlik sahibi, bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra üzerinde durmayıp adamı işe aldı. Zaten, başka çaresi de yoktu.
Haftalar geçtikçe, adamın çiftlik işlerini düzenli yürüttüğünü görünce içi rahatladı. İşler tıkır tıkır yürüyordu, ancak "o fırtınaya" kadar!
Bir gece yarısı, fırtınanın müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki, bina çatırdıyordu! Yatağından fırladı; yardımcısının odasına koştu:
"Kalk! Kalk! Fırtına çıktı. Bu fırtına her şeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım!"
Adam, yatağından bile doğrulmadan, mırıldandı:
"Boş verin efendim; gidin yatın! Ben size fırtına çıktığında uyuyabileceğimi söylemiştim ya!"
Çiftçi, adamın bu rahat ve umursamaz tavrı karşısında çılgına döndü; öfkeyle kararını verdi. Ertesi sabah, ilk işi bu adamı işten kovmak olacaktı. Ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu ki, hasarı ucuz atlatsın!
Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu. Fakat o da ne? Saman balyaları birleştirilmiş, sıkıca bağlanmış ve üzerleri de muşamba ile örtülmüştü!
Ahıra koştu; ineklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı da sıkıca kapatılmıştı.
Tekrar evine yöneldi, evin kepenklerinin tamamı kapatılmışı.
Çiftçi hayli rahatlamış bir halde odasına döndü ve yatağına yattı.
Fırtına, uğuldamaya devam ediyordu. Gülümsedi ve gözlerini kapatırken şöyle mırıldandı:
"Fırtına çıktığında uyuyabilirim!"
Evet, hazır olanlar, fırtına çıktığında uyuyabilir...
Hayat her zaman inişli çıkışlıdır.
Her zaman bulunduğumuz durumun gelip geçici olabileceği aklımızdan çıkmamalıdır.
Hayatta her zaman kontrol edemeyeceğimiz şeyler olur ve önemli kayıplar yaşarız. Bunlar sadece başkalarının başına gelen yıkımlar değildir.
İşimiz bozulabilir, önemli sağlık sorunları yaşayabilir, sevdiklerimizden birini kaybedebiliriz.
Böyle bir durumda yapabileceğimiz çok şey olduğuna inanmak bizi ayakta tutacaktır. Bu inancı bize veren, fırtınaya yakalanmadan önce yaptığımız hazırlıktır. Bu maddi ve manevi hazırlık bizim fırtınayla mücadele gücümüzdür. Bu güç fırtına çıktığında oluşmaz, fırtınadan önce kazanılır.
Yeni değerler kazanmak; kayıplar yaşandığında, sıkıntı anında acil servis ihtiyacı gibi çalışır
Sabır ve tevekkül zor kazanılan, ama sıkıntılı zamanlarda bizi ayakta tutan önemli alışkanlıklardır. Ama diğer iyi alışkanlılar gibi, o da sıkıntıdan önce kazanılmalıdır, yere düşerken değil
.
Hepimiz çıplak ve dilsiz doğarız
15 Haziran 2015 01:00
Hayatımızı planlarken, hedeflerimizi belirlerken, eş ve işimizi seçerken, çevre ile ilişkilerimizi düzenlerken emir aldığımız bir merkez var. Bütün insanların, evliya ya da eşkıya bütün karar ve uygulamalarında belli kural ve prensipler hâkimdir.
Bunlar nereden gelmektedir, onu zihnimize kim koydu, bizimle birlikte mi doğdular, sonradan mı oluştu?
Sevmeyi, sevilmeyi, cömert olmayı, sadakati, fedakârlığı, dürüstlüğü ya da çalmayı, ihanet etmeyi, incitmeyi her ne öğrendiysek bu süreç ailemizden başlar. En önemli dersleri bizimle oturan, bizimle konuşan, bizi dinleyen ve birlikte zaman geçiren ailemizden öğrendik. Sonra büyüdükçe dünyamız da büyüdü. Gördüklerimizden, duyduklarımızdan, okuduklarımızdan kendi duygusal binamızı, tercihlerimizi, kararlarımızı, hedeflerimizi yöneten emir aldığımız bir merkez inşa ettik.
Biz kimin dizinde büyüdüysek, ne okuduysak, ne dinlediysek, ne seyrettiysek oyuz.
Evet, kesinlikle başka bir şey değiliz.
Zirveye çıkarak kendi hayatlarına ve topluma değer katanlar da dip yapanlar da tesadüfen orda değildir. İhtiyacı olduğu hâlde bulduğu büyük miktar parayı sahibine iade eden işçi bunu tesadüfen yapmadı. Ve ben eminim ki her gün ayaklarının dibinde para dolu bir poşet bulsa her seferinde aynı tavrı gösterecektir.
Üç çocuk annesini katledenler de bunu tesadüfen yapmadı.
Herkes hak ettiği, olması gereken yerdedir.
Olduğunuz yerden memnun değilseniz bu, değerlerinizi sorgulamanızı gerektirir. Onu değiştirmeden kararlarınızı değiştiremez, doğru hedef belirleyemezsiniz. Önce yürü, sonra koş derler. Altyapımız olan değerlerimizin yeniden inşası zihinsel ve ruhsal olarak beslenmeyle ilgilidir. Bu safhada sormamız gereken soru:
"Ruhsal ve zihinsel beslenmemiz yeterli mi?"
Kaliforniya'da Grand Forest denilen ormanlar var. Burada Sequoia denilen ağaçlar bulunur. Bunların bir adı da mamut ağacıdır. En muhteşem olanı General Sharmen adı verilen. Bu ağaç 81 metre boyunda, 33 metre çapında. Kabuk kalınlığı 60 santimetre, en alt dalının yerden yüksekliği 45 metredir. Bu ağacın yaşı 2200'dür ve 3000 yaşına kadar ömür süreceği söyleniyor. Bu ağacın kardeşi Japonya'da yaşar, adı Bonsai çamıdır. Boyu 15–45 santimetredir, evlerin balkonlarını, otellerin lobilerini süsler.
Bonsai, başını topraktan çıkardığı zaman Japonlar onu topraktan çıkarıp köklerini bağlar ve gelişimini engellerler. Sequoia ise zengin toprakta, bol mineral, güneş ve yağmurla beslenir. Ne Bonsai ağacı ne Mamut ağacı bu durumu kendileri seçmedi.
Ama biz seçebiliriz.
İnsanların olayları algılama sistemini, yani (değerler-değerler dizisi) arkasında onu besleyen referanslarını değiştirdiğimizde değerleri de değişir. Değerleri değiştirmek, pusulayı değiştirmeye benzer. İnsan, eşya ve hadiseleri, farklı idrak ettiği an, yaklaşımlarında, kanaatlerinde ve inançlarında değişim başlar. Hayatı, insanları, mekânları, olayları farklı değerlendirir. Pusulayı değiştirmek, bütün hayatın değişmesi manasına geldiğinden gerçekten çok yüksek ve güçlü bir yatırım ister. Bu değişim uzun, zor, çileli ve insana yatırım isteyen bir iştir ama bazen büyük hayal kırıklıkları da toplumları değiştirir. Yeni Türkiye'yi inşa ederken işe insandan başlamazsak yaptığımız fiziki yatırımlar önemini kaybeder.
Üç kasırga atlatan biri "Büyümesi uzun yıllar süren büyük ağaçların fırtınada ayakta kalırken, hızlı büyüyen ağaçların güçlü rüzgârlar karşısında yıkıldığını gördüm." diyor. Güçlü olmak isteyen ağaçlar, en güçlü köklere, toplumların da değerlere ihtiyacı var
.
At ölür meydan kalır...
18 Haziran 2015 01:00
Nereden başlayacağını bilemeyenler için bu hikâye gerçekten bir hayat dersidir.
Bağrışmalar, telaşlı koşuşturmalar, bizim evde bir şeyler oluyordu, kötü bir şeyler...
Üç yaşındaki Dinçal, geçirdiği bir iç kanama sonucu ağır hastalanan babasını kaybediyordu. Kötü şeyler bitmeyecek; acımasız dünyanın dişlileri kısa bir süre sonra babasından sonra annesini de koparıp alacaktı. Bir gece eve gelen dedesi sadece annesini zorla alıp, küçük Dinçal ile kardeşini öylece karanlığa bırakıp gidecekti.
O gece ve ardındaki geceler sabaha kadar ağlayan çocuklar hep annelerini beklediler. İçlerinde hep bir umut vardı annelerinin dönmesi için. Ama gelmedi gelemedi...
Annelerini koparıp aldıklarında Dinçal beş, erkek kardeşi ise iki yaşındaydı. Aradan iki yıl geçti sonra kendisine belki mezarını bile bilemediği babayı, başka bir eve diri diri gömülen anayı unutturacak bir dünya olarak gördüğü okula başladı.
1963 senesinde ilkokulu pekiyi derece ile bitirdi ama köyde ortaokul yoktu. Kasabaya götürecek kimsesi yoktu, sahip olduğu tek şey yüreğindeki inançtı Dinçal'ın. Günlerin boşu boşuna savrulup gitme korkusu ve dayanılmaz okuma isteği Ankara'da bazı akrabalarının olduğunu bilmesi, onda Ankara'ya gitme düşüncesi oluşturdu. Köyden Ankara'ya yük taşıyan bir kamyona gizlice binip en arkada zorlukla çekiştirdiği çuvalların arasına saklanarak bu yolculuğu yaptı.
Ne amca, ne dayı, ne dede yanı, gelir Güven Parka sığınır. Çimler üzerinde karton yatak, yüreğindeki korku ve gece karanlıkları ile baş başa. Sokakların dili hep acı söyler. Mevsimi, iklimi hep değişir. Durmadan üşürsünüz, hep üşürsünüz. Hiçbir şey ısıtmaz içinizi. Acımasızlığın hayatı hiçe saydığı bu yerlerde en öncelikli meseleniz tehlikelerden uzakta ve hayatta kalabilmektir. Hele bir de çocuksanız...
Gündüzleri bir berber dükkânında, geceleri Güven Parkta haftalar, aylar boyu sürüp giden bir hayatı değiştirmek için gereken mücadeleyi nasıl olacağını bilmese de vermeye kararlıydı. Bir şeyler yapma isteği içinde bir yerlerde hep canlı duruyordu.
1965 yılı sonbaharı, Ekim ayı ortaları, bankta gazete okuyan iki kişinin yüksek sesli konuşmaları dikkatini çekti. Seçimler, hükümet ve Süleyman Demirel'den bahsediyorlardı. Büyük adam olmalıydı bahsettikleri; acaba gitse, okumak istediğini söylese, yardım eder miydi?
Sora sora Güniz Sokağı ve Demirel'in evini buldu. Kapıda sivil, genç bir görevli duruyordu. Uzaktan seyretmeye ve beklemeye başladılar. Bir süre sonra gazetelerde resimlerini gördüğü Demirel kapıya çıkıp misafirleri ile bir süre görüştü. Konuşma esnasında karşıdan kendilerini seyreden çocukları fark etmişti. Konuşmaları bitince "gelin bakalım" diye eliyle işaret ederek çocukları çağırdı. "Ne istiyorsunuz, neden buradasınız?" diye gülümseyerek sordu. "Süleyman Demirel amcayla görüşmek istiyoruz" dedi. "Ne yapacaksınız Süleyman Demirel amcayı?" dedi "o benim".
Çekinerek elini öpüp, eskimiş gömleğinin içinde yıpranmasın diye itinayla naylona sarılı olarak sakladığı takdirnamesini telaşla çıkarıp, titreyen elleriyle ona uzattı. "Benim annem babam yok, bu okuldan aldığım son takdirname, ben okumak istiyorum amca" dedi.
"Burada kimseniz yok mu?" "Kimsemiz yok, sokaklardayız."
O gün Süleyman Demirel onu ilgilenmesi için İhsan beye gönderdi.
Aradan seneler geçer.
Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı olarak Türkmenistan'ı ziyaret etmektedir. Temaslar tamamlanıp sohbet bölümüne geçildiğinde Türk heyetinden bir genç adam Demirel'in yanına gider ve selamlayıp kendini tanıtır ve der ki: "Yıllar önce sizi ziyarete gelip sayenizde okula yazılan o sokak çocuğu benim. Size gecikmiş teşekkürümü lütfen kabul buyurun."
Bir süre devam eden sessizliği Demirel bozar,
"Hatırladım o günü, peki ne yaptın evladım şimdi görevin nedir?"
"Heyetimizde İçişleri Bakanlığı kadrosunun bir elemanı olarak bulunuyorum efendim, Bilecik Emniyet Müdürüyüm..."
.
İnsanlık tarihi kadar eski bir meslek 'Dalkavukluk'
21 Haziran 2015 01:00
Önemli biri, dalkavuğuna sormuş: "Sıfır nedir?"
"Sizin huzurunuzda ben" demiş.
Dalkavuk, kendisine çıkar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse, şaklaban, huluskâr, yağcı, yalaka, yağdanlık, yaltaklık yapana derler. Eskiden zengin konaklarında servet sahiplerini nükteli sözlerle eğlendiren kimselere denirdi. Üç beş kuruş nafaka temini için dalkavukluk yapan masum ve zararsız tiplermiş. Ama eğer bir makama geçerlerse bu felaket olur. Çünkü idarenin iki yolu var, Biri ilim diğeri zulüm. Dalkavukluk ve zulüm ikiz kardeştir. Birbirinden ayrılmaz birbirinden beslenir. Birine itibar edip yüz verdin mi diğeri gelip başköşeye oturur. Dalkavukluk ile ele geçirilen nimet ve makam har vurup harman savrulur. İlmi olmadığı için dalkavukluğu sermaye yapan ilimsiz yönetimler bilgi olmadığı için zulme başlar. İlim ehliyet, liyakat ve yeterlilik getirir. Eğer hayatın nimetlerini ve sorumlulukları dağıtırken bir nimet sahibi ehliyet ve liyakati arkaya atar dalkavukluğu ön plana alırsa yandı gülüm keten helva. Makam ve gücün dağıtımı ehliyetsiz, liyakatsiz, ukala, cibilliyetsiz tek sermayesi el etek öpmekten ibaret dalkavukların eline geçer. Dalkavuklukla makam ve servet kazananlardan ilk ihanete uğrayanlar da onları oraya getiren velinimetleridir. Çünkü zalime yardım eden onun zulmüne uğramadan ölmez... Aramızda kalsın ben bu yaşa kadar servet ve makamı dalkavuklara dağıtanlar içinde kendisinin bulunduğu yere ehliyet ve liyakatle geleni görmedim. Alın teri mi var ki dağıtırken yüreği sızlasın. Haydan gelen huya gider.
Dalkavukluk geçmişi insanlık tarihi kadar eski. Bu mesleğin eskiden kendine has tüzüğü(!) ve sınırları varmış, şimdi olduğu gibi sınır tanımaz adamlar değillermiş. Şimdiki makam ve servet sahiplerinin işi zor. Bu kadar ehliyetsiz dalkavuk karşısında ne yapacaklar. Eskiler oturup kalkmayı bilirler, servet ve makam sahiplerini huzuruna girdiklerinde etek öperler. Oturacakları yer, merdiven yanındaki küçük minderdir. Vazifeleri, hane sahibi olan zatın mizaç ve tabiatına uygun şekilde konuşmak, meclise neşe vermek, keder verici sözlerden, uygunsuz tabirlerden ve küfürlerden sakınmaktır. Hane sahibi ne söylerse, fevkalâde yardakçılıkla tasdik edecekler ve asla aykırısında söz söylemeyeceklerdir. Verilen ihsanı gizlice alacaklardır, verilen paranın çokluğu ile meslektaşları arasında övünmeyeceklerdir. Eski dalkavukların geçmişte efendilerine yaptıkları aşağıdaki arzdan anlaşılıyor ki, meslek haysiyetleri(!) varmış. Demişler ki:
"Devletli, inayetli merhametli Efendim, kimsesiz dalkavuk kullarınızın arzuhalidir. Her sene Ramazan ayı geldiğinde davetli davetsiz iftarlara gideriz. Mevki sahiplerinin sofralarında çeşitli nefis yemekler, süzme aşureler, ekmek kadayıfları kaymaklı baklavalar hoşaflar yer içeriz. Lakin içimizde bazı terbiyesizler bulunup edebe uymayan hareket ve tavırlarıyla velinimetlerimiz efendilerimizi gücendirmekte, zararı hepimize dokunmaktadır. Dalkavukluk sağlam bir nizama bağlanmazsa cümlemizin açlıktan öleceği aşikârdır. Dalkavukluğun kadim bir nizama bağlanmasını niyaz ederiz. İmza... Dalkavuk kulları..."
Dalkavukların durduğu yer artık yer sofralarından çok daha yukarıda. Bugün içinden çıkılamaz sanılan büyük dertlerin kaynağı kılık değiştirmiş bu dalkavukluk kültürüdür.
.
En net koalisyon ihtimali AKP-MHP
25 Haziran 2015 01:00
Herkes koalisyon ihtimallerinden bahsediyor ancak seçim meydanlarında söylenenler eğer orada kalmazsa uzun ömürlü bir koalisyon kurulması beklenemez. Çünkü hemen her lider seçim sürecinde muhataplarını ve muhaliflerini kırdı döktü. Bilindik tabirle, bakılacak yüz bırakmadılar. Şimdi bunları arkada bırakan bir ortaklık kurulması ihtimali ve seçmen üzerinde bırakacağı kanaati tahmin etmek zor değil. Hele AK Parti'nin siyasi nezaket gereği yapılabilir temasların üzerinde CHP ile harbiden bir koalisyon kurmasını beklemek çelik lokomotife tahta teker takmağa benzer.
Nereden bakarlarsa baksınlar en net, uzun ömürlü ve sağlıklı siyaset zemini AK Parti-MHP ortaklığında.
Seçim meydanlarında söylenenler meydanlarda kalmasa da, bir siyasi hareket muhalifleri ile değil önce milletle koalisyon yapmalı ve vaadine sadık kalmalı. AK Parti'yi 13 yıl iktidarda tutan güç asfalt mıcırı değil milletin değerlerini düştüğü yerden tutup kaldırmasıdır.
Kulislerde konuşulan AK Parti-MHP koalisyonunun aksine AK Parti-CHP koalisyonunun daha kolay ihtimal gibi gösterilmesi gerçekçi değil ve tam da AK Parti muhaliflerinin gökte ararken yerde buldukları cinsten bir fırsat. Hizmete destek için değil ama AK Partiye mezar kazmak için iyi bir fırsat arıyorlar. Böyle bir ortaklığın zoraki veya kerhen olmadığına kimseyi ikna edemezler. Seçim akşamı sonuçların alınması ile başlayan AK Partinin kusur listesinin tamamını toplasalar CHP ile yapacakları ortaklığın vereceği hasarı tartmaz.
Başbakan Davutoğlu'nun liderlerle görüşmesi siyasi teamüllerin ve nezaketin gereğidir ancak bunun üzerinde bir değer ifade etmez. Elektriği kimden alacağı bellidir. Ben kurulacak bir koalisyon hükümetinin AK Parti-MHP koalisyonu olacağı ve olması gerektiği inancındayım.
Her iki partinin bunun dışında kurulacak bir (CHP-HDP) koalisyonun paydaşı olması bu eğreti koalisyonun ömrünü uzatmak değil, bu ortaklıktaki partilerin ömründen götürür çünkü bunu tabanlarına izah edemezler.
Geçmişte yaşanan MC-Milliyetçi Cephe Hükümetleri fırtınasında o günkü Milli Selamet Partisi, Demirel'in AP'sini hırpalayıp meclise girdiğinde benzer bir meclis tablosu vardı. CHP'yi iktidardan uzak tutmanın tek yolu Adalet Partisi ile Erbakan'ın Milli Selamet Partisi ve MHP ile koalisyon hükümeti kurulmasıydı. Ama meydanlarda kendisini hırpalayan ve ciddi milletvekili koparan Erbakan ile ortaklık yapmamak için AP milletvekilleri olmaz deyip ayak direttiler. Sonunda Demirel grup toplantısında vekilleri toplayıp kendilerine şunu sordu. "Memleketi CHP'ye teslim edelim mi?" Hayır, canım olur mu diye bağıran AP Milletvekillerinin kırmızıçizgilerini bir sözle yeşile çeviren, Demirel'in bu meşhur sözünün gücü, O günün meclisinin şu hatırasında saklıdır.
Bir meclis görüşmesinde o günlerde AP'den bir konuşmacı demokrasi üzerine konuşurken dedi ki: "Merhum Menderes'in inşa edilen yeni Türkiye'nin bir Başbakanının demokrasi rafa kaldırılarak idam edilmesi bu ülke demokrasisi için kara bir leke, siyaset hayatımız için yüz karasıdır..."
Bu söze karşılık CHP sıralarından gelen sataşma çok sert, kontrolsüz ve netti.
"Gerekirse bu gün de asarız..."
Gerçek şu ki, hatıralar sadece insanların değil siyaset tabanı ve politikaların da efendisidir.
Eğer hatıraları farklı şeyler anlatıyorsa siyasetçinin söylediklerine fazla itibar edilmez. Zihniyetler buyrukla değiştirilemez çünkü yok edilmesi neredeyse imkânsız olan bir şeye, hatıralara dayanırla
.
Üniversite bitince kopan fırtınalar
28 Haziran 2015 01:00
Turistin biri Kızıl Meydan'da gezerken ayakkabısının ökçesi düşer. Sağa sola bakınıp aksayarak meydandaki devriye polislerden birine yaklaşıp ayakkabısını göstererek ayakkabı alabileceği en yakın mağazayı sorar. Polis kendisine karşıdaki büyükçe bir binayı işaret eder. Turist binadan içeri girince kendisini büyükçe bir hol, tam karşısında bir masa, başında ciddi bir adam adamın hemen arkasında iki kapı bulur.
Turist yeni bir ayakkabı almak istediğini söyler adam "Bay mı, Bayan mı?" diye sorar turist "Bay" der, adam da sol kapıdan gir der. Turist sol kapıdan girer bir önceki salonun aynısı yine tam karşısında bir masa, başında ciddi bir adam, adamın hemen arkasında iki kapı. Turist derdini söyler ciddi adam sorar. "Bağcıklı mı yoksa mokasen mi?" diye. Turist "mokasen" der adam da sol kapıyı işaret eder, gir der. Turist sol kapıdan girer bir önceki salonun aynısı tam karşısında bir masa, başında ciddi bir adam ve arkasında iki kapı.
Turist bu defa sinirle sorar ciddi adam tekrarlar "Siyah renk mi yoksa kahverengi mi?" Turist "siyah" der, ciddi adam da sol kapıyı gösterir, turist burnundan soluyarak kapıdan içeri dalar ve kendisini ayakkabı salonu yerine sokakta bulur. Şaşkınlıkla sağa sola bakarken kendisine yol gösteren polisle burun buruna gelir ve hiddetle yüklenir:
"Sana bir ayakkabı satan mağaza sorduk öyle bir yere yolladın ki masa, kapı ve görevliden başka bir şey yok, bu nedir?" Polis gururla cevap verir:
"Bırak şimdi masayı, ayakkabıyı ORGANİZASYON nasıl ama?.."
Tanıdığım birçok akademisyen dostum var. Mezun ettiğiniz çocukların akıbeti ile ilgili bir bilginiz var mı? Ne oldukları hakkında? Çoğu bu bizim sorumluluğumuz değil derken çok azı ilişkili olduğu birkaç öğrenciden bahsediyor. Çoğu siyasetçi de farklı değil. Genellikle hepsi de tam organizasyon adamı, hangisine sorsam hangi kapıdan girileceğini iyi tarif ediyorlar.
Neden bu kadar yıl eğitim gördükten sonra çocuklarımızın önemli bir kısmı iş bulamasın, aldıkları eğitim dışında farklı işlerde çalışmak zorunda bırakılsınlar? Üniversite bitirmenin mesleki yeterlilikle birlikte kişinin karakter, insan ilişkileri, hayat hakkındaki görüşüne de katkıda bulunduğu söylenir. Ancak çocuklarımız ne spor, ne kültür-sanat, ne sosyal hayattan faydalanamadıkları bir kamp ortamında, sınavdan sınava koşuşturuyoruz. Sonra elimizde ne kalıyor derseniz; mutsuz ve yeteneklerinin farkında olmayan bir genç kitle.
Gençlerin iş dünyasında hayatta ve ayakta kalmaları nasıl sağlanır?
İş dünyasının başarılı profesyonellerinden Cem Kozlu, "Artık insanlar, kitaplardan, kurslardan, eğitimlerden çok birbirlerinden görerek, duyarak öğreniyor. Eğitime, bilgiye ulaşma imkânı arttı ve kolaylaştı. Ben üniversite öğrenimi için ABD'ye gittiğimde bursum yetmedi, kütüphanede çalıştım, garsonluk yaptım. Garsonluk yaparken kazandığım tecrübeler işletme fakültesinde okumaktan bile çok şey öğretti diyebilirim. Bizim ülkemizde öğrencilerin sosyalleşme imkânları sınırlı" diyor.
Onları üniversite içinde bloke eden, sonra eline diploma tutuşturup hayata salan uygulama bu sonucu hazırlamaktadır. Hâlbuki öğrencilik yıllarından başlayan "eşleştirme programları" ile devam eden küçük işler onları zirveye çıkaracak büyük tecrübelerdir. Batı üniversiteleri "etiketleme programları" ile öğrencilerini iş dünyasıyla tanıştırıyorlar. Bu ortamlarda gençler kendi geleceklerini görücüye çıkarıyor, yeteneklerini iş tecrübelerini, çevrelerini geliştiriyorlar.
Eğer üniversiteler sadece organizasyonlarla uğraşmaya devam ederse yakın zamanda işsizlik gençlerin değil kendilerinin yakasından tutacaktır
.
Aşağıdan yukarıdan erken seçim görünüyor
2 Temmuz 2015 01:00
Koalisyon ortaklığında hükümet ortaklığı, farklı kültür sahibi çok sayıda insanın tıklım tıkış doldurduğu sıvaları çatlak apartmanlardaki komşuluğa benziyor. Kimse böyle bir mekânda oturduğu için mutlu değildir ama sokakta kalmaktan kurtulduğu için de şükreder. Koalisyonlara da şükredenin tek bir gerekçesi olur; hiç yoktan iyidir hükümetsiz kalmadık, der... Koalisyon ortakları birbirlerinden pek hoşlanmasalar da Erbakan'ın dediği gibi devlet ve milletin âli menfaatleri söz konusu olduğunda (!) (birbirlerine tahammül için buna ihtiyaçları var) bir miktar unutkanlık iyi bir şeydir.
Devleti ve milletin âli menfaatleri ve memleketin gerçekleri nelere kadirdir (!) Siyaset tarihimizin imkânsız addedilen ilk koalisyonun trajik hikâyesi de bu memleket gerçeklerine dayanır. 1960 darbesinden sonra ilk seçimden birinci çıkan CHP'nin vekil sayısı yetmeyince AP ile koalisyon teşebbüsünde bulunur. AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala ve grubun reddine mukabil İnönü AP grubunda "katil" diye yuhalanmayı göze alıp konuşur. Gümüşpala'ya rağmen koalisyon kurulur ama ömrü yedi ay sürer.
Erbakan'ın dediği gibi devlet ve milletin âli menfaatleri söz konusu olduğunda (!) bir miktar unutkanlık iyi bir şeydir. Bu geçmiş koalisyon hikâyelerini okuyunca bugün için de olmaz diye bir şey yok bakmayın kırmızı çizgi diye tutturduklarına.
Ama bana kalırsa böyle sosyal konut diye tanımlanan kibrit kutusu benzeri koalisyonlarla kurulabilir siyasi çatılar oturulabilir bir ev sahibi olmak için barınacak bir muvakkat konuttan ibaret. Ortaklarına sadece zaman kazandırır. Koalisyonlar da işte böyle bir şey. Koalisyonların iştah açıcı bir başka yanı da hükümet etmeye susamış arkada kalan, zayıf partilere güçlü partilerle aynı pazarlık masasına oturup kafa tutma şansı vermeleridir. Bizim apartmanda apartman yöneticiliğine ortak olmak gibi bir şey.
Kimse koalisyon hükümetlerinden güçlü iktidarlar gibi ekonomiyi, dış politikayı, istihdamı sıçratacak hamlelerde beklememelidir. Geçmişteki tecrübeler ile sabittir.
Bu tür apartmanlar çok kısa sürede ilk sahipleri tarafından terk edilir ve el değiştirir. Koalisyonların süreklilik gibi bir şansları yoktur akıbet yerine yeni apartman dikmek için kepçeyle yıkılır.
Geçmiş tecrübeler hep böyle oldu. Sosyal konutların geçici ev sahipleri gibi daha güçlü çıkabilecekleri yeni seçimlere kadar sokakta kalmamak için zaman kazanmak ve hazırlık yapmak için kullanıldılar.
Demokrasinin gaz alma kapılarına koalisyon deniyor. Bakmayın muhalif medyanın başarılı koalisyon örneklerini manşetlere taşımalarına. İktidarlar sadece seçilmiş vekilleri ile temsil edilmiyorlar. Arkalarında borçlu oldukları fikri lojistik destekçilerine de alan hazırlamaları gerek.
Velhasıl koalisyon bir sürü takipçinin nasiplenmesi için de önem arz ediyor.
Yıldıray Oğur "Bir koalisyonun neden mümkün olmayacağına ikna edici, haklı, meşru yüzlerce sebep bulunabilir. Kurulsa bile 'çok yaşamaz' denecek pek çok mayınlı alan gösterilebilir" diyor. Ama mümkün olması için de yüzlerce sebep sayılabilir. Eğer koalisyona liderlik yapacak partinin tabanında çatlak varsa koalisyon daha mümkündür ve partileri müsamahakâr kılar.
Geçmiş koalisyonlardan AP-MSP ortaklığında, Erbakan "1000 adet yerli tank yapacağız, savunma sanayii dışa bağımlı olmayacak" diye ağzından laf kaçırınca gazeteci takımı fırsatı kaçırmayıp Demirel'e çullanmıştı:
"Sayın Başbakan, ortağınız Erbakan 1000 adet yerli tank yapacağız diyor, ne dersiniz?"
Demirel hinliği sezince, "Siz tankımızın yerli olmasını istemez misiniz?" deyip işin içinden çıktı.
Bu zoraki ortaklıkların ömürleri sorunlara buldukları pratik çözümlere bağlı.
Ama seçimlerde iş kazası geçiren güçlü partilerin koalisyondan uzun süre beslenmeleri hayaldir.
.
Kapanmadı Kapanmıyor Başbağlar'ın Yarası
5 Temmuz 2015 01:00
Karşılarında silahlı teröristleri gören vatandaşlar herhangi bir karşı koyma girişiminde bulunmadılar. Militanlar erkekleri bir grup, kadınları ve çocukları ise bir grup hâlinde topladı. Kadın ve çocuklar köyün altındaki dere yatağına indirilirken erkekleri de meşelik istikametindeki patika çıkışına götürüldüler, hiçbir ayırım yapılmadan vatandaşların üzerine kurşun yağdırdılar. Benzinlere batırılmış yağlı fitilleri tutuşturup evlerin kapı ve pencerelerinden içeri attılar. Katiller topluluğu, Havaçor Deresi'ni takip ederek Munzur Dağlarına doğru kaybolup gittiler...
29 erkek kurşuna dizilerek ölürken ateşe verilen köyde 214 ev, köy okulu ve cami yakıldı. Yakılan evlerde 1'i kadın 4 kişi de yanarak can verdi.
"Öldüler de sonra mı geldiniz?" Bunu bana Başbağlar katliamı sonrası, köye gittiğimizde eşini ve çocuklarını kaybeden bir anne söyledi.
Bu taşıyabileceğim bir yük değil. Sizinle paylaşmak istiyorum belki acım hafifler.
Kafam ve gönlüm Başbağlar'ın yolları gibi kıvrım kıvrımdı. Başpınar'dan bize refakatçi olarak çıkan komando timinin aracı iki yüz metre kadar önümüzde bazen bir toz bulutunun içinde kayboluyor sonra bir başka tepenin ardında ortaya çıkıyordu. Bir tepenin zirvesinde yolumuz doruk noktasına geldiğinde aşağıda parlak güneş ışıklarının altında Barasor Vadisi ve kucağında aydınlık Barasor Deresi göründü. Vakit öğleye yakın ve giderek artan kavurucu sıcağı kimse önemsemiyor. Bir an önce Başbağlar'a varmak istiyoruz. Zirveden kıvrılarak vadinin en alt noktasına inip Barasor Deresi ile buluştuktan sonra çılgınca akan suyu sağ tarafımıza alıp onunla yarış eder gibi yolumuza devam ediyoruz. Dönüşü olmayan bu yolculuk bizde silinmez izler bırakacak bunu biliyorum. Bir saat kadar sonra Aşağı Mutlu ve Yukarı Mutlu köylerine giriyoruz, birinin bittiği yerde diğeri başlıyor. Başbağlar en uç noktada. Dut ağaçları ile bezeli küçük bahçelerin arasında sinmiş, küçük tozlu yoldan ilerleyip meydan gibi bir alanda durduk. İleride bir çeşme kurnasının önündeki kalabalık kalkıp ağır ağır bize doğru yürüdü. Zor duyulur bir sesle hoş geldiniz dediler. Çeşmenin önündeki tahta sehpaların üzerine konmuş makineli tüfeklerden başlayarak karşımızda, arkamızda her yanımızı sarmış tepeleri, gözün ulaşabildiği her yanı izledim. Sarp kaya uçlarından, ufukta kaybolan patikaya kadar her zerreye bir felaketin yası sinmiş. Enkaz yığını hâline gelmiş bedenimiz yanmış yakılmış taş toprak ve moloz yığını hâline gelmiş binalar arasında gezinip durdum. Gurbetten köyüne gelmiş gönüllü korucu olmuş gençler de aynı duygular içinde; doğup büyüdükleri köylerinde bu felaket tablosunun parçası olmuş, içlendikleri kederleri yüzlerine sinmiş.
Asırlık bir dut ağacının gerisinde yaşlıca bir kadının feryadı etrafımızı kuşatan dağlara tırmanıyor. Gezintiyi bırakıp sesin geldiği tarafa yürüdük. Dut ağacının altında, ağladığı mı yoksa güldüğü mü anlaşılamayan, dört yaşlarında bir kız çocuğu oturduğu yerde yüzünü örten sarı saçlarının altından bize bakıyor. Yetmiş yaşlarında bir nine koluna girmiş, yürümesine yardım eden genç bir hanımla bize doğru gelmeye başladı.
Kederli adımlarla bize doğru yürüyen, yürüyen yürek yakan ağıtlarını göğe doğru yükselten bu keder hamulesini çaresiz seyrediyoruz... Bize asırlarmış gibi gelen bu birkaç adımlık yürüyüş hemen yanımızda bitti. Yaşlı kadın elleriyle dut ağacına yaslandı, ciğerlerindeki son nefesi ağıdına harcıyordu...
Yanımdaki genç hafif sesle "Ninenin kocası ile iki yetişkin oğlunu şehit ettiler, bu çocuk da torunu" dedi. Biz taş gibiyiz, yaşlı kadın bize diyor ki: "Öldüler de sonra mı geldiniz? Vah... Onlar da sizin gibi yiğitlerdi..."
Olduğumuz yerde Barasor Deresi'ni saran dağlar üstümüze çökmüş, köyün üstüne gölge düşüp, genç kadın nineye "yeter anne" deyip zorlukla dut ağacı ve başında durduğu yetimden ayırıncaya kadar kalakaldık...
Yıllar sonra Başbağlar'a her gidişimde o asırlık dut ağacının altında dört yaşlarındaki sarı saçlarının altından bize bakan bir çocuk görüyorum...
.
O koalisyon bizim köyü idare edemez...
9 Temmuz 2015 01:00
Adam akşam evine dönerken verandada çay içen komşularına iyi akşamlar dilemiş ve onların hemen önünde yatan ve sürekli sızlanan çocuğun neden ağladığını sormuş. Komşusu da
"Üzerinde oturduğu tahtanın çivisi batıyor" demiş. Adam tekrar sormuş: "Yattığı yerden kalksın o zaman!" Komşusu da:
"Demek ki kalkmasını gerektirecek kadar batmıyor" demiş...
Yeteri kadar rahatsızlık insan gibi siyasi partilerin de kabiliyetlerini diri tutar ama eğer biri sürekli sızlanıp şikâyet ediyorsa sorunun kaynağı kendisidir. Eğer bir mecliste siyasi partiler birbirlerinin hatalarını liste tutmaya başlarsa anlayın ki muhtemel koalisyonlar iflah olmayacak türden. Ellerindeki listeler ancak ortaklığı bozmada kullanılabilir.
Ortaklığın uzun ömürlü olması için kurulacak koalisyonun AKP ve CHP üzerinden geniş bir tabana oturması gerektiğini pompalayarak bu modeli sevimlileştirmeye ve CHP'yi koalisyona monte etmeye çalışıyorlar. AKP'nin uzun süreli iktidar döneminde CHP'nin uğraştığı tek bir işi oldu, bir günah defteri tutarak ilk fırsatta AK Parti kadrolarının üzerine çullanmak. Ülkeyi daha ileri taşıyacak projeler üretmek yerine hesap sormak için iktidar fırsatı kollayan bir siyasi parti, bu sürekli sızlanan muhatap ile ortaklık kurmayı istemek hiçbir yerde rastlanır bir şey değildir.
Kaybedenlerle beraber olan da kaybeder. Bilinçsiz bir şekilde onların huylarını alışkanlıklarını kapar. Eğer her zaman toplumsal değerleri hafife alan negatif insanlarla birlikte olursanız siz de aynı duruma düşer ve negatifleşirsiniz.
Kriz bağımlısı ve kavgadan beslenen muhalefet kendi yattığı çivili tahtanın üzerine AK Partiyi de yatırmak istiyor.
Sürdürülebilir bir koalisyon ancak AKP-MHP üzerinden inşa edilebilir.
Olmazsa kaçınılmaz olarak son durak erken seçimdir.
Siyasi hayatımızın yeni aktörü, siyasete monte edilmeye çalışılan HDP'ye gelince, eski rejimin mağdur ettiği ezilmiş, dışlanmış insanlarının Menderes ve Özal'la denenmiş hayat alanlarını genişletme gayretleri her defasında duvara çarptığı ve aktörlerinin başını yediği unutulmamalıdır. Yaptıkları, bu demokratik haklarda eşitlik mücadelelerine ilk defa hendek atlamış bir iktidara, kendilerine "ga" deyince et "gı" deyince su taşıyanlara minnet ve teşekkür yerine efendilik taslıyor.
İddia edilen itilip kakılmışlığa son vermek, eşit vatandaşlık hakkının meşrulaştırılması adına AKP'nin yaptığını bugüne kadar bu kadar ağır eleştiri ve risk alarak verdiği mücadeleyi hiçbir siyasi parti değil yapmak, dillendirmeye bile cesaret edememiştir. Mağduriyet ve dışlanmışlık güdüsüyle insanları toplayıp, nasıl alındığı bilinen oylarla bir nevi büyüdükçe şişen, içerden dışardan altına atılan ateşle kendi doğal gücünün sınırlarını aşan bu hareketin düdüklü tencere gibi patlaması kaçınılmaz geleceğidir. Hiçbir siyasi proje üretmeyen kendi geleceklerini tehlikede gören bu sahte kurtarıcıların yaptıkları tek şey, AKP'nin yok ettiği eski mağduriyetleri kullanarak, üzerinde oturup sızlanmak.
Mesele ne din ne etnisite ne bölgesel kalkınma sorunudur.
Mesele, kendilerini devlet sandıkları statükonun kadim sahibi ve bekçileri gören bu sahte kurtarıcıların kene gibi yapıştıkları yerden sökülüp atılmasıdır. Hükümet kurulması ile ilgili söyledikleri her şey ucuz taklit Çin mallarına benziyor. O kafa ile kuracakları bir koalisyon hükümeti ile bizim köyü bile idare edemezler.
.
Mengene
12 Temmuz 2015 01:00
Koalisyon kurma çalışmalarında geri sayım başladı. Siyasi gücün matematik değerlerle ölçüldüğü mecliste bana kalırsa Mengene tipli bazı liderleri emekliliğe sevk edecek bir erken seçim daha güçlü bir ihtimal. Ama bazen umulmadık gelişmeler Mengene'nin dişlerini açabilir.
Bir kuruluşta üst seviye bir yönetici tanımıştım. Kendisi zeki, yetenekli ve gayretli biriydi. Ancak çok sert ve aşırı disipline dayalı bir yönetim tarzı uyguluyordu. Çok fazla değil hiç paylaşımcı değildi. Astlarını çok fazla dinlemez fikirlere kendisini kapalı tutardı. En çok söylediği söz: "Sen söyleneni yap." Bu yüzden çalışanlar kendisine "Mengene" lakabını takmışlardı. Çalışanlardan kaynaklanan sorunların çözüme ile ilgili olarak kendisiyle konuştuğumuzda yönetim tarzını müdafaa ederek bunu isteyerek ve faydasına inanarak uyguladığını ifade etti. Kendisine böyle davranmaya devam ettiği sürece iş yeri ortamının gerileceğini, verimliliğin düşeceğini ve sonunda çalışanların ellerine geçecek ilk fırsatta ya kendisini bir kaşık suda boğmak isteyeceklerini ya da işyerini terk edeceklerini söyledim. Ancak, imalattan kusurlu iş çıktığını, siparişlerin zamanında teslim edilmediğini, müşteri şikâyetlerinin sürdüğünden bahsederek daha bir sürü mazeret beyan ederek, suiistimal ve işten kaçmanın önüne başka türlü geçilmeyeceğini ısrarla vurguladı.
Çalışanların kendilerinin yok sayıldığı ve matematik değerlerle muamele gördüğü bu iş yerinde çalışanlar sadece yöneticiden değil iş ve işyerinden de soğumuş kendilerini çözüm yolları aramaya itmişti. Mengenenin emekliliğine kadar sabretmeyi göze alamayanlar başka iş aramaya başlamıştı.
Derken bir gün acı haber çalışanlar arasında bomba gibi yayıldı.
"Mengene kanser olmuş, altı ay ömrü ya var ya yok..."
Haber doğruydu, mengene geçirdiği rahatsızlık nedeniyle gittiği doktorda ürkütücü bir sonuçla karşılaştı. Doktor bulguların kendisini kanser olduğunu belirttiğini söyleyerek "ama kesin sonuç, ancak biyopsi ile belli olacak. Siz her sonuca hazırlıklı olmalısınız. Eğer kanser teşhisi kesinleşirse altı ay kadar bir hayatınız kaldı demektir. Ama yine de umudunuzu koruyun" demiş.
Vay canına!... İşyerindeki ortam birden değişti.
Mengenenin dişleri gevşedi. Burnundan soluyan çalışanların öfkesinin yerini birden farklı bir duygu aldı.
"Yok canım. Dürüst adamdı, eğriye eğri doğruya doğru.
Disiplin gitmiş yerine çalışanların merhamet duyguları üzerine oturan bir yönetim ve çalışma anlayışı hâkim olmuştu.
Bu durum iş yerindeki iç barışı, verimliliği, satışları, ürün ve hizmet kalitesini hatta müşteri memnuniyetini kısa bir sürede yukarı çekti. Tabloları şaşkınlıkla izleyen Mengene "istediğimiz sonuçlara ulaşmak için kanser olmam lazımmış" diyordu.
İşçiler bir müddet sonra aralarından ayrılacak bir patronu bu dünyadan mutlu göndermek istiyor patron ise sürekli bir kabul edilebilir başarının saman alevi gibi dayatma sonucu elde edilen geçici sıçramalardan daha iyi olduğunu görüyordu. İlk defa başı ağrımış dikkatini rakamların dışında paylaşım, önemseme gibi bilânçoda görünmeyen değerler üzerine de veriyordu. Yemekhaneye iniyor, işçilerle yemek yiyor, zamanında teslim edilmeyen bir gecikmenin nedenlerini sorumlusu ile paylaşıyor, ailevi bir sorun yaşayan çalışanını bizzat yokluyordu.
Hatta bizzat yaptığı birçok işi yetki devrederek astları arasında bölüştüğünden ailesi ile de daha fazla birlikte olma fırsatı bulmuştu.
Bir hayatı paylaşmayı öğreniyordu.
Çalışan kendisini işyerinde bir değer, bir önemli parça olarak görmeye başlamıştı. Kalemle yazılmasa bile bir ortak vizyona imza atıyorlardı.
Tabii asıl imza kanserindi.
Gerçekten de liderin sorumlu olduğu insanlar ile kurumsal hedefleri, stratejileri paylaşması herkesi rahatlatır. Zira kimse karanlıkta uçmak istemez.
.
Osmanlı Cephelerindeki Esirler ve Esir Düşen Osmanlılar
16 Temmuz 2015 01:00
Londra'da Yunus Emre Enstitüsü tarafından 1. Dünya Savaşında Osmanlı cephelerindeki esirlere ait orijinal mektuplar, kartpostallar, fotoğraflar ve belgelerin yer aldığı bir sergi açıldı. Enstitü Başkan Yardımcısı Ebubekir Ceylan sergiyle ilgili yaptığı açıklamada "Buradaki belgelere baktığınızda savaşın insani yönünü görüyorsunuz. İngiliz esirler Hokey oynuyorlar, Türklerle birlikte çuval giyip yarışma yapıyorlar. Bu sergiyle aslında İngiliz toplumu ile ortak bir buluşma, iki ülke arasında bir köprü kurmak istedik" diyor. Serginin düzenleyicisi Fahri Aral ise serginin savaşta esir alınan insanların günlük hayatta nasıl tutunmaya çalıştığını gösterdiğini belirterek "Savaşın dehşeti içerisinde insanların hayatlarını kurmaya çalıştığını görüyorsunuz. Mesela bir İngiliz esir 'Biz burada Hokey oynuyoruz ama top bulamıyoruz' yazmış, müzik grupları kurmuşlar, futbol takımları var" diye açıklamada bulundu.
Esir düşen İngiliz'e hokey oynatacak kadar hoşgörülü davranan Osmanlı'ya İngiliz'in nasıl davrandığına bakalım.
İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı'nda esir aldıkları Türk askerlerine reva gördükleri zulümle ilgili olarak Eyyüb Sabri Efendinin 1978'de İstanbul'da yayınlanan "Esaret Hatıraları" kitabında diyor ki: "İngilizlere göre Müslümanlara zulüm ve hakaret etmek milli bir vazifedir. 1919'da Mısır'ın Abbasiye Hastanesi'nde yirmi binden fazla Müslüman esirin gözleri oyulmuş, kolları ayakları kesilmiştir. Esirleri anadan doğma soyarak İngiliz binbaşının önünden geçirirlerdi. Esirler arasından Hoca Abdullah Efendi 'hiç olmazsa edep yerlerimizi mendil ile örtmeye izin verin' diyerek çok yalvardı. İzin vermediler, alay ettiler.
Geçmiş asırlardaki vahşetler ve Engizisyon zulümleri İngilizlerden çektiğimiz işkenceler yanında hiç kalır. Dünyada hiçbir milletin yapamayacağı zilleti ve alçaklığı İngilizler yaptılar."
28 Mayıs 1921 günü yapılan meclis oturumunda Edirne Milletvekilleri Faik ve Şeref Bey verdikleri önergede Mısır'daki kamplarda kasten kör edilen Türk esirlerden bahsediyorlar. "Mısır'da bilintizam İngilizlerin tathirat-ı fenniye (ilaçla temizleme) bahanesiyle miktarı muayyeninden (yeterli miktarından) fazla -KRİZOL- banyosuna sokarak gözlerini kör ettikleri 15.000 vatan evladının üzerinde irtikâp edilen (yapılan) bu cinayeti önceden tasarlayan ve failleri olan İngiliz tabipleriyle, garnizon kumandan ve zabitlerinin tercim (suçlu ilan) edilmesini..." deniyor.
Mısır'daki Türk esirlerinin kasten kör edildiği haberi hem İstanbul hem Anadolu'da duyulur. İstanbul işgal altındadır. Özellikle Konya'da yayınlanan "Öğüt" gazetesi olayı yazınca halk büyük tepki gösterir ardından Anadolu'nun diğer yerlerinde de İngilizlere karşı bir husumet gelişir. Çok geçmeden İstanbul'daki işgal devletleri komutanlarından General Milne'nin emriyle kör edilen esirler hakkında yayınlar durdurulur ve "Öğüt" gazetesi de kapatılır.
Çanakkale'de Seddülbahir Savaş Galerisi Müzesi'nde sergilenen silahlar, mermiler, giysiler arasında İngilizlerin savaş suçu olmasına rağmen kullandıkları, ZEHİRLİ YILDIZLAR var. Uçlarına zehir sürerek havadan uçaklarla askerlerimizin bulunduğu bölgeye, siperler atmışlar tam 12 bin Türk askeri zehirli yıldızların ayaklarına batması sonucu ya zehirlenerek hayatlarını kaybetmiş ya da bacakları kesilmek zorunda kalmış.
İngiliz esir çuval yarışı yapıp, hokey maçı oynayıp evine dönmüş, bizim ise 20 bin kör, 12 bin tek bacaklı askerimiz olmuştur.
Acaba diyorum "Seddülbahir Savaş Müzesi" misafir olarak birkaç haftalığına Londra'da bulunsa...
.....
Bayramınızı tebrik ediyor, sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir bayram geçirmenizi diliyorum.
.
LİDERİN KADAR KONUŞ!
19 Temmuz 2015 01:00
Bu hafta, can havli ile koalisyon kurma veya koalisyona yamanma çalışmaları ile geçecek. Kırmızı çizgileri sadece muhalefetin gırtlağını sıkmıyor, ülkeye de zaman kaybettiriyor. İpin ucunun muhalefetin elinde gösterilmek istendiğine bakmayın, AK Partinin nezle olduğu yerde muhalefet zatürre olur. Koalisyonu belirleyici olan, siyasetin bilânçosunda görünmeyen aktif değer yani liderlerin iş bitirme yeteneğidir. Her siyasi hareket liderinin çapı kadar büyür. Yiğidim yiğit olsun evim çalı dibi olsun misali liderler kitleleri ve iktidar olduklarında ülkeleri hayalleri ve inançları kadar taşıyabilirler. Dün Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol ve Anavatan Partileri idi; bu gün de merkez sağ parti AK Partidir. Sağına ve soluna savrulmuş inanç, etnisite veya ideoloji temelli partiler geçmişte hep koalisyon parçası olarak hükümete yama pozisyonundan ileri geçemediler.
Seçmen hep bu parti liderlerinin takipçisi oldu, partiler de liderleri kadar sıçrayabildi.
Bugünde öyle ağzı olan değil, lideri olan konuşuyor.
Lideri zayıf partiler Biyolog John Henry Fabre'nin "Çam tırtılları"na benziyor.
Bu çam tırtıllarının bir ismi de Resmi Geçit tırtılıdır.
Biyolog John Henry Fabre bu tırtıllar ile bana koalisyon turlarını hatırlatan garip bir deney yapmıştır. Bu tırtıllar önlerindeki tırtılı körlemesine izlerler. Adları oradan gelir. Fabre onları bir saksının etrafında en arkadaki en öndekine temas edecek şekilde dizmiş. Saksının tam ortasına da bunların başlıca gıdası olan çam iğnelerini koyar.
Tırtıllar bu yuvarlak saksının etrafında dönmeye başlar. Saatlerce günlerce gecelerce dönerler. En sonunda açlıktan ve yorgunluktan ölürler. On beş santim ötelerindeki yiyecek bolluğuna rağmen kelimenin tam anlamıyla açlıktan ölürler...
Şimdi, yarın, bir hafta sonra bir yıl sonrası için kendisine bir gelecek hayal etmeyen ve hedef koymayan bir liderin Resmi Geçit Tırtılları gibi birbirinin arkasına yapışıp etrafındaki fırsat bolluğuna rağmen açlıktan ölmesi şaşılacak bir şey değildir.
Hayatımıza faydalı olmayan işlerin yürütüldüğü her yığın, Resmi Geçit Tırtılıdır.
Muhtemelen bu 45 günlük uzatma günleri de mecliste önlerindeki zengin hükümet kurma seçeneklerine mukabil başarısız turlar izleyeceğiz. Herkes 45 günün sonunda oyunbozanlıkla suçlanmamak için öndeki tırtılın arkasından ayrılmayacak ama sadece kendi ayak izleri üzerinde saksının etrafında dönüp duracak. Bu fasit daireyi kıracak olan yine AK Partidir.
Geçmiş koalisyon kâbuslarına düşmemenin tek yolu yine AK Parti liderliğinde sandığa gitmek ve 7 Haziran sonuçlarını test etmektir. Bakalım seçmen muhalefetin kırmızı çizgilerinin neresinde kalacak ve son kararı ne olacak.
Seçmen muhalefetin bu takipçi siyasetçilerden sadece iki numara olanlara hayat hakkı tanır o da belli olmaz belki kazaen ilk sırayı yakalar diye ama siyaset tarihimiz hiç lider partiyi deviren iki numaraya tanıklık etmedi. Hepsi takipçi ve taklitçiden ibaret kalıp, kitlelere umut ve heyecan veren bir şok yaşatamadılar.
Hatta düzeni değiştirmek hayali ile bir zamanlar kitleleri peşine takan ekonomiyi bir şokla sarsıp iyileştirme iddiası ile ortaya çıkan umudumuz(!) Ecevit de başarısız operasyonlarla piyasayı sarsıp ülkeyi 70 sente muhtaç duruma düşürmüştü.
Zayıf siyasetçiler takipçilerinin umutlarını öldürür.
Tıpkı, Eugen Herrigel'in ifade ettiği gibi: ''Okların yerini bulmaz, çünkü onları ruhunla atmıyorsun!"
.
Çıbanbaşı...
23 Temmuz 2015 01:00
"Kenan Diyarı" da denilen Filistin topraklarını Roma İmparatorluğu döneminde İmparator TİTUS işgal edip, Mabed-i Süleyman'ı yıkıp Yahudileri Filistin topraklarından çıkarınca, onlar da çoğunlukla Roma hâkimiyetine girmemiş olan Rusya ve İspanya'ya göç ettiler...
Ancak, Hıristiyanlar da Yahudilere karşı olan nefret sebebiyle küçük yerleşim yerlerinde oturamayıp, insanların birbirleri ile fazlaca alakadar olamadıkları büyük şehirleri seçtiler. Sürgündeki Yahudiler büyük şehirlerde umumi nefret yüzünden devlet hizmetlerine kabul edilmediler, askerlikten muaf tutuldular. Kendilerine tahsil ve ticaretten başka iş sahası kalmayınca onlara önceleri eskicilik türünden süfli ve basit işlerle uğraşmalarına müsaade edilmişti. Onlar, önceleri yaptıkları eskicilikten antikacılığa, antikacılıktan kuyumculuğa, kuyumculuktan sarraflığa ve buradan da sanayi inkılâbı ile bankerliğe yükseldiler.
Filistin'den çıkıp dünyaya yayılmaları bölünmüş aileler şeklinde olduğundan bir Yahudi Berlin'de yaşıyorsa onun bir diğer akrabası mutlaka Paris'te veya Londra'daydı. Bu durumdan istifade ederek ithalat ve ihracatı kolaylıkla ele geçirdiler. Fabrika açıp imalatla meşgul olmayıp yerli insanların çoğu kere kendilerinden borç alarak ürettikleri malın pazarlamacısı oldular. Zamanla bir Yahudi'nin kuru bir yazıhane ile elde ettiği kazanç birçok fabrikası olan bir patrondan ziyade olmuştur.
Hemen her yerde GETTOLAŞTILAR. Pek çoğu Yahudiliklerini gizleyerek itibar kazandılar ve zamanla maddi bakımdan güçlenince söz sahibi bir hale geldiler. 19. asırda bu gelişme hızlandı, sadece iktisadi bir güç olmakla kalmayıp yaşadıkları topluluklarda paranın gücü ile küçük bir memuriyete bile kabul edilmezken en üst seviyede siyaset adamı ve asker sivil bürokrat oldular.
Devlet taleplerini tek çatı altında toplamak için 29 Ağustos 1897 günü İsviçre'nin Basel şehrinde ilk Siyonist kongresi yapılarak başkenti Kudüs olan bir Yahudi devleti kurulması kararı alındı.
1860'larda Filistin'deki Yahudi nüfus altı bin civarında idi. Bu durumda Filistin'e Yahudi göçünü hızlandırmak gerekiyordu. Para kullanılarak yoğun bir propaganda başlatıldı. "Vadedilmiş Topraklar" sözü her türlü yayın organında vurgulandı, çöl, cennet gibi takdim edildi. Başlangıçta bir cemaat gibi çalışıp Filistin'de toprak satın almaya başladılar. Filistin'de birtakım Arapları menfaatlendirerek onlar vasıtası ile arsa ofisleri kurdular. İsteyen herkesi arazisinin bedelini peşin ve kat kat fazlası ile ödeyerek satın almaya hazır bulunduklarına dair ilanlar dağıttılar. Alıcılar Arap göründüğü için buradaki hileyi kimse sezmedi. Araplar arsalarını satmak için kuyrukta birbirleriyle kavga ediyor, arazisini satan gidip Beyrut, Mısır ve Şam'a yerleşiyordu.
Bu duruma muttali olan Sultan Abdülhamid Han oraya bir heyet gönderdi. Bu heyet oynanan oyunu halka izah etti ve bu arazilerin Yahudiler için toplandığı gerçeğini ifşa etti. Arazisini satın almak isteyenler varsa Sultan'ın şahsi servetiyle satın almak üzere oraya geldiklerini beyan ederek Yahudi istilası engellenmeye çalışıldı. Sultan Abdülhamid Han'ın FİLİSTİN ÇİFTLİKAT-I ŞAHANESİ adıyla bilinen arazi ve çiftlikler böylece ortaya çıktı...
Yahudiler bu defa Sultan II. Abdülhamid Han'a müracaat edip Osmanlı Devleti'nin tüm borçlarını ödemek ve mali yardımda bulunmak karşılığında Yahudi Devleti için yer istediler. Sultan Abdülhamid Han bu teklif karşısında öfkelenip "Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler size bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan para ile satılamaz... Derhal burayı terk edin defolun..." dedi.
Ancak, 1909'da Yahudi güdümlü ittihatçılar Abdülhamid Han'ı tahttan indirip bu emlaki millileştirip, azınlıkların toprak satın alabilecekleri yolunda kanun çıkarınca, arsa alma yoluyla işgaller yeniden başladı, sultanın kişisel arazisi de yok pahasına Yahudilere satıldı.
İngiltere Filistin'i işgal edince Osmanlıyı yıkıp, kendilerine hizmet edecek bir "Çıbanbaşı" bıraktılar!.
.
YANLIŞ HESAP SURUÇ'TAN DÖNER!
26 Temmuz 2015 01:00
Demokratik siyasetin esas alındığı çözüm sürecinde her türlü şiddetin dışlanması zorunlu bir şarttı. Ne var ki, PKK çatışmasızlık ortamını propaganda ve şehirlerde palazlanmak için bir fırsat olarak kullandı. Hendek kazdı, araç kundakladı, adam kaçırdı, mahkeme kurup adam yargıladı ve bütün bunları silahların gölgesinde yaptı. Barış için bir demokratikleşme ve uzlaşma sözleşmesinde silahın kullanılmaması temel şartken silahın ve şiddetin dışında her şeyi masanın dışına attı. Bir terör örgütünden silahı elinden almak yılanın dişlerini sökmek gibidir. Uzlaşma istemeyenden masada silahını istemenin tarihte karşılığı yoktur. Bölgenin ve olayların geriye doğru hafızasını hazmetmemiş salon danışmanlarının yol haritası çıkmaza böyle girdi. Örgütten önce devletin müdahalesiz alan uygulaması, alan güvenliğini arka plana atmasını örgüt her fırsatta kullandı. Suruç Kaymakamı olay günü söylenenlerin aksine üst seviyede güvenlik tedbirleri alındığını belirterek "Patlamanın gerçekleştiği kültür merkezinde polisin bulunmaması HDP'nin talebiydi, orada toplananların tahrik olmaması için böyle bir istekte bulundular. Grubun güvenliğini biz sağlayacağız dediler" diye açıklamada bulunmuş.
Bölgede hararet yükselip Suruç olayı patlayınca herkes gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı ki: "Şehirdeki vuruyor, dağdaki tulum çıkarıyor!.."
İşin başından beri PKK'yı bir halkın temsilcisi statüsünde masada muhatap almak zoraki bir el sıkışmaktan ibaret kaldı. Ne dağ temsilcisi ne onun güdümündeki salon siyasetçileri devletin böylesine bir iyi niyetinden dolayı memnuniyet duymadılar. Barışı kucaklayıp silahı hayatlarının dışına çıkaracak hiçbir gayrete destek vermediler. Verdikleri her demeç yaptıkları her açıklama da alıştıkları şiddet dilinin dışına çıkmadı.
Başından beri devleti karşılarına dikmekle tehdit ettikleri Güneydoğu halkının ayrı devlet kurmak gibi bir kavgası olmadı. Devletin süreç içinde uygulamaya koyduğu demokratik kazanımlardan halk memnun ama örgüt rahatsız oldu.
Süreçle uygulamaya konulan adımların modeli 1970'te başlayıp 1998'e kadar devam eden İngiltere-İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) arasındaki uzlaşmaydı. Hükümet haklı olarak "onlar başardıysa biz de başarırız" ilkesinden hareket etti. Bizdeki duruma bakınca İngiltere-IRA arasında iflah olmaz bir ayrışma vardı. Bu uzlaşmayı temin edenlerle görüşmek için bir heyet yerinde çalışma yapmıştı. AK Parti milletvekili Şuay Alpay tespitlerinde "Ben Türkiye'den umutluyum, Türkler Kürtler arasında oradaki gibi bir ayrışma ve nefret, bölünmüş toplum algısı yoktur. Tam tersine her iki toplum aynı inanç ve değerleri paylaşıyor" diyordu. Gerçekten de İngiltere yanlısı Protestan Birlikçiler ile İrlanda yanlısı Katolik Cumhuriyetçi Milliyetçiler arasında çok derin ve köklü bir ayrışma bulunuyor. Birbirlerinin bulundukları yerde bulunmuyor, alışveriş yaptıkları yerden alışveriş yapmıyor, çocuklarını aynı okula göndermiyorlar. Belfast merkezinde bir semtte Katolikler ile Protestanları birbirinden ayıran 4 kilometre uzunluğunda çelikten bir duvar örmüşler. Buna rağmen, taraflar arasındaki geniş katılımlı müzakereler barışın inşası için temel olmuştu.
Bizde ise bütün bu atlaması zor hendeklerin hiçbiri yoktu. Tabanda Kürt halkı da terörün diğer mağdur tarafında ve her zaman silahsız siyasi bir çözümden yana oldu. Ama örgütü bu halkın temsilcisi olarak uzlaşma masasına oturtmak tarafın diğer aktörlerini oyunun dışına attı. Her gün her kafadan bir ses çıktı, İmralı bir şey, Kandil başka bir şey, HDP daha farklı şeyler söyledi. Silahsızlanmanın hedefe konduğu bir masaya silahla gelip oturdular...
Bugün gelinen nokta atılan demokratik adımların geri alınması değil örgütün şehri dağlaştırma hevesinin kırılmasıdır. Devlet için suçun meşruiyet kazandığı bir alan olamaz, istismar edilen hoşgörü ile müdahalesizlik farklı şeylerdir.
Musibet bazen doğruya iter.
Vazgeçilmez olarak, barışın başladığı yer PKK'nın silah bıraktığı yerdir.
.
Ada Köpeği
30 Temmuz 2015 01:00
Almanların nefret ifadesi olarak "Ada Köpeği" dedikleri İngilizlerin sömürge politikası ve alanlarının sınırı yok. Hindistan'daki İslam âlimlerinden Allame Fadl-ı Hak Hayrabadi "Hindistan ihtilali" kitabında İngilizlerin bugün yolunmuş tavuğa benzeyen, bir zamanların üzerinde güneş batmayan imparatorluklarını inşa ederken işlediği hile, acımasızlık ve vahşeti anlatırken diyor ki:
"İngilizler ilk olarak 1600 senesinde Kalküta şehrinde ticarethaneler açmak için Ekber Şah'tan izin aldı. Ekber Şah, 'Din-i İlahi' adını verdiği bir dini 1582'de resmen ilan ederek bütün dinlerin karışımı müşterek bir din kurmaya çalışan bozuk itikatlı bir adamdı. İşte böyle bir zamanda İngilizler Hindistan'a girdiler. Kalküta'da arazi satın aldılar ve bunları korumak için asker getirdiler. 1714 yılında Sultan Ferruh Sir Şah'ı tedavi ettikleri için bütün Hindistan'da toprak satın almalarına izin verildi. 1837'de İkinci Bahadır Şah hükümdar olunca İngilizlerin yaptıklarına dayanamayarak askerlerin ve halkın teşviki ile büyük bir ayaklanma başlattı. Buna karşı İngilizlerin tepkisi ve zulmü çok şiddetli oldu. İngiliz askerleri Delhi'yi basıp evleri, dükkânları, malları paraları yağmaladılar. Genç ihtiyar kadın erkek demeden bütün Müslümanları hatta çocukları kılıçtan geçirdiler. İngilizlerin gözüne girmek isteyen Mirza İlahi Bahş adlı komutan, Bahadır Şah'ı teslim olursa İngilizlere suçsuz olduğuna inandırılıp af edileceğini söyleyerek aldattı. Bahadır Şah'ın ordudan ayrılıp Delhi içindeki kaleden 10 kilometre uzaktaki Hümayun Şah Türbesi'ne sığındığını öğrenen İngiliz ordusunda istihbaratçı meşhur papaz Hudson, General Wilson'a bildirip Hümayun Şah Türbesi'ne 90 kişi ile giderek Sultan'a, oğullarına ve hanımına dokunulmayacağına dair teminat verip kandırdı. Papaza aldanan Bahadır Şah teslim oldu. Hudson İngiliz siyaseti ve hilesi ile kandırdığı sultanın iki oğlu ve torununu ele geçirince hemen zincire vurup Delhi yolunda göğüslerine kurşun sıkarak şehit etti, kanlarını içip halkı korkutmak için kale kapısına astırdı. Bir gün sonra da başlarını İngiliz Genel Valisi Henri Bernard'a gönderdi. Sonra şehitlerin etinden çorba yaparak şaha ve hanımına gönderdi. Çok aç olduklarından hemen ağızlarına aldılar fakat ne eti olduğunu bilmedikleri halde çiğnemeyip yutamadılar ve kustular. Hudson alçağı 'Niçin yemediniz? Çok güzel çorbadır, oğullarınızın etinden yaptırdım' dedi."
"Ekonomik Tetikçinin İtirafları/confessiions of an economic hit man" kitabının yazarı John Perkins'in anlattıkları bugün de emperyalizmin aynı yolda olduğunu gösteriyor.
John Perkins diyor ki:
"Biz ekonomik tetikçiler küresel imparatorluğun kurulmasında birçok farklı şekilde çalışırız. Belki de en sık kullanılanı öncelikle şirketlerimize uygun petrol gibi kaynakları olan ülkeleri bulur gözümüzü üstlerine dikeriz. Ardından dünya bankası veya onun kardeşi başka bir organizasyondan o ülkeye büyük kredi ayarlarız. Fakat para asla gerçekte o ülkeye gitmez. O ülkede projeler yapan kendi şirketlerimize gider. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar. Bizim şirketlere ilaveten o ülkedeki birkaç zengin insanın kâr sağlayacağı şeyler. Bunlar toplumun çoğunluğuna yaramaz. Yine de o insanlar yani bütün ülke bu borcun altına sokulur. Bu borç ödeyemeyecekleri kadar büyüktür ve bu da planın bir parçasıdır, geri ödeyemezler. Ardından onlara deriz ki: 'Bize bir sürü borcunuz var ve ödeyemiyorsunuz, o zaman petrolünüzü bize ucuza satın, ülkenizde askerî üs kurmamıza izin verin veya askerlerimizi desteklemek için dünyanın bir yerine; mesela Irak'a asker gönderin. IMF ve Dünya Bankası bu şekilde çalışır. Ülkeyi borca sokarlar ve bu ödenemeyecek kadar büyük bir borçtur. Ardından yeniden borç teklif edersiniz ve daha fazla faiz öderler. Şartlara bağlı veya iyi bir yönetim teklif edersiniz. Aslında bu onların kaynaklarını satmalarını sağlar. Sosyal hizmetleri, teknik hizmetleri, eğitim sistemleri de buna dâhildir..."
Sonra ne yaptıkları ise malum...
.
Diri diri gömülenler
2 Ağustos 2015 01:00
Stephan King'in korku romanları gerçek oluyor; hem de gözümüzün önünde!.. Bir şehir halkı bir genç kızın diri diri toprağa gömülmesini izliyor. Sadece birkaç kişinin feryat etmesi hayhuylar arasında bugün biri yarın bir başkası kaybolup gidiyor. Bu kayıtsızlar güruhu sıranın yarın kendilerinden birine geleceğini bilmiyor...
Bu satırları yazmama vesile olan trajedi büyük şehir varoşlarından değil Anadolu'da mütevazı bir ilçeden gazete haberlerine girdi.
Güvenlik timleri sokak aralarında devriye gezerken genç bir kızın garip hareketler yaptığın, yanına gittiklerinde kızın sentetik uyuşturucu kullandığı için bu duruma düştüğünü fark eder. Sokak ortasından alıp bir cami bahçesine yüzü yıkanan genç kız, oturduğu yerde el, kol ve kafasına hâkim olamayıp garip hareketler yapmaya devam eder ve adının "Merve" olduğunu güçlükle söyler. Olay yerine gelen sağlık ekiplerinin BONZAİ kullandığını belirlediği genç kız, ölümden hayata döner. Tabii, hangi hayata?!.
Toplumda giderek yaygınlaşan madde ve uyuşturucu bağımlılığı, aile içi şiddet, boşanma, kural tanımazlık bir alt kültür haline geliyor, sadece büyük şehriler için değil Anadolu kasabalarını bile tehdit ediyor.
Bugünkü dünya geleneklerin arkada kaldığı, büyükbabaların büyükannelerin yerine kablolu TV'lerin aldığı, duygusal bağların parçalandığı, paylaşmayı reddeden, "ben" merkezli karmaşık bir dünyadır. Depresyon ve yalnızlık, çocuklar ve gençler için alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, sanal medya köleliği, eşler için boşanma, yetişkinler için arkadan gelenlerin endişesi bu dünyanın gerçeğidir. Teknolojinin sağladığı daha iyi sağlık, eğitim, haberleşme fırsatları bu endişeyi yok etmiyor. Her türlü ihtiyacın karşılandığı modern konut siteleri kuruyor ama etrafını yüksek koruma duvarları ile örüp kapılara güvenlik noktaları koyuyoruz. Sonra bu evlerde reyting canavarı TV kanallarının tehlike dolu bir dünyayı gösteren haber bültenlerini ve dizilerini izliyoruz. Kendimizi güvende hissettiğimiz kolonimizden ertesi sabah baş ağrısı ve endişe ile uyanıp, ebeveynler iş yerine çocuklar okullarına gitmek üzere dağılıyoruz. Gün boyu herkes bulunduğu yerden cep telefonun ile birbirini birkaç defa yoklayarak kendini rahatlatıyor.
Gerçeğin etrafına duvar öremeyiz ve tehlike büyük!..
Alexander Pope'un dediği gibi bu uyuşturucu bağımlılığı cinsinden kötü alışkanlıkları, nefret edilecek korkunç yüzlü canavarları öyle sık görmeye, duymaya başladık ki evlerimizin kapısına kadar geldi. Onları öyle sık görmeye başladık ki önce katlanıp, sonra acıyıp nihayetinde evimize girince mecbur benimseyeceğiz.
Gözlerimizin önünde gençlerimizin tüm insani değerleri eriyip gidiyor, kaygı, öfke, nefret ve hayal kırıklıkları üzerimize çöküyor. Sahip olmak istediklerimiz ile elimize geçenler arasında büyük farklar oluştukça elimizde olanlara değil elimizden kaçanlara koşuyoruz. Film yıldızı, şöhretli bir sporcu veya zengin ve varlıklı iş adamı olma hayali ile beslenen gençler yetişkin dünyasının gerçekleri karşısında dağılıp çareyi geleneksel değerler ve hoşgörünün dışında arıyorlar.
Yaşadıkları dünyada umduklarını bulamayanlar kendi dünyalarını alkol ve uyuşturucu dünyasında arıyorlar. Bu arayış çöp bidonlarının başında Bonzai seanslarına kadar sürebiliyor.
Sonunda adını unutacak kadar kendisine olan öz saygısını kaybeden bu genç kızın daha önceki kayıpları daha acı vericidir.
Onun kayıpları, ailesi, arkadaşları ve çevresidir.
Köprüler, yollar, barajların yapımı bittiğinde bu defa büyük tedavi merkezleri kurmamız gerekecek. Ama tedaviye önce muhtaç olanlar bu çocuklar değil, sevgi ve değerlerden mahrum ederek onları alkol ve uyuşturucu dünyasına diri diri gömen aileleridir...
.
Fırat'ın kralı kim?
6 Ağustos 2015 01:00
Kürt siyasetini kimin temsil ettiği bazılarınca hâlâ muammadır. PKK'nın durup dururken ateşkesi bozması ortada kalmış bir Kürt siyasal hareketini sahiplenmek ve liderliğini dayatma kavgasıdır.
Kandil "bu işler benden sorulur" diyen Öcalan ve HDP'ye "patron benim" diyor.
Bu durum bana Peter Guber'in naklettiği bir hikâyeyi çağrıştırdı:
"Üç bin yıl önce Mısır kralı çılgın bir adamdı ve bir av partisindeki davranışları ile köpeklerini o kadar kızdırmıştı ki köpekler onu timsahlarla dolu Nil nehrine kadar kovaladılar. O sırada kocaman bir timsah nehir kenarında yayılmış güneşleniyordu. Krala kendisini nehrin karşı kıyısına taşımayı teklif etti. Kral o kadar çaresizdi ki kabul etti. Rivayet o ki timsah onu salimen karşı kıyıya götürdü. Ancak bu kurtarıcının Timsahlar Kralı SOBEK olduğu anlaşıldı.
Kralın hayatı karşılığında ondan ciddi bir değişim talep ediyordu.
Kralı aklını başına toplaması, halkıyla birlikte nehir ve içinde yaşayan canlılara gereken saygıyı göstermesi gerekiyordu.
İnsanlar gereğini yaptıkları sürece güvende olacaklardı..."
Sorun, "Ben bu toprakların ürünüyüm, ama Selahattin Demirtaş uluslararası projedir" diye kendisini nehrin timsahı sanan Öcalan'ın Kürt siyasetini baştan beri tek taraflı olarak temsil yanılgısı ve arkada kalan hükümetlerin de bunu yutmasıdır.
Nehirden çok sesli bir koronun (İmralı-Kandil-HDP) akort tutmaz çığlıkları geliyor.
Türkiye'deki Kürtler dâhil büyük toplum kesimi uzlaşma çizgisine yaklaştıkça çok sesli koro çıtayı ileri taşıyor. Hükümet bir gölgeyi kovalıyor sanki.
Toplumun barış isteğine uyarak daha önce hayal bile edilemeyen yerlere tırmanma cesaretini gösteren AK Parti hükümetinin eli böyle havada kalıyor.
Avrupa kavgayı besliyor, çözüm için siyaset üretmek yerine olaylara hep Kandil tarafından bakmaktadır. Hükümet ise İmralı merkezli bir yaklaşım sergilerken Kürt kamuoyunu kazanmak adına ciddi teşebbüsleri oldu. Çünkü Batının senaryosunda asıl stratejik hedef Kürtlerin geleceğini belirlemek değil, Türkiye'nin gelecekteki rolünü belirlemektir. Nitekim bu sorunun cevabı da Orhan Miroğlu'nun "Avrupa'da bugün PKK'lı diplomatların itibarı, BDP'li diplomatların itibarından neden daha fazladır?" tespitinde saklıdır.
Bir sorunda doğru muhatabı bulursak çözüme yaklaşırız.
PKK'nın silahsızlanma diye bir gündemi asla olmadı. Sadece silahlı mücadeleye gerek kalmadan özerk Kürdistan'ı kurmanın hayallerini kurdu. Süreci bunun için altyapısını güçlendirmekte kullandı. Öcalan, PKK ve HDP arasındaki farklı düşünceler serdetmeleri paslaşmaktan ibaretti.
Öcalan, Demirtaş ve Kandil bu süreci yönlendiren kişi değil, büyük güçlerin yazdığı senaryoda rolü olan kişilerdir. Doğru siyaset onları Batının yazdığı senaryodan çıkarıp hükümetin kendi senaryosundaki role oturtmaktır.
Uzun yıllar boyunca kendilerine benzemeyenlerin inançlarına, fikirlerine hayat biçimlerine duyulan "öfke" üzerinden üretilen, baskı ve zorbalığa dayanan ve sevgiyi yok sayan siyaset, dost gibi görünen ülkelerin bile Türkiye'nin bölgesel etkinliğini zayıflatmak için bu sürece olumsuz etki yapması dağı besleyip, terörün çapını bu kadar büyüttü.
Hâlâ dağ ile siyaset dili arasında bocalayan HDP, İmralı ve Kandil'in arkalarındaki devletler, tüm aktörlerin sahne aldığı bu oyunda bir nehrin yatağı değiştirilmeye çalışılıyor ve kolay değil.
Nehir halkını kazanan kavgayı kazanır...
.
Üniversite mezunu aslan avcısı aranıyor...
9 Ağustos 2015 01:00
Avucundakini saklayan adam Hoca Nasreddin'e sormuş: "Bil bakalım Hocam, elimdeki nedir?" Hoca da "Biraz ipucu ver bakalım" deyince adam da "Dışı beyaz içi sarı" demiş sırıtarak. Hoca da şöyle cevap vermiş: "Ne var bunu bilmeyecek, şalgamı soymuşlar, içini oymuşlar havucu koymuşlar..."
Hafta içi, Yüksek Öğretim Kurulu'nun (YÖK) mezunlarını işsiz bırakan veya bırakma ihtimali olabilecek üniversite bölümlerine el atmaya hazırlanıyor diye haberler çıkınca Nasreddin Hoca'nın bu fıkrası aklıma geldi.
YÖK, bundan sonra bölüm açmak isteyen üniversiteye artık hemen izin vermeyecekmiş. Kısaca mezunlarının yüzü gözü sürtülen sürekli artan işsizler ordusuna yeni işsizler kazandırmak için üste bir de harcama yapan maliyet getiren bölümler neden açılsın.
Tebrik etmek lazım(!)
Bunu bilmeyecek ne var, işsiz mezunların hangi okuldan mezun olduklarını sorsunlar yeter.
Hormonlu patlıcan gibi ülkenin iş ve istihdam envanterinden habersiz, iş dünyasından kopuk, mezununa karşı hiçbir yasal ve ahlaki sorumluluk taşımayan kontrolsüz bir büyümenin daha acı sonuçları ile karşılaşmadan acilen bir yerden başlamak da kazançtır.
Zararın neresinden dönsen kâr, misali bu yüzleşmeyi YÖK'ten önce her üniversitenin kendi yapması gerekirdi. Gerçi doğal seleksiyon ile mezun işsiz öğrenciler arasındaki sosyal ağ üniversiteye hazırlık yapan öğrenci ve aileleri de bu hesaplaşmanın içine çekiyor. Hangi üniversite hangi bölüm mezunlarının mezuniyet sonrası hayata girebildiği yazılıp çizilip konuşuluyor tercihler de buna göre yapılıyor. Sonuçta bazı üniversite ve bölümler giderek öğrenci bulamaz hale gelip kendini kapatıyor. Bu tabii bir sonuçtur. Bazı üniversitelerin kamu ve özel sektörün duyduğu ihtiyaçtan çok fazla mezun veren bölümlere ısrarla öğrenci alıp mezun etmesi de mevcudun alanını daraltır. Mezunları, iş bulamayıp kendini ifade edemeyip geleceği için kâbuslarla boğuştuktan sonra sonuç, öğrenciye çile, aileye kederdir.
Önümüzdeki yıllarda ülkenin şartlarına uygun mezun profili elde edilebilir ama bu halen mezun olup işsiz üniversite mezunlarının sorunlarını çözmüyor.
400 bini aşan İİBF mezunlarına ek binlerce gıda mühendisleri, ziraat mühendisleri, öğretmenler, meslek yüksek okulu mezunlarının sorunu nasıl çözülür?
Bana göre meselenin tamamı ve can damarı, daha nitelikli insan gücünü yetiştirmek amacıyla sektörlerle iş birliği yapmak, böylece daha çok talep edilen bir mesleki eğitim yapısına ulaşmaktır. Sektörlerle iş birliği içerisinde ihtiyaç duyulan iş gücünü yetiştirmek ve mezunları paydaşlarla iş birliği içinde il, bölgesel ve ulusal düzeyde ihtiyaç planlamasına uygun olarak istihdama hazırlamaktan ibarettir.
Önceki yazılarımızda bahsettiğimiz "uygulamalı eğitim" daha okul sıralarında öğrencilerin Kamu-Özel işverenler tarafından etiketlenmesi, gelecek için onlara bir yol haritası verecek.
Şirketler gençler için elini uzattıkları taşların altında umutla savaşan genç ruhları fark ediyor. Küresel işbaşında eğitim ağına destek için "İşbaşında eğitim uygulaması" yoluyla genç istihdamının artırılmasını hedefleyen bir anlaşmaya geçtiğimiz aylarda 21 şirketin imza atması umut verici bir başlangıçtı.
Bu uygulama tüm iş dünyasına ve özellikle yerel yönetimlere örnek olmalıdır.
ABD'deki Ulusal Akademi Vakfı (NAF) modellenerek işverenlerin meslek eğitimi alan öğrencilere istihdam desteği vermesi, işletmeler ile iş birliğinin gelişmesine maddi katkı, öğrencilere staj imkânları ve yerel öğretmen ve eğitim, yöneticilere müfredat geliştirme çalışmaları konularında yardımcı olmalıdır.
Sorun varsa çözüm de vardır ve bazen çözüm umulmadık yerdedir.
İşsiz kalan Temel, Rize İş-İşçi Bulma Kurum Müdürlüğünü aramış. Görevli telefonda "Ne iş yaparsınız, mesleğiniz ne?" diye sormuş. Temel de "Aslan avcısıyım" demiş. Memur da,
"Beyefendi Rize'de aslan ne arasın?" deyince Temel de cevabı yapıştırmış:
"Biz ne dedik, işsiz kaldık dedik ya..."
.
"Kürt bir babanın evladı olarak lanetliyorum..."
13 Ağustos 2015 01:00
Eğer bir bölgeyi yok etmek isterseniz bunu nasıl yaparsınız? Onları ikiye, üçe, beşe bölerek tarafları besler, kışkırtırsınız ve onlar da birbirlerini öldürürler. Bu şekilde onlar yaşadıkları bölgeyi, tarlalarını, barajları, tesisleri, fabrikalarını ve geleceklerini yok ederler.
Sivil hedeflere yönelik bu strateji, korku ve yılgınlık sağlanması üzerine kurulmuştur. Böylece sağlanan kargaşa ortamı ve kayıplar karşısında devlet, eninde sonunda teröristleri muhatap alacak, isteklerine cevap verecektir.
Ülkemiz uzunca bir zaman bu yoğun propaganda ve psikolojik savaşa tabi tutularak, bölge istikrarsızlığa sürüklenerek, ülkenin bölünmesine indirgenerek, korkular üzerinden toplumda yılgınlık sağlandı. Bu psikolojik savaşta terörün ana hedefi görüşme masasında karşı taraf olarak oturmaktı. Sorunun çözümünde "diyalog" veya başka bir yol zaten onlar için çokta önemli değildi. Kürtler üzerinden bölgenin STK'ları yerine PKK'nın muhatap alınması, Kürt sorununu PKK'ya odaklanarak daraltıp, terörle mücadeleyi PKK'nın vesayeti altına soktu.
Terörizmle mücadelenin temel unsuru terörist üretip dağa göndererek dağı besleyenlerin önlerinin kapatılmasıdır. Bir salgını önlemenin yolu onun etrafını çevirerek fitne merkezini karantinaya almaktır. Teröristler, toplum tarafından benimsenip, sahiplenilmediği ve yerleri doldurulmadığı takdirde önlenir. Yeter ki örgüt aidiyetini kaybetsin.
Çözüm sürecinden beklenen de sahiplenilen ortak değerlere Kürt halkının sahip çıkmasıydı. Yol, su kanalı, köprü, sağlık ocağı ve altyapı yatırımları "değerler eğitimi" arkada kalınca Kürtleri iknaya yetmedi. Terörle mücadeleyi sadece askerlerin işi olarak gören, terörü sadece bölgedeki geri kalmışlıkla izah edenler, mücadele için yeni politikalar üretemeyen, her sorunu çözme alışkanlığındaki kolaycı, havaleci ve teslimiyetçi anlayışı kullananlar ile terörün kirli para baronları sonunda PKK'nın kendini muhatap saydıracak bir siyasal zeminde diyaloğun tarafı olmasını sağladılar.
Böylece masaya mağdur taraf olarak Kürt halkı değil örgüt gelip oturdu.
Çalışmalarını derinleştirdi ve çözüm süreci öncesinden çok daha yaygın bir yapılanma içine girdi. Dağdaki teröristten kurtulmak derken şehirlerde palazlanmaya yol açıldı.
Şimdi yangını ovaya indirmek istiyorlar.
Böylece çözüm sürecinde varılmak istenen halkı ikna etmek, onlarla yüz yıla yakın bir süredir törpülenen değerler üzerinden yeni Türkiye inşa hevesi kursakta kaldı derken bir ses umut verdi.
Sosyal paylaşım sitesi Facebook'ta, "Siirtli Kürt bir babanın evladı olarak PKK'nın yaptığı tüm katliam ve eylemleri kınıyorum, lanetliyorum. Yaptığınız eylemlerle öncelikle biz Kürtlere zarar veriyorsunuz" diye yazan Hâkim Kemal Karanfil, "Lanetliyorum" başlıklı yazısında Siirtli Kürt bir babanın oğlu olduğunu vurgulayarak "30 yıldır akan kanlarla neredeyse bir göl oluştu. Kanla bir yere varılamayacağını anlamadınız mı? Ayrımcılık diye tutturmuş gidiyorsunuz. Bir Kürt evladı olarak devletin en yetkili makamlarına getirildim. Türk milleti adına karar veriyorum. Ayrımcılık olsa bunlar olur muydu? Benim gibi yüzlerce hâkim-savcı-bürokratın mevcut olduğunu siz de biliyorsunuz. Eylemlerinle önce Kürtlere zarar verdiğini unutma. Bu kirli dümenin dönmesini isteyen kırk haramilere can suyu olduğunu unutma. Bu coğrafyada silahla yapılan her eylemin, İsrail'in 'vadedilen topraklar' projesine katkı sunduğunu, anaları, yavruları ve masumları ağlattığını unutma. Eylemlerinle silah tacirlerini sevindirme..."
Bu sese Kürtler kulak vermeli.
.
Ya davulcuya kaçar, ya zurnacıya!..
16 Ağustos 2015 01:00
7 Haziran Seçimlerinde AK Parti'nin tek başına iktidarı alacak sayıda vekil çıkaramaması; hem AK Parti'ye hem ülkeye pahalıya patladı!.. Şimdi can kayıpları ve yakıp yıkmalarla devam eden zararın nereye varacağını kimse kestiremiyor ama neresinden dönülse kâr olduğunu herkes biliyor. Bunun vazgeçilmez şartı da yapılması giderek zorunlu hâle gelen erken seçimde AK Parti'nin yeniden tek başına iktidarı için gerekli sayıda milletvekili çıkarmasıdır.
7 Haziran sonrası çıkacak meclis tablosunun belirleyicisi MHP, HDP veya CHP değil AK Parti'nin kendisi olacaktır. MHP ile koalisyonun AK Parti'yi deforme edeceği ve kimlik kaybına yol açacağı içeriden bakanların kolaya kaçmasıdır. Eğer bu koalisyon olsaydı çözüm sürecinin engelleneceği iddia edildi. Oysa süreç zaten alımını almış son duraktaydı. Kendisi istemedikten sonra AK Parti'yi kimsenin dışarıdan bozacağı yok. Siyaset kendini değiştirmezse dışarısı bir şey yapamaz. Tehlike içeriden gelir. Bunun için AK Parti'nin muhakkak bir planı vardır ve olmalıdır. Siyasi partilerin eğer bir planı olmazsa başkalarının planının parçası olur!..
AK Parti, 7 Haziran seçimlerinden sonra seçmenin neden kendilerine (yetecek) kadar oy vermediği ile ilgili geniş çaplı araştırmalar yaptı. Duyumlara göre erken seçim stratejisini; ekonomik iyileştirmeler, aday belirlemelerinde merkezin değil tabanın dinlenmesi ve yapılanlar değil yapılacaklar, yeni umutlar üzerinden yenileyecekmiş. Tabii üç dönemlik eski vekillerden bazılarına listelerde yer verilmesi de var. Yani kasa, masa ve para...
Bunu sağlamak için 7 Haziran'daki kayıpların doğru tespiti gerek.
Dünkü sebeplere yapışarak bugün farklı sonuç elde edilmez.
Bizim bulunduğumuz yerden bakınca, kayıp nedenleri yukarıdaki kadar basit değil. Hatta bu sayılanlar arkada kalıyor.
Anahtar ise seçim öncesi birkaç makalede şımarık bir üslupla zikredilen AK Parti'nin emanet aldığı ve safra muamelesi gören çekirdek kadro dışındaki entelektüel kadroların dışarıya atılması fikrinde gizli. Bunu yaptılar, aday kadrolar belirlenirken dar bir alanda hareket ettiler ama taban yeni yüzleri tutmadı, merkezdeki ayrışma tabanda büyüyüp büyük hasara yol açtı.
AK Parti'yi özüne döndüreceğiz derken budadılar.
Ölçmezsen, dinlemezsen yönetemezsin. Doğru bilgi en uçtan bile gelmelidir. Merkezdeki salon toplantıları bunu vermez. Seçim öncesi çalınmadık kapı, sıkılmadık el kalmayacak derken teşkilatlar herhalde vatandaşın boyuna posuna bakın anladılar!..
Gelinen yer sekülerizmin iflasıdır. Yapılan devasa yatırımlar, yollar, köprüler barajlar yüz yıldır tahrip edilip yerine konmayan etik ve dinî değerlerin boşluğunu doldurmadı.
Cizre'de hendek kazan çocuk iktidara geldiğimizde 7 yaşındaydı, Mela Ahmed Cezirî'yi tanımadan dağı tanıdı. Anadolu'da "Tek başına bırakma, ya davulcuya ya zurnacıya kaçar" derler. Bardak boş kalmaz su boşalırsa hava girer. İnsan da böyledir. Yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu bu ülkede ortak İslami kimliği ve değerleri dinamitlediler. Biz de yerine sekülerizmi koyduk. Gökdelenler büyürken insanlar küçüldü.
Eğer bu gerçek görülmezse yedi değil on yedi seçim yapsak gideceğimiz yer aynıdır.
İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın..
.
Kitlelerin sadakati ve mabedin bekçileri
20 Ağustos 2015 01:00
Millet olmanın, birlikte yaşamanın hangi şartını ihlal ettik?
Kürtlerin hangi karşılanamayan ihtiyacı Kürt meselesinin merkezini oluşturuyor?
Denizin, içindeki çer çöpü kendi yapısını koruma adına kıyıya atması gibi bir kültürün, hayat tarzının devlet tarafından toplumdan dışarı atılmasının sonuçları ile mi yüzleşiyoruz?
Sadece Kürt sorunu ile sınırlı olmayan bu ötekileştirme uygulamasının mazisi çok geride.
Son bir asır sosyal hayatımızda kitlelerin sadakatini çatırdatan, "gerçek kutsal din değil cumhuriyet inkılâbı, bu inancın mabedi de Halkevleri" olarak özetlenen, bütün medeniyet birikimlerimizi inkâr eden uygulamalardır.
Sistemin bekçi kulübeleri, Halkevleri buharlaşıp kayboldu ama yerine daha güçlü her taşın altına girebilen mabedin bekçileri kondu.
Fiilen işgal edilemeyen ülke zihnen sömürge yapıldı.
Aleksandr Soljenitsin'in "Gulag Takımadaları"nın benzer yeni düzenin "toplama adalarını" kurdu. Ulusalcılar, statükocular, laikler, paralelciler ve diğerleri, uzunca bir süre bu inancın mabedinin muhafızlığını yaptı. Tehlike görülen her etnik veya düşünce etrafında toplanan kitleler kendi sosyal hayatlarının, yerleşim mekânlarının ve düşünce alanlarının dışına itildi ve hayatları zorlaştırıldı.
Bizden önceki nesil üniversitelerdeki ikna odalarındaki uygulamaların çok daha yırtıcılarına şahit oldular. Şapka giymeyen köylünün kafasına katran sürmek, çarıkla şalvarla Ankara'da dolaşmamak ormanları koruyoruz diye tahta kaşık satmamak ve daha neler...
Kitlelerin millet duygusu ile olan sadakat bağı zedelendi, nesiller boyu edebiyat diye Homeros, tarih diye Hitit, hain diye Osmanlı okutuldu? Ne Diyarbakır'daki ne Konya'daki çocuk Oscar Wilde'dan önce Mevlana'yı ve Ahmed Cüzeyri'yi okumadı. Yerlerini doldurmak için Kemalettin Kamu gibi "Ne örümcek ne yosun, ne mucize ne füsun/Kâbe Arab'ın olsun, Çankaya bize yeter" diyecek kadar alçaklık sınırının altına inenler türedi.
Bir medeniyetin gölgeleri asla toplumun üzerine düşmedi.
İsimleri unutulsun, nesilleri kesilsin, eserleri okunmasın diye her çareye başvuruldu.
Kitleler aidiyet duygusunu kaybetti.
Şimdi kayıp bir medeniyetin ruhsuz fırtına çocukları ile boğuşuyoruz.
Huzur ve güvenlik içinde beraberce yaşamak, geleceği inşa etmek için devlet ötekileşen kitleleri saymak ve sahiplenmek istiyor ama bunu nasıl yapacak?
Milletin hafızasından silinen pek çok hatırayı kısa sürede kolayca ve sıkışınca yeniden yerine koymak mümkün mü?
Birlikte yaşamak ruh birliğine dayanır diyor Ernest Renan, millet anlayışının, milletin, fertleri arasındaki "birlikte yaşama duygusunun bir ortak kültüre, bir ruh birliğine" dayandığını belirtmişti.
Gerçekten millet olmak için en başta arzu edilen husus, toplumun fertleri arasında sevgi ve saygı hislerini canlı tutan gerektiğinde karşılık beklemeksizin dayanışmayı sağlayan duygu ortaklığının mevcudiyeti olmalıdır.
Bizde ekonomik ihtiyaçların yeterince karşılanmadığı, yol su elektrik, baraj, köprü sağlık ocağı, yeterince okul olmadığı için kitlelerin devlete karşı sadakatindeki çözülmede başka sebep aranmadı. Mabedin muhafızlarının bu hamlelere çok da itirazı olamazdı.
Bunlar insanların hayatını kolaylaştırmakla beraber birlikte yaşamanın, gelecekte birlikte olmanın ve geleceği birlikte inşa etmenin olmazsa olmazı değildir.
Millet olmanın şartı sübjektif ve manevi unsurlarda yüklüdür.
Şimdi dönüp hafızımızı tazelemek Mevlana'yı, Mela Ahmed Cüzeyri'yi hatırlama zamanı.
Yoksa mensubu olduğumuz milletin ve medeniyetin kayıp kodlarını nerede bulacağız?
Eğitim, kültür ve medya burçları yerli sömürgeciler tarafından tutulmuş bir eğitim sistemi medeniyet iddialarını kaybetmiş kendi dünyasına yabancı, ruhsuz kuşakları bela etti.
Bu medeniyet inkârını tersine çevirme vakti AK Parti kadrolarının iktidarla ilk tanıştıklarında başlamalıydı.
Yeni fark ediliyor olsa da, vakit o kadar geç ki erken kabul edebiliri
İğnenin yıldızından Güneydoğuyu seyredenler
23 Ağustos 2015 01:00
Aslan Kral hastalanınca tilki geçmiş olsuna gelmiş. Yatak-döşek ter atan aslana gerdan kırıp "Aslanım birisi canını mı sıktı, kafanı takma söyle halledeyim, emrin olur" deyince aslan kükreyerek "Allah aşkına götürün şu yalakayı başımdan, hastalık değil ama bunun dalkavukluğu beni perişan ediyor..." demiş.
AK Parti 7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidar olmaya yeterli vekili çıkaramayınca bunun analizini yapan salon danışmanları ile Boğaziçi yazarlarının öz eleştirileri tilki tesellisine benziyor. Fazla değil seçimlerden iki gün önceki yazılarına bakın sanki o yazıları başkası yazmış da, fisebilillah bir dost tavsiyesi yapanı bile topa koyup atıyorlardı.
Memleketin havasını o kadar iyi kokladılar ki bunlar da Anadolu köylerini Dallas çiftliği zannedenlerden. Gıyaben tedaviye kalktıkları yara böylece azmanlaşıp bugünkü boyutlara geldi.
Eğer yaraya yakından bakılırsa durum çok daha farklıdır. Ama uzaklardan seslenme gibi bir alışkanlığımız var ve tabii mesaj doğru da olsa muhatabına ulaşmıyor.
İki yıl öncesine gidip 'Akil İnsanlar'ın bölge halkına yakından bakma günlerinde konuşulanları hatırlayalım.
Hepsinin özeti Can Paker'in şu sözleridir. Belki hayatında Sayın Paker de bu vesile ile mekânı ve insanı tanımış oldu. Bölgeyi gezen TESEV vakfı Başkanı Can Paker yaraya yakından bakınca "Kürt sorununu bildiğimi sanırdım, ama yanılmışım. Gittiğim Hakkâri ve Van'da gördüklerimden sonra bu konuda meğer hiçbir şey bilmediğimi hissettim. Kürt sorununun gerçek yüzünü görmem ancak sorunu bire bir yaşayan insanlarla konuşmam, dokunmam ile oldu" demişti. O günkü ikna turları zeminine oturmayıp, arkası gelmese de soruna dokunmak için içine girmek gerekir.
"Toplumsal uzlaşmanın yolu" üzerine çalışan yazar William Ury'nin Kalahari Çölü'nde yaşayan Bushmanların (San Kabilesi) toplumsal çatışmaları nasıl çözdükleri hakkında dikkat çekici bir tecrübesi var.
Kalahari Çölü'nde hayat öylesine zordur ki, insanlar kurumuş nehir yataklarını ve tuz havzalarını kazarak su arar ve bulduğu suları da deve kuşu yumurtaları içinde depolarlar. Avcı-toplayıcı topluluklar olan Bushmanların erkekleri avlanırken kullandıkları okların ucuna koza halindeki böceklerden elde ettikleri zehirleri sürerler. "Bir ay kadar vaktimi bu topluluklar içinde geçirdim. Bütün erkeklerin avlanmak için zehirli ölümcül oklar kullanan bu topluluk farlılıkları, çatışmaları ile nasıl başa çıkıyorlar diye merak ettim. Açıkçası öğrendiğim şu ki, bu topluluklarda ne zaman sinirler gerilse birisi (kabile liderlerinden) gidip bütün zehirli okları çalıların arasına bir yerlere saklıyor. Ondan sonra herkes çember oluşturarak oturuyor ve konuşuyorlar, konuşuyorlar ve konuşuyorlar. İki gün sürebilir veya üç ya da dört gün sürebilir. Ama dinlenmiyorlar ta ki bir çözüm bulana dek. Gerginlik çok yüksekse o zaman taraflardan birini uzaklara gönderiyorlar..."
Urly, bu sisteme "üçüncü taraf çözümü" diyor ve doğrudur.
Çatışmalarda her zaman bir "üçüncü taraf" vardır ve "sivil üstünlük" diye tanımlayacağımız bu üçüncü taraf bizde terörün önlenmesi için, kendi tercihi söz konusu olan ve terörden en çok zarar gören Kürt halkının bizzat kendisidir. Terör örgütü halktan destek alamazsa tutunamaz. "Bana ne hastalığı"na yakalanmış, sürekli kurtarılmayı bekleyen bölge halkı, baskı ve tehditlere rağmen devletten yana taraf olmalıdırlar. Ve halkı buna cesaretlendirme ve ikna etmek siyasetçiler kadar kalemine, nefesine, ilmine, şöhretine, servetine güvenen herkesin sorumluluğudur.
Tabii Boğaz'dan mesaj göndererek değil yerine giderek...
.
Kayıp gelecekler
27 Ağustos 2015 01:00
Bugünlerde gergin insanlar sadece politikacılar ile sınırlı değil.
Güneydoğuda yaşananlar, su baskınları, yan baktın cinayetleri, sevgilisini kesip poşetleyenler asap bozucu. PKK'nın taşkınlıkları yeni sorunlar üretiyor. Bunalan insanlar bunalımsız bir dünya arıyor ama bu kolay değil. Çıkar yol bu dert yumağını parçalara ayırmak.
Usta sinemacı Franc Capra 1937 yılı yapımı "Lost Horizon" filminde iki dünya savaşı arasında sıkışan insanlık için bir umut aramakta. 1937 şartlarına rağmen bugünden farkı yok ve izlenmeye değer bir başyapıt.
İnsanların açgözlülüğü ve acımasızlığından uzak, ütopya olarak bir ülkeyi anlatmaktadır.
Filmde birkaç diplomat saldırı altındaki Uzak Doğu'dan bir grup arkadaşı ile kaçmaya çalışmaktadır. Kendisi ile birlikte birkaç insanın da bulunduğu uçak nasıl ve neden olduğunu anlamadan kaçırılır. Uçak, iklimi soğuk bir ülkede düşer pilot ölür ve kendileri de ölümü beklerken bir grup yerli tarafından kurtarılırlar.
Yerlilerin onları alıp yüksek bir dağdaki geçitten geçirip götürdükleri yer henüz dünya tarafından keşfedilmemiş olağanüstü güzellikteki Shangri-la adlı bir ülkedir.
Grup önce buradan kaçmaya çalışır ama sonra burada hayatın gayesini bulurlar.
Uzun, güzel, kavgasız bir hayat yaşamak... Bir insan daha başka ne isteyebilir ki?
Yaşadığımız bugünkü dünyada, açgözlülük, acımasızlık doyumsuzluk, hayal kırıklıkları, geçim sıkıntıları da insanlara farkına varmasa da Shangri-la misali kayıp ülkeleri aramaya çıkarıyor.
Ama ve ne yazık ki çoğumuz yanlış adreste... Bu umut ülkesini oturduğumuz yerden, beyaz bir camın arkasında arıyoruz.
Genç yaşlı, kadın erkek fark etmeden saatlerce Beyaz Camdan Buzulların arkasında aramaya çıktığımız seyahatten eli boş yorgun ve kızgın olarak tekrar oturduğumuz koltuğa dönüyoruz.
Arkada bıraktığımız sorunları daha büyümüş olarak kendimizi bekliyor buluyoruz.
Aradığını bulamayanlar, bu defa daha yüksek rakımlarda yolculuk ile çıkış arıyorlar.
Ekran karşısında sürekli deniz suyu içip hararetlerini artırıyorlar. Çıktıkları her yolculuk onları hem gerçek dünyadan hem de hayatı paylaştıkları aile bireylerinden soğutup biraz daha uzaklaştırıyor.
Yaklaşık otuz yıl önce başlayan bu uyuşturucu seanslarıyla yüzleşme zamanı geldi geçiyor.
Evet, insan her zaman sadece var olmakla kalmaz, ne olacağına ne yapacağına da karar verir ama hangi yönde adım atacağını zihnini doldurduğu bilgi belirler. Gideceğimiz yön, bizim hangi mutfaktan zihnimizi beslediğimize bağlı.
İzlediğimiz yalanlar tekrarlanınca bizim hakikatimiz hâline geliyor.
Arada bir diziler, eğlence programlarının toplum değerleri ile olan kavgasından rahatsız olan izleyicilerden gelen şikâyetlerden rahatsız olanlarda yok değil.
Ama rahatsız olanlardan rahatsız olanlar var... Bir toplantıda değişimi anlatan merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a özel kanallarla ilgili olarak yapılan bir şikâyete "Allah sana beyin, teknolojide uzaktan kumanda vermiş, eğer ekranda gördüğün görüntü seni rahatsız ediyorsa elindeki kumanda cihazının düğmesine basıp başka kanala geçebilirsin" dediğini naklediyor.
O yıllarda hayli dalaşma konusu olmuştu bu söz.
Tabii bu şikâyetler, değerlerine, inançlarına, hayat tarzına yapılan tecavüzlerden rahatsızlık duyup, aşağılandığı zannı ile işini gücünü bırakan insanların hazımsızlığı olarak algılanıyordu.
Halen de öyle zannedenler var. Ama şimdi iş daha kızıştı...
Ekran yalanları ile değerleri arasında sıkışan insanlar bir umut ülkesi arıyor.
Bozuk çamaşır makinesini sırtlayıp tüketici haklarına şikâyete koşma hakkı verdiğiniz insanların -müsaade edin de- tarihini aşağılayan, eğitim yuvalarını meşk mekânı zannedenleri de şikâyete hakkı olsun.
Hangisinin tahribatı daha büyük?
.
Zor oyunu bozar
30 Ağustos 2015 01:00
Bu Seçim Hükümeti insan ilişkileri üzerine bize çok şey öğretecek gibi. Uzlaşmaz zannedilen, bir araya gelmesi hayal, bazılarınca da ihanet gibi görülen şahıslar ve fikirler bir torbaya girdi.
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama bu kısa süreli zoraki birliktelik bazı partilerin rotasını değiştirip seçim sonuçlarına da yansıyacaktır.
Seçim akşamı çöken karanlık çözülemez zannedilen birçok sorunun sabahı olabilir.
Zaten siyaset de hayat gibi kocaman bir hayretten başka ne ki.
Vali Recep Yazıcıoğlu ile birlikte Kemaliye ilçesine yaptığımız özel bir ziyarette (1996) yaşadığımız bir tecrübe herkesin diğerine karşı takındığı kimliği altüst etmiş herkes diğerini anlama yarışına girmişti.
Vali ilçeye yakın Ağın ilçe kaymakamının davetine bizi de beraber götürmek istemiş yerel yönetici ve misafir iş adamlarından oluşan birbirine yabancı sekiz kişilik bir grup küçük bir motorla Keban Baraj Gölü'nde zevkli bir yolculuğa çıkmıştık.
Göl sarp dağ yamaçları arasında kendi içinde kollara ayrılıyor; doğru yolu bulmak için ustalık ve tecrübe istiyordu. Sabah dokuzda başlayan yolculuk otuz kilometre ilerledikten sonra umulmadık bir aksilikle son buldu. Küçük teknenin motoru anlaşılmaz bir arıza yüzünden durdu ve bütün uğraşmalarımıza rağmen bir daha da çalışmadı.
Sadece dik ve sarp yamaçların arasındaki kanyonda gölün üzerinde öylece kalmıştık...
Tam açık deniz filmi gibiydi, vakit öğleye yakındı ve durumumuzu ilçe merkezine bildirmek için hiçbir imkânımız yoktu. Tekneyi kullanan teknisyen Mustafa çıplak ayakla sarp yamaçlarda güya yardım istemek için tırmanıp kaybolunca yapılacak tek şey bizim yokluğumuzun fark edilerek bir arama ekibi tarafından kurtarılmayı beklemekti. Nitekim öyle de oldu terör olayları o yıllarda da yaşandığından bizden haber çıkmayınca kaçırıldığımız gibi haberler Ankara'ya kadar uçurulmuştu...
Tekneyi güçlükle kıyıdaki dar bir alana çekip sırt üstü uzandık. Akşam karanlığı çökünceye kadar sıradan konularla yapılan sohbetler gece ilerledikçe artan korku ile beraber duygusal bir havaya büründü. Tekneye binerken ağır iş adamı ve bürokrat havasındaki konuklar çözüldü nereden geleceği belli olmayan korkuların altında sığınacakları diğer insanları tanımaya başladılar.
Derin dertleşmeler ve yakın ilgiler gece yarısı kurtarma ekibi bizi buluncaya kadar devam etti... Sabah gün ağarırken biten "Kaybolma Macerası" arkasında güçlü dostluklar bırakmıştı.
Tekneye yabancı olarak binen sekiz kişi "korku adası"ndan dost olarak inmişti...
Doğru olan karşı tarafı anlamak, hissetmek için teknenin yanmasını beklememektir.
İnsanlarla bağ kurmak, her iki tarafın da faydalanacağı bir ortaklık kurmaktır.
Hiçbirimiz başkaları ile iş birliği yaparak ulaştığımız sonucu tek başımıza elde edemeyiz.
Ekip olarak bir başarının peşinde koşanlar önce birbirini sevmeli. Her ekip üyesi diğerini düşünmek zorundadır.
Elbette bu bağın güçlü olması her zaman aynı ölçüde değildir. Ama derecesi ne olursa olsun hepsinin ortak bir yönü var, o da arkada kalan zaman içinde beslenen ilişkiler ve ilerideki muhtemel tehditler.
İhmal edildiğinde en çabuk bozulup kopan şey insanlar arasındaki ilişkidir.
İnsanlarla iyi ilişkiler ve dostluklar kurmak, onların hayatına katkıda bulunmak için sıra dışı kabiliyetler gerekmez. İşinizin, mesleğinizin ne olduğu önemli değildir.
Umutlarını keşfedin yeter. Her kalbi açan bir anahtar var, yeter ki karşı taraf kapıyı arkadan kilitlemesin.
Sevgiye gelince, sermayesi paylaşmaktır, sadece varlığı değil yokluğu da paylaşmaktır.
Sadece gözün gördüğünü değil kalbin hissettiğini de sorumluluğu da paylaşmaktır.
Kim bilir, ister misiniz bu "Seçim Hükümeti Teknesi" de iki aylık kısa yolculuğuna ve bu kadar patırtıya rağmen unutulmaz izler bıraksın!
.
Yeter artık "Edi bese"
10 Eylül 2015 01:00
Bölücü terörün beslendiği ortam baskıdır. Bölgedeki işsizlik ve fakirlik üzerine terör inşa edilemez zaten ambulans yakıp doktor öldürenlerin böyle bir iddiası da olmadı. Kendisi ile yapılan bir röportajda siyasi kültürün baskı ve şiddetten beslendiğini anlatan Apo'nun gözde adamlarından Selim Çürükkaya, örgütün Kürtlere yaklaşımını "Bir köye gideceksin 20 kişiyi öldüreceksin geride kalanlar sana yatar" diye ifade etmişti. Dağlıca baskınından sonra yapılan operasyonlarda örgüt önemli sayıda insan ve lojistik desteğini kaybedince, köylerden tehditle adam ve erzak temini derdine düştü.
PKK'yı tekrar dağlara ve klasik baskınlara yönelten, başladığı yere getiren, şehir ayaklanmaları için Kürtlerden aradığı desteği bulamamasıdır.
Suriye'nin kuzeyindeki yangını Türkiyenin güneyine yayma gayreti belki nihai hedef olmaktan öte daha büyük hasarlar vermek için aracı olarak kullanmaktır. Kargaşa ve iç çatışmayı yaymak ve bunun üzerinden hasarı büyütmek. Bu önümüzdeki günlerde daha iyi anlaşılacaktır.
"Uzak Ülke" filminde kasabayı silah zoruyla sömüren çiftlik sahibine karşı kasaba halkının verdiği toplu mücadelenin bir benzerini sonunda Kürtlerin örgüte karşı vermesini beklemek hayal değildir. Kendisine hayatı kolaylaştıran her yatırımı dinamitleyen, insanları öldüren, okul çağındaki çocukları dağa sürükleyen bir örgüt halkı kazanmak değil ancak onun vicdanındaki yarayı ve isyanı büyütür.
Örgüt, terörden en çok zarar gören bölge halkının desteğini kaybetmiştir. Bölgedeki kanaat önderleri, aşiret liderleri ve bölgenin ileri gelenleri örgütün eylemlerini ve terörü kınıyor.
PKK'nın arkasına almak için her türlü yolu denediği, sürekli kurtarılmayı bekleyen bölge halkı, baskı ve tehditlere rağmen barış ve huzur için" Edi bese (Artık yeter) diyerek örgütün karşısına geçiyor.
Trajik olan şu ki halkın devletten yana tavır koyması için örgütün zulmünün şu kadar sene sürmesi gerekti. Yüreğinin ateşi taşları bile ısıtan Mela Ahmed Cezire'nin beldesinde bu kadar zamandır yanıp yakılıp şehitler verilmesi ne kadar keder verici. Eğer değerler üzerine yapılan yatırımlar da, yol, su, kanal yatırımları ile birlikte götürülseydi bu kadar yüksek ve ağır bedeller ödenmeyebilirdi.
Birlikte yaşamak ruh birliğine dayanır. Milletin, fertleri arasındaki birlikte yaşama duygusunun dayandığı ortak kültür ve ruh birliği parçalanmadıkça kopma olmaz.
Onların silahla kopardığını biz İslâmiyyetin herkesi kardeş yapan inancı ile ayakta tutabiliriz.
Bizim sokağımız, mabedimiz ve marketimiz müşterektir. Aramızda duvarlar yok. Örgütün nihai hedefi kirli medya ve şer cephesinin desteği ile kargaşa çıkararak bu birlikteliği parçalamaktır.
Bugünkü bir başka tehlike kontrol edilemeyen öfke ve heyecandır.
Yakılan iş yeri, kırılan camlar ve kundaklamalar örgüte hizmet eder. Çok sinsi ve haince kışkırtma yapan bazı siyasetçi, malum medya ve şer cephesi fitne ateşine üfürürken herkesin çok dikkatli olması gerekir.
Görev elbette öncelikle devletin mülki kurumlarına düşmekle birlikte sorumluluk hepimizin ama Allah korusun bu kontrolsüz öfke toplumsal cinnet hâline gelirse hepimiz altında kalırız
.
Ruhların savaşı
13 Eylül 2015 01:00
Mazlumun zalimle, namuslunun namussuz ile kahramanın vatan haini ile mücadele ettiği sosyal medyada mayınlar, pusular, iftira hendekleri ile dolu. Al eline bir dizüstü bilgisayar, uyduruk bir kimlikle pusuya yat, istediğin yalanı savur, istediğine çamur at ortalık karışsın, tutmazsa izi kalsın.
Arkadaşımız Osman Sağırlı'nın önceki gün gazetemizde Sosyal medya ve bilgi teknolojileri strateji derneği Başkanı Abdullah Çiftçi ile sosyal medyanın hayata ve politikaya müdahalesi üzerinde dikkat çekici bir röportajı yayımlandı. Çiftçinin açıklamalarından anlaşılan o ki, bu mücadele 35 milyon facebook,11 milyon twitter kullanıcısı ve diğer medya ağları kullanılarak kararlarımızı etkileyip, attığımız her adımı belirleme savaşıdır.
Hangisinin kazanacağını merak edenler için söyleyelim ki, hangisi fikren iyi beslenirse o öne geçer.
Herkesin kendi adına katkı sağladığı veya parça kopardığı bu dünyayı cazip kılan güçlü sebepler var. TV'de ve gazetelerde kişi, okuyan ve izleyen durumunda iken sosyal medyada ise karşılık ve cevap verebiliyor, haber veya dedikodu takipçinin takipçisi ve onun takipçileri yoluyla geometrik oranda hızlı yayılması onu güçlü ve gündemde tutuyor.
Türkiye'de kişilere ve kurumlara çamur atmanın, toplumu politize etme, kutuplaştırma gibi çatışmaları belli etmeden yapmanın en ucuz adresi sosyal medya. Fikir sahibi insanların mesajları da çoğu kez arada kaybolup gidiyor. Küresel güçler hükümete dayatmak istediklerini siber ajanları ile yalan haber üretip vatandaşları kışkırtarak yapmak istiyorlar. Eğer dümen sularına gitmeyen yönetici, politikacı, iş adamı hatta sanatçı ise linç edilme gibi şantaj amaçlı ciddi risklerle karşılaşabilir.
Sosyal medyaya bulaşmak tiner koklamaya benziyor.
Doğru ile yanlışın, sahte ile gerçeğin çoğu zaman takipçilerce fark edilmediğini belirten Sosyal medya ile büyüdüğünü söyleyen Sosyal medya ve bilgi teknolojileri strateji derneği Başkanı Abdullah Çiftçi'nin yerinde uyarıları var. "Türkiye'de 18–25 yaş arası bir seçmen kitlesi var. Bu seçmenler internet ve sosyal medya ile büyüdü. Bu seçmen kitlesinin oyu ortalama %15'tir ve özellikle bu genç nesil sosyal medyayı kullanıyor. Sosyal medyada doğru, yanlış sahte, gerçek çok önemli değil. Genç seçmen tarihi bilmez, bilgisayar oyunları, yabancı film, müzik yıldızları, ideolojik örgütlerin propagandaları ile veya siber ajanların fikirleri ile büyümüş çocuklar. Çünkü gerçek hayatta zaten gazete okumayan gençler sosyal medyadaki grup psikolojisinden etkilenir.
Bu seçmen kitlesi üzerinde iyi algı oluşturup yöneten partiler şanslı olur.
7 Haziran seçimleri öncesinde sosyal medyanın genç seçmen oylarını çok etkileyeceğini söylemiştim. 1 Kasım seçimi içinde aynısını söylüyorum." diyor.
Gözden kaçan ama dikkate alınmadığında göz çıkaran sosyal medyayı, sermayesi çenesinden ibaret politikacılar da fark etmek, önemsemek zorunda artık. Başkan Obama'nın iki seçimi de Benanson Strateji Group idaresindeki sosyal medya gücü ile kazandığı söyleniyor. "sosyal medya ile seçim kampanyası yürütme " konusunda çok tecrübeli ve kaşarlanmış olan bu Benanson Strateji Group, pireyi deve, deveyi pire yapmakta yani başarılı olmasını istediği patronunu seçmen gözünde yukarı çekerken rakibini gözden düşürüp defterini dürmede usta.
7 Haziran seçiminde CHP'nin davetiyle Türkiye'ye geldi ama daha çok sanki HDP'nin seçim kampanyasını yönettiği söyleniyor.
Selahattin Demirtaş'ı "cici oğlan" yapmak için eline kimin sazı verip ekrana çıkardığı, sosyal medyada estirilen saray ve diktatör hikâyelerini kimin üfleyip nasıl "salgın" haline geldiği anlaşılıyor.
İngilizler "Siber tugay" kurmuş, Çin ve ABD'nin siber ordusu, Rusya, İngiltere, ABD, Çin gibi ülkelerinde "siber propaganda birimleri" var.
Türkiye'de ise devlet şimdilik izliyor." diyen Çiftçi'nin bu ikazı bu hengâmede kaybolup gitmemeli.
Halep ordaysa bilgisayar önümüzde, sorumluluk ve rahatsızlık duyanlar klavye başına.
.
MÜKÜS ÇAYI İLE DERTLEŞEN FEKA
17 Eylül 2015 01:00
Son yüzyılın en zorlu dönemecinden geçiyoruz. Ülke kardeş kavgasına, bir iç savaşın kucağına itilmek isteniyor. Kırk yıldır süren bu kavgada eğer hâlâ dipsiz bir kuyunun dibini boylamadıysak bunu bir asırdır kurutulmaya çalışılan ruh kökümüze, güçlü bir kültür mirasına borçluyuz.
Doksanlı yılların başında Elazığ'ın Palu ilçesinde Mahmud Samini hazretlerinin kabrini ziyarette halktan orta yaşlı birkaç kişi ile sohbet etme fırsatımız olmuştu. Kabir ziyaretine geldiğimizi öğrenince "nereden tanıyorsunuz?" diye sordular. Ben de kendilerine karşı tepenin zirvesindeki kabrinde yatan Mahmud Samini hazretlerinin hocası Ali Septi hazretlerini işaret ederek "sadece onları değil hocasını da", sonra Harput'u işaret ederek "talebesi tabur İmamı Erzurumlu Osman Bedreddin hazretlerini de tanıyoruz" demiştim...
Yaşlı olanı uzunca bir süre hem anlattı hem ağladı. Sonra gösterdikleri misafirperverlik nedeniyle oradan güçlükle ayrılabildik...
Bunu şunun için naklediyorum, milletin hafızasından silinen bir hatırayı ihtiyaç duyduğunuzda yerine koyun, yabancılık ortadan kalkar. Birlik olmak beraber olmak ruh, kültür, hafıza birliğine dayanır. Bunların maliyeti yoktur, karşılık beklemeksizin dayanışmayı sağlar.
Kimin yerleştirip kimin sulayıp yeşerttiği iyi bilinen bu terör fitnesiyle mücadelede, bizi düşmanın gayreti yormadı içeridekilerin bu ruh kökünü genç nesillere aktarmadaki bir asırlık gafleti yordu.
Akil İnsanlar toplantısında "Bizim işimiz, İngilizleri hırpalayan İRA ile mücadele kadar zor değil çünkü onların mabetleri bile ayrı, aralarına duvar örmüşler, aynı marketten alışveriş yapmazlar, çocuklarını aynı okula göndermezler. Bizim böyle bir derdimiz yok ortak kültürümüze sarılalım yeter" demiştim. Katılımcılardan biri seslenmişti: "Bunu nasıl yapacaksın?" O günkü cevabımın bugün de arkasındayım. "Buradan Müküs'e Fekayı Teyran'ın divanından bir dörtlükle giderim" deyince Can Paker yüzüme baktı, Abdurrahman Kurt elini göğsüne koyup eyvallah dedi.
Ne acı ki çok da dikkate alınmayan bu ve benzeri çığlıklar hengâmede kaybolup gidiyor.
Geçtiğimiz yıllarda Van-Bahçesaray'da Fekayı Teyran'ın adına festival düzenlenmişti. Çok sayıda şair ve edebiyatçının katıldığı şenliğin açılış konuşmasında bir bürokrat ilgi çekici konuşmasında "Eğer biz Yunus Emre'yi çocuklarımıza öğretirken Feqiye Teyran'ı, Mevlana Hazretlerini öğretirken Ahmed-i Hani'yi Mela Ceziri'yi anlatabilseydik, öğretebilseydik bugün yaşadığımız sorunların hiçbirini yaşamayacaktık" demişti.
Bütün mesele burada, kültür hizmeti yapanlar, türbede def, dümbelek sergileyip, nihavent faslını öğreterek Mevlana'yı öğrettiğini sanıyor!
Eğer Yunus Emre'yi hakkıyla öğretseydiniz onu tanıyan, ayak izlerine bakan yolda Feqiye Teyran'a, Mela Ceziri'ye, Ahmed-i Hani'ye rastlayacaktı. Çünkü hepsi aynı yolda yürüyor.
Feqiye Teyran'a gelince Erzincan'da Terzi Baba, Elazığ'da İmam Efendi, Konya'da Mevlana, Kastamonu'da Şeyh Şaban-ı Veli misali Van'da Müküs (Bahçesaray) da Feka-i Teyran'dır.
Osmanlı döneminde "mirlik" unvanını almış soylu bir aile çocuğu olan, "Kuşların Hocası-Üstadı" anlamına gelen Feqiye Teyran'ın (1590-1660) gerçek adı Muhammed'dir.
Müküs çayı ile konuşan, suya set vuran bir Hak âşığıdır.
Ey av û av!-Ma tu bi eşqa muhbetê,
Mevc û pêla davê bela-Bê sekinîn bê rehetê... Yani;
(Ey su, ey su! Allah'ın aşkı için mi böyle azgın ve dalgalısın?
Durulmuyor rahat etmiyor, niye başını taşlara vuruyorsun?)
Müküs suyunun cevabını merak edenler için gerisi şöyle:
Feqîyê delal-Kes ji min napirse pirs û sûal,
Kitrek ji bahra âlemê-Heta gihame vê demê...
(Bu âlem denizinde bir damlaydım, kimse benden sormadı,
Başımı taşlara vurup, ben de senin gibi Rabbimi arıyorum...)
.
SİYAH GİYİNEN ADAMLAR
20 Eylül 2015 01:00
Yassıada Mahkemesi Başsavcısının; "Sanıklar getirildiler... Bağlı olmayarak yerlerini aldılar" sözü Yassıada mahkemelerinden aklımızda kalan tek slogan.
Yüksek Adalet Divanı Yassıada duruşmalarına 14 Ekim 1960'ta başladı. 11 ay süren yargılamalar Köpek, Bebek, Barbara gibi dava isimleri ile tarihe geçti. Adına yargılama dense de aslında yapılan şey yargısız infazdı. Sanıkların sürekli aşağılandığı, hakarete uğradığı, azarlandığı duruşmalarda en temel hakları olan kendilerini savunmalarına da izin verilmiyordu.
Adnan Menderes itiraz ettiğinde Mahkeme Başkanı Salim Başol'un "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" sözleri kayıtlara geçiyordu. Polatkan'ın sözlü savunması ise Başol'un "Öyle şey olmaz, kısa kes, az konuş, sizi on beş dakikadan fazla dinleyemeyiz" sözleri ile son bulmuştu.
Yassıada'nın hâkim ve savcıları idam kararları açıklandıktan sonra Heybeliada'dan Savarona gemisine bindirilip Marmara Denizi'nde gezintiye çıkıldı. Siyah giyinen adamların verdiği 'mahkemecilik' görevini başarıyla yerine getirmişlerdi.
Savarona gemisinde onlar zafer sarhoşu olmuş eğlenirken, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu ve Adnan Menderes idam edildi.
İnfaz emirlerini verenler ise taltif edildiler. "Sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor" diyen Başhâkim Salim Başol, Anayasa Mahkemesi'ne, Başsavcı Altay Egesel Yargıtay'a üye yapıldı...
Bugün Türkiye'nin tekrar yüksek gerilimli siyasal fırtınanın içine düşmesinin sebebi muhtemel belli siyasi görüşlerin demokratik temsil hakkı ile ilgili değildir.
Bu tamamen siyah giyinen adamların hâkimiyeti bir daha ele geçirememe korkusu ile ilgilidir. Menderes ile başlayıp Özal'la ciddi mesafe alan ve toplumda yaşanan iktidar değişiminin onların "ideolojik değil beslendikleri ekonomik kaynakları, millete kaptırma korkusu" ile ilgilidir.
Çok partili siyaset hayatımız sürecinde "iktidarın merkezindeki güç" militer/politik zümre ile siyasi/bürokrat zümre arasında değişse de, iktidarın yapısı hep bu siyah giyinen iktidar elitleri tarafından tayin edilmiş, kim iktidara gelirse gelsin, onların iktidarı devam etmiştir.
1950-1960 döneminin parlak tecrübesi Menderes'in idamı ile son verilip, müteakip iktidarlarda Menderes'in akıbeti referans gösterilerek tehdit edilmiştir.
1980 öncesi meclis toplantılarından birinde temelleri sarsılan demokrasiyi kurtarma adına konuşan hatip, hafızaları tazeleyerek "Bu çağda bir başbakanın asılması demokrasimiz ve tarihimiz adına utançtır" deyince muhalefet sıralarından kontrolsüz bir ses yükseldi: "Gerekirse bugün de asarız!.."
Bugün Türkiye'de insanlar aynı metot kullanılarak üretilen "kopya tehditler-zehirlenmeler" ile bir medyatik saldırıya muhatap.
Yassıada'nın mahkeme salonunda Başbakan Adnan Menderes'i çocuk azarlar gibi azarlayanlar milletin Menderes'e sahip çıktığını, onu el üstünde tuttuğunu biliyordu. Bunun için de onu öldürmeden önce itibarını elinden almaya çalıştılar. Menderes ve onu savunan herkesi yuhalayıp önce iftira atıp sonra da o iftiralardan yargılayıp astılar.
Onların esas meselesi, tarihsel hâkimiyet geleneğinin kendilerine sunduğu iktidarı millete kaptırmama çabasıdır. Bu sebeple, iftira ve çamur atmak onlar için bir ahlaki problem teşkil etmez.
Mesele açıktır: Bu "tarihsel iktidar blokunun" üzerinde oturduğu yapı çatırdamıştır. 200 yıllık iktidarlarının sonu gelmiştir. Artık bu zümre "ayrıcalıklı konumunun" dayandığı statüyü kaybettiği gibi, ideolojik hegemonya da çökmektedir. Herkesle ittifak arayışına girmek de dâhil, her türlü terör örgütü, yerli işbirlikçi ve cemaatle birlikte hareket etmeleri anlaşılabilir; fakat onlar için bir çıkış yolu görünmemektedir!..
Onlar için "tarihin sonu" gelmiştir.
.
Ekmeğini yalnız yiyen, yükünü yalnız taşır
24 Eylül 2015 01:00
Bugün Bayram ve uzun zamandır gündelik hayattan bahsetmedik. Nasıl olsa önümüzde politika konuşacağımız uzunca bir zaman var. Biz yine her zaman işe yarayacak "Hayat tecrübeleri" üzerine konuşalım...
Etkili hayat süren iyi insanlar da bir gecede iyi insan olmadılar. İnsanları dinleyerek ve yardımlaşarak iki ayda normal bir insanın iki yılda kazandığından daha fazla dost kazanırlar ve onların üzerinde etkili olurlar.
Bu çok basittir, dinleyen ve yardımlaşmayı seven bir insanı herkes sever ve çekimine kapılır.
İnsan bir topluluk karşısında konuşurken bile karşıdakini dinleyebilir. Eğer kendi duygularımızı, düşüncelerimizi öne almaz topluluğun düşünce, dert ve duygularını ön plana alırsak konuşan biz değil onlar olur. Çünkü ağız bize dert onlara aittir.
Sosyal, ruhsal ve fiziksel olarak hepimizin dostluğa teşvik edilmeye ve yardıma ihtiyacı var. Başkaları ile çalışarak ve yardım alarak yapabileceklerimiz tek başımıza yapabileceklerimizden çok daha değerli ve fazladır.
Herkes, bakkal, fırıncı, kasap, marketteki tezgâhtar, kamu çalışanları bizim için çalışmıyor mu? Onlar bizim sosyal ortaklarımız ve hepsine müteşekkiriz.
Başınızı derde sokmak mı istiyorsunuz, hayat yolunda yalnız yürümeye ve işleri tek başınıza götürmeye kalkışın neler olacağını göreceksiniz.
Kimseden yardım istemeden bir yığın tuğlayı üst kattan alt kata indirmeye çalışan bir duvarcının hikâyesi çok şey anlatıyor. Diyor ki;
"Bütün tuğlaları elle taşımak çok zaman alacağı için onları bir varile doldurup binanın en üst katına monte ettiğim bir makarayla indirmeye karar verdim.(maliyeti düşürmek için amele tutmamış) İpi emniyet için zemin kat hizasına bağladıktan sonra binanın üst katına çıktım, ipi varile dolayıp bağladım. Tuğlaları doldurdum ve indirmek için boşluğa sallandırdım. Sonra kaldırıma indim ve varili yavaşça indirmek için sıkıca tutarak yerinden çözdüm. Yetmiş kilo olduğum için iki yüz kiloluk yük beni yerden öyle bir kaldırdı ki ipi bırakmayı düşünecek zamanım olmadı.
İkinci katla üçüncü katın arasında aşağıya inmekte olan varille çarpıştım. Vücudumun üst kısmındaki çürük ve yaraların sebebi bu.
İpi elimin makaraya sıkıştığı üst kata çıkana kadar sıkıca tuttum.
Kırık başparmağımın sebebi bu.
Aynı zamanda varil gürültüyle kaldırıma çarptı ve tabanı düştü. Tuğlaların ağırlığı gidince varil sadece yirmi kilo geliyor. Böylece yetmiş kilo ağırlığındaki bedenim hızla düştü ve yukarı çıkmakta olan varille tekrar çarpıştım. Kırık ayak bileğimin sebebi bu.
Biraz yavaşlamış olarak inmeye devam ettim ve tuğlaların üstüne indim.
İncinmiş sırtımın ve kırılmış köprücük kemiğimin sebebi de bu.
O anda soğukkanlılığımı tamamen kaybettim ve ipi bırakınca boş varil hızla üstüme indi. Kafamın yarılmasının sebebi bu..."
Etrafta yara bere içinde dolaşan insanların çektikleri eziyetin sebebi, hayatın yükünü tek başına kaldırmaya çalışmalarıdır. Soran dağlar aşar demişlerdir. İnsanlar bizim sahip olduğumuz en büyük zenginlik, hayatı onlarla paylaşmak bizim onlara en büyük borcumuzdur...
Kurban Bayramınız mübarek olsun, İslam âlemine hayırlar getirsin inşalla
.
Nasihatle değişmeyen musibetle değişir
1 Ekim 2015 01:00
İki söz var sizin de iyi bildiğiniz;
İlki "can havliyle" diğeri ise "Babam sağ olsun."
Birine bayılıyorum, diğerinden ise nefret ediyorum.
Bu, "Babam sağ" olsun sözü tembelliği, bedavacılığı, havaleciliği, başkalarının sırtından geçinmeyi meşrulaştıran bir hayat tarzı, hayatımıza nerden girdiği belli olmayan bir zehirdir. Otoların arka camlarına yazılan "Ben doğarken ölmüşüm!" cinsinden bir anlayış.
Bu söz, babalarının kendilerinden daha uzun yaşayacağını zanneden; çalışmayı, üretmeyi onlara havale etmiş ve hayatının sonlarını pişmanlık ile geçiren genç insanların yetenek ve reflekslerinin katilidir. Maalesef etrafımız sadece bu zayıflığı kullanan babalardan ibaret değil iş ve siyaset dünyası da vesayetçi babalar ve onlardan beslenenlerle doludur.
"Can havli"ne gelince, sizin o güne kadar hiç kullanmadığınız bütün kabiliyetleriniz ile harekete geçmenizi sağlar. Çünkü "can havli" ölüm korkusundan kaynaklanan güçlü bir tepkiyle hareket etmek, harekete geçmektir.
Stawomir Rawicz'in "The Long Walk" isimli kitabından uyarlanan Özgürlük Yolu filmi 1940 yılında Sovyet Rusya'ya bağlı Sibirya esir kampından kaçarak kışın ortasında Sibirya'dan Hindistan'a 6.000 kilometrelik yolu yürüyen bir grup esirin gerçek kaçış hikâyesini anlatmaktadır.
Bu grup; can havliyle önce ıssız Sibirya'yı, ardından Gobi Çölü'nün uçsuz bucaksız düzlüklerini ve son olarak Himalayalar'ı aşar.
Bu kaçış hikâyesinin en zor kısmı, kamptan kaçmayı hayal eden bütün zavallıların, içinden, canının derdine düşmüş, gerçekten kaçmayı isteyenleri bulmak ve harekete geçmektir. Herkes kaçmak istemekte ama kimse bunu göze alamamakta, bazıları ise sadece hayal etmektedir.
Günümüzde "konforizm" ve "beleşizm" hastalığına yakalanmış bir toplumda, bunun gündelik hayattaki karşılığını bulmak zor. "Can havli" dediğimiz korku, yürümekte zorlanan adamı uzun atlama şampiyonu yapar.
Gece vardiyasında çalışan bir işçi, gece yarısı evine dönerken kullandığı uzun yolu kısaltıp tasarruf yapmak istemiş. Fakat kestirme yol, kasabanın mezarlığı içinden geçmektedir ve bu da biraz ürkütücü bir durumdur. İşçi, "Gündüz korkmadığım yerden gece neden korkayım?" der ve gece yarısı evine mezarlık içinden geçerek dönmeye başlar. Bir süre sonra işçinin kullandığı yol üzerine, ertesi gün defin yapmak üzere koca bir mezar kazılır. Gündüz kazılan çukurdan haberi olmayan işçi aynı gece dönüş yolunda ne olduğunu bile anlamadan kendini çukurun içinde bulur. İlk sarsıntıyı atlattıktan sonra çukurdan çıkmak için hoplayıp zıplamaya başlar ama nafile; çukur derin, çukurun duvarları düzdür. Her ne kadar bağırsa da gece yarısı etrafta kimse olmadığı için feryadını duyan olmaz. İşçi çaresiz, sabahı beklemeye karar verir ve sırtını çukurun duvarına verip beklemeye başlar.
Bir süre sonra aynı yolu bir istisna olarak kullanmaya kalkan bir sarhoş da ne olduğunu anlamadan pat diye çukura düşer. Ne olduğunu anlamayan ve köşeye korku ile büzülen işçiyi fark etmeyen sarhoş da çukurdan çıkmak için bir süre hoplayıp zıplar ama o da başarılı olamaz.
Sarhoşun hoplayıp, zıplayıp çırpınmasını bir süre seyreden işçi sonunda dayanamayıp sarhoşun arkadan bacağına yapışır ve;
-Boş yere çırpınma arkadaş, buradan çıkış yok, der.
Sonucu tahmin ettiniz:
Sarhoş öyle bir sıçrayıp çukurdan kaçar ki yüksek atlama rekorlarını kırdığı tartışılabilir.
Can havli ile iş ve siyaset dünyasına girmiş birini alt etmek kolay değildir.
Ünlü bir şampiyon boksörün dediği gibi; "Ölümü göze almış birini ancak bir başka ölümü göze alan ringde indirebilir..."
.
Yürüyen merdivenler, sürünen insanlık
4 Ekim 2015 01:00
Ünlü çizgi roman kahramanı Porsuk Pogo arkadaşı ile bir derede karşıya geçme mücadelesi veriyor. Fakat dere yatağındaki ağır pislikler, metal ve plastik karışımı çöpler yüzünden karşıya geçemez. Pogo pislik içindeki dereyi çaresiz seyrederken, bu şartlarda yürümek (yani yaşamak) mümkün değil diyen arkadaşına şöyle der:
-Evet, dostum, ciddi bir düşmanla karşılaştık ve o düşman biziz...
Rektörlük de yapmış ciddi bir profesör sosyal medyada Türkiye'deki hapishane nüfusunun yıllara sâri artış rakamlarını paylaşmış. Çocukları kime emanet ettiğimizi unutarak, hayat denilen dereyi nasıl çöplük hâline getirdiğimizden kendi adına hiç sorumlulukları yokmuş gibi.
Bir TV kanalında Karadeniz'in uç bir köyünde çekilmiş bir belgesel izlemiştim.
Orta yaşlı bir adam büyükbabasından kalma günlerdeki köy hayatını ahşap katlı evlerde geçen uzun kış gecelerinde birbirinden uzak mekânları geniş salonlarda toplanarak nasıl ısıttıklarını uzunca ve hasretle anlattı. Kendisinin daha çok kazanmak daha rahat etmek çocuklarını daha iyi güya yetiştirmek adına rüzgârın kendisini nasıl gurbete savurduğunu anlattı. Sonra konuşmasını, adamlığı, komşuluğu, iyilik yapmayı güler yüzlü olma yeteneğini büyük şehrin hengâmesinde nasıl kaybettiğini anlattı ve; "Burada her evin altı ahırdır, onlar alt katta biz üst katta mutlu yaşar giderdik. Ahırda sarı inek hastalansa herkes telaşa düşerdi. Şimdi onuncu katta ölen komşuyu asansör olmasa aşağı indirecek adam bulamıyoruz. Şimdi tezek kokularını bile (arkasında saklı adamlığı) özledim" diyerek sözlerini gözü yaşlı bitirdi...
Büyük kentlerin nüfusu hapishaneleri de beraberinde büyüttü.
Hassas kalpli, yüreği hâlâ köylü kalabilmiş bu adamın yüzü bütün bir mağdur toplumun yüzüdür.
Bir yerde okumuştum, "Zekâ çok şey bulursa da gaflet gitmez insanlardan" diyordu. Hayatı kolaylaştırmak için bulunan ne varsa sanki aleyhimize çalışıyor.
Dış dünyamızı mamur ettikçe iç dünyamız fakirleşip kuruyor.
Önce aynı şehirde yaşayan insanlar birbirine yabancılaşıyor sonra aynı aileler içinde derken sonunda insan kendine yabancılaşıyor.
Bir asırdır adını siz koyun, yaşanan sıkıntılar, ahlakın ebatlarını kendilerine uyduranlar ile buna başkaldıranların hikâyesidir. Vatanseverlik ile vatan hainliğinin, muhbirle sorumlu vatandaş olmanın dindarla yobazın karıştığı, Anadolu'da "at izi, it izine karışmış" dedikleri cinsten bir alacakaranlık kuşağından geçiyoruz...
Köprüler yaparız gelip geçmek için değil atlayıp hayatımıza son vermek için, lüks arabalarımız olur dost ziyaretleri için değil kaldırımdaki insanı ezmek için, ağrı kesiciler baş ağrısını dindirmeye değil kutuyla içmek için. Akıl almaz cinayetler işlenir yirmi gram sarı metal için. Evdeki çocuklar bile yabancı olur bir ara hatırladığımızda "bu çocuk ne zaman büyüdü?" deriz.
Ruh beslenmeyince şiddet toplumu hâline geliyoruz.
Tebessümle bezenmeyen insan şiddete şiddetle karşılık vermeye çalışıyor. Eşlerinden şiddet gören kadınlar bile aynı hayatı paylaştıkları eşlerinden gelebilecek saldırılara karşı savunma sporları kurslarına gidiyor. Ama kendilerine yine kendilerinden gelen saldırıları fark edemiyor.
Hayata bakış değişmedikçe katlı mağazalardan yaptığımız alışverişler bile bizi mutlu etmeye yetmez.
Tahrip ettiğimiz dünyamızı yeniden yaşanabilir hâle getirmek yine bizim sorumluluğumuz.
Ciddi olarak bir ruhsal dönüşüme hepten ihtiyacımız var.
Dımbıltı festivalleri bu dönüşümü gerçekleştiremez. Mesele nesillere dinini, dilini, tarihini öğretip kendileri ve ülkeleri için bir hedef sahibi yapmakta.
Yürüyen merdivenler bedenleri yukarı taşıyor ama insanlığı yükseltmeye yetmiyo
.
Pancar sarsağından F-16 motoruna...
8 Ekim 2015 01:00
Önceki gün medya mensupları ile bir araya gelen Erzincan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İlyas Çapoğlu ve öğretim üyeleri ile üniversite-şehir ilişkisi üzerine yaptığımız sohbette konu üniversitelerimizin bilgi üretimi, ürettikleri bilgiyi, iş ve sanayi dünyasına servis yapma yetenekleri üzerinde yoğunlaştı.
Rektörün "Üniversitelerin sorumluluğu, araştırma yapıp sonuçlarını toplumla paylaşmak olması gerekirken, araştırma yapmak yerine 40 saat ders vermek zorunda bırakılan araştırmacının önü kesilmektedir" cümlesi toplantının özeti oldu.
Üniversitelerin asli görevi eğitim ve öğretim ile birlikte araştırma yapmaktır. Bu olmadığında bilim heyecanı kalmaz. Araştırma, doktora bir işi yaparak öğrenmektir, özgüveni artırır. Karşılaştığı sorunların çözümünü dışarıda aramaz, kendi üretir.
1979 yılında şeker fabrikasında çalışırken pancar toplama meydanından fabrikaya ham pancar sevk eden su kanalındaki pancar sarsağının dişleri kırılmıştı. Basit gibi görünen bu parçanın yenilenmesi birkaç gün aldı. Neredeyse 1956 yapımı fabrikanın kurucusu Almanlara müracaat edecektik(!)
İktisaden yenilenme, sektörlerin seçimi, kalkınmanın yönünü üniversite merkezli bilim, teknik ve araştırma belirler.
Kalkınmış ülkelerde üniversite önde gider, sermaye onun arkasından takipçisidir. Devlet de onu iş dünyasına servis için destekler. Aksi takdirde ne iş dünyası ne savunma dışa bağımlılıktan kurtulamaz.
Her aklı başında ülke gibi bizim de araştırmada, bilim ve teknikte, sanayide uzun vadeli hedeflerimiz olmalıdır. Bu, şehirler için de geçerlidir ve şehir aktörleri üniversitelerin rehberliğini takip etmelidir. İnsan ve toplum böylece değer üretebilecek hâle gelir. Sanayimizin yerli imkânlarla büyümesi de ancak iş dünyasının üniversitelerden araştırma desteği alması ile mümkün.
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu diyor ki: "Üniversitelerde araştırma rolü kısıtlanıp, bir taraftan sanayi durdurulurken yerine turizm yerleştirildi. Gana'ya İngilizler aynı modeli sokmuşlar. 'Canım sizin satmanıza gerek yok, siz turizmle geçinin ihtiyaçlarınızı biz size satarız' demişler. Türkiye'de sanayinin durdurulması aynı zamanda üniversitelerin araştırma, bilim, teknik vasıtasıyla sanayi kuracak, teknoloji geliştirecek insan gücünün yetişmesinin engellenmesi yüzünden -üzülerek söylüyorum- meslek sahaları kalmamıştır. Mühendisler, elektrik, makine; hele temel bilimlerde öğrenim görenler meslekleri ile hiç alakası olmayan işlerle uğraşmaktadırlar..."
Ancak, "İyi yaptığı iş, kişiyi kıymetli kılar" ilkesi üniversiteler için de geçerlidir.
Önümüzdeki yıllarda işini iyi yapan, iş dünyası, sosyal hayat ve toplumla iş birliğini geliştiren üniversitelerin yükseldiğini göreceğiz. Son yıllardaki özellikle savunma sanayindeki yerli ürün geliştirme ve sahaya inme başarısı üniversite temellidir.
Rekabet üniversitelerin de reflekslerini güçlendirmektedir...
Toplantıda vurgulanan diğer bir konu ise sosyal kulüpler vasıtası ile üniversiteli büyük genç nüfusun hayata hazırlanmasıdır. Burada üniversiteler, toplumdaki STK'ların iş birliğini kabul etmeli ve eşleştirme programları yapmalıdır. Yoksa toplum kuru bir kalabalıktan ibaret hâle gelir. Bir topluluğun inandığı ve koşacağı bir hedefi varsa olağanüstü başarılar yakalar. Aksi takdirde toplumun her ferdinin kendileri dışında bir ilkesi olmayan, kendi çıkarı peşinde koşan, fitne ve fesadın yaygınlaştığı bir kalabalıktan ibaret hâle gelmesi kaçınılmazdır.
Batının muhtaç duruma düşürmek istediği ülkelerde uyguladığı yol; ülke menfaatleri için koşuşturan insanlar arkada bırakılır onursuz, şahsi çıkar peşinde koşanlar öne çıkarılır...
Sinanoğlu "Batının kafasında tek bir şey var, Endülüs'ü sildik bunlar niye hâlâ duruyor" diyor ve ekliyor: "Ama tarih tahterevalli gibidir, beş yüz sene Batı tarafı yükselir, öbür taraf aşağı iner. Beş yüz sene de tersi olur. Şimdi yükselme sırası bizde,
Kimse merak etmesin."
.
Ölü seviciler
11 Ekim 2015 01:00
Bütün bunları Kürtleri sevdiğiniz için mi yapıyorsunuz?
Yalancılığınız, sahtekârlığınız, riyakârlığınız tarihe geçecek!
Bizi cehalete mahkûm ettiniz diyorlar, okulları kundaklıyor, öğretmenleri kaçırıyor, koltuğunun altından kitaplarını aldığı Kürt çocuklarını evlerinden alıp kaçırdıkları dağda eline silah verip beline patlayıcı bağlıyorlar.
Sonra Alamut Kalesi'nin haşhaşi fedaileri gibi çocukları Kandil Dağı'ndan aşağı atıyorlar.
Hastaneleri yakıp, ambulansların altına dinamit koyuyor, köy basıp Kürt öldürüyor ve bütün bunları Kürtleri sevdiği için yaptıklarını söylüyorlar.
Bize bakmadınız, mağdur ve mahrum bıraktınız diye ekranlarda ezilmişlik nutukları atıp yolların, köprülerin altına patlayıcı koyup havaya uçuruyor, bölgeyi yaşanamaz hâle getirip göçe zorluyorlar.
"Yol bilmezem dil bilmezem/Şavata'dan Hakkâri'ye yol bilmezem" diye şiir okuyup sonra; yol yapan, köprü kuran şantiyeleri basıp, çalışanları katledip iş makinelerini yakıyorlar.
Bütün bunları Kürtleri çok sevdikleri için yapıyorlar!
Bizi karanlıkta bıraktınız diye feryat edip elektrik faturalarını ödemeyin diye kampanya başlatıyorlar.
Silahlı iktidarları eliyle kurdukları korku imparatorluğunu beslemek, büyütmek için esnafa zorla kepenk kapattırıp sonra da "vergi" diye "haraç" toplayıp nefeslerini kesiyorlar.
Öldürdüğü Kürtlerin cenaze namazına katılıp tabutun altına giriyorlar.
Ölü Kürtleri daha çok seviyorlar.
Parayı seviyorlar, kaçakçılığın, kirli işlerin, uyuşturucu ticaretinin en alasını yapıyorlar, baronlarının servetlerini büyütüyor ama bütün bunları Kürtleri sevdikleri için yapıyorlar.
Ormanları seviyorlar, çevreye saygılılar, izmarit bile atmayan bu silahlı çocuklar ormanları göz kırpmadan yakıyorlar.
Barışı seviyorlar, tarafsız bölgelerde saz çalıp "çok nimetin yedik helâlaşalım" diyor ama uyurken başlarına kurşun sıkılıp şehit edilen polisleri görmezden geliyorlar.
Asker de bizim kardeşimiz diyorlar ama arkadan kurşun sıkıp eşiyle pazarda evine ekmek alan subayı şehit ediyorlar.
Demokrasiyi seviyorlar ama sandıklara ambargo koyup tehditler savuruyor, başka partiye oy verirseniz köyü başınıza yıkarız diyorlar!
İnsan haklarına saygıdan bahsediyor ama örgütten kaçan çocukları katlediyorlar.
Devleti gayrimeşru ilan edip tanımayız diyorlar, maaş alıp yiyip ama ülkeden dışarı çıkınca Avrupalı efendilerinin elini eteğini öpüyorlar.
Bütün bunları niye yapıyorlar?
Kürtlerin haklarını savunmak içinmiş!
Öldürdüğü Kürtlerin cenaze namazına katılıp tabutun altına giren tabut kabadayıları!
Cenazeye katılmayan Kürtleri de öldürüyorlar.
Çünkü ölü Kürtleri daha çok seviyorlar.
İsrail ve Ermenistan uşağı PKK, hain emelleri için önlerindeki engel Kürt halkının kendisidir.
Destek alamadıkları için Kürtlerden intikam alıyorlar.
.
Necip Fazıl'a mektup var...
18 Ekim 2015 01:00
Gençlik ve Spor Bakanlığı geçtiğimiz yıl büyük bir işe soyunmuş "Gençlerden Ecdada Mektup" konulu bir yarışma düzenlemişti.
Millî ve manevi duygularını canlı tutarak okuyan, düşünen ve yazan bir gençliğin oluşmasına katkı sağlamak maksadıyla düzenlenen yarışmada kim ne yazdı bilmiyorum ama ben bir ara Menderes'e yazmayı denedim, ancak aradan yarım asır geçse de hâlâ seçimle gelen hükümetlere "sandık faşizmi" diye yapılan saldırılar beni vazgeçirdi. Sonra, fazla geriye gitmeden Necip Fazıl Kısakürek'in "Gençliğe Hitabesi"nin dün yazıldığını, bugün de posta kutusundan çıktığını farz ederek kalemin yönü Üstat Necip Fazıl'a döndü. Eğer söyleyecek sözünüz varsa siz de kendi mektubunuzu yazmayı deneyebilirsiniz...
Üstat! 1966 yılında sinemadan bozma insanların salkım saçak doldurduğu küf kokulu bir salonda gözlerimizin içine bakarak "Genç adam" diye başladığın hitabında diyordun ki;
"Genç adam,
Son yarım asır madde planında kurtarıldıktan sonra ruh planında ebedi helake mahkûm edilen mukaddes emaneti ne yaptın? Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı oldun mu? Şekillenmen için uğruna otuz küsur yıl devrimbaz kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda çürüdüğüm Genç adam; tabutumu musalla taşına koyarken tek vasiyetim olan dava taşını gediğine koydun mu?
Bugünün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, laf ebesi politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, müzahrefat kanalı sokağı, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mabedi temeli yıkık ailesinden aldığın zehiri üzerinden attın mı?"
Üstat,
Hitabının üzerinden yarım asır geçti, sen gideli neler oldu neler. Hayatımız dev bir medya ağıyla sarıldı. Güce sahip olanlar güçlerini devamlı olarak aldatmak ve yönlendirmek için kullandılar. Yaşanan gerçekleri kimse öğrenmesin diye. Düşünmemizi istedikleri şeyi kurnazca dayattılar. Tek çanakta 350 kanal izliyor, 6 yılda bir kitap okuyoruz. Tüm dünyamız eğlenceyle, medyayla, internet ağıyla, kısa mesajlarla, uyuşturucu ve alkolle sarıldı. Solucanın sindirim sistemi ve ekranda gördüklerinin dışında fazla bir şey bilmeyen bir nesil yetişiyor. Sabahtan akşama kadar ekran başına oturuyor bir diziden diğerine koşuyor dinlemek için de chat'leşiyoruz.
Ceketi buruşuk insanlar büyük şehirle, üniversite ile iş dünyası ile tanıştı yurt dışında doktora, otel lobilerinde iş anlaşması derken meclis koridorlarında göründüler. Onlar ve arkalarında kendilerini izleyen kütle büyük şehir varoşlarında kırsalda sürdürülmeye mahkûm edilen hayatları için yeni hayat alanları buldular.
Kırılma burada başladı, zannedildi ki maddede yükselip mecliste ekseriyeti ele geçirdik mi üzerimizdeki örtü kalkacak. Meğer hakikat ağacının kökleri çok daha derindeymiş.
Derdimin arkasında, sokakların, şiddetle, uyuşturucu ile kirlendiği, evlatlarımızın medyatik saldırılarla mankurtlaştırılmaya çalışıldığı, doğru söyleyenin linç edilmeye kalkışıldığı bir süreçte ömrünü iyi insan yetiştirmek adına bir mesajı ulaştırmak için fikir ve eser sahipleri hâlâ kapı kapı geziyor. Nefesinin sıcağı ile erittiğin buz dağlarının çamurunda hâlâ debeleniyoruz.
Hakikatin izini sürerken izne ayrıldık, rahatlık yaramadı, düzmece bir hayata takıldık kaldık.
Mağduriyetimiz sermayemizdi ama ne evimizi, ne sokağımızı ne şehrimizi ne de hayatımızı düzene sokamadık.
Emanetini kendimizle birlikte bizden sonraki nesle havale ediyorum.
Hakkını helal et...
.
Ölüm çukurunu yüzme havuzu zannedenler
22 Ekim 2015 01:00
Habere göre 7'nci kattaki evinin balkonundan düşerek hayatını kaybeden ünlü şarkıcı Bonzai hapı içtikten sonra evinin balkonuna çıkarak eşine "Görüyor musun havuz ne kadar güzel, ben biraz yüzeceğim" deyip kendini boşluğa bırakmış.
Bu genç adamın bunu tek başına yapmış olduğu görünebilir. Olaya bireyin ötesinden bakarsak gerçekte, ait olduğu kültür, arkadaş çevresi ve yaşadığı değerler onun hayatını hayal bile edilemeyecek biçimde şekillendirmiştir.
Çocuklarımız genelde zeki, sağlıklı, duygusal sıkıntıları olmadan bize verilen hediyelerdir. Ender olarak sağlık sorunları olan çocuklarımız da olur. Ama çok daha fazlasıyla bugünkü olumsuz dünyada sonradan yüzleşebiliriz. İnsana "Ölüm çukuru"nu yüzme havuzu gösteren duygusal yara bere daha sonra aile içinde ve çevresi eliyle açılabilir.
Yaşanmış bir hikâye olan "Lorenzo'nun Yağı" filmi bir anne babanın, amansız bir hastalık olan ALD'ye (Adrenolökodistrofi) yakalanan oğulları Lorenzo'yu ölümden kurtarma çabalarını anlatır. Felçlik, körlük ve konuşamama ile başlayan hastalık nihayetinde ölümle sonuçlanacaktır. Tıp konusunda eğitimleri olmayan anne baba kendisine iki üç yıl ömür biçilen Lorenzo'yu kurtarmak için mücadeleye başlarlar. Anne sürekli Lorenzo'nun başında baba sabahlara kadar kütüphanede hastalıkla ilgili araştırma yapmaktadır. Sonunda baba, beyindeki tahribatın, kandaki zararlı yağ asitlerinden kaynaklandığını keşfeder. Uzmanların katıldığı bir toplantıda sonuçları paylaşır ve ilgiyle karşılanıp, destek bulur. Bir yıl süren mücadele sonunda Lorenzo ölümden kurtulur. Öğrendiğimize göre Lorenzo doktorların tahmininden daha uzun yaşar ve yirmi yıl sonra hayatını kaybeder...
Bu yaşanmış olayda dikkat çekici olan, Lorenzo hakkında çevrenin kesinleşmiş baskısına karşı ailenin verdiği savaştır. Onlara tüm bu üzerlerine çullananlara karşı koyma gücünü veren çocuklarına olan sevgi ve şefkattir.
Çocuklarımızın hayatını kolaylaştıracak olan aile içinde başlayarak bütün çevresi ile sevgi dayanışma ve iş birliği içinde olmasıdır. Ve sevgi dışardan gelir.
Üzerimize çullanan bütün olumsuzluklara boyun eğerek onları savunmasız bırakmak bugünün gerçeğidir. Tıpkı kandaki yağ asitlerinin beyini tahrip etmesi gibi, çevreden, sosyal medyadan, kötü arkadaşlardan gelen zararlı alışkanlıkların kazanılması onların gelecekte hayatlarının nasıl tahrip edeceğini fark etmemiz gerekir. Ebeveyn, dost ve arkadaş olarak önceliğimiz bu tahripkâr alışkanlıkların hiç kazanılmaması için olmalıdır. Eğer böyle bir gerçekle karşılaşırsak vereceğimiz mücadelenin zorluğu en az Lorenzo'nun ailesinin çektiği kadar olacaktır.
Bu mücadelede bizim en büyük yardımcımız çocuklarımıza, arkadaşlarımıza olan derin ve karşılıksız sevgimizdir.
Hepimizin hayatında yaptıkları olağanüstü fedakârlıklarla kahramanımız olmayı hak etmiş insanlar var. Benim kahramanım; görenleri her defasında çok üzecek derecede zekâ ve fiziksel açıdan özürlü, doğuştan vücudunda hemen hiç kemik taşımayan bir et yığınından ibaret çocuklarını yıllar boyu hiçbir şikâyette bulunmadan, içi yorgan ve yastıkla yumuşatılmış bir ekmek teknesi (büyük tahta kutu) içinde sevgi ile bakan bir anne babadır.
Onların bu karşılıksız çabaları hepimiz için bedeli bulunmaz bir tecrübedir.
Ne olaydı, atladığı "ölüm çukuru"nu yüzme havuzu zanneden bu genç adam da Bonzai yerine dostlarının sevgisine sığınsaydı.
Tabii varsa...
.
Hemşehrimiz MÜSİAD
29 Ekim 2015 02:00
İlişki sermayesi, insanlara ve şirketlere sahip olduğu sermayeyi nasıl kullanacağını öğretir. Eğer bir iş kurmak istersek o işi yapan insanların dünyasına girmek gerekir. Celeplik yapmak isteyen mal meydanına, zahire ticareti yapmak isteyen buğday meydanına, dedikodu yapmak isteyen merdiven altı çay ocaklarına gider... Bilgiyi ve tecrübeyi paylaşmak parayı paylaşmaktan daha zordur. İş kurmak isteyen birine, parasını ve diplomasını nasıl kullanacağını göstermek, ambarında tohum bulunan adama ekmesi için tarla bağışlamak gibi bir şey.
Kuzey Kaliforniya'daki San Jose Vadisine "Silikon Vadisi" diyorlar. Bunun sebebi silikon, kırmık yonga yani chip üreticilerinin bölgede yoğun olarak faaliyet göstermeleridir. Intel, Google, Apple, Microsoft gibi ileri teknoloji firmalarının çıkış ve faaliyet yerleri burası. Anadolu bozkırlarına binalar dikerek Silikon Vadisini kopyalamak mümkün değil. Önce, benzer ekosistemlerin oluşmasını sağlamak gerekiyor. Bu ekosistemin temeli; bilgiyi paylaşmak ve bilginin nasıl kullanılacağına dair ilham vermektir. Yoksa hastane kapısında aldığı galoşu ayağına değil kafasına geçirme misali Kop Dağında kadın çorabı satan mağazalar açarız.
Peter Durucer, Francis Fukuyama veya Philip Kotler'in bir kitabını onbeş liraya rastgele bir kitapçıdan alıp okuyabilirsiniz. Ama eğer kitapta anlattıklarını kendisinden bin kişilik bir salonda dinlemek isterseniz ciddi bir katılım parası ödemeniz gerekir. Adamın boyuna posuna değil herhalde! Bu onların sahip oldukları tecrübe ve bilgiyi paylaşımının karşılığıdır. Aynı durum yerli gurular için de geçerli.
Hani sahip olduğunuz varlıklar değil onları kullanabilmeniz daha önemlidir diyorlar. Kaynak kullanmayı becermek ona sahip olmaktan daha önemlidir. 100 bin nüfuslu bir beldede sanayi bölgesi otuz senede arsalarının çoğunu hâlâ dolduramamış, boşsa ama bankalarında emniyete alınmış ciddi miktarda yatan mevduat varsa bu iyi değil.
Para akıllıdır gideceği yeri bilir ama bekletilince de kokar...
Çulunu toplayıp sanayi bölgelerine göç edenlere sitem edenler, sermaye ve yatırımcı göçünün neden uzun yıllardır durdurulamadığını merak edenler göç salgınını muafiyet ve indirimlerle çözeceğini zannetti. İş kurmakta rehberlik; emek, sermaye ve iş gücünden önce gelir. Geriye doğru yatırım kaynaklarının bloke edildiği kamu yönetimi kaynaklarını özel sektöre devredip ticaretten çekilince zemberek boşaldı. Ama kontrol edilmeyen hazırlıksız bir döneme geçtik.
Batıp, çıkmalardan sonra yatırımcılar rehberlik hizmetine ihtiyaç duydu. Bir işi deneme yanılma ile öğrenme uzun zaman ve maliyet alır. Daha önce aynı hendekleri atlamış girişimcilerin tecrübesinden faydalanmak akıllı işidir. Çoğu akademisyen tarafından bir "vizyon ticareti" hâline dönüştürülen girişimcilerle paylaşım ve eşleştirme programlarının ülkemizdeki en ciddi halkası MÜSİAD oldu. Genç bir kuruluş olmasına rağmen mahalli ve evrensel değerler üzerine oturan sivil toplum kuruluşu olarak sosyal sorumluluk alması, iş dünyasının başarılı tecrübelerini Anadolu'daki girişimcilerle hemşehrilik duygusu içinde paylaşması takdire şayandır.
Bizimle tecrübelerini paylaşan Rizeli rahmetli Hilmi Amca (Kavalcı); "Para akıllıdır, su gibi gideceği yeri bilir. Ama serbest bırakılmaz, hapsedilirse kokar, bozulur. Eskiden büyük, küçüğü yutar derlerdi ama şimdi hızlı olan yavaş olanı yer, onun için paylaşımcı olacak ve koşacaksın, kim koşarsa o kazanır, bu da zor değildir. Zor olan dost kazanmaktır, insanlar paraları olmadığı için değil dostları olmadığı için başarısız. Sen dost kazanmaya bak" demişti.
Söylemeye gerek yok; başarı da başarısızlık da veba gibi bulaşıcıdır...
.
Hamur Çocuk
8 Kasım 2015 02:00
Hepimizin hayatında dünyaya iyi şeyler bırakmayı başarmış, yaptıkları olağanüstü fedakârlıklarla kahramanımız olmayı hak etmiş insanlar var. Onlara hayranlık duyarız.
Benim kahramanım; görenleri her defasında çok üzecek derecede zekâ ve fiziksel açıdan özürlü, doğuştan vücudunda hemen hiç kemik taşımayan bir et yığınından ibaret çocuklarını yıllar boyu hiçbir şikâyette bulunmadan, içi yorgan ve yastıkla yumuşatılmış bir ekmek teknesi (büyük tahta kutu) içinde sevgi ile bakan bir anne babadır. Ömür boyu kendilerine sadece bir gülümseme ile karşılık verebilen bu çocuğa karşı duydukları sevgi, dünyada bundan daha güçlü bir şey olamaz.
Onların bu karşılıksız zannedilen çabaları bütün ebeveynler için bedeli bulunmaz ilham verici bir tecrübedir. Sevgi sevgiyi besler, ifade edilmeyen sevgi gümüş gibi kararır.
Kendi sevgilerini "Hamur Çocuğun" doğuştan mahrum kaldığı omurgası yerine koydular.
Bu ender rastlanan bir durumdur.
Çocuklarımız genelde zeki, sağlıklı, duygusal sıkıntıları olmadan dünyaya gelir ama ender olarak sağlık sorunları olan çocuklarımız da olur. Keza, çok daha fazlasıyla bugünkü olumsuz dünyada sonradan yüzleşebiliriz. Sorunsuz olanların hayatını zorlaştıran duygusal yara bere daha sonra aile içinde ve çevre eliyle açılabilir.
Yaşanmış bir hikâyeden olan "Lorenzo'nun Yağı" filmi bir anne babanın, amansız bir hastalık olan ALD'ye (Adrenolökodistrofi) yakalanan oğulları Lorenzo'yu ölümden kurtarma çabalarını anlatır. Felçlik, körlük ve konuşmama ile başlayan hastalık nihayetinde ölümle sonuçlanacaktır. Tıp konusunda eğitimleri olmayan anne baba iki üç yıl kendisine ömür biçilen Lorenzo'yu kurtarmak için mücadeleye başlarlar. Anne sürekli Lorenzo'nun başında baba ise sabahlara kadar kütüphanede hastalıkla ilgili araştırma yapmaktadır. Sonunda baba, hastalığın, beyindeki tahribatın, kandaki zararlı yağ asitlerinden kaynaklandığını keşfeder. Sonuçları konunun uzmanlarıyla paylaşır ve ilgiyle karşılanıp, destek bulur. Bir yıl süren mücadele sonunda Lorenzo ölümden kurtulur. Öğrendiğimize göre Lorenzo doktorların tahmininden daha uzun yaşar ve yirmi yıl sonra hayatını kaybeder...
Bu hikâyedeki dikkat çekici olay Lorenzo hakkında çevrenin kesinleşmiş kanaati karşısında ailenin çevreden gelen "hem Hamur Çocuğun, hem de ailenin diğer fertlerinin iyiliği için hastayı bir kuruma yerleştirmeleri" şeklindeki baskıya karşı bu mücadeleyi yapmalarıdır. Onlara tüm bu üzerlerine çullananlara rağmen karşı koyma gücünü veren çocuklarına olan sevgi ve şefkattir.
Sevgi yukardan gelir.
Çocuklarımızı yetiştirirken üzerimize çullanan bütün olumsuzluklara boyun eğerek veya umursamayıp onları savunmasız bırakmak ise bugünün acı gerçeğidir. Tıpkı kandaki yağ asitlerinin beyini tahrip etmesi gibi, çevreden, sosyal medyadan, kötü arkadaşlardan gelen zararlı alışkanlıkların önlenmediğinde onların gelecekte hayatlarını nasıl tahrip edeceğini fark etmemiz gerekir. Ebeveyn olarak önceliğimiz bu tahripkâr alışkanlıkların hiç kazanılmaması için olmalıdır. Eğer böyle bir gerçekle karşılaşırsak vereceğimiz mücadelenin zorluğu en az Hamur Çocuk veya Lorenzo'nun ailesinin çektiği kadar olacaktır.
Bu mücadelede bizim en büyük yardımcımız çocuklarımıza olan derin ve karşılıksız sevgimizdir.
Bugünün dünyasında, kendisi, ailesi ve çevresi ile barışık, kötü bir alışkanlığı olmayan, kendisi ve ülkesi için hayalleri olan çocuklar yetiştirmek için mücadele eden ebeveynlerin emeği, hamur teknesindeki evladını hayata bağlayan ebeveynin emeği kadar kutsal ve saygıyı hak ediyor...
.
Batı kendi canavarı ile yüzleşiyor…
19 Kasım 2015 02:00
Fransa'da geçtiğimiz hafta meydana gelen olaylar Huntington’un “Medeniyetler Çatışması" adındaki meşum tezini yeniden gündeme getirdi. Fransa saldırıları özellikle kapitalist gelişmiş ülkelerin, az gelişmiş ülkelere karşı yaptığı saldırılara karşı bir misilleme olarak algılandı. Oysa gerçek Ankara katliamı sonrası tavır koymayan batının kendi canavarı ile yüzleşmesidir.
1993 yılında yayınlanan makalesinde Huntington, “Benim faraziyem şudur ki; bu 'Yenidünya’da mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ya da ekonomik olmayacak. Beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hâkim mücadele kaynağı kültürel olacak. Millî devletler, dünyadaki hadiselerin yine en güçlü aktörleri olacak fakat dünya çapında politikanın asıl mücadeleleri, farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecek” diyordu.
Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi ABD merkezli düşünülerek, düşman üretmek üzerine hazırlanmış bir dış politika aracıdır.
Batı’nın İslam’ı düşman olarak görmesinde başlıca nedenler olarak;
Medeniyetler arasındaki güç dengesi değişmektedir. Göreceli olarak Batı gerilemekte; Asya'daki Shanghai merkezli oluşum ekonomik, askerî, siyasal güçlerini genişletip yaymaktadır.
Müslüman ülkeler komşuları için istikrarsızlığa neden olan demografik bir patlama içine girmiştir, İslam ülkelerindeki hızlı nüfus artışı, İslam dininin daha hızlı yayılması batıyı tedirgin etmektedir.
Batı, yıllardır Doğu (özellikle de İslam) Medeniyetlerini sömürmekte ve fakirleştirmektedir. Sömürülen Doğu toplumlarıdır ve güçlü olmaya çalışmaları da en doğal haklarıdır. Batılılar, İslam ülkelerinin geri kalmışlığını, hızlı nüfus artışını, bu ülkelerdeki açlığı bahane ederek, bu faktörlerin, Müslümanların Batılılardan nefret etmesine neden olduğunu söylemektedirler.
Richard Müller Batı’dan neden nefret edildiği konusunda şöyle demektedir: “Batının emperyal üstünlüğü karşısında dünyanın geri kalan ülkelerinde bir düşmanlık baş göstermiştir. Güç dengeleri değiştikçe Batı kültürüne karşı taarruzlar da artacaktır...”
New York Observer gazetesindeki köşesinde Richard Brookhiser endişesini “Yeryüzünün herhangi bir yerinde, yaşadığı şartlardan memnun olmayan insanlar, dönüp bize baktıklarında, başka seçeneklerinin de olabileceğini fark ediyorlar. Birazcık aklı olan herkes ya bu ülkeye gelmeye ya da bu ülkeyi taklit etmeye çalışır. Aklından zoru olanlar sorunların sorumlusu olarak bizi görürler, tarihsel olarak aramızda düşmanlık oluşmuş ülkelerden birinden olanlar ise bizi öldürmeye çalışırlar. Bütün dünyadaki kaybedenler bizden nefret eder, çünkü biz güçlü, zengin ve iyiyiz” diyordu.
"Hain, 'havf’lı olur" derler, korkuları hayatlarını bloke ediyor. Kendi adlarının terörle anılması bile bir suç olurken, az gelişmiş ve sömürülen İslam ülkeleri terörler birlikte anılır olmuştur.
11 Eylül faciasından sonra Batının, Müslümanlara bakış açısı tamamen değişmişti. Müslümanlar canlarından bezdirildi, hakaretlere uğradı, iş sahibi, öğrenci ve sıradan vatandaş hakarete maruz kaldılar. 11 Eylül 2001 Amerika’nın karabasana uğradığı, afalladığı, acizleştiği bir tarihtir. Aynı karabasanı şimdi Fransa merkezli olarak tüm Avrupa yaşamaktadır.
Olaylarının ardından, tekrar tatsız bir dönem başladı Avrupa’da yaşayan Müslümanların hepsine neredeyse terörist gözüyle bakılmaya başlandı ve Müslümanlara nasıl davranılması gerektiği konusunda tartışmalar yapılıyor. Terörist saldırıların önlenmesi için nerdeyse Müslümanların tecrit edilmiş kamplara alınmasını isteyecekler.
Fransa saldırıları 11 Eylül olayları gibi dünya tarihinde bir dönüm noktasıdır.
Batı aradığı 'yeni düşman'ı hemen bulmuştur ve o kendisidir
.
Koloni medyası
22 Kasım 2015 02:00
Bunların zoru akıllarında değil ahlaklarında.
Yaptıkları şey bütün normları ve değerleri altüst edip, ahlakı, insanlığı, sağduyuyu ezip öğüten bir değirmene su taşımak gibi, yorumsuz, kıymet hükmü taşımayan her türlü tecavüzü günlük bir işmiş gibi sıradanlaştırmaktan ibaret.
Küreselleştiği ve köyleştiği söylenen bu hormonlu dünyada utanç denilen insana mahsus hasletten hiç mi kaleminize ve beyninize pay düşmedi! Bir koloni medyası gibi davranmaya devam ediyor, içerideki ve dışarıdaki olaylara içeriden değil dışarıdan üçüncü bir gözle bakıyorlar ve buna "tarafsız olmak" gibi bir yalanın arkasına sığınıyorlar.
Neye karşı tarafsız olmak?
Gece yarıları kadınların çocukların tepesine varil bombası yağdıranlara mı? Bayırbucak’ta yüzlerce yıldır yurt edindikleri topraklara saldıran Esad, İran ve DAEŞ’e karşı amansız bir mücadele veren Türkmen direnişine mi? Paris’te, Hamburg’da, Londra’da potansiyel terörist muamelesine maruz kalan, horlanıp aşağılanan Müslümanların hâline mi?
Dünyamız öylesine altüst oldu ki, olmasını hayal bile edemediğimiz olaylar günlük hayatımızın parçası hâline geldi. İnsan hayatının bu kadar ucuzlayıp ceset fotoğraflarının telif hakkı karşılığı satılması tarihte yaşanmamıştır. Yaşanan katliamların giderek sıradanlaşması olaylar kadar iğrenç ve tiksindirici.
Akdeniz sahillerinden çocuk cesetleri toplanadursun, Afrika Orta Doğu, Uzak Doğu, emperyal Batı'nın her şeyi yutan kursağına kurban giderken bizde bütün normları ve değerleri altüst olmuş, dengesini kaybetmiş ihanet medyası hamam peştamalı ile sokak gösterisine soyunuyor!..
Davutoğlu ve Çipras’ın tribünden izlediği Türkiye-Yunanistan maçı esnasında bir grup taraftarın ıslık çalmasını “dünyaya rezil olduk” deyip tartışma konusu yapmaya uğraşıyor.
Bunların kirini temizleyecek hamam, günahlarını tartacak kefe bulunmaz! Bunların sonu kemirdikleri toplum tarafından deryanın içindeki teressübatı kıyıya atması gibi çöpe atılmasıdır.
Asıl rezalet son olarak tek kelime ile bahsetmedikleri 12 Kasım 2015 gecesi Didim Tekağaç Burnu’nun güneybatısında yaşanan “bot rezaleti”ni görmezden gelmeleridir.
Yunan Sahil Güvenlik Botu personeli Suriyeli mültecileri taşıyan lastik botu patlatıp olay yerinden kaçtı. Akabinde mültecilerin bulunduğu lastik bot su alıp, mülteciler denize dökülürken yetişen Türk Sahil Güvenlik Botu, Suriye uyruklu 58 mülteciyi deniz tarafından yutulmaktan kurtardı. Olayın görüntüleri G-20 toplantısı nedeniyle Türkiye ziyaretinde bulunan ve Türk Sahil Güvenlik Komutanlığını da ziyaret eden Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras ve Yunanistan Sahil Güvenlik Komutanı Athanasios Athanasopulos’a gösterildi. Görüntüleri büyük şaşkınlık içinde izleyen ve şoke olan Yunanistan başbakanı Aleksis Çipras “Çok üzüldüm ve utandım, insanlığa sığmayacak kadar korkunç bir olay. Bunu yapanları bulup cezalandıracağım” demiş...
Acaba bu ülkede yiyip teşekkürü dışarıdaki efendilerine yapan sizlerin Yunan Başbakanı’nın “Çok üzüldüm ve utandım, insanlığa sığmayacak kadar korkunç bir olay” dediği bu rezalet hakkında söyleyecek sözünüz yok mu?
“Türkiye, Paris saldırılarında üzerindeki patlayıcıları infilak ettiren militanlardan biri konusunda bir yıl içinde Fransa’yı iki defa uyardı” diye yazan Le Figaro kadar olamazsınız
.
Dünyayı aldatıyorlar
26 Kasım 2015 02:00
Hâkim siyasi güçlerin, kamuoyu oluşturup desteğini arkasına alarak cinayetlerine meşruiyet kazandırmak için sahte baskınlar düzenleyip tecavüze uğramış numarası yapmak her zaman işlerine yaramıştır.
31 Ağustos 1939 gecesi Polonya sınırındaki Almanlara ait Gleiwitz radyo istasyonu Polonya üniformalı kişilerce basılır, istasyonu korumakla görevli Alman askerleri ile saldırganlar arasında çatışma çıktı. Radyoyu ele geçiren kişiler Polonya dili Lehçeyi kullanarak Almanya’yı hedef alan yayın yaparlar.
Baskından kısa süre sonra Alman radyosundan “Polonya hudut birlikleri bu gece sabaha karşı Gleiwitz’de Alman hududuna tecavüz ederek radyo istasyonunu tahrip etmişlerdir” duyurusu yapıldı. Adolf Hitler liderliğindeki Almanya ertesi sabah Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya Savaşını başlattı. Aslında Gleiwitz radyo istasyonuna saldıranlar Polonyalı değil savaşa gerekçe uydurmak isteyen Polonya üniformalı Nazi ajanlarıydı. Böylece tüm dünya Polonya’nın saldırganlığına inandı veya inanmış göründü.
Polonya’nın cezalandırılması gerekiyordu.
Sahte baskınlar kullanılması günümüzde de savaş teorisyenlerinin sıkça kullandığı yoldur. Böylece saldırganlıklarına ahlaki bir kılıf uydurmuş olurlar.
11 Eylül 2001 Amerika'nın karabasana uğradığı, afallayıp şaşırdığı bir tarihtir. Dünya kapitalizminin kalbi olan İkiz Kuleler uçakla vurulmuş ve yaklaşık 3500 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu saldırıları kabullenen El Kaide ise İslamî değerleri savunduğunu iddia eden bir örgüttür.
Saldırının ardından ABD’nin ve Batı’nın Müslümanlara bakış açısı tamamen değişti. Suçlu ilan ettikleri İslam ülkelerine saldırıp, öldürüp talan ettiler. Amerika’da yaşayan Müslümanlara ise terörist gözüyle bakılmaya başlandı, itilip, kakılıp horlandılar.
Şimdi Orta Doğu’nun yeniden şekillenmesi için sahte baskınlar yapacak DAEŞ gerekti.
Dünyayı Müslümanlar ve Hristiyanlar olarak ikiye bölen DAEŞ’i iyi tanımak gerekir. Ezilmiş ve yoksul 'Doğu Halkları’nın isyanını üstlendiğini iddia eden bu örgütün Batılı merkezler tarafından imal edildiğine hiç şüphe yok. DAEŞ yoksul dünyanın direniş ruhunu değil Batı’nın hilebazlığını temsil ediyor. Dünyanın bu örgütle mücadelesi akıllı bir strateji üzerine oturmaz ajandasında böyle bir şey yok. DAEŞ bir tek şeyle görevlidir, Batı’nın Suriye’de ki yolunun önünü açmak.
22 Kasım 2015 tarihli bir haberde (By; Martha Azzı for “Daily mail Australıa”) Kuzey İsrail’deki Zic Tıp Merkezi'nde tedavi gören Suriyeli askerlerle konuşan Avustralyalı Gazeteci Sharri Markson İsrailli güvenlik görevlileri tarafından gözaltına alındı. Hastane idaresi kendi güvenlikleri açısından hastaların kimliklerinin gizli tutulduğunu açıklamasına rağmen onlarla görüşen Sharri Markson’un telefon ve tüm kayıtlarına el koydular. Gazetecinin asıl tutuklanma nedeni ise tedavi gören yaralılar içinde DAEŞ militanları olduğunu, tedaviden sonra tekrar çatışmalara gönderildiklerini belirtmesiydi.
Asıl niyetlerini; saldırganlıklarını nefs-i müdafaa, kendilerini saldırganların kurbanı, dünyanın güvenliğini temin etmek için mücadele veren uluslar olarak göstermenin arkasında sakladılar.
Onların hesabı böyle ama acaba büyük plan nasıl?
Belgeselde bir zeplin faciası izlemiştim. Bağlantısından kurtulup aniden havalanan zeplini tutmak için yerdekiler iplerine asıldılar, onlar zeplini yerde tutamadı ama zeplin onları da yukarı çekti ve onunla birlikte havalandılar. İplerden asılıp çırpınarak göklere yükselen insanlar takatleri tükenince birer birer göklerden savruldular.
Hile, hurda, zulüm ve katliamları ile yükselen Batı’nın nasıl takatten kesilip yerlere savrulduğunu hep birlikte göreceğiz...
.
Rus’un mumu yatsıya kadar yanar
29 Kasım 2015 02:00
Anlaşılıyor ki Leningradlı Vladimir Putin, politikayı hâlâ Grigori Ras-Putin’in(*) hipnoz usulü ile yürütüyor. Türkiye’nin DAEŞ’ten petrol aldığı yalanlarını gerçek kılmaya hipnozu yetmez.
Bu yaz “Erzincan Üniversitesi Tarih Kulübü”nün düzenlediği “Tarihte Roman, Roman’da Tarih” konulu panele konuşmacı olarak katılmış “Sinema’da Tarih” konulu bir tebliğ sunmuştum.
Konu tarihten taşmış politik filmlere kadar uzanmıştı. Konuyu irdelerken Andre Wajda’nın “Katyn Katliamı” filmi ile tanıştım.
Film 1940 yılında işgalci Rusların eline esir düşen 12.000 Polonyalı subayın Katyn ormanlarında kafalarına tek kurşun sıkılarak katledilişini anlatıyor. Babası, öldürülen subaylar arasında yer alan ve filimde her kapı çalındığında “babam geldi…” diye kapıya koşan kız çocuğunun filmin yönetmeni Andre Wajda’yı temsil ettiği söyleniyor.
Film, hiç yaşanmamış gibi yıllarca gizlenen gizli tutulan bir katliamı ve tabiatıyla Rus yalancılığını ortaya döküyor.
Katyn Katliamı, Katolik Polonya ile Ortodoks Rusya’nın düşmanlığına dayanır. Polonya 1918 yılında bağımsızlığına kavuşunca Rusya’daki iç savaştan da istifade ederek toprak kazanma gayretine girişmiş Batı Belarus’u topraklarına katmıştı. Kızıl Ordu hem savaş yorgunluğu hem de Polonya’nın Batı’dan destek alması dolayısıyla yenik düşmüştü.
İkinci Dünya Savaşının başlaması ile Almanya batıdan, Ruslar doğudan Polonya’ya saldırdı. İki taraftan gelen bu saldırılara dayanamayan Polonya ordusu teslim olunca ülke Almanlar ve Ruslar arasında paylaşılır. Polonya’nın teslim oluşundan sonra Ruslar Polonyalı subayları esir kamplarında toplar. Dönemin NKVD şefi Lavrentiy Beria, Stalin’e gönderdiği bir raporda Polonyalı subayların potansiyel tehlike olduğu belirtilerek infaz edilmeleri gerektiğini yazar. Stalin bu tavsiyeyi kabul ederek infaz emrini verdi ve çoğunluğu subaylardan oluşan Polonyalı esirler; başta KATYN Ormanı'nda olmak üzere her birinin kafalarına enselerinden tek kurşun sıkılarak öldürülür.
Ancak Alman-Rus ittifakı kısa sürer. Almanya’nın Sovyetler Birliğine saldırması ile Almanlar 1943 yılında Katyn Ormanları'ndaki toplu mezara ulaşır. Katliam ortaya çıkınca Almanlar derhal propaganda ekiplerini, kameramanlarını, savaş muhabirlerini olaya tanıklık edebilecek herkesi Katyn Ormanı'na götürdü...
Fakat savaşta Almanlar yenilince, Polonya halkı içinde katliam dedikodularının yaygınlaşmasından rahatsız olan Ruslar, Polonya’da kukla bir hükümet kurarak katliamın suçunu Hitler ve Almanya’nın üzerine yıkarak sıyrılmaya çalışır.
Stalin ve ondan sonraki Sovyet Hükümetleri uzun yıllar boyunca yalanlarına devam ederek yaptıkları katliamı reddettiler. 1990 yılına gelindiğinde bu yalanı daha fazla taşıyamayan Mihail Gorbaçov katliam yaptıklarını kabul etti. Sovyetler Birliği dağılınca 1992 yılında Boris Yeltsin, Polonya devlet başkanı Lech Walesa’ya Stalin’in imzaladığı katliam emrinin orijinal belgelerini vermek zorunda kaldı.
"Katyn Katliamı" filmi, izleyen bir yazarın “Filmin sonunda üzerimize öylesine bir hava çöktü ki, konuşmakta zorlandık” dediği kadar etkili. Eğer sinirleriniz güçlü ise filmi izlemenizi tavsiye ederim; gerçi Türkmen Dağı’nda her gün benzerini yaşarken…
.....
(*) Grigori Ras-Putin (1869-1916); okuma yazma bilmeyen ama doğaüstü yeteneklere sahip olduğu iddia edilen bir Rus. 1907 yılında Çar’ın oğlu Aleksey hemofili hastalığına yakalanır doktorların çabalarına rağmen durdurulamaz. Sarayca tanınan Ras-Putin hipnotizma tekniğiyle çocuğun kanamalarını durdurur. Bu başarısı ile sarayda itibar kazanır, Çariçe Alexandra Fyodorovna aracılığıyla devlet işlerine karışır. Zamanla başarısızlıkların sebebi olarak görülür ve ortadan kaldırılması ile işlerin düzeleceğine inananlar sarayda verilen bir yemekte pastasına ve içkisine siyanür tozu katar. Zehirli pastaları yemesine rağmen ölmeyince kafasına kurşun sıkılarak buzlu bir nehre atılır..
.
Plevne yahut Bayırbucak
3 Aralık 2015 02:00
Önceki gün basında yer alan haberlerde Lazkiye kırsalı, Bayırbucak Bölgesinde savaşan Sultan Abdülhamid Tugayı Komutanı Ömer Abdullah’ın basında yer alan “Türkmen Dağı düştü” haberlerine tepki gösterip “Allah’ın izniyle mücahitler var olduğu sürece Türkmen Dağı düşmeyecek. Rus uçakları, füzeler, tank top ve havan atışlarıyla dayanılmaz bir bombardıman var ama biz Osmanlı torunlarıyız. Bizden bu toprakları son damla kanımıza kadar kimse alamaz” derken, dün DAEŞ’i bombalıyoruz yalanı altında Türkmenlerin üzerine bomba yağdıran, Rusya; bir kargo uçağı ile Halep’in Kuzey ucundaki Şeyh Maksud bölgesinde PYD güçlerine 5 ton hafif silahı paraşütle indirdi.
Ne Suriyeli mülteciler, ne sahile vuran çocuk cesetleri, ne Türkmenlere yapılan soykırım gibi bu haber de mahut medyada yer almadı çünkü onların derdi yaşanan katliamlar değil, Türkmenlere giden yardımların önlenmesidir.
MİT TIR’ları olayını hatırlayın.
19 Ocak 2014 günü Suriye’ye insani yardım götüren MİT TIR’ları, içinde silah var denilerek ihbar edilince Adana/Sirkeli mevkiinde durduruldu, MİT personeli yere yatırılıp kelepçelendi. Başbakanlık ve Adana valisi olaya müdahale edince 2 TIR polise teslim edilip üçüncüsü Seyhan karakoluna çekildi. Olay yerli ve yabancı basında geniş yer buldu. Suriyeli Türkmenlere yardım gönderilmesi dışarıdaki ve içerideki Türkiye düşmanlarını ayağa kaldırdı.
Suriyeli Türkmenlere yardımın engellenmesinin doğuracağı sonuçlar çok trajik olur ve Suriye sınırlarında kalmaz. Tarihte bunun benzeri içeriden ihanetler ve trajik sonuçları Rusların azmanlaşmasına yol açan Plevne savaşında yaşandı.
Harbin başında Osman Paşa Rusların Tuna Nehri'ni geçmeden dağlık bölgede yok edilmesinin mümkün olduğunu, Plevne Ovası’na ulaşırlarsa bunun mümkün olmayacağını Plevne Orduları Grup Kumandanı Mehmet Ali Paşa’ya defalarca iletir, fakat Mehmet Ali Paşa hiçbir cevap vermez ve Osman Paşa’yı yalnız bırakır.
Bu ihanet sebebiyle Ruslar Tuna Nehri'ni aşıp Plevne’ye ulaştılar.
Ayrıca, Gazi Osman Paşa, Plevne savaşının ilk gününde yardım istemişti, ancak Abdülaziz’e karşı yapılan darbede önemli rol oynadığı için müşir yapılan Süleyman Hüsnü Paşa da stratejik önemi çok büyük olan Şıpka Geçidini Ruslara kaptırmıştı. Bu yüzden de yardım ulaştırılamadı. Yardım gelmeyince Osmanlı ordusunun zahiresi bitti, hayvan yemi ve cephane sıkıntısı başladı. Yardım umudu kalmayınca Gazi Osman Paşa elindeki kuvvetlerle etrafını çeviren birinci ve ikinci muhasara hatlarını yardı fakat Sırp, Rumen ve Bulgarlardan da yardım alan üçüncü hatta takıldı. Plevne’yi aşan Ruslar Yeşilköy’e kadar geldiler. “Tuna Nehri akmam diyor” kitabının yazarı Rubert Fernaux, esir düşen yirmi dokuz binden fazla vatan evladının buzlu Sibirya bozkırlarında yok olmasını “insanın insana olan insafsızlığının kurbanı” olarak tanımlıyor.
Oysa gerçek onların affedilmez bir ihanetin kurbanı olduklarıdır.
Şayet Süleyman Paşa Şıpka Geçidi'nin önemini kavramış ve gerekli tahkimatı yapmış olsaydı, Rus Çarı “yetişin Türkler geliyor, Hıristiyanlık mahvoluyor…” diye bağırırken Plevne’ye yardım ulaştırsaydı Plevne’deki dört muharebeden üçünü kazanan Osman Paşa Rus kuvvetlerini yok edecek ve Balkan cephesinde her şey değişecekti.
Bugün de Suriye Türkmenlerine giden yardımları içeriden engellemek isteyenler aynı ihanet içindedir.
Türkmenlere yardım yapılması engellenerek ateş çemberi içindeki Türkmenlerin kolu kanadı kırılmak isteniyor. Oysa bölge bizim arka bahçemizdir ve orada yaşayanlar akrabalarımız olmakla beraber onları himaye etmek, Ankara Anlaşması'nın bize tanıdığı garantörlük hakkıdır.
Bütün oyun, Esat’ı himaye için Suriye’de bulunduğunu söyleyenlerin Esad’ın ipini çekerken Suriye’yi paylaştıklarında Türkmenleri dışarı atmak istemeleridir.
Oysa durum farklıdır ve Putin’i ikaz eden Rus stratejistin dediği gibi: “O hasta adam artık başka bir adamdır...”
.
Bir başarı hikâyesi de etrafı dağlık ortası bağlık Erzincan’dan
6 Aralık 2015 02:00
Oysa asıl eksiklik girişimcilik ruhudur.
İnsanlar hayatta bildiklerini yapmazlar, kendilerini nasıl görüyorlarsa o bağlamda hareket ederler.
Anadolu’da yatırım için ham madde, pazar ve insan kaynaklarının kıt olduğu fikrini boşa çıkaran Anadolu’nun ortasında, etrafı dağlık ortası bağlık Erzincan’dan ilham verici bir hikâyeyi sizinle paylaşmak istiyorum çünkü buna ihtiyacımız var. Sadece Erzincan’daki 70 bin dönüm ekilmeyen arazinin değerlendirilmesi için değil tüm değerlendirilmeyen toprakların kazandırılması, iş alanlarının açılması için de ilham ve cesaret veren bir yol haritası.
Sektörel olarak gıda üretimi her zaman bir numara ve önümüzdeki 2050 yılı dünyanın tüm ekilebilir arazisi ekilse bile dünyanın ciddi açlık tehlikesi ve bunun sonucunda kitlesel göçlere sahne olacağı gerçeği karşısında hepimizin buna ihtiyacı var.
Kurulu kapasitesi 80 bin ton olan “Tunay Gıda-Fruit Processing Industry” Erzincan organize sanayi bölgesinde %30’u organik sertifikalı olmak üzere meyve püresi ve konsantresi, meyve suyu konsantresi ve NFC (direkt sıkılmış ürün) üretiyor. Üretimlerinin yüzde 30’unu Türkiye global şirketlerine yüzde 70’ini ise ABD, AB ülkeleri Rusya, Japonya ve Asya ülkelerine pazarlıyor.
New York’tan sonra dört saatlik uçak yolculuğu ile ulaşılan Miami’ye Erzincan’dan ürün satan bu başarı hikâyesi hakkında Şirket CEO’su Tuncer Kırtıloğlu’nun paylaştığı bilgi içinde en dikkat çekici olanı bu mükemmel “Pazar ağı”nı nasıl kurduğudur.
Pazar araştırmasına fabrika kurulmadan beş yıl önce başladıklarını ve işe yurt dışındaki ticari ataşeliklerin ve bizdeki yabancı ülkelerin ticari ataşeliklerinin kapısını çalarak başladıklarını söyleyerek “Hedef kitlemin profili belli ama kim? Onlarla irtibat kurmak için üreteceğimiz ürünü pazara süren firmaların envanterini aramakla başladık” diyerek yol haritasını şöyle açıkladı:
“Ticari Ataşeliklerimize yazarak bulundukları ülkede aynı işi yapan firmalar hakkında bilgi istemekle başladık. Ama hayal kırıklığı yaşadık, gelen cevap sıfır ve sadece Köln’deki ataşe dikkat çekici bir cevap verdi. Diyordu ki: Gerçekten de sen Erzincan’da böyle bir fabrika mı kuracaksın? Önce sizi tebrik ediyorum, ancak bunun yolu bize sormak değil. Pazarlama araştırma firmalarını bulacaksın onlar senin adına araştırma yapacaklar...
Bu defa içeri döndük, İGEM’de yabancı ülkelerin masaları var, ihracatçılara hizmet veren; ama sonuç farklı değildi. Gıda araştırması yapan masaya gittim ancak Rusya masasında açık bir adres bulamadım.
Sonunda dünyayı dolaşan gemi kaptanı bir arkadaşımın yardımı ile ipin ucunu yakaladık. Kendisine gittiği her ülkeden gıda marketlerini gezmesini farklı meyve suları alarak boş kutularını bana göndermesini istedim. Kısa zamanda farklı ülkelerden, zengin bir ürün-firma bilgi bankası oluştu. Sonra Erzincan mahsulü zerdali toplatıp, donmuş olarak kurmayı düşündüğüm fabrikanın aynısı bulunan Almanya ve Avusturya’ya gönderip işlettim. Gelen cevap umut vericiydi:
Numunelerin asit ve diğer parametrik değerleri sanayiye uygundur...
Artık, bu ürünü işleyen fabrikayı kurabilirdik. Ama yurt içinde kimse fabrikasını gezmemize müsaade etmedi, biz de makine yapacak İtalyan firmasından referans olarak daha önce kurduğu fabrikaların listesini istedik ve yurt dışında kırka yakın fabrikayı gezdik. Bu ürünlerin pazarlarına, ihtisas fuarlarına katılıp sektörün ileri gelenlerini tanıdık. Bu operasyon fabrikayı kurmadan önce 5 yıl sürdü sonra Tunay Gıda kuruldu.
Bölge ekonomisine katkımız 50 milyon TL civarında. Satışlarımızın yüzde 70’ini dış piyasaya yapıyoruz ve ürünlerimizin ham maddesinin yüzde 99’unu iç piyasadan temin ediyoruz. Bu oran çoğu sektörde tam ters işler. Sürekli istihdam 80 kişidir ama dışarıdaki üretici ortaklarımız sayılan üretici köylü ailesi sayısı on binin üzerindedir...”
Jim Rhon “İnsanlar hayatta bildiklerini yapmazlar, kendilerini nasıl görüyorlarsa öyle hareket ederler” derken haklıydı. Anadolu’da insan ve toprak ilişkisini güçlendiren bu tecrübe, Miami’deki tüketiciye ulaşırken Erzincan’daki üreticiyi pay sahibi yapmak gibi mükemmel bir fikrin uygulamasıdır...
.
Medeniyet çatışmasının suçluları
10 Aralık 2015 02:00
Amerika’nın Utah bölgesinde yaşayan Normonlara ait bir kilise defterinde yazılı olan dikkat çekici bir dua var. Diyor ki; “Ya Rabbi... Osmanlının gücünü kuvvetini arttır ki, gelip bizi de kurtarsın. Bize din hürriyeti versin.
Can ve mal emniyetimizi sağlasın... Âmin”
Ukrayna’da yaşayan Normonlar, dindaşları olan Rusların baskılarına dayanamayıp böyle dua etmişler ve bu dualarını da âdetleri üzere kilise defterine yazmışlar. 1800’lü yıllarda Amerika’ya göç ederken bu defteri de beraberlerinde götürmüşler.
Bugün bu defter adı geçen sayfası açılmış olarak Amerika’nın Utah bölgesindeki bir Normon kilisesinde teşhir edilmektedir.
Osmanlı, her zaman Normonların bile zulmünden sığındıkları Rus yağmacılıklarının önündeki en büyük engel olmuştur. Rusların sadece maddi değeri olanları değil anıtları bile söküp götüren yağmacılar olduğunu vurgulayan sahte derviş İngiliz casusu topal Macar Yahudisi Wembry günlüğüne şunları yazıyor:
“Ruslar rejimleri ne olursa olsun Türk ana vatanını elde etmek için hatıra gelebilecek her hileye başvuracaklar. Şeklen sulhsever olacaklar, gerektiğinde idare tarzlarını en uygun şekilde zulüm ve baskı ile tatbik edecekler ve bu geniş kıtayı sömürmeye devam edeceklerdir. Dünyaya hâkim olma iddialarını ve ihtiraslarını başka türlü devam ettirmezler. Şunu bilmek lazım ki, Türkistan’ı baştan sona askerî istila altında bulundurmak çok güçtür. Bu kıtayı muhtelif yollardan fethetmek icap eder. Aralarında en önemlisi Türkleri manen ve ruhen çökertmek, onlardaki kendilerine güven duygusunu yıkmaktır...”
Bugün yaşananların özeti şudur. Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra merkez ülke olma gücünü ve yeteneğini kaybeden Rusya yeniden Ortodoks merkezli imparatorluk haritasını ihya etmek istiyor bunun için oyunu Türkiye üzerine kuruyor. Fakat Putin’i ikaz eden Rusya’nın çok ünlü bir araştırmacısı ve strateji uzmanı diyor ki: “1. Nikola Türkiye Avrupa’nın hasta adamı demişti. Uçak düştükten sonra ben şunu söylemek istiyorum, o hasta adam artık başka birisidir siz de onu biliyorsunuz!..”
O Türkiye bir asırdır bütün içeriden ihanetler ve dışarıdan saldırılara rağmen Fukuyama’nın "mükemmel nizam" diye ilan ettiği batı medeniyetine teslim olmadı.
Batı medeniyetinin yaşadığı krizi örtmek için ürettiği “yeni düşman İslam” hilekârlığına malzeme de olmadı. Böylece tarih yazanlar medeniyetler çatışmasının suçluları arasına koyamadıkları Türkiye’yi mağdurları arasına da koyamayacaklar.
Bir asırdır kendisini başka bir medeniyetin kuyruğu yapmak isteyen kendi içindeki elit taklitleri ile güçlü bir medeniyetin verasetinden asli payı alma mücadelesi veriyor.
1997’de Türkiye’deki konferansında Samuel Huntington’a bir dinleyici şunu sordu:
“Türkiye’nin İslam medeniyetinin merkezî lider ülke olabilme yeteneği var mı?” Yani Türkiye Osmanlı’nın vârisi olabilir mi? diyor.
Huntington itiraf etmek zorunda kaldı ve; “Şüphesiz İslam toplumu geçmişte bir çekirdek devlete sahipti ve bu açık bir şekilde Osmanlı imparatorluğuydu. Fakat hiçbir şey statik şekilde kalmaz. Sonra batı muazzam şekilde genişlemeye diğer medeniyetler üzerinde de yıkıcı etki göstermeye başladı. Ancak şuna inanıyorum ki, Batı dünyanın en güçlü medeniyeti olsa da artık gerilemektedir. Ve bir sesin azalarak kaybolması gibi dünya üzerindeki etkisini kaybedecektir. Eğer Doğu Asya’ya giderseniz geleceği nerede olduğunu size söyleyecekler” diye cevap verdi...
Asya medeniyetleri, ekonomik, askerî ve siyasal güç olarak genişliyor. Sesinin kesildiğini, güç dengelerinin değiştiğini fark eden Batı taarruzlarını artırıyor. Çünkü Türkiye’nin yamaladıkları gibi geri kalmış, fakir, üçüncü sınıf Tatar Cumhuriyeti olmadığını, kendilerinden üyelik dilenmek gibi hayal kırıklığı yaşatan ve aşağılayan rolü bıraktığını artık biliyorlar.
Gelecek teorisyenleri, Batıyla birlikte içerideki maşalarını da medeniyet çatışmasının suçluları arasında zikredecektir...
..
Yoksulluk ve sefalet bahane
13 Aralık 2015 02:00
Geçtiğimiz yıllarda teröre çözüm arayışları cümlesinden benzer iç çatışmaları yaşayan ülkelerin tecrübelerinden istifade için İngiltere IRA arasındaki ateşkesin ya da uzlaşma dedikleri “Hayırlı Cuma”nın tarafları bolca dinlenmişti. Uzlaşmanın baş mimarlarından olduğu bilinen İrlanda eski başbakanı Bertie Ahern’in tavsiyesi şuydu: “Barış istiyorsanız kendinizi karşıdakinin yerine koymalısınız. İnsanlar neden bir araca patlayıcı koyuyorlar, neden elde silah dolaşıyorlar, neden kendilerini feda ediyorlar? Bu sorulara onlar açısından bakıp cevap bulmalısınız. Onların kafalarının içine girmelisiniz...”
Bu bilinen bir şeydi ve meraklıları olayların en çok yaşandığı bölgelere girdiler, halkla, esnafla örgüte bulaşmış olanlarla görüştüler. Terörün gerekçesi olarak söyleyebildikleri, İşsizlik, hayat pahalılığı gibi şikâyetler ve ortak talep daha iyi yaşamak. Ancak burada öfkeyi arttıran başka bir unsur daha var. Devlete kızgın, AK Parti'ye öfkeli, barış süreci konusunda sinikler. 1990'ların hayaleti, anlatısı, travması bugünkü radikal görüşlerin en önemli mühimmatı. Yaptıkları melanetleri haklı göstermek için arkasına sığındıkları “ezeli ve ebedi” mağduriyetleriydi. Bu IRA militanlarının talepleri ile büyük benzerlik taşıyordu. Herkes de çözüm sürecinin olumlu sonuçlar vereceği umudu yeşerdi. “Hayırlı Cuma” görüşmelerinde terörist taraftan masaya oturan Gerry Adams da zaten bunları söylemişti: “Yoksulluk, kir, pas içinde debelenen Katolik bir ailenin oğluyum çünkü iş verilmiyor, Protestan milisler tarafından tehdit ediliyorum, neden? Katolik olduğumuz için…”
Bizde de bölge halkının eskiden kalma benzer ezeli mağduriyeti, terörü haklı kılmak için yeterli sebep olduğu böylece modellenerek kamuoyuna aktarıldı. Çözüm sürecinin temeli atılırken harç taşıyan "Akil İnsanlar"dan bölgeye gidip gelenler de benzer şeyler söylediler: “Bölgeyi tanımamışız...”
Böylece bölgedeki hayatın yaşanabilir kılınması adına bir yandan yasal düzenlemeler bir yandan kültürel, sosyal ve fiziki değişimler uygulamaya kondu ama sonuçta iktidarın hırpalanmasına rağmen yapılan bütün bu hamleler örgütün silahtan vazgeçmesine yetmedi.
Mağduriyetleri giderilen İrlandalı Katolikler Kilislerini inşa ederken bizdeki PKK’lılar cami yakmaya başladılar.
Hastane, ambulans, okul yakmakla yetinmediler, han, hamam, cami ve kültürel miras niteliğindeki yapılara da saldırılar başladı.
Son olarak Diyarbakır’ın Sur ilçesinde Osmanlı eseri Kurşunlu Camii'ne patlayıcı atarak yangın çıkardılar ve daha önce de kurşunlanan cami büyük zarar gördü.
PKK ısrarla, iş dünyasından haraç alarak, yol keserek, makine yakarak ve adam kaçırarak, göçe zorlayarak bir kanton-beylik kurmak istiyor. Kendi mahkemesi, kendi kolluk kuvveti, kendi öz yönetimi olsun istiyor.
Kürt sorununun çözümünde ipin ucu başladığı günden beri hükümetin değil olayın mağduru ve muhatabı durumundaki bölgedeki Kürtlerin elindeydi ve halen de öyledir.
Diyarbakır Büyük Camii'nin ulu orta üçbeş terörist tarafından kundaklanıp yakılması bu gerçeği bugün daha açık olarak ortaya çıkardı.
Yaşlı bir Kürt Ana’nın “Cami yanacağına evim yanaydı...” laneti bunları kuşatmalı.
"Bir şey seni rahatsız ediyor ve onu hayatından çıkarmak istiyorsan etrafını kuşat, duvarları ör. Kapalı bir dünyanın içinde kıvrılıp kalsınlar. Bir gün şartlar değişip duvarda gedik açılsa bile dönecekleri ne evleri, ne fikirleri kalmamalı. Kendilerini her şeye yabancı, uzak bir gezegende bulsunlar...” Etrafındaki duvarlar arasında sıkışıp kalan PKK’nın düşmesi gereken durum budur.
Ancak bunu yapacak olan cellâdının etrafını nefretle kuşatacak olan bizzat bölge halkıdır.
Kan ve enkazdan beslenen, işi camileri yakmaya kadar götüren, hiçbir sınır tanımayan bu terörün etrafı bizzat mağdurları tarafından kuşatılıp kurutulması tek yol görünüyor.
.
“Özyönetim” değil “Özyıkım” projeleri
17 Aralık 2015 02:00
Güneydoğuda, Sur, Cizre ve Silopi'de yaşananlar, “özyönetim” altında işlenen cinayetlerin, devletten çalmanın bir hak arama iddiası ile bir düzenin sistemleştirilmesine karşı verilen mücadeledir. Devlet Kobani benzeri senaryoları uygulamak isteyen silahlı gruplarca işgal edilmiş belde ve ilçelerde hükümranlık hakkını savunmaktadır. Sonunda hendek kazdıkları her ilçeyi bir “özyıkım” merkezi hâline getirdiler. Hayat alanı daralan, şerlerinden sığınacakları başka yerlere göç eden bölge halkına “terk etmeyeceksiniz, bir gün geri dönerseniz yüz bulamayabilirsiniz” diye de tehditler savuruyorlar.
Suriye’den taşan trajediye, insanların bölük pörçük sınırımıza yığılmasına henüz alışmamışken benzer görüntüleri içeride yaşamakla karşı karşıyayız. Bu durum, çözüm sürecinde Kürt coğrafyasında sürecin devamına halel gelmemesi için tanınan sınırsız toleransın muhataplarınca istismarı ile bölgede kamu düzeninin iflası sonucudur. Bu aşındırılmış iyi niyet tabanda hak ettiği karşılığı almamakla birlikte, işledikleri melanetlere karşılık bir af gibi algılayan dağdaki eşkıyaya şehirlere sızma cesareti verdi. Kobani saldırıları süresince Suriye’ye taşınan militanların DAEŞ’in Kobani’den çekilmesinin ardından bölgedeki ilçelere geri döndüğü haberleri söyleniyor.
Dağdaki pisliği şehirlere süpürdüler.
Mücadele güçleri, şehirlerde kalabalıklar içine karışan teröristleri sivil halktan ayırmak gibi bir müşkülatın içine düştü. Dağı ıslah etmek mücadelesi verilirken şehirlerde kamu düzenini sağlamak öncelikti. Bu durum, terör örgütünün kendine şehirlerde alan bulmasına çoğu yerel yönetimlerden aldığı insan ve araç desteği ile hendek seferberliği başlattı. Hendek savaşları ile hayatı zorlaşan bölge halkı şimdi pılısını pırtısını toplayıp göç ediyor. Belki bu ilçeler bir süre sonra büyük ölçüde tahliye edilerek devlet ile teröristler arasında bir çatışma alanından ibaret kalacak. Fark sadece kaya dipleri, mağara kovukları, bodur çalılar arasındaki savaş sokak aralarına inmiş olacak. Nihai sonuç tartışmasız biçimde Kürt halkının bölgeden göç etmesinden çok daha önce yolunu yapması, çöpünü toplaması gereken yerel idarelerinin araçları eşkıyanın emrine hendek kazması için verirken hesaplaşması ve sesini çıkarmasıydı.
Devlet de her ay İller Bankasından milyarları hortumlayan bu yerel yönetimlerle hesaplaşmalıdır.
Bu da, beldesini korumak için halkın taraf olması ile mümkündür. Göç, en azından bölge halkını ahlak ve sınır tanımayan, yol kesen, adam kaçıran okul yakan bir örgüte zoraki malzeme ve siper olmaktan kurtaracaktır. Göç belli bir süre mağdurlarının hayatını zorlaştırır ancak örgütle mücadele eden güvenlik güçlerine hareket kolaylığı sağlar ve şartlar eşitlenir. AK Parti Diyarbakır İl Başkanı Muhammed Akar verdiği bir mülakatta “İnsan hendeklere ve bu çatışmalara hayır demez mi? Belediyeler, Kültür Bakanlığı, STK’lar ve halk, herkesin yapacağı bir şeyler olmalı. Bir an Ayasofya, Sultanahmet Camii ya da Bursa Ulucami’nin altına tünel kazılıp patlayıcı konulduğunu düşünün. Bu kadar duyarsız kalır mıydık?" diyor.
Bu mesaj Sayın Başbakan’ın “Bu terör örgütüne karşı seslerinizi yükseltin, günlük hayata bir an önce geçilebilmesi için güvenlik birimlerimizle iş birliği hâlinde birlikte kendi şehrinizi, sokaklarınızı, mahallelerinizi koruyun" beyanı ile kendisine muhatap arıyor. Buna mukabil halk en önemli desteği göç ederek güvenlik güçleri ile örgüt arasından çekilip, örgütü yalnızlaştırıp kendi arkasına sığınmasının yollarını keserek veriyor.
Geçen yazımda söylediğim yerdeyim: “Seni rahatsız eden bir şeyi hayatından çıkarmak istiyorsan onu yalnızlaştır, etrafını kuşat, duvarlarını ör kapalı bir alanda yalnızlıktan kıvrılıp kalsın. Duvarda gedik açıldığında ne evleri ne fikirleri kalmamalı. Kendilerini her şeye yabancı, uzak bir gezegende bulsunlar.
.
Son saldırı Alâeddin’e!
20 Aralık 2015 02:00
Müslüman ülkelerin sadece yer altı zenginlikleri değil insanları ve tüm insani değerleri aç gözlü ve ihtiraslı batının saldırıları altında yağmalanıyor, Müslüman dünyası rehin alınmış zavallılar hâline geliyor. İslam dünyasının sadece havasını suyunu kirletip berbat etmiyorlar ruhlarına giriyorlar. Kitlesel olarak insanları öldürmek de artık onları tatmin etmiyor, hayal kahramanlarına bile tecavüz ediyorlar.
Müslümanların üzerine ateş yağarken, kundak çocuklarının cesetleri sahile vururken, evlerinin çatıları varil bombaları ile başlarına geçerken merhametleri yerine öfkeleri kabarıyor. Uyduruk güvenlik korkuları yüzünden yamyamlaşıyorlar.
Son olarak nefretleri ünlü masal kahramanı Alâeddin’in evini bombalamaya kadar tırmandı. ABD’de kamuoyu araştırma şirketi Public Policy Polling’in son numarası geçtiğimiz yıl gazetelerde mizah konusu olan şizofren bir vatandaşın rüyada kendisine dayak atan akrabasını sokak ortasından kurşunlamasını hatırlattı.
Araştırma şirketi Public Policy Polling vatandaşlara sormuş:
“Abragah-Binbir Gece Masallarından Alâeddin’in Lambası’nda konu edilen hayali bir krallık-ulusal güvenliği tehdit ettiği gerekçesiyle bombalanmalı mı?”
Müslümanlar ABD’ye alınmasın diyerek tepki toplatan Başkan adayı Donald Trump’ın partisi Cumhuriyetçiler'i destekleyenlerin yüzde 30’u “evet” demiş.
Bir çizgi roman kahramanını bile düşman görmek nasıl bir kafadır?
Bunu bir fantezi olarak görmek büyük bir hatadır. İnsan psikolojisi her propagandaya açıktır. Bunun için ABD başta olmak üzere devletler ve hükümetler medya üzerinden gerçekleri maniple ederek toplumu yönlendirirler. Savaş sanatları ustası Sun Tsu “Maharet yüz savaşın yüzünü de kazanmak değil, asıl maharet düşmanla hiç savaşmadan onu rehin almaktır” diyor.
Afrika, Orta Doğu ve tüm İslam coğrafyasında yoksulluk, sefalet, açlık sürgün ve katliamları normalleştirmek için sinema, sosyal medya, yazılı ve görsel basını senelerdir kullananlar en acımasız ölümleri günlük hayatın sıradan bir olayı hâline getirdiler.
Aldous L.Huxley’in dediği gibi iki nesile varmadan esareti ve ölümü sevdiren bir sistemi zihinlere yerleştirdiler. Müslüman ülkeler ve toplumları esaretlerinden uğradıkları zulümlerden, yoksulluk ve sefaletten acı duymayan toplama kamplarına dönüştürdüler. Maruz kaldıkları acımasız propaganda uyuşturucu gibi kullanılarak yıkanan beyinler ile insanlar uyuşturulup arzularından arındırıldı.
Bunları yaparak insanlığımızın, merhametimizin sinir uçlarını yaktılar.
Kundak çocuklarının sahile vuran cesetlerini duvar diplerindeki başsız gövdeleri, leş yiyici akbabalara yem olmamak için direnen yoksul Afrikalıyı, daha az tiksinti verici, nefret uyarıcı uyku kaçırıcı görmeye başladık.
Karikatür krizleri ile başlayıp Alâeddin’in evinin bombalanmasına kadar uzanan Müslümanları itibarsızlaştırma, aşağılama saldırıları karşısında sığınak ve korunak Batı’nın merhameti asla olamaz.
Çünkü Batı’nın merhameti, zulmünden daha acımasızdır.
Çıkış yolu Müslümanların tarihine ve hafızasına sığınmakta
.
Meclisteki hendekler!..
24 Aralık 2015 02:00
CHP Milletvekili Eren Erdem’in sosyal medyada büyük tepki toplayan “Eğer İran-Türkiye karşı karşıya gelirse, Türkiye’ye karşı İran safında olurum” hezeyanının tepkisi devam ederken peşine Rus Devlet Televizyonuna verdiği röportajda Guta Katliamında kullanılan Sarin gazının Türkiye’den gittiğini iddia ederek ülkesi hakkında Türkiye düşmanlarında hayranlık uyandıran iftirası CHP hariç her tarafı karıştırdı.
Röportaj sonrası sosyal medya üzerinden Erdem’e “vatan haini” diyen on binler CHP yönetimine de çağrıda bulununca gözler bu hainlik karşısında CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ne yapacağına çevrildi.
Ve Kılıçdaroğlu’ndan beklenen cevap geldi: "Başarısızlıklarının altında bunaldığı için kendisine çıkış arayan hükümet arkadaşımıza acımasızca saldırıyor. Milletvekilimizi kimseye yedirmeyiz.”
Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş!
İnsan normlarına ve değerlerine sırt çevirirse kendi hendeğini böyle kazar, kendi geleceği ile birlikte CHP’yi de hendeğe iter.
Akla gelmez sanılan işler başımıza geliyor.
Bu son yaşananlar altı, üstü ve tüm dengesini kaybetmiş CHP’yi, Michel Foucault’un “Epistemik çöküş” dediği bir olguyla karşı karşıya getirdi. Olması hayal bile edilemeyen olaylar sıradan hayatın parçası haline geldi. “Baba katili ile baban bir safta” hayıflanması bile arkada kaldı.
Suruç’ta, Silopi'de yaşanan insanlık dışı suçları, kandırılmış, uyuşturucu müptelası gözünü para hırsı bürümüş, yaptıkları ile gurur duyan sapık psikopat canilere mahsus olaylar olarak görsek bile aynı sapkınlığı meclis çatısı altında işleyenleri nasıl tarif edeceğiz?
Parlamentosunda temsil ettiği ülkeye karşı safta yer alırım diyen bir sapkınlığı “vekilimi yedirmem” diyerek hangi cinnetle örtebilirler?
Eric Fromm toplumlarda görülen bu tür vakaların hepsini; insanın tatminsizliği ve sadist duygularının aracı olarak gören bir algının sonucu olduğunu söylüyor. Bu algı sahipleri, insanlara çektirdikleri acıları, taşlaşmış bir vicdanın ürettiği umursamazlık içinde doğal görmektedirler. Daha da tehlikelisi toplumda bu tür ihanetlerin giderek daha az rahatsız edici, tiksinti verici ve nefret uyandırıcı olarak görülmeye başlamasıdır. CHP genel başkanı; vekilinin akıl sağlığını sorgulamak yerine “ne olmuş ki” kabilinden takındığı tavır ile hendek kazma işini meclise taşımış oldu.
Bu nedenle, sapkın davranışlı bireyler üreten toplumsal ortamları siyaset merkezli olanlar dâhil tartışmak gerekiyor. Zira hasta insanlar her şeyden daha çok hastalıklı toplumların ürünüdür.
Bu demokrasimiz adına ciddi bir tehdit ve travmadır.
Toplumları değer yargıları ayakta tutar. Eskiden bu toprağın insanlarıyla hiçbir kültürel bağı olmayan mutlu bir azınlık aparttığı paralarla saltanat sürerdi. Basın, sahne ve sinemayı kullanarak ürettikleri sapkın tiplerle Türk milletinin geleceği ile oynarlardı. Şimdi aynı suç meclis çatısı altında milletvekili dokunulmazlığı altında işleniyor.
Türkiye, düşmanları ile karşı karşıya geldiğinde karşı safta yer tutanlar ve bunların arkasında duranlar cinnet ile ihanet arasında bir tercih yapmalılar
.
Anadolu Zelzelesi ve bir insanlık dersi
27 Aralık 2015 02:00
Zor zamanlar, insanların ne mal olduklarını anlamak için bize fırsat verir. Herkes karakterini ortaya kor. Mert mertliğini namert namertliğini gösterir. 1939 yılı Anadolu Zelzelesinin çok bilindik acı kayıplarının arkasında böyle bir hikâye saklıdır.
26-27 Aralık 1939 tarihinde Erzincan merkezli çok şiddetli bir zelzele olur. 7,9 Rihter ölçeğine göre büyüklüğü 7,2 olan Amasya’ya kadar uzanan deprem sonucunda toplam 32.962 kişi hayatını kaybetmiş, yaklaşık 100.000 kişi de yaralanmıştır. Oluşan deprem neticesinde yıkılan bina sayısı 116.720’dir.
Meclis'te okunan kara haber şöyleydi.
"Gece saat 2 sıralarında Erzincan’da çok şiddetli bir zelzele oldu. Bu zelzelede Hükümet Konağı, Ordu Müfettişliği, Orduevi, Postane ve şehrin en sağlam binaları dâhil olmak üzere bütün evleri ve dükkânları yıkılmıştır. Şehir baştanbaşa enkaz yığını halindedir. Kendilerini kurtarabilenler sokaklara dökülmüşlerdir. Şimdiden birçok ölü ve yaralı tespit edilmiştir, birçok nüfus enkaz altındadır...”
Başbakan Refik Saydam felaketin büyük olduğunu belirterek yardım istiyor. Kızılay bir tren yardım malzemesi yüklüyor ama Kemah-Erzincan arasında demiryolu hattı heyelan ve köprülerdeki çatlaklar yüzünden kapanmış, trenler bekletildiğinden yardım Erzincan’a birkaç gün sonra ulaşacaktır. Yardımın Erzincan’a ulaşması için kopan yol uçları bağlanmaya çalışılıyor. Gıda ve yiyecek yardımının yanı sıra yardım için koşan insanlar yolun açılıp trenlerin yol almasını beklerken 14 kilometre ötede bir trajedi yaşanmaktadır.
Can pazarı yaşanan şehirde ise bütün sokaklar enkaz halinde ve temizlenemiyor ve enkaz altındaki yaralılara ulaşılamıyor. Çarşı tamamen yıkılmış ve yanmış, şehirde yiyecek, içecek ve barınak yoktur.
Enkaz altındakilere enkazdan çıkanlar çıplak elle yardıma çalışıyor. Yardıma ilk koşan askerî birlikler ve hapishane mahkûmlarıdır.
Deprem cezaevinin duvarlarını yıkmış, açık hale gelen cezaevinden şaşkın bekleyen ve kaçmayan mahkûmları bir araya toplayan Savcı İzzet Akçal, “Kurtarma çalışmalarında görev almak için sizi serbest bırakıyorum. Yakın köylerde ailesi olan varsa görsün gelsin, ama şartım kimse kaçmayacak. Canla başla çalışacak ve işiniz bitince cezaevine döneceksiniz” der.
Mahkûmlar günler ve geceler boyu şiddetli soğuk ve buza aldırmadan enkaz altından hayat kurtarmaya çalışır. Attıkları her adımda ya bir kola ya bir bacağa ya da cansız bir başa rastladılar. Basmamak için adım atacak yer bulamadılar. Toz ve topraktan yüzleri belirsiz, soğuktan titreyen şuursuz vaziyette yaklaşık bin kişinin hayatını kurtarır ve tek bir mahkûm bile kaçmaz.
Askerlerle birlikte enkaz altından çıkarılan ölülerin defni mümkün olmadığından kadın, erkek, çocuk yarı çıplak vaziyette kısmen parçalanmış yüzlerce cesede aç köpekler saldırmaya başlar. Saldırılara karşı başlarına konan silahlı nöbetçilere rağmen saldırılar durmadı.
Bunun üzerine Terzibaba yolu üzerinde daha önce mezarlık iken şehir parkına çevrilen AK Mezarlıkta 40x40 metre kutrunda büyük bir çukur kazıldı. İçi taş duvarlarla sağlama alındı ve cesetlerin kimlik tespiti mümkün olduğunca yapılıp plakalar halinde boyunlarına bağlanarak topluca buraya defnedildiler...
Bir zaman sonra, kurtarma ve yardım çalışmalarına katılan mahkûmlar 1940 yılında çıkarılan özel bir kanunla affedilip evlerine döndüler.
Bugün dışarıda gezen çoğu insan o günkü içeride yatan mahkûmlardan ders almaya muhtaçtır, çünkü günümüzde "fay hatları" ve "çatlaklar" ruhlarda!..
.
Kendini arayan gençlik
31 Aralık 2015 02:00
Seyyid Ahmet Arvasi’nin “Kendini arayan insan” kitabı ile üniversitedeki öğrencilik yıllarımızda tanıştık. Kitap öğrenciler arasında olağanüstü ilgi görmüş ve bir akım başlatmıştı. Kendisinin Balıkesir’de öğretmenlik yaptığını öğrenince fikir ve düşüncenin yerlerde süründüğü bir zamanda kış kıyamet aldırmadan gençlere uzanan bu eli öpmek için Balıkesir’e uzandım. Ne gariptir ki kısa bir süre önce Bursa’ya tayinle gitmiş; durmadım Bursa’ya geçip ilk defa geldiğim bu şehirde sora soruştura Çekirge’deki iki katlı ahşap evini ve kendisini buldum. Buğday benizli, uzun boylu bu ahlak ve fikir zengini insan ileriki yıllarda yaşanacak büyük fikri fırtınalarda sığınılacak bir limandı.
Bunu şunun için paylaşıyorum; eğer bir işe imza atmak istiyorsanız hayallerinizi üzerine kurduğunuz kişilere bir bakın. O hayallere ulaşmanızın tek yolu sizi o seviyeye itecek ve standardınızı yükseltecek insanlarla beraber olmaktır. İlişkilerimize bakıp kendimize sormalıyız. Bu ilişki bana ne katıyor. Zihinsel, duygusal ve ruhsal olarak olgunlaşıyor muyum, benim sınırlarımı zorlayabiliyor mu, kendi itibarımı yükseltebiliyor muyum?
Kendi büyüklüğünüzü geliştirmenin bir parçası da siz koşarken sizin önünüzde koşan ve sizin daha hızlı koşmak istemenizi sağlayacak birileri ile beraber olmaktır. Sizin sınırlarınızı zorlar ve sonraki seviyeye yetişmenizi sağlarlar.
Seminerlerimde gençlere hep bunu paylaşıyorum ama her defasında üzerimden silindir geçiyor.
Önceki gün bir seminerde genç dinleyicilere sordum:
“Hayallerinize ulaşmanız mümkün ama siz bu yolda ilerlerken bu işe sokmaya çalıştığınız insanlar yani 'rol modelleriniz' konusunda seçici olmalısınız. Bana örnek aldığınız bir kahraman söyleyin, o sizin ayak izlerine basıp takip edeceğiniz, mutlu ve başarılı bir gelecek inşa etmenizde 'rol modeliniz' olsun...”
Şaşkın bakışlar arasında bir el kalktı ve “Gandalf” dedi.
Gençlik esen materyalist rüzgârların önünde oradan oraya sürükleniyor. Her türlü araç kullanılarak her şeyin içi boşaltılıp, dini kutsallardan boşalan ruhlar din dışı kutsallıklarla besleniyor.
J.R.R Tolkien’in fantastik filmi “Yüzüklerin Efendisi” filmindeki en önemli karakter, Gandalf adlı büyük bir pelerin, sivri uçlu şapka giymiş elinde bir asa taşıyan sakallı yaşlı büyücüdür. Gölge yele adlı atıyla Büyücü Gandalf kötülerle savaşta iyilere yardım etmektedir.
Ne büyük talihsizlik, gaflet ve kederdir ki insanların doğruyu öğrenip yapmaları için onlara rehberlik eden Ubeydullah-i Ahrar (Semerkand 1403-1490) gibi İslam âlimlerini tanıyamadan, Gandalf gibi hayali büyücüleri tanımak!
Mevlâna Safi’nin kaleme aldığı “Reşehat” kitabında diyor ki; “Ubeydullah-i Ahrar hazretleri atını hazırlatıp süratle Semerkand’dan çıktı. Talebelerinden bir kısmı da onu takip ettiler. Daha sonra geri döndüğünde nereye ve niçin gittiğini sordular.
“Türk Sultanı, Muhammed Fatih Han İstanbul’u Fetih için kâfirlerle muharebe ediyordu. Ona yardım etmeye gittim” buyurdu.
Önce genç beyinleri sonra hayatları tarumar oluyor. Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, fuhuş ve şiddet zincirini koparmış. Kendi çocuklarımız ellerimizden kayıp gidiyor “büyüttüm besledim yel aldı gitti…” diye şikâyet edenler kendi çocukları için arabalarının modeli kadar endişe taşımıyor. Ne zamanlarından ne paralarından çocuklarının geleceği için bir pay ayırmıyorlar.
Eğitimcilerin gençlerle paylaşmak istediği tecrübelerin asıl muhatabının anne, babalar ve büyükler olduğuna inanıyorum çünkü balık baştan kokar.
Toprakların işgalinden endişe duyanlar çocuklarının zihinlerinin işgali karşısında suskun duruyorlar. Bu ihmalkârlık bu vurdumduymazlık bu adam sendecilik bu dövize endeksli hayatların düşünce ve ruh dünyamıza verdiği tahribat, sömürgeci saldırganlardan çok daha ileridedir...
.
Osman Hamdi Bey’in kaplumbağaları
3 Ocak 2016 02:00
Bir trafik kazasında eşini kaybeden adam, gözünü bir hastanede açar; ancak hayatı yıkımın eşiğindedir. Beynine monte edilen Ölümcül bir mikroçip aracılığıyla yakından izlenen, hiç hatırlamadığı bir geçmişten çeşitli hatıralar taşıyan farklı bir insandır. Hafızası silinmiş, farklı bir geçmiş hafızasına yüklenmiştir.
Kendisine yapılanları fark ettiğinde hayatı, kendisine zorla kabul ettirileni silmek, unutturulan geçmişini, hatıralarını aramakla, bu "lanet"i kendisine yükleyenleri aramakla geçecektir.
“Yüksek gerilim” filminde (hardwired) Osmanlı’dan Cumhuriyet’e küçük bir mutlu azınlık değer yargılarımızı tahrip ederek Türk milletinin geleceği ile böyle oynamaktadır.
İnsanları yönetmek, İmparatorluk kurmak isteyenler için toplumun her ferdinin kafasına mikroçip monte etmek gerekmiyor bu pahalı bir yol üstelik çabuk fark edilir. Gerçeği topluma söylemeden, istedikleri şeyleri kurnazca ve mağdurun rızasıyla dayatmanın daha kolay bilindik bir yolu var, propaganda merkezlerine birer “kaplumbağa terbiyecisi” yerleştirmek.
Osmanlı Türkiyesi'nin yetiştirdiği “doğulu oryantalist” olarak tanımlanan Osman Hamdi Bey’in açık artırma ile Pera Müzesi için beş trilyon liraya satın alınan başımıza gelenleri anlatan meşhur, “kaplumbağa terbiyecisi” tablosu meselenin özetidir.
Osman Hamdi, bir zamanlar Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olan “Sanayii Nefise Mektebi”nin kurucusu ve 25 yıl müdürlüğünü yapan kişidir. Osman Hamdi’nin babası, aslen Sakız Adalı Rum bir ailenin çocuğu olan, “Deli Corci” lakaplı devşirme İbrahim Ethem Paşadır. Avrupa'ya ilk tahsile gönderilenlerden, ilk maden mühendisi hariciye, ticaret bakanlığı, valilik, Berlin ve Viyana elçiliği, Encümeni Daniş üyeliği yapmış, Sultan Abdülmecit’in Fransızca öğretmenidir.
Osman Hamdi Bey tablosunda öğrencilerini (milleti) hızları ve bir şeyi geç öğrenmeleri açısından küçümsediği kaplumbağalar olarak görüyor. Kendisi de elinde ney, sırtında dilenci çanağı keşkül boynunda altılı topuz olan şeşper olan terbiyeci.
Şimdi siyasette, ekonomide günlük hayatımıza bakın. Aklımıza gelmeyenler başımıza geliyor.
Evleri, yolları, hastaneleri, okullarını ihtiyaç duyduğumuz her şeyi yenilerken her gün aile içi şiddet, gasp, cinayet ve terör cinsi akıl oynatan olaylarla yıkılıyoruz.
Aynı hayatı paylaştığımız bu insanlar nasıl olup da bir canavar hâline dönüşmektedir.
Yatağa mahkûm yaşayan bedensel engelli iki kardeşin akülü arabalarını çalıp pazarda satmışlar. Cinnet geçiren inşaat işçisi, eşi ve 3 çocuğunu bıçak ve keserle öldürdükten sonra, 7 yaşındaki oğlunu kucağına alıp 11’inci kattan atlamış, yüzleri maskeli eşkıya, tarihî camiyi kundaklamış…
Bu insanlar analarından canavar olarak mı doğuyor?
Hemen her gün şahit olduğumuz bu ve benzeri cinayetler, adi suçtan çeteleşmeye uzanan eşkıyalıklar meclis çatısı altında ayrı devlet kurma taleplerinin dillendirilmesi, ruhi ve bedeni sağlığımız hakkında endişeye sebep oluyor.
Terbiyeciler geleceğimizle, geçmişimizle ilgili çok fazla düşünmemizi istemiyorlar. İnsanların zihnini ve tüm dünyası, eğlenceyle, medyayla televizyon programlarıyla, lunaparklarla, uyuşturucuyla, alkolle dolu hâle geliyor. Terbiyeciden gördükleri haricinde bir şey bilmeyen yavaş yürüyen geç öğrenen bir toplum kurgulanıyor.
Terbiyeciler ne derse onu yapıyor, onun gösterdiği gibi giyiniyor, onun gösterdiklerini yiyor, onun istediği gibi düşünüyor.
Bütün bu şerefsiz ve haysiyetsiz yıkıma karşı durabilmek için kaplumbağa terbiyecisine değil şerefli bir aydın tavrına ihtiyacımız var.
.
Çocuk Eğitimine Dair Ferman…
7 Ocak 2016 02:00
Bir grup turist ilginç bir köye gitmiş. Eski ve taş yapı binaları, doğal güzelliği ile köy onları büyülemiş. Duvar dibinde oturan yaşlı bir adam görmüşler, “buralı mısın?” diye sormuşlar “hayatım burada geçti” demiş. “Köye bayıldık, sana bir sorumuz var" demişler. “Bu köyde hiç büyük bir adam doğdu mu?” Yaşlı adam “hayır” demiş.
“Hayır, sadece bebekler doğdu…”
Hiçbir köyde büyük bir adam dünyaya gelmez. Hiçbir anne dünyaya bir doktor, mühendis veya avukat getirmez. Ama hiçbir anne dünyaya bir alkolik, uyuşturucu bağımlısı veya kumarbaz da getirmez. Allahü teâlâ dünyanın her yerinde yeni doğan her çocuğun kalbini temiz olarak yaratmaktadır. Bunları sonradan ana ve babaları, arkadaşlar yani çevreleri karartmakta, kendileri gibi yapmaktadır.
Her ailenin çocuğunu derinden sevdiğine, onlar için en iyi şeyleri istediklerine inanırım. Buna rağmen çok sayıda aile, çocuklarının arzu ettikleri rotadan çıktığını söyleyerek yardım istemekte ve ciddi sıkıntı yaşamaktadır.
Büyüme ortamları büyük adam yetiştirdiği gibi yetenekleri harcayan, gelecekleri karartan yerler de olabilir. Büyüme ortamı heyecanlı büyüdüğümüz yerdir. Ama terör başta olmak üzere veba gibi yayılan kötü alışkanlıklar yüzünden bir sürü çocuk uyanamıyor bile ya da gözlerini hendekte açıyor. Çocukların geleceklerinin şekillendiği yer olması gereken köy, kasaba ve şehirler düşman kazandıkları mekânlara dönüşmüş.
40 yıldır mücadele ettiğimiz terör aynı zamanda bir çocuk sorunu hâline geldi. 1994 yılından beri polisin önüne gösterici diye sürülenler, dağda terörist olarak yetiştirilenler, duvar dibinde molotofkokteyli hazırlayan çocuklar.
Çocukların eğitim alması durumunda kendisine eleman bulamayacağını bilen PKK, eğitim yuvalarını hedef aldı, bölgedeki okulları ateşe verdi ve çocukları okulsuz bırakarak para karşılığında molotofkokteyli hazırlatıp hendek kazdırarak onları şiddetin bir parçası hâline getirdi. Çocuğunu örgüte göndermeyen aileler ise tehdit edilip, cezalandırıldı.
Çocuklarını örgüte kaptırmak istemeyen aileler çocuklarını hendeklere kurban vermemek için yollara düşüyor. Halka bu büyük acıları yaşatanlar şimdi şiddete boğdurdukları çocuklar üzerinden siyasi istismar alanı arıyorlar.
Dünkü yanlışlar bugünkü acıları beslediği gibi dünkü doğrular da bugünün inşasına malzeme olabilir. Bunun en güzel örneği, Sultan II. Mahmud Hanın, ülkenin her tarafına gönderdiği bir fermanda saklı. Bu fermanda şöyle deniyor:
“Dinî vecibeleri öğretmek ve seçeceği mesleğin bilgilerine sahip kılmak babaların çocuklarına karşı ilk vazifesidir. Ne yazık ki, bir zamandan beri birçok ana ve baba bunu unutarak, çocuklarını daha beş-altı yaşında kazanç hırsı ile sanat sahiplerinin yanına çırak olarak veriyorlar veya başıboş bırakıyorlar.
Çocukluk çağında cahil kalanlar ise, bulûğ çağlarında hem kendileri için, hem de memleket için dert oluyorlar. Bu, iki dünyada cezayı gerektiren bir ihmaldir.
Sizlere emrediyorum ki, bu ferman elinize değdiği anda, bölgenizde 6 yaşını bitirmiş ne kadar çocuk varsa bunları tespit ediniz!
Mevcut mahalle mektepleri yetmiyorsa bina ve hoca bularak mektepsiz çocuk bırakmayınız!
Mektep çağında olduğu hâlde bu çocukları yanlarına alıp çalıştıranların şiddetle cezalandırılacaklarını ilân ediniz!
Anasız ve babasız olanlarla, okumaya gücü yetmeyenlerin tahsilini devletin temin edeceğini ilân ediniz!..”
.
Ekrandaki kan ve ihanetin sıradanlaşması
10 Ocak 2016 02:00
Terörün dağ, şehir, hendek ve meclis dışında bir de medya ayağı var.
Öyle gizli değil, kalem ve yaka mikrofonları ile öncesiyle sonrasıyla her gün gazetelerde, her akşam televizyonlarda, boy gösterip ekrana ve manşetlere kan bulaştırmaya, terörü ve teröristi açıkça destekleyip meşrulaştırmak, kamuoyu desteği oluşturmak için çırpınıyorlar.
Önceki gün “sözde öğretmen olarak 'Beyaz Show'a telefonla katılan kadın Güneydoğu’daki operasyonları eleştirip PKK propagandası yapmıştı. Polis çocuğu olan sunucu Beyaz ise şaşkınlık yaşayan stüdyodaki katılımcılardan kadına alkışla destek toplamış...”
Olayı fırsat bilen bir haber kanalı da kadını “Türkiye’yi duygulandıran öğretmen” olarak hemen etiketleyivermişti...
12 Eylül 1980 darbesi öncesi meydana gelen terör olaylarında bazı medya grupları halkı kışkırtmak ve karşı karşıya getirmek için çoğunlukla aynı yolu kullanmış; gündem belirleme kanaat ve kamuoyu oluşturma, siyasallaştırma gibi görevleri bulunan medya, askerî darbeleri ve vesayet iktidarlarının meşruiyetlerini sağlama aracı olmuştu...
Bugün, terörü meşrulaştıran, işledikleri cinayetleri görmezden gelerek yol kesen teröristleri masum hak savunucuları olarak gösteren haberler ve köşe yazıları, TV programlarından ucuz komedi programlarına kadar sıçradı.
Yol kesen teröristleri şirin göstermek için ellerinden geleni yapmaktalar.
Patronları nezdinde konumunu güçlendirmekten başka dertleri olmayanlar, şehir eşkıyalığına mazeret üretenlerin eline kan bulaştı. Alçakça cinayetlere mazeret üretenler okul yakmaktan, ambulans tahrip etmekten, hastaneleri basmaktan daha ne alçakça cinayetleri işleyenleri “pak ve temiz” çocuklar olarak tanımlayan biri, elinden önce vicdanını ve aklını pazara çıkarmış olmalı! Patronlarının gözüne girmek için kendisine verilen işi en iyi şekilde yapmayı düşünüyor ve bunu meşru görüyorlar.
Büyük kötülüklerini küçük menfaatlerin uğruna yapıyorlar.
Toplum tarafından daha önce de benzer örnekleri yaşanan bu ihanetlerin nasıl böylesine fütursuzca işlendiği, Alman felsefecinin “kötülüğün sıradanlığı” kavramı ile izah edilebilir. Patronlarının talimatlarını uyguladıklarını söyleyecek olan bu sahne sanatçılar da düşünce dünyamıza yeni bir kavram sokuşturdular: “İhanetin sıradanlaşması!..”
Muhtemelen ortalık aydınlanıp asgarisinden kamuoyu vicdanında yargılandıklarında suçu kabul etmeyip sadece kendilerine verilen talimatları yerine getirdiklerini söyleyeceklerdir.
“İhanetin sıradanlaşması...”
Günahlarını tartacak terazi bulamayan basit karakterlerin, büyük zulümleri gizlemek için arkasına saklandıkları sığınağın adıdır. Üst üste birikmiş ihanetlerin temelinde ilk ihanet ve ilk hain yatar. İlk ihanetin zaman içinde hayatımızı nasıl tarumar edeceği çoğumuzun aklından bile geçmemiştir. Bugün yaşanan büyük güneydoğu trajedisinin altında bu basit adamların geçmişte kalem ve yaka mikrofonları ile açtıkları "hendekler" saklıdır..
.
Terör yoksulluğu getirir
14 Ocak 2016 02:00
Dağdan şehre inen terörün şehirden de tarihe karışacağı umudu ile terör sonrası güneydoğuda işsizlik ve getirisi yoksulluğun büyük bir sıkıntı olacağı endişesi dillendiriliyor. Kimilerince çukura düşmüş “kayıp kuşak”, kimilerince şiddet ortamında yeterince eğitim alamamış “fırtına çocuklar” olarak tanımlanan terör ortamında büyümüş gençlerin terör fırtınası sonrası için aş ve iş beklentilerinin nasıl karşılanacağı muamma değil.
Şiddet, kalkınmanın düşmanıdır, sermaye, iş adamı ve kamu yatırımlarını kovar. Bölgenin fakirliğini şiddet için sermaye yapanların bizzat kendilerinin şiddet üretmesi ne kadar trajik bir durumdur.
Çözüm süreci boyunca inşaat ve turizm üzerinden hareketlenen bölge ekonomisindeki canlanma, yoksulluğu terörist olmaya bahane yapanlar tarafından dinamitlendi. Bölgede kendi insanının kendini can havliyle dışarı attığı bir bölgeye turist boş kovan toplamaya mı gelecek?
Bölgede teröre malzeme olanlar bölgenin ekmeği ile oynadılar. Kalem ve kameraları ile terörü meşrulaştırmak için kılıf uyduranlar da bölge insanının ekmeği ile oynadılar. PKK terörü ve yandaşları çözüm sürecinde epey canlanan turizm ve inşaat sektörünü can evinden vurdu.
Bölgede refahımız önce huzura, huzur da coğrafyanın bozulan sosyolojisinin düzelmesine bağlıdır. Varlıkta kendisini eşitlemek isteyen herkes bir ülkenin vatandaşı, aiti olmanın sorumluluğunda da kendini eşitlemelidir.
Bölge bir seferberliğin arifesindedir ama öyle zannedildiği gibi hendeklerin kapatılması, delik deşik olmuş meskenlerin, yakılan okulların yeniden inşasından ibaret ve sınırlı değildir bu seferberlik.
Bu seferberlik kayıp kuşakları ahlak ve sınır tanımayan fırsatçılık, gayrimeşru kazançtan beslenen siyasetin istismarından kurtarma için yapılmalıdır. Gençlerin çok ucuza pazarlandığı piyasayı yok etmek, uyuşturucu ticareti, kaçakçılık ve benzer tezgâhların elemanları olmaktan kurtarmak için yapılmalıdır.
"Nasıl yapılmalı?" sorusunun cevabı basittir. İslami Ahlak ve terbiyeyi genç nesillere öğretmesi gereken aileden başlayan kişi ve kurumlar uykuya yatıp duyarlılığını kaybedince bölgede etnik kimlikler en muhtaç olduğumuz mayanın, İslami kimliğin önüne geçti. Bunun faturası da ağır oldu. Çocuklar kendilerine seküler yeni bir dünya vadeden çetelerin kuşağına düştüler ve çokları da bu yağmayı sonucuyla yüzleşinceye kadar sadece seyretti. Çokları da bu yağmaya alkış tuttular.
Kendi "özyönetim" yalanlarını kurmak hayaliyle saldıranlar ateşin içine düştü.
Şimdi mekânları yeniden imar ederken, geride kalan ruh enkazının yaralarını sarmak için bir medeniyetin İslam Ahlakı üzerinden yeniden inşası gerekiyor.
Bir analist önceki gün ekrandan güneydoğuda cansiparane hizmet veren kamu personeli, asker ve polise moral destek için siyasetçilerin fildişi kulelerinden çıkıp bölgeye gitmeleri gerektiğini söylüyordu. Bu sadece siyasetçilerle sınırlı bir vicdan borcu değildir.
Din adamları, akil insanlar, akademisyenler, eğitimciler ne gün için?.
.
Tetikçi aydınlar...
17 Ocak 2016 02:00
Başka bir medeni ülkede teröristle iş tutan üniversite hocaları var mı bilemiyorum ama bizde geçmişte polisle çatışan öğrencilere verdikleri destek için üniversite kapılarında omuzlara alınan bazı üniversite hocaları vardı, aynı karakterler bugün de teröristlerin gözdesi oldu.
Dağdaki bir teröristin ayakta kalabilmesi için şehirde on kişinin desteği lazım denirdi. Son olaylarda dağdaki teröristin zevali ovadakileri tutuşturdu. Meclisteki siyasal destek yetmeyince medya ve sanat dünyasındaki çatlak koroya akademik dünyasından da katılımlar başladı.
Terörün içinde olmak, şehirde hendek kazıp okul yakmakla bunu yapanları sırtlayıp cinayetlerine sözle, yazıyla, bildiri yayınlamakla destek vermek farklı şeyler mi?
Mahir Kaynak ihtilal ve muhtıra dönemlerinde bu tetikçi kara cübbelilerin rolünü anlatırken diyor ki: “Bu hocaların darbenin iç yapısına girmeleri gerekmez. -Bugün de kazma kürek veya 'keleş' taşımalarına gerek yok- Bunların rolü daha ziyade kamuoyunda destek sağlamak. Cübbeleri ile yürümeleri yeterliydi ve onlardan beklenen de budur. Genelde bir gövde gösterisi yaparlar ve yerlerinin neresi olduğunu belli ederler...”
İhtilalcilerle flört bu hocaları artık kesmiyor, yine cübbelerini daha fazlası için giyip sokağa dökülüyorlar. İlim üretme merkezlerini fitne üretme merkezi yapma alışkanlıkları yine nüksediyor. Bu defa ifade özgürlüğünü melanetlerine kılıf yapan müstamel akademisyenler kasıtlı ve karanlık bildirilerle teröre arka çıkıyorlar.
Önceki gün “Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi” adıyla bir grup sokağa dökülüp “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını sokağa çıkma yasakları altında açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ağır silahlarla saldırarak hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir. Devletin tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği bu kasıtlı ve planlı kıyımlardan derhal vazgeçmesini talep ediyoruz…” bildirisini kamuoyuna ilan ettiler.
Açık ve aleni istekleri, devletin politik hedeflerine ram olmadığı için 5 aylık bebekleri bile alçakça katleden terör örgütünü süpürüp yok etmesine mani olmak.
Bölücü eylemleri eğitim yuvalarına taşıyan ve "Akademisyenlerin İhaneti" olarak değerlendirilen bildiri skandalı toplumun her kesiminde tepkilere ve derin kederlere yol açtı.
Akademik düşünce ve ifade özgürlüğü sınırlarını aşan kasıtlı ve karanlık bildiriye reddiye olmak üzere, tepki olarak üniversitelerden de açıklamalar yapılıyor.
Akademi dünyası, milletimizin huzur ve güvenliği için samimiyet ve cesaretle mücadele eden güvenlik güçleri, kamu görevlilerimiz ve terörden zarar gören tüm vatandaşlarımızın daima yanında olduğunu belirtiyor. Hemen hepsi “Ülkemize karşı yapılan menfur saldırılara kalemimiz ve yüreğimizle karşı koyacağımızı, bu uğurda verilen mücadeleleri sonuna kadar destekleyeceğimizi, barış ve huzuru sağlamak için üzerimize düşen her türlü sorumluluğu yerine getireceğimizi taahhüt ve ilan ediyoruz” diyorlar.
Ama bu yetmez, cübbe altında teröre yardım ve yataklığın da hukukta bir karşılığı olmalıdır.
Bu melanet tavrın kamu vicdanındaki karşılığı şudur;
Siz!.. PKK’nın işlediği cinayetleri görmezden gelip ses etmezken, milletin huzur ve güvenliği için samimiyet ve cesaretle mücadele veren güvenlik güçlerini, bölge halkını açlık ve sefalete mahkûm etmekle suçlayanlar!.. Bunu niye yaptığınız sır değil ve millet biliyor.
Siz bu cinayetlere ortaksınız!.. 'Kalem'le 'keleş' arasında bir tercih yapmanıza gerek yok!
Sizin elinizde ikisi de aynı işi yapıyor...
.
PKK halkın gözünde nerede duruyor?
21 Ocak 2016 02:00
PKK’nın “devrimci halk savaşı stratejisi” yaptığı katliam ve tahribatların sonucu kendisi ile beraber kazdığı çukura düştü. Çukura düşenler sadece silahlı örgüt mensupları ile sınırlı değil. Buz dağının görünmeyen derinliklerdeki ana kütlesi de birlikte aynı sonu paylaşıyor. Hayatımızdan çıkıp gittikleri gün arkalarından melanet bir kütleyi de birlikte sürükleyecekler. Gizli, açık, mecliste, medyada, sahnede, iş dünyasında, üniversite kapılarında ve otel lobilerinde örgüt üzerinden menfaat devşirenlerinde hesap kapatmaları yakındır.
Ortaya çıktığı günden itibaren baskı, terör ve yıldırma ile inşa etmeye çalıştıkları meşrulaştırma ve hayata girme provası yirmilik çivi ile duvara resim asma provasıydı, resmi asamadılar ama duvarları deldiler.
PKK’yı kuranlar, yön verenlerin baştan beri kurguladıkları göle maya çalmaktan ibaretti. “Türkiyelileşme" adına verdikleri mücadele aslında Kürt halkında taban bularak örgütü “Kürtleştirme” hareketinden ibaretti.
Kürt halkı sanatta, siyasette, iş dünyasında yaşadığı hayat, devletin refahını yüceltmek için verdiği ekonomik ve kültürel mücadele ile örgütün kendisine biçtiği hayatı örtüştüremedi. Güya hayatını iyileştirmek adına örgütün kendisine bütün zulüm ve baskılarla zorla giydirmek istediği deli gömleğini giymedi. Onun için örgüt halk desteğini alamadı ve yalnızlaştı.
Kürtlerin bir hayal kırıklığına uğradığı doğrudur. Ama bunun sebebi bir beklentinin boşa çıkmasından değil, güya haklarını savunmak adına ortaya çıkmış bir örgütün kendisine reva gördüğü zulüm yüzündendir.
Tarih acaba, evini yıkıp, çocuğunu dağa kaldırıp, okulunu yakarak mağduruna hizmet ettiğini savunan kaç cellâda şahit olmuştur?
Bölgeden uzakta yaşayanların bile sadece ekran ve gazete sayfalarından gördüğü yanmış yıkılmış evler, okullar, camiler, sağlık ocakları, köstebek yuvasına dönmüş sokaklar, katledilmiş masum insanların dengesini bozarken bizzat bu olaylara muhatap olan ve can havliyle mekânlarını terk eden insanların hangi psikoloji içinde olduklarını tahmin etmek zor değildir.
Bu insanların duygularını tahmin etmek için sosyolog olmak gerekmez, herkes insan olarak kendini bu şartlarda 24 saat yaşadığını hayal etsin kâfi.
Hiç kimse kendisine yol gösterenlerin işaret parmağına bakmaz, ayak izlerine bakar, hayat görseldir. Kanaatlerimizin hemen tamamı gördüklerimizin üzerine oturur. İnsanlarda kanaat gördükleri üzerinden inşa edilir. PKK’nın gösterdiği hayat şiddet kaçan Kürtleri Kobani veya Rojova’ya sürüklemedi, büyük kentlere savurdu.
Doğal olarak da bunların müsebbiplerine, hendek kazanlara kepçe gönderenlere, üniversite kampüslerinden esip savuranlara rahmet okumuyor.
Orhan Miroğlu önceki gün “Bir hareket kendisini siyasi olarak olumlayan toplumsal kesimleri büyük bir hayal kırıklığına uğratmışsa, uğratmakla kalmayıp geceleri tonlarca bombalarla saldırıp evlerini başlarına yıkmışsa, o hareket insanları ne yaparsa yapsın kendine bir daha inandırmayı başaramaz” diye yazmıştı. Zaten böyle bir dertleri yok ve hiçbir zaman olmadı.
PKK’yı Türklere de Kürtlere de anlatmaya lüzum yoktur, kendileri dâhil dünya âlem nerede durduğunu biliyor, bilmeyenler de öğrendi. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.
Baştan beri sadece Türk halkı değil Kürtler de devletin verdiği mücadelenin Kürt halkına karşı değil PKK’ya karşı verildiğine inanıyor. Bu inanç sayesinde bu uzun hikâyenin hiçbir yerinde Kürtler devlete karşı örgütün yanında yer almadı. Kürtler çözümün, bir ton bombayla uykudaki anneleri, babaları ve bebekleri katletmek olmadığını biliyorlar.
PKK‘nın durduğu yer hiçliğin ortasıdır…
Yaşadıkları gibi ölürler…
24 Ocak 2016 02:00
Eğer birisinin dünyayı terk ederken hangi kapıdan geçtiğinin sırrını çözmek istiyorsanız onun günlük rutin yaptıklarına bakın. Bu bir sır değil, herkes elindeki anahtara bakmalı. Herkes bir hayat planı yapar, ama yola çıktığı zaman artık reflekslerine bağlıdır, varacağı yeri günlük tekrarların sonucu olan refleksleri belirleyecektir.
İnsanlar ölürken hafızalarında değil, kalplerinde yer eden şeyleri tekrarlarmış. Yaşarken neyi dert ve dava edinmişse, ölürken onu fısıldarmış.
Ayhan Songar’ın hocası Necmettin Polvan, sekerat-ül mevt (ölüm) hâlinde;
-Işıkları söndürün, sayaç dönmesin demiş.
Kişi reflekslerinin arkasında saklıdır denir, gerçekte öyle. Refleksler davranışlarımızın maskesiz ve kontrolsüz hâlidir, akıl örtülür kalbi refleksler (huylar) konuşur. Davranışlar, sözler, tavırlar alışkanlıklar hâline gelmiştir.
İçinde bulunduğumuz şartlar bizim gerçek tavrımızı frenleyip maske takmamızı sağlar. Ama maskemiz çıkınca, neysek o oluruz. Gerçek duygularımız frensiz ve maskesiz olarak ortaya çıkar.
Eğer zamanı geriye çevirip gidenler geri dönüp bir daha yaşamaları mümkün olsaydı, acaba hayat boyu aldıkları kararlarda, aynı tercihleri yaparlar mıydı?
Yaşadıkları hayattan en az pişmanlık duyanlar, tercihlerinde hepimizin çağdaş olacağı muhteşem hesap gününde, ömrü nerede tükettiniz, sağlığınızı nerede sarf ettiniz, servetinizi, nereye ve niçin harcadınız sorularına muhatap olacağına inanarak yaşayanlardır. Sadece kendi hayatlarını değil, değer verdikleri insanların, hatta tüm toplumun hayatına katkı sağlamış ve hayatlarını yüceltmiş insanlardır.
Zor olan işler artıp karıştığında ve fazla sayıda olduğu takdirde zaman darlığı nedeniyle hangisinin öne alınıp hangisinin arkaya atılacağı ya da elimine olacağıdır. Bilinen şu ki eğer sonsuz yaşamak fırsatını yakalasalardı insanlar kısa hayatta nelerin peşinde koştuysa o zaman da aynı koşuyu sürdüreceklerdi...
Doğru tercihi yapmak zor bir iştir ve yardımcı olması bakımından arzu edenler “kendi cenazesinde bulunma senaryosu"nu kullanabilir.
Çünkü o anda hiçbir kalp yalan söylemez, küçük hesaplar unutulur “değerler” kararlara yön verir.
Değerleri hayatının merkezine yerleştirip ve onlara sadık kalan ünlü bir yazar;
“Ölüm bir gerçek, eninde sonunda hepimiz ölümlüyüz. Eğer bir şey mutlaka olacaksa onu olmuş bilmeli, kendini ve herkesi ölmüş bilerek davranmalı. Kralların, kendilerini tahttan indirenlerle birlikte yattığını gördüğümde yan yana gömülmüş, birbirinin rakibi olan dehaları ya da yarışmaları ve tartışmalarıyla dünyayı bölen kutsal adamları düşündüğümde, insan türünün küçük rekabetleri, bölücülükleri ve tartışmaları bende hem hüzün hem de hayret uyandırıyor... Kimi dün, kimi de altı yüz yıl önce ölmüş insanların mezar taşlarındaki tarihleri okuduğumda hepimizin çağdaş olacağı ve hep birlikte ortaya çıkacağımız, o 'Büyük Gün'ü düşünüyorum” diye yazıyor.
Hindistan’da yetişmiş olan büyük İslam âlimi Şerefüddin Ahmet bin Yahya Münir buyuruyor ki:
“Allahü teâlâya, ihlâs ile itaat ve ibadet etmek, her izzet ve her nimetin anahtarıdır, rahat ve huzur, itaat yolundan gelmektedir. Günah işlemek de, her kötülük ve sıkıntının anahtarıdır. Herkese dert ve belâ, günah yolundan gelir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse değiştiremez. Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi saadet zannetmemeli. Nefse güç ve acı gelenleri de şekavet ve felâket sanmamalıdır. Herkes elindeki anahtara bakarak hangi kapıyı açacağını anlar."
Durumundan memnun olmayan günlük alışkanlıklarını (anahtarı) değiştirmeli
.
Hain kontenjanı!
28 Ocak 2016 02:00
Eğer dışarıdan birileri bir bölgeyi yakmak isterlerse bunu nasıl yaparlar?
Bunun iki yolu var. Gidip orayı bombalamak, ya da akademisyenleri, medyası, sanatçısından "ahlakı müsait olanlardan" bir miktar kopararak içeriden kendilerine çalışacak "cazgırlar" bulmak...
İçeriden makam ve servet müptelası bu adamlarla halkın belli bir kesimini hedefe koyup, zulmedip, aşağılayıp, ötekileştirerek öfkeyi büyütürler.
Sonra zulme uğrayanlara gidip “bu zulme tahammüle mecbur musun, kendi dünyanı kur biz sana yardım ederiz” diye kışkırtıp, iki tarafı karşı karşıya getirip kırdırırlar. Taa ki, orada yaşayan insanlara bir birlerini öldürterek yaşadıkları, bölgeyi yaşanamaz hâle getirinceye kadar.
İşte güneydoğuda planlanan tezgâh budur.
Çocuklarını çaldılar.
Sözde "yargılama"larda bölge halkına "sürgün" ve para cezası verdiler.
Rögar kapaklarının altına, kazdıkları hendeklere uzaktan kumandalı bombalar yerleştirdiler.
Okulları, hastaneleri, ambulansları, camileri yaktılar.
Yaşanan çatışmalar nedeniyle insanları bölük pörçük ya başka mahalleye ya da başka şehirlere göç ederek evlerini, işlerini, terke mecbur ettiler.
Bölgeyi efendilerine insansız teslim ederek bir sömürge devleti kurmak isteyenlere ve onların maşalarına karşı Kürtler direniyor.
PKK’nın liderleri çatışmalardaki ölenlerin yerine binlerce gencin PKK’ya katılacağını zannetti. Hükümeti terör üzerinden sıkıştırmak isteyen içeridekiler bu tehdidi büyütenler umdukları gibi örgüte katılım olsa dağdakilerden daha mutlu olacaklardı ama ne çatışmaların yaşandığı ilçelerde ne ana kentlerde olaylar böyle cereyan etmedi.
Bölge halkı ana kütleden bütün oyunlara rağmen kopup savrulmadı.
Akademikler, medya, sanat, sinemadan beslenenlere “başkaldırın” diyen hainlere karşı, Batının yüz yıldır kullanıp imparatorlukları parçalayan "böl, parçala yut" oyunlarına karşı.
Türkiye’de devlet ve vakıf üniversitelerinde görev yapan 180 bin akademisyen var. Devlet’e hakaret etmeyi düşünce özgürlüğünün vazgeçilmez ilkesi olduğunu savunan bu yüzde yarımlık 1128 akademik kişinin ortalıkta bağırarak yapmak istedikleri şey, her fırsatta yaptıkları gibi bu defa da görev yapan emniyet güçlerini hırpalayarak baskı altına alarak görev yapamaz duruma düşürmektir.
Önceki gün Cumhurbaşkanı ile yapacağı görüşme öncesinde ihanetle suçlanan akademisyenlere destek veren ABD Başkan Yardımcısı Biden, "Binden fazla akademisyen sadece bir bildiriyi imzaladıkları için vatana ihanetle suçlanıyorsa, bu olması gereken bir örnek değil" demiş.
Biden, "safa yatmış" imzaların kuru kâğıda atıldığını zannediyor(!)
Bu rezil bildiri, ülkenin çocuklarının emanet edildiği sözde aydınların, diploma alan çocuklara bomba atan teröristlerle mücadele eden güvenlik güçlerini katliam ile suçlaması örnek değil ihanet belgesidir.
Katliam yapan ve ülkeyi bölmek isteyen PKK’yı desteklemenin ve bunlarla mücadele eden devleti katliam yapmakla suçlamanın hukuktaki karşılığı sadece kınamak değildir.
Eski politikacılardan Kamran İnan vaktiyle “Ülkemizde 300 bin hain var” demiş.
Bunlar bu kontenjandan olsa gerek!..
.
Terörist ile tecavüzcü
31 Ocak 2016 02:00
Türkiye’yi hem dışardan hem içerden boğmaya çalışıyorlar, ama sınır kuşatmaları, meskûn mahal muharebeleri ile değil içerdeki terör ve suç örgütlerine destek veren devşirmelerle. Bu uzun hikâyede, sosyal hayatımızda post modern bir işgalle sınırsız bir yozlaşmayı teşvik ederek hatta ödüllendirerek uygun zemin oluşturdular. Piyasaya sürdükleri Teröristler ve tecavüzcüler eliyle ayrı yerlerden saldırıyorlar görünseler de her ikisi de aynı işi yapıyor.
Büyük endüstrilere dönüşmüş her türlü suç, uyuşturucu ticareti, kapkaççılık, terör ve tecavüzcülük, değerlerini kaybetmiş, aidiyetini kaybetmiş, savrulup sapkın ideolojiler elinde elemanlaştırılmış bir kuşağın aralarındaki iş bölümü gibi görünüyor.
Terörist ve tecavüzcüler bu ahlak ve sınır tanımayan büyük çöküşün en sık rastlanan kendine has gayrimeşru çocuklarıdır. Her türlü akla gelmez sapkınlıklarla gündeme oturuyor, evdeki adam da sokakları ve dünyayı bunlardan ibaret zannediyor. Bir önceki gün yaşananların acısını, tahribatını hazmetmeden toplum sabaha bir yenisi ile uyanıyor.
İnsanlık karaya vurdu diye bilmem kaçıncı haber başlığı yayınlanıyor, haberler bile bayatlıyor.
Ayvacık’tan Midilli adasına gitmek için denize açılan yabancı uyrukluları taşıyan teknenin batması sonucu çoğu kadın ve çocuk 39 kişi boğularak ölmüş.
İnsanlık karaya vuralı çok oldu, o günden beri daha önce akla gelmez sanılan işlerin başımıza geldiği günlerden geçiyoruz.
Güneydoğudaki cinnet devam ederken öte yandan her gün sebepsiz katillik, eş, evlat cinayetleri, iğrenç tecavüzler tırmanışa geçmiş birbiri ile yarışıyor. Her türlü suça bulaşmış bir toplumda yaşıyor olmak korkusu içinde pek çoğu insan eliyle işlenen ahlaki felaketler dengemizi bozarken ruhumuzu kirletiyor.
Her felaket kendi mağdurlarını ve vurguncu efendilerini ortaya çıkarır.
Her felaketi de mağdurlarının birikmiş adam sendeciliği…
Deprem ve sel felaketleri sonrasında yaşanan kargaşa içinden servet çıkaran yağmacıları düşünün.
Tarihin en büyük yağması Osmanlının çöküşünde yapılan imparatorluk mirasının talanıdır. Büyük çöküş sonrasında da Türkiye sadece ekonomik ve finansal krizler yaşamadı aynı anda insani krizlerle de boğuştu. Osmanlıdan Cumhuriyete küçük bir mutlu azınlık eline geçirdiği her varlığı talan ederken toplumun değer yargılarını, tüm kültürel mirası da tahrip etti. Mağdurlar ve mazlumlar adalet bekleye dursun, ellerinde tuttukları basın yayın tekeliyle müstakbel zalimlerin bile iştahını kabartan destekler sağlayıp iğrenç suçları sıradan işler haline getirdiler.
Büyük insanlık suçları sıradan insanlar eliyle işlenir hale getirildi.
Gücü elinde tutanların maharetleri ile meşrulaştırılmış yerine göre de kahramanlaştırılmış sıradan tipler üzerinden insanlar suça ve suçluya alıştırıldı. Ayıplanmak ve toplum dışına atılarak cezalandırılmak korkusu insanlar için en büyük tehdit iken en iğrenç suçları işleyenler ödüllendirilir hale getirildi.
Bunların hepsi aynı adamlar, aynı tezgâhtan teröristle tecavüzcüye servis yapıyorlar.
Tahrip ettikleri kamu düzeninden önce “ahlak düzeni”dir.
Türkiye toplumu suç ve ihanetin sıradanlaştırılma savaşının içinde.
Muhafazakâr aydın olduğunu iddia eden herkes duruşunu göstermelidir.
Medeniyetler savaşının galibi cephelerde belli olmaz ilan edilir. Orta Doğu'da yaşanan trajedi yüz yıl önceki ihanetin bedelidir.
Galibi cephe gerisindeki hazırlık belirler.
Bizim savaşımız ise henüz cephe gerisinde hainler ve tecavüzcülerle...
.
Kötüleri yok etmek yetmez, bataklığı kurut!..
5 Şubat 2016 02:00
Kötülüğün ödüllendirildiği bir çağda yaşıyoruz. Acaba kötüleri yok etmek “Kötülüğü” yok eder mi? Terence Eagleton özellikle Marksist edebiyata kafayı takmış, edebiyat ve kültür teorileri uzmanı İrlanda asıllı bir yazar. “Kötülük üzerine-On Evil” isimli bir kitap yazmış. Terence Eagleton kitabında kötülüğün kaynağını açıklamaya çalışıyor ama işin içinden çıkamamış. İslam âlimlerini tanımadığı için ilahiyatı referans olarak almıyor ve bataklıkta dönüp duruyor. Bazı ipuçları yakalamakla birlikte doğru sonuca ulaşması için yetiştiği baskın İngiliz kültürü ile yüzleşmesi gerekiyor ama yazar buna da pek yanaşmıyor.
İyi insanların da bulunduğu bu dünyada kötülük yapanlar şeytani bir ruh tarafından ele geçirildikleri, içinde yaşadıkları melanet kültür ve çevreye sadakatleri için mi yoksa bizzat şeytanın kendisi oldukları için mi kötülük yapıyorlar?
Bu soruya cevap ararken bazen ideolojik saplantılar bazen sınıf ve etnik farklılıklara başkaldırı gibi cevaplar sıralamış.
Aynı soruyu kendime sordum ve basit bir cevabım var.
Hepimiz “hasat kanunu”na bağlı olarak yaşarız. Kısacası herkes ve her toplum ektiğini biçiyor.
Kırk yılı aşkın gazetecilik hayatımda hiçbir gazetede dünyaya bir ilim adamı, mühendis ya da doktor getiren bir annenin doğum haberine rastlamadım.
Yine dünyaya bir terörist, uyuşturucu bağımlısı, mafya babası, tecavüzcü getiren bir annenin doğum haberi de okumadım.
Hepimiz dünyaya aç ve çıplak olarak geldik, geldiğimiz gibi de gideriz. Anneler dünyaya sadece bir çocuk getirir. Her çocuğa, hayatlarının bir döneminde büyüdüklerine neye benzeyeceklerse aldıkları terbiye veya terbiyesizlikle o elbiseyi giydirirler.
Sonunda herkes kendini terbiye edene benzer.
Hele çocuklar beyaz olarak girdikleri bir kalabalıktan o kalabalığın rengini alarak çıkarlar. Sonunda kötülüğün ödüllendirilip, teşvik edilip meşrulaştığı bir toplumda kötülük onların hayat tarzı ve gündelik meşguliyetleri olur.
Sanki şeytani bir ruh tarafından ele geçirilirler.
Bu şeytani ruh bazen Kandil’de dağda bazen üniversite kürsüsünde bazen ekranda oturur.
Duvarlara slogan yazmakla başlayan küçük suçlar sonunda akıl almaz hayal edilemez iğrenç kötülük boyutlarına ulaşır.
Baraj gövdesindeki küçük çatlaklar büyümüş sonunda baraj gövdesini parçalayan tufana dönüşmüştür.
Kötüleri yok etmek için kötülükle mücadeleyi kötüleri imha ile sınırlamak büyük hata olur. Kötülüğü üfüren büyük şeytan kötülüğün kaynağı “memba-ı fesat”tır.
Huzursuz biri bir bilge kişiye sormuş.
“İçimde iki tane köpek var, biri kötü ve huysuz diğeri ise iyi. Birbirleriyle kavga edip duruyorlar, bu savaş nasıl biter?”
“Hangisinin kazanmasını istiyorsun?” diye sormuş bilge adam.
“Tabi ki iyi olan kazansın” demiş “Peki, hangisi kazanacak?" diye sormuş bu defa bilge kişi.
Adam bir süre düşünüp “bilmiyorum” deyince bilge adam “Ben söyleyeyim; hangisini beslersen o kazanacak...”
İçimizde ve dışımızda ciddi bir savaş var. Kötülük yok etmek içindir ama onu besleyenleri ve ondan beslenenleri yok etmedikçe kötüler masumları incitmeye devam eder.
İyi olanı beslemek gerek, bazen kalemle bazen de dua ile…
.
Kürt sorununda arabulucular mı, arabozucular mı?
7 Şubat 2016 02:00
Eğer bir yerde ciddi bir toplumsal sorun varsa, diyalog her zaman siyasetin önünü açar; ama muhatap olarak doğru insanlar alındığında. Yanlış kişiler masaya oturursa, arabuluculuk değil arabozuculuk yapar. Geçmişten gelerek terör sorununun çözümünde hükümetler tek taraflı demokratikleşme çabalarını bırakıp sorunlu toplum kesimini temsil ettiğine inanılan kişileri de ortak yaparak meseleleri çözmeyi çok denedi. Ama bu kişilerin yanlış belirlenmesi ile tek taraflı egemenlik savunucuları arabuluculuk yapmadı, çözümü değil sorunu büyüttü.
“Terör sona ersin istiyorsanız onları (örgütü) tanıyın, onlarla konuşun” diyerek İmralı ve Kandil'i adres gösterenler “halkla konuşun” demeyi akıl edemediler mi? Bilerek, hinliklerinden halkı çözümün dışında tuttular. Kendilerini devletle eşitleyip itibar aradılar. Bütün hevesleri bölgede bir halk ayaklanması gerçekleştirmekti. Ama “haydi” dediklerinde, Kürtler birlikten yana tavır koyup silaha ve çatışmaya sırt çevirdiler, örgüt kaderi ile baş başa kaldı.
Olayın mağdurları durumundaki Kürt halkı son yaşanan olaylarda PKK’yı zulmünün sonuçları ile baş başa bırakıp bölgeyi terk ederek yalnızlaştırdı.
PKK sembolleri ile sokakta gösteri yapmayı egemenlik için meydan okuma olarak niteleyen ve daha birkaç ay önce “Kürtlerin öncelikli meselesi kimliklerinin tanınmasıydı, ama artık bize yetmez, temel mücadeleleri egemenliğin paylaşımına dönüştü. Bugün bölgede referandum olsa halkın yüzde sekseni özerklik lehine oy kullanır” diyen PKK’nın şehir siyasetini yürütenler, yanlarında durmasını bekledikleri Kürtlerin terk-i diyar etmeleri ile büyük hayal kırıklığı yaşıyor.
Şırnak, Cizre, Silopi, Silvan, Bismil, Sur’dan çevre köylere, il ve ilçelere, İstanbul, Mersin ve İzmir’deki yakınlarının yanına göç etti.
Halkın örgütü yalnızlaştırması, çatışmasızlık dönemine doğru giderken bölgedeki huzur ve asayişin sürdürülebilirliğinin sağlanması için devlete güçlü bir avantaj sağlamaktadır.
Başbakan Ahmet Davutoğlu önceki gün Mardin'de “Terörle mücadele ve Rehabilitasyon Eylem Planı”nı açıkladı. Terörün yol açtığı bölgedeki sosyal ve ekonomik tahribatın yaralarını sarma paketi diyebileceğimiz tedbirlerin uygulanmasında İmralı ve HDP gibi aktörler yerine bu defa doğrudan halkın temsilcileri muhatap alınacak.
Bölgede kamu düzeninin sağlanması ve asayişin temini için halkın devlet yanında yer alması baştan beri gerekliydi. Bu defa diyalog ve müzakereler de "sivil destek” sağlanması için elinde silah bulananların değil Başbakanın deyimiyle “Tüm illerde ve ilçelerde herkesin saygı duyduğu kişilerden oluşan teşkilatlar kurulacak, herkesi muhatap alacağız. Ama eline silah alanları muhatap almayacağız” tanımlaması ile muhatap milletin kendisi olacaktır.
Elinde silahla müzakere masasına oturanlarla aynı masaya oturmak fikrin, sivil siyasetin zorbalığa teslimi olarak kabul edilir. Tarihte ve dünyada bu hep böyle olagelmiştir. Bölgedeki yangını büyüten, isyancıyı bölge aktörü yapan sorunun merkezini çözümün merkezi yapan geçmişteki bu yanlıştır.
Güneydoğuda uzun süredir devam eden şehir içi savaşta devletin isyancıya karşı aldığı tutarlı duruş sarsılan devlet-toplum ilişkilerini güçlendirip, örgütün kendisine sempati ile bakan belli kesimlerde de gerçek yüzünün inkâr edilmez biçimde fark edilmesini sağladı.
Bu devlete yakışır duruş, örgütü siyasal zeminde ve tüm zeminlerde de yalnızlaştıracaktır.
Umarız örgütün altından tabanını çekerek çökerten halkın barıştan yana olan bu tavrı, yine halkın içinden “kanaat önderi, aşiret reisi, din adamları” ile muhatap alınarak, karşılık bulacaktır.
.
Derdi çeken bilir…
11 Şubat 2016 02:00
Bir sorunu ortadan kaldırmanın yolu meseleyi sahibine sormaktan geçer...
Aralarında, fizikçi, matematikçi, kimyacı ve jeolog bulunan bir grup arazide çalışma yaparken birden yağmur bastırır. Yakındaki bir arazi evine sığınır. Ev sahibi misafirlerine ikram için dışarı çıktığında hepsinin dikkati altına taş dizilmiş yerden bir metre yukarıda duran soba üzerinde toplanır.
Aralarında “Bu soba niye yükseğe kurulmuş?” diye tartışma çıkar.
Kimyacı: “Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı düşünmüş...” Fizikçi: “Odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamış..." Jeolog: “Burası deprem bölgesi olduğundan bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın çıkmasını önlemiş...” Matematikçi: “Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece odanın dengeli ısınmasını dağlamış…” derken ev sahibi içeri girer. Ona sobanın neden yukarı kurulduğunu sorunca ev sahibi;
“Boru yetmedi!..” der.
Güneydoğu sorununun çözümü üzerine ilk ağızdan konuşma sırası ev sahibinde.
Mardin’de “kardeşlik buluşmaları” toplantıları ve on maddelik eylem planını açıklayan Başbakan Ahmet Davutoğlu her hafta bir il'e yapacağı ziyaretle valilerin “istişare meclisleri" ile bir araya geleceğini açıkladı.
Bürokrasinin çözüm süreci ile kamu düzeni arasında “tamamlayıcılık” görevini yerine getirememesinin sürecin iki büyük zaafı olduğunu belirten Başbakan ikinci zaafın ise halk nezdindeki algı olduğunu ifade ederek; “Bölgede tek muhatap HDP-PKK gibi algılamanın toplumun diğer kesimlerinin sürece şüpheyle bakmasına veya PKK’ya karşı kendisini zayıf hissetmesine yol açtı. Devlet bizi terk mi ediyor, onlar mı gelecek? Algısı oluşturuluyor. Biz birinci algıyı çökerttik, şimdi ikinci algıyı düzeltmeye çalışıyorum” diyerek toplantıların amacını açıklamıştı.
Bu tedbirlere yol açan gelişmeler PKK’nın çözüm sürecini fırsat bilip özellikle sokak hâkimiyeti kurması ile başlamıştı. Geçmişe göre çok daha rahat hareket eden örgüt, ne yaparsa yapsın kimsenin kendisine karışmayacağı algısı oluşturarak beyinlerdeki devlet algısını hırpaladı. Beyinlerde açılan hendekler sokaklardakinden daha fazla zarar verdi. Sanki paralel bir devlet tarafından şehirde, köy ve mezralarda devlet yanlısı halk göçe zorlandı. Oradan bugünkü meskûn mahal muharebelerine geldik.
Sokaklardaki hendekleri kapatmakla yara kapanmıyor, daha önemlisi ve zor olanı beyinlerdeki tahribatı ortadan kaldırmak. Çünkü PKK’nın elinden alınan bu “paralel devlet” hikâyesi, kendisine halktan ne oranda destek alacağı belli olmayan özerklik talebinden daha fazla imkân sağlıyordu.
Bu imkânı kaybetmekle terör örgütü, bölgede meşruiyetini de(!) kaybetmiştir.
PKK’nın mahkemeler, vergi ve haraç toplamalar, sözde asayiş birimleri ve kendi anlayışına göre kurduğu kamusal düzeniyle beslendiği otoriteyi kaybetmemek için direneceği açıktır.
Tam bu safhada başbakan illerde valilerin yönetiminde kurulacak “istişare meclisleri” ile STK'ların ve topyekûn halkın desteğini talep etmektedir.
Başbakan’ın "Bu toprakları adım adım dolaşacağım, kardeşlik buluşmaları yapacağız ve bir an olsun susmayacağız. Her hafta bir il'e gideceğim, tam saha pres uygulayacağım, PKK’ya dönük tam saha pres, kamu yönetiminde de tam saha pres” cümlesinde saklı yol haritası, soruna psikolojik açıdan yaklaşan ve beyinlerde güçlü devlet algısını yıkmak isteyen PKK’nın en güçlü silahını elinden almaktadır.
Devletin yollardaki ve beyinlerdeki hendekleri kapatmak için yapabileceği ve yapması gereken çok fazla şey var. Ama yüzünü barışa dönen herkesin doktoru, mühendisi, iş adamı, akademisyen, esnafın da sorumluluğu var.
Memleketin geleceğini barışta görenlerin sadece kolları değil paçaları da sıvamaları gerek...
.
Her iktidarda birkaç "Sado" bulunur
14 Şubat 2016 02:00
1970’li öğrencilik yıllarımızda çokça takıldığımız bir mekândı Kahveci Kadir Abi’nin Gemelmaz Çarşısındaki (Erzurum) çay ocağı. Kadir abi cömertliği sınırsız hayırsever bir insandı. Küçük mekânında çay muhabbetleri sürerken çarşı esnafına da servis yapardı. Bazen yanında çırak tuttuğu da olurdu. En dikkat çeken kalfası Sado’ydu. Ufak tefek, siyah kasketli esmer az konuşan, sorulara cevap vermez ağır hareket eder biriydi. Kadir usta neşelendirmek için arada bir iltifat ederdi ama tutmazdı... Derken bir gün çay ocağında kuvvetli bir niza çıktı ve Sado baş kaldırdı. Sako’sunu sırtlayıp Kadir Ustaya kendisinden beklenmeyen biçimde “Ahan giderim, benim sayemde burada esnaflık yapıyorsun…” deyip çekip gitti, gidiş o gidiş...
Bu hayatta sık rastlanan bir durumdur. Kenarda köşede dolaşan çoğu insan kendisini kurumun merkezi zanneder ufak bir nizayla kayıplara karışır.
Fakat siyasette Sado’ların çekip gitmesi ile niza bitmez yeni başlar. Muhalifler sıkıştıkça ana kütleden kopan Sado’ları arar bulur ekrana manşete taşır onların üzerinden prim yapıp iktidarı sıkıştırmaya parça koparmaya çalışır.
Bugünlerde muhalif medya AK Partiyi hırpalamak için yine Sado avına çıktı. Hâlbuki geçmişte siyaset kabristanı Sado’larla dolu.
Ferruh Bozbeyli bunlardan biriydi.
1965'te işbaşına gelen Demirel Hükümetinde her şey yolunda giderken bir gün birdenbire AP içinde ihtilaf çıktı. Parti, "Yeminliler" ve "41'ler" diye iki grubun mücadelesine sahne olmaya başladı. Yeminliler için "masonlar" diye yazılıp-çiziliyordu, 41'lerse kendilerini "milliyetçi-mukaddesatçı" olarak tanımlıyordu. Sadettin Bilgiç’in başını çektiği 41’ler, köprüler atılınca Ferruh Bozbeyli’nin başkanlığında Demokratik Partiyi kurdular. 1973 seçimlerinde 45 sandalye kazandılar ama 1. Milliyetçi Cephe Hükümetinin kuruluş hazırlıkları sırasında parçalandılar. Sadettin Bilgiç ve arkadaşları AP’ye geri dönerken Bozbeyli DP’de kaldı. 1977 seçimlerinde partisi yüzde 1,85 oyda kaldı Bozbeyli de milletvekili seçilemeyince önce DP genel başkanlığından ardından da aktif siyasetten çekildi...
Bozbeyli bütün bunları iyi gitmeyen işleri düzeltmek, AP’nin su alıp batmaması için yapmıştı. Ne de olsa AP’de ulu bir çınardı.
Bu batan gemiyi kurtarma alışkanlığı ANAVATAN Partisini de yana yatırdı.
Turgut Özal, 20 Mayıs 1983'te Türkiye'nin 'gaza, tuza, beze' muhtaç olduğu, demokrasinin askıya alındığı bir dönemde “Fikir ve teşebbüs, din ve vicdan hürriyeti” şeklinde özetlediği dört siyasi eğilimi kucaklayarak Anavatan Partisi'ni kurdu. Ekonomi, bürokrasi ve iş dünyasına verdiği güveni, millete aşılayarak, Türkiye’yi dünyaya açtı. 1983-1989 arası, otoyol, köprü, demiryolu, toplu konut, uydu ve baraj hamlelerinin ardı ardına sıralandığı, icraatların doludizgin yapıldığı bir dönem oldu...
Turgut Özal'ın 1989'da cumhurbaşkanı seçilmesiyle Anavatan'ın başına Yıldırım Akbulut getirildi. Bu dönemde de ekonomik reformlara devam edilmesine rağmen Akbulut hükümetine karşı parti içinde bir muhalefet oluştu. Bu muhalefetin liderliğini yapan Mesut Yılmaz, ANAP’ın 3. genel başkanı seçildi.
Anavatan genel başkanlığı koltuğuna oturan Yılmaz, sadece liberal kanadı merkeze almakla yetinip, Özal'ın fikirleri de temsilcileriyle birlikte kapı önüne konuldu...
Merhum Turgut Özal 17 Nisan 1993 günü Hakk'ın rahmetine kavuştuğunda milyonlar onu dua ve gözyaşlarıyla uğurladı ama bu durum Mesut Yılmazlı ANAP'ın da sonu oldu.
Mesut Yılmaz bütün bunları niçin yapmıştı? Tabiî ki altından su alan ANAP’ın batmaması için. Ne de olsa bu partinin kuruluşundan beri hamurunda emeği vardı!..
Bu hikâyeleri bana hatırlatan, eski bakan ve milletvekili Hüseyin Çelik’in Ahmet Hakan ile önceki gün yaptığı ve siyasi çevrelerde farklı yorumlara yol açan konuşması oldu. Hakan’ın mal bulmuş mağripli iştahıyla sorduğu “Rahatsızlığınızı dile getiriyorsunuz, amacınız nedir?” Sorusuna “Benim büyütüp meyve verme aşamasına getirdiğim bir bahçem var, bunun çekirdeğini toprağa atarken fidesini dikerken biz vardık. Fakat bugün birileri hoyratça bu meyveleri ayaklar altında eziyorsa bu benim zoruma gider. Siz bir gemidesiniz, sizin kamaranız çok rahat ve lüks olabilir, eğer geminin dibi su alıyorsa siz bu lüks ve rahat ortamda batarsınız ama sonuçta batarsınız” şeklinde verdiği cevap travmanın özetidir.
Umarız var olduğunu iddia ettiği deliği yukarıdaki örneklerle tıkamaya soyunmazlar.
.
Dönüşü olmayan yol
18 Şubat 2016 02:00
Türkiye etrafı çevrilerek durdurulmak isteniyor.
Dün akşam başkentte 28 kişinin ölümü ve 61 kişinin yaralanması ile sonuçlanan bombalı terör olayı bu çevirme hareketinin bir parçasıdır.
Geçtiğimiz hafta yaşanan olaylara geri dönelim.
Halep’in Türkiye ile olan bağlantısını kesmek için PYD, Esad ve İran güçleriyle karadan, Rusya hava saldırılarıyla hastane, okul, kadın, çocuk ayırt etmeksizin Türkmen yerleşim merkezlerini vurarak halkı göçe zorluyor. Böylece Türkiye’nin güneyinde kurmayı planladıkları Kürt kantonu için alan boşaltmaya çalışıyorlar.
Azez kırsalında günlerdir çatışmalar yoğunlaşmış, PYD’nin silahlı kanadı YPG Türkiye sınırında Azez’in Şark köyüne kadar girmişti. PYD’nin karadan ilerlediği Azez, Rus savaş uçakları tarafından da havadan vuruluyordu. Gelişmeler üzerine TSK operasyon başlatarak Fırtına Obüsleri ile YPG mevzilerini bombardıman altına aldı.
Cumartesi gününden bu yana aralıklarla PYD’nin TSK tarafından vurulması üzerine önce ABD ve Rusya “Ateşi kesin” dedi, ardından Fransa, derken Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Rusya’nın isteği üzerine toplanarak Türkiye’nin YPG’ye karşı başlattığı top ateşinin durdurulması için ortak görüş açıkladı.
Birkaç gün önce Haleb ve İdlib’deki 2 okul ile 5 sağlık merkezine füzelerle düzenlenen saldırıda yaklaşık 50 sivilin hayatını kaybettiğinde sadece saldırıların yasalara aykırılığını söylemekle yetinirken Türkiye’yi “saldırıyı durdurun” diye ikaz ediyor. Bunun ardından gelişmeleri partisinin grup toplantısında değerlendiren Başbakan Ahmet Davutoğlu “Rusya’nın hava desteği ile PYD, Minnak Havaalanı’nı ele geçirdikten sonra Türkiye sınırına çok yakın 100 bin insanın yaşadığı Azez’e saldırdı. Bu çerçevede Türkiye’ye dönük yeni bir mülteci akınına mahal vermemek ve mültecilerin güvenli şekilde bulundukları yerde kalmalarını temin etmek üzere cumartesi gününden itibaren Esad rejimi ve onun uşağı, onun piyonu, Rusya’nın piyonu olan PYD ve YPG’ye yönelik hedeflere angajman kuralları çerçevesinde mukabelede bulunuyoruz. Mukabelede bulunmaya da devam edeceğiz” diyerek YPG unsurlarının Azez’e yaklaşmaları durumunda şiddetli tepki göstereceğimizi ifade etmişti.
Azez Türkiye için neden bu kadar önemlidir?
Sınırımıza 7-8 kilometre kadar mesafede Kilis-Öncüpınar sınır kapısına doğrudan bağlanan bir hat üzerinde bulunuyor. Bu hat 30 kilometre ileride Halep ile buluşuyor. Bu hat Halep’in merkezi ile Türkiye arasında ana koridoru oluşturuyor. Hem insani olarak yapılan yardımların bölgeye ulaştırılması hem de stratejik açıdan önem arz ediyor. PYD-YPG elinde bulundurduğu kantonları (Afrin ve Kobani) birleştirip Türkiye’nin güneyinde bir kuşak oluşturmasının önündeki en büyük ve tek engel. Türkiye bu kuşağı haklı olarak kendisi için bir tehdit görüyor.
Haleb bu kadarla da bitmiyor.
“Azez Türkiye için sembolik bir değerden başka bir şey ifade etmiyor” diyenler Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezinin (ORSAM) 2011 yılı bölge nüfus hareketleri hakkında Suriye kentlerindeki Türk varlığını açıklarken Haleb’de yaşayan 3 milyonu aşan Türk varlığını inkâr ediyor. Türkiye’nin de inkâr etmesini, bu insanların soykırıma uğramasını en azından mülteci durumuna düşüp vatanlarını terk etmesine Türkiye’nin göz yummasını bekliyorlar. Suriye’de sadece bir ülke sınırlarını kaybetmiyor, sınır tanımayan alçaklar insanlığı da tarumar ediyor.
İşte Ankara olayı, bu alçaklıklara dur deme cesaretini gösteren Türkiye’nin iradesini sarsmak için yapılmış eylemlerden biridir.
Türkiye’nin bölgedeki güç dengelerini değiştiren yükselişinin önünü kesmek için her yolu deneyecekler.
Ama Türkiye eski Türkiye değil, sosyal medyayı ve ekranlarda bakmaya artık tahammül edilemez hâle gelen soykırım görüntülerinin mutlaka bir karşılığı var ve muhtemelen;
"Lâ gâlibe illallah”
.
Nemrut’un ateşine üfürenler
25 Şubat 2016 02:00
Devlet; kendisini Güneydoğu’da kendi vatandaşlarına karşı şiddet uygulamakla suçlayan ama maaşını suçladığı devletten alan cebinde de bu devletin kimliğini taşıyan bir grup sözde aydın, siyasetçi, gazeteci, edebiyatçı ve türkücünün ihanetiyle karşı karşıyadır.
Arada bir emir aldıkça sözde Ermeni soykırımı için yüzlerine mask takarak ayaklanan, Gezi olaylarında halay çekenler Güneydoğudaki yangını söndürmek için mücadele veren devleti kendi vatandaşına kıymakla suçluyorlar.
Arabasıyla teröriste silah taşıyan, örgütün kazdığı hendeklere yatıp canlı kalkan olan, eylemlerine ön saflarda yürüyenler 29 kişinin kanına giren canlı bombanın taziye çadırına(!) girerek, haini "kutsayıp" Nemrut’un ateşine odun taşıyorlar.
Taraf olmayın derken açıkça terör örgütünün tarafında duranların PKK aşkı, operasyonlardan sonuç alındıkça depreşiyor.
Devam eden hengâmede çocukların mağdur olduğunu söyleyen ve Başbakan’a “nasıl merhametsiz oldunuz?” diyerek terörist yerine devlete çamur atan Türkücü;
Ve ona, “Aldırma, unutma ki barış teröriste destekçi derler diye pısmadan talep edenlerin omuzlarında yükselecektir” diye seslenerek koltuk çıkan gazeteci,
Kalabalıklara dalıp, bomba patlatıp masum insanları katleden canileri, İkinci Dünya Savaşında müttefik gemilerine intihar saldırısı yapan Japonların “kamikaze” pilotlarına benzeterek "kutsayan" sözde yazar;
Kazdıkları hendeklerin çapı kadar bir alanda kendi kantonlarını kurmak için savaşanları kazdıkları çukura gömen devleti “devletin tüm bölge halklarına karşı geçekleştirdiği katliam ve sürdürdüğü sürgün politikasından derhal vazgeçmesi gerekiyor” diyerek bildiri yayınlayarak frenlemeye çalışan devleti bırakıp eşkıyanın yanında duran izansız akademisyen;
Güneydoğudaki fitne ateşine üfürerek körükleyen sizler, küçük adamlar,
Akademisyen, sanatçı, siyasetçi, sporcu ya da türkücü...
Sen bir fikri, demokrasiyi, hür olmayı özgür bir davayı temsil etmiyorsun! Halkın sırtına basıp girdiğin mecliste, çıktığın sahnede, konuştuğun kürsüde, yazdığın köşende yoklukla, sefaletle, cehaletle mücadele etmek, yoksulluk coğrafyasına hizmet etmek gibi bir derdin yok.
İnsanları efsunlayıp ölümlerini seyrettikçe kandan beslenen iştahın kabarıyor.
Sen zaten beslediğin zorbalarla, onların evlerini oturamaz iş yerini çalışamaz, sokağını yürünemez hâle getirdin. Hastanesini, sağlık ocağını, ambulansını yakarak hastasını yatağında ölüme mahkûm ettin. Sonra da taziye çadırlarında boy gösterdin.
Hatırasını, hafızasını, yok ettiğiniz evsiz ve mabetsiz bıraktığınız çocukların eline "kalem" yerine "keleş" verdiniz.
Efendileriniz koltuklarını kaybettikleri gün sizinle işleri bittiği gün sizin de işiniz bitecek!
Kürtlere ihanetinizin bedelini ödeyeceğiniz gün bu bedelden kaçmak için katil diye çamur attığınız devlete sığınacaksınız. Sizin cellâdınız yurtsuz, babasız ve evsiz kalan mazlumların ahı olacak.
Zaten özgür değilsiniz, boynunuzdaki ip, efendilerinizin elinde, özgürlüğün ne olduğu hakkında hiçbir fikriniz de yok. İnsanlıktan bahsedersiniz ama insanlıktan haberiniz yok.
Eğer bir insanlık damarınız olsaydı son Ankara olayındaki patlamada savrulan küçük yavrunun kaybettiği gözünden akan yaş bu damarı oynatırdı!
.
Kumdan kaleler
28 Şubat 2016 02:00
Takvime bağlı günü yaşama alışkanlığımız var.
Yapraklar 28 Şubat’ı gösterince hep birlikte, 28 Şubat postmodern darbesinin toplum ruhundaki yaraları depreşti ve sızladı.
28 Şubat postmodern darbesi ile güce sarılıp kitleler hâlinde savrulanlar ile yerinde duranlar ortaya çıktı. Berber koltuğunda oturur gibi tepemizdeki saçları kırpıp önümüze döktüler, herkes kendi ruh rengini gördü. O yüzden 28 Şubat, silindir gibi üzerimizden geçmedi sadece üzerimizdeki şalı kaldırdı, ne olduğumuz ortaya çıktı kendimizle yüzleştik.
28 Şubat bir yol ağzı, kimin nerede duracağına karar verdiği bir tercih değildir, bir asırdır süregelen karar verilmiş bir yolculukta yol levhalarının ilanı gibidir. İnsanların yönünü şaşırdığı yol ayrımı değil, kalıcı olanın izini sürmek yerine, maksud ve mabutlarının, hangi heveslerin peşinden sürüklenmeyi tercih ettikleri yolların ilanıdır.
Yol yanlışsa bu çok öncelere Menderes ve Özal’dan da geriye dayanır.
Anakonda iştahındaki güç ve makam sahibi olma hırsı tarafından yutulduğumuzu fark ettik.
İstediğin kadar plan yap, insanın refleksleri ringe çıktığında ne mal olduğunu ortaya kor.
İslâmî kavram, kurum ve semboller sekülerleştirilip, ruh ve anlamı 28 Şubat’ta hırpalanıp, yerini kaybetmedi, bilakis bunların ne kadar toplum hayatından belirleyici ya da çıkıp terk edildiği test edildi. Bir bakıma herkes boyunun ölçüsünü aldı.
Geriye doğru bir asırdan fazla bir süredir hırpalana örselene, itilip kakıla nereye geldiğimizi gördük.
İslami duyarlılıkların güç ve para karşısında nerede durduğu ortaya çıktı.
Fikrî cereyanlarının çatıştığı yeni Türkiye’nin kurulduğu bir ortamda yeni devleti kuranlar kurgulanmaya çalışılan “yeni Cumhuriyet nesli”nin siyasetçi, bürokrat, iş adamı akademisyen tiplemelerinin arasında olmazsa olmaz bir Müslüman tipini de kurguladılar.
Baktılar; bu tip yerinde duruyor mu, sapma var mı?
Bu tip, Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Bu günün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, fuhuş albümü gazetesi, şaşkına dönmüş ailesi ve daha nesi nesi, hâsılı, güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirle” zehirlenmektedir.
28 Şubat darbesi ile “kim var?” diye seslenenlere “sağına soluna bakınmadan, ben varım" diyecek dava ahlakına sahip adam arayanlar, bunu diyecek ahlaki mayanın niye tutmadığını sorgulayanlar acziyeti, geriye dönüp bu "zehiri” ruhumuza sıkanlarda aramalıydı.
Her şeyin içinin boşaltılıp, her şeyin ruhsuzlaştığı, güç ve para aşkının insanı yuttuğu sefih sekülerleşme akımlarına karşı duracak, İslam’ın eteğine tutunacak sosyal müesseseleri inşa etmeden bu zehirlenmeyi frenlemek mümkün değildir.
Güya inşa ettiğini sandığımız sağlamlığının korunaklı kaleler olduğuna inandığımız hayatımız; kitlelerin peşinden koştuğu dünyevileşme karşısında üfürükle çöken kumdan kalelere döndü.
Müzik, film, sosyal medya, ürettiği sahte kahramanlar, dayanılmaz arzular ve baştan çıkarıcı tahriklerle genç nesli esir alıyor, zihinlerini körleştiriyor, ruhlarını öldürüyor.
Sınırları tanımayan, ahlaki barınaklarımızı delip geçen, postmodern kültür saldırılılarına dur demedikçe her günümüz 28 Şubat!..
.
Dağda kimsen var mı?
3 Mart 2016 02:00
Diyarbakır başta olmak üzere operasyonların sürdüğü bölgelerde incelemelerde bulunan AK Parti heyeti hazırladığı tavsiye raporunda “devlet gücünü göstermeli” demiş. Tahribat bölgelerindeki fiziki, ekonomik ve psikolojik tahribatın yaralarının sarılması bundan sonra bölgedeki hayatın kalitesini de belirleyecek.
Öncelikli mesele bölgede torpillenen hayatın yaralarını sararken torpilleyenleri hayatın ve bölgenin dışına atmaktır. Bölgede hayatı tahrip edenleri başka ülkelerin sınırları içinde, Kandil'de aramaya gerek yok. İçerde çözüm süreci zarar görmesin diye hendek kazanlara sırt çevirenler asıl “kuyumuzu kazanları” da ihmal ettiler.
Kamu otoritesini yeniden sağlamak, barışı tesisi etmek için hendekleri kapatıp harap olan meskenleri, mabetleri, iş yerlerini onarıp yeniden inşa etmek yetmez. Çok daha fazla ve farklı bir tedbirler gerekiyor. Bu noktada en önemli eleştiri hedefinde bölgedeki yerel yönetimler var.
Barışı öldürmek için elinden geleni yapanların başında bazı yerel yönetimler geliyor.
Meclis kürsüsünde, gazete köşelerinde, riyaset koltuklarında “Kürtlerin temel haklarını kullanmalarının önündeki bütün engeller kaldırılmalı” diyenler; kazma, kürek ve hendeğe siyaseti ve Kürtlerin huzurunu feda edenlerdir. Ama bölgeden göç ederek huzur alanlarına göç eden bölge halkı, Kürtlerin hayat hakkını kimin gasbettiğine en güçlü cevaptır.
Şerafettin Elçi, “Otuz senedir savaş ortamındayız, 'fırtına çocukları' dediğimiz bir öfkeli nesil yetiştirdik. Bu neslin birden değişmesi zor, ama imkânsız değil. Eğer beklentilerinin, temel hak ve özgürlüklerinin gerçekleştiklerini görürlerse ikna olurlar. Meclis'in bu sorunu çözmesi şart, eğer çözemezsek sorunun çözümü artık imkânsız hâle gelir. Bir süre sonra öfkeli çocuklar iktidara gelecek, bu fırtına çocuklar egemen oldukları takdirde sorunu çözmek zordur” şeklinde çözümü Meclis'e havale etmişti.
Dağı besleyip çözümü Meclis'ten beklemek!
Tabii beklentilerin başında Meclisin ezberleri bozacak yerel yönetimler kanununu sil baştan yapması var. Yerel yönetimlerin ciddi bir yeniden düzenlemeye ihtiyacı var. Ama dedikleri gibi değil. Mevcut dar alanda bile terörün emrine verdikleri finansal destek, insan gücü ve kepçelerinin hesabını soracak bir düzenlemenin yapılmasında zaruret var.
Geçtiğimiz ay içinde İzmir’de yapılan “Kardeş Belediyeler” buluşmasında konuşan AK Parti Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki, “Güneydoğu’da bazı belediyeler, devletten yüzde 90’ın üzerinde bütçe alıp, yüzde 70’ler, 80’ler, 90’ların üzerinde personele para ödüyorlar. Bunlar personel alırken imtihan ediliyor, imtihan sorusu şu: 'Bedel ödedin mi? Dağda kimsen var mı?..' Buna göz yummamız mümkün değil” demişti.
Devletten gelen paranın yüzde otuzunu aşarak personel alımı yapmak idari bir suç olabilir ama personeli alırken dağda örgütteki teröristle yakınlığını referans olarak kullanmak nedir?
Güvenlik güçlerine ve halka kolay saldırsın sokakları yürünemez hâle getirsin diye teröristin hizmetine hendek kazıp barikat kurması için kepçe vermek nedir?
“Fırtına Gençlik” diye inceden tehdit malzemesi yaptıkları gençleri büyütüp beslemek, dağa sürmek, hendeğe itmek teröre yardım ve yataklık değil midir?
Devlet gücünü gösterirken, raporda örgütün kendi oluşturduğu mağduriyetleri, kendi yaptığı zulmü devlete fatura edecek bir kirli propaganda ve algı yönetimi yaptığı belirtiliyor ve bunun önünü kesmek için broşür, kamu spotu ve belgesel yayınlama çalışmaları tavsiye ediliyor.
Faydadan hâli değil ama hiçbir broşür ve kamu spotu insanın mahallinde yaptığı etkiyi yapmaz. Ruhlarda açılan yarayı ancak insan teması sarar. Sosyal bilimciler, din adamları, siyasetçiler, kanaat önderleri bölgede günübirlik değil kalıcı olarak hizmete talip olmalıdır.
Kimsenin “El yarası, duvar kovuğu” deme hakkı yoktur.
.
Medyanız kaç tonluk?
6 Mart 2016 02:00
Eski Roma’da sokak başlarında, meydanlarda dağıtılan siyasi gelişmeler, toplumsal olaylar, gladyatör dövüşlerinin sonuçlarını duyuran “Actia Diurna” adlı gazeteler varmış. Okuma bilen Roma vatandaşları yüksek sesle okuyarak okuma bilmeyenlere duyururmuş.
Bugün de durum farklı değil. Bir kanaati yaygınlaştırmak isteyenler yazılı ve görsel medya üzerinden ürettikleri fikri hiç görmedikleri insanlara ulaştırıyor.
Nükleer silahlarla bir bölgede yaşayan insanları topyekûn imha en ilkel ve pahalı yoldur. Ama insan ve toplumsal hizmetler için kullanılmadığında medya öyle bir güç ki, çok daha fazla insanı yok edebilir.
Hepimizin çok önemli bir sorumluluğu var. Bizden sonraki nesillere mutlu yaşayacakları bir gelecek inşa etmek. Bunu temiz kent, garantili iş, sanayileşme ile sınırlamak saflıktır. Bizler önceki nesilden devraldığımız toplumsal kültürü önce korumak ve yaşatmak sonra da geliştirip bizden sonraki nesillere aktarmakla yükümlüyüz.
Bu ihmal edildiği zaman yollar, meydanlar, köprüler, fabrikalar, artan millî gelir önemini kaybeder. Kültürel varlık devam ettiği müddetçe milletler ve devletler ayakta kalabilir. Aksi takdirde yok oluş kaçınılmazdır.
Sürekli olarak tekrarlanan görüntü ve imgeler özellikle çocukların ve gençlerin değerlerini belirleyici bir etkiye sahip. Nitelik çok önemli, çünkü bazıları iftirayı yapıştırıcı hâle getirmek için, itibarsızlaştırma ve korku hikâyelerine dayandırıyorlar.
Geçtiğimiz ay içinde sinema dünyasının en itibarlı ödülü olarak kabul edilen 88. Oscar Ödüllerinin dağılımında “en iyi erkek oyuncu ödülü” “Diriliş” filmiyle Leonardo DiCaprio’ya verildi.
ABD’li aktör DiCaprio yaklaşık bir ay önce Alman Welt am Sonntag gazetesinde Sovyetler Birliği Lideri Vladimir Putin rolünü memnuniyetle oynayacağını açıklamıştı. Daha önce de Pravda gazetesine verdiği mülakatta Josef Stalin’i oynamak istediğini söylemişti.
Böylece daha önce üç defa Oscar’a aday gösterilen fakat alamayan DiCaprio bu performansı(!) ile "en iyi erkek oyuncu" ödülünü kaptı.
Şimdi; Suriye’de sivil halk üzerine aylardır bomba yağdıran, çoluk çocuk katleden soykırımcı kasap Putin karakteri özellikle “Titanic” filmi ile sinema seyircisi milyonların gözünde sevimli bir karakter hâline gelen DiCaprio ile "sevimli" hâle gelecek!
DiCaprio’nun bu gayreti karşılıksız kalmadı, Hollywood simsarları tarafından ödüllendirildi.
Soykırım bir ırkın ya da politik, dini veya etnik bir grubun sistemli bir şekilde ve kasıtlı olarak tepesine bomba yağdırarak yok edilmesi ile sınırlı değildir.
Soykırım, insanı öldürmek olduğu kadar mülkiyetin, kültürel mirasın, nihayetinde onların varlığına dair her şeyin de yok edilmesidir.
Bir soykırımda her zaman ölenlerden geriye onların çürüyen bedenlerinden daha dayanıklı olan bir şeyler kalır. Ama bunlar zamanla göz önünden kalkar ve hafızadan silinir. Hafızadan silinmeyen ise onlara ait hikâyelerdir. Hikâyeler kültürleri nesilden nesile taşır.
Eğer tarihî ve kültürel varlıklarımızın değeri bilinir, yenilenerek korunur ve kullanılırsa bugün sürdürülen çoğu kavga hayatımızdan çıkar.
Bir asırdır yaşananlar; mülkiyetin, kültürel mirasın, nihayetinde onların varlığına dair her şeyin sözde ülkeyi kalkındırmak adına mevcut tarih ve kültürel varlıkların yok edilmesinin sonucudur.
Kültürel mirası yok ederek milletin hafızasını kara tahta gibi sildiler, büyük yara açtılar ama yok edip, hikâyeler üzerinden nesillere aktarılmasını önleyemediler.
Bugün medyatik savaşların arka planında yabancılaştırıcı ve sömürgeci gücünü kaybetmemek için direnen Batı ile kendi medyasını kurmak için mücadele veren Türkiye’nin mücadelesi var.
Eğer medyanız yoksa yok olmaktan kurtulamazsınız.
.
Niçin gazete okuruz?
10 Mart 2016 02:00
Önceki gün gazetemizin Malatya Temsilciliğine ziyaret için gelen bir okuyucumuz şunları anlattı:
“Ben yakın tarihte cezaevinde mahkûmdum. Tekdüze, sıkıcı ve vicdan hesaplaşması ile geçen kapalı hayatımız cezaevine arkadaşların talebi ile Türkiye gazetesi gelmeye başlayınca değişti. Mahkûmların kahir ekseriyeti gazeteyi okuyarak mahkûmiyetlerini unuturlardı. Size çok teşekkür ederiz, cezaevinden farklı bir insan olarak çıktım, çoğu arkadaşım da aynı duygular içindedir, size çok teşekkür ederiz...”
Olay bana nahak yere 1943’te hapse atılan Gönenli Mehmet Efendi'nin hikâyesini hatırlattı. Onu, ağır suçluların kaldığı bir koğuşa koyarlar. Çok farklı bir dünyanın içinde sadece bedenen değil ruhsal ve fiziksel olarak da cezalandırmak istemiş olmalılar.
Ama sadece insanların beyinlerine değil duygularına da hitap etmeyi bilen Gönenli Mehmet Efendi bundan dolayı yeni arkadaşlarına itiraz ve isyan etmemiş, onlarla gönül bağı kuracak farklı bir yola başvurmuştu.
Koğuşa ilk girişinde şöyle bir etrafına baktıktan sonra onların ruhlarına hitap etmekten ve gönüllerine girmekten başka çare olmadığını görür.
Selam verip sonra gösterilen ranzaya şöyle bir yan gelip oturduktan sonra elini kulağına koyup yanık sesi ile şu kasideyi okur:
“Cana cefa ya kıl, sefa kahrın da hoş lütfun da hoş,
Ya dert gönder yahut deva kahrın da hoş lütfun da hoş.
Dosttur bana senden gelen ya hilat-u yahut kefen,
Ya taze gül yahut diken kahrın da hoş lütfun da hoş...”
Koğuşa girdiği zaman avını kollayanlar fıtratlarına dönmüşler, ilahi bitince "koğuş ağası" boyun eğip, “Baba, seni bize Allah gönderdi, basımızın tacı, gönlümüzün ilacısın” deyip koğuştaki arkadaşlarına dönerek “Çökün!” diye seslenmiştir.
Denizli civarında bulunan pek çok caminin imamı bu koğuştan yetişmiştir.
Eğer verdiğiniz mesaj güçlüyse bunu farklı şekillerde yapabilirsiniz.
Bugünkü gazete okuyucularının “Bu gazeteyi niçin okuyorsunuz?” sorusuna verdikleri cevaplar farklıdır. Gazete sayfalarında, kiminin maç sonuçlarıyla, kiminin cinayet haberleriyle, kiminin "pasaklı" arka sayfa resimleriyle herkesin kendi dünyasını besleyen saklı özel merakları var. Herkes metin veya resim her neyse kendine ait bir şey arıyor.
İnsanlar kıyısından köşesinden bize ait konuşulacak, arkasında duracak tanıdıklara anlatacak bir şeylerimiz olsun diyor. İnsanlar gazete de olsa kendine benzeyenlerle iş tutuyor.
Herkes kendine benzeyen yeni fikirlerle beslenmek, dünyada yalnız olmadığını tescil etmek ister. Ortalama bir kütüphane, günlük gittiğimiz kahve, yürüdüğümüz sokak salondaki eşyaların dizilişi hayat tarzımız hakkında ciddi ipuçları verir.
Eşyaların dili olmadığını zannetmeyin yürüdüğümüz sokaklar bile belli mesajlar verir ve gazeteler ise konuşanıdır.
Gazeteler gücünü tekrardan alır ama çoğu insan bunu fark etmez.
Her gün okuduğumuz yazarlar farklı alanlardan farklı yorumlar yapsa da manşet farklı mesaj aynıdır. Sonunda o manşetlerin o yorumların yürüyen timsali olup çıkarız.
Tekrarlanan şey insanın hakikati oluyor, isterse cezaevinde olsun..
.
Mâzi ile alay etmek!
13 Mart 2016 02:00
Kalemle yapılan tahribat fark edilmediğinde veya ciddiye alınmadığında peşine kazma, kürek ve hendek gelir. Bu kazma, kürek ve kalem tahribatının Tanzimat medyasına kadar uzanan hikâyesi var ama biz tek parti döneminden günümüze bir hatırlatma yapalım...
CHP’nin tek parti döneminde kazma kürek mescit mabet yıkma gibi bir alışkanlığı vardı. Partizan cumhuriyet ideolojisinin bazı kalemşorları da yamaklık için ellerinden geleni yapıyordu.
Kastamonu en ücra yurt köşelerinden biri olmasına rağmen bu kazma-kalem tecavüzlerinin zirve yaptığı yerlerden olmuştur.
Doğu batı ayırmaksızın her köşede yapılan mezarlık, mescit, cami kıyımının dikkat çekici bir örneğini merhum Hasip Yılanlıoğlu anlatmıştı.
“Kastamonu’da 73 camiden 57’si tasfiyeye tabi tutulup kapatıldı. 16 cami ve mescit açık bırakıldı. Tasfiyeye tabi tutulanlardan 32’sini satışa çıkardılar. Bazılarını satın alan oldu, bazılarına da talipli çıkmadı onları da yıktılar. Devrekâni’de minareleri yıkmak için kullanılmış hayvan yularlarını toplayıp urgan yaptılar. Bunları minarelere bağlayıp yıkmaya uğraştılar. Küpcüyez Mescidi’nin tuğladan yapılan minaresi kısa ve topluydu. Burayı parti ocak binası yapacaklardı, önce satın aldılar. Baktılar minareli parti binası olmaz, ocak başkanı parayla adam tutup yıktırmak istedi. Halk sıkıntı içinde olmasına rağmen kimse işi almadı, adam bulamayınca da ocak başkanı mecbur kaldı adamları ile birlikte kendisi kazma ile günlerce uğraşıp yıktı. Hiç unutmam minare yıkılıp içini de değiştirdikten sonra açılış yaptılar..."
Bir muallim açılış töreninde yaptığı konuşmada “Burası Hak Evi’nden Halk Evi’ne döndü” demişti.
Halkın mekân ve mabetlerini berbat etmekle yetinmeyenler isimlerini alay konusu yaptılar.
Halkın saygı duyduğu şahsiyetleri itibarsızlaştırıp isimlerini kullanılamaz hâle getirmek istediler.
Kastamonu’da halk tarafından çok sevilen, sayılan âlim ve Fadıl şeyh Şaban-ı Veli hazretlerinin isminin yine aynı bölgede yetişen bir yazar tarafından mizah konusu yapılarak itibarsızlaştırılması tesadüf değildir.
“Hababam Sınıfı” adlı oyunu kaleme alan Yazar Rıfat Ilgaz’ın bu ismi böylesine yozlaştırması, aşağılaması da tesadüfî değildir. Anadolu’da bir zamanlar çocuklara severek verilen bu isim, bir zaman sonra “Şaban” filmlerinin de devreye girmesiyle alay etmek için kullanılmaya başlandı. “Şaban” filmleri sinemada ve ekranlarda her akşam tekrar tekrar izlendikçe bu anlamlı isim toplum hayatında değerini ve saygınlığını kaybedip, aptal, geri zekâlı, cahil anlamlarını hatırlatmaya ve karakterleri etiketlemeye başladı.
“Tekrarlanan söz insanın hakikati olur” kuralının sonucu kadim bir kültürün önemli bir parçası zevzekçe bir mizaha feda edildi. İnsanlar da perdedeki karakteri evlerinde görmemek, çocuklarını toplum içinde kendilerini savunma zorunda bırakmamak için çocuklarına bu ismi vermemeye başladı.
Etrafınıza bakın, artık bu isimleri kullananlar neredeyse yok, artık kullanılmıyor ama onun yerine bol miktarda “Kaya”, "Karataş” ve “Karayılan” bulabilirsiniz.
“Şaban” ismine âdeta "savaş" açan Rıfat Ilgaz’a gelince, o da Şeyh Şaban-ı Veli hazretleri gibi Kastamonulu ama geldikleri yer aynı olsa da gittikleri yol farklı.
Yıllardır, edebiyatı, sanatı, sinemayı, medyayı boş işler olarak gören, kültür erozyonuna kayıtsız muhafazakâr kesime gelince etraflarının ve hayatlarının "Karataş"la, "Karayılan"la dolmasını izliyor.
Bir kalem bir çizik atar,
Baraj gövdesindeki küçük bir çizik,
Bir baraj gövdesinin çöküp gitmesi de bu küçük çizikle başlar.
.
Şerefleri develerin sırtında
17 Mart 2016 02:00
“Şeref” sahip olanlar için paha biçilmez bir varlıktır, olmayanların şerefi ise develerinin sırtında el değiştirip durur, develer kaybolursa hayatları kararır. Şereflerinin tehdit edilmesi develer yerinde durdukça endişeye yol açmaz.
ABD’de 1929 büyük ekonomik buhranın yaşandığı yıllarda krize çözüm aramak için toplanan devasa kalabalığa hitap etmek için mağdur konuşmacı kürsüye giderken arkadaşına şunları söyler:
“Ben bu baronlara, kartel babalarına açlıktan ölen çocuklardan, işsiz kalan milyonlardan, yollarda ölen göçmenlerden, sokaklardaki sefaletten, yanan yıkılan evlerden bahsedeceğim. Göreceksin, hiçbirinin yüzü kızarmayacak, sadece sırıtıp, esneyip göbeklerini kaşıyacaklar. Ama artık kabarık banka hesaplarının, yüksek refahlarının tehdit altında olduğunu söyleyeceğim. Develeriniz elinizden gidiyor diyeceğim, hepsi yerlerinden fırlayacak, bağırarak feryat edecekler, uzlaşma isteyecekler…”
Konuşmacı söylediklerini aynen yaptı ve salonda uzun yıllar başka toplantı yapılmadı.
Aynı hikâye bugünlerde Yüksekova operasyonları ile gündemde.
Develerini kaybetme korkusu PKK’lı baronları harekete geçirdi.
Edinilen bilgiye göre, Yüksekova operasyonları başlamadan önce Hakkâri eski HDP Milletvekillerinden Esat Canan başkanlığında adına “Sivil İnisiyatif” denilen bir gurup Yüksekova Kaymakamlığı’na gitti. Kaymakam ve güvenlik yetkilileri ile görüşüp operasyon yapılmadan Kandil ile koordineli olarak hâlen ilçede bulunan teröristlerin uygun bir zamanda koridor açılarak Irak’a geçebileceklerini böylece halkın mağduriyet yaşamayacaklarını söylemişler.
Geriye doğru meydanlarda canlı bombaların berhava ettiği masum insanlar için yüzünü ekşitmeyenler develeri kurtarma operasyonu yapıyor. Bunlara sormalı ki, o ölenler hangi halktı?
Heyete ret cevabı verilerek teröristlerin silahlarını bırakarak teslim olmaları istendi. Sokaklarda canlı bombalar masum insanları katlederken esneyen PKK’lı baronların paniklemesine yol açan Yüksekova operasyonları ile para kaynaklarını kaybedecek olmalarıdır. Onlar terörü beslediler terör de onları...
Yüksekova’nın PKK’nın para kaynağı, insan kaçakçılığının merkezi olduğu belirtiliyordu. Baronların içine düştüğü panik teröre destek veren siyasetçi, akademisyen, sözde sanatçı ve yazar-çizer takımı için de geçerlidir. Teröre destek vermenin üzerine gidilince bunlar da kendilerine yardakçı kurum ve medya üzerinden bir koridor açılmasını istiyorlar.
Terör tanımı ve mücadele konsepti değişiyor, değişmek zorunda. Siyaset, kalem, kamera, akademik kürsü ihaneti meşrulaştırmaz. Terörle mücadele kaçınılmaz olarak teröre destekçi iş birliği dünyasının yok edilmesine dayandı. Ortak kanaat Kürt coğrafyasını altüst eden, yozlaştıran bu işbirlikçi ihanet çeteleri ortadan kaldırılmadıkça terör her zaman kendine yeşerecek alan bulur.
Terörü açıkça öven ve suça iştiraki meşrulaştırmak için Batı'dan her fırsatta destek alan aydın kılıklı terörist seviciler Avrupa’ya baksınlar. Batı'nın terörle mücadelede nasıl davrandığını bildikleri hâlde sıra bize gelince şamataları ayyuka çıkıyor. İkide bir Türkiye’yi jurnalleyen, bombalı eylemleriyle asker, sivil, polis demeksizin katleden PKK’yı koruyup destekleyenlerin milletvekili, akademisyen, sanatçı her neyse vatandaşlıktan çıkarılması gibi bir tedbir meclis gündemine geliyor.
Her fırsatta kendi ülkelerini AB’ye gammazlayanlar, bomba yüklü araçlarla saldırı düzenleyip masum insanları katleden terörist için taziye çadırlarını, gidip oraya kursunlar.
Tabii develer burada kalmak şartıyla…
.
Taşları bağlayıp itleri serbest bırakmışlar…
20 Mart 2016 02:00
Hikâyenin Nasreddin Hoca’ya ait olduğu söylenir.
Soğuk bir kış günü yabancı bir köye gelen Nasreddin Hoca’ya köyün köpekleri havlayarak koşmaya başladıklarında Hoca Nasreddin kendini korumak için yerden taş almaya kalkar.
Ama donmuş taşları yerinden sökemeyip sızlanır;
“Köydeki garipliğe bak, taşları bağlayıp itleri serbest bırakmışlar!..”
Hikâye bugün yaşadığımız çoğu olayları hatırlatıyor ama gariplik köyün yabancı değil yaşadığımız bizim köy olmasıdır.
Yıllardır Güneydoğu illerimizde teröristlerin sivil halk, güvenlik güçleri, kamu görevlileri üzerinden yaptığı kıyımlara ilgisiz kalan bir kısım akademisyen, Sur, Cizre ve Silopi başta olmak üzere bölgedeki güvenlik operasyonlarını “Bölge halkına karşı gerçekleştirilen katliam ve sürgün politikası” olarak değerlendirdiler. Kendilerini akademik zırh içinde dokunulmaz zannedenlere karşı başlatılan adli işlemler karşısında bu defa bir başka güruh imzacılara destek için “işlenen suça biz de ortağız” diye meydana çıktı.
Başka örnekler üzerinden sosyal medya ve ekranlardan bir akım başlatılmaya çalışıldı.
Bedenen bizim köyde ama ruhen ve zihnen Batı’da yaşayan bu şizofren azınlık hâkim oldukları iktidar aygıtlarını terörün desteği için kullanarak sanki bir seferberlik başlattılar.
Eylemlerin büyük şehirlere taşınarak sindirilmeye, durdurulmaya çalışılan Türkiye için dün de bugün de en büyük engel ve tehdit dışarıdan değil içerideki bu gönüllü köleler eliyle gelmiştir.
Zaman içerisinde bugünkünden çok daha büyük mücadele bunlarla olacaktır.
Medeniyet ve tarih hafızamızı rehin verdiğimiz Lozan’dan beri başkalarına ait ithal bir köyde sanki her şeyimiz emanet alınmış gibi, mülteci psikolojisi içine hapsedilmiş bir dünyada yaşıyoruz.
Buz tutmuş Türkiye, Menderes ve Özal’la başlayan ısınma ve kıpırdanmayı silkinmeye, doğrulmaya ayağa kalkmaya çevirmeye, hapsolduğu buz denizindeki kuşatmayı kırmaya çabalıyor.
Türkiye’yi içeriden ve dışarıdan çepeçevre kuşatanlar bu yürüyüşü durdurmak için ayaklanıyor.
Kendi medeniyetini rehin alanlara gönüllü bekçilik yapan bu ihanet şebekesinin nasıl yeşerdiği hayret edilecek bir şey değil, biraz tarih okumak karanlığa ışık tutar.
Meşhur İngiliz tarihçi Arnold J.Toynbee “Tarih Bilinci-A Study of History” isimli kitabında "Harf İnkılâbı"nı değerlendirirken “Türkler Harf İnkılâbıyla kendi kaynaklarına el atmak hususunda yabancılardan farksız oldular. Gerçek şu ki; Türk kütüphanelerini yakmaya lüzum kalmamıştır. Çünkü Harf İnkılâbıyla kütüphaneleri örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır...”
Kütüphane rafları örümcek bağlarken kendi medeniyet değerleriyle kavgalı bir tehdit halkası, gönüllü köleler için uygun meydanlar açıldı. Dışarıdan sömürgeleştirilemeyen ülkede içeriden gönüllü köleler yetişebildi.
Türkiye yeniden inşasında tercihini yapmıştır.
Bu tercih, kendi medeniyet değerleri üzerinden Büyük Türkiye’yi inşadır.
Türkiye’deki konferansında Samuel Huntington’a bir dinleyici şunu sordu:
“Türkiye’nin İslam medeniyetinin merkezî lider ülke olabilme yeteneği var mı?” Yani Türkiye Osmanlı’nın vârisi olabilir mi? diyor.
Huntington itiraf etmek zorunda kaldı ve; “Şüphesiz İslam toplumu geçmişte bir çekirdek devlete sahipti ve bu açık bir şekilde Osmanlı imparatorluğuydu. Fakat hiçbir şey statik şekilde kalmaz. Sonra Batı muazzam şekilde genişlemeye diğer medeniyetler üzerinde de yıkıcı etki göstermeye başladı. Ancak şuna inanıyorum ki, Batı dünyanın en güçlü medeniyeti olsa da artık gerilemektedir. Ve bir sesin azalarak kaybolması gibi dünya üzerindeki etkisini kaybedecektir. Eğer Doğu Asya’ya giderseniz geleceğin nerede olduğunu size söyleyecekler” diye cevap verdi...
Sesinin kesildiğini, güç dengelerinin değiştiğini fark eden Batı taarruzlarını artırıyor. Çünkü Türkiye’nin geri kalmış, fakir, kendilerinden üyelik dilenmek gibi kendini ve temsil ettiği medeniyeti aşağılayan rolü bıraktığını artık biliyorlar.
Tarihçiler, Batıyla birlikte içerideki gönüllü maşaları da suçlular arasında zikredecektir...
.
Şu adamın heybesini bulun!
24 Mart 2016 02:00
Çocukluk yıllarımda çarşı pazar mal satmak isteyenler için pazar meydanının ortasında bülend-avaz bağıran tellallar vardı. Köse Tellal diye biri en çok iş yapanıydı. Üç beş kuruş karşılığı elden çıkarılan malın vasıflarını sayar döker müşteri kızıştırırdı. Yarım asır öncesinin borsa simsarı, ayaklı sosyal medyasıydı.
Bir gün Köse Tellal'ın garip bir anonsu ile meydan ahalisi etrafını sardı.
Köse Tellal ters çevirdiği bir meyve kasasının üzerine çıkmış şöyle diyordu:
“Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin, bu hemşerimiz -yanı başında heybesini kaybetmiş asık surat, panikatak yoksulu işaret ederek- heybesini kaybetmiş, kim bulduysa getirip versin, yoksa bu herif bir halt karıştıracaaaakkk!...”
Bugünlerde HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş tellal rolüne soyunmuş ulu orta hangi meydanda bir kalabalık görse çözüm ve barıştan bahisle avazı çıktığı kadar bağırıyor:
“Devlet masayı kursun, güvenlik güçleri çekilsin, müzakereler başlasın hendekler kapanır…”
Kendisini hâlâ Kürt siyasetinin geleceğini belirleyici, Kürt siyasetinin güçlü aktörü zannediyor.
Oysa gerçekten barışa katkı sağlayacak bu çok önemli imkânı bölgenin huzurunu dinamitleyenlere arka vererek harcadı, hem de ne uğruna. Meşru bir siyaset hakkını, en tabii bir hak olan demokratik özgürlükleri hendeklere gömerek yaptılar. Siyaseti hendek savaşlarına payanda yaparak.
Geldiğimiz noktada Kürt siyaseti, siyaseti çözüm süreci üzerinden değil de silahlı mücadele üzerinden yapmakta ısrar edenleri ve hayal kırıklığını üzerinden atıp kendi mecrasını arıyor.
Yeni istikamet, sırtını millete dayayan siyaseti silaha tercih etmektir.
Bu yeni oluşumda Meclis'te Kandil tavrı sergileyerek eski alışkanlıklarında ısrar eden Demirtaş ve ekibi yer almıyor çünkü etrafı boşalıyor.
Suruç, Silopi, Nusaybin ve diğer operasyonlardan yaşananlar, canlı bomba eylemleri karşısındaki izan ve vicdan kabul etmez tutumları siyaseten AK Parti'ye inat eden çoğu muhalif tavırları büyük ölçüde tırpanladı. Kamu vicdanı baskısı, arkalarında duran medya ve akademisyen desteğinin de kolunu kanadını ve kalemini kırdı.
Milletin kararlılığı karşısında, ötekileşmemek için meydanları boşalttılar ve Demirtaş’ı yalnız bıraktılar. Bu tiksinti ve yalnızlaştırma Bürüksel metrosu ve hava meydanındaki canlı bomba eylemleri ile Avrupa’yı da içine alan daha geniş bir alana yayıldı.
Bundan sonraki muhtemel gelişme, eskiyen ve hem Kürt halkı hem Kandil nezdinde -beceriksizlikle suçluyorlar- itibarsız hâle gelen Demirtaş ve ekibinin kendilerini siyasete süren çevreler tarafından siyasetin dışına atılmasıdır. Muhtemeldir ki, Meclis'in dokunulmazlıkların kaldırılmasında irade koymasını hem “siyaset yapmamız engelleniyor” teraneleri ile kendi lehlerine kullanmak isteyecekler hem de onların yerine yeni yüzlerle şanslarını denemeye devam edecekler.
Bu durumu fark eden ve siyasetin dışına atılmak istemeyen Demirtaş devleti daha önce kendisinin hendek kazmak için devirdiği masaya çekmek, egemenlik pazarlığı yapmak istiyor.
Böylece hem Kürtlerin hem Kandil’in nezdinde sarsılan itibarını yeniden tesis etmenin derdinde.
Heybesini kaybetmiş gibi meydanlarda tellal bağırtıyor.
“Çözüm süreci başlasın, Devlet masayı kursun, güvenlik güçleri çekilsin, müzakereler başlasın hendekler kapanır…”
Demezler mi ki; “Oradan gelmedin mi?”
…
“Şu adamın heybesini bulun!..”
Israrı da boşa gayret, kaybettiği heybesi meydanlarda değil kazdığı hendeklerde kaldı…
.
Dağ ne kadar yüce olsa da, bir kenarı yol olur...
27 Mart 2016 02:00
Bazı insanlar özellikle gençler başarılı insanların ağızlarında altın kaşıkla doğduğunu veya yolda yürürken içi para dolu bir poşete ayaklarının takıldığını zanneder. Kolay yükselmek, servet sahibi olmak hayata böyle bakanların hastalığıdır. Zamanımızın pembe dizileri, ucuz romanları gençleri böyle zehirliyor. Oysa her başarılı insanın hayatında binbir zahmetle aşılmış içi çalı çeper dolu dar ve engebeli yollar var.
Aşılmaz zannedilen dağları aşmışlar, Alvarlı Mehmet Efe’nin deyimiyle biliyorlar ki: “Bir dağ ne kadar yüce olsa da, bir kenarı yol olur…”
Önceki gün Erzincan Valimiz Sayın Süleyman Kahraman ile CAN TV–24 kanalında “Bir konu bir konuk" programında hayat, insan ve şehir üzerine tecrübelerini paylaştık. Sayın Valinin sükûnet üzerine kurulu hayatının arka planında ne fırtınalar var. Yukarıda paylaştığım başarı için kısa yol bekleyenlere farklı bir yol tavsiye etti.
“Kırıkkale’nin bir köyünde yazı, yaban ve tarla işçiliği ile geçen çocukluğumdan sonra okumak için şehir merkezine göç ettik. Kaldığımız sıvasız briket evin tek salonunun beton döşeli zemini buz gibi soğuk ve üzerine serdiğimiz kilim ısıtmıyor. Sonra üzerine tahta döşeme yapıldı ve bunun mutluluğunu uzun süre yaşadık...”
Böyle başlayan bir tahsil hayatının siyasal bilgiler ve ardından kaymakamlık ve valilikle devam eden hayatında dikkat çekici şey günün her saatini, farklı yerlerde insanlarla birlikte onları dinleyerek ve hizmetler hakkında kanaatlerini kendilerinden, yerinde görüp yeni ihtiyaçlarını kendi ağızlarından dinleyerek, izleyerek geçiriyor. Böylece patırtısız ve sessiz bir hizmet yukarıdan aşağı tüm kurumlara yansıyor.
"Sevgi yukarıdan yayılır" derler. Yasalar insanı mecbur kılar ama vicdanları ikna etmek ancak sevgiyle mümkün.
Seminerlerde gençlerle paylaştığım tecrübeler bazen yabancı kaynaklı olması karşısında dinleyenler neden bize ait değil diye soruyorlar, haklılar. Ancak bunları toplum içinde arayıp bulmak ciddi araştırma ve zaman istiyor ve bizi National Geographic araştırmaları gibi himaye eden sivil toplum kurumları yok. Hayat yolunda ne bulursak onu paylaşıyoruz.
Sayın Valimizin bizimle paylaştığı Karaman’ın Narlıdere köyündeki hatırası bir servet değerinde.
“Narlıdere köyüne gittim de burada genç bir kızla tanıştım, onu görmek benim için büyük bir ilham kaynağı oldu. İlham almamın sebebi şuydu, bu genç kız öne eğilip ağzıyla bir kalem alıyordu sonra da ağzıyla yazıyordu, kolları ve bacakları yoktu, ağzıyla yazı yazıyordu. İşte bu dünyada iz bırakmaya karar vermiş bir kişi...”
Bu hikâye bana yürekten dokundu çünkü ben kocaman bir liste dolusu engel sayabilirdim.
Bu hatıra bize şunu gösterdi ki, Elisa Robinson şöyle derken haklıymış: “Etrafınızda olup bitenler veya başınıza gelenlerden ziyade asıl sizin içinizde meydana gelenler önemlidir.”
O, kolsuz ve bacaksız doğmasına rağmen kendini kendi içinde her şeye gücü yetecek bir kişi olarak görüyor, ruhen iflas edip de kendini yok saymaya karar vermemiş.
İnsanlar neyin üzerine odaklanırsa oradan büyür ve hayatlarını yaşama biçimleri kendi hikâyelerine inanışlarının sonucudur. Hikâyesini değiştirmeyen hiç kimse hayatını değiştiremez
Eğer büyük bir işe imza atmak istiyorsanız hayatınızı üzerine kurduğunuz ilişkilere bir bakın. Büyüklüğe ulaşmanızın tek yolu sizi o seviyeye itecek ve düşüncelerinizi yükseltecek insanlarla beraber olmaktır, ama bu kolay bir iş değildir, birinin sizin ruhunuza dokunması lazım.
Ben şuna inanıyorum ki tüm olumsuzluklara rağmen kendi büyüklüğünüzün sınırının ne olduğunu asla bilemezsiniz. Ruhunuza dokunan biri olduğunda sınırınız yokmuş gibi davranırsınız.
Aerodinamik kurallarına göre arı kuşunun uçamaması gerekir. Çünkü arı kuşunun kanatları fazla küçüktür. Ama arı kuşu bunu bilmez ve uçar.
Eğer sizin de ruhunuza dokunan bir dostunuz olursa fark etmediğiniz yönleriniz ve becerileriniz olduğunu fark edersiniz.
Bazen siz onu ararsınız bazen de Sayın Kahraman gibi bir dağ köyünde o sizi bulur...
.
Binbir Surat
31 Mart 2016 02:00
Terörün tahrip ettiği Sur, Cizre ve Silopi ilçelerinin yeniden inşası Güneydoğudaki savaşı yeni bir alana taşıyor. Üçüncü Köprüyü engellemek için bağlantı yollarını mahkeme kararıyla durdurmak isteyen yargı, emlak vurgunu diye toplumu ince yerinden vurmaya soyunan medya, bildiri hastası akademisyenler, davlumbaz ilim adamları, dava takipçiliğine soyunan konsolos ne kadar yerli yabancı uşak varsa göreceksiniz hepsi bu defa bu kavgaya iştirak edecek.
Çünkü bunun için buradalar, bunun için varlar.
Kürt'e layık gördükleri; altı hendek üstü açık baraka evlerde süren bir hayattır. İmar edilmiş, tarihi canlı, sokağı düzgün, mamur beldelerden terörist üretemeyeceklerini biliyorlar. Dertleri davaları yoksulluk ve sefalet üzerinden efendilerine servet üretmektir.
Bakmayın siyasetçi, sanatçı, akademisyen din adamı geçindiklerine, ahlakları, pazaryeri ellerinden alınan değnekçi kavgasından beter.
Bu inşa faaliyetleri huzurlu Türkiye’nin başlangıcı, terör ve işbirlikçilerinin sonu olduğunu biliyorlar.
Başbakan Davutoğlu, önceki gün Bakanlar Kurulu toplantısında terörün tahrip ettiği Sur, Cizre ve Silopi ilçelerinin yeniden inşasını anlatırken şöyle dedi: “Biz bu inşa faaliyetlerine girerken buraları yıkan o hain odaklar bu sefer binbir yalan ve iftirayla harap ettikleri beldelerin yeniden inşasına karşı çıkıyorlar. Neymiş? Devlet halkın malına el koyuyormuş. Terör örgütleri şehirleri yakarken, yıkarken binaların altına tüneller açarken, halka gece yatarken kapılarınızı açık bırakın derken neredeydi bunlar? Bunların hiç utanması, sıkılması, ağarı, hayâsı yok!..”
Yüzü olmayanın utanması olmaz çünkü bunlar “Binbir Surat”...
Binbir Surat çocukluk yıllarımızın çizgi romanlarından günümüze sarkmış bir haydut tiplemesidir. Talan etmek istediği yerlere o kültürün bilindik, saygın ve güvenilir bir siması kılığına girerek kurbanlarını savunmasız yakalayıp maksadına ulaşır.
Bugün içinde bulunduğumuz başta terör olmak üzere boğuştuğumuz her belanın uygulayıcısı büyük patronların hayatımıza soktuğu "Binbir Surat"lar eliyle işleniyor. Sanat, siyaset, yargı, medya, akademi dünyası ve hatta din adamı kılığında efendilerine hizmet ediyorlar. Meclis kürsüsünde fikir üretmek yerine hendek kazan siyasetçiler, suça ortaklık bildirisine imza atan akademisyenler, Putin’in sıfatında iman kemalatı gördüğünü söyleyen din adamı, eşkıyalığı özgürlük mücadelesi diye manşete taşıyan gazeteci hep bunlardır. Sıkıştıkça, yem boruları tıkandıkça buhran çıkaran, sonrası da yeni kurgulanan düzende durumlarına uygun mevkilere atanarak ödüllendirilirler.
Türkiye’nin gövdesine yerleşip kuluçkaya yatmış, kültür, sanat, finans ve ticaretini kemiren bu imtiyazlı “Binbir Surat”lar sömürgeciliğin egemenliğine dayalı bir ülkede yaşama alışkanlıklarını şimdi tehlikede görüyorlar ve her taraftan saldırıyorlar
Terörle mücadelenin ve terörü doğmadan önlemenin en uygulanabilir pratiğini devlet Suruç’ta uygulamaya koyuyor.
Güneydoğu’nun mekân ve kültürel olarak yeniden inşası terörü besleyen kaynakların kurutulması demektir. Bir beldenin suç bölgesine dönüşmesi “tek” bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünür, diğer camları da kırmaya başlar. Ardından daha büyük suçlar geliyor. Bir süre sonra o sokak, polisin bile giremediği bir mahalleye dönüşüyor.
Mesele sadece çirkin yapıları boya badana etmekle sınırlı değil onu besleyecek ahlaki ve dinî değerlerle de ruhları beslemektir.
Hükümet Güneydoğunun yozlaşmış, yozlaştırılmış coğrafyasını yeniden inşa savaşı başlattı.
Haçlı zulmünün taklitçi ve sömürgeci piyonları bu proje tamamlandığında barınacak çöplük bulamayacaklar.
Bölgenin yeniden inşasına onun için karşılar
.
Çözüm Süreci diyenlere bak!..
7 Nisan 2016 02:00
Çözüm Süreci, Demokratik Açılım diğer adıyla Barış Süreci 1984 yılında başlayıp halen süren büyük can kayıpları ve ekonomik zararlara yol açan terör ve çatışmaların sona erdirilerek çatışmasızlık ortamında demokratik yollardan sorunların çözümünü hedefleyerek başlatılmıştı.
Ancak PKK ve Kandil baştan beri bu sürecin kendilerinin istediği öz yönetim, özerklik veya muhtariyet hayallerine taşımayacağını bildiklerinden ayak sürüyüp, silah depolayıp hendek kazarak sabote ettiler.
Sonra bilinen başa döndük.
Ancak bu defa silahlı mücadelenin yanında yeni bir cephe açıldı.
Bu cephe, otuz yıldır işlenen her türlü suçu kaçak elektrikten dağa çocuk kaldırmaya kadar bir hak arama olarak gösteren, eşkıyalığı meşrulaştıran yargı, akademik cephe, medya ve siyaset tabanı ile başlatılan alışkanlıkları bozan bir yeni savaş alanı.
Hükümetin böyle bir irade ortaya koymasını beklemiyorlardı. Böylece örgütün dağlı ve şehirli her iki tarafı da kendi ürettikleri ve beslendikleri sistem tıkandı.
Meclisteki sırtını dağa verdiğini, dağdaki de şehirden beslendiğini söylemekten imtina etmedi, hâlâ vazgeçmiş de değiller, varlıklarının devamı buna bağlı.
PKK ve bölücü siyaset dün olduğu kadar bugünde bunun üzerine oturuyor.
Son günlerde çözüm sürecinin yeniden tartışmaya konu yapılması ve malum çevrelerce ısıtılıp dayatılması bu yüzden.
Geçmişteki mücadelenin alınmayan sonuçlarını da “savaştın da ne oldu?” iddialarına dayanak yaparak paçayı kurtarmak istiyorlar.
Oysa savaşın konsepti ve alanı değişti.
Teröre destek ve destekçi tanımı dağdaki eşkıyaya tandır ekmeği verme sınırlarını aştı ve halk tarafından da kabul gören vatandaşlıktan çıkarılmaya kadar uzandı. Bu değişen destekçi tanımı içine yargı mensubu, akademisyen, medya çalışanı hatta din adamı dahi girebilir.
Hükümete yakın durmaya çalışan bazı fırıldak tiplerin de arada bir müzakere, görüşme gibi laf etmeleri karşısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan milletin hissiyatını ifade eden bir tavrı önceki gün Türk Kızılayı'nın Genel Kurulunda yaptığı konuşmada ortaya koydu:
“Ortada müzakere edilecek de görüşülecek de bir konu yoktur. Bunun böyle bilinmesi lazım. Silahlarıyla, roketleriyle, canlı bombalarıyla, bombalı araçlarıyla güvenlik güçlerimizi ve vatandaşlarımızı hedef alan teröristlerin önünde iki yol vardır: Ya teslim olup adaletin haklarında verecekleri karara razı olacaklar ya da kıstırıldıkları deliklerde birer birer etkisiz hâle getirilecektir.
Başka çareleri yok, Türkiye'nin önünde artık üçüncü yol kalmamıştır. Çünkü biz diğer yolları geçmişte hep denedik. Demokratik açılım, dedik olmadı. Millî birlik, kardeşlik; dedik olmadı. Çözüm süreci dedik, gene olmadı. Daha neyi deneyeceğiz? Tüm samimiyetimizle, iyi niyetimizle; her türlü riski, eleştiriyi göze alarak diğer alternatifleri hayata geçirmeye çalıştık. Olmadı. Karşılığında sokakları, binaları tuzaklanmış şehirler; 79 milyonun tamamını hedef alan bombalı araçlar bulduk. Yavrularımızı katlettiler, şehit ettiler. Dolayısıyla terör örgütünün, onun güdümündeki yapıların söyledikleri hiçbir sözün geçerliliği yoktur..."
Devlet malını tahrip etmiş, beldeleri yaşanamaz hâle getirmiş, yüz binlerce insanı yerinden yurdundan etmiş eşkıyaya bir şans daha isteyenler bunu kendileri için istiyor.
Uzatmaya da gerek yok, bunlara yeniden benzer bir şans verilse, bıraktıkları yerden hendek kazacaklarından kimsenin şüphesi olmasın.
“Yeniden inşa ve demokratikleşme” süreci sadece PKK’ya kazandırır. Hükümeti suret-i haktan görünüp masaya oturmaya zorlayan barış simsarlarının sağda solda yeniden görüşme ayarlamaya kalkışmasını Kürtlerin PKK’yı terk ettikten sonra gündeme taşımaları tesadüf değil.
Ya Kürtler aklıselim davranmayıp PKK’nın yanında yer alsaydı ne olacaktı?..
.
Dimyat’a pirince giderken…
10 Nisan 2016 02:00
Evet, her şeyin içini son bir asırda boşalttılar elimizde aile diye dört duvarla bir kapı kaldı.
Devre mülk gibi evlilikler, artan aile içi şiddet, ayrılan eşler, artan boşanmalar ve savrulan gençlik.
Aileler koruyucu olmaktan çıkınca sipariş usulü “koruyucu aileler” kurmak zorunda kaldık.
Gençlik derdini de idealini de kaybetti, savrulup gidiyor diye dertlenince onların peşinden kimin nasıl, koşup tutacağını merak ediyorum?
Gençlerin kaybolup gitmesinden geleceğimiz için endişe edenlerin geriye dönüp önce aileleri sahiplenmesi gerekiyor.
Aileyi kaybedince her şey değerini kaybeder, ne büyük kalır ne küçük ne genç ne de gelecek.
TÜİK’in son araştırmasına göre 2014 yılında boşanan çiftlerin sayısı önceki yıla göre yüzde 4.5 artınca TBMM, artan boşanma oranlarını araştırmak için komisyon kurmuş.
Komisyon neyi araştıracak, mesele hem karakolluk hem doktorluk.
Aileleri tehdit eden fırtına bir yandan esmiyor ki, saldırı hortum gibi tepemize biniyor, paçasından yakaladığını AD Kavminin günahkârları, çekirge sürüleri gibi savurup yere vuruyor.
Son habere bak!
“Gözü dönen koca, 20 yıllık karısını kendisinden boşanmak istediği gerekçesiyle uykusunda haşladı. İddiaya göre köftecide çalışan ve işten gelen A.D. uyumak için uzandığında alkollü olduğu ileri sürülen yirmi yıllık eşi çaydanlıkta kaynattığı suyu kendisinden boşanmak istediği belirtilen karısının yüzüne döktü. Ağır yaralanan kadın çocukları tarafından çağrılan ambulans ile hastaneye kaldırıldı. Yaralı kadın hastanede yaşam savaşı verirken zanlı ise serbest bırakıldı...”
Haberde insanın içini yakan bu zalimce şiddeti uygulayan kocanın mahkemeden elini kolunu sallayarak çıkmasıyla beraber, kocayı eşine bunu yapabilecek kadar zıvanadan çıkartan sebep, olayın sonrası eş ve diğer aile fertlerinin ne olduğu?
Haberi okuyunca başımdan aşağı kaynar su yemiş oldum. Haşlanan sadece mağdur eş mi? Olayın gerisinde ailenin diğer fertleri hangi travmaların içine düştü?
Çünkü yara, yanık pansuman tedavi edilir ama mağdurda ve aile fertlerinin yüreğinde, zihninde açtığı yaranın kapanması zor.
Annem 1939 büyük Erzincan depreminde yedi yaşında tek başına enkazdan çıkmıştı, bütün ömrünü her gece deprem korkusu yaşayarak geçirdi, seksen yıl onun yastığın altında küçük el feneri, günlük elbise ile yatmasına kimse mani olamadı.
Annesinin gece uyurken babası tarafından kaynar su ile haşlandığını gören hangi çocuğa kim nasıl unutturacak? Şimdi benzer depresyonlarla boğuşan mağdur sayısının ne kadar olduğunu kimsenin bilmediği aileler ve bunların çocukları hayata, evliliğe, aile kurmaya nasıl bakıyor?
Bu tam bir mefluç bakışıdır.
Yozlaşmış kültür ve medya hortumları çocuklarımızı elimizden zorla almıyor onların kucağına sorunsuz, sorumsuz, çilesiz aileler, kolay köşe dönme hayalleri ile başlarını okşadığı çocuklarını kendi elleri ile teslim ediyor. Sadece matematik, fizik, kimya öğreterek arkada bıraktıkları kötü ve yoksulluk dolu geçmişlerinden öç alacağını sanan aileler yanlış yolda koşuyor.
Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak diye buna derler.
Yozlaştırılmış kültür, aile vasfı törpülenmiş kalabalıklar kendi elleri ile çocuklarının hayallerini ve rüyalarını kâbusa çeviriyor.
Dün Çanakkale’de, Balkan Harbinde, Yemende genç nesilleri kırmak için tepemize binenler bugün yozlaşmış medya ve kültür saldırıları ile aynı tahribatı yapma derdinde. Kendi kültürümüzle, kendi medya dünyamızla çocuklarımıza bir dünya inşa edemezsek hiçbir şey bu karanlığı aydınlatamaz.
Çocukların aileden alacağı terbiye sadece onların değil hepimizin geleceğidir.
Ama hiç kimse kendinde olmayanı başkasına veremez…
.
Hangi kendini bilmez densiz!..
14 Nisan 2016 02:00
Çoğu siyasetçi kendini boşa yoruyor. Reel siyasetin malzemesi konuşma üslubu olmasa da siyasetçi diline sahip çıkmalı. Konuştukça kendi içlerini boşaltıyorlar.
"İnsan, dilinin altında saklıdır" derler, ne kadar talim yapsa da kürsüye çıkınca refleksleri konuşuyor. Siyasetin nasıl yapılacağı bunların sayesinde artık siyaset biliminden çıkıp ağız dalaşına dönüştü. Ulu orta konuşmalar konuşmacının peşinden gitmek için değil ama gitmemek için güçlü referanstır. Bugünlerde ancak kahve konuşmalarına bile malzeme olamayacak, seviyesiz konuşmaların Siyaset Sosyolojisinde açtığı derin sarsıntılar bana şeker torbasından iç çamaşırı yapıldığı eski zamanlardan kalma hikâyelerinden birini hatırlattı..
Bez fabrikalarının kapısından girip çıkmak bugün havaalanlarındakinden çok daha ciddi kontrole tabiydi. O yılların ender bez fabrikalarından birinde işçi vardiyalarından çıkış saatinde nizamiyede bir patırtı kopar.
Kontrol yapan görevli işçilerden birini durdurur, sabah kırk sekiz kilo olarak içeri giren birinin akşam kilolu biri olarak çıkışı dikkatini çeker. Üst araması yapılır, işçinin beline döne döne sarılmış yirmi otuz metre boyunda bez çıkarılır.
Bekçiler ve meraklıların hayret dolu bakışları arasında işçi feryat etmektedir,
“Hangi kendini bilmez densiz bu bezi benim belime sardı?..”
Biraz utanma duygusu olan insan en trajik yalanlara sığınır.
Türkiye’de yaklaşık yüz yıl, fukaralığın yok edilmesi ile demokratik değerlerin hayata taşınması üzerinden sürdürülen siyaset yalanları için bu kadarına da rastlanmadı.
Kimi “herkes göğsünü gere gere ben Müslümanım diyebilecek” derken kimi de “bir evle bir anahtar vermek boynumun borcu olsun” vaatleri kimi de "eşitlik" vaatleri ile kalabalıkları peşine taktı. Böylece seçmen tercihi açık artırmaya çıktı, kim beş daha fazla verirse iktidara daha yakın göründü seçmende saatin rakkası gibi başını bir sağa bir sola vurup durdu.
Ama seçim sandığı her önüne gelişinde her seferinde bunları nizamiye kontrolünde belindeki sarmallarla yakaladı. Söyledikleri savunma “Bunu belime kim sardı”dan ibaret kaldı.
Menderes ve Özal ile başlayan AK Parti ile hayat bulan yeni siyaset ahlakında, yüksek değerler üzerinden siyaset lafı yapmadılar ama toplumla yaptıkları mutabakata sadık kalıp, hayata taşıdılar, parmakları ile hedef göstermediler kendileri hedefe yürüdüler. Böylece ülkede siyaset kültürü değişti, ciddi mesafe alındı. Seçmende siyaset kültürü değişince ağız dalaşı üzerinden "merdiven altı siyaseti" yapanların siyaset etme dönemi kapandı.
Muhalefet bu defa makas değiştirdi... Siyasi ahlaktan yoksun normal demokrasilerde rastlanmayan siyaseti meclis dışı alanlar üzerinden yürütmeye çalıştılar. Meydanlarda kaybettikleri itibarı manşetler üzerinden kurtarmaya çalıştılar ama seçmen yemedi. AK Parti iktidar olmadan önce ve olduğu günden beri bir yandan yeni Türkiye’yi inşa ederken bir yandan da bunlarla meclis içi ve dışı siyaset kavgasını sürdürüyor.
Türkiye seçmeni siyaseti ağız dalaşı yaparak yürütenlerle, hayat kalitesini yükselten değer üreterek yapanları mukayese ederek akıllı bir tercihle AK Partiye destek verdi ve arkasından yürüdü.
Türkiye seçmeni değerleri inşa edenlerle değerleri istismar edenleri aynı kefeye koymadı. Asli görevleri vesayetçilerin varlığına meclisten destek vermekten ibaret olanlar toplumu tehdit üzerinden kurdukları düzen işe yaramaz oldu.
Demokratik siyaset üzerinden nefes almak isteyen kitleler lafa değil işe bakmayı tercih edince düzen değişmeli diyenlerin düzeni bozuldu.
Sadece düzenleri değil ağızları da bozuldu.
Vatandaşın fakirliği, yoksulluğu, şehirlerin pejmürdeliği, hastanelerdeki sefaletler, karaborsa ve kara paradan servet üretmeler arkada kaldı.
Seçmen artık şeker torbası bezinden iç çamaşırı giymiyor.
Kimin kendisini şeker torbasına mahkûm ettiğinin de farkında.
.
Arada bir sallansak mı?
17 Nisan 2016 02:00
“Şehir Toplantıları”nda sıkça sorarım. Acaba, büyüklerimiz sel yatağı, kumluk işe yaramaz büyükçe bir bozkıra el koyup, dörde bölüp tam ortasına bir havuz, sağ başına hastane sol başına postane kondursalar. Kapalı bir çarşı, bir otobüs terminali çayırlık bir köşesine iki tane kale direği dikseler. İki caddeye bitişik nizam sağlı sollu apartmanlar dizseler. Tek numaralı olanlarını lokanta, çift numaralı olanlarını banka şubesi yapsalar. Otuz tane prefabrik bahçeli, yüz otuz tane altışar daireli sosyal konut yapsalar. Özel idare her köşeye bir çöp bidonu koysa. Çocuklara birer tane vuvuzela dağıtsak. Üç ilkokul, bir anaokulu bir rektörlük binamız olsa.
Sonra milleti toplayıp top atışı ile iyi koşanlar birer köşe kapsa. Burası şehir olur mu?
El cevap; olmaz...
Çünkü binaları müteahhitler yapar şehirlerin ruhunu insanlar oluşturur. Şehir, etik bir insan birliğidir, sakinlerine mal ve hizmet sağlamak için tasarlanmış yapılar topluluğu değildir. Çünkü bu taş yığınının hatırası ve hafızası yoktur. Burası bir temerküz yani toplama kampı olur. Ismarlama bina olur ama ısmarlama hafıza olmaz. Hafıza farklı bir şeydir marketten kabak gibi alınmaz.
Eğer hafızayı mevcuttan siler atarsanız üç bin yıllık bir şehri de başarıyla toplama kampı yaparsınız.
Geçtiğimiz hafta “Medeniyetimizin Mimarı, Sinan’ı Anlamak” isimli programda konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu “Eğer bir gemi ile İstanbul’a yaklaşıyorsanız bir tarafta Süleymaniye diğer tarafta 'Gök Kafes' denilen bir ucube yan yana durduğunda bir Mimar Sinan’dan hiç mi ders almamışız diye insan kahroluyor. Tarihî yarımada, şirk koşan, tahakküm eden ne eser varsa bu şehre ihanettir” demişti...
Doğrusu sadece İstanbul’a değil bir medeniyete tepeden bakan bu ucubelere teslim edildik. Şehirler içinde yaşayanlarla birlikte kâr hırsıyla inşa edilmiş “Gök Kafes” denilen ucube, yarı açık tutukevlerine gömülüyor.
Medeniyetler ve şehir hafızası satın alınabilir şeylere feda ediliyor. Daha da trajik olan küçük kentlerde büyükleri taklit etme hastalığına tutuldu.
Büyümeyi coğrafi bir genişleme, göğe doğru uzanma zanneden anlayışın eskiye tecavüz ederek büyütmeye çalıştığı şehirler insanları zehirleyerek rahat ettirme gayretinde.
Hafızası silinmiş, sabretmeden şehir kurmaya kalkılırsa "erken doğum" olur! Ortaya çıkan her neyse magandası olur ama eşrafı olmaz. Eşraf geriden gelen zorluklar içinde temayüz eder, kalabalıklar onu kabul eder, sermayesinde para ve makam olmaz.
Burada zorluk olmaz “Beleşistan” olduğu için duyan gelir. Burada cenaze para ile kalkar ölüye para ile ağlanır. Analık, babalık, arkadaşlık sevgili olmak takvimin belli günlerinde hatırlanır. Komşular, yaşlılar, muhtaçlar, sakatlar, berduşlar hastalar alt kattakiler, iflas edenler için yer yoktur ve tek adres sosyal yardımlaşma kuyruğudur. Selam verirken atacağın temenna karşı tarafın makam ve sevgisine göredir.
Burada temsili yönetim olmaz atanmış kamp müdürleri bulunur.
Koruma duvarları, eşyayı, binayı ve özel araçları korumak içindir. Ruhlar her türlü saldırıya açıktır. Kafalar ve kasalar emniyette kalpler topun ağzında ve kırıktır.
Şehir olmak kolay değil. Şebekeler kolay döşenir, evleri yollar insanları ise ortak değerler, sevgi ve hatırlar birbirine bağlar. Sevgi, saygı merhamet ne oldu?
Birkaç defa toprak ciddi sallandı üzerinde olanları silkeledi. Hayatımız aylarca çadırlarda, prefabrik ev bozmalarında çamurların içinde sürdü.
Kolumuz kanadımız kırıldı servetler kaybedildi ama ortaya unuttuğumuz adamlık çıktı.
“Gök Kafes”ler temelinden sallanınca sallanmayan tek şey insanlık vasıfları ön plana çıktı. Putlar yüzüstü düştü adamlık ayağa kalktı.
Kimse öteki olmadı herkes beriki oldu. O zaman şehirli olduk. Ama zaman geçip güya yaralar sarıldıkça yeniden ruhumuzda yaralar açılmaya başladı. Putlar ayağa kalkmaya, savaş baltaları ortaya çıkmaya başladı. Servet ve makam arayanlar arkalarına sığınmak için siper, ehliyet ve liyakatine güvenmeyenler sığınak aramaya başladılar
Şimdi bazen acaba diyorum aynaya bakınca utanmamak için arada bir sallansak mı?!.
.
Tarihimi geri ver
24 Nisan 2016 02:00
Osmanlıya ait ne varsa Kûtülamâre gibi muhteşem zaferler dâhil bir medeniyet mirasının hepsini aşağılamak siyasetten beslenen aydınların varlık sebebiydi.
Geçtiğimiz yıllarda bir TV kanalındaki tartışma programında sırtı ve kafası kalın bir aydın ballandıra ballandıra İngiliz ordusunun nasıl yenilmez bir ordu olduğunu parmak sallayarak muhataplarına dikte ettirmişti. Hayret edilecek şey muhataplarından beyefendiye ciddi bir karşılık gelmemiş olmasıydı.
Bu aydın fosillerinin tarihi milletin hafızasından silme gayretleri 29 Nisan’da 100. yılı hatırlanacak olan Kûtülamâre Zaferi ile yeniden depreşti.
Kûtülamâre Zaferi İngiliz tarihinde az rastlanır bir hezimet Osmanlı açısından da savaşın seyrini değiştiren bir zaferdi.
Birinci Dünya Savaşında 7 Aralık 1915’te Dicle Nehri kıyısında Şattülarap Kanalı ile birleşen Basra Körfezinin kuzeyindeki Kûtülamâre kasabası yakınlarında konuşlanan İngiliz ve müttefik kuvvetlerinin Halil Paşa komutasındaki Osmanlı Kuvvetleri tarafından kuşatılması ile başlayan muharebe kasabanın tamamen ele geçirilip İngiliz birliklerinin tamamının esir alınmasıyla bitti.
General Townshend komutasındaki İngiliz Tümeni 143 gün süren kuşatmadan sonra kayıtsız ve şartsız teslim oldu. Esir alınanlar arasında beş general, 272 İngiliz, 204 Hintli subay ve 13 bin İngiliz ve Hintli er vardı. Bu majestelerinin ordusunun o zamana kadar uğradığı en ağır yenilgi tam bir yüz karasıydı.
İngilizlerin tarihindeki en utanç verici yenilgi olan Kûtülamâre Zaferi İngiliz tarafında soruşturma komisyonlarında tartışıldı. Cumhuriyet döneminde 1945’e kadar “Kut Günü" adı ile iyi kötü kutlanmış ama daha sonra hatırlanmaz olmuş, müfredatımızdan ise tamamen silinmiştir.
Kûtülamâre Zaferine neden böyle muamele yapıldığı ile ilgili farklı iddialar var. Zaferin komutanı Halil Paşa’nın ve önemli katkıları bulanan Nurettin Paşa ile Ali ihsan Sabis’in siyasi muhalefetleri gözden düşmüş kişilikleri yüzünden sevk ve idarelerinde kazanılmış bir zafer unutturulmaktadır.
Bu iddiadan daha güçlü olan gerçek ise toprağı ile insanı ile tarihi ile bir imparatorluk mirasının yağmalanmasından arta kalan tarih düşmanlığıdır. Kûtülamâre’de bu medeniyet yağmasından İngilizleri mutlu etmek, iyi ilişkiler kurulması gayretine feda edilmişti.
Türk tarihinin büyük resmine bakınca hafızanın mermerden ve kitaplardan nasıl ve neden silindiği anlaşılır.
Mütareke devrinde İngilizlerin kullandığı tarihi Harbiye Nezareti Binası Lozan anlaşmasından sonra boşaltılarak Darülfünun’a, İstanbul Üniversitesine tahsis edilmişti. 1927 yılında “… mebani-i resmiye ve milliye üzerindeki tuğra ve methiyelerin kaldırılması hakkındaki kanun” çıkarılınca üniversitenin tarihî ana giriş kapısında yer alan Sultan Abdülaziz’e ait tuğra mermerle kapatılmıştı.
1927 yılında üzeri kapatılan tuğra 87 yıl saklı kaldığı yerden gün yüzüne çıkarıldı.
Kitaplardan silinen, duvarlardan sökülen her zafer, her eser, savrulduğu yerden yıllar sonra ait olduğu yere geri dönüyor. Genç nesillerin yeni Türkiye’yi inşa ederken sırtlarını verecekleri tek dayanak kendi tarihleridir. Ona ulaşmak için biraz gayret…
.
GDO’lu nesiller
28 Nisan 2016 02:00
İnsanlar yetiştirdikleri bitkilere istedikleri özellikleri kazandırmak için genetik özellikleriyle oynayarak, olmalarını istedikleri özellikleri aktarıyorlar, kısacası genetiğini değiştiriyorlar. Marketten patlıcan diye aldığımız sebze artık başka bir şeydir.
Bu tahribat ancak kanser vakaları yaygınlaşınca fark edilmeye başlandı.
Patlıcanın içini boşalttıkları gibi insanların da ruhunu boşalttılar!..
İdealini, iddiasını kaybeden insanlar esen rüzgârların önünde oraya buraya sürükleniyor. Toplumun her kesiminde yapılan bu ruhunu boşaltmanın tahribatı en fazla genç nesillerde gözleniyor.
Bitkilerin genetiği ile oynayıp zehirlediler, şehirlerin genetiği ile oynayıp zehirlediler insanların genetiği ile oynayıp zehirlediler...
Müzik, film, sanal medya ile yapılan kuşatma aşağıdan başlayarak ateş gibi etrafımızı sardı.
Bu yüzyılın ihaneti Batı eliyle çok öncelerden başladı. Önceki günkü haberde bir süre merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a danışmanlık yapan Yunan Türkolog Prof. Dimitri Kitsikis’in açıklaması vardı. Kitsikis “Türkler imparatorluğun her yanını saran mikrobu yüz yıl sonra fark etti. Bu fitnenin Batı’dan kaynaklandığını bilemediler. Türkler Yunanlıların kendilerinden neden nefret ettiğini anlamakta zorlanıyorlar ama okullarda okutulan tarih kitapları nefretten beslenen ön yargılarla dolu” diyor.
Nefretten beslenen ön yargılar, işte Batı; İmparatorluğunun yapısını bozan, parçalayan genlerini değiştiren mikrobu böyle yaydı. Bugün son otuz yıldır Güneydoğudaki belayı böyle musallat ettiler ve ne yazık ki tahribat gafil idareciler, akademisyenler, kültürü yönetenler tarafından fark edilmedi hatta bazılarınca teşvik edildi.
Batı kafalı, siyah cübbeli casuslar geldikleri yerlere, fikir, para ve silahla geldiler. Geldikleri yerlerde yerli ahalinin isimlerini taşıyan cahil ve hain kendilerine dost edinecek kimseler buldular.
Ermeni isyanlarının ortaya çıkışı ile ilgili olarak meşhur kadın misyoner Maria A.West yayınladığı “Romance of Mission” kitabında “Ermenilerin ruhuna girdik, hayatlarında ihtilal yaptık” demektedir. Yani otuzdan fazla etnik unsurun birlikte asırlarca yaşadığı Osmanlı mülkünü parçalarken bütün Osmanlı tebaası üzerinde Balkanlar'da, Orta Doğu’da oynadıkları “gen değiştirme oyunlarını” böyle açıklıyorlar.
Bugün, sığlaşmış medya, kırık eğitim, yozlaşmış kültür hayatımızda geldiğimiz noktada, her şeyimizi tehdit eden bu sekülerleştirme saldırıları karşısında sil baştan yapmak zamanıdır.
Eğitim, medya ve kültür dünyamızın yeniden inşası ve ihyası için Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu geçtiğimiz hafta sekiz başlık altında açıkladığı “Kültürel Eylem Planı”nda yeni müzelerin açılması, özel tiyatrolara destek, şehirlerde kültür merkezlerinin inşası, sanatçılara destek verilmesi gibi hamleler var.
Kaybettiğimiz ve genç nesilleri mahrum ettiğimiz hakikat fikri tarihimizin içinde saklı.
Batının, içeriden ve dışarıdan yaptığı kuşatması böyle kırılacak. Önden giden şanlı insanlar gözleri arkada, genç nesilleri bekliyor.
Her plan sizin olsun bize tarihimizi geri verin yeter…
.
Yasak Bölge
1 Mayıs 2016 02:00
Önceki gün Erzurum Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği, Şehir Meydanı’nda ziyarete açılan 109 yazar ve 162 yayınevinin katıldığı “Erzurum Kitap Fuarı”nı imza günü dolayısıyla ziyaret ettik. Fuar alanına girmek için uzun sıraların oluştuğu, okuyucuların özellikle gençlerin yoğun ilgi gösterdiği fuarda "Tarih" konulu eserlerin bulunduğu stantlar en fazla ilgiyi topladı, yazarlarla tanışmak, kitaplarını imzalatmak için gençler birbirleriyle yarıştı.
Genç nesillerin tarihini öğrenme merakı, yok edilmek için kuyulara atılıp üzerine beton dökülen devasa bir medeniyetle yüzleşmesine yol açtı.
Türk tarihi, Türkiye’nin yasak bölgesiydi, giriş yasak, çıkış yasak.
Tarihimiz, sanki radyasyon tehlikesine maruz kalınacakmış gibi dönüp bakmanın bile yasak edildiği bir bölgeydi. Nükleer savaş kalıntıları muamelesi gören kendi tarihimizin şimdi içine girmek sömürge zihniyetli adamları rahatsız etse de bir salgın hâlini alıyor.
Biraz inceleyen sesleniyor: “Hey! Burada bir uygarlık var, bu kömürleşmiş kalıntılarda kendi geleceğimiz var...”
Ağaçlar, bitkiler gıdasını kökleriyle topraktan, toplumlar da güçlerini tarihten alırlar. Bir milleti tarihinden mahrum bırakmak, üzerine nükleer silahlarla saldırmaktan daha fazla tahribat yapar. Tarihini öğrenmeyen toplumlar ölüdür ama bunu kendileri bilmez.
Genç nesillerin kültür, sanat, mukaddesat kahramanlarını aşağılar hor gösterirseniz onların yerini sahtekârlarla hokkabazlar alır.
Çocuklarımıza ne olmamaları gerektiğini söylüyoruz ama ne olmalarını nasıl becerecekleri hakkında da bir fikrimiz ve telaşımız olmadı. Belki bazılarımızda çocuklarımızı geçmişte saklı kalmış kahramanlara benzetmek, kirletilmiş bir dünyada değersiz kalacağı korkusu önümüzü kesti.
Bu sözü "geleneklere bağlılık eski günlerde kaldı" diyenlere değil geleneğe bağlı olduklarını iddia eden ama korkulara tutsak olanlara söylüyorum.
Birçok çocuk ve genç, bir film yıldızı şöhretli bir sporcu ya da en azından zengin olacağını hayal ederek büyüdü. Medyanın etkisiyle milyoner veya ünlü olmak büyük evlerde yaşamak ve son model arabalara sahip olmak istiyor. Televizyonda gördükleri, dertsiz ve tasasız zannettikleri kişilerin birer kopyası olmak için zamanlarını harcıyorlar.
Gözlerimizin önünde cereyan eden trajik bir gerçek, gençlerin her zaman büyük hayaller kurmaları normal karşılanmıştır ama geleceklerini değerlere savaş açarak inşaya çalışmak felakettir.
Hızla yayılan kitlesel yozlaşma ve geleceğin teminatı olan genç neslin ciddi manada ruh sağlığını kaybetmesine karşı bir sığınak ve barınak olarak kaybedilmiş tarihin yeniden bulunması, onların yazıya dökülmesi, ulaşmak için oluşturulan uzun kuyruklar umutları yeşertiyor.
Çocuklarımızdan her gün bir parça kopartılıp, atalarından ve ailelerinden gelen ahlaki değerlere karşı çıkıp isyan etmesi, bunun karşılığında bedel olarak yaygın bir enaniyet, narsisizm, kaygı, depresyon ve şiddetin artması bizlere acı verirken yerli hainleri mutlu ediyordu.
Şimdi roller değişti, bir kalem soytarısı sosyal medyadan saldırıyor;
Kûtülamâre’de olanları, İngilizlerin 29 Nisan 1916’da 40 bin ölü bırakıp 13 general, 481 subay 13 bini aşkın askerinin Osmanlıya teslim olduğu tarihlerinde aldıkları en ağır mağlubiyeti, öğrenmek istemiyormuş.
Dertleri kendilerinin değil genç nesillerin tarihlerini öğrenmesi.
Korkunun ecele faydası yok, "yasak bölge"de bir "gedik" açıldı bir kere...
.
Vahşetin Çağrısı
19 Mayıs 2016 02:00
Amerikalı yazar Jack London’ın romanı “Vahşetin Çağrısı” 1903 yılında yayınlandığında Londra’da en çok okunan kitap olmuş ve yazarın en iyi eserlerinden sayılmıştır. Romanda evcil bir kızak köpeğinin doğal ortama sokulması sonrasında vahşi doğaya adapte olarak kendi terbiye sınırlarını atarak doğal vahşi yapısına geri dönmesi anlatılır...
Olaylar terbiye edilmiş bir kurdun gözüyle anlatıldığından tıpkı A.Saint Exupery’nin “Küçük Prens”i gibi çocuklar için yazıldığı zannedilir oysa büyükler içindir. Tarzında karanlık bir anlatım ve şiddet taşır. Sahibinin evinde huzurlu ve sakin bir hayat süren Buck adlı köpek geldiği yeri hatırlamış ve hayatı birden değişmiştir.
Jack London insanların ve toplumların mayasında bir yerlerde saklı duran bu saklanmış karakterlerin sahibine iade edildiğinde kendi başına gelenleri birçok romanında ana tema yapmış. Bazı hikâyelerinde Kızılderililerin eline düşen kürk avcılarının nasıl acımasızca işkenceden geçtiğini anlatmaktadır. Yaptıkları işkenceler sonrasında acımasız zalimler ölü diye bıraktıkları zavallı kurbanın başında saatlerce beklerler çünkü aslında kurbanın ölmediğini ama onun şuursuzca dizlerinin üzerine doğrulup yürek parçalayan çığlıklar atacağını zevkle beklerler. Çığlık başlayınca da zalimlerin alkışı başlar.
Kurbanlarını alkışlayan zalimler. Kurban ne kadar geç çığlık atarsa bu onların saklı karakterlerini açığa çıkaran “Vahşetin Çağrısı”dır.
Moskof zulmünün bireye değil de bir millete Kırım’da yaptığı bir tür aynı kan ayinidir.
2016 Eurovision Şarkı Yarışması Finali böyle bir trajediye sahne oldu.
Öldü diye bırakılan Kırım Tatarları'nın bir acı çığlığı ile bütün batı dünyası yüzleşti. Kırım Tatarları'nın maruz kaldıkları eziyet ve zulümler Kırım Tatarı roman yazarı Cengiz Dağcı’nın yayınladığı “Onlar da İnsandı” ve daha nice romanlarına konu edilerek dünyaya duyurulmak istenmiş ama sırt çevrilmişti.
Bu defa kaçamadılar, mazlumun çığlığı onları vahşetleri ile yüzleştirdi. Yarışmada;
“Gençliğime doyamadım, ben bu yerde yaşamadım,
Vatanıma doyamadım…”
Mısraları ile sonlanan, mazlumun çığlığı zalimlerin oy birliği ile birinci seçildi.
Cengiz Dağcı’nın romanda yaptığını, yarışma finalinde Ukrayna adına yarışan Jamala (Cemile) büyükannesi ve Kırım Tatarları'nın yaşadığı trajediyi anlatarak yaptı. Rusya’nın Kırım Tatar Türklerine uyguladığı zulüm ve sürgün senesi 1944’te bu çığlığın adı oldu.
Jamala (Cemile) adını kullanan ve asıl adı Susan Cemiloğlu olan şarkıcı, tüm ülkelerden puan alırken puan verenlerin çoğu belki neye alkış tuttuklarını bile fark edemedi.
Jack London “Göçebe misali gelir eski özlemler, aşındırır alışkanlığın zincirini, uzun kış uykusundan tekrar uyandırır içindeki vahşiyi” diyor.
Suriye üzerinden sınırlarımızda sürekli mazarrat arayan Rus, uzun kış uykusundan tekrar uyanmış görünüyor.
Yersiz, yurtsuz ve vatansız kalan mazlumların çığlığı ise onları sadece planladıkları yeni kıyımlara davet eden, iştah kabartıcı “Vahşetin Çağrısı”dır.
.
Zor olan hemen yapılır, imkânsız zaman alır
26 Mayıs 2016 02:00
Başbakan Binali Yıldırım’ın Başbakanlık görevine gelmesi güçlü bir beklentiydi. Bu süreçte ve Cumhuriyet tarihinin en uzun süreli Bakanlık döneminde Sayın Yıldırım'ın bilgi, tecrübe, siyaset derinliği hakkında merak sahibi olmayanlar birdenbire haylandı.
Gruptaki ilk konuşmasındaki, esprileri, konulara ve salona hâkimiyeti ile herkesi şaşırtmış. Ben de bu şaşıranlara şaşarım!
Yeni Başbakana kendi hayalindeki profili giydirmek isteyenler şimdi daha ilk günden yüzleştikleri Binali Yıldırım'la kendi görmek istedikleri, daha doğrusu algı satarak millete servis yaptıkları Başbakan profilini örtüştürememenin travmasını yaşıyorlar.
Bunlar daha çok hayal kırıklığı yaşayacak.
Kendi iktidarları dönemlerinde icraatları ve hayalleri ile su arkı ile menfez geçit yapmayı aşamamış olanları Bakanlığı döneminde şaşırtan Sayın Binali Yıldırım Başbakanlığı döneminde de şaşırtmaya devam edecek.
Önceki gün 64’üncü Hükümet’teki “Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme bakanlığı görevini devrederken yerine gelen Kars Milletvekili Ahmet Arslan’a “Bu Bakan Başbakan oldu, torpilim var deme, o iş başka bu iş başka.
Torpilin yok koşturmak var. Zor olan hemen yapılır, imkânsız olan zaman alır” esprisini yaptı.
Daha başa dönersek “öğrenilmiş acziyet” diye tanımladığım siyaset hayatımıza dayatılmış biraz da kabul görmüş silik, sünepe, sığıntı ve vesayet merkezlerinin merhamet ettiği müsaade ettiği kadar kendilerine alan bulan politika ve politikacılardan kurtulmak son yıllarda AK Parti icraatları ile bu millete nasip oldu.
Millet alıştı, siyaset yapmak isteyenler alıştı muhalefet alışmanın sancılarını çekiyor ama kendilerini tasdik makamı meşruiyet kapısı zannedenler hâlâ alışamadı.
İşleri güçleri kusurdan beslenmek olanlar kaşıyacak yara arıyor.
Sayın Binali Yıldırım için kusur bulamayanlar, Türkiye siyasetinin sürekli dışarıdan alınan icazetlerle güçlendirilip gelenek hâline gelmesinden rahatsız olmayıp, Yıldırım’ın ‘icraat adamı' olacağını ancak ‘güçlü lider'in arkasına çekileceğini dillendiriyor.
Siyaset yapmak, dağcıların zirveye çıkarken tutunduğu “ip arkadaşlığı”na benzer.
Zirvede hayatta kalma şansı herkesin bağlı olduğu arkadaşının şansı kadardır.
Herkes bağlı olduğu arkadaşını koruduğu kolladığı saygı duyduğu kadar kendi hayatta kalma şansını, alanını büyütür.
Bu profil avcılarının aklının almadığı, bu “ip arkadaşlığı” zirvede başlamaz.
Zirve; dayanışmanın yardımlaşmanın fedakârlığın ortaya çıktığı yerdir.
Herkes ipini kimin beline bağlayacağını daha yola çıkmadan belirler.
Zirveye yolculukta hiza istikamet tesadüfen ortaya çıkmış bir birliktelik değildir.
Kongreleri sandalye savaşları ile bitenlerle “öğrenilmiş acziyet”ten beslenenler hâlâ bunu anlamış değil. Bana bu anlayışsızlık kafa değil menfaat meselesi gibi geliyor.
Ama öğrenecekler...
.
Cameron’un derdi ne?
29 Mayıs 2016 02:00
Geçtiğimiz haftanın önemli konularından biri de, İngiliz ITV televizyonunda katıldığı bir programda konuşan soyu Kraliçe Victoria’nın amcası IV. William’ın gayrimeşru kızı Kontes Elizabeth Hay’a dayanan İngiltere Başbakan’ı David Cameron’un Türkiye’nin AB üyeliği hakkında söyledikleriydi.
İngiltere'nin AB'den ayrılması için kampanya yürütenlerin İngiliz halkına "Türkiye'nin AB'ye girmesini engelleyemeyiz, o nedenle bizim çıkmamız için oy kullanın" çağrısının gerçeği yansıtmadığını belirterek "Türkiye'nin AB'ye girmesi uzak bir ihtimal, Bugünkü ilerleme hızıyla bunun gerçekleşme ihtimalinin belirmesi bile on yıllar alacaktır. O aşamada bile 'hayır' diyebilecek durumda olacağız.
1987'de başvurdular, bugünkü ilerleme hızıyla AB'ye girmeleri, 3000 yılı civarında olur muhtemelen" diye konuşmuştu.
AB üyeliği tartışmaları sürüp giderken Cameron dünyayı kendi sömürge alanı gören geleneksel İngiliz tavrı içinde Türkiye ile Birleşik Krallığı ekonomik ve siyasi bir blok içinde eşit şartlarda görmeye tahammüllerinin olmadığını açık biçimde söylemiş hepsi bu.
AB üyeliğini engellemek için veto haklarının ve üye ülkelerin işi yokuşa sürmeleri sonucu uzayan üyelik sürecinin kaplumbağa hızının iki önemli kozları olduğunu söyleyerek Türkiye’nin üyelik tehdidine karşı halkını rahatlatmış.
Bizi şaşırtsa da, kendilerinden olmayan, Avrupalı ve Amerikalıların dışındakileri hürmete bile layık görmeyen, müstemlekelerinde bile kendilerine ait özel kulüp, gazino, lokanta hamam, mağaza ve benzeri yerlere yerli ahaliyi sokmayan, paçalarından kibir akan İngilizler için bu tavır normal karşılanır.
Meşhur Fransız yazar Marcelle Perneau “Hindistan Seyahati Notları”nda “Avrupa'da şöhret bulmuş, hatta bazı üniversitelerce kendisine profesörlük unvanı verilmiş olan bir Hint âlimine, Hindistan’daki bir İngiliz kulübünde buluşmak üzere söz vermiştim. Hintli gelmiş fakat İngilizler şöhretini bile hiçe sayarak onu içeri bırakmamışlar. Israrım üzerine Hintli ile kulüpte görüşebildim” diyor.
Dünyayı kendilerine tahsis edilmiş bir kulüpten ibaret sanan İngilizlerin Başbakanı Cameron geleceği sallanan AB’den ayrılmayı kendilerince meşru bir zemine oturtmak için Türkiye’nin üyeliğini tehdit olarak öne sürmektedir.
Zaman lehimize işliyor, dünya değişirken Avrupa birliği daralırken Türkiye sadece geleceğini AB üyeliği üzerine inşa etmiyor.
Geleceğimizi AB değil, güçlü bir demokrasi ve güçlü bir ekonomi belirleyecek.
.
Artık çay da içmezler…
3 Haziran 2016 02:00
Cumhurbaşkanı; gezi için gittiği Rize’de Yargıtay, Danıştay, Sayıştay Başkanlarıyla birlikte çay topladılar diye kıyamet kopuyor.
Eski YÖK Başkanı, Yusuf Ziya Özcan, yüksek yargı başkanlarının Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'la birlikte gezilere katılmalarını "Bu ülkede çok değil, 10 yıl önce esnafın bir çayını bile içmemeye titizlik gösteren hukuk adamları vardı" diye tenkit etmiş.
Kişisel Facebook hesabından yaptığı paylaşımda "Batılı ülkelerin hemen hepsinde hâlâ bu tür davranışlar esastır. ABD'de başkan için ayağa bile kalkmazlar! Ne oluyor bize?" diye soruyor. Kasapla, manavla oturup çay içerse hukukun tarafsızlığına leke geleceğini zannediyorlar.
Size bir şey olduğu yok,
1960’da milletin emanet ettiği iktidarı darbeciler eliyle teslim alan muhalefet “şartlar hazır hale gelirse, darbe meşru olur” dediğinde aynen durduğunuz yerdesiniz.
Bebek, köpek davasıyla bir Başbakanı darağacına gönderen yargıçlar, hukuku da birlikte ipe çekerken "Sizi buraya tıkan güç böyle olmasını istiyor." dediğinde aynen durduğunuz yerdesiniz.
Ecevit, Başbakanlığa Halk Otobüsü ile giderken yetmiş sente muhtaç ettiği ülkede sizler post modern darbecilerin brifinglerinde aynen dikili durduğunuz yerdesiniz.
Hukukçular Derneği Başkanı Mehmet Sarı, Uluslararası, Hukukçular Birliği Genel Sekreteri Necati Ceylan ve Yeryüzü Avukatları Derneği Başkanı Cavit Tatlı, "Yüksek yargı mensuplarının Cumhurbaşkanı ile görüşmesi ve beraber olması yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile hiçbir ilgisi yoktur. 28 Şubat sürecinde yargı mensuplarının karargâha davet edilerek brifing almalarını alkışlayanları anlamak mümkün değildir" demiş.
Bunları anlamak mümkündür,
Güneydoğu'da evler, okullar, hastaneler, camiler yakılırken, hendekler kazılıp, halktan haraç alınırken, canlı bombalar masum insanları parçalarken, her gün birkaç ilde şehit cenazeleri kaldırılırken ses çıkarmayıp, devlet eşkıyanın tepesine binince operasyonların durdurulması için asker ve sivil sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunmak gibi bir cinnetin içindeydiler..
Yıllar önce bir panelde konuşan Tansel Çölaşan 27 Mayıs darbesini halk tarafından coşkuyla karşılanan bir devrim olarak tanımlayıp Başbakan Menderes ve arkadaşlarını Cumhuriyetin niteliklerini hedef almakla suçlamıştı.
Merhum Aydın Menderes nezaket üslubuyla “Bu açıklamalar marazi bir ruh hâlini yansıtıyor” şeklinde verdiği cevap bugün de size ne olduğunun tarifidir.
Bu marazi hâl devam ediyor.
Çay toplamayı yargı bağımsızlığı için tehdit görenler, 27 Mayıs 1960 darbesine, Yassıada duruşmalarında hukuki kılıf hazırlayan yargı mensuplarının nerdeyse tamamının nasıl terfi ettirilerek ödüllendirildiklerini unutmuş görünüyor.
Ama millet unutmadı…
.
Bu uçak nereye gider? Keşke içinde ben de olsam
6 Haziran 2016 02:00
Erzincan, önceki gün Başbakan olduktan sonra ilk ziyaretini yapan hemşehrisi Başbakan Sayın Binali Yıldırım’ı ağırladı. Başbakan Cumhuriyet meydanında halka hitabından sonra aynı gün akşam geniş katılımlı bir toplantıda sivil toplum kuruluşu temsilcileri ile bir araya geldi.
Siyaset ustalığı, mühendislik ve duygusal zenginliğin hepsi Başbakan’ın konuşmasında bir aradaydı.
“Can Erzincan’ın güzel insanları, sizinle birlikte olmak bana ayrı bir heyecan veriyor, Erzincan sevdam depreşti.” diye başladığı ve “Çocukluk günlerimi hatırladım, dumanlı dağları, mal yaydığım, deste topladığım, hasat yaptığım yerleri hatırladım. Babamla birlikte çıktığım yaylalarda geçen uçakları daha iyi görmek için sırt üstü yatar kendi kendime bu uçak nereye gider, keşke içinde bende olsam derdim.
Depremlerin, afetlerin verdiği çaresizliği hatırladım. Zor günlerde şikâyet etmeyen, isyan etmeyen Erzincan’ın güzel insanlarını hatırladım. Erzincan sadece zorluklara karşı isyan etmeyen insanların yaşadığı yer değil, bugün en fazla ihtiyaç duyduğumuz birlik ve beraberliğin en güzel yaşatıldığı yerdir.
Bizi birbirimize düşürmek isteyenlerin elleri hep boş kaldı. Bugün Güneydoğuda amansız bir mücadele veriyoruz.
Birlik ve beraberliğin mücadelesini veriyoruz.
Niyazımız, gayretimiz şudur, ülkede bu acılar bitsin enerjimizi çocuklarımız için daha güzel bir gelecek hazırlamak için harcayalım” diyerek devam ettiği, ekonomik kalkınma hedefleri, terörle mücadele, Almanya parlamentosunun Ermeni soykırımı iddialarını oylaması gibi güncel konulara değinen Başbakan’ın konuşmasında satır arasında geçen bir cümle etrafımızdaki kuşatmayı çözen bir anahtar gibiydi.
Başbakan Sayın Binali Yıldırım “İrade olmayan yerde idare olmaz” sözü ile son Alman saldırısının kaynağına da inmiş oldu.
AB ülkelerini rahatsız eden Türkiye’nin ekonomik kalkınmasında ortaya koyduğu iradeyi hırpalamaktır. Türkiye’nin önünü kesmenin yolu bu iradeyi hırpalayıp parçalamaktır diyorlar.
Geçmişte ekonomik kalkınmanın hız kazandığı en istikrarlı hükümetlerinin merhum Adnan Menderes ve Turgut Özal dönemlerinde yaşandığı ve bu hükümetlerinin sonlarının nasıl trajik biçimde sonlandırılmasının ardından yaşanan ekonomik depresyonlar hatırlandığında güçlü bir hükümet iradesinin nasıl geleceğimizin teminatı olduğu anlaşılır.
Güçlü siyasi irade sadece ekonomik refahın garantisi değil güven içinde olmanın da garantisidir.
Gezi olayları ile başlayan iç ve dış destekli terör olaylarının birinci hedefi içerideki güçlü hükümet iradesini parçalamaktı.
Paris’teki olayları görmezden gelen yabancı haber ajanslarını Gezi olaylarını gün boyu canlı yayınlarla şişirmesi bu yüzdendi.
7 Haziran seçimlerinden sonra yürütülen koalisyon seferberliği de boşuna değildi.
Batının her türlü kahpeliğinin hedefinde güçlü Türkiye’yi inşa yolunda ciddi mesafeler alan AK Partiyi iktidardan indirip Türkiye’yi zayıf koalisyon hükümetlerine teslim etmek var.
Bunun için her türlü yolu denemeye devam edecekler.
Bugün Türkiye Başbakanının ifade ettiği gibi “Ama yağma yok, Türkiye eski Türkiye değil. Amacımız Türkiye’yi parmakla sayılan ülkeler arasına sokmak. Bunu refahı artırarak, somunu büyütüp adil paylaşarak yapacağız. Ama terörün olduğu yerde bunların hiçbiri olmaz.
Herkes diyor ki, biz bölünmek istemiyoruz.
Bu bizim için yeterli güvence. Yaptıkları her türlü kahpeliği evelallah başlarına geçiriyoruz.”
Türkiye’nin kozu güçlü bir iradeyi temsil eden ve saldırılara “benim arkamda millet var, millet,” diyen bir iradeye ve bunu fark edip liderini sahiplenen bir toplum yapısına sahip olmasıdır.
İçerdeki ve dışarıdaki saldırılar ancak hızımızı artırır.
.
En büyük düşmanınız en yakınınızda durur!
9 Haziran 2016 02:00
Bazen düşmanınız en yakınınızda durur.
Orası onun için en güvenilir bölgedir, çünkü en son oraya bakarsınız.
Başladığı günden beri PKK terörü bir iç hareket değil dış-dost kaynaklı bir projeydi ve hükümetler olayı kamuoyunda küçültürken istemeden terörün alanını büyüttüler. Şimdi gerçeklerle yüzleşmek hoşumuza gitmese de sorunun çözümüne bizi daha yakın tutar.
Ardan Zentürk, Ukraynalı strateji uzmanı Dimitro Kuleba’nın Vekâlet Savaşını tanımlarken “Vekâlet savaşı piyano çalmak gibidir, sonuca ulaşmak için çok fazla tuşa basmanız gerekir” dediğini nakletmişti.
Vekâlet Savaşı’nda devletler fiilen birbirlerine saldırmak yerine üçüncü bir tarafın vasıtasıyla mücadele ederler. Bazen devletleri, bazen paralı askerleri bazen de kendi kurdukları terör örgütlerini kullanırlar. Haçlı ittifakının çok sesli piyanosunda içeriden de siyasetçi, sanatçı, gazeteci, akademisyen kılıklı işbirlikçi çok sayıda yerli hain rol almış durumda.
Mücadele şimdi bunlarla yapılıyor.
11 vatandaşımızın şehit olduğu Beyazıt saldırısı üzerine yine düşman avına çıktık.
Çoğu aydın dostlarımız tarafından nasıl ihanete uğradığımızı, en büyük darbeyi dost ve müttefik bildiğimiz ülkelerden yediğimizi ve arkadan vurulduğumuzu yazıyor.
Ülkeler menfaatleri doğrultusunda bir araya gelir, ekonomik siyasi birlikler kurarlar sonra şartlar değişir yeni oluşumlar kaçınılmaz olur eskilerin hükmü kalmaz. Aynı ittifakların içinde yer alıyoruz diye bunlardan ihanet görmeyeceğimiz varsaymak saflıktır.
Bunun en bilindik ve çok kullanılan hedefe en yakın yolu en yakında duran dost ve müttefikiniz tarafından terörün desteklenmesidir.
Yeni Çağ savaşları şu temele dayanır: “Rakibinin yaralarını kaşı, kan kaybından ölsün...” Ve bunu onlara yaptır. En kolay buldukları Ermeni yasasını parlamentolarına taşıyarak yara kaşıyan çok sayıda ülke aynı ittifak içinde yar aldığımız dost ve müttefiklerimizdir(!)
Türkiye, bu dostlarının kuşatması altındadır.
PKK ile yapıldığı bilinen mücadele ABD, İsrail, Almanya, İngiltere, Ermenistan, İran ile yapılıyor.
Hedef açık ve ortada; ekonomik bakımdan kalkınan bir Türkiye istenmiyor.
Klasik savaşlar yüksek maliyetli olduğundan "Vekâlet Savaşları" Batı tarafından geliştirilmiş.
Bu Vekâlet Savaşı mızıkacılarının mihmandarı, tambur majörü medyadır.
Sömürgeci dış politikanın hedefe koyduğu ülkede önce mağdur bir kesim bulup ilan etmek, sonra hem muhatabını hem kamuoyunu mağdur olduğuna inandırmak, sonra kendisini mağdur edenlere karşı mağdurları harekete geçirmektir.
Bu dünyada dost ve müttefik olmak ne demektir, hangi anlama gelir?
İhanete uğradığınızda hainliği yapan dost ve müttefik hangi kuralı ihlal etmiştir?
Türkiye’de geçmişten bugüne hiçbir iktidar halk hareketi ile yıkılmadı sadece iktidarı aşağı almak isteyenler halk hareketi diye meydana döktükleri grupları cinayetlerini meşrulaştırmak için malzeme olarak kullandılar.
Eski istihbaratçı Mahir Kaynak diyor ki: “Bir olay olduğu zaman çok kısa mantıkla düşüneceksiniz, bu olay kimin işine yarar?”
Türkiye’nin terörle hırpalanmasının kimin işine yaradığı hangi adreste ikamet ettiği belli de buna karşı bizim yapmamız gereken şey sadece şehit cenazesi taşıyıp enkaz temizlemekle mi sınırlı?
Ermenileri piyon olarak kullanıp kışkırtarak Anadolu'da karışıklıklar çıkardığı günlerde, İngiliz Büyükelçisi'nin Sultan Abdülhamid'e gelip, küstahça;
"Daha ne kadar Ermeni öldüreceksiniz?" diye sorma cüretini gösterdiğinde, Ulu Hakan, keskin bakışlarını elçinin üzerine dikerek;
"Filan gün, filan saatte Karadeniz'in filan noktasına yaklaşıp, karaya Ermenileri Türklere karşı silahlandırmak için şu kadar sandık malzeme çıkaran ve komitacılara teslim eden İngiliz gemisinde, Türk başına kaç silah bulunuyorsa tam o kadar Ermeni terörist öldüreceğiz" cevabını vermişti.
Bugün de arkadan vurulmamanın garantisi bu Batılı dostları iyi tanımaktır.
Dostların arasına menfaat girdiğinde ittifaklar su ile zeytinyağı gibi olur...
.
Küçük Kıyamet
12 Haziran 2016 02:00
Bir zamanlar “Çivici” lakaplı bir delimiz vardı, adamın takıntısı kurbanlarının kafasına çivi çakmak. Bilmem kaçıncı kurbanında yakalanıp tımarhaneye tıktılar ama gerisi de sıkıntı. Evlat katili koğuş arkadaşının başına taşla vurup hastanelik ettiğinde “Çivi gördüğümde dayanamıyorum, çakmak istiyorum” demişti.
Hastalığı basitti insan kafasını çivi çakılacak kütük zannediyordu. Ama bu hastalık beş kişini hayatını kaybetmesine yol açmıştı.
Uzmanlar sosyal medya bağımlılığının giderek artmasının da hastalık olduğunu ve bu basit hastalığın ileride azmanlaşması hâlinde ciddi sıkıntılara yol açacağını belirtiyor.
Önceki gün Ankara’da bir üst geçitte yaşanan trajedi ruh sağlığımızın dip yaptığına dair sinyaller veriyor.
Üst geçitte akşama yakın orta yaşlı bir simitçinin öksürükle başlayan rahatsızlığı krize dönünce yere yığıldı. Başında taşıdığı simit tavası yere düşünce ekmek parası simitler yola yayıldı. Simitçi bir taraftan çırpınırken bir yandan cebinden çıkardığı ilaç şişesini açıp hap almaya çalıştı ama nafile şişe de düştü parçalandı. Akabinde simitçinin ağzından kan sızarken etrafında oluşan ve giderek büyüyen meraklı kalabalık çıkardıkları cep telefonları ile kamera kayıtlarına başladılar.
Simitçinin ne olduğunu bilmiyorum ama kendisine yardım eden genç kız neden ambulans çağırmadıklarını sorarken onlar çekimlere devam ediyormuş.
"Sosyal medya çivicileri" yerde çırpınırken ağzından kan gelen bir adamın görüntülerini paylaşıp kaç defa tıklandığında bakacaklar. Kendilerine soracak olursak cevapları "Çivici" ile aynıdır: “Gördüğümde dayanamıyorum, çakmak istiyorum!..”
Acılardan sosyal medya malzemesi üretmek bilmiyorum hangi hastalıktır nasıl böyle çılgınca yayılıyor. İnsanlar arasındaki en güçlü bağ olan “kederi ve sevinci” paylaşmak yıkılıp yerine dünya tek kişilik hâle geliyor.
Gün batımına yakın taşıdığı hastasını hastaneye kavuşturmak isteyen ambulans bir otomobille kavşakta şiddetle çarpışıyor. Her iki araç da paramparça, ölü ve yaralılar sağa sola savruluyor. Olay yerinde hayatını kaybeden üç kişiden biri beş yaşlarında bir çocuk ve masumun asfaltın soğuk yüzündeki resmi olaydan hemen sonra sosyal medyada yayılıyor.
Acaba bu paylaşımı yapan neyi amaçlıyor, neyi servis yapıyor?..
Bu örneklerin ardı arkası gelmez ama sosyal medya dediğimiz aynada bir olayı duyururken illa da ruhlara çivi mi çakmak lazım?
Ölümleri, intiharları, tecavüzleri, sapkınlığın her türünü tekrarlayarak hayatın bir parçası yapmakla onu sıradanlaştırmak yenilerinin işlenmesi için tohum atmaktır.
Bu tarzı bize öğreten malum ve mahut medyadır. Herkes ne alırsa onu satar, kimse kendinde olmayan bir şeyi başkasına veremez.
Akla gelmeyenlerin başa geldiği bir imaj ve algı değişikliği dönemine girdik.
Hemen her gün sebepsiz cinayetler, intiharlar her çeşit adi suç sosyal medyada kişisel tatmin ve reklâm malzemesi yapılarak toplumda bir yara açıp, ruh ve ahlak yapısına bir çivi çakıyor.
Sosyal medya paylaşımları üzerinden hayat sürdürmek deniz suyu içmek gibi bir şeydir.
Paylaşanın susuzluğu artıyor, izleyenler çoğaldıkça hastanın iştahı kabarıyor.
Fikri ve sözü temsil etmekte görselliğin, simge ve mesajların öne geçmesi tehlikeli bir gidiş.
İnsan ilişkilerinin kopması bir yana elindeki mobil telefonla her çeşit suçu, trajediyi veya iğrençliği günlük normal bir işmiş gibi sosyal medya üzerinden “duydun mu, duymadıysan sen de duy” diye yapılan paylaşımlar “kötülüğün sıradanlaşması"dır.
.
Bir ülkede “ Silikon Vadisi” nasıl kurulur?
16 Haziran 2016 02:00
1848 yılında Kuzey Amerika'nın batı sahillerinde bulunan El Dorado bölgesinde inanılmaz altın yatakları keşfedilmiş ve bölgede ciddi bir nüfus hareketi yaşanmıştı. Fakat günümüzde “Altın eyaleti” olarak anılan California’yı zengin ve ünlü yapan altın yatakları değil “Silikon Vadisi” denilen bölgedir.
Bu ismin sebebi bölgede yoğun olarak üretim ve geliştirme faaliyetinde bulunan silikon kırmık “Chip” üreticileridir. Sonradan ileri teknoloji üreten Intel, Cisco, Google, HP, Apple, Microsoft Facebook ve twitter gibi pek çok ünlü firmayı ifade etmek için kullanılan isim olmuştur.
Eski California Valisi Leland Stanford tarafından kurulan Stanford üniversitesinin dekanı üniversitenin çevresindeki bütün arazileri teknoloji şirketlerine satarak bölgenin teknoloji merkezi olmasının önünü açtı. Fırsatı fark eden ilk şirketler de General Elektrik ve Eastman Kodak firmaları olmuştur.
Burası sanki bir yetenek fabrikası ve sürekli dünyadaki yüksek beyinleri bünyesine çekiyor. Bunun bir sonucu olarak dünyadaki önemli teknoloji firmaları burada toplanmışlar ve yaklaşık sahip olduğu pazar bir trilyon dolardan fazladır.
Burada şirketler çalışanlarına çok cazip ve uygun çalışma şartları sağlıyorlar ve zeki girişimciler kısa sürede servet kazanıyor. Vadide çalışan eleman sayısı 250 bin civarında.
Bu teknolojik üstünlüğe ve getirdiği zenginliğe sahip olmak çok sayıda ülkenin kendi “Silikon Vadisi”nin kurması için iştahını kabartıyor ama bu çok zor ve neredeyse imkânsız.
Kendi Silikon Vadisi’ni kurmak amacıyla milyonlarca dolarlık ciddi harcamalar yapan birçok ülke içinde henüz başarılı olan çıkmadı çünkü Silikon Vadisi bir mekân değil bir düşünce ve hayat tarzıdır.
Bu organizasyonun esasını dış ortamda fazla sosyal olmayan süper zeki insanları bulup onlarla ortak bir alanda ortak bir “yatırım ağı” oluşturmaktır.
Silikon Vadisi henüz tohum aşamasındaki projelerin toplandığı bir havuz bir eko sistemdir. Bir toplumun zenginliğini ve refah seviyesini yükseltmek için yeteneklerden faydalanmak maksadıyla onları bir fırsat havuzunda bir araya getirmek ve ortak bir projeye yönlendirmek en iyi bir yol olmalıdır. Ve sonunda gelecek vadeden insanlar ve şirketler bu ekosistem içinde kendilerine yer bulursa parada bu ekosistemi takip edecek ve besleyecektir.
Silikon Vadisi yetenekle fırsatın bir araya geldiği bir ekosistemdir.
Her toplumda zeki, yeni fikir sahibi ve girişimci insanlar bulunur. Ülkelerinin kalkınmasını isteyen siyasetçiler bu insanları uygun ortamlarda bir araya getirip desteklemelidir.
Başarının yolu daha önce başarılı olanların ayak izleridir.
İSTOÇ’taki yatırımcıların kendi arasında her hafta bir kere düzenledikleri sabah kahvaltısına iştirak etmekle dış ticareti öğrenen genç bir yatırımcının hikâyesi bana bu büyük fırsat havuzunu hatırlatmıştı.
Silikon Vadisinde yapılan da aynı şey, farklı becerileri, geçmişleri ve tecrübeleri olan birçok insan bir araya gelerek her akşam fikirlerini, tecrübelerini, geri bildirimleri bir birleriyle paylaşıyorlar. Çünkü bu ortamı yaşayan herkes birbirine yardım etmenin ve paylaşmanın daha hızlı ilerleme, daha çok zenginlik, daha etkin inovasyon, daha hızlı market büyümesine imkân sağlayacağını bilir. Girişimciler birlikte kazanarak daha çok kazanırlar çünkü fikir sahibi olmakla birlikte önemli olan o fikri hayata geçirmek, gerçeğe dönüştürmektir.
Silikon Vadisini kendi ülkesine, şehrine kazandırmak isteyenler insanların birbirleri ile iş birliği yapacakları, bilgi ve tecrübeyi paylaşacakları bir ortam oluşturmalıdır.
Silikon Vadisindeki başarının temelinde tam olarak bu yatar.
.
Zayıflara ayakta bile yer yok!
19 Haziran 2016 02:00
Mülteci akını AB için çok yönlü bir sorundur. Sığınmacı sayısını domates ithaline uyguladıkları kota gibi üç haneli sayılara sığdırırken, milyonlarca mültecinin Türkiye tarafından kabul görmesinden de rahatsız oluyorlar.
Türkiye’nin mülteci kabul etme kapasitesini Türkiye’nin bir güç gösterisi olarak algılıyor ve ürküyor.
Öte yandan lastik botlarla sınırları zorlayan, dikenli telleri aşmak isteyen bazı mülteciler ise hâlâ ısrarla cellâdına sığınmaya çalışıyor.
Oysa Avrupa Birliği mülteci akınını önlemek için işi “yok canım bu kadarı da olmaz” dedirtecek noktaya, mülteci taşıyan “gemileri batırmaya” kadar götürdü.
Hâlbuki zayıflara güçlülerin treninde ayakta bile yer yok!
Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Dışarıda bunlar olurken, perde arkasında yaşananlar çok daha farklı. İngiltere'nin AB’den ayrılış sürecinin yüksek sesle konuşulması, Ortak Avrupa düşüncesini hızla iflasa, çözülmeye götürmektedir. Böylece zaten gerçekte olmayan Avrupa ortak değerlerine tutunamayan AB İslam karşıtlığı üzerinden kurguladığı olaylarla besleyerek kendi nefret cephesini oluşturup büyütmeye çalışıyor. Bunun kendi iç rahatsızlıklarını, çatışmalarını bastırmakta, birliği koruma adına kamuoylarını ikna için daha güçlü bir malzeme olduğunu zannediyorlar.
Şimdi bütün propaganda merkezinde bu var, İslam düşmanlığı.
Bize gelince, otuz yıldır süren terörün kaynağının bizim dışımızdan geldiğini bilmemize rağmen bunu anlatmakta zorlanıyoruz. Güneydoğumuzu enkaza çeviren yaşadığımız bütün terör, iç çatışma, canlı bomba saldırıları hepsi batının senaryosu ve tezgâhıdır
Bunlar, sosyal ve ekonomik rahatsızlıkları depreştirirler, fikri inşa ederler, medyayla beslerler, örgütleri kurarlar, silahlarını verirler sonra Müslümanların üzerlerine salarlar. Bunun dış kaynaklı olduğunu içerdeki hainlerle beslendiğini (siyasetçi, sanatçı, politikacı, öğretmen, akademisyen ya da din adamı hangi kılıkta olsa da) kendi kamuoyumuza anlatmakta niye zorlandığımızı anlamak mümkün değil.
Dostlarımızı (!) incitmekten mi korkuyoruz?
Her türlü ihaneti kendileri için meşrulaştıranlarla reddedilemeyecek biçimde yüzleşmekten, ihaneti kendimize ve dünyaya sergilemekten geri durmamalı. Kendileri harap olmuş beldelere aç ve susuz kadın ve çocuk bitmiş tükenmiş insanların üzerine bomba yağdırıp katliam yapmalarına bile uyduruk senaryolar üzerinden gerekçe üretiyorlar.
ABD’de Omar Mateen isimli bir saldırgan bir gece kulübünü basıp 50 kişiyi öldürmüş. Saldırganın eski eşi ve babası cinayetlerin İslam’la ilgisi olmadığını söyleye dursun senaryo çizilivermiş bir kere. Manhattan’da rehbersiz otele bile zor giden adamların ikiz kulelere uçak saldırısı düzenlediği yalanına dünyayı inandırdıklarını zannedenler için adı Omar olan saldırgan üretmek zor mesele mi?..
Türkiye’nin bütün bu olmazların zoru içinde ilk kazanması gereken mücadele alanı “propaganda” cephesidir.
MAK danışmanlık şirketinin 1-10 Haziran tarihleri arasında “Doğu-Güneydoğu özel gündem araştırması” adı ile yaptığı araştırmada; gençlerin ve çocukların terör örgütüne katılmasında etkili kişi ve kurumların aranmasında çıkan sonuç;
Asıl hendeklerin sokak aralarında değil eğitim kurumları ve mabetlerde yani “propaganda cephesinde" kazıldığını gösteriyor.
Devletin okulunda derste "molotof" yapmayı öğreten öğretmenlere, askere, polise kurşun sıkarken ya da insanları katletme adına canlı bomba olarak ölen eşkıyayı şehit diye yutturan devletten maaşlı imamlar varmış.
Etrafımızın bir savaş alanı ile çevrildiği bu ortamda özellikle terör örgütleri ile yürütülen mücadele yerli ve yabancı medya propagandası kullanılarak teslim alınmış bir toplumun üzerindeki kuşatma kırıldığında kazanılacaktır.
.
Çürük demokrasilerin beşinci gücü “BABA”
23 Haziran 2016 02:00
Mario Puzo’nun yazdığı aynı adlı romandan uyarlanan “Baba” (The Godfather) filmi, halen dünyanın en önemli sinema veri tabanı IMDB’de en iyi 250 film listesinin başında yer alır.
Bu filmin dünyada gördüğü kabul ve aldığı sonuç tesadüfî değildir.
Çünkü film izleyenleri daha başında bütün mağdurların hamiliğine oynayan “Baba” tarafından teslim alınır. Ve her toplumda demokrasinin yetersizliği sonucu yozlaşan coğrafyalarda mağdurlar için alternatif sığınaklar kurulur. En sık rastlananlar “Baba”lardır.
Baba filminde aşağıdaki ilk repliklerde mağdur bir vatandaş “Baba”dan yardım istemektedir. Çünkü demokrasinin temeli olan adalet zayıflayınca onu incitmiştir.
Mağdur Bonasera… Ve kızımı özgür bıraktım ama aile şerefini korumasını da öğrettim. Bir arkadaş bulmuş, onunla sinemalara gitti, geç saatlere kadar kaldı, karşı çıkmadım. İki ay önce gezmeye gitmişler, kızıma viski içirmişler ve sonra onu kullanmaya kalkmışlar. Karşı gelmiş, şerefini korumuş o zaman onu hayvan gibi dövmüşler. Hastaneye gittiğimde onu burnu ve çenesi kırılmış buldum. Acıdan gözyaşı dahi dökemiyordu…
Ama ben gözyaşı döktüm, dürüst bir Amerikalı olarak polise gittim. O iki oğlan adaletin huzuruna çıkarıldı, hâkim onları üç yıl hapse mahkûm etti ama cezayı erteledi. O gün serbest kaldılar ve kendimi bir budala gibi hissettim.
O zaman karıma şöyle dedim; adalet için Don Corleone’ye gitmeliyiz…
Baba, Don Corleone; neden önce polise gittin? Neden önce bana gelmedin?
Bonasera; Senden adalet istiyorum…
.....
Önceki gün sebepsiz yere bir yan baktın cinayetinde zanlının sırıtarak “iki ay ancak yatarım” diye gösterdiği yüzsüzlük bana bir coğrafyada adalet algısı bu kadar ayağa düşerse sonuçta, ortalığın nasıl mağdurlar ve babalarla dolmaya başladığını hatırlattı.
Demokrasilerin üzerine oturduğu dört temel kuvvetten bahsedilir. Bunların sağlıklı çalışması toplumun huzur, mutluluğu, sosyal refahı ve en önemli ihtiyacı olan kendini güvende hissetmesini temin eder.
Bu güçler, meşruiyet üreten irade olarak Meclis, onun iradesini pratik hayatta uygulayan yürütme ve sosyal hayattaki ilişkileri düzenleyen, denetleyen yargıdır. Yine demokrasilerde toplumun haber alma ve fikirlerini ifade etme imkânı veren medya da dördüncü kuvvet olarak demokrasinin temelleri arasına girmiş.
Herhangi bir ülkede demokrasinin bu dört temelinin ne kadar sağlam olduğunu anlamanın önemli bir ölçüsü var. O da meşruiyet alanı dışındaki beşinci güç olarak toplumda her alanda sıkça rastlanır olup yaygın şekilde kapıları tıklatan mağdur insanların hayatını karartan mal, can, millî servet akla gelen her değeri çalıp çırpıp üzerine çöken çeteler ile güya mağdurların zayıf hukuk uygulamaları karşısında hakkını, hukukunu onların zararlarını ortadan kaldırmak adına ya da korumak için yine mağdurlardan beslenen karşı çetelerdir.
Eğer bir toplumda farklı şekillerde mağdur olan insanlar, kayıplarını geri almak için yasa dışı çetelerden yardım istemeye başlamışsa veya buna ihtiyaç duyuyorsa demokrasinin temelinde ciddi çatlaklar oluşmaya başlamıştır.
Ne yazık ki, çoğu zaman hukuku işlemez hâlde hırpalayanlar, mağdurlar yerine insan hakları arkasına sığınarak zalimlerin hakkını ceza indirimleri ile savunduğunu sananlardır.
Bir yerde suçu sıradanlaştıran yozlaşma akımı varsa ön cephesi bazı sorumsuz medyadır…
.
Zulüm ile âbâd olanın ahiri berbat olur…
26 Haziran 2016 02:00
İngiltere’nin AB üyeliğine devam mı tamamı mı diye gittiği halk oylamasında İngiliz seçmenler Yahudi asıllı başbakanları Cameron’un söylediğinin tersine cevap verdi. Avrupa için büyük depreme yol açan bu gelişmeler sürpriz değil zira “Zulüm ile âbâd olanın ahiri berbat olur...”
Servet ve zenginliğini sömürü ve işgal üzerine kurduğu ve kucakladığı zulümleri kendi sonunu hazırlıyor.
Referandumda evet oylarını artırmak için Türkiye muhalifliğini kampanyanın merkezine koyan Cameron büyük hayal kırıklığı yaşadı. Böylece Türkiye’ye karşı duvarlarını tahkim edenler yıkılan duvarların altında kaldı. Piyasaları sarsıldı, İngiliz sterlini yüzde 7.8 düşüşle 1985’ten bu yana dolar karşısındaki en düşük seviyesine geriledi, borsalar düşerken altın yükseldi.
Referandumun ardından “halkın kararına saygı duymak gerekiyor” diyen Cameron ayrılma sürecini yeni bir başbakanın yürütmesi gerektiğini söyleyerek istifa kapısını açtı.
Avrupa parlamentosu Başkanı Martin Schulz'un “Referandum sonuçlarının 'evet’ çıkmasını bekliyorduk ama sonuçlar böyle bu şekilde gerçekleşti. Artık İngiltere gelecekte 3. ülke muamelesi görecektir ve bu durum Avrupa için yeni bir dönemin başlangıcıdır” sözleri Avrupa’daki büyük depremin habercisidir.
İngiltere’nin AB’den kopması ile başlayan bu değişim peşinden başka ülkeleri de sürükleyecektir. Nitekim “Kendi ülkemizin, paramızın, sınırlarımızın ve göç politikamızın kontrolünü kendimiz yapmak istiyoruz” diyen Hollanda ve Fransa’da da kendi ülkelerinde referanduma gitme çağrıları gelmeye başladı.
Türkiye için “Avrupa Birliği'ne giremezsiniz, çünkü siz Müslümansınız, Avrupa Birliği ise geçmişteki Roma İmparatorluğunun bir kopyası, Hıristiyan birliğidir” diyen, Türkiye’nin üyelik için PKK ile operasyonları durdurup masaya oturması için rapor gönderen AB’den ayrılmak için üye ülkeler sıraya giriyorlar.
Şimdi çırpınışları yangından mal kurtarmanın derdidir.
AB'nin temeli kendi düşmanlarına karşı düşmanları ile bir ittifak içinde olmaktır. Böylece sırt sırta vererek birbirlerinin arkasını korumaktır. Yetmez ayrıca bir düşman ihdas ederek bu birlikteliği sağlamlaştırmaya ihtiyaçları vardı. Aradıkları bu düşmanı çok kolay buldular adına da “İslâmofobi” dediler.
Fakat geçmişte sömürü alanı açmak için ülkeleri parçalamakta kullandıkları milliyetçilik akımları bu defa kendilerini vurdu.
Zulme maruz bıraktıkları mazlum ülkelerden Avrupa’ya başlayan ölümcül göçlere karşı duramayıp dağılmaya başladılar. Yürek burkan zulümlerden arta kalan mazlumların yürümesi bile onları sarsmaya yetti.
Muhtemelen Almanya AB enkazından güçlü bir lider olarak çıkmak isteyecek.
Ama “Ada köpeği” diye etiketledikleri İngilizlerin Almanya’nın önünü kesmek için hırlı durmayacağı kesindir. İhtiyaç duyacağı kendisine güçlü ittifaklar kurmak için kısa zaman önce parlamentosundan sözde Ermeni soykırım yalanına sığınan böylece birliğin harcını kurtarmak isteyen Almanya, bu güçlü müttefiki Türkiye’de arayacaktır.
Yani bu Avrupa kendi şerrinden korunmak için vehmettiği düşmanına sığınacaktır.
Fakat korkunun ecele faydası yoktur.
Yaptıkları zulümlerden yükselen “gözyaşı dağları” tepelerine bindi bir kere.
Birlikleri yok olup giderken asıl patırtı koruma ve kollamakla tembelliğe alıştırdıkları müflis ülkeler ile zenginleri arasında kopacak tufandır.
.
Yolunmuş tavuğa döndüler
30 Haziran 2016 02:00
İngilizlerin, birliğe üye zayıf ekonomileri besleyen AB’yi, sömürge politikasına yük olduğu için terk etmeleri anlaşılır bir şeydir ama İngiliz’in AB üyeliğinden ayrılıyor olmasına içeriden bazı yas tutanları anlamak çok zor.
Bu İngiliz muhiplerinin salya sümük homurtularını kesmek için İngiliz’in geçmişine biraz yakından bakalım.
Sömürgeci İngilizler için bütün dünya bir “terra nullius” yani sahipsizler ülkesidir.
Bu anlayış bütün sömürgeleri için geçerlidir. Bugün İngiliz Milletler Topluluğu'nda (Commonwealth of nations) yer alan ülkeler Britanya İmparatorluğunun geçmişteki sömürgeleridir.
Her birinin dramatik bir hikâyesi olan sömürgelerinden dikkat çekici bir örnek olarak Avustralya’da yaptıklarını özetleyelim de İngiliz muhipliği yapanlar kendi yaslarını tutsun.
Ünlü İngiliz romancı Anthony Trollope sömürmek için Avustralya’nın yerli halkı olan Aborjinler’e reva gördükleri zulmü şöyle özetliyor.
“Biz onların topraklarını ellerinden aldık, ekmeklerini kestik, onları kanunlarımızın birer kobayı yaptık. Biz bunları bu insanların geleneklerini ve göreneklerini hiçe sayarak, onlara düşmanca kin besleyerek yaptık.
Kendilerini savunmak istedikleri zaman da onları katlettik. Bütün bunları onların efendisi olduğumuzu göstermek için yaptık...”
Bu sömürgeci efendiler bu katliamları; yaydıkları çiçek, tifo, dizanteri, tüberküloz gibi hastalıkları yayarak ve yiyeceklerine zehir katarak ve binlercesini vurarak yaptılar.
Avustralya sömürge parlamentosunda Vincent Lesina, parlamentoda yaptığı konuşmada “Bütün bu siyahlar (Aberjinler) beyaz adamın yürüyüşünün ilerlemesi için kesinlikle yok edilmelidir” diyordu.
Bu acımasız katliamlar sonucunda 1788 yılında kıtada yaşayan 750 bin yerli Aborjin sayısını 1911 yılında 31 bine düşürdüler.
Bütün sömürgelerinde bu anlayışla hâkimiyet kuran İngilizler kendilerinden olmayanlara hayvanlara bile lâyık olmayan muameleler yapmışlardır.
En büyük müstemlekeleri olup, senelerce vahşîce, sadistçe zulmettikleri Hindistan’ın Amritsar şehrinde (1919) bir gün ayin sebebi ile toplanan Hindular, bisikleti ile gezen bir İngiliz kadın misyonerine hürmet etmezler. Misyoner, İngiliz General Dyere şikâyette bulunur. General derhâl askerlerine emir vererek, halkın üzerine ateş açtırır ve on dakikada yedi yüz kişi ölür. Binden ziyade kişi de yaralanarak yerlere serilir. General bununla da yetinmeyerek, halkı üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürütür...
Mesele Londra’ya şikâyet edilir, tahkikat için Hindistan’a gelen müfettiş, generale müdafaasız halka ateş açtırmasının sebebini sorunca, General, “Buranın kumandanı benim. Buradaki askerî bir icraatı ben takdir ederim. Öyle lüzum gördüm ve emrettim” cevabını verince, müfettiş, (Pekâlâ, ahalinin yüzüstü sürünmesini emretmenizin sebebi nedir?) diye sorar. General, (Hintlilerden bir kısmı tanrıları karşısında yüzüstü sürünüyorlar. Bunlara, bir İngiliz kadının bir Hindu tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve onun karşısında da hakaret değil, sürünmeleri icap ettiğini anlatmak istedim” der...
Müfettiş, halkın alışveriş için dışarı çıkmak mecburiyetinde olduğunu söyleyince, General, (Bunlar insan olsalardı, sokakta yüzüstü sürünmezlerdi. Çünkü bunların evleri birbirine bitişik ve damları düzdür. Damlar üzerinde insan gibi yürürlerdi) cevabını verir.
Generalin bu sözleri İngiliz basınında yayınlanınca, general kahraman ilân edilir.
Kendi şahıslarını ve vatanlarını ne kadar hürmete lâyık görürse, diğer insanları ve memleketleri de, o derece aşağı gören mağrur ve kibirli İngilizler İkinci Cihan Harbinden sonra sömürgelerinin çoğunu kaybedince (Üzerinde Güneş Batmayan Ülke) ismini verdikleri ada, âdeta tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuştur.
Şimdi çizdim oynamıyorum diyerek kıvırıp AB travmasını atlatmaya çalışıyorlar ama beyhude...
.
Terör ayrıntıda saklanır
4 Temmuz 2016 02:00
Başladığında sarp dağlar derin vadiler ve gecenin karanlığına saklanan TERÖR şimdilerde kalabalıkları kullanmaya başladı. Güçlü bir kontrol ağı yoksa kalabalıklar bataklık olur.
Son yılların en vahşi terör olayı, saldırı gecesi otopark kısmından havalimanına girmeye çalışan teröristin üstündeki mont yüzünden şüphelenen polis memurunun kimlik sorması ile başlıyor.
Canlı bomba polisin kendinden şüphelendiğini anlayınca montun içindeki silahla polis memuruna ateş ediyor polis memuru yere yığılırken bir el daha ateş eden terörist otoparkın merdivenlerinden aşağı inerek kendini patlatıyor. Diğer iki terörist ise dış hatlar terminaline girer girmez etrafa ateş ederek ters istikametlere doğru koşuyor, polis tarafından vurulunca kendini patlatıyor üçüncüsü ise panikle koştuğu aşağı katta kendini patlatıyor...
Sonuçta, 19’u yabancı uyruklu 44 kişinin hayatını kaybettiği 93 kişinin de yaralandığı saldırıyı gerçekleştiren biri Özbek, birinin Dağıstan uyruklu Rus diğerinin de Kırgız vatandaşı olduğu belirlenen canlı bombaların aylarca Fatih’te kiraladıkları bir dairede katliam için hazırlık yaptıkları ortaya çıkıyor.
Aynı bina sakini yaşlı bir kadın teröristlerin oturduğu daireden keskin bir kimyasal kokusu geldiğini şikâyet için muhtara gittiğini kendisinin belediyeye yönlendirildiğini söylerken daireyi teröristlere kiralayan emlak komisyoncusu ve mahalle muhtarı olayla ilgili konuşmak istememiş.
Kırsalda açık kalan terör, alan ve şekil değiştirip, gündelik hayatımızın karışıklığı içinde saklanıp bizi vuruyor.
Henry Ford “Hiçbir sorun çözülmez değildir, eğer çözemediğiniz sorun varsa parçalara ayırın, çözersiniz” diyor. Nitekim parçalara bölmek bazen yıkmak bazen de yapmak için gerekebilir.
Bu yeni terör biçiminin savunma tarafında yeni aktörler devreye giriyor ve mücadeleyi yönetenler bu aktörleri ciddiye almalıdır.
Bunlar mahalle muhtarları, emlak komisyoncuları ve kiralık ev sahipleridir.
Ev sahiplerinin kiraya verdikleri daire üzerinden devlet sorumlulukları; bugüne kadar sadece yıllık kira gelirlerini beyan ile sınırlı kalmış ama ne kiracıları üzerinden ne diğer bina sakinlerine ne de devlete karşı bir sorumluluk taşımamışlardır. Doğrusu bu olaylar şişmeye başlayıncaya kadar bunun üzerine gidilmedi. Olayı böylesine ucuzlaştıran uygulama ise kiralama işlemlerinde mal sahiplerinin tamamen devreden çıkıp emlak komisyoncusu ile kiracının baş başa kalmasıdır.
Diğer bir laçkalık ise mahalleyi muhtara emanet eden eski basit uygulamaları aratacak biçimde adrese dayalı nüfus işlemleri uygulaması ile kiracı bilgilerinin bilgisayarın beynine kitlenmesidir.
TÜİK veri tabanında nüfusumuzun ne kadar olduğu önemlidir ama KİM OLDUĞU daha önemlidir.
Devletin kontrol edebildiği en küçük topluluk birimi mahalledir. Ama anakentlerde bir mahalle Anadolu’daki bir şehir nüfusu çapındadır.
Bu son olaylar bu aktörlerin pozisyonunu yeniden ele alacak tartışmaları gündeme getirecektir ve getirmelidir.
Muhtarların mevcut çalışma şartlarını düzenleyen yasalar ile bu devasa kütlenin hele içinde yaşadığımız iç göç ve mülteci baskını altında iş yapması beklenemez.
Belediye meclisleri mevcut mahallelerini ve yeni kurulacak olanları taşınabilir hacimde yeniden düzenlemelidir.
Kalabalıkları kontrol edebilecek çapta en küçük idari yapı olarak ne kadar küçültebilirsek o kadar küçültmeli, muhtarlık yetki alanını da yeteri kadar büyütmeliyiz. Mademki mülki ve beledi (kent) ve adli teşkilatın ilk basamağını mahalleler oluşturuyor tüzel kişiliği, bütçesi, personeli ve bürosu ile mahallenin merkezi ve yerel yönetimlerin temsilcisi ve yardımcısı olan muhtarlıklarında hukuki düzenlemelerle birlikte bugünkü şartlar karşısındaki yetersiz yapısının güçlendirilmesi şarttır.
Eğer büyük anakent şehirler insan kalabalıkları bakımından yönetilebilir alanlar olsaydı bugün terör başta olmak üzere birçok sosyal sorunu çözmek daha kolay olacaktı..
.
Sonunda birbirlerini yiyecekler!
8 Temmuz 2016 02:00
AB neden Türkiye’den korkuyor?
Güçlü Türkiye onların sömürgeci politikaları önünde en büyük engeldir, onun için Türkiye, zayıf, sünepe ve himayeye muhtaç çapta bir üçüncü sınıf ülke olarak kalmalıdır.
Genç nüfus tabanı daraldıkça, içine düştükleri ekonomik darboğaz ve göçmen krizinden çıkışı kendilerine “ortak” değil “köle” bulmakta arıyorlar. Geleceklerini Türkiye ile iş birliği yaparak doğru biçimlendirmekte değil, Türkiye’yi frenleyerek küçültme yolundan seçiyorlar.
Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’ın Lice ilçesinde yapılan operasyonlarda Türkiye’deki tüm zamanların en büyük miktarda, 11 milyar lira değerinde uyuşturucu ele geçirilmiş ve üretim alanları tahrip edilmişti.
EUROPOL’ün raporlarında PKK’nın bir yıl içinde sadece uyuşturucudan elde ettiği paranın 300-500 milyon avro arasında olduğu belirtilmişti. Bu para Avrupa bankalarında aklanıp PKK’nın kasasına giriyor, PKK da bu parayı silah alımında kullanıyordu.
Kimden alıyordu silahları? Almanya’dan, Fransa’dan, Avusturya’dan…
Tam bir kan emicilik ve sömürü düzeni.
AB’nin terör örgütleri üzerinden ülkeleri hırpalarken kasasını doldurdukları bu düzen emin olun onları eninde sonunda Karen T.Walker’ın anlattığı Pasifik Okyanusunda batınca hayatta kalmak için yol arkadaşlarını yemeyi kendine yol yapan Essex isimli gemi mürettebatının yamyamlığına götürecek.
1819 yılında Pasifik Okyanusunun karadan en uzak bir köşesinde 20 Amerikan denizcisi gemilerinin batışını çaresizce seyretti. Bir ispermeç balinası tarafından aldığı darbe yüzünden gövdesinde onarılmaz bir delik açılan gemileri batarken gemiciler üç kurtarma sandalına tıkıştılar. Bu adamlar en yakın kara parçasından bin mil uzaktaydılar ve sandallarında sadece sınırlı miktarda su ve yiyecekleri vardı.
Düştükleri bela hakkında karada kimsenin haberi yoktu ve kimse onları aramaya çıkmadı. Gemileri batınca gemiciler bir plan yapalım dediler ama önlerindeki seçenek çok azdı. Ulaşabilecekleri en yakın ada 1200 mil uzaktaydı ama bu adalar hakkında korkunç söylentiler vardı. Dediklerine göre bu adalarda ve yakın adalarda yamyamlar yaşıyordu. Gitmeleri durumunda öldürülmek ve akşam yemeği olmak ihtimali vardı. Diğer seçenek Havai idi, fakat mevsim kıştı ve kaptan şiddetli fırtınalara yakalanmaktan korkuyordu. Son tercih en zoru fakat garantilisiydi. Kendilerini Güney Afrika sahillerine itecek 1500 millik bir yolculuk yapmaktı. Fakat bu uzun yolculuk kendilerini yiyecek ve su kaynaklarının yetersizliği nedeniyle zorlayacaktı. Yamyamlar tarafından yenmek ya da karaya ulaşmadan açlıktan susuzluktan ölmek!..
Bu zavallı adamların geleceğini kendilerini yöneten korkuları belirledi ve tartışmalardan sonra yamyam korkusu yüzünden en yakın adalara gitmekten vazgeçip rotayı daha uzaktaki Güney Amerika’ya çevirdiler. Yolculukları iki aydan daha uzun sürdü, sonunda su ve yiyecekleri tükendi, kendilerini tesadüfen fark eden iki gemi tarafından kurtarıldıklarında yarısından fazlası ölmüştü. Sağ kalanlar ise kendi yamyamlıklarına başvurmuş ve ölen arkadaşlarını yiyerek hayatta kalmışlardı...
Sömürgeci Avrupa’nın hayatta kalma yolu Essex mürettebatı ile aynıdır.
Sonları da birbirlerini yemek olacak!..
.
Rüzgârın önünde kuru yapraklar gibi savrulan gençler
10 Temmuz 2016 02:00
Okul, üniversite, gençlik ve eğitim merkezlerinin açılmasında kimsenin itirazı yok, rekora gittiğimiz de söylenebilir ama mesele bu altyapıyı üstyapı ile anlamlandırmak, işe yarar hâle getirip, binaların içini ehil insanlarla doldurmaktır.
Ehil insan kimdir?
Gündemin harala gürelesi içinde asıl önemli olan bu konuyu gündemden düşürmemeli.
Geçtiğimiz ay TÜRGEV genel kurulundaki konuşmasında konuya temas eden Cumhurbaşkanı Erdoğan meseleyi “Rüzgârın önünde sürüklenen yapraklar gibi savrulan gençler görüyoruz. Bir kısmını bölücü terör örgütü devşiriyor, zehirliyor, kullanıyor ve maalesef onları acı bir akıbete sürüklüyor. Aynı şekilde mukaddes dinimizi istismar eden terör örgütlerinin ağına düşen gençlerimiz var, inancı var da şuuru yok. Bakıyorsunuz bir de uyuşturucu, kumar hatta teknoloji bağımlılığı gibi sorunlar yaşayan gençlerimiz var. Bu ülkenin tek evladının dahi zayi olmasına gönlümüz razı olmaz. Bu gidişi durduracak bir birikime ve altyapıya şiddetle ihtiyaç var” şeklinde özetlemişti.
Bu gidişi durduracak tedbir, fiyakalı binalardan ibaret üstyapının içini fikren nitelikli olan gençlikle doldurmaktır. Rüzgârın önünde kuru yapraklar gibi savrulan gençlere sırt dönemeyiz ama onları zararlı ve zehirli cereyanlarından koruyabiliriz.
Bu nitelik sorununun çözümü yeterli ve kirletilmemiş dinî eğitimle başlar. Her seviyede eğitim kadrolarını işgal edenler dini pozitivizme yamama kompleksine düşmeden ifade etmelidirler.
Bunun önemini günümüzden altmış yıl önce gören değerli Prof. Dr. Ali Fuat Başgil diyor ki: “Düşündükçe ve tecrübem arttıkça anladım ki dinî terbiyenin ve Allah sevgisinin huy ve ahlak üzerinde paha biçilmez etkisi vardır. Allah duygusundan ve sevgisinden uzak bir terbiye yalnız fayda ve çıkar düşüncesine dayanır. Fakat din terbiyesi gönüllü, karşılıksız ve yücedir. Bu terbiye insanı yükseltir, iyiliği ve adaleti hiç çıkar düşüncesine saplanmadan sevdirir..."
Bu gidişi durduracak tedbir, medeniyet mazisini ve tarihini gençlere öğretmektir. Tarihini bilmeyen milletler yok olur sözü meşhurdur ama milletlerin yok oluşu önce tarihini, medeniyetini bilmeyen insanların yok olması ile başlar. Tarih bilgisi ilgi alanına girmez öğrenilmesi gereken zaruri bilgiler arasındadır. Her gencimiz, 38 devlet, 32 beylik 17 hanlık kurmuş milletinin tarihini bilmelidir.
Ve bu gidişi durduracak tedbir TÜRKÇEYİ GÜZEL KONUŞMAKTIR.
Türkiye’de okul kitapları 6-7 bin kelime ile konuşup yazarken, Avrupa’da 71 bin kelime ile öğrenciler konuşup yazıyor. Kullanılan kelime sayısı fikir zenginliğini besler ve beslenir. Kelimeler azaldıkça fikir sığlaşır.
Gençlerimizi argoya, sokak diline teslim edemeyiz, dilimiz sokak tarafından budanıyor, sokak dili konuşanı sokak terbiye eder. Bizler sokak dili konuşamayız ve buna müsaade edemeyiz, dil milletin çimentosudur, dili sarsılan milletler darmadağın olur. Eğitim bürokrasisi artık bunu fark etmelidir.
Ve bu gidişi durduracak tedbir, gençlerin bir hedef ve ideal sahibi olarak yetişmeleridir. Her bir gencin kendisi, ailesi, şehri ve ülkesi için bir hayali olmalıdır.
Bu nitelik mücadelesinde, aileler, okullar, eğitimciler sivil toplum kuruluşları, her teşekkül, tümden sorumludur. Sorumluluk gençlerin yüreğine yüksek idealler, hedefler ve dinî inanç yerleştirmekle olur. Terbiyenin bir yüzü, düşmüşü kurtarmak ise diğer bir yüzü de düşmeyeni bu tehlikeden korumaktır.
Bu kendi geleceğimizi kurtarma mücadelesidir.
.
Onların ellerini kestiler…
14 Temmuz 2016 02:00
Brüksel'deki Avrupa Parlamentosu'nda terör örgütü PKK'nın uzantıları PYD, YPJ ve YPG'li teröristlerin Suriye'nin kuzeyinde çekilmiş fotoğraflarının yer aldığı bir sergi açıldı. Daha önce 18 Mart'ta yapılan Türkiye-AB zirvesi öncesi PKK'ya zirvenin yapıldığı AB konseyi arkasında çadır kurması için izin veren Belçika, terör örgütlerinin Avrupa'da en yoğun faaliyette bulunduğu ülkelerin başında geliyor.
Bu Belçika’nın Afrika’daki sömürgelerinden biri olan Kongo’da 1900’lü yılların başında gizlice çekilmiş bir fotoğrafta bir adam kendisi gibi köle olan ve efendilerine yeterli kauçuk toplayamadığı için cezalandırılan küçük kızının kesilen sol eli ile sağ ayağına bakıyor.
Belçika Kralı 2. Leopold’un adamları dev bir toplama kampı hâline getirdiği Kongo’da yerlilerin kellelerini bahçelerinde heykel olarak sergiliyor, köle olmak istemeyen çocukların ellerini kesiyor, kestikleri elleri tütsüleyip saklıyorlardı.
Kongo’da sadece 1890-1905 yılları arasında yaklaşık on milyon yerli öldüren bu insan kasabını yine kendileri “İnsanlara limon muamelesi yaptı, suları bitinceye kadar sıktı ve sonra bir kenara fırlattı" diye anlatılar.
İnsanlık tarihinin bu en acımasız soykırımlarından birinin mimarını 1885 yılında sömürgeci batı Berlin Konferansı’nda “Kongo’nun Hâkimi” olarak ilan etti.
Acaba diyorum; Avrupa’nın muhtelif ülkelerindeki temsilciliklerimizin arka bahçelerinde de biz bu cinayetlerin fotoğraflarının sergilendiği çadırlar kursak nasıl olur?
Sömürgeciler tarafından yürütülen ve Birinci Dünya Savaşı sonrası terk edilmiş zannedilen bu el, parmak ve kafa kesen eski tip sömürgecilik yerini yeni tip sömürgeciliğe bıraktı.
Bu tahribatı daha büyük ama fark edilmesi daha zor bir mandacılık şeklidir.
Bu sömürgeciliğin esası toplumu özellikle genç nesilleri mankurtlaştırmaktır.
Bir asırdır süregelen bu sömürgecilik İslâmiyyeti dışlayan, medeniyeti tahrip eden içini boşaltan bir kültürel kıyımı hareketidir.
Osmanlı’nın vârisi Türkiye’ye reddi miras talebinde bulunması için galiplerin yüz yıllık dayatma mücadelesi devam ediyor.
Sömürgeciler Medeniyetimizin temellerini Kültürel mirası reddedip itibarsızlaştıran siyaset ideolojisi ile etrafı çevrilen bir kültür kıyım seferberliği başlattı.
Nesiller arası kültürü taşıyacak olan ne kütüphane bıraktılar ne de ulaştığınızda onları çözecek dil bıraktılar.
Bir toplumun içeriden teslim alınması için illa da ellerini kesmek gerekmez. Dillerine, kurumlarına ve kültürü inşa eden kişilere kıydıklarında tarih linç, kültür yok olur.
Toplum değerleri erozyona uğrar, sevgi, merhamet, hoşgörü ne kadar insani meziyet varsa hepsi çöpe gider, sonuçta ortaya pokemon avcıları, şizofren insanlar türer.
Bu şizofren güruh kendi toplumunu, tarihini, kültürünü aşağılamakla kalmıyor efendileri adına içeriden tahribatı tamamlamak için savaşıyor. Bu yerleşik yerli sömürgeciler din adamı, sanatçı veya akademisyen bazen politikacı rolünde toplumun ruh köklerini, medeniyet ve kültür adına gözle görülür elle tutulur ne varsa reddederek, aşağılayarak, ayıplayarak imha edip hayatımızdan çıkarmak yerine sahtesini koymak için uğraşıyorlar.
Bu, ülkelerin içini boşaltmanın en zehir yoludur.
Türkiye bir asırdır kendisini başka bir medeniyetin kuyruğu yapmak isteyen kendi içindeki elit taklitleri, sahtekârlara karşı güçlü bir medeniyetten asli payı alma mücadelesi veriyor.
Sonu nereye varır bu savaşın?
Samuel Huntington’a sordular: “Türkiye’nin İslam medeniyetinin lideri olabilme yeteneği var mı, Osmanlı’nın vârisi olabilir mi?"
Huntington itiraf etmek zorunda kaldı: “Şüphesiz İslam toplumu geçmişte bir çekirdek devlete sahipti ve bu açık bir şekilde Osmanlı imparatorluğuydu. Fakat hiçbir şey statik şekilde kalmaz. Sonra Batı muazzam şekilde genişlemeye diğer medeniyetler üzerinde de yıkıcı etki göstermeye başladı. Ancak şuna inanıyorum ki, Batı dünyanın en güçlü medeniyeti olsa da artık gerilemektedir. Ve bir sesin azalarak kaybolması gibi dünya üzerindeki etkisini kaybedecektir...”
.
Darbe yiyen darbecilerin laneti
17 Temmuz 2016 02:00
Ordu içinde azınlık FETÖ’cü bir grup tarafından gerçekleştirilmeye çalışılan 15 Temmuz askerî darbe teşebbüsü, -sonuçları dışında- bire bir 27 Mayıs 1960 darbesinin kopyasıdır.
Darbenin duyulmasıyla birlikte darbeler tarihinde ender görülen biçimde meydanlara kurum binalarına, sokaklara, köprülere akan milletin darbeci grupları derdest etmesi ile film koptu.
O günleri yaşayanlar; 27 Mayıs darbesinde darbecilerin ilk saldırılarının Cumhurbaşkanı ve Başbakanı tutuklamak, ardından Genelkurmay Başkanını tutuklamak ve darbeyi halka ilan için radyoevini işgal etmek olduğunu hatırlayacaklar.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askerî darbe 27 Mayıs askerî müdahalesidir.
37 düşük rütbeli subay tarafından gerçekleştirilen ve cinayetlerine ortak aramak için hareketin emir komuta kademesi içinde yapıldığı iddiası, darbecilerin darbeyi meşrulaştırmak için sonradan uydurduğu kocaman bir yalanıdır.
Darbenin stratejisi ellerindeki silah ve askerlerle önce ordudaki komuta kademesini etkisiz hâle getirmek ve kritik noktaların ele geçirilmesidir. Sonra da Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve birçok Demokrat Partili tutuklanmıştı.
Tutuklamalar sadece siyasilerle sınırlı değildi. Tutuklananların arasında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, İstiklal Savaşı kahramanlarından Ali Fuat Paşa, emekli olduktan sonra DP’den milletvekili seçilen eski Genelkurmay Başkanı Mehmet Nuri Yamut ve Kore gazisi Tahsin Yazıcı da vardı.
Darbeyi planlayan ve uygulayan 37 düşük rütbeli subay anayasa ve TBMM’yi feshederek yerine kurdukları “Millî Birlik Komitesi” başkanlığına kendilerini kamuoyunda temsil edecek yüksek rütbeli olarak darbeden haberi bile olmayan Orgeneral Cemal Gürsel’i getirdiler.
Bunu yapmalarındaki sebep ise 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala’nın darbeyi haber aldığında eğer darbenin lideri kendisinden daha kıdemli değilse ordusuyla Ankara’ya yürüyüp isyancıları bastıracağını söylemesi olmuştu.
Darbeciler bununla yetinmediler 235 general, 3500 civarında binbaşı, yarbay ve albay rütbesindeki subayı emekliye sevk ettiler. Bazı üniversiteler kapatıldı, bazılarına el konuldu 147 üniversite öğretim görevlisi ve 520 hâkim ve yargıç görevden alındı...
Bugün yaşananlar da aynıdır.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar darbeciler tarafından Genelkurmay Başkanlığı binasından rehin alınarak helikopterle Akıncılar üssünse götürüldü ama müteakip bir karşı operasyonla aynı gecenin sabahı kurtarıldı ve göreve döndü.
Darbeciler aynı gece devlet televizyonu TRT’yi işgal ederek kendi uydurdukları “Yurtta Sulh Konseyi” adına yine uyduruk bir bildiri ile ülke yönetimine el koyduklarını ilan etmişlerdi. Ne var ki bildiriye imza koyacak bir üst rütbeli subay bulacak kadar vakitleri yoktu.
Halk TRT binasına girerek darbecileri derdest edip dışarı attı.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan için uygulamaları ise Celal Bayar ve şehit Menderes için uygulanandan daha acımasızdı.
Cumhurbaşkanının ikamet ettiği Marmaris’teki otele hava saldırısı düzenlenmiş ne var ki gelişmeleri anlık takip eden Cumhurbaşkanı daha önce oteli terk ettiği için saldırı akamete uğramıştı.
Aynı durum başbakan Binali Yıldırım için de geçerliydi. Meclis binası tarihi yüz karası olarak kendi hava unsurlarımız tarafından bombalanmış ama Başbakan bina dışında olduğu için saldırıdan zarar görmemişti.
Darbecilerin örnekledikleri yola benzemeyen aykırı giden, bir şey vardı. Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan her defasında hamlelerini boşa çıkarıyordu bu defa da hesapları tutmadı; ava giderken av oldular.
Ama kaderleri diğer darbecilerle aynıdır.
Siyaset tarihi demokratik rejimlere başkaldıran darbecilerden hiçbirini hayırla yâd etmedi. Çoğu daha hayattayken lanetlendiler, bazıları ise öldükten sonra.
Ama ortak akıbetleri lanetlerinin bir gün kendilerini gelip bulma korkusuyla yaşamaları oldu
.
Bir daha mı? Hayır… Hayır Asla!
21 Temmuz 2016 02:00
Bugünlerde tartışma konusu, 15 Temmuz darbe teşebbüsüne millet tankların önüne yatarak, helikopterlerin görüşünü dumanla daraltmak için tarlasını yakarak, çocuğunu kaldırımlarda yatırarak karşı koyarken 27 Mayıs 1960’ta neden sükût ettiğidir.
Sosyologlar, siyaset bilimciler, araştırmacılar ileride çokça bu konu üzerine yazacaklar.
Ben darbeyi durduran tufanın “ilk seslenme” ile başladığına inanırım.
Bu 'büyü'nün bozulma hikâyesi çok eskiye dayanır.
Tarihin sarı yaprakları arasında meraklılarının iyi bildiği Beyazıt Meydanında bir dut ağacının dallarında asılı bir adam ve etrafındaki halkada sükût etmiş bir büyük kalabalığı gösteren bir resim var.
Dut ağacında asılı adam; Edirnekapı’dan Topkapı’ya giderken sağ köşede, parmaklıklı mezarının büyük taşında “Ümera ve guzatı çerakiseden İsmail Beyin oğlu olup, savaş okulu bitirip, kolağası rütbesinde iken genç yaşında velinimeti uğrunda fedayı can eden” yazılı Çerkez Hasan Beydir.
30 Mayıs 1876’da Abdülaziz Han’ın hal edilip öldürülmesi ile sonuçlanan darbeyi yapanlar, "kinim dinimdir" diyerek padişaha kin besleyip öldürmeye karar veren ve Londra’ya gidip İngilizlerle darbeyi planlayan Hüseyin Avni Paşa, ölünceye kadar sadarette kalacağını umarken azledilen hükümdara düşman olmuş Mithat Paşa ile Sultanın “sarayda iken 'müfsit imam' denirdi” dediği Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendiydi.
Darbeciler, 25 Mayıs gecesi üçyüz harbiye talebesine 'Sultanı korumak için gidiyoruz' diyerek Dolmabahçe Sarayı'nı kuşatıp önce Feriye Sarayı'na naklettiler. Sonra saraya daha önce yerleştirdikleri Yozgatlı Pehlivan Mustafa, Boyabatlı Mehmet Pehlivan ve Cezayirli Mustafa Pehlivanlar sultanın odasına girerek uzun dövüşmeden sonra bileklerini kesip kaçtılar.
Odaya girenler, Hakan’ı kanlar içinde buldular ama doktor müdahalesine bile müsaade etmediler. Ertesi gün yayınladıkları bildiride “Sultan Abdülaziz sakalını düzeltmek için istediği küçük makasla her iki bileğinin damarlarını keserek intihar etmiştir” diye yazdılar.
Bu tebliğ hiç kimseyi inandırmadı ama kimseden de ses çıkmadı.
Sultan tahttan indirilirken ailesi darbeciler tarafından ağır hakaretlere maruz kaldı. Bu esnada Çerkez Hasan Bey’in kız kardeşi, Sultan’ın üçüncü hanımı olan Neşerek Kadın Efendi bir şey kaçırmasın diye üzerindeki soğuktan korunmak için aldığı şal sürüklenerek alınır. Soğuk ve yağışlı havada sandala bindirilir ve birkaç gün sonra aşırı üşütmeden dolayı vefat eder.
15 Haziran gecesi darbeciler başarılarını kutlamak için Mithat Paşa’nın Beyazıt’taki konağında toplanırlar. Yemekten sonra salona geçilir çok geçmeden salonun kapısından sağ elinde tabanca sol elinde hançer olduğu hâlde Çerkez Hasan Bey içeri girer. Dehşete düşen paşalara “Davranmayın alçaklar!” diye bağırıp önce Hüseyin Avni Paşa’ya iki el ateş eder. Kayserili Ahmet Paşa arkadan sarılıp zapt etmeye çalışırken Avni Paşa kendini sofaya atıp oraya düşer. Atılan kurşunlar Raşit Paşa’yı da öldürür. Çerkez Hasan kendisine sarılan Kayserili Ahmet’in önce parmaklarını sonra kulaklarını pastırma gibi doğrar. Kendisi serbest kalınca sofadaki Hüseyin Avni’nin göğsüne çöküp Çerkez kaması ile ağzını kulaklarına kadar yırtar. Bu esnada gelen kolluk kuvvetleri kendini derdest ederken Kolağası Şükrü kendisine hakaret edince çizmesine sakladığı tabanca ile onu da alnından vurur sonra teslim olur.
Çerkez Hasan Bey’in ifadesi o gün alındı tedavi olmayı reddetti ve 17 Haziran 1876 günü Beyazıt Meydanı’nda bugünkü İstanbul Üniversitesinin önündeki dut ağacında asıldı.
Hüseyin Avni’nin ölümünü sevinçle karşılayan halka;
“Ben, cebir ile zor ile Padişah hal etmek sonra katletmek neymiş hepsine gösterdim. Gösterdim ki; kimse bir daha milletin hakkına tevessül etmesin” diyen, Çerkez Hasan Bey’i kahraman ilan edip arkasından mersiyeler yazanlardan tek bir ses çıkmadı.
15 Temmuz gecesi ise çıkan tek bir ses, bir toplumu alev topuna çevirdi.
Dut ağacının etrafını saranlardan o gün Hasan Bey ipe giderken bir ses “Hayır, Hayır… ASLA” diye haykırsaydı belki tufan o gün başlar; o gün ne HASAN BEY'i asabilirler, ne sonra Abdülhamid Han'ı hal edebilirler, ne de Menderes'i asabilirlerdi...
.
Büyü bozuldu!..
25 Temmuz 2016 02:00
Bir sitem bir büyüyü bozdu. Halkın seçtiği halkın oyuyla halkı yöneten bir iktidar halka rağmen silah zoruyla alaşağı edilemedi. Bu defa geçiş darbelerde hırpalananlar ve mağdurların birikmiş kederleri, uyduruk duruşmalarda uyduruk gerekçelerle hayatları karartılan insanlara karşı gecikmiş bir vefa borcu ödendi.
Hesabın hepsi birden kapatıldı.
Arif Nihat Asya’nın yıllarca mezarı bile halktan saklı tutulan mazlum ve mağdur Menderes’in, 27 Mayıs darbe ve sonrasındaki terk edilmişliğine, yalnızlığına başkaldırı ve ruhaniyetinden özür niteliğinde yazdığı “Tanımadı” diye biten “Onlar bacım, onlar ağam/Onlardı sevincim tasam/Ahmet’im, Mehmet’im, Suna’m/Gülüm beni tanımadı...” şiirindeki birikmiş mağduriyet meydanlara yürüdü.
Normalde evde mutfakta olan bir anne bu defa sokakta tankların karşısına çıkıyor ve bunun için anlaşılır bir gerekçesi var.
“Menderes asılırken niye sesiniz çıkmadı diyen çocuklarıma verecek cevabımız yoktu, ama bizden sonrakilerin verecek cevabı var, artık başımız öne eğilmeyecek.”
Darbelere karşı durmak yerine sükût ederek, sonuçlarına katlanarak yaşamak bir sonraki darbelere hazırlık döneminden ibarettir. Darbeciler karşısında demokrasiyi korumakla sorumlu akademik çevreler, STK’lar, medya, iş dünyası geçmişte teslimiyetçiliklerini ve mağduriyetlerini cellâtlarının yanında yer alarak veya darbeleri mazur gösterecek malzemeler üreterek meşrulaştırdılar. Bu teslimiyet kozadaki darbecilerin müteakip darbe için iştahını kabartmaktan başka işe yaramadı.
İlk defa bir darbeye itiraz sadece muhatabı görülen siyasi kadrolarla sınırlı kalmadı bütün milleti karşısında buldu. Toplumun kendi sofrasını paylaşan, değerleri ile barışık bir siyasal iktidara karşı yapılan tanklı toplu saldırıyı kendisine yapılmış olduğunu olarak algıladı ve karşı durma cesaretini gösterdi.
Türkiye’de darbeler dönemini kapattıysa millet kapattı.
Darbeci yetiştiren bataklığı kurutmak meşru siyaset, medya, iktidar, muhalefet, STK, akademik kadroların birlikteliği ile mümkün olacaktır.
Siyaset anlayışı hak ettiği yere geldi.
Muhtıra yiyince “niye şapkanı alıp gittin?” diye kendisine sorulduğunda Demirel “Gitmeyecektim de ne yapacaktım, benin tankım topum mu var?” sözünü darbeciler karşısındaki teslimiyetçiliklerine, sükûtlarına malzeme yapanlara inat artık gücünü milletten alan bir siyaset anlayışı var.
Büyü bozuldu!
Artık “Bizim tarlayı haberimiz olmadan başkaları süremez
.
Şehitlerin de hakları vardır…
28 Temmuz 2016 02:00
Darbecilerin ifadeleri alınıp açıklandıkça akla zarar şeyler duyuyoruz. Tesadüfen olay yerinden geçenler bile varmış, meğer hepsi birbirini kandırıyormuş(!)
Suç kutsiyet kazanıp sıradanlaşmaya başladı mı nerede duracağını kimse bilemez.
Ömürleri sınav sorularını çalıp çırpmakla, milletin geleceğini çalmakla başlayanlar, işi sonunda tanklarla milleti ezmeye kadar götürdü.
Şimdi kendi kutsadıkları davaları için devlet adını kullanarak işledikleri suçu basitleştirip hafifleştirme gayretindeler ve adaletten bahsediyorlar.
Kim için?
Darbe suçu bir milletin tepesine kendini emanet ettiği güçlerin binmesidir. Eğer millet tarafından frenlenmeseydi ölü ve yaralı sayısının nerede duracağı belli olmayan bir iç işgalden bahsediyoruz.
15 Temmuz çılgınlığını, bu trajediyi saklayacak bir yer yoktur, minareye kılıf uyduranlar bu ihaneti saklayacak çuval bulamayacak.
Son numaraları, ihanetleri halk tarafından bastırılan ve derdest edilip toplanan darbecilere adil davranılmasını dillendiriyorlar. Şimdi de bunu üfürüyorlar.
Darbe girişiminin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturmasında Kuleli Askerî Lisesinde görevli 36’sı tutuklu erin sorgulamasında Çengelköy’de yaşanan dehşeti anlatan bir darbeci savunmasında, “Kanlı tatbikatın” okul komutanının emriyle Çengelköy'e doğru yürümeleriyle başladığını anlatarak diyor ki;
"Okul komutanı bunları yere çöktürdü, karşıda kalabalık bir grup vardı, sanırım sivildiler. Sivil olduklarını bilmiyorduk o sıra, grubun üstüne hedef alıp ateş ettiler. G3 silah kullanıyorlardı, çok sayıda ateş edip neredeyse şarjör bitirdiler. Ölen olup olmadığını, karanlık ve uzak olması nedeniyle anlamadım, aynı üniformaya sahipler. Grup orada dağıldı, biz daha geride, benzin istasyonu yakınında kaldık. Orada olan halkı güvenli bir alana topladık. Okul komutanı halktan karşı gelene kelepçe taktı, tüm emirleri o veriyordu. Orada 3.5 saat hiçbir şey yapmadan Çengelköy Çınaraltı çay bahçesinin yanında bekledik. 20-25 kişi vardık. Okul komutanı sonra, 'polis karakolundaki polislere tam dolu nişan almamızı' istedi ancak biz nişan almadık…”
Çengelköy’de yürümeyle başlayıp vatandaşların yaralanma ve ölmesi ile sonuçlanan bu vahşetin ilk adımı ise bir öğrenci velisinin ifadesiyle 15 Temmuz sabahı Kuleli Askerî Lisesi öğrencilerinin "kokteyl var, akşam saat 9’da size sürpriz yapacağız” daveti ile başlıyor.
Sonuç akıl almaz bir trajedi.
Millete yapılan bu akıl dışı şeytani bir zekânın ürünü cinayetleri savunanların sığınağı, terfi almak için görevini sorgulamadan bu insanlık suçunu yerine getirdikleri olacak.
Ve peşine kandırıldıklarını söyleyerek adalet isteyecekler.
Ama… Şehitlerinde hakları vardır…
.
Darbeler ve depremler…
1 Ağustos 2016 02:00
Yaşadığım sürece sığan altıyı aşan darbe, darbe teşebbüsü, muhtıra ile iki büyük ve araya sıkışmış sayısız küçük deprem bir insan hayatı için taşıyabileceğinden çok fazla bir yük. Her birinin öncüleri ve artçıları, deprem ve darbe derinlikleri birbirini hatırlatıyor.
1930 yılında Erzincan’da ciddi bir deprem yaşanmış camilerin minareleri büyük binaların çatıları uçmuş çarşı pazar birbirine karışmış. Herkes bunu büyük bir deprem olduğunu zannetmişti. Oysa bu asıl “şehir göçtü” denilen 1939 depreminin öncüsüydü. 27 Aralık 1939 gecesi depremi Anadolu tarihinin en büyük depremi oldu fay hattı bütün Kelkit vadisinden Amasya’ya kadar uzandı 40 bin insan öldü ve sayısız yaralı harap olmuş şehirleri geriye bıraktı.
Trajik olan büyük depremin öncesinde ve sonrasındaki öncü ve artçı depremleri kimsenin ciddiye almamasıydı. Deprem geliyorum demişti ve merkezi şehirleri altında pusuya yatmıştı.
Sonra hayatta kalanlar yeni şehirleri kurdular.
Yeniyi inşa ederken eskiye ait ne varsa her şey değişti, önemli ve önemsizler, mekânlar ve insanlar, caddeler ve meydanlar yer değiştirdi.
Rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu deprem sonrası “Eğer can kayıplarını saymazsak, depremler değişim için fırsattır” derdi.
Değişim için tavsiye edilmeyecek bir yol.
15 Temmuz darbe girişiminde darbenin merkezi Pensilvanya’daydı ama fay hatları şehirlerin merkezinden çıktı. Habis ve kötü bir çete yılların arkasına saklanarak dindarlık maskesi altında asker ve sivil bürokrasi, iş, siyaset, akademi, yargı, spor ve hayatın bütün ilişkilerine sızdı. Bir heyula gibi üzerine çöküp çöreklendikleri Türkiye’de geldikleri yer onları mutlu etmedi ve idareye toptan el koymak istediler. 17-25 Aralık öncü sarsıntıları ile geliyorum diyen darbe 15 Temmuz gecesi bütün ülkeyi sokağa döktü.
Sonuç ise yanına polis, vergi dairesi müdürü alarak iş adamlarını güya ziyaret edenlerin tehditle sponsorluklarını yapanların düzenbazlıkları, uçakların kalkışını engellemek için tarlalarını yakan, tankların paletlerinin altına yatan millete yenildiler.
Büyük Erzincan Depreminden (1939) önce şehir içinde tasfiye edilip park ve eğlence alanı yapılan “Ağ Mezarlık” adında bir kabristan vardı. Depremde burası tepetaklak olunca tekrar mezarlık hâline getirildi.
Darbeler de peşine depremler gibi ciddi değişimler getirir.
Başbakan Binali Yıldırım, 15 Temmuz darbe girişiminde tankların çıkarıldığı, uçakların havalandığı alanların kapatılarak piknik alanlarına dönüşeceğini söyledi.
Değişim bununla sınırlı kalmayacak, asker ve sivil bürokrasi yenileniyor. Akademi dünyası, yargı, eğitim, sağlık kurumları yeniden yapılanıyor, yapılanmak zorunda.
Yeni Türkiye böyle inşa edilecek.
.
Kutsalını çöpe atanlar!
4 Ağustos 2016 02:00
15 Temmuz darbe girişiminin millete toslamasının ardından FETÖ çetesi ile ilgisi olmadığını ispat için trajik olaylar yaşanmaya başladı. Cemaatin tavanından tabanından rol çalmalarla başlayan panik, F. Gülen’in kaleme aldığı kitap ve CD’lerin çöplüklere ve sulama kanallarına atılmasıyla devam ediyor.
Asıl önemli olan ise zihinlere girmiş olan fikirlerin nerede saklandığıdır.
İzahı daha zor olan ise İslamiyet’in içini boşaltan, CIA raporlarında “Amerika Fethullah Gülen sayesinde Orta Asya’ya bomboş bir İslamiyet götürdü” denmesini temin eden bu fikirlerin kimi insanlarca nasıl sorgulanmadan, terazide tartılmadan kolayca kabul gördüğüdür.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in sosyal medyada da çokça paylaşılan analizi manevi tahribatın hacmini gözler önüne sererken, Müslümanların en temel bilgilerinden böylesine uzakta kalmaları ciddi endişelere yol açıyor. Sapkınlıklarla mücadele edip doğruyu savunmak, insanlara anlatmakla sorumlu bazı ilahiyatçıların ise vebadan beter bu salgına karşı çıkmak yerine makam kapma aşkıyla Pensilvanya’da etek öpme kuyruğuna girmeleri de başka rezalet.
Prof. Şimşirgil’in tahribatı derinlemesine anlattığı analizinde “İslam âleminde en fazla tartışmalara sebep olacak uygulamaları da başlatan Gülen’in ilahiyatçılar başta olmak üzere önemli sayıda gazetecinin de katıldığı Abant Toplantılarının ilkine gönderdiği şu mesaj her şeyi ifade etmekteydi. Bu mesajında Gülen; "Vahye dayalı, hayatın her alanını kuşatan İslam’ı, tehlikeli ve millî birliğe zarar verici buluyorum” diyerek 1428 senelik İslam’ın özüne aslına düşman olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Daha sonra Gülen’in Papa ile diyaloğu uzun süre gündemi meşgul edecekti.
Zira Gülen’in Papa’ya yazdığı mektubu da çok çarpıcıydı. Gülen 10 Şubat 1998 tarihli Zaman gazetesinde yer alan mektubun başlarında maksadını şöyle izah ediyordu:
“Pek muhterem Papa Cenapları; Papa 6. Paul tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinler arası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik. İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır...”
Gülen, açık bir biçimde o güne kadar yaşananlardan Müslümanların sorumlu olduğunu ve kendisinin de Papalık Konseyi’nin bir parçası olduğunu dünyaya ilan ediyordu. Yani bu ifadeler diyalog denilen olayın aslında İslam’ı yok etme girişimi projesi olduğunun dünyaya haykırışı idi...
Acı olan şudur ki; Papalık davasının parçası olmak için kendi deyimiyle “En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle…” Kilisenin hizmetine talip olan Fethullah Gülen, “Büyük bir çılgınlıkla” kendi ülkesinin temeline dinamit koyuncaya kadar çok da fark edilmedi.
İkbal, etiketlenme, ötekileşme endişesi ile şimdi kimi insanlar kütüphanelerine tıkıştırdığı kitaplarını gece karanlığında çöplüklere atmakla meşgul. Geçmişinde “Devletin yapamadığını Hoca Efendi yapıyor” diye şişirenleri hangi çöplük temizleyecek?!.
Bunların günahına terazilerde kefe bulunmaz…
.
“Ben o adamlardan değilim... Ben Selahaddin’im!..”
25 Ağustos 2016 02:00
Türkiye’nin gelişmesini, millî ve manevi yükselişini, iktidarın yerli ve millî duruşunu, halkın iradesini temsil etmesini, bütün toplumu kucaklamasını; süper projelerin ülkede mantar gibi çoğalmasını önlemek için 15 Temmuz’da Türkiye’ye karşı en büyük “Haçlı Seferi” açıldı.
Hedef Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı yok ederek Türkiye’yi karışıklığa sürükleyerek parçalamak ve Batı’nın sömürgesi yapmaktır.
Bu saldırıların ilki tarihte 27 Kasım 1095’te Papa II. Urban, Fransa’daki Clermont Katedrali’nde önemli bir açıklama yapacağını ilanı ile başladı.
Papa’nın daveti üzerine halk kiliseye akın eder, binlerce insan kilisenin dışında kalır ve Papa’yı dışardan dinler. Papa uzun ve tutkulu sözlerle din kardeşlerinin çektiği acıları anlatarak şöyle der: “Doğu Hıristiyanları yardım bekliyor, Türkler, Hıristiyan topraklarının merkezine ilerliyor. Burada yaşayanlara kötü muamele ediyor ve kiliselerini kirletiyor. Batı Hıristiyanları Doğu’yu kurtarmak için harekete geçsin, hem zenginler hem yoksullar gitsin. Haklı bir savaşa katılarak Tanrı adına çalışmalıdırlar, Tanrı onlara öncülük edecektir.”
Papa II. Urban’ın yaptığı çağrı ile yüzlerce yıl devam eden Haçlı Seferleri böyle başladı.
“Kutsal toprakları Müslümanlardan kurtarmak” ve aslında Doğu’yu talan etmek üzere 600 bin kişilik vahşi sürüsü geçtikleri yerleri yağmalayarak asıl hedefleri olan Kudüs’e yöneldiler. Kudüs’ü beş hafta boyunca muhasara edip 15 Temmuz 1099 tarihinde ele geçirdiler. Mihrap-ı Davut’a sığınan Müslümanlar üç gün dayanabilip eman dileyerek teslim oldular ama Haçlıların Müslümanlara karşı tutumu korkunç oldu.
Bu sefere katılan tarihçi FULCHERİUS bu vahşeti şöyle anlatıyor: “Bizim şövalyelerimiz ve yayalar, Müslümanlar canlıyken boğazlarından yuttukları altınları bağırsaklarından çıkarmak için bunları öldürür öldürmez karınlarını deştiler, ellerinde kılıç şehirde dolaşıp kimseyi canlı bırakmadı, merhamet dileyenleri, Mescid-i Aksa’ya sığınıp, merhamet dileyenleri bile öldürdüler.”
Böylece Haçlılar, Kudüs’te 70 bin kişiyi kılıçtan geçirdiler. Görgü tanığı Tarihçi RAİMUNDUS, eserinde, yolların cesetlerle kaplanmış olduğunu ve dizlerine kadar yükselen kan birikintileri içinde yürümek zorunda kaldığını kaydediyor.
Bu bilgiyi sizinle paylaşmama sebep 15 Temmuz 1099 tarihinde Haçlıların Kudüs’ü işgal ve katliamına özenen 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin mimarının tüylerimizi diken diken eden bir sosyal medya paylaşımıdır. FETO diyor ki:
"Haçlının ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. Çünkü sizinle onlar arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar sizin kadınınıza kızınıza ilişmezler. Mabedinize ilişmezler, ilişmemiş Haçlılar..."
Meraklıları (feto-elebasi-gulenden-haclilar-guzellemesi–2016–08–22.html ) adresinden izleyebilir. Yorumu size bırakarak bir de Kudüs’ün Haçlılardan kurtarılmasındaki Müslüman duruşunu hatırlayalım.
20 Eylül 1187’de Selahaddin Eyyûbî Kudüs’ü kuşattığında Hittin Muharebesinde imha olan Haçlılar eman dilediler. Kudüs Komutanı İbelinli Balian teslim şartlarını görüşürken Selahaddin Eyyûbî’ye kendilerinin Kudüs’ü alırken yaptıkları Müslüman katliamını hatırlatarak kendisinden karşı bir katliam yapmamaları için garanti isteyince Selahaddin Eyyûbî; “Ben o adamlardan değilim, ben Müslüman’ım, ben Selahaddin'im, kadınlarınız, çocuklarınız, yaşlılarınız ve insanlarınız güvendedir…” demiş ve sözünde durmuştur...
Bırakın tarihçileri, Hollywood’un filmcilerinin bile teslim ettiği bir hakka (Bkz: “Kingdom of Heaven-Cennetin krallığı” filmi) tecavüz eden ve daha önce de Papa’yı ziyaretinde “Burada (Vatikan’da) ölmeyi düşlüyorum” diyen FETO’nun bu Haçlı hayranlığı nereden geliyor dersiniz?..
.
MENDERES
18 Eylül 2016 02:00
Başbakan Adnan Menderes’in idam edilişinin 55. yılında Topkapı’daki Anıt Mezar’da düzenlenen anma töreninde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu yaptığı konuşmasında “27 Mayıs’ta açılan hesabı millet 15 Temmuz’da asil bir şekilde kapattı” dedi.
Yarım asır süren bu hesaplaşma, 1950 sonrası Türkiye’sindeki gelişmelerinden rahatsız olanların aynen bugün olduğu gibi içeriden dışarıdan kuşatma hareketine girişmeleri ile başlar. Darbecilerin türlü düzenbazlıklarla başlattıkları kalkışma hareketleri karşısında Başvekil Adnan Menderes 1 Mayıs 1960 günü yaptığı radyo konuşmasında;
“Çok partili hayat birtakım müşkülata rağmen devam edip yerleşmekte...
Ve her memleket meselesini milletin rey ve iradesiyle halletmek veya istikametlendirmek şuuru vicdanlarda kökleşmekte iken, feleğin kahrı uğursuz bir nefes gibi üstünde dolaşmakta, sanki zehirli bir çöl rüzgârı gibi onun güzel renklerini soldurmaya çabalayarak esmekte...
Ne için sevgili vatandaşlarım?
Bu kin, bu husumet, bu ihtiras, bu kıskançlık ne için kurutucu bir çöl fırtınası gibi bu güzel vatanın üstünde estirilmek istenmekte?..” diyerek ihtilal çığırtkanlığı yapanları millete şikâyet etmişti.
Darbeden birkaç gün önce de kendisini darbe tehdidine karşı ikaz eden dostlarına sitemkâr bir tavırla Meclis kapısındaki nöbetçi eri işaret ederek “Bana darbeyi bu kapıdaki evladım mı yapacak?" diyen Menderes 27 Mayıs 1960 gecesi Ankara yolunda tutuklandı. Utanmadan “Menderes, yanında tonlarca altınla birlikte kaçarken yakalandı” diye iftiralara maruz kalıp, darbeci efendilerin düzenlediği uyduruk Yassıada duruşmalarında idama mahkûm edildi.
17 Eylül 1961 günü İmralı Adasında ikindi sonrası beyaz kefen giymiş Menderes cellâtlarıyla baş başa bırakıldı. Darağacının gölgesinde son sözlerini yazmak için kâğıt kalem istedi. Darbeciler tarafından derdest edildiği andan darağacının başına gelinceye kadar asla katillerinden merhamet dilenmeyen ama adalet bekleyen Başvekil Adnan Menderes, darbecilere hitaben şunları yazdı:
“Sizlere dargın değilim.
Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum.
Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki; 'Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir.'
İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok.
Ölüme metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim.
Dirimden korkmayacaktınız.
Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.
Ama buna rağmen merhametim sizlerle beraberdir.”
Darbeciler hep günahlarının bir gün gelip kendilerini yakalayacağının korkusu içinde yaşadılar.
17 Eylül 1961'de Adnan Menderes’in idamına engel olamayan Türk halkı,15 Temmuz gecesi darbeyi canı pahasına önleyerek bu utancın tekrarına izin vermedi. Darbecilerin hedefindeki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Milletimi sokağa, meydanlara çağırıyorum” çağrısı üzerine 27 Mayıs 1960’ta, zamanın imkânsızlıkları nedeniyle darbeyi ve idamları engelleyemediği için yarım asırdır travma yaşayan millet, 15 Temmuz’daki FETÖ’nün maşa yapıldığı darbecilerin planını bozdu ve darbe girişimini püskürttü.
Menderes’in ruhu, takibi ebediyete kadar sürdürmedi 15 Temmuz gecesi milletle beraber olup darbecileri silip süpürdü.
.
Fiyakalı binalar, niteliksiz insanlar
27 Ekim 2016 02:00
Dost düşman hemen herkes AK Parti hükümetleri döneminde, ülke tarihinin görmediği boyutta projelerin hayata geçirildiğinde, köprü, baraj, tünel, yol, havaalanı gibi, altyapı yapıldığında, okul, üniversite, vakıf binası, kültür merkezleri açıldığında hemfikir.
Buna karşılık son asrın en büyük ihanet kalkışması hem de İslam malzeme yapılarak nasıl karşılık buldu? Bunlar, İslam, kalkınma ve darbeyi nasıl bir araya getirdi?
Darbeciler toplumun hangi karşılanamayan ihtiyacını gerekçe olarak ortaya koydular, noksan olan neydi?
FETÖ darbe teşebbüsünden sonra bu kadar insanın İslam adına kandırılmış ve kullanılmış olmasını kimse hazmedemiyor, FETÖ ile ilgilerinin olmadığını, itirafçı olanlar kandırıldığını söylüyor. Olayların içindekiler bile yakalandıkları yerlerde trajik biçimde ne iddialarının ne liderlerinin arkasında durmuyor, değerlerini aldıkları fiyata satıyorlar.
Bu büyük depremde böylesi bir hasara yol açan ihmal nedir, bilgiye kolay ulaşılan bu zamanda din üzerinden kandırılmayı bu kadar kolay kılan nedir? Bu hayati sorunun cevabı henüz verilmiş değil. Bazı bilenler de sorumlulukta pay sahibi olmanın utancı içinde susmayı yeğliyor.
En basit cevap, kültür adına çok iyi binalar, selâtin camiler, en ücra köşelere üniversiteler kurduk ama bunların içini dinin kolonlarını kesen palavralara karşı duracak ehli zihinlerle doldurmakta zorlandık. İnsanlar bir tarafa meylettiğinde “istikametiniz yanlış, bu cadde çıkmaz sokak” demek yiğitlik ister. Birkaç yiğit ses de itibarsızlaştırılıp hengâmede yok edilmişti. FETÖ de boş bulduğu meydanda koltuğa oturdu. 15 Temmuz girişimi bu ihmalin karşılığıdır.
Benzer cinnetlerin yeşerip tekrarlanması için yapılması gereken, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın da sıkça işaret ettiği gibi “Eskilerde derme, çatma binalarımız vardı ama içinden çok başarılı fikir adamları, edebiyatçılar, öğretmenler, hocalar, gazeteciler, yönetmenler çıkıyordu. Şimdi çok fiyakalı binalardan, çok niteliksiz insanlar çıkıyor maalesef. Üniversitelerimiz, medyamız, kültür merkezlerimiz tabela binalarına döndü, içinden parlak zihinler çıkmıyor.
Yeni dönem yapmaktan ziyade, okul müfredatının içeriğine yoğunlaşma dönemi olarak ilan ettik..." diye ifade ettiği niceliğe boğdurulan niteliği öne almak.
Peki, bu tabela üniversitelerinin, kültür merkezlerinin, masa sandalye işgaline uğramış camilerin içi nitelik olarak nasıl dolacak? Bu sorunun cevabı ilim yuvalarının içlerinin nasıl boşaltıldığı ile ilgili. (İlim yuvalarının içlerinin nasıl boşaltıldığı da ayrı bir yazı konusu)
Eğer içimiz boşaltılmasaydı "Kur’an-ı kerim tarihseldir, yüzde kırkı değiştirilmeli veya çıkarılmalıdır” diyen diyalog teorisyeni "Prof." tabelalı niteliksizler türemez, “Vahye dayalı, hayatın her alanını kuşatan İslam’ı tehlikeli ve millî birliğe zarar verici buluyorum” diyerek İslam’ın özüne, karşı koyan FETÖ’nün arkasına kim takılmazdı!..
Bu hezeyanlar söylendiği gün erbabınca rüsva edilirdi.
Tarihte insanlığın önünü açan maddî atılımlar değil, manevî atılımlardır.
Her medeniyet hamlesinin kaynağı maddî hamlelere yön veren, ruh katan manevî güçtür. Biz, yeniden tarihte bir varlık göstereceksek, maddî gücü besleyip doğru yönde harekete geçirecek köklü bir zihniyet hamlesi gerçekleştirmek zorundayız.
Geçmişte bize onur ve ikbal kazandıran her ne idiyse, parlak bir istikbal inşa etmemize yarayacak olan da odur.
Fikir, sanat, kültür, medya ve eğitim için inşa ettiğimiz binaları kadim medeniyetin asli değerleri ile doldurmazsak, yaptığımız maddî atılımların hepsi boşa gider, içi boş binaların altında kalırız
.
Sinema filmleriyle tehlikeli bir saldırı
30 Ekim 2016 02:00
Derler ki; filmler, hikâye anlatma fonksiyonunu üstlenirler, bizleri eğlendirme, ufkumuzu açma ve hatta meselelerle nasıl baş edeceğimizi bizlere öğretmeyi gaye edinirler. Ama sinemanın asıl amacı kısaca "BEYİN YIKAMAK”tır.
Sıradan gözüken bir film bile bizi etkileyip, hayatlarımızı dönüştüren, kültürümüzü değiştiren bir duruma gelmiştir. Filmler geçmiş kişiler, olaylar hakkında yeni kanaatler oluşturur hatta kahramanınızı sıradan bir karaktere dönüştürür.
Batının ekonomik ve siyasi hedeflerin merkezinde bulunan Türkiye ve İslam dünyası neo-Batı politikalarının sinema üzerinden de uzun süre psikolojik tehdidi altındadır.
Bu tehdidin Hollywood filmlerindeki ucu İRAN’a kadar uzandı.
Amerika'nın yeni millî güvenlik konsepti; dışarısı için her ülkenin kendi içinde etnik ve dinî mikrolaşmayı, cemaatleşmeyi ve çatışmayı öngörüyor.
ABD-İRAN iş birliği sinemada da yeni bir cephe açtı.
İranlı Şiî yönetmen Mecîdî'nin Hazreti Peygamber'i Şiî duyarlıklarla anlatan, büyük sahabeleri yok sayan Ehl-i sünneti yerle bir edecek son derece tehlikeli bir filmi gösterime girmiş. Küresel sinsi bir projenin parçası olan bu filmin amacı, Hazreti Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) konumunu sarsmak ve "Ehl-i sünnet Omurga"yı çökertmektir.
Irak ve Suriye’de tam da mezhep savaşlarının fitili tutuşmak üzereyken İran’ın bu tip filmler üretmesi şüphesiz bir rastlantı değildir.
Sinema filmleri, resmî ideoloji tarafından belirlenen algı örneklerini kullanarak kamuoyuna psikolojik operasyon malzemesi olarak gözlerden beyine ve kalbe iletir.
Geçmişte Soğuk Savaş döneminde Hollywood “Kötülük imparatorluğu Sovyetler"e karşı, Doğu-Batı mücadelesi çerçevesinde bir düşman sembolü üretti ve gösterdi. Sovyetlerin dağılması ile Hollywood, yeni tehdit olarak topyekûn Müslümanları terörist-isyancı koltuğuna oturttu. Yeni güvenlik anlayışı “ONLAR ve BİZ” ayırım kuralı üzerine oturtuldu. Afganistan, Irak ve Suriye’de ve Batı'nın kendi içinde yaşayan ötekiler, yani Müslümanlar hem filmlerde hem gerçek hayatta suçlu ilan edilip cezalandırıldı.
ABD derin devleti ile Hollywood’un birlikte inşa ettiği, Saddam Hüseyin'le geliştirilen, El Kaide ile sembolleştirilen "İslâmofobi, İslâmcı terörist” algısı savaşına İran sineması da yeni bir boyut eklemiş oldu.
Hollywood yapımcıları filmlerinde uydurduğu "İslamcı teröristler"in yol açtığı çoğunlukla ABD toplumunun yaşaması muhtemel büyük felaket hikâyelerini film yapar. Bu filmler gösterişli bir serüven ruhuyla süslenerek, bazen de yürek parçalayan dramıyla önce Amerikan seyircisinin önüne, sonra da başta Avrupa olmak üzere dünyanın her yerinde gösterime sokulur ve DVD olarak satılır.
Şimdi İran sineması üzerinden sıçrayan bu seferki operasyonun maksadı nedir?
Hazreti Peygamber'le ilgili yapılacak yeni filmlerin önünü sonuna kadar açacak bu film, İslâm'ı Protestanlaştırmaya dönük sinsi bir projenin tehlikeli adımlarından biridir.
Türkiye'yi idare eden herkesin bilmesi gerekli en önemli hususlardan biri Türk milletine yönelik bu ve benzeri psikolojik harp operasyonlarının sıfırlaması gereğidir. Bunu beklerken, Türk sinema seyircisinin de salonlarda koltuk işgal ederek bu projenin bir parçası olmayacağını umut ederiz.
.
Acem oyunu
3 Kasım 2016 02:00
Dinî ve tarihî filmler dün ile bugün arasında köprüdür. Geçmiş Peygamberler ve ümmetlere ait hikâyeler sinemaya uyarlanarak tüm toplumun inançlarını değiştirmek için Hollywood ve takipçilerince “psikolojik hâkimiyet kazanmanın, toplu hipnoz yolu” olarak kullanılmaktadır.
İranlı Şiî yönetmen Mecîdî’nin Hazreti Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) anlatan filmi kullandığı yüksek sinema teknolojisi ile Şii akide arasında sıkışmış kalmıştır.
“Bu İranlılar yakın geçmişte de Resimli Kur'ân diye lanet olası bir iş yapmışlardı” diyen Merhum Necip Fazıl Kısakürek “Din işlerinde güya yenilik sevdalısı bir İranlı (Ahund Mehdipur) dalaletini birtakım broşürlerle yaymak ve propagandasını yapmak faaliyetindedir. İranlı sapık 'Kur’an-ı Musavver' yani 'Resimli Kur’an' ismi altında Allah’ın kelamını bir fotoroman şekline getirmektedir. Kur’anı resimlemek, onun namütenahi mücerret ruhunu en adi şekilde müşahhaslaştırmak hatta zahiri mealiyle başka dillere yapılan nakillerine Kur’an ismini vermek küfürdür" diyerek yere sermişti...
Pagan geleneklerinin, Hıristiyan ayinlerinin ve seremonilerinin, medya ve sinema üzerinden topluma yeni sulandırılmış bir inanç sistemi olarak dayatılması yeni değildir.
Bugün de İranlı yönetmenin filminde yer alan 'doğuş' sahnesi Hıristiyan ikonografisinden bire bir kopyalanmış örneğidir. Akla geliyor ki, sırada ne var? İnsanın dili varmıyor söylemeye.
İkon veya ikona; Ortodoks Hıristiyanlarda, Hazreti İsa, Hazreti Meryem ya da Hıristiyan azizlerinin, geleneksel olarak tahta üzerine yapılmış, kutsal kabul edilen resimlerine ya da küçük heykellerine verilen addır. İkon, kilise ayinlerinin bütünleyici bir parçası, kilisenin görüşünü dile getiren bir aracı olmuştur.
Eğer bir kimliği yok etmek hayattan silip atmak, unutturmak istiyorsanız bütün yapmanız gereken onun etrafını kalın duvarlarla çevreleyip yalnız bırakmaktır.
Bunu etrafını boşaltarak, yok sayarak, etrafını aşağılayıp itibarsızlaştırarak yaparsınız. İslam’a saldıranların her türlü medya aracı ile yapmak istedikleri şey milletinin kadim medeniyet değerleri ile arasındaki bu aidiyet bağını parçalamaktır. Bugün boğuştuğumuz çoğu sıkıntı bunun sonucudur. Medeniyetlerin savaşının sahası da budur.
O yüzden İranlı yönetmen Macit Mecidi’nin filmi tehlikeli bir projedir.
İslâm'ın özünü tahrip etmek için bir asırdır uygulanan en tehlikeli projelerden biri de Eshab-ı kiramı yok sayarak Hazreti Peygamberi” sallallahü aleyhi ve sellem” yalnızlaştırarak Hazreti Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) konumunu sarsmak. Böylece sonraki nesiller ile İslamiyet arasındaki köprüyü yıkmak. Eshab-ı kiramı ve onlardan sonra gelen Ehl-i sünnet âlimlerini temelsiz bırakmak, yok saymak onların yerine kendilerinin yetiştirdiği reformcuları âlim diye nesillere servis etmek.
Eshab-ı kiram öyle kimselerdi ki; Allahü teala onları sevgili Peygamberine arkadaş olarak yarattı. Sohbetinde bulunan, her türlü hizmetinde ve yardımcısı olan onlardı.
Eshab-ı kiram, İslamiyet’in zayıf olduğu ve Müslümanların az olduğu o zamanda, dini yaymak, kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için mallarını canlarını feda ederek, gerek yaşadıkları coğrafyada, gerekse komşu coğrafyalarda hâkim kültürlerle ilişkiye geçerek İslâm'ın mesajını hayata geçirmekle kalmadılar sonraki nesle (Tabiîn'e) hocalık yaparak öğrendiklerini aktardılar.
Eğer Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” tanımakta kendimizde bir noksanlık hissediyor ve bu eksikliği sinema filmleriyle tamamlayacağımızı zannediyorsak vay hâlimize!
.
Tamam da, bataklık nasıl kurutulur?
6 Kasım 2016 02:00
“Terörle mücadele çok yönlüdür” beylik lafının hayata geçmesi zaman ve maliyet artırdı. Medya ve siyaset çok yönlü mücadelenin geçmişte zayıf yönü olarak kaldı. Oysa Başbakan Binali Yıldırım’ın ifade ettiği gibi terör örgütlerine destek verenlerin her kim olursa olsun yargıdan bağışık olmaları hiçbir hukuk devletinde mümkün değildir.
Önceki gün bazı HDP'lilerin tutuklanması ile ilgili olarak açıklamada bulunan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli; Türkiye’ye düşmanca saldıran, her gün şahadetlere neden olan terör örgütü PKK’ya güzellemeler yapıp sürekli destekleyen HDP'lilerin yargı önüne çıkarılmalarının doğru, yerinde ve meşru bir karar olduğunu vurgulamıştı. "Bundan hiç kimse rahatsız olmamalı, olan varsa da öncelikle kendi niyet ve fıtratını sorgulamalıdır" diyen Bahçeli; “Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamayacaktır” açıklaması ile yargı uygulamalarına destek vermişti.
Terörle mücadele sürecinde, teröre desteğin önlenmesinde en zayıf halka dış güçleri saymazsak içeride medya ve siyaset ayağı olmuştur.
Bunda en büyük zaaf; terörün başlangıcında yaşanan olayların “üç beş çapulcu hareketi” olarak küçük görülüp mücadeleyi sadece güvenlik güçlerine havale eden anlayıştır. Zaman içinde terör alan genişletip dağ kadrosu sürekli olarak şehirden beslenmeye devam, kaynak ve insan tüketmeyi sürdürünce belanın çapı ekonomik, siyasal ve kültürel olarak daha geniş alanlara yayıldı. Yayıldıkça yukarıdan aşağıya her toplum katmanı çözüm için sorumluluk üstlenmeye ve mücadele şekli de yön değiştirip sinekleri yok etmekten önce bataklığı kurutmaya çevrildi.
Bataklık nasıl kurutulmalı? Sorusunun terörden muzdarip her ülkede kullanılabilir aynı cevabı yok ama benzer çok yönleri var.
En önemlisi örgütlerin halk desteğini kaybetmesiydi. Açılım sürecinin pahalı maliyeti olmakla beraber süreci istismar için fırsat olarak kullanan PKK’nın ihaneti sokağa dökmek istediği halk ile arasının açılmasına neden olmuştur.
Daha çok demokrasi PKK’nın zehirlenmesine halkın uyanmasına neden oldu. Teröre karşı tavır, bölgedeki kanaat önderlerinin halkın yanında yer alması ile daha geniş taban buldu.
Bu teröre karşı tavrın büyümesi PKK kadar siyasal destekçilerini de korkutup sertleşmesine ve çizgiyi aşmalarına yol açtı. Bu defa siyaset şiddet ve katliamları demokrasinin dışına atıyor. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun HDP’lilerin tutuklanmasına ilişkin “seçimle gelenlerin seçimle gitmesi gerekir, sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutmak lazım” değerlendirmesinden henüz siyasetin yanlış kullanıldığında bataklığa yama olabileceğini kabullenmediği anlaşılıyor.
Teröre karşı “mecliste birlik” önümüzdeki günlerde kaçınılmazdır.
Bir zamanlar İngiliz televizyonlarında görüntüsünün bile yayımlanması yasak olan şiddet yanlısı iken bugün kriz çözücü kabul edilen İrlandalı Gerry Adams "Konuşmaktan kaçan savaşa ortak olur" demişti.
Hem terörden şikâyet edip hem de çözüm için verdikleri destekle silahın dışında bir seçenek aramayanlar artık ikna olmalı ki silahla sandık bir araya gelmez.
.
Beyaz Saray’da Kâbus!
10 Kasım 2016 02:00
Trump’un seçilmesinden aşırı memnuniyet duyanlar, ülkelerinin ve dünyanın geleceğini teslim edecekleri daha yetenekli, insan haklarına saygılı, özgürlük yanlısı, medya ve sermayeye kafa tutan, fukara insan ve ülkeleri koruyup kollayacak bir hami arayan dayatılmış çaresizlik içinde görünüyorlar.
Obama seçildiğinde de aynı umutlar yeşermişti ama arkası boş çıktı. Çünkü herkesin geleceğini kendisi belirler, her insan ve her ülke hak ettiği yerde duruyor.
Bir ülkenin geleceğine yön veren insan yapısıdır. Türkiye’yi güçlü kılan da insan yapısıdır. Bu güç, baskılara boyun eğmeyen, doğrularında ısrar eden, kendisine dikte edilenlere göre değil kendi çıkarlarına göre hareket eden Türkiye’yi yeni dünya düzenini kuran ülkelerin içinde tutacaktır.
Dünyadaki güç haritasını ülkelerin toprak büyüklüğü belirlemiyor, güç haritaları toprak büyüklüğü ile örtüşmüyor. Ülkelerin saygınlığının kaynağı sahip oldukları eğitim ve teknolojiye hükmetme yetenekleridir.
Askerî güçlerine önem vererek ülkelerinin zenginliğini artırmayı hedefleyen ülkelerin önü tıkalıdır. 3. Dünya Savaşının aktörleri ve yolu farklı.
Dünyadaki epistemic çöküşün lideri, siyahları, göçmenleri, Asyalıyı, Afrikalıyı aşağılayan öteleyen ABD’nin ve AB’nin yolu tepetaklak.
Eğer sömürgeci İngiltere bir ülke parlamentosuna kendi vatandaşı etiketli 18 üye sokabiliyorsa o ülkeyi sömürmek için işgal etmesine, asker göndermesine gerek yoktur. Önemli olan işgal ettiği ülkelere kendi bayraklarını asmak değil zenginliklerini sömürmek için kurdukları düzendir.
Güç sahipleri savaşları minyatürleştirip uzun dönemlere yaydılar. Sömürmek istedikleri ülkenin içinde kurguladıkları küçük savaşçı gruplar arasında çıkardıkları mikro savaşlarla ülkeleri hırpalıyor kendilerine müdahale kapısı açıyorlar.
Afganistan’daki Mücahid gruplara askerî yardımlarının Sovyet işgalinden önce başladığını söyleyen CIA eski Başkanı Robert Gates, işbaşındaki Sovyet yanlısı hükümeti devirmek için yaptıkları yardımların önce Sovyet ardından ABD işgalinin geldiğini açıkça söylemişti. 1.5 milyon Müslüman Afganlı sivil ve 250 bin Mücahid, Avrupa özgürleşsin diye mi yoksa Afganistan’ın selameti için mi öldü? Bunların ne Orta Doğu, ne Afrika'da herhangi bir ülkenin özgürleşmesi diye bir dertleri yok. Hükümete başkaldıran radikal grupları Sovyet işgali için, Sovyet işgalini de kendi işgalleri için kullandılar. Aynı yolu kullanarak bugün ırak ve Suriye'de besledikleri terör çeteleri de aynı maksada hizmet ediyor.
Bu hengâme içinde ABD Başkanlık seçimini sürpriz bir şekilde Donald Trump kazandı. Bu sonucun ABD’de gittikçe hızlanan sosyal yıkılış ve çöküşe karşı bir direniş olduğu söyleniyor. Belki bu sonuçta Trump’un önce içeriyi halledelim sloganıyla orta ve alt kesimlerin zihinlerine tekrar soktuğu Büyük Amerika rüyası etkili oldu. Bunu zamanla göreceğiz ama kesin olan şu ki; ABD ve ortaklarındaki gelişmeden çok daha güçlü bir gelişme Asya ve Pasifik’te yaşanmakta ve öne geçmektedir.
ABD’nin Büyük Amerika rüyası “Elm Sokağında Kâbus”lara dönüyor.
Kim bilir, belki Elm Sokağında Kâbus (A Nightmare On Elm Street), "Beyaz Saray’da Kâbus"a dönecek
.
Mankurtların isyanı
13 Kasım 2016 02:00
Ülkeleri karıştıran ABD bu defa kendi karıştı. Trump karşıtı gösterilerde yaşananlar ilerideki büyük depremlerin öncü sarsıntılarıdır.
İngiliz Tarihçi A.Joseph Toynbee’nin aradan yüzyıllar geçse de kendisi için "En büyük tarih felsefesinin sahibi" dediği modern sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden İbn-i Haldun'a göre:
“Tüm ilkel gruplarda dayanışma, direniş gücü ve cesaret vardır ve hepsi de bununla zenginliğe ulaşmak isterler. Grup dayanışması onları fetihler yapmaya da götürür. İhtiyaç duydukları gücü ise dinde bulurlar. Din, dünyevi istekler ve hısımlığın ötesine geçer ve çok güçlü bir sadakat duygusu sağlar. Azmanlaşınca sadakatin zayıflaması ilk olarak hükümdar ile halkı arasında görülür. Hesabını vermeyeceği davranışları yüzünden halkından korkmaya başlar. Bu durum hükümdarı yalnızlığa iter, bu onları daha korkutur bu defa yönetimi sağlamak için askere yönelir ve onu maddi açıdan doyurmaya çalışır. Ancak ruhu doyurulmayan asker de sonunda halka katılır böylece sarsılmaya başlayan devlet sonunda yıkılır...”
Kendi vatandaşlarına da sömürge halkı muamelesi yapan ABD, seçim sonuçları bahanesi ile örtülü derin bir başkaldırı ile yüzleşiyor.
Bu sarsıntı sömürülen ülkeler kadar artık kendini güvende hissetmeyen ve diktatörlüğe dönüşen uygulamalardan muzdarip bir nevi mankurtlaşmış ABD halkının isyanıdır.
Dünyada yıllık 1,2 trilyon dolar askerî harcamanın 587 milyar dolarını harcayan, adı demokratik ABD tam olarak totaliter ülkelerle bir benzerlik gösteriyor. Federal eğitime ayrılan para 62 milyar, sosyal güvenliğe ise 5 milyar dolar. Yani eğitim için askerî harcamaların 10'da biri, sosyal dayanışma içinse 120'de biri kadar para ayrılıyor.
Süper güç olduğunu göstermek için 300 askerî üssünden 70’ten fazlasını stratejik ve politik nedenlerle ülke dışında bulunduruyor, irili ufaklı 823’e ulaşan bu üsler 151 ülkeye yayılmış durumda.
Chalmers Johnson’un “Amerikan Cumhuriyeti'nin Son Günleri" kitabında dediği gibi; "Bir zamanlar emperyalizmin yaygınlığı sömürgelerin sayısıyla ölçülürdü, bunun Amerikan uyarlaması ise askerî üslerle ölçmek."
ABD bununla yetinmiyor, Felluce'de subaylara servis yapan siyah kıyafetli garsonlar, Bağdat'ta askerler için Burger King mağazası, Bavyera Alplerinde kayak istasyonu ya da dünya çapında açılan askerî golf kursları gibi hizmetler sayesinde hem askerî hem dev şirketleri besliyor, bu da Amerikalıları mutlu etmiyor.
Firavunlaşan ABD’nin küresel ve egemen tek güç olma iddiası, Amerikan halkı üzerinde Diktatörlük gücü ile ortaya koyduğu keyfî yönetim, bizzat Amerikalılar tarafından sonlandırılacak.
Prof. Dr. Yaşar Onay, Cem Küçük’ün “ZOR SORULAR” programında açıkladığı üzere; “ABD’de her üç saate bir çocuk veya bir genç silahla vurulmakta, öldürülen gençlerin yaşları11-19, kocalarından yedikleri dayaktan ölen kadınların sayısı Vietnam’da ölen askerlerin sayısına eşit. Her altı kadından biri hayatında en az bir kez tecavüze uğrama riski altında. Nüfusun 7 milyonu işsiz, 6 milyonu uyuşturucu bağımlısı ve AIDS’in dünyada en yaygın olduğu ülke. 30 milyon kişiden fazlası yoksulluk sınırının altında. Her yıl 25-30 bin arası cinayet işlenmekte, 10 saniyede bir hırsızlık yapılıyor, senede 20 milyon kişi cezaevine girip çıkıyor, 430 bin sürekli mahkûm var, 10 binden fazla gençlik çetesi var, 100 binden fazla orta öğrenim öğrencisi ateşli silah taşıyor...”
ABD’nin yıkımı, zulmettiği sömürgelerinden evvel; çok eskilerde işkence, zihin kontrolü ve köleleştirme yöntemi olarak yaygınca uygulanan “mankurt tekniği”ni geçmişte bırakan modern işkence ve beyin yıkama yöntemleri ile köleleştirdiği kendi halkının elinden olacak...
.
AB’yi YILDIRIM çarptı!..
17 Kasım 2016 02:00
Necip Fazıl; Batının, topyekûn doğuya (İslam medeniyetine) bakışını anlatırken “Olayları akılla değerlendirmekten uzak, vakaları tahlile ve anlamaya yanaşmayan ve olaylardan kaçan, karanlıklar içinde gezen ve hayaller peşinde dolaşıp ruhuna çekilen ve dış dünya ile alakasını kaybetmekten başka bir sonuç göremeyecek kadar sığ kurabilen, enayi ve çaresiz insan kadrosu. Ruh kısmıyla harikalar, maddi kısmıyla vahşetler diyarı” cümlesine sığdırmıştı.
Tam da, Gazeteci Courtney Martin’in Amerika için söylediği ve AB’yi de içine alan “Amerika’yı mükemmelleştiren her şey için cenaze çanları çalıyor” dediği günlerde son bir asırdır himayeye muhtaç ve sömürülmeye müsait bu Doğu’dan ilk defa dik bir duruş ve hakkını savunma refleksi ile karşılaşan Batı şaşkınlık içinde.
Ayar vermeye alıştıkları Türkiye artık ayar tutmuyor. Asıl önemli olan Türk toplumunda yaşanan Türkiye’yi Batıya kuyruk yapmak isteyen yönetici elitlerle-toplum çatışmasının ortaya çıkardığı psikolojik buhranın son 15 Temmuz teşebbüsü ile püskürtülmesidir. Böylece tüm medya kanalları ve batılı yerli ortaklar tarafından topluma dayatılan “Bize benzeyin ve tabi olun” emri toplum tarafından reddedildi.
Batı’nın hırçınlığı ve bu direnişi yorumlamasının özeti eski ABD Büyükelçisi James Jeffrey’nin “Türkler bizi anlamıyor, özellikle Erdoğan bizi iyi idare etmiyor. Fakat biz en riyakâr ve suni kişiler tarafından bile olsa iyi idare edilmeye alışmışız. Bize duymak istediğimiz şeyleri söyleyip sonra kafalarına ne eserse onu yapıyorlar. Erdoğan da kafasına ne eserse onu yapıyor anca duymak istediğimiz şeyleri söylemiyor. Bu da Washington’daki insanları çok kızdırıyor” diye özetlenebilir.
Fakat alışkanlıkları terk etmek zordur özellikle başkalarını sömürmeyi hak zanneden sömürgeciler tarafından.
Ama duymak istemedikleri şeyleri duymaya alışacaklar!
Önceki gün Başbakan Sayın Binali Yıldırım konuşmasında “PKK’ya ve FETÖ’ye kucak açanlar Türkiye’ye ayar vermeye çalışamaz. Avrupa Birliği önce şu teröristlerin ağzından konuşmayı bıraksın, terör grupları ve onların siyasi uzantılarına destek olmaktan vazgeçsin, tercihini yapsın. Türkiye ile mi yürüyecekler yoksa Türkiye’nin düşmanları ile el ele kol kola mı hareket edecekler? AB önce buna karar versin” diyerek AB’nin kulak tıkadığı müteaddit bir çağrıyı tekrarladı.
Tam da bugünlerde medyada PYD elebaşı Müslim’in İngiliz Parlamentosunda, savaş sonrası Kürtlerin beklentilerinin neler olduğu ve geçiş süreci hakkında konuşacağı haberi yer aldı. Bu da Orta Doğu’yu alev topu yapan mikro savaşların bilinen eski bir cephesidir.
Asıl önemli olan şudur: Her medeniyetin bir lider ve çekirdek devleti vardır. Kendi medeniyetine ihanet edip Batı’nın kuyruğuna yapışan ve bugün bunun bedelini ödeyen tükenmiş, iliklerine kadar sömürülmüş toplumların umudu da Türkiye’dir.
Çoğu siyaset bilimcisi 1997’de “Bazıları, Türkiye’nin, Batılılaşma çabalarını tekrar gözden geçirmenin ve kültürel ve dinî geleneklerini canlandırmanın ve Osmanlı mirasının üzerine modern bir ekonomi ve demokratik bir siyasetin inşa edilebileceğini göstermenin zamanının geldiğini düşünebilir” diyen Huntington’ı hayal kurmakla suçladı. Ancak, dediği gibi Türkiye bunu başarabileceğini, "Müslüman dünyasının Japonya’sı" olabileceğini gösterme gücü ve fırsatına sahiptir.
Batının başına düşen YILDIRIM, Büyük Türkiye korkusudur ve korkunun ecele faydası yok...
.
Deli gömleği ve üfürük aydınlar
20 Kasım 2016 02:00
AB ve ABD’deki medya organlarının Türkiye’ye yönelik yürüttüğü algı operasyonlarına içerideki yandaş kalemlerden de destek var. Ne zaman “Dünyanın haritasını çizenler, sahte devletler inşa edenler sözde bağımsız özde sömürge ülkelerde yerleştirdikleri diktatörler üzerinden bunları sömürenler Türkiye’yi de nefessiz bırakmak istiyorlar” desek bizi hayalî düşman üretmekle suçlamakta ve her fırsatta Türkiye’yi efendilerine şikâyet etmekteler.
15 Temmuz gecesi ete kemiğe bürünen sömürgeci çete hakkında geride kalan yıllarda uyarıları yapanlar da hayalperestlikle suçlanmıştı. Şimdi de özellikle AB ile süregelen kriz boyutunu çoktan aşıp post modern savaş hâlini almış mücadeleyi yüz yıl önce Batı'ya karşı kaybedilmiş bir savaşın rövanşı olarak yorumluyorlar.
“İç dünyamızda kim olduğumuzu gösterme, had bildirme ve böylece kimliğimizi cümle âleme tescil ettirme ihtiyacımız kabarmış...” diyerek verilen mücadeleyi 15 Temmuz'da yaşananların etkisiyle travma geçiren muhafazakâr aydınların gerçekleri bir hayalî düşmanın arkasına saklama gayreti olarak değerlendiriyorlar.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında İmparatorluk mirası yağmalanırken, haritalar cetvelle çizilirken Batı, Türk-İslam medeniyetinden de koparabildiği kadar parçayı çekip aldı. Türkiye’yi yerli kadim medeniyet değerlerinden koparıp Batı kültürü ile takas yaparak, deli gömleği giydirip kalkındıracağını zannedenlerin hâlen saldırdıkları alan kadim kültür değerleridir.
Nitekim 15 Temmuz darbe aktörleri de saldırılarının altyapısını tahrip edilen kültür değerlerini ihya iddiası ile ortaya çıkmış ama gediği ve yarayı büyütmüşlerdi.
Kültürün; toplumun ekonomik kalkınma ve siyasal demokratikleşme seviyesini kesin belirleme rolü vardır. Hiçbir ülke gelecek planlarını yazı-tura atarak çizemez.
Bunun için hâlen devam eden ve evlerimize kadar giren bugünkü mücadelenin kaynağı ideolojiler değil kültür üzerinden yapılıyor.
AB ile çatışmalar da ekonomik kaynaklı değil kültür ve din eksenlidir.
Askerî ve ekonomik üstünlüğünü devam ettirme, sömürge alanlarını elde tutmak isteyen Batı kendi değerleri üzerinden kurduğu birlikle yükleniyor.
Batının kendi çıkarlarını korumak için sürdürdüğü bu saldırıda ön saftakiler hep aydınları olmuştur. Güç kültürü takip eder, mermiler fikirlerin açtığı deliklerden geçer. Batının saldırılarında tartışmasız olarak en büyük destekçisi içerideki yandaşlarıdır.
İçeriden ve dışarıdan bir çember içinde tutmak istedikleri ülkede “asıl direnişi göstermeleri beklenen çoğu aydınlar ise sanki batan bir gemidedir” diyen Cemil Meriç’ten yarım asır sonra Huntington “Türkiye kararsız bir ülkedir. Batı ile Doğu medeniyetleri arasında sıkışmış kalmış, hapsolmuş ama artık ne tarafta yer alacağının tercihini yapmalı” dediğinde kimse ona “Travma geçiriyorsun” demedi.
Gerçek şu ki; hepimiz bir kültürün çocuklarıyız, değerler bizim vatanımızdır. Bu kadim medeniyet ile aramıza girilir, duvar örülürse kuruyup kalırız. Şimdi bu değerlere saldırılanlara direnmek hayalî düşman üretmek midir?
Kendi değerlerimiz üzerinden modernleşme, kalkınma ve lider ülke olma mücadelesine Batının saygı duymasını beklemeyiz, ama içeridekilere sormak lazım; kimden yanasın?
.
Dikenli teller
24 Kasım 2016 02:00
Yok, etmek, sindirmek, sömürmek istedikleri her medeniyetin etrafına dikenli tel veya duvar örmek Batı’nın âdetidir.
İtalyanlar, Libya’yı işgalinde bu çöl ülkesinde su kuyularını dinamitledi, kumla doldurdu, köyleri ateşe verdi, halkı üstü açık toplama kamplarında açlığa mahkûm edip sınırlarını aşılması güç dikenli tellerle çevirdi.
1954’te Fransa sömürgeci yönetimlerine karşı başlayan Cezayir bağımsızlık savaşında direnişi bastırmak için direnişçilerin sızmalarını engellemek maksadıyla Cezayir’in Tunus ve Fas sınırlarını dikenli tellerle örmüştü.
ABD’nin sömürmek ve yok etmek alışkanlığı 1870’li yıllarda etrafa dikenli tellerle çevrili “rezervasyon” dedikleri yerli toplama kamplarında topladıkları yerli halkın Kızılderili şeflerine “topraklarını sat ya da açlıktan öl” diye bilinen ve yardım diye dağıttıkları mikroplu battaniyelerle uyguladıkları katliamlarla başlayıp bugüne uzanıyor.
Bugüne geldiğimizde Batı kuşatma ve çevirmelerinden vazgeçmedi, sömürme iştihanı hiç kaybetmedi sadece dikenli tel ve beton duvarların yerini içeriden beslemeler, ezici anlaşmalar, sözleşmeler, ittifaklar, dış destekli medya aldı.
Hedef aynı, dikenli teller farklıydı.
Batı bir ülkeyi yok etmek istediğinde aynen yaptığı onun etrafını kalın duvarlarla çevreleyip “rezervasyon” muamelesi yapmak. Açık bir kapı bırakırlar sadece kendilerinin girip çıkabileceği ve izin verdiklerinde girip çıkabileceğiniz, böylece içeride kuruyup kalacaksınız.
Şimdi yeni bir “dikenli tel” oyunu ile karşı karşıyayız.
Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan dün İslam Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi toplantısında bu oyunu temellerinden sarstı.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın bütün mazlumlara hitabının özeti şudur:
AP Türkiye’nin AB’ye müzakerelik sürecini oyluyor. Yapmaya çalıştıkları açık ve net olarak "Millet iradesi etrafına dikenli tel çekerek gasbetmek." Bu kritik ve yerinde çağrı "tabi olursan dost, güçlü olursan tehditsin" diyen, yılan hikâyesine dönen üyelik müzakerelerini koz olarak kullanan Batı’nın cesaretini kıracaktır...
Sayın Cumhurbaşkanı’nın çağrısının özeti şudur;
“Peşinen ifade etmek isterim ki; şu anda buradan söylüyorum, ekranları başında izleyen tüm dünyaya sesleniyorum: Sonuç ne çıkarsa çıksın bu oylamanın bizim nezdimizde hiçbir kıymetiharbiyesi yoktur. Bu ülkenin istikbali orada ellerin havaya kalkıp inmesi ile değişecek değildir. Artık sesimizi ve tepkimizi yükseltmemiz gerekiyor. Daha fazla tahammül edemeyiz. Çünkü biz tepkimizi ortaya koymazsak bu tavrın sahipleri daha fazla cesaret bulacaktır” diyor ve ilave ediyor;
“Üstelik bu oylama aklımızın almayacağı hadiseler yaşanıp, ekranlarda gördükçe kahrolduğumuz, Halep’te hastaneler enkaza çevrilirken, Akdeniz’in karanlık suları 5 bin mazluma mezar olurken, Suriye ve Irak’ta göçe zorlanan 10 bin çocuğun nerede, kimin elinde olduğu bilinmezken oluyor” diyerek zamanlamaya da dikkat çekiyor.
Tarih, mazlumların geçmişte Batı ile uzlaşma taleplerinin sadece zulmünü nasıl körüklediğinin örnekleri ile doludur.
Varlıklarını Batı’ya uşaklık yapmakta görenlere inat “artık sesimizi ve tepkimizi yükseltmemiz gerekiyor, daha fazla tahammül edemeyiz” çağrısı muhtemelen mazlum muhataplardan önce yılışıklığı centilmenlikle karıştıran Batı’da daha önce karşılık bulacaktır.
Sömürge politikalarını kurdukları çeteler, paralı lejyonerler, sömürgelerden topladıkları köleler ve mikro savaşlar üzerinden yürüten Batı’nın Türkiye üzerindeki son oyunu 15 Temmuz’da iflas etti.
Türkiye’nin etrafına örmek istedikleri her duvar Türkiye’yi kendi reflekslerini güçlendirmeye itiyor.
Buradan bakınca AB üyeliği sözleşmelerinin askıya alınması Batı’nın kaybı bizim kazancımız olacaktır. Türkiye’nin geleceği AB’nin kuyruğu “rezervasyon” bir ülke olmak yerine Türk Dünyası ile birleşerek İslam Dünyasının lideri olmaktır.
.
Bunlara, nereye ait olduklarını sorun!
27 Kasım 2016 02:00
Zor zamanlar, insanların gerçek karakterlerinin açığa çıktığı zamanlardır. Mert mertliğini, hain hainliğini yapar. Bir ülkede doğup büyümek insanı oranın evladı yapmaya yetmez. Herkesin yuvası, vatanı kendi inandığı değerleridir.
Önemli olan kişinin “Nereli olduğu değil, nereye ait olduğudur.”
Vatan hainlerinin de doğduğu, ekmeğini yiyip suyunu içtiği, havasını soluduğu bir yer vardır ama oraya ait değiller? Herkesin nereli olduğu kendisiyle birlikte gelir.
Sığındıkları Batı bu hainlerin vatanlarıdır.
Bugün de Türkiye’den kaçıp velinimetleri efendilerine yaranmak için onlarla her türlü iş birliği ve ülkesini aşağılama yarışı içindeler.
Bunun son örneği İngiliz “The Guardian”da yayınlanan yazısında “15 Temmuz gecesi kalabalıklar askerleri linç ederken 'Allahü ekber' diye bağırıyordu. Türk bayraklarının yanı sıra yeşil İslam bayraklarını da taşıyarak 'idam isteriz' diye haykırdılar...” diyen Can Dündar’ın gezdiği yerlerde gördüğü destek oldu.
Bundan önce de AP’nin “Basın Özgürlüğü Mücadelesinde Türkiye” konulu konferanstaki konuşmasında “Aslında ben buraya dünyanın en büyük gazeteci hapishanesinden geliyorum. Türkiye’nin bir cehennem olduğunu söylememe gerek yok.” ifadelerini kullanan Can Dündar’a güçlü bir tepkide Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan gelmişti. “İngiltere’de yaptığı konuşmada Türkiye’yi açık hava hapishanesine benzeten gazeteci müsveddesi, sen nasıl kaçıp gittin? Hukuk seni hapishaneye koymuyor, serbest bırakıyor sen de kaçıp gidiyorsun. Hadi kalsaydın ya niye kaçtın? Karakter meselesi bu. Batı koynunda bunları besliyor, ama bunların yaptırdıkları konuşmalarla Türkiye değişmez...” diyen Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın haklı refleksi aynı ihanetlerle mücadele eden Sultan Abdülhamid Han’ı hatırlatıyor.
Kendilerine “Genç Osmanlılar” diyen bir grup yazar-çizer de Osmanlı Devletini parçalamak isteyen Batı tarafından koruma altındaydı.
Abdülhamid Han hatıratında “Bunlar görüyorlardı ki; İngilizler, Fransızlar, Ruslar hatta Almanlar yani bütün Avrupa devletleri menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuşlar, fakat yıllarca Avrupa’da benim aleyhimde çalışmışlar, yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir...” diye yazıyor.
Bütün bu ihanetlerin kaynağı şu sorunun cevabında saklı:
Bu adamlar “nereli değil, nereye ait?”
Aynı soruyu Kırklareli Vaizi iken İstanbul Ermeni Patriği Şinorhk Kalustyan’a 6 Mayıs 1965 tarihli mektubunda “1915 yılında Ermenilere yapılan büyük soy kırımını lanetle yâd etmeden geçemeyeceğim. Öldürülen, katledilen insanların içerisinde ne kadar büyük insanların bulunduğunu derin bir hassasiyetle okuyor, onları saygı ile anıyorum. Büyük peygamberinizin, Hazreti İsa'nın (aleyhisselam) çocuklarının Müslüman geçinen cahil insanlar tarafından katledilmesini esefle kınıyorum…” diyen FETÖ’ye de sormalı:
Siz nereye aitsiniz?
.
“Mayflower” Türkiye’ye uğradı mı?
1 Aralık 2016 02:00
İngiltere’nin büyük devletler liginde gerilediği söylemleri aldatmasın, bugün Orta Doğu’daki kan bataklığı, 15 Temmuz’da yaşananların arkasından hep İngiltere çıkar.
İngiltere’nin “aristokrat” karakterli derin devleti yüzyıllara dayalı bir yönetme tecrübesi ve pratiğine dayanır. Dünyayı yönetmek için akıl ve bilgi gerektiğini anlamışlar bu yüzden strateji oluşturmak için bilgiye dayalı entelektüel faaliyetlere önem vermişler. Sıkışıp kaldıkları ada devletinden deniz aşırı ülkelerin zenginliklerine, iş gücüne, pazarlarına, petrol rezervlerine el koyabilmiş ve kolonyalist sömürgeciliğini ya bizzat kendisi sömürgelerden topladığı askerlerle gidip işgal etmiş veya mahallinde yerel kuluçkalara yatırdığı, büyütüp beslediği “sömürge aydınları” hain işbirlikçileri vasıtasıyla günü geldiğinde idareyi ele geçirip ortak olarak sömürmüştür.
Bunu anlamak için 1620 yılında İngiltere’nin Southampton limanından Amerika’ya göçmen taşıyan “Mayflower” isimli geminin hikâyesine bakmak lazım.
Bu uzun vadeli projeleri hazmetmek için İngiliz Ajanı Hempher’in “babalar çocukları için çalışır” sözüne dikkat etmeli.
Kolonileşme döneminde 102 seçkin yolcusuyla yola çıkan bu gemi İngiltere’nin geleceği için yaptığı en büyük yatırımdı. Geçen zaman içinde Bush ailesi dâhil gemideki yolcuların atalarından tam 17 ABD başkanı çıkmıştır. Bu gemidekilerden oluşan ağ Amerika’nın siyaset, ticaret, kültür ve sosyal hayatına hâkim olmuştur.
Büyük emperyal planlar yapan İngiltere’nin geleceğine yatırım olarak bizde de üç asırdır başımıza çorap ören kuluçkaya yatırıp günü geldiğinde ortalığa saldığı çocukları var mıdır?
Karışıklık çıkararak kundakladıkları ülkelerde kullandıkları metoda bakarak bu soru cevabını kolaylıkla bulabilir. Kendini demokrasinin beşiği, özgürlük savunucusu ve iş birliğinin merkezi sayan İngiliz dış siyasetinin temeli devletlerin kendini yönetme yeteneklerini ortadan kaldırmaktır.
Önceki gün Axel Springer yayın grubuna bağlı Alman Bild gazetesi manşet haberinde “Diktatör Erdoğan, sırada daha ne var?” skandal ifadelerini kullandı. Bu saldırı daha önce İngiliz Guardian’a verdiği özel röportajda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Erdoğan, seçilmiş diktatör gibi davranıyor” söylemiyle ne kadar benzerlik gösteriyor? Benzer söylemlerin bazı ulusal medya yazarlarınca batılı meslektaşlarıyla birlikte tekrarlanması ne ifade ediyor?
Bu kuluçka yerlileriyle yabancı ortakları hangi merkeze bağlı?
Ekvador, Uruguay ve Meksika gibi Latin Amerika ülkelerinde görev yapan ve 1968’e kadar 11 yıl CIA’de görev yapan Philip Agee, istifa ettikten sonra CIA eylemlerini eleştiren “Teşkilatın içinde, CIA günlüğü” adlı itiraf ve eleştiri içeren bir anı kitabı yazdı. CIA’nin medya, polis ve orduya sızdığını açıklayan Philip Agee diyor ki; “Ben CIA’de hevesle işe başladım, Ekvador’da geniş propaganda yürütüyorduk. Ekvador’un önde gelen gazetecilerinden E. Solkado bizim için çalışıyordu. CIA’nin sipariş üzerine hazırladığı makaleleri kendi imzasıyla yayınlıyordu. Maksat ülkede korku ve karışıklık çıkarmaktı. Kısa sürede ülke kan gölüne döndü ve tabiî ki 'Diktatör' devrildi. Çünkü (bizimle iyi geçinmeyen ve yalakalık yapmayan) o ekonomiyi millîleştirmek sevdasına düşmüş, Ekvador’un servetini ABD’nin çok uluslu şirketlerinin denetiminden çıkarmak istemişti. O saldırılar sonucu kısa sürede bir 'Diktatör'e çevrildi ve bedelini ağır ödedi.”
Yerel kaynakları çok uluslu şirketlere peşkeş çekmekten başka özeliği olmayan “Kuluçka çocukları” yüz yıllık tecrübelerinin aksine 15 Temmuz darbe girişiminde başarısız kaldılar.
Şimdi akla geliyor ki bu “Mayflower” gemisi kuluçkaları bizim memlekete ne zaman bıraktı?
.
Büyük oyuna dikkat!..
4 Aralık 2016 02:00
15 Temmuz siyasal suikastının artçı saldırısı olarak millî ekonomiye, millî paraya saldırı başlatıldı. Paradan kazanan vurguncular yerli paradan dövize kaçışı körükleyerek Merkez Bankası dövizlerinde erime, faizlerin yükseltilmesi, yüksek oranlı kur ayarlaması, mal ve hizmet fiyatlarında artışlar ile yeni bir kriz üretme peşinde.
Türkiye, geçmişte defalarca yüksek enflasyonla boğuşmuş bir ülkedir. Unutulmayan 1990-2001'li yıllardaki krizlerin sebebi kamu açıklarının merkez bankası kaynaklarıyla kapatılması, batan bankaların borçlarının devlete yüklenmesi ve bu dönemin “yamalı iktidarları”nın ülkenin mali durumunu düzeltecek reformları yapacak dirayette olmamasıdır.
Sonuçta “Kara Çarşamba” olarak bilinen Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük ekonomik krizi patlamıştı.
Millî Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasındaki siyasi kriz bir anda tüm ülkeyi etkisi altına alan ekonomik bir krize dönüştü.
19 Şubat 2001 tarihinde Çankaya Köşkü’nde yapılan MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığını beyzbol topu gibi fırlatınca çıkan tartışma sonunda Ecevit toplantıyı terk edip panikle “devlet yönetiminde kriz var…” deyince ipler koptu.
Aynı gün mali piyasalarda panikle başlayan süreçte, yerli parayı savunmak için faizlerin astronomik yükselmesine karşı yoğun döviz talebi nedeniyle Merkez Bankası’ndan 5 miyar dolarlık döviz satışı yapıldı.
Kamu Bankalarının likidite ihtiyacının karşılanamaması ödemeler sistemini kilitledi. Bankalardaki çöküşü önlemek için TL yabancı para birimleri karşısında serbest dalgalanmaya bırakıldı.
Bir gün önce 670 bin lira olan dolar 1 milyon lirayı aşınca yabancı bankalar saldırıya geçip vadesi gelmemiş kredilerini geri çekmeye başladı. 21 Şubatta bankalar arası gecelik faiz % 6200’e kadar çıktı. Yapılan örtülü kur ayarlaması ile TL’nin değeri % 40 civarında düştü.
Devlete faturası 56 milyar dolar olan 2001 Şubat krizine ne sebep oldu?
Yamalı iktidardan ve kırmızı ışıkta bile duran, alışverişini markette kendisi yapabilen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakana anayasa kitapçığını fırlatıp krizi başlatıp, milletin cebinden 56 milyar dolar götürülürken ağzından tek bir söz bile çıkmadı.
Bugün yaşatılmak istenende 15 Temmuz Darbe Girişiminde başarılı olamayanlar, bu defa siyasete ekonomik bir krizle diz çöktürmek istiyorlar.
15 Temmuz saldırısında “yerleşik düzen”in Türkiye’yi ele geçirme operasyonu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın darbe gecesi olaylara müdahil olup görüntülü yayında yaptığı “Ülkemizin birliği, beraberliği ve bütünlüğüne yönelik bu hareket millete vereceğimiz cevaplı gerekli cezayı alacaktır. Türkiye; bu tür ayaklanmalarla ucuza satılacak ve Pensilvanya’dan da yönetilecek bir ülke değildir. Meydanları onlara bırakamayız. Yaptıkları işgali kısa zamanda ortadan kaldıracağımıza inanıyorum. Kararlılığımızı kimse yok edemeyecek. Milletimizi meydanlara, havalimanına davet ediyorum. Bu azınlık ne yapmak istiyorsa yapsınlar, ben halkımın gücünün üstünde güç tanımadım…” çağrısı ile boşa çıkarılmıştı.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın, 15 Temmuzda F-16’lar, helikopterler, tanklarla başarılı olamayanların bu defa da ekonomik darbeye kalkıştıklarını belirtip “Döviz bozun, TL alın, bu oyunu bozun” çağrısı ile Türkiye kendi parasını korumak için kenetlendi. 2001 ve öncesi krizlerde milleti soyan saldırganlara karşı refleks gösteremeyen sünepe karakterlerin yerini saldırılar karşısında mücadele eden, rehberlik yapan liderler almıştı.
Bu dayanışma, sahiplenme ve birliktelik yerleşik düzenin bu saldırısını da boşa çıkaracaktır. Tıpkı Sultan II. Abdülhamid Han’ın “Savaş yalnız sınırlarda olmaz. Savaş bir milletin topyekûn ateşe girmesidir. Eğer bir bütünlük sağlanamamışsa zafer tesadüfî, yenilgi kaderdir” dediği gibi...
.
Nasihat ve musibetle değişmeyince...
8 Aralık 2016 02:00
Ceza kanunlarının dikkat ve özen sorumluluğuna aykırılık neticesi öngörülemeyerek işlenen suç dediği taksirli suçlara yapılan indirim çoğu zaman kamu vicdanında karşılık bulmaz. Can kayıpları ile sonuçlanan çoğu ihmal ve sorumsuzluğun sorumlusuna hapishane yerine tımarhane daha uygun gibi görünür.
Hüsamettin Cindoruk’un TBMM başkanlığı döneminde TBMM Genel Kurul Salonu yenilenirken oylamalar için kurulan elektronik oylama cihazı mizah konusu olmuştu.
Elektronik cihazla oylamanın nasıl yapılacağını merak eden birisi sormuş:
“Tamam da, ya oylamada 'evet' diyecek birisinin cihazına muhalefetten biri uyanıklık yapıp 'hayır' düğmesine basarsa ne olacak?"
Muhatabı cevap vermiş: “Bunu yapanı derdest edip tımarhaneye kapatacaksın!..”
Başkasının iradesini çalmakla hayatını çalmak arasında ince bir sınır var.
Dere yatağına ev yapmak, yamaçlara apartman dikmek, merdivensiz itfaiye teşkilatı kurmak, yangın merdivenlerinin kapısına kilit asmak arasında ne fark var?
Dere yataklarındaki evler sele gider, yamaçlardaki evleri içindekilerle beraber toprak kaymaları yutar, sığınma odaları olmayan maden ocakları maden işçisine mezar olur, taşkınlarda köprüler göçer, lığlı betonlardan inşa edilen evler sallanınca içindekilere mezar olur, koridorlarda çırpınan çocuklar kitli kapılar yüzünden yüreğimizle birlikte yanar gider.
Bütün bu cinnet hâlinden beter sorumsuzluklar, emaneti hafife almalar, bize bir şey olmaz demeler niçin? Her şeyi iyi bilen, merdiven altı çay ocaklarında memleket kurtaran ama kendi işini askıya alan bu vebadan beter hastalık bize nasıl bulaştı?
Memleket meselelerini alt alta sırala deseler ben en üste “ahlaki kriz” diye yazarım.
Adana/Aladağ ilçesindeki yangın faciasında yaralı kurtulan öğrencilerden 11 yaşındaki B.G. “Biz odada beklerken itfaiye geldi ancak merdiveni yoktu. Daha sonra etraftan duyanlar merdiven getirip pencereye dayadılar, merdiven yetişmedi. Bir adam merdivenin köşesine çıkıp bizi kucaklayıp aşağı indirdi” diye konuşmuş.
Yurdun yangın çıkış kapısı hikâyesine bir de itfaiye aracının hortumu ile merdiveni eklendi.
Günlerdir enine boyuna TV ve medyalarda tartışılan bu olay karşısında insan bütün ülkede öğrenci yurtları yangın merdivenlerini, tedbirlerini, belediyeler itfaiye araçlarının hortum ve merdivenlerini elden geçirmiştir derken yeni bir yurt yangını haberi ekrana düştü.
Bolu’da 125 öğrencinin kaldığı yurtta çıkan yangın öğrenciler ve itfaiye ekiplerince söndürülürken yurdun yangın merdiven çıkış kapısı yine kilitliymiş!
Bu sorumsuzluğun çaresi mesullerinin üzerine müfettiş salarak değil psikiyatrist, psikolog, sosyologlar havale etmek gözüküyor. Bir de ahlaki sorumlulukları arkaya atıp faciadan rejim krizi üretenler var ki onların derdi başka.
Nasihat ve musibetle değişmeyince, toprağa sallanma, rüzgâra esme, suya coşma, denize kabarma demekten başka çare bırakmıyorlar...
.
Demokratik muhalefet raydan çıkınca
11 Aralık 2016 02:00
Muhabir, son yıllarında iktidar ipinin ucunu elinden kaçırmış Süleyman Demirel’e sormuş “Efendim derin devlet nedir?” Demirel de “Normal devletin raydan çıkmış halidir...” demişti.
Bugün yaşadığımız hengâmede bu sorunun cevabı “Raydan çıkıp küresel güçlere teslim olmuş medya, bürokrasi, akademik ve siyasal aktörlerdir…” olurdu.
Bu yazıyı döviz üzerinden kurgulanan saldırı hakkında tasarlarken; İstanbul Beşiktaş’ta 30’u polis 38 kişinin şehit, 155 kişinin de yaralandığı terör saldırısı yapıldı. Saldırıya sosyal medya üzerinden birçok tepki ve lanet mesajı yağarken raydan çıkmış bazı siyaset ve sanatçılardan da çirkin paylaşımlar ekranlara düştü.
Maksat Türkiye’yi çivisi çıkmış bir terör ülkesi olarak göstermek.
CHP Gençlik Kolları resmî twitter hesabında saldırı sonrası Vodafone Arena Stadı’nın önündeki yola dizilmiş ambulansların fotoğrafını paylaşarak “Türkiye temsili” diye not düştü. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in bu skandal paylaşıma tepki göstermesi üzerine de CHP Milletvekili Aykut Erdoğdu, Gökçek’e “...haddini bil, bu gençler sahipsiz değil...” diyerek cevap verdi.
Bir paylaşım da benzer olaylarda provokatif mesajlarla dikkat çeken Mirgün Cabas’tan geldi. Cabas “İstanbul’daki her bombadan sonra Beyrut’taki arkadaşlar arayıp ‘Buraya gel burası güvenli’ diyorlar" ifadelerini kullandı. Mesajına tepkiler alınca da "Anlaşılan gücünüze gitti, gitsin çünkü komik diye anlatmadım. Can sıkıcı ve acıklı olduğu için anlattım, siz de sıkılın" diyerek ifadelerine devam etti...
Bu menfur saldırı ve krizden beslenen raydan çıkmış kalemleri de resmin içine alarak tekrarlayalım ki; yaşadığımız terör saldırıları, FETÖ darbe girişimi ve ekonomik manipülasyonlarla ekonomiyi çökertme saldırıları; küresel sömürgeci Batıya karşı kendi refleksleri ile karşı duran Türkiye’yi hizaya getirme operasyonlarıdır.
Çünkü kendi değerleri üzerinden büyümeye çalışan Türkiye Batıya ram olmadığı sürece onlar için tehdittir.
Kendi gücünü korumanın telaşı içindeki Avrupa taşeronlara dönüştürdüğü içerideki demokratik muhalefet eliyle yapacağı müdahalelerle siyasi iktidarın ellerini kesmek istiyor. Batı yapabilme yeteneği ve iradesine sahip her iktidarı bilerek çürüttüğü demokratik kurumlar üzerinden böyle yaylım ateşine tutuyor.
Geçmişte ABD seyahatinde baba Bush’a “Biz buraya hibe programlarını konuşmaya değil ticaret yapmaya geldik” diyen Merhum Turgut Özal’a da yapmışlardı. Şimdi aynı saldırlar Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a karşı da yürütülüyor.
Siyasi kurumların Batıya teslimiyetçiliğinin Türkiye’yi nasıl baş aşağı ettiğinin en yakın örneği 19 Şubat 2001’deki MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in başbakan Bülent Ecevit’e fırlattığı anayasa kitapçığı ile başlatılan krizdir.
Türkiye ekonomisi daha önce yaşamadığı kadar büyük bir krize girmiş, borsa çökmüş, gecelik faiz 7 bin 500’lere fırlamış, dolar 690’dan önce 900’e Nisan ayında da 1 milyon 161 bine fırlamıştı.
Piyasalar kontrolden çıkınca Batı planı gereği ekonominin dümeni Kemal Derviş’e teslim edilmişti. Derviş de “güçlü ekonomiye geçiş” programı yapıp IMF ile masaya oturmuş siyaseti küresel güce teslim etmişti.
Ekonomik kriz koalisyon hükûmetinin sonunu getirdi, hükûmet ortakları krizin çözümünü erken seçimde gördü ve 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde millet koalisyon ortaklarını baraja takarken emaneti AK Partiye teslim etti.
Bugün, başımıza musallat edilen ve raydan çıkmış her tür demokratik muhalefet eliyle de beslenen her türlü saldırının sebebi Küresel Para ve Batı’ya karşı verilen yerel ve millî duruşun karşılığıdır.
Millî ve yerel duruşundan, değerlerinden esnemeyen Türkiye bu bağımsızlık mücadelesinden galip çıkacaktır. Türkiye’nin refah ve mutluluğunu Batı’ya ram olmakta zanneden raydan çıkmış mandacı demokratik muhaliflerin tek kazançları ise utançları olacak!..
.
Halep'i yakan ateş...
15 Aralık 2016 02:00
Halep'teki soykırımın durdurulması için Türkiye'nin girişimleriyle gerçekleştirilen ateşkesi baltalamaya çalışan, savaşın başaktörlerinden İran, mezhepçilik kartıyla da alan genişletmeye çalışıyor. Esad'a askerî destek veren İran, mezhepçilik söylemleriyle çıkardığı 'Sünni-Şii' çatışmasını bütün bölgeye yaymayı amaçlıyor.
Her olayda masaya mezhepçiliği getiren İran'ın dinî lideri Ali Hamaney, Suriye'deki çatışmaları "İslamın küfürle savaşı" olarak nitelendirirken, ilan edilen Ateşkes Anlaşması gereği bölgede sıkışan sivilleri Fırat Kalkanı Harekâtı ile terörden arındırılan bölge ve İdlib'e taşınmasını da engelliyor. Katliamların devamı için İranlı Şii milisler bölgedeki sivillerin yolunu keserek tekrar rejim kontrolündeki katliam alanlarında toplanmaya zorluyor.
Belki sivil halk Halep’ten güvenli bölgeye taşınmadan, Rus ve Esad uçakları havadan, Esad ve İranlı Şiiler karadan Halep katliamı sonrası fitne ateşini İdlib üzerinden Türkiye’ye sıçratmaya çalışacaklar.
İran tarihte defalarca teşebbüs ettiği bu ihaneti neden tekrarlıyor?
ABD neden ittifak yaptığı İran’ın Rusya’nın kuyruğuna takılmasına göz yumuyor?
Şiilik maskesiyle din istismarı yaparak Pers İmparatorluğu hayali peşinde koşan İran, bölgede hassasiyetleri kaşıyarak başlattığı mezhep çatışmasını büyütmeye çalışıyor.
Yakın zamana kadar ABD'ye “Büyük Şeytan” derken, neyin karşılığında şeytanla ittifak yapıp “ABD'yle kol kola'” giriyor?
Bu sorunun cevabı medyaya yansıyan “Humeyni ABD’nin adamı çıktı” başlıklı haberde saklı.
İran’ın sözde İslam Cumhuriyeti’nin temellerini atan devrim lideri Humeyni’nin Şah devrilmeden önce ABD yönetimi ile gizli müzakerelere girdiğinin belgelerle ortaya çıktığını açıklayan haber ABD-İran ortaklığının temellerinin de geçmişine ışık tutuyor.
BBC'den Kambiz Fattahi'nin haberine göre, “Humeyni, 27 Ocak 1979 tarihinde Carter yönetimine 'İranlı askerî liderler sizi dinler, İran halkı ise beni' diye bir mesaj gönderdi ve anlaşma önerdi."
İddiaya göre, Humeyni, Carter’e kendisinin iktidarı ele geçirmesine yardım etmesini öneriyordu ve bunun karşılığında İran da Amerika'nın çıkarlarını ve vatandaşlarını koruyacaktı. Çünkü o dönemde, petrol ticareti sekteye uğramış ve Batı çıkarları zedelenmeye başlamıştı.
Carter yönetimi, çeşitli tartışmaların ardından, Şah Rıza Muhammed Pehlevi'yi ABD'ye bir "tatile çıkmaya" ikna etti. Şah'ın ardında bıraktığı Başbakan Şapur Bahtiyar zayıftı ve iktidar boşluğunu bir askerî darbe ile doldurma planları yapılıyordu.
Aslında ABD yönetimi içerisinde, 1978 yılının sonundan itibaren Şah'ın miadının dolduğuna ilişkin tartışmalar yapılırken Fransa'da kendini ziyaret eden bir Amerikalıya Humeyni şunları söylüyordu:
"Petrol konusunda endişe olmamalı. ABD'ye petrol satmayacağımız doğru değil."
Humeyni'nin "genelkurmay başkanı" denilen İbrahim Yazdi de, eski bir CIA ajanı olan Richard Cottam aracılığıyla Washington ile bir iletişim kanalı kurmuştu.
15 Ocak'ta, Humeyni, Carter yönetimi ile iki hafta sürecek gizli müzakerelere başladı. 16 Ocak'ta Şah ülkeden kaçtı. 1 Şubat'ta ise Humeyni, Devrim'in muzaffer lideri olarak sürgünden İran'a dönüyordu.
Dünkü hikâyesine bakınca bugün Esad ve Rus jetleri Halep’i havadan vururken İranlı militanların da karadan vurmasında şaşılacak bir şey yoktur.
Tarihte ihanetini Osmanlı’ya karşı Vatikan’la iş birliğine kadar götüren İran yine ateşle oynuyor ve İslam düşmanlarıyla iş birliği yaparak Müslümanlara ihanet ediyor. İslam tarihinin kırılma ve geçiş dönemlerinden birisi yaşanıyor. İdlib üzerinden yapılacak muhtemel bir çılgınlık sadece İslam coğrafyasını değiştirmekle kalmayacak Batı’yı da derinden etkileyecek.
Ama acımasız zulümlerinin bittiği yer kendi sonlarının başlangıcı olacak.
.
Halep’in hikâyesi böyle bitmeyecek
18 Aralık 2016 02:00
Fazla uzak olmayan bir gelecekte Batı’nın zenginliklerine mağrur AB ülkelerinin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanına kendisini ve ülkesini kurtarması için yardım etmesini dilenen mektuplar yazdığını düşünün.
Dünya tersine mi döndü diyeceksiniz!
Bu dünya tarih boyu kaç defa tersine döndü.
756 yılında Emevi hanedanlığı sona ererken Emevi sülalesinden Hişâm’ın torunu Abdurrahman İspanya’ya geçerek uzun mücadeleler sonunda Endülüs Emevi Devleti’ni, İslam egemenliği kurar. Devleti güçlenip zamanla rahatlık tuzağına düşünce idarecileri cihadı bırakıp sarayda sefa sürmeye başlarlar. İktidar sevdaları kardeş kavgaları ile önce parçalanmalar sonra yıkım gelir. Çok sayıda küçük devletçikler ortaya çıkar.
Kastilya Kraliçesi I. İsabel ile evlenen Aragon Kralı Ferdinand bu fırsatı kaçırmaz ve ayakta kalan son devlet Gırnata’yı kuşatır. Kuşatmaya dayanamayan Gırnata 1492 yılında kapılarını işgalcilere açar ve tarihin kaydettiği en büyük Müslüman katliamlarından biri başlar.
Gırnata’dan yardım istemek için gelen ünlü şair Ebül Beka Salih bin Şerif, Sultan II. Beyazıt’ın huzurunda meşhur “Endülüs mersiyesi”ni okuyarak yardım ister. Fakat o zaman Osmanlı Devletinin deniz gücü henüz yeterince gelişmemiş olması, denizaşırı ülkelere büyük çapta sefer yapma imkânı olmadığı için sonucu değiştiremez. Gidildiğinde ise Gırnata'dan geriye toz toprak bulutu içinde çığlık atan kadınlar, çocuklar ve asırlarca çınlayan feryatlar kalmıştır.
O gün Memluklular ve Venediklilerle yapılan yıpratıcı savaşlar ve henüz İslam dünyasının merkez çatısını kurmaya çalışan Osmanlı, Hızır Reis, Oruç ve Kemal Reislerin seferleri ile katliamdan kaçabilen 300 bin kadar Müslüman’ı Fas ve Cezayir’e taşır...
Bugün de Halep, Gırnata ile aynı kaderi paylaşıyor.
Onlara da Halep-İdil üzerinden bir can koridoru açılıyor. Dün Gırnata yerine bugün Halep, isterik İsabel ve kan içici Ferdinand yerine Esad rejimi, Şii İran ve Rusya var.
Ve yine sağ, sol, ön, arka dört bir yan düşmanla çevrili.
Ve yine Avrupa’da merhamet Afrika’dan ümit yoktur.
Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın diplomatik çabaları ile Halep’teki katliamdan kurtulup İdlib’e taşıyabildiğimiz Türkmenlerin dramı Endülüs trajedisi ile aynıdır.
Ama bu trajik hikâyenin sonu böyle bitmedi ve bitmeyecek.
Osmanlının Avrupa üzerine çökmesi Endülüs faciasından çok kısa bir süre sonradır.
Gırnata katliamından sadece otuz yıl kadar sonra 1526 yılında Fransa Kralı Fransuva’nın ülkesi istila edilir, kendisi tutuklanınca esaretten kurtarılması için Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman Han’a mektup yazarak yalvarır.
Fransuva’nın mektubunu boş verin Kanuni’nin şu cevabı zemini titretmeye yeter.
Diyor ki Muhteşem Kanuni;
"Ben ki sultanların Sultanı, Hakanların başı, krallara taç giydiren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum Vilayetinin, Zülkadriye’nin, Diyarbekir’in, Kürdistan’ın, Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Halep’in Mısır’ın Mekke’nin Medine’nin, Kudüs’ün Arap Ülkelerinin ve Yemen’in ve de ateş saçan mızrağımın gücüyle sahip olduğum nice ülkelerin sultanı ve Padişahı olan Sultan Süleyman Han’ım.
Sen ki, Fransa ülkesinin Kralı olan Françesko’sun,
Kralların sığınağı olan kapıma mektup göndererek ülkenin işgale uğradığını ve esir edilerek hapse atıldığını bildirmişsiniz.
Kurtulmak için benden yardım istiyorsunuz.
Gönlünüzü ferah tutun ve üzülmeyin. Unutmayın ki esaret hükümdarlar için hiç de tuhaf bir şey değildir. Bilesin ki atalarımın yaptığı gibi daima kılıcımla gezen ben sefere çıkmaktan ve fetihler yapmaktan çekinmem, her an savaşmaya hazırım. Sadece Allah’ın dediği olur..."
Bugüne gelince, Halep’te zafer kazandığına inanan, cinayetleri ile övünenler.
İşlediğiniz cinayetler siz katillerin de hayatını değiştirecek.
Yakın gelecekte hayatınızın kendi trajedileriniz ile dolmasını izleyeceksiniz.
.
Sadakatiniz kime?
22 Aralık 2016 02:00
Bazı siyasi parti ve medya mensupları bazı HDP’li Belediye Başkanlarının tutuklanması ve belediyelere kayyum atamasının Kürtlere baskı aracı olarak kullanıldığını yayıyorlar.
Kürtlerin hakkını savunmak gibi bir niyetten uzak, sadece Kürtler üzerinden kara propagandaya dayalı bir algı operasyonu sürdürüyorlar.
Büyük umutlarla seçtikleri belediye başkanlarının kendilerini bırakıp örgüte hizmet vermesiyle hayal kırıklığı yaşayan bölge halkının tutuklanmalara tepki vermemesini görmezden geliyor.
Hatta bunu bölgede şiddeti meşrulaştıracak bir sebep olarak savunma gibi bir yanlışa giriyor, Beşiktaş ve Kayseri’de yaşanan bombalı katliamlarla ilişkilendirip sonra da bazı HDP binalarına yapılan provokatif saldırıları hükûmeti hizaya getirmek için malzeme yapıyorlar.
“Şiddetin önüne geçmenin ilk ve en önemli şartı tutuklu milletvekillerini, belediye başkanlarını salıverip onlara siyaset yapmanın önünü açmak” diyorlar.
Sanki bu katliamların gerekçesi HDP’li bazı siyasetçi ve belediye başkanlarının tutuklu olmalarıymış gibi dilaltı hapı olarak yutturmaya kalkıyorlar.
Terörün tarihçesini tutuklanmalarla başlatıyorlar.
"Bu adamlar dışarıdayken kırk yılı aşkın süredir yapılan katliamlar, işlenen cinayetlerin gerekçesi neydi?" sorusunun cevabını saklı tutuyorlar.
Çatışmasızlık ortamı karşısında iflas eden silahlı mücadelenin PKK’yı nasıl Kürt halkının dışına attığını görünce sıkıştılar. Sıkıştıkça PKK’nın hendeklerine sığınıyorlar. Bütün gayretleri bir iç çatışmayı önlemek değil iç çatışma için gerekçe üretmek.
Şu anda memlekete, barışa sahip çıkmanın, iç savaşı önlemenin yolu namuslu siyaseti namussuz siyasetçiye boğdurmamaktır. Siyasetçiyi ve demokrasiyi korumanın yolu siyaset alanını temiz tutmak, kullanılması için üzerindeki silahın ve şiddetin gölgesini yok etmektir.
Kürtleri sevmenin sahip çıkmanın yolu Kürtlerin demokratik haklarını silah baskısı olmadan kullanmasını, mamur beldelerde güven içinde yaşamasını temin etmektir.
Ama her şeyi sulandırıyorlar, siyaseti, yerel yönetimleri ve medyayı silahlı terörün, şiddetin ikmal merkezi yapıyorlar.
Güneydoğu'nun çeşitli il ve ilçelerini yönetmek için halkın seçtiği ve hizmet beklediği bazı HDP'li belediyeler, terör örgütü PKK'ya yardım sağlamaktan öteye geçemedi. Yatırım için gönderilen paralar taşeron işçilere verilmiş gibi gösterilerek PKK'ya aktarıldı. Bölgelerinde açtıkları merkezlerde düzenledikleri çeşitli etkinlikler ile PKK'nın gençlik yapılanmasına eleman topladılar. Projelerin hayata geçirilmesi için kullanılması gereken belediye araçlarını PKK'nın talimatı ile bölgede başlattığı 'hendekleşme' projesinde kullandılar. 'Hizmet alımı' usulü ile taşeron firmalar üzerinden imkânları PKK'ya kanalize ettiler.
İktidar ve yargıyı eleştiri -özellikle aydınlar için- ne kadar haksa, bunların kendilerinin de, uygulamalarının da, niteliği ve hizmet ettiği amaçlarının sorgulanması da haktır.
Şimdi yargı kendisine milletin hizmette kullanması için verdiği imkânların, kaynakların, paranın neden ve nasıl böylesine usul dışı kullanıldığını soruyor.
Bunu halkın iradesinin gasbedilmesi, siyaset yapma hakkını engelleme olarak yorumlamak demokrasiye mi yoksa Kandil’e mi hizmet, sadakatiniz kime?
Siyaseti yol olmaktan çıkaranlar, yollara hendek kazanlarla onlara alkış tutanlardır.
.
Müttefiklerimizle yüzleşme zamanı
25 Aralık 2016 02:00
Rus Büyükelçisi Andrey Karlov’a yapılan suikast Türk-Rus-ABD ilişkilerini önemli bir yol ayrımına getirdi.
Zor zamanlar insanlar gibi devletlerin de daha önce kullanmadığı pas tutmuş reflekslerini kullanmasını sağlar. Şimdi müttefiklerimizle olan ilişkilerimizle yüzleşme zamanı. Bu suikast ve sonrası yaşananlar doğru bildiğimiz ya da geçmişte doğru bugün ise geçersiz iflas etmiş birçok kanaatimizi kantara çıkardı. Sonuçlar şaşırtıcı.
Yıllardır Rusya’nın bizi parçalayıp bölüp yutmak istediğini dost ve müttefik ABD’nin bunun engellenmesinde bize en büyük desteği sağladığından hareket edildi. Komünizmle mücadele dernekleri bile kurulmuştu.
Geçmişte doğru görülse de bugün tartışılan nokta “ABD’nin menfaatlerini Türkiye’nin parçalanmasında gördüğü” kanaatidir. Sovyet İmparatorluğunun dağılıp, soğuk savaş döneminin sona ermesiyle Pentagon “öncelikli düşman” listesinin başına Müslüman coğrafyasını, liderliğine de Türkiye’yi oturtmuştu.
Buradan bakınca büyükelçi suikastı tartışmasız olarak Türk-Rus ilişkilerinin bozulmasını hedef alıyor. Suikastın zamanlaması hem Suriye iç çatışmalarının tavan yaptığı Halep kuşatmasına, Türk-Rus-İran üçlü zirvesinin öncesine rast gelmesi Karlov’un ilişkilerin yürütülmesinde güçlü bir aktör olması, iddiayı güçlendiriyor.
Suikastı gerçekleştirenin kimliği ise bir tarafı tahrip ederken arkasında da mevcut bir yarayı büyütüyor. Yani FETÖ irtibatlı bir suikastçının seçimiyle bir taşla iki kuş vurma fırsatçılığı yapıldı.
Özel hayatında içe kapanık anti sosyal bir kişiliğe sahip suikastçının FETÖ fedaisi olması resmen teyit edilmese de güçlü bir ihtimalle emri Pensilvanya’dan geliyor.
Afganistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olayların aktörü olarak görev yapan bütün radikal örgütler aslında ABD tarafından kuruldu, beslendi, onun için çalıştı ve tarafından kullanıldılar. (Bkz. Carter’in güvenlik başdanışmanı Zbigniew Brezezinski’nin Alexander Cockburn ve Jeffrey Clair ile yaptığı 15 Ocak 1998 tarihli söyleşi)
Türkiye’de ortalığı iyice karıştırmak için öyle felaketler yaşanmalı ki; ABD operasyonları için bahane bulmak kolaylaşsın ve bu işleri yapmak için de mevcut şartlarda en uygun suikastçı tiplemesi şehitlik mertebesine erişmeye inanmış, ölmeye ve öldürmeye hazır içeriden birilerini bulmaktır.
Türkiye’yi hizaya getirmek için direnişin merkezini oluşturan muhafazakâr toplumu içeriden vurmanın en kolay yolu işi yine muhafazakâr olarak etiketlenmiş fedailer eliyle yapmaktır. Öyle de yaptılar, uzun vadeli FETÖ projesinden bunun için de faydalanma yoluna gittiler.
Her oyunda hamle rakibin durumuna göre yapılır. Soğuk savaş döneminde Türkiye’ye kendi menfaatlerinin bölgedeki bekçiliğini yaptıran ABD bugün Orta Doğu’yu parsellemekte en büyük engel Türkiye’yi görüyor, bütün terör örgütleri ile müşterek operasyonlarını bu maksatla kullanıyor.
Bunu yaparken üzerlerinde hiçbir ahlaki sınır tanımıyor. Öyle rahatlar ki (çöküşleri de zaten bu rahatlıkları ve kibirleri yüzünden olacak) resmî ağızlardan “Erdoğan, yani Türkiye’nin politik duruşu, Washington’da sevilmiyor, çünkü bizimle çatışıyor, çelişkilerimizi yüzümüze vuruyor, dostumuz olmaya çalışmıyor. Oysa ondan daha otoriter liderler dostumuzmuş gibi poz yapmakta beis görmüyorlar” diyebiliyorlar.
Samanpazarı’nda başlayan FETÖ operasyonunu bugünlere getirip 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da saldırıları farklı alanlara yayıyorlar.
Algı inşa etmek, düşünceyi manipüle etmek gibi konularda uzman olan ABD, İslam ve terör gibi iki zıt kelimeyi yan yana getirebiliyor. Afganistan savaşında Rusya’yı yenmek için kullandığı en önemli insan malzemesini savaş bitince iç savaş çıkartarak Afganistan’ı parçalamak için kullandı. Yaşadıklarımız, aynı senaryonun Türkiye’de uygulanması için denemelerdir.
Bu mücadelenin ağırlığı ancak topyekûn bir seferberlik ile kaldırılabilir ve sadece hukuk mücadelesi bu ağırlığı kaldıramaz mutlaka Diyanet kadrolarından inanç temelli bir hamle gerekir.
Uzun soluklu bir mücadele olsa da birçok değerin tehdit altında olduğu bir sosyal yapıda yeni hayal kırıklıkları yaşamamak için her sosyal kurum bu seferberlikte sorumluluğunun gereğini yerine getirmelidir.
.
Anadolu Zelzelesi" ve "15 Temmuz"
29 Aralık 2016 02:00
Dünyanın büyük depremleri arasında sayılan 1939 Erzincan depremi kayıtlara “Anadolu Zelzelesi” olarak yer alır. 26-27 Aralık 1939 tarihinde Erzincan’da oluşan, Kelkit vadisi boyunca Amasya’ya kadar bütün Anadolu’yu sarsan 7,2 şiddetli depremde toplam 32.962 kişi hayatını kaybetmiş, 100 bin kişi yaralanmış, deprem alanında yaklaşık 116 bin bina yıkılmış depremin merkezi Erzincan’da ise istasyon gar binası ile birkaç askerî bina dışında şehir göçmüştü.
Yeni Erzincan’ın kurulması, konutlar, kamu binaları, okullar, hastaneler, camiler akla gelen tüm fiziki ihtiyaçların karşılanması yıllar sürdü. Ama daha zor olanı hayatta kalanların tüm maddi ve manevi kayıplarından sonra yeniden yaşamak için verdikleri mücadele olmuştur.
Depremzedeler üzerlerinde ve ruhlarındaki hasarı bütün hayatları boyunca taşıdılar, korkuları hayatlarını yönetti, tek tesellileri depremde kaybettikleri yakınlarının isimlerini çocuklarına, yıkılanların isimlerini de yeni cadde, sokak, cami ve hatıra çeşmelere vermek oldu. Ruhlardaki yaraların kapanması bütün bir neslin hayatı boyunca devam etti.
15 Temmuz FETÖ darbe girişimi de bütün memleketi derinden sarsan bir “Anadolu Zelzelesi”dir. Hayatı etkilenmeyen kimse kalmadı. Bazıları darbenin faili, bazıları mağduru oldu. Bazı ailelerde parçalanmalar, sarsılan komşuluklar, iş arkadaşlığı darbe gecesi yaşananlar hepimizi derinden sarsan bir zelzeleydi.
Darbeye bulaşanlar, destek verenler, örgüt üyeliği yapanlar hakkında bildiğimiz adli ve hukuki işlemler hâlen devam etmekte ama açtığı sosyal tahribatın boyutları yeni açığa çıkmaktadır.
Darbecilerin hain kıyımlarına yakından tanık olanlar, depremden enkaz altından çıkanlar gibi üzerlerindeki derin tahribatı atmak için psikolojik desteğe ihtiyaç duyuyor.
Psikolojik desteğe ihtiyaç duyanların başında darbe girişimi gecesini bizzat yaşayanlar geliyor. Psikolojik destek alanlardan “İlk başta her şey normal gidiyordu, fazla tedirgin olmadım ama şimdi uçakların uçuşundan tedirgin olmaya başladım. Gece uyuyamıyorum, kâbuslar görüyorum, sürekli bomba sesleri geliyor bir yerlerin bombalandığını duyuyorum” diyenlere rastlanıyor.
Bu sarsıntı bana bütün ailesini 1939 depreminde enkaz altında bırakan büyükannemi hatırlatıyor. Günlük elbiseleri ile yatar, oda kapılarını sürekli açık tutar yastığının altında küçük bir el fenerini hep hazır bulundururdu...
15 Temmuz enkazının altında kalanlardan bildiğiniz hasarlı gruplar içinde, terör örgütünün sebep olduğu ÖSYM ve KPSS haksızlıklarından mağdur olanlar, örgüte bulaşanlarla iş ortaklığı yapanlar, inanarak veya aldatılarak mali yardımda bulunanlar, etiketlenmekten korkanlar yer alıyor.
En büyük hasarlılar ise kutsalını kaybedenler ve aldatılmış olmayı hazmedemeyenler.
Şimdilik siyasetçi ve hukukçular darbe teşebbüsünün sebep ve sonuçları üzerinde çalışadursunlar. New York Times’ın “Türkiye’de insanları Nobel ödülü de, Ankara katliamı da birleştiremedi” iftirasına inat, toplumsal bir incinme tarafından kuşatılmaya, toplumun ajite edilmesine, bilinçaltına atıp üzerine yatmaya hiç niyetimiz yok. Pensilvanya merkezli bu depremin ruhlar üzerindeki tahribatının tedavisi siyaseti aşar. Asıl sorumluluk ilahiyatçılar, Diyanet İşleri, tarihçi, psikolog ve sosyologlara düşüyor...
“Biz bırakırsak arkada kimse sağ kalmaz!”
1 Ocak 2017 02:00
ABD ve NATO kendi ittifakının ruhuna ihanet etmektedir.
Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin güçlenmesinden huysuzluk etmeyi bırakıp etrafımızı kan gölüne çeviren kendi günahlarına bakmalıdır.
Önceki gün El-Bab’da DEAŞ’ın birliklerimize yaptığı ve büyük hezimeti ile sonuçlanan saldırısı sosyal medyada şöyle yer almıştı:
“Bugün saat 18.00 gibi DEAŞ militanları özel görev kuvvetinin olduğu yere tüm gücüye saldırmış. Öyle sızma filan değil, BMP’lerle, zırhlı araçlarla, canlı bombalarla resmen katliam yapmaya gelmişler.
Yaya, canlı bombaları, bombalı ve zırhlı araçları sayamadık bile dedi tabur komutanı. İlk başta bizimkiler şaşkınlık yaşayıp pozisyon almaya çalışmışlar. Sonra iki M-60 tankı mevzisinden fırlamış atış yapmaya başlamış. Çıkar çıkmaz TOW isabeti almış, vurulmuş olmalarına rağmen atışa devam etmişler. Tüm araçları ve hedefleri kimi görürlerse vurmaya başlamışlar. Ardından ikinci TOW ile vurulmuşlar. Tabur komutanı tankı tahliye et emri vermiş.
Teğmen, 'Biz bırakırsak arkada kimse sağ kalmaz' demiş. Tanktan çıkmamışlar, ateş kontrol sistemleriyle atışa devam etmişler. Üçüncü TOW ile vurulduktan sonra bile atışa devam etmişler. Son isabetten sonra tankta atış imkânı kalmadığından mürettebatın tamamını yaralı olarak tahliye etmişler. Bu arada diğer tank yanaşıp atışa devam etmiş, onu da vurmuşlar. Bu sefer tank komutanı astsubay çavuş 'ben de çıkmıyorum' demiş, yaralı olarak atışa devam etmişler. Nihayetinde ikinci defa onu da vurmuşlar.
Tabur komutanı ‘manzarayı görmeliydiniz, onlarca bombalı araç, zırhlı araç, canlı bombalar iki tank ile bu kahramanlar sayesinde imha edildi. Bir tane bile sağ kalan olmadı, yüzden fazla terörist önümüzdeki düzlükte cansız yatıyor...”
Bütün bunlar olurken, Suriye savaşı Suriye’nin savaşı olmaktan çıkıp Türkiye ile Batı’nın hesaplaşmasına dönerken, bütün bölgeyi ateşe verecek duruma geldi.
Müttefikine karşı teröre bu kadar açık destek veren ABD’nin Büyükelçisi “Biz yapmadık, silah vermedik” yalanlarına devam ederken helikopterlerle uçaklarla terör örgütlerine silah vermeye devam ediyorlar.
El-Bab’da tanklarımızı yukarıdaki çatışmada beş defa vuran ABD yapımı tanksavar füzesi, tüpten fırlatılan, optik olarak hedefe gönderilen, her türlü zırhı delip geçebilen, Batı ülkeleri arasında en çok kullanılan TOW silahı bu çapulcuların eline nereden geçti?
Suriye ABD ve Batılı müttefiklerinin umurunda bile değil. Bu savaş Türkiye’ye karşı yapılıyor. Suriye’yi parçalama maskesi altında Türkiye ve İslam Dünyası parçalanmaya zorlanıyor.
ABD ve Batı, Türkiye kuşatması ile dünyayı iki keskin kampa ayrılmaya zorluyor.
Türkiye’nin kendisini doğrudan vuran bu ABD ve BATI politikalarının karşısında daha radikal tercihlere başvurması zorunlu hâl alıyor.
Üç defa TOW mermisi yemiş bir tankı yaralı hâlde terk etmeyip “Biz bırakırsak arkada kimse sağ kalmaz” diyen bir sevdayı karşısına alanların parçalanacağı bir döneme giriyoruz. Terör örgütlerinin kuyruğuna takılan ABD’yi ise günahları yıkacak ve geriye bir şey kalmayacak.
Yüz yıllık oyunun sonu
5 Ocak 2017 02:00
Osmanlının çekilmesinden sonra emperyalist güçler Orta Doğu Halkını etnik, mezhep, kültür, siyasi ve ideolojik olarak böldüler. “Ümmet” şuurunu yok edip birbirlerine düşman ettiler.
Bugün aynı senaryo yeniden medeniyet iddialarına sahip çıkan Türkiye üzerinde uygulanmaktadır.
Emperyal güçler tarafından kurulan, eğitilen, silah ve lojistik olarak desteklenip finanse edilen PKK, FETÖ, DEAŞ, YPG ve PYD tarafından son iki yılda Türkiye’de gerçekleştirilen 34 terörist saldırıda 800 kişi hayatını kaybetti, binlerce kişi de yaralandı.
Bazı büyük gazetelerin küçük yazarları ve sosyal medya sülüklerinin, olaylar üzerinden Türkiye’yi karıştırmak, milleti birbirine düşürmek isteyen taşeron örgütlerce tezgâhlanan bu olayları iktidarın siyaset yetersizliği ve dış düşman tanımlamasını da hayalcilik olarak değerlendirmesi saldırının içerideki ayağını ortaya koymaktadır.
2015 yılında ABD’deki bir TV kanalında canlı yayın konuğu olan CIA eski yetkilisi Michael Scheuer Orta Doğu üzerindeki operasyonlarda terör örgütlerini nasıl ve niçin kullandıklarını açık ilan ederken “Amerika olarak ne biz ne de Batılı güçler oralara kendi askerimizi göndermek istemiyoruz. Bunun yerine Sünnileri ve Şiileri birbirleriyle kanları kururcasına savaştırmak istiyoruz. Bu fikre Sayın Obama, Sayın Cameron ve çoğu Batılı liderlerin hayran kalacakları görünüyor... Şu an en büyük ümidimiz Sünniler ile Şiiler arasında bir savaştır” diyordu. Nitekim Türkiye’ye karşı terör örgütleri tarafından yapılan saldırılar CIA operasyonudur ve CIA, iç savaşları kendi giderek yapmaz, içerideki hainleri kullanır.
Bazılarının eline silah bazılarına da kalem verir.
Saldırıların arka planı bu kadar net olarak ortadayken “ABD ve AB’nin Türkiye ile ne derdi olabilir ki? Bir köprü, beş havaalanı, 15 hastane, bilmem kaç bin kilometre otoyol yaptın diye mi önünü kesmeye çalışıyorlar?” diyenler ülkenin maruz kaldığı tehdidi yok sayarak kime hizmet etmektedir?
ABD ve AB’nin Türkiye'nin bölgesinde yükselmesinden rahatsız olması için yeterince sebep var.
Batı'nın derdi güçlü Türkiye değil yönetebileceği bir ülke olarak kalmasıdır. Türkiye’yi küçük bir sömürge ülkesi çapına düşürecek oyunlarının bozulması onları saldırganlaştırdı.
Türkiye, Batının en büyük projesi olan İslam’ın, Yahudilik ve Hıristiyanlık değerleriyle karıştırılıp Peygambersiz bir din hâline getirilmesi oyununu bozdu ve FETÖ’yü hurdaya çıkardı.
IMF’ye olan borcunu kapatarak, kendilerine borçlu ve avuç açan ülke konumundan çıkardı.
Diyorlar ki: “Yol, köprü, baraj, hava alanı yapmamalıydı... Kendi silahını yapmamalı savunma sanayiinde Batı’ya muhtaç kalmalı, dikleşmemeli, uşaklık yapmalıydı...
İstanbul’a üçüncü havalimanını yapmamalı, deniz altından kıtalararası tüneller açmamalı, yollar tek şeritte kalmalıydı...
İnsanlar gecekondularda oturmalı, mutsuz ve sefil yaşamalıydı...
Milyonlarca mülteciye kapılarını kapatıp varil bombaları altında, açık denizlerde telef olmasına gözlerini ve vicdanını kapatmalıydı...
Bölgesinde güçlenmemeli, kendi içine kapanmalı, iç sorunlarıyla uğraşan, yüzünü çevirip etrafına bakamayan bir Türkiye olarak kalmalıydı...
ABD ve Batı ile aynı değerleri paylaşıyormuş gibi yapmalı asla çatışmamalı, kepazeliklerini yüzlerine vurmamalı, dost olmasa da dostlarıymış gibi rol yapmalı, onlara hayal kırıklığı yaşatmamalıydı...”
Ne derler; “Alışmış kudurmuştan beterdir” alışmışlar bir kere.
Yüz yıldır bölgeye kan kusturan açgözlü ve işgalci Batı’nın tetiklediği saldırılar ile her türlüsünü denediği kargaşa çıkarma hamleleri hepimize acı veriyor ama büyük ülke olmak kolay değil.
.
Mecliste sıcak günler
8 Ocak 2017 02:00
Cumhurbaşkanlığı sistemine ilişkin anayasa değişiklik teklifinin Meclis Genel Kurulunda görüşmeleri bugün başlıyor. CHP’nin korkuları yüzünden her madde için usul tartışması çıkararak görüşmeleri tıkama stratejisi izlemesi bekleniyor.
Başkanlık sistemine itirazlar yeni değil. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yıllar önce kendisine sorulan “Tek adamlık tehlikesi ortaya çıkmıyor mu?” sorusuna “Bugün denetim yok, neden? Hükûmet koalisyonda olsa tek parti de olsa Meclis’e hâkim oluyor. İstersem Meclis'ten hiçbir araştırmayı çok rahatlıkla geçirtmeyebilirim. Hâlbuki başkanlık sisteminde kesin olarak kuvvetler ayrımı var. Amerikalılar buna 'Check and balance' diyorlar. Yani karşılıklı denge var... İcra olarak Cumhurbaşkanının kuvveti vardır buna mukabil Meclis'inde yetkileri var” diyerek tereddütleri yok edecek bir cevap vermişti.
Umudumuz Meclis görüşmelerinin gereksiz tartışmalar ve gerilimlerle siyasi bir kargaşaya sürüklenmeden tamamlanmasıdır.
Bunun muhtemel bedelinin ne olduğunu geçmişte yaşadık.
İçeriden ve dışarıdan maruz kaldığımız büyük saldırıyı çözecek irade Meclis'tir. Bunu çalışamaz hâle getirmek sorunları 12 Eylül tecrübesi gibi sokağa taşır ve böyle bir sorumsuzluk Türkiye'nin yönetilemez hâle getirilmesi ve sivil yönetime müdahale edilmesi iştahını kabartır.
1977 seçimleri ile çok partili ortaya çıkan zayıf koalisyon hükûmetleri demokrasiyi temsil değil ihtilale kurban etme lekesini taşımıştı.
Koalisyon ve azınlık hükûmetleri ile başlayan siyasi istikrarsızlık Nisan 1980 ayında başlayan Cumhurbaşkanlığı krizi ile tavan yapmıştı.
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresinin dolmasının ardından partiler bir isim üzerinde uzlaşamayınca eylül ayına kadar 300’den fazla tur yapılmış ama Meclis, Cumhurbaşkanını seçememişti.
Meclis'teki siyasi istikrarsızlık ve çekişmeler topluma da yansıdı ve çatışmayı körükledi. Kabaran nefret sokakları, üniversiteleri, kahvehaneleri çatışmaların merkezi hâline getirdi.
1980 öncesi dönem Türkiye’sinde birçok katliam ve siyasi suikast yaşandı. Siyasetteki gerilim toplumda da giderek arttı ve nihayetinde yaşanan 1 Mayıs Taksim Katliamı, ardından 1978 Sivas ve Maraş Olayları 12 Eylül’e giden yolu açtı. Olayları durdurmak için ilan edilen sıkıyönetim de olayları durduramadı ve 12 Eylül 1980 tarihinde Orgeneral Kenan Evren ve komuta kademesinin ülke yönetimine el koyması ile senaryo tamamlandı...
Dönemin CIA Türkiye Masası Şefi Paul Henze askerî müdahale haberini ulaştıran diplomatın “ Bizim çocuklar işi bitirdi” şeklinde konuşması darbe içinde ABD’nin rolünü ortaya dökmüştü. 11 Eylül akşamına kadar akan kanın ertesi günü durması olayların darbe için tezgâhlandığı sorusunu akla getirmişti.
Nitekim uzunca bir zaman sonra Süleyman Demirel Kenan Evren’e “kanın üzerinde oturuyorsun” diyerek bu soruya cevap verdi.
Cumhurbaşkanı seçimi bunalımının darbeye zemin hazırladığı İngiliz Büyükelçiliğinin raporlarında da yer almış, özellikle Orgeneral Kenan Evren’in katıldığı NATO toplantısından sonra yaptığı açıklamada; Brüksel’de kendisine sürekli Cumhurbaşkanının ne zaman seçileceğinin sorulduğunu, kendisinin tatmin edici bir cevap veremediğini belirterek “Bu can sıkıcı bir durum” olduğunu belirtmiştir.
Kenan Evren de bu sorunu darbe yaparak çözmüştü(!)
Bugün terör, suikast ve akla gelen her tür saldırılarla Türkiye’nin yaşanmaz ve yönetilemez hâle getirilerek sivil yönetime müdahale edilmesinin kapısı bu defa Meclis'ten açılmak istenecektir. Çünkü millet topyekûn terör ve bölücülüğe karşı tavrını koymuş halkta infial uyandırma teşebbüsleri karşılık bulmamıştır.
Demokrasiyi savunanların tehdit ve baskı ile kabul ettirilmiş, meşruiyetini kaybetmiş 1982 Darbe Anayasasını savunmaları halkın iradesini vesayet rejimine kurban etmektir...
.
Davut ve Câlut
12 Ocak 2017 02:00
Gerçek şu ki; emperyalist güçlerle ilan edilmemiş post-modern bir savaş hâlindeyiz. Bu savaşta “Haçlı Ordusu” PKK, DEAŞ, DHKP-C, FETÖ’cüler ve onların destek gücü olan Hıristiyan Batı’nın devşirmeleri, yerli ve millî olmayan sözde aydınlardan oluşmaktadır.
Bağdaştırılmış tek bir dünya dini-tek bir başkent ve tek bir para biriminin geçerli olduğu İmparatorluğunu kurmak isteyenler dünyayı dönüştürme savaşını sadece tanklar, toplar, uçaklarla yürütmüyor.
Bu küresel saldırı, dini dönüştürme, tek merkez bankası, bilinçaltı operasyonları, büyük ahlaki çöküntü, asimetrik savaşlar ve genleri ile oynanmış gıdalar ile yürütülüyor.
Batı tarafından son yüzyıl görünürde müttefik muamelesi gören gerçekte ise ölümüne sömürülen doğu medeniyeti, Afrika ve Asya ülkeleri bir daha ayağa kalkamayacak bir yokluğa itiliyor. Her ne kadar gelişmeler küresel simsarların iştahını kabartsa da eğer tarih tekerrürden ibaretse "emperyal devler"i büyük bir hayal kırıklığı bekliyor.
İngiltere doğumlu Kanadalı gazeteci-yazar Malcolm Gladwell tarihte sözü edilen meşhur Davut ve Calut (Golyat) kıssasından hareketle sıradan insanlarla devlerin kadim mücadelesi hakkında bir kitap yazdı.
Gladwell “Dev” ile kastedilenin; ordular, kudretli savaşçılar ve her türden güçlü rakipler olduğunu vurgulayarak “Devler aslında göründükleri kadar heybetli değiller. Onları güçlü gösteren özellikleri aslında zayıflıklarının da kaynağıdır. Öte yandan bu güç dengesizliği devle savaşan ve kaybetmesi beklenen kişiyi değiştirebilir ve onlara yeni kapılar açabilir” demektedir.
Önce Davut ve Câlut hikâyesini hatırlayıp sonra bu devlerin zayıf “Aşil tendonu”na bakalım.
Musa aleyhisselâmdan sonra zaman geçtikçe kavmi dinin hükümlerini değiştirip kendi heva ve hevesleri peşinde azgınlaşınca Allahü teala üzerlerine Mısır’la Şam arasında hüküm süren güçlü Amalika kavmi ve hükümdarları Câlut’u musallat etti.
Câlut onları vatanlarından sürüp evsiz, malsız ve vatansız bıraktı. Perişan olan kavim kendilerine kudretli ve dirayetli bir hükümdar arayışına düştüler sonunda kendilerine hükümdar olan Tâlut memleket işlerini ve orduyu düzene koyup cihat için askeriyle Câlut’un üzerine yürüdü.
Tâlut’un ordusunda er olarak savaşa katılan on sekiz yaşında ismi Dâvud olan bir yiğit vardı. Zamanın harp usulüne gör Câlut karşısında savaşacak bir er diledi. Câlut’un iri vücudu ve heybeti karşısında herkes durunca Davut aleyhisselam belinde sapanı, sırtında torbası ve elindeki asasıyla ortaya çıktı.
Kuvvetli bir rüzgâr ile başındaki tolgası düşen Câlut “Ey hakir, benimle nasıl cenk edersin, savaşmaya kılıcın bile yok, taşına karşı kalkana ne lüzum var” dedi. Davut aleyhisselamın tekbir getirerek attığı sapan taşı alnına isabet eden Calut atından düşerek öldü. Amalika ordusunun mağlup olup dağılması böyle başladı.”
Bu durumda tarihten çıkarılması gereken ders şudur, devletler gelişmiş olsa bile onun sınırlarını zorlamaya sebep olacak bir “dürtü” her zaman bulunur. Bu dürtü muhtemelen kısa vadede başta ABD halkı olmak üzere, topyekûn insanlığın bir uyanış göstermesidir.
Malcolm Gladwell sonuçta bir Kanada vatandaşı masanın öbür tarafından 'Dev’in mağlubiyetini Davut aleyhisselamın kavgada kuralları değiştirdiğini Calut’un fark etmemesine bağlasa da sonunda Davut’un cesaret ve inançtan güç alarak Câlut’u yendiğini itiraf etmek zorunda kalıyor.
Doğrusu da budur.
Kibir ve hantallık Batı’nın zayıf yanıdır. Mağdur ve mazlum Doğu medeniyeti’nin gücü ise tarihî Bağdat katliamında genç Âlim Kadıhan’ın, Hülagu’nun “Söyle bakalım, beni buraya getiren güç nedir?” sorusuna verdiği cevapta saklı:
“Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Nimetin kıymetini bilemedik, esas gayemizi unutup makam, mevki, mal, mülk peşine düşüp zevk ve sefaya daldık. Cenab-ı Hak da verdiği nimeti almak için seni gönderdi... Eğer kısa zamanda toparlanıp benliğimize dönüp, zevk ve sefadan, zulüm ve israftan vazgeçersek sen burada duramazsın..
.
Vesayet bekçiliği sadakat değildir
15 Ocak 2017 02:00
Kim söylemişse “Hiç kimse değişime karşı değildir yeter ki ucu kendisine dokunmasın” diye CHP için söylemiş.
Anayasa değişiklik tekliflerinin görüşmelerinde iyi gözlemlendiğinde CHP içinden de söylenen satır aralarında ciddi sözler var. İlki “Referanduma gidilse de gidilmese de erken seçim var” diyen CHP Grup Başkan Vekili Engin Altay’dan geldi. Ardından bir başka CHP’li Grup Başkan Vekili Özgür Özel “Şu anda Genel Başkan adına konuşuyorum. Erken seçim için hodri meydan diyoruz. Rejim değişikliği olacağına erken seçime evet” ifadelerini kullandı.
Belli ki CHP erken bir seçimi rejimden ziyade kendisi için tehdit olarak gördüğü anayasa değişikliğine karşı sığınacak bir liman olarak görüyor ve görüşme aralarında “Erken seçim” dillendiriliyor.
Eski Genel Başkanları Deniz Baykal da konuşmasında anayasa değişiklik teklifini “Türkiye’nin asırlık medeniyet tercihini değiştirmeye yönelik” bir hamle olarak tanımladı.
CHP’nin rahatsızlığı sadakat ile statükoculuğu karıştırıyor olması.
Erken seçimi de şimdiden patırtı gürültü ile durduramadığı değişim rüzgârını durdurmak için bir rövanş fırsatı olarak görüyor.
Her seçim CHP’nin kaybı rakiplerinin kazancıdır.
Mevcut siyaset şablonunda ısrarın, Türkiye’yi hep ayakta kalma mücadelesi veren kararsız ülke olarak bloke edeceğini biliyor. Bunun neması olarak da belki doğacak siyasi irade zaafı ve koalisyonlarda yer alarak bürokratik vesayetçi tabanını mutlu etmeyi umuyor.
AK Parti’nin muhtemel yol haritası içinde henüz erken seçim konuşulmadı.
15 Temmuz darbe teşebbüsü ve örtülü darbe teşebbüslerine karşı demokrasiyi koruma mücadelesinin hakemi millettir. Seçimler ise milletin hakemliğine başvurudur.
Değişen Türkiye’nin siyaset organizasyonları ve hukuk dinamiklerinin de yerinde durması düşünülemez. Bu siyaset altyapısı Türkiye’nin geçmiş yüzyıl şartlarına göre tasarlandı. Etrafımızdaki değişen çember ve içimizdeki hayatın dinamikleri değişimi zorlarken bu fırtınayı yüzyıllık yapı ile durdurmaya çalışmak anlaşılır değildir.
Kadim medeniyet dinamikleri yüz yıl önce Baykal’ın sadakat ilan ettiği asırlık medeniyet tercihi için terk edilirken asrilik ve yenileşme adına buna rıza gösteren hatta değişimin aktörlüğünü yapan CHP’nin ayak diretmesi; taşıdığını iddia ettiği yenilikçilik ve modernite ile bağdaşmıyor. Geçmişin bütün tecrübeleri bu direnmenin CHP’yi de geri götürdüğünü CHP kadrolarının anlaması gerekir.
Seçilmiş Cumhurbaşkanının aktif bir rol almasına itiraz ederken yapması gereken şey geçmişi ile yüzleşmesidir.
Geçmişte anayasa değişikliği tartışmalarında “Anayasanın özüne dokundurtmayız” diyen Baykal’a bir eleştiri de “5 generalin yaptığı anayasayı savunmak sana mı kaldı?” diyerek yılların CHP’lisi Tarhan Erdem’den gelmişti.
Burada trajik olan şu ki, çok partili hayata geçilmeden önce 40’lı yıllarda valiler, aynı zamanda bulundukları ilin CHP il başkanıydı.
Çok partili hayata geçip DP iktidar olunca valilerin geçmişten gelen CHP’li kimliği nedeniyle iktidar ve bürokrasi arasında başlayan çatışma uzun yıllar sürdü.
Geleneğinde, il valisinden parti başkanı bulunan, bugün de 'Partili Cumhurbaşkanı’na 'rejim değişikliği' diye karşı çıkan CHP’nin önleme ve engelleme üzerine kurgulanmış karşı duruşu sele karşı çıkmak gibi boşa gayret. Hem kendini yoruyor hem seçmeni.
.
Müfredat sorunu ve akademik enflasyon
19 Ocak 2017 02:00
Eğitim sistemimizin, gelecek için bu şekliyle yeterli hizmeti veremeyeceği endişesinden hareketle eğitimde müfredat değişimine gidiliyor.
Öncelikle ‘neye ihtiyacımız var'ı tespit ile başlayacak değişim sürecinde ders kitapları ve konuları ile ilgili olarak herkesten, öğretmenler, veliler, eğitim konusunda söyleyecek sözüm var diyen herkes görüş ve önerilerini sunabilecek.
Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz yıl TÜRGEV’in genel kurulunda “Yeni dönemi; okul yapmaktan ziyade okul müfredatının içeriğine yoğunlaşma dönemi olarak ilan ettik. Maddi ve manevi eğitim konusunda çok eksiklikleri olan, rüzgârın önünde yapraklar gibi savrulan gençlerimiz var. Dinimizi istismar eden terör örgütlerinin ağına düşen, terör örgütlerinin elinde dağlara düşen, uyuşturucu, kumar bağımlılığı sorunu yaşayan gençlerimiz var. İhmalimizden dolayı bu tür felaketlere sürüklenen gençlerimiz varsa işimizi iyi yapmıyoruz demektir” ifadeleriyle önceliğe işaret etmişti.
Bu madalyonun bir yüzü...
Öte yandan geçtiğimiz yıl lise ve akademi öğrencileriyle bir araya geldiğim konferanslardaki tecrübelerimden öğrendim ki, veli, öğrenci ve öğretmenler herkes kendilerini geleceğe taşıyacak olan yegâne araç olarak sınavlardaki puanları görüyor.
İddiam şudur ki; bütün çocuklar inanılmaz yeteneklere sahiptir ve bizler onları harcıyoruz, hem de acımasızca. Şu anda bizim eğitim sistemimiz güya kamu idaresi ve özel sektörün iş gücü ihtiyacı ve akademik yetenekler göz önünde bulundurularak planlanıyor.
Bu pek inandırıcı değil, sistem tam bir kıyma makinesi! Sadece 40 binin üzerinde gıda mühendisi sosyal medya üzerinden aldıkları eğitime uygun iş peşinde koşuyor.
Bunların çoğu başkalarının veya kamunun kurduğu iş yerlerinde iş bulma derdinde ama çok azı kendi iş yerlerini kurmayı hayal edebiliyor.
Her meslekten yeni mezun sayısı o iş kolunda ihtiyaç duyulandan çok fazla. Böylece her yıl istihdam ettiğimizden çok daha fazla akademi mezunu öğrenci işsiz mezunların üzerine ekleniyor.
İhmal edildiklerine inanan diplomalı genç bir nüfus aileler ve ülke için diplomasız kalanlardan daha ciddi bir sorundur.
Tekstil mühendisliği okuyup zabıta olan, veterinerlik okuyup gardiyan olan insanların olduğu bu ülkede, mezunlarının bu durumu üniversiteleri rahatsız etmiyor mu?
Lisans derecelerinin bile pek kıymeti kalmadı değil mi?
Bu bir akademik enflasyon süreci ve demek oluyor ki bütün eğitim sistemi ayaklarımızın altından kayıp gitmekte ve sorun sadece müfredatı oynatmakla çözülecek gibi değil.
Soruna daha yukarıdan bakmaya ihtiyacımız var.
Çocuklarımızı etiketlerken kullandığımız temel prensiplerimizin neyin üzerinde durduğunu yeniden düşünmeliyiz.
Bazı insanlar, genel olarak başarıda zirveye çıkmanın ancak sıra dışı zekâ ve puanlara sahip olmakla mümkün olduğunu hâlâ düşünüyor. Fakat Prof. Lewis Terman’ın 50 yıllık bir zaman içinde sonuçlanan araştırması böyle olmadığını gösterdi ki "Normal zekâlı çocuklarda dâhiler grubu kadar ilgi çekici başarılar elde edebilir. Bunu belirleyen kendimizi içinde bulduğumuz şartlardır. Günlük hayatın rutinine uymaları için, bir araya gelerek sahadaki insandan bir şeyler öğrenmesi konusunda onlara fırsat verilmeli” diyor.
Prof. Ülke Deniz Arıboğan, sorunu daha net tanımlamış. "Bence öğrenciler biraz daha az matematik veya fizik bilebilir, ama önemli ve çok kritik bir başarıyı kazandırmayı kaçırıyoruz. Bu da, hayallerine ulaşmak için yeteneklerini-diplomalarını nasıl kullanacaklardır” diye soruna dikkat çekmişti.
Eğitim kurumlarına düşen sorumluluk çocukları kendilerini ifade edebilecekleri, hayatta karşılığı olan uygun şartlara hazırlamaktır. Öğretmenler, veliler, eğitim konusunda görüşüm var diyen herkes, eğitim kurumları ve çocuklarımızı günlük hayatın rutinleri ile yüzleştirdiğimizde aldıkları eğitim bu dünyada bir değer ifade edecektir.
.
El-Bab nere, Erzincan nere?
22 Ocak 2017 02:00
Suriye savaşı tarihte bildiğimiz bütün cephe savaşlarının seyrini taşeron mikro ordularla değiştirdiği gibi orduların insan kaynağı temini, saldıranların saldırma sebeplerini, savunanların ise savunma gerekçelerini altüst etti.
Suriye savaşının önemli aktörü DEAŞ için savaşanların 30 bini bulan militan güruhu İngiltere ve Fransa başta olmak üzere yetmiş iki milletten müteşekkil. Bunların Suriye ile doğrudan taraf veya muhalif olmalarını gerektiren sebep yokken çoğu para için savaşan toplama lejyoner. "Hilafet" iddiaları ise hiçbir sağlam dinî kaynak üzerine oturmayan koca bir yalandan ibarettir.
Bu hayret verici saldırgan yapının karşısında savunma durumunda kalan Suriyeli çoğunluk sivil halkın vatanlarını koruma adına sadece dışarıdan gelen yardımlara sığınmaları ve düştükleri mülteci durumu ise daha hayret vericidir. Adından ibaret "İslam Birliği Teşkilatı"nın suskunluğuna mukabil bütün yük Türkiye’nin omuzlarına binmiş durumda.
Bir taraftan ardı arkası kesilmeyen mültecilerin katliamdan korunması, barınması, insani ihtiyaçlarının karşılanması, diğer yandan savaş sonrası pozisyonu güçlendirmek için sınırdaki güvenli bölge oluşturma için operasyonların yüksek mali ve insani kayıplarının karşılanması öte yandan mültecilerin arasındaki anarşist sızmalarının önlenmesi gibi çok yönlü bir mücadele içindeyiz.
Çoğu defa bu tabloya karşı dilimizin ucuna gelip söylenmeyen şey açık mülteci durumundaki milyonların misafir konumundan çıkıp kendi vatanlarını korumak için bir organizasyon içine girmemeleridir.
Bayır-Bucak Türkmenlerinin şehitler Tümeni Komutanı Halit Şireki sonunda bu gerçeği Osmaniye Gazeteciler Cemiyetindeki konuşmasında sesli olarak ortaya döktü.
Şireki “Allah, Türk devletinden razı olsun ki, bizim kadınlarımıza, çocuklarımıza ve yaşlılarımıza sahip çıktı. Ancak ben 17 ila 45 yaş arasındaki Suriyelilerin burada yaşamasından yana değilim. Türkiye bunları sınır dışı etsin, gelip toprakları için savaşsınlar... 17 yaşında evlenmesini bilen savaşmasını da bilir. Suriye milletine buradan tekrar sesleniyorum. Gelsinler toprakları için savaşsınlar, bize Türkiye’de veya başka ülkelerde yaşamak yakışmaz. Bize oturmak, gezmek yakışmaz. Bize toprağımız için savaşmak ve şehit olmak yakışır” diye cephedeki Suriyelilerin beklentilerini ifade etti.
Bu teslimiyetçi durumu savaşın sarsıntısı ile açıklamak da zor.
Vatanın ne anlama geldiğini her vatansever bilir başkasının anlatmasına gerek yok.
1877 Osmanlı-Rus Harbinin Doğu cephesinde Rus ve Ermeni birlikleri Aziziye Tabyasına baskın yapıp askerimizi şehit ettiğinde Erzurum halkı ayaklanıp tabyayı basmıştı. 20 yaşındaki Nene Hatun da tabyalara koşan halkın içindeydi. Kendisine “kundakta çocuğun var sen kal” diyenlere “bebem anasız büyür ama vatansız büyümez” diyerek geri kalmadı. Adı Türk tarihine şerefle kazındı. Yiğitlikte şeref korkaklıkta ar vardır.
Katliam ve işgallere maruz kalan mazlumlara diplomasi yetmediğinde her türlü araçla yardım ve himaye için koşmak tarih boyu devletimizin âdeti, erliğimizin gereği olmuştur. Bugün de hem sınırımızdaki ateşin içeri sıçramaması hem de mazlum insanların vatanlarında tekrar güven içinde yaşayacakları bir koridor oluşturmak için sınırımızda cansiparane bir mücadele veriyoruz.
Karşılığında acı şehit haberleri her gün canımızı yakıyor. Sonuncusu ise çok trajik oldu. Başbakan Binali Yıldırım’ın yılbaşı akşamı bir araya gelip cepheden telefonla babasını arayıp “Hemşerim cephede oğlunla beraberiz” diye görüştüğü Erzincanlı hemşerisi Piyade Uzman Çavuş Selim Topal, El-Bab’ın Suflaniyah bölgesinde DEAŞ’ın bomba yüklü araçla yaptığı saldırıda şehit düştü. Balkan Harbinde, Yemen'de, Sina Çölü'nde, Kurtuluş Savaşında nice evlatlarını şehit vere vere nüfusumuzun 10 milyona düştüğü zamanda bile mülteci olmadık ama mülteci kabul ettik.
Bugün de düşene kucak açmaktan asla geri durmayız. Ancak, yiğit düştüğü yerden kalkar. Türkmen komutan, bu haklı feryadını Osmaniye’den değil mülteci kamplarından yapmalıdır. Onların kendi vatanlarını savunma gayreti yarın savaş bittiğinde yeni Suriye’deki yapılanmada nerede olacaklarını belirleyecektir.
.
Ya değiş, ya öl, başka yolu yok
26 Ocak 2017 02:00
Büyük bir TV imalatçısı fabrikanın yönetim kurulu başkanı yılı yüksek satışlarla kapatan fabrikanın müdürünü çağırarak “Bizi mahvettin, geleceğimizi kararttın, defol git..” deyince şaşkınlık içindeki müdür “Satışta en yüksek ciro ile rakiplerimizi geçtiğimiz için mi kovuluyorum?” der. Başkan iyice köpürmüş, “Hayır, rakiplerimiz artık renkli televizyon üretmeye başladı, altyapılarını ona göre kurdu biz ise hâlâ siyah beyaz üretmeye devam ediyoruz, son müşterileri de sen topladın. Seneye ne halt edeceğiz?” der.
Bu fıkra sanayi dünyasında “ya değiş, ya öl” kuralını anlatmak için sık kullanılır.
Aynı kural toplumsal değişimi fark edemeyen ya da değişen dünyadaki farklılığa kendi çapsızlıkları yüzünden yer bulamamaktan korkup değişime karşı çıkan siyasetçiler için de geçerlidir. Tabii bunlar sadece kendilerini değil arkalarına taktıkları kitleleri de ortada bırakıyorlar.
Dünya hızla değişirken bizdeki çoğu sivil toplum yapısı, sermaye ve sanayi işletmeleri, medya, bürokratik yapı ve siyaset yapısı değişimde zorlandı. Özellikle yerleşik medya, sermaye ve siyasetçiler direndi.
Sanayileşme ve iletişimin hızlı gelişimi son yarım asırda toplumu kırsal köylü niteliğinden sanayi toplumuna çevirirken bunu kabullenmeyip sanayi toplumuna köylü muamelesi yapanlar eriyip yok oluyor.
Son örnek anayasa değişikliği ile bu kurumların ortaya koyduğu tavırdır.
AK Parti’nin değişiklik karşısındaki tutumu Genel Başkan ve Başbakan Binali Yıldırım’ın AK Parti Genişletilmiş İl Divanı Toplantısında söylediği “Türkiye değişecek, siz de değişeceksiniz kardeşim başka yolu yok. Değişime ayak uyduramayan herkes yok olmaya mahkûmdur, biz de dâhil” sözleriyle özetlenebilir.
CHP de bu değişim sürecinin Türkiye’nin geleceği ile birlikte siyasi partilerin ve vesayet odaklarının da geleceği konusunda öneminin farkında. Ama eğer referandum sonucu “evet” çıkarsa bunun cumhuriyet döneminin ve daha önce kurulmuş olan medeniyet birikimlerini, kültürünü oluşturan ne kadar birikim varsa hepsini geriye götürecek bir değişim olacağını iddia ediyor.
Değişime her zaman karşı olan CHP kendi gelecek planlarını kurmayıp başkalarının planlarının parçası olarak kalmakta ısrar ediyor. Her değişim gibi anayasa değişikliğini de kendisi için tehdit olarak algılıyor.
Siyaseti her zaman Yargı, Asker Sivil bürokrasinin himayesinde yapmayı alışkanlık edindi.
Özellikle Merhum Menderes ve Turgut Özal dönemlerinde bu cephenin demokrasi, hukuk ve insan haklarını çiğnemesine karşı çıkmak yerine onlarla iş birliğine girmeyi tercih etti.
27 Mayıs darbesini yapanların yargılamalar için kurduğu Salim Başol Başkanlığındaki kurgu mahkemelerde, mahkeme heyetinin sanık savunmalarını bile dinlememesine, Adnan Menderes duruma itiraz edince Mahkeme Başkanı Salim Başol’un “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor…” diye hukuku, anayasayı, insan haklarını katletmesine seyirci kalmıştı.
Şimdi referandum sürecinde milletin tercihinin “evet” olması durumunu anayasa ihlali, cumhuriyet kazanımlarının tehlikeye düşmesi olarak görüyor. Sadece kendi pozisyonunu kaybetme korkusundan doğan bu hedef saptırma telaşı, milletin gözünden kaçmıyor.
Bu yaşananların özeti şudur;
Mevcut bürokratik ve hukuk yapısı Türkiye’yi taşımıyor. Cam fanusa hapsedilmiş büyümek için hareket ettikçe kendisini fanusun çeperine vuran sazan balığı gibi durmadan yara bere içinde kalıyoruz. Büyümenin yolunu açmak bu fanusu değiştirmekten geçer.
Referandum millete "Yeni Türkiye"nin yolunu açma fırsatı verecektir
.
Darbelerin faturasını kim öder?
29 Ocak 2017 02:00
27 Aralık 1979’da Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü” ismini taşıyan 5 imzalı bir mektup geldi. Mektup aslında iktidar ve siyaset kurumuna yönelik bir muhtıraydı.
Mektupta, devletin bekası, millî birliğin sağlanması, halkın can ve mal güvenliğinin sağlanması için anarşi ve teröre karşı anayasal kurumlar ve siyasi partilerin müştereken tedbir ve çare aramaları belirtilerek, kısır tutum ve davranışlar içindeki anayasal kuruluş ve siyasi partilerin bir kere daha uyarılması müştereken dile getiriliyordu.
Cumhurbaşkanı Korutürk bu mektubu 2 Ocak 1980 günü AP Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel ve CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e gönderdi.
Aynı gün gazeteler Ordunun Cumhurbaşkanı’na uyarı mektubu verdiğini manşetten duyurdu. Oysa uyarı daha önce gelmiş, Cumhurbaşkanı Korutürk’e TSK’nın görüşleri hayata geçmediği takdirde ordunun müdahale durumunda kalacağı söylenmişti.
Mehmet Ali Birand’ın “12 Eylül” kitabında belirttiğine göre Cumhurbaşkanı Org. Kenan Evren’e “Peki, ne yapmayı planlıyorsunuz?” diye sormuş, Evren de “Eğer bunlar doğru yolu bulmazsa, Meclisi feshetmek ve başka yöntem denemek gerekebilir. Bizim bu uyarıyı yapmaktan başka çaremiz yok” demişti.
Cumhurbaşkanlığı eski basın sözcüsü Ali Baransel’in anılarında anlattığına göre Komutanlar Korutürk’e “Bu işler böyle gitmiyor, siz yaşça ve kıdemce bizden büyüksünüz. Geniş tecrübe sahibisiniz, gelin başımıza geçin, Türkiye’yi içine düştüğü badireden kurtaralım” demişler. Ancak Korutürk “Askerî rejimle bunların halledilmesi mümkün olmayabilir. Dış kamuoyu Türkiye’yi güç durumda bırakabilir, yalnızlığa sürüklenebilirsiniz. Ama ihtilal yapmaya kararlıysanız ben bu işte yokum. İsterseniz şimdi istifa etmeye hazırım” demiş...
Cumhurbaşkanı Korutürk Demokrasi ve Anayasal rejim üzerindeki baskıyı istifa ederek kaldırmayı düşünmüş olmalı.
Korutürk’ün görev süresi nisanda dolup Köşk'ten ayrıldı yerine İhsan Sabri Çağlayangil vekâlet etti. Meclis Cumhurbaşkanını seçemedi ve 12 Eylül sabahı Org. Evren ve arkadaşları yönetime el koydu.
Aynı gün Demirel ve Ecevit arasında sürüp giden “Muhtıra sana verildi, bana verilmedi” tartışması da böylece sona erdi.
Bu darbe hikâyesinde tüm aktörlerin bir hikâyesi var.
7 yıllık Cumhurbaşkanlığı görev süresinde 8 hükûmet kurulan; görev süresi sona erdiğinde Anayasa uyarınca “tabii senatör” olarak Cumhuriyet senatosunda görev alan 6. Cumhurbaşkanı Fahri Sabit Korutürk’ün darbe sonrası Meclis feshedilince tabii senatörlük görevi de sona erdi.
Darbeyle başbakanlığı sona eren ve Hamzakoy’da gözetim altına alınan Süleyman Demirel 1983’te siyasi partilerin kurulmasına izin verilince “tapulu arazime gecekondu yaptırmam” diyerek başladığı siyaset kavgasına 17 Nisan 1993 günü 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal kalp yetmezliği sonucu vefat edince Cumhurbaşkanlığına aday oldu.
8 Mayıs günü TBMM’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini 16 Mayıs'ta Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı olarak tamamladı.
Peki, olan kime oldu?
12 Eylül öncesi anarşi ve terör olaylarında hayatını kaybedenlerin yanı sıra ortaya çıkan büyük ekonomik kayıplara darbe sonrası ortaya çıkanlar ve demokratik kurumların aldığı hasar eklendi ve ödemesi bugünlere kadar süren ağır bir faturayı karşımıza çıkardı.
Tartışmasız olarak bu faturayı millet ödedi.
Önümüzdeki referandumda belli aralıklarla Türkiye’nin önünü kesen "darbeseverler"e bu defa millet faturayı kesecek...
.
Eski vurgun hikâyeleri
2 Şubat 2017 02:00
9 Şubat 2001 Pazartesi günü devam eden MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakan Ecevit’in Devlet Denetleme Kurulu’nun çalışmalarını eleştiren sözlerinden rahatsız olduğunu söyleyince Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan araya girip “O Anayasayı bir de biz görelim...” deyince ipler koptu.
Sinirlenen Cumhurbaşkanı Sezer elinde tuttuğu anayasa kitapçığını Ecevit ve Özkan’a doğru fırlattı.
Bunun üzerinde önce Ecevit ardından Mesut Yılmaz toplantıyı terk ettiler. Hüsamettin Özkan da altta kalmayıp anayasa kitapçığını Sezer’in bulunduğu yöne fırlattı ve salonu terk etti.
Bu, sıra dışı gelişmeleri Başbakan Ecevit çıkış kapısı önünde bekleyen gazetecilere büyük moral bozukluğu içinde “Cumhurbaşkanı anayasa kitapçığını yüzüme fırlattı, Hüsamettin Bey de, ben salondan çıkınca ona doğru fırlatmış!..” dedi.
Ecevit’in bu açıklamasının büyük şaşkınlıkla duyulmasının hemen ardından Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizi patlak verdi. Bu, tam da yerleşik düzenin hayal bile edemeyeceği bir fırsattı.
Borsa yüzde 14,6 düştü, repo faizleri yüzde 760’a fırladı, Merkez Bankasından yaklaşık 7,6 milyar dolarlık döviz piyasaya destek için sürülse de düşüş durmadı ve kriz öncesi 670 olan dolar kuru nisanda 1.161’lere vurdu.
Bu durum Ecevit hükûmetini sallarken Cumhurbaşkanı Sezer’in günlük programını bozmadı. Hayat devam ediyordu ama sayısız sanayici, iş adamı, esnaf ertesi güne iflas etmiş olarak uyandılar.
Demokrasiyi korumuş ama milletin iflahını kesmiştik.
Sezer-Ecevit kavgasının öncesi ve sonrasında siyasi görüşleri farklı da olsa bu kuvvetler çatışmasında yara alan her siyaset lideri bu alan tecavüzünün ortadan kaldırılması için Başkanlık sisteminin elzem olduğunu söylemiştir.
Bu değişim her gündeme gelişinde muhalifler sanki kutsalları ellerinden alınıyormuş gibi feryat ettiler.
Oysa zayıf ve kırılgan koalisyon hükûmetlerinin sürekli kriz ürettiğini ve ülkeyi geri götürdüğünü ancak tek parti iktidarı dönemlerinde Türkiye’nin istikrar yakaladığını sürekli savunan merhum Turgut Özal “Başkanlık sisteminde siz bir adam seçiyorsunuz. O zaman mecbursunuz en iyisini seçmeye. Öbür türlü, 'Bu benim adamım olsun da hiç fark etmez' diyorsunuz..." ifadeleriyle değişimin zaruretini ortaya koymuştu.
Özal’ın başlattığı başkanlık sitemi tartışmalarına Alparslan Türkeş’in “Milliyetçi hareket, tek başkan tek meclis sistemini savunur. Çağımız kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır. Türk milleti dünya imparatorlukları kurduğu devirlerde kuvvetli, adil ve hızlı icra sistemini uygulamıştır. Bunun için tarih ve töremize uygun olarak Başkanlık sistemini savunuyoruz...” cümleleriyle çok daha önce desteğini vermişti.
Koalisyonların, kurduğu hükûmetleri kemirip bitirdiği ve en fazla zarar gören lider Süleyman Demirel de bu sıkıntıdan çıkışın Başkanlık sistemine geçişle mümkün olduğunu görenlerden.
12 Eylül öncesi askerin muhtırasını suya sabuna dokunmadan aynen kendisine ve Ecevit’e gönderen Cumhurbaşkanı Korutürk’e demokrasiyi savunma sorumluluğunu hatırlatmayı akıl etmeyip Ecevit’le “Bu muhtıra bana değil sana gönderildi...” diye ağız dalaşına giren Demirel de sonunda “Hükûmetleri TBMM içinden çıkarmak gerekli, meclis dışından gelenler eli sopalı olur. Bu yüzden seçimler fırsattır, hükûmet çıkmadı mı, parçalı parlamento mu çıktı? o zaman Başkanlık sistemine gideceksiniz...” sözleriyle “Yeter artık” demek zorunda kalmıştı.
Sonuçta zayıf ve kırılgan koalisyon hükûmetleri ancak sömürgeci vurguncuları besler.
Nitekim MGK toplantısındaki meşhur kitap fırlatma hikâyesi yaşandığında Ecevit kameralar önünde titreyen sesle hakarete uğradığını sızlanırken, birilerinin telefonla birilerini arayıp “aman acele elinizdeki hisseleri çıkarın ve döviz alın...” diyerek servetini katladığı hikâye edilmişti.
Taraflar meydanlara inip halkı ikna etmeye çalışadursun eski vurgun hikâyeleri sokağı ikna etmeye yeter...
.
Şapkamı alır giderim!..
5 Şubat 2017 02:00
Değişim nedir diye soranlara verilen en kestirme cevap “Bir binanın yeterli olmayan elektrik şebekesi devredeyken kısa devre yaptırmadan, binayı yakmadan yenisini döşemektir” deniyor.
Demokrasilerde kriz zamanlarında vesayet odaklarından baskı yediğinde çözüm şapkayı alıp gitmek değil. Bu kırılganlığı önleme adına siyaset alanlarını değiştirmeye kalktığınızda imkânlarını kaybeden yerleşik sermaye ve medya patronları kadar değişime içeriden de büyük itirazlar gelir.
Bunun basit bir sebebi var; eskilerden bazıları değişen yapı içindeki mevcut pozisyonlarını bazen itibarlarını kaybetmekten korkarlar. Bu durum şirketler kadar siyasi partiler için de geçerlidir.
Muhalefet içinden olduğu kadar mevcut yapı içinden de itirazlar yükselir. Bugün siyaset koşusunun gelip vurduğu Başkanlık rampasında iktidar partisi içinde geçmişte görev alıp bugün dışarıda kalanlardan farklı yorumlar yükselmesi bu yüzdendir.
Başkanlık sistemi değiştiğinde herkesin yetkili ama kimsenin sorumlu olmadığı “sıkışınca şapkamı alır giderim” rahatlığı tarih oluyor.
AK Partinin siyasi ve bürokratik yapıyı rahatsız etmesi ama milletçe kabul görme sebebi de bu teslimiyetçiliğe karşı duruşundandır.
Muhalefet tabanında tavrın tamamı "Hayır” olmasa bile “Erdoğan” karşıtlığı üzerine oturuyor. Rap rap diye yürüyen muhalefetin bu hayır yürüyüşüne bir de ayaklarını sürüyerek onu takip edenler var.
Saadet Partisi’nin referandumda takınacağı tavrı katıldığı bir TV programında Sayın Temel Karamollaoğlu şöyle özetledi:
“Biz başkanlık sistemine kategorik olarak karşı değiliz, bizim karşı olduğumuz şey kontrol edilemeyen Başkanlık sistemi. Bana şimdi sorsanız 'Evet' der misiniz? Diye düşünmeden 'Evet' derim. Ama düşünürsem 'Hayır' derim. O yüzden herkese söylediğim şey şudur; lütfen düşünün, düşünmeden karar vermeyin...”
Dil yumuşak olsa da söylediği söz CHP ile aynı yere çıkar.
Darbelerde üzülerek millet iradesine el koyduklarını söyleyenler de benzer ifadeler kullanmış “Demokratik kurumları korumak için idareye el koyduk” demişler. Onlar idareye el koyduk derken milletin iradesini emanet alanlar da ya, "problem bensem derhal istifa edeyim" demiş ya da "şapkamı alıp giderim” teslimiyetçiliği içine girmişti.
Siyasette önemli olmak bir yerlere göz dikmek, alan işgal etmek değil sorumluluk almak ve bunun hakkını vermek olduğunu kendisinden sıkça duyduğumuz Başbakan Binali Yıldırım geçtiğimiz yıl kendisiyle yapılan bir mülakatta Cumhurbaşkanlığı makamının da sorumluluk alması gerektirdiğini vurgularken “Cumhurbaşkanının da halkın oylarıyla seçildiği için siyasi sorumluluğu başlamıştır. Yarın milletin karşısına gittiğinizde millet 'yüzde 52 oy verdik, ne için? Ülkede kardeşlik olsun, terör olmasın, bölmeye çalışanlara fırsat verilmesin, ülke kalkınsın' dediğinde ne diyecek? Bütün bunların adresi olarak vatandaş Cumhurbaşkanını görüyor" demişti.
Referandum süreci belki “dün dündür, bugün bugündür” denilen siyaset ve siyasetçi algısını da tarihe gömecek. Bir yıl önce Sayın Binali Yıldırım “Milletin amelesiyim, bununla gurur duyuyorum. Önemli olan bir yerlere gözünü dikmek değil, aldığınız sorumluluğun ne kadar hakkını veriyorsunuz onu bilmektir” demişti.
Gerçekten de siyaset iddia işidir. Ve kader çizginizde ne varsa onu yaşarsınız...
.
Suni deprem olur mu?
9 Şubat 2017 02:00
Çoktandır ortada görünmeyen deprem hayli zaman sonra Çanakkale’de ortaya çıktı. Ayvacık ilçesinde önceki gün başlayan seri deprem fırtınasında meydana gelen artçı sarsıntılar son 30 saatte 380'i geçti...
Yıkık ahşap binalar, çadır kent, gece korkudan uyuyamayan depremzedeler alışkın olduğumuz deprem görüntüleri...
Deprem unutulan bir tartışmayı da yeniden başlattı. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek twitter hesabından dış güçlerin İstanbul’da suni bir deprem yapacağını yazdı. Gökçek: “Daha önce söyledim, tekrar söylüyorum. İstanbul’da bir deprem olur ve havada bir alev topu oluşur ise bu kesinlikle suni (yapay) bir depremdir. Söylediklerim kesinlikle hayal mahsulü değil inanarak söylüyorum. Ekonomimizi çökertmek için dış güçler İstanbul’da suni bir deprem planlıyorlar… Dünya bilsin...”
Benzer tartışmalar 17 Ağustos 1999 depremi sonrasında da yaşanmıştı.
Peki, gerçekten dünya üzerinde böyle bir teknoloji var mı?
İlk suni deprem yapma deneyleri Sırp asıllı bilim adamı Nikola Tesla tarafından New York’taki laboratuvarında başarıyla gerçekleştirilmiş. Nikola Tesla, elektromanyetik dalgaları kullanarak Richter ölçeğinde 5 şiddetinde bir deprem yapmayı başarmış. O dönemde çok fazla bilinmeyen elektromanyetik dalgalar ve etkilerinin böyle bir maksatla kullanılmasının bilim çevreleri ve politikacılar tarafından korkutucu ve gereksiz görülerek dışlandığı ilan edilse de bunun Tesla’nın çalışmalarının üzerine çöreklenmek için ABD'nin kılıfı olarak değerlendiriliyor.
Nikola Tesla’nın elektromanyetik dalgalarla yaptığı çalışmanın esası “Yüksek fay hatlarındaki birikmiş enerjiyi tetikleyerek açığa çıkarmak"tı...
1920’lerde sümen altı edilen bu çalışmalar ülkemizde “komplo teorisi” olarak değerlendirilse de bu konuda ABD’de bazı üniversitelerde ciddi çalışmalar yapılıyor ve kamuoyu ile paylaşılıyor.
Bu çalışmalar hâlen HAARP Projesi (High Frequency Active Auroral Research Program) kapsamında yürütülüyor.
Projenin amacı, arkada iz bırakmadan, hiç kayıp vermeden istenen bölgelerde askerî, ekonomik ve insani olarak belirlenen hedefleri yok edecek seviyede bir silah yapmak.
Melih Gökçek “Ekonomimizi çökertmek için dış güçler İstanbul’da suni bir deprem yapmayı planlıyorlar” derken FETÖ operasyonları ve Orta Doğu’daki planlarını boşa çıkararak ABD’nin fiyakasını bozan Türkiye cezalandırılmak isteniyor iddiası bir evham mıdır? Yoksa üzerinde durulması gerekiyor mu?
İstanbul’u ve Marmara’yı üzerinde taşıyan KAF(Kuzey Anadolu Fay Hattı) üzerinde yüksek enerji birikimi olduğu ve tetiklenmesi hâlinde İstanbul’da Richter ölçeğinde 7,5 şiddetinde bir depremin meydana gelmesinin beklendiği zaten söylenmektedir.
KAF fay hattı 17 Ağustos’tan beri kararsız ve enerji yüklü. O günden beri uzmanlar “Bu fay hattı tekrar kırılacak ama 3 gün sonra da olabilir 50 yıl sonra da” diye defalarca açıkladılar.
İddia doğruysa bu birikmiş enerjiyi belaya çevirmek ABD için elinde böyle bir silah olduğunda iştahını kabartabilir. Evet, Amerika fitili ateşleyecek bu deprem silahını yapmış olsa bile depremin şiddetini ve süresini belirleyip kontrol edemez sadece fay hattını tetikleyebilir. Bu ihtimali sürekli gündemde tutan Pensilvanya kaynaklı dedikodular da dikkate alınmalı.
Gökçek’in iddiaları bazı bilim adamlarınca “komplo teorisi” olarak değerlendirilse bile sürekli olarak sismik araştırma maskesi altında Marmara’nın altındaki yüksek enerji birikimli fay hatlarını inceleyen yabancı araştırmacıların göz önünde tutulması hayalcilik olmaz.
Depremler üstünde yaşadığımız yer katmanlarının altındaki fay kırıklarında pusuya yatmış birikmiş enerjinin silkelenmesidir. Küçük depremler, kıpırdanmalar bu öfkeyi boşaltır, öfkeyi aşağı çeker, toprak sakinler. 1939 Erzincan merkezli Büyük Anadolu Zelzelesi ile başlayıp yaşadığımız sayısız depremlerle birikmiş güçlü bir tecrübemiz var. Zorla da olsa depremle yaşamayı öğrendik.
Ancak daha zor olan görünmeyen bir düşmanla savaşmak; FETÖ gibi topraktaki değil toplumdaki "Fay Hatları"nı tetikleyen hain tetikleyicilerle mücadeledir. 15 Temmuz ihanetinin hasarını karşılaştırın hak vereceksiniz.
.
Lahana yerken kıtır kıtır…
12 Şubat 2017 02:00
Bugün referandum sürecinde demokrasiyi koruma adına “Parlamento yok edilecek, parlamento olmayacak, yasama organı olmayacak” diye feryat edenlere dün demokrasi yok edilirken nerede durduklarını hatırlatmalı.Bunların hikâyesi; 27 Mayıs 1960 darbesinde Adnan Menderes ve arkadaşları idama giderken darbecilere uşaklık yapan bazı medya, üniversite ve yargı temsilcilerinin hikâyesine benzer.
Yassıada’daki düzmece duruşmalar sırasında “savunma hakkımız kısa kesiliyor” diyen Adnan Menderes’e “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyen Mahkeme Başkanı Salim Başol, parlamentoda siyasi iradeyi temsil eden ülkenin başbakanı idam edilirken darbecileri alkışlayanlardı.
Darbeciler de kendilerine sadakatle hizmet edenleri Yassıada sonrası ödüllendirdi. Ömer Altay Egesel Yargıtay 2. Hukuk Dairesi Başkanı, İbrahim Senil Danıştay ve Anayasa Mahkemesi Başkanı, Kani Vrana ve Necdet Darıcıoğlu Anayasa Mahkemesi Başkanı, Suphi Örs Yüksek Hâkimler Kurulu Başkanı yapıldı. Cevdet Menteş Yargıtay Başkanı, Yassıada mahkemesi Başkanı Salim Başol da Anayasa Mahkemesi asil üyeliğine seçildiler.
Bugün hukuk adamlarının onurlu olmasından bahsedip, darbe dönemlerinde “ben anlamıyorum ki ne oluyor ne bitiyor” diyerek kendilerini aklayanlar aklımıza eğlenceli bir atasözünü (lahana gelince kıtır kıtır, sapı gelince meeee…) getiriyor.
Eğer bir kimse devletin demokratik yönetim sistemi içindeyse bu sembolik olmaz. Bugün sistem değişikliğine yapılan itirazların temelinde, kendilerini yürütme ve yasama organı üzerinde vesayet hakkı görenlerin görev alanlarına çekilmesi yatıyor.
Onun için “parlamento yok edilecek, yasama organı olmayacak” diye itiraz ediyorlar.
Çok partili sistem sayısız defa parlamento dışı müdahalelere maruz kaldı. Başbakan ve bakanlar asıldı, hapislerde yattı, siyaset yapma hakları engellendi, partiler kapatıldı ama görevleri demokrasiyi koruma ve kollama görevi olanlar darbecilere karşı dik durmadılar.
Meclis kürsüsünden “Adnan Menderes’in idamı demokrasinin ayıbıdır” diyen Demirel’e koltuğundan “gerekirse bugün de asarız” diyenlere karşı, Merhum Turgut Özal “Erdal Bey, babasının Menderes’e ‘seni ben de kurtaramam’ sözünü hatırlatarak bir nevi tehdit ediyor” diye sataştığında ses çıkarmayanlar referandumla başvurulan millet hakemliğine itiraz ediyor.
Darbelere, vesayetçilere karşı durmak meclis gibi demokratik sorumluluk taşıyan yargının, medyanın, akademisyenlerin de sorumluluğudur. Ama Türkiye’nin yüz yıllık derdi gücü ve yetkiyi ellerinde bulundurup ancak millete karşı hiçbir sorumluluk taşımayan bu vesayet kurumları olmuştur.
Bu sataşmalara karşı en iyi cevap SETA’nın düzenlediği Cumhurbaşkanlığı Sistemi Sempozyumunda konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan geldi:
“Üzerinde konuştuğumuz Cumhurbaşkanlığı Sistemi konusu öyle bir anda bir günde bir yılda ortaya çıkmış değildir. Cumhuriyet dönemindeki tecrübelerimiz ve özellikle son yıllarda yaşadıklarımız bize bir gerçeği gösteriyor.
Şayet ülke ve millet olarak hedeflerimize ulaşmak istiyorsak öncelikle güçlü, etkin, yetki ve sorumluluk sahibinin tam olarak belli olduğu bir yönetim sistemine ihtiyacımız vardır. Türkiye, gücü ve yetkiyi elinde bulunduran ancak millete karşı hiçbir sorumluluğu olmayan vesayet kurumlarının elinden çok çekti...”
Referandum bir bakıma samimiyet testidir. Bakalım vesayetçiler referandum sonuçlarını da “hâkimiyet milletindir” deyip saygı gösterecekler mi?
.
Beni bu güzel anketler mahvetti
16 Şubat 2017 02:00
Kimi “Hayır” kimi "Evet" çıkaran referandum öncesi anketleri görünce umudunu kararsızlara bağlayan “Hayır”cılar, bana Orhan Veli'nin “Güzel Havalar” şiirindeki "Beni bu güzel havalar mahvetti/Böyle havalarda unuttum/Eve ekmekle tuz götürmeyi..” mısralarını hatırlattı.
Önemli bir kararsız seçmen kesimi önüne bakıyor ve referandumu var olma-yok olma mücadelesi olarak görüp karşı cepheye yüklenenleri izliyormuş.
Kararsızların dağılımının sonuçları etkileyecek olması ne olur ne olmaz diyen "ihtiyatsever" anketör ve yazarlar “Evet”le başlayıp “Hayır”a kapı aralayan bir yol izliyorlar. Böylece dönüş kapısını(!) açık tutuyorlar.
Sosyal medyada referandum için savaş benzetmesi yapan tipler yüksek kararsız sayısını kitlelerdeki rehavete bağlıyor. Dolayısıyla hangi taraf daha çok bağırırsa o tarafın ağır basacağını zannediyorlar.
Seçmeni tutuşturarak cephe oluşturmak yanlış yol, taslağın faziletlerine inanan anlatarak destek ister.
HAYIR diyenler referandum yarışını ALGILAR üzerine, EVET diyenler ise SİSTEM değişikliğinin halka anlatılması üzerine kurdu.
Böylece mücadele 'algı' ile 'bilgi’nin savaşı hâline döndü.
Daha önce Sayın Recep Tayyip Erdoğan üzerinden yürütülen mücadelenin yerini sistemin anlatılması üzerine kurgulanmasında bizzat Erdoğan’ın “Ben de fâniyim” söylemi etken oldu.
CHP, geçmişten beri sırtında taşıdığı yük yüzünden kendi kurumsal kimliği üzerinden yürütülecek bir kampanyanın sınırlı kalacağını görüyor. Bu nedenle kampanya araçlarını teşkilatları ile sınırlı tutmuyor, parti çatısı altında bloke etmiyor. Diğer kozu ise “Tek Adam-rejim elden gidiyor-meclis kapatılıyor-bölünüyoruz” gibi sloganların sistem değişikliğinin esasında yer almadığını, sistemi anlatmanın aleyhine olacağını biliyor.
Burada işi kurnazlığa dökerek kendi teşkilatları ile doğrudan bağı olmayan sosyal medya, mizah dergileri gibi elden ele gezen malzemeleri tedavüle sürüyor.
Bu gıyabi uygulama salon ve meydanlarda halkı muhatap alma riskini taşımıyor üstelik ucuz ve maliyetsiz işçilik.
Buna karşılık EVET tarafında merkezde bulunan AK Partinin ve MHP’nin sahaya inmiş güçlü teşkilat yapıları iyi organizasyon ve saha çalışması yürüttüklerinden, salon ve meydanlarda görünmeyen 'Hayır' destekçilerine karşı kolay üstünlük sağlıyorlar.
EVET, kanadını güçlendirecek kanaatimce en önemli faktör ise ilk defa sandıkla tanışacak olan 1,3 milyonluk genç seçmendir.
Genç kesimin algı savaşında kolay yem olmayacak bir bağışıklık sistemi var. Propagandaya kolay teslim olmayan sistem analizi ve sorgulamayla bireysel karar veren, algı saldırılarına karşı direnen bir savunma sistemleri var.
Bu değişikliği, asıl görevi Meclis'i üzerindeki tehditlere karşı savunmak olan ama aksine Meclis'i yaklaşık bir asırdır bloke eden vesayetçi yapıya karşı millet iktidarında taraf olma fırsatı olarak görüyor.
Değişiklik sonucunda yasama üzerindeki geleneksel gücünü kaybedecek olan vesayetçi oligarşi ise direnişinden kolay vazgeçmeyecek ve bütün sosyal medya malzemelerini içeriden ve dışarıdan seferber edecekler.
Öte yandan halk adına dillendirilen “Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan sonra ne olacak?" sorusunun cevabı bizzat Sayın Erdoğan’dan geldi. Kanaatimce Sayın Erdoğan’ın “Ben de fâniyim” sözü ile gelecek nesillerin de sahiplenmesi gereken bir temel inşa ediyor.
Geçmişte sürekli olarak liderlere dayalı siyasal organizasyonlara sığınan, güçlü liderlerin alın terinden beslenen bir alışkanlığı depreştirmek istiyorlar.
Asıl önemli olan milletin kendi reflekslerini güçlendirerek demokrasiyi sahiplenmesidir.
Bunun olabilirliğini halk 15 Temmuz darbe girişimi karşısındaki duruşu ile gösterdi.
Değişimin halk tabanına anlatılması, değişim korkusu ve hasarlı demokrasi hafızası yüzünden kolay değil; ama eninde sonunda halk bu vesayetçilerle yüzleşmeyi yapmak zorunda
.
Düdüklü tencere
19 Şubat 2017 02:00
Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Elazığ ve Malatya ziyaretlerindeki meydan konuşmalarında söylediği “Cumhurbaşkanlığı sistemi meselesi basit bir tercihin veya şahsi bir ihtirasın ürünü değildir. Bunun arkasında yüzlerce yıllık bir birikim, çekilmiş acılar, yaşanmış tecrübeler var. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı dahi bu ihtiyacı tüm açıklığıyla göstermeye yetecektir” cümlesi değişiklik tartışmalarına son verecek, anahtar bir cümledir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve bürokratik mirası üzerinde kurulan cumhuriyetçi, laik ve modern esaslara göre yeni bir yapılanma kolay değildi.
Devletin boyutları küçültülmüş olsa da halk esas itibariyle aynı idi ve Osmanlı mirasının tümüyle reddedilmesi, geleneksel değerlere göre yaşamaya alışmış toplumun yeni sosyal ve idari yapıya adapte olması, Osmanlıdan devir aldığı maddi ve sosyal mirası terk etmesi kolay görünmüyordu.
Bu değişikliğin birtakım toplumsal sıkıntılara yol açması mukadderdi.
Toplumun geçmişiyle temasını kesmenin yolu polisiye tedbirlerden çok sosyal ve idari yönetim tarzında tedbirler gerekiyordu.
Mesela İsmet İnönü hatıratında, Harf Devriminin amacının okuma yazmanın yaygınlaştırılması değil yeni nesillerin geçmişe kapılarını kapatmak olduğunu vurgulayarak “Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillerin Arap-İslam dünyası ile bağlarını koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik” diyordu. (İ. İnönü. Hatıralar. C.2, S. 223)
Modernleşme ve Batılılaşma yolundaki Türkiye'de hem sosyal hem idari olarak halka rağmen halk için yapılan bir medeniyet ithali projesinin travmatik etkileri olması kaçınılmazdı.
Huntington’a göre Türkiye’yi bir ayağı Asya’da bir ayağı Avrupa’da, kafası karışık “kararsız” bir ülke durumuna getiren bu değişimin sancılarını önlemenin yolu mirası ile kültürü ile kurumlarıyla geçmişi reddetmek değil değişimi kendi gelenekleriyle, kurumlarıyla kendi değerlerine dayanarak kendi elleriyle halka yaptırmaktı.
Böylece kendi halkı tarafında demokratik yollar içinde yapılacak değişimler için her değişimin, her kurumun başına bir “vesayet bekçisi” koyma gereği de duyulmayacaktı.
Nitekim son bir asırlık yaşadığımız demokrasi tecrübemiz parlamenter sistemi meclis dışı saldırılardan korumakla değil meclisin sapmalarına karşı sistemi korumak adına vesayet kurumlarının meclisi hizaya getirme teşebbüslerini izlemekle geçti.
Geçmişteki darbe ve muhtarların özeti millet iradesi dediğimiz parlamento ile onu terbiye ile sorumlu asker-sivil bürokrasi, yargı, medya ve akademik dünyadan ibaret vesayet kurumları arasındaki mücadeleden ibarettir.
Tıpkı altındaki ateşi diri tutmak için sürekli karıştırılan bu sistem Türkiye’de demokratik sistemi her on senede bir patlayan düdüklü bir tencereye çevirdi. Kaç nesil hep zemin katın inşasıyla uğraştık üst katlara bir türlü çıkamadık.
Onun için Cumhurbaşkanlığı sistemindeki değişim meselesi basit bir tercihin veya şahsi bir ihtirasın ürünü değildir.
Arkasında yüzlerce yıllık bir birikim, çekilmiş acılar ve yaşanmış tecrübeler var.
Hiç uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı dahi bu ihtiyacı tüm açıklığıyla göstermeye yetecektir.
.
Sessizce, gıdıklayarak temelinden yıkıyorlar
23 Şubat 2017 02:00
Türkiye’de aile hayatı ciddi bir tehlike ile karşı karşıya. Kanalların gözdesi(!) evlilik programları reyting rekorları kıradursun boşanmalar, aile içi şiddet, parçalanmış ailelerdeki artışlarda rekorlar kırmaya devam ediyor.
TV’lerde yayınlanan evlilik programları için “RTÜK’ün ağır cezalarına rağmen o kadar çok para kazanıyorlar ki, yine aynı melaneti işlemeye devam ediyorlar" diyen Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş bu kontrolsüz yayınları hizaya sokmak için seferberlik çağrısı yapıyor.
Aile üzerindeki tahribata, kültürel yozlaşmaya ve ahlak tahribatına dikkat çekmek için İstanbul Alperen Ocakları da yurt genelinde imza kampanyası başlatmış ve Radyo Televizyon Üst Kuruluna (RTÜK) şikâyette bulunmuştu.
Ailelerimiz hepimiz için her zaman en önemli varlık olma gücünü koruyacaktır.
Dışarıda şartlar ne olursa olsun sağlıklı aileden beslenen insanlar ve toplumlar iş ve sosyal hayatta da güçlü olacaklar.
Ahlaki kurallara uyarak yapılan bir evlilik mutlu bir ailenin varlığını garanti eder.
Hepimizin doğup büyüdüğü, yetişip geliştiği ve terbiye gördüğü aile toplumun temel taşı, aile fertlerinin olgunlaştığı bir hayat okuludur. Aile içerisinde her fert birbirinin bilgi ve tecrübesinden faydalanır. Birkaç neslin birlikte yaşadığı güçlü ailelerde bu kültür ve tecrübe aktarımı birkaç nesil geriye doğru gitmekte, hayat ağacının kökleri muhteşem bir derinlik kazanmaktadır. Ömür boyu devam eden duygusal ve ruhsal beslenme bazen büyükbabadan torunlara kadar coşkulu bir şekilde devam edip gitmektedir.
Ancak, aileler bugün kuruluşundan başlayarak “hayat okulu” olma özelliğini süratle kaybetmekte, yaşlılar huzurevlerine gönderilmekte, yukarıdan gelmesi gereken sevgi aile büyüklerinden mahrum kalınca, evlerin de otelden farkı kalmamaktadır.
Âdet ve töre rafa kalkıp, evlilikler sipariş işi olunca bunlar da normal hâle geliyor.
Hâlbuki toplumun temeli aile, ailenin temeli ise sadakat, iffet, hayâ, karşılıklı sevgi ve anlayış gibi manevi değerlerdir. Ailenin bu vazifelerini yapamadığı zamanlarda, aile içi boşanmalar ve şiddet artmakta, aile desteğini alamayan beden ve ruh sağlığı bozuk nesiller ortaya çıkmaktadır.
Bir ara büyük babalarını tanıyamadan büyüyen çocuklar için endişe duyarken artık babalarını nasıl tanıyacakları endişesi taşıyoruz
Gençlerimizin uzun yıllar emek ve değer harcayarak elde ettikleri bilgi iş ve sosyal tecrübelerin hayatta hak ettiği yeri bulamamasında, erken yaşta alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklara takılmasında, intiharların, aile içi şiddet ve boşanmaların artışına, iş yerlerindeki çalışma barışının bozulmasına nelerin yol açtığını merak edenler TV’lerdeki bu programlara baksınlar.
Aile “sevgi merkezli bir sosyal yapı”dır. Sipariş üzerine, rating ve reklâm aşkıyla kurgu evliliklerden ömür boyu sürecek bir evlilik beklemek tam bir hayaldir.
Sayın Numan Kurtulmuş tehlikenin büyüklüğü karşısında Diyanet İşleri mensuplarının aileyi yeniden güçlendirecek çalışmalar için hareket etmesini diğer kurumlarla iş birliği yapması gerektiğini vurguluyor.
Bu öyle bir saldırı ki tankla topla, patırtı gürültüyle gelmiyorlar, güle söyleye, sessizce, gıdıklayarak aileleri temelinden sallıyorlar.
Ailelerdeki bu yıkım devam ettiği takdirde hiç kimse hayatta başarılı olmaktan bahsetmesin. Kavga evlerde başlarsa toplumda sosyal barıştan nasıl bahsedebiliriz?
Kazandığımız her şey mağlubiyet ödülüdür.
.
Referandumun omurgası
26 Şubat 2017 02:00
Korkuyu politik kazanca çevirmek statükocu muhalefetin her zaman kullandığı bir yoldur. Şimdilerde referandum sonucunu lehlerine çevirmek için hazır malzeme.
Referandum sonucunda AK Parti ve MHP dışındaki oyları topladığınızda da ‘Hayır’ oylarının yüzde 50’lere ulaşması çok uzak, ‘Evet’ten başka bir sonuç çıkması mümkün görünmüyor.
“HAYIR” için çalışan kesimin puanını artırmak için saldıracağı alan AK Parti ve MHP tabanından parça koparmak. Anayasa değişikliğinden diktatörlük çıkar, rejim elden gider, meclis ortadan kalkar iddiaları toplumda karşılık bulmayınca bilindik yaraları kaşımaya başladılar.
Bunun için FETÖ ile mücadelede ortaya çıkan hasardan bir mağdur tabanı çıkarıp büyütmek, bunu siyasi muhalefete çevirmek için topyekûn saldırı içindeler.
Maksatları iş kazası sonucu varsa mağdurların itibarını iade etmek değil referandum sonucunu lehlerine çevirecek muhalif kitleyi büyütmek.
Bunu gerçekleştiremedikleri takdirde sandıktan çıkabilecek HAYIR oylarını mümkün olan en yüksek seviyeye çekerek referandum sonrası mücadelede referans olarak kullanmak. EVET tabanında bir çatlak oluşturup birbirine düşürmeye çalışacaklar.
Bu maksatla korku yayıp bütün muhafazakârları, herkesi hedef tahtasına koyuyorlar.
Diyorlar ki: “FETÖ damgasıyla üretilen damgalanma korkusunun artık değmediği insanlar ve kesimler kalmamış durumda. FETÖ ile mücadele, sevemediğimiz, kıskandığımız, rakip gördüğümüz kimselerin defterini dürmek için kullanılan bir damga.”
Böylece tarikat, cemaat mensubu, sosyal profili İslamla maruf akademisyen, öğretmen, iş adamıysan topyekûn aynı iftiralara maruz kalabilirsin korkusunu yayarak, insanların içine şüpheli olmak korkusunu salıp, karşılığında sandıktan “HAYIR” çıkarmak.
16 Nisan Anayasa değişikliği referandumunu CHP, HDP ve takipçileri bir fırsata dönüştürme hayalindeki CHP’nin referandum için AYM’de iptal davasına gitmemesinin arkasındaki sebep, bunu bir fırsat olarak görmesidir. En önemli malzeme FETÖ terör örgütü ile takipçilerinden gelecek destektir.
Darbe teşebbüsleri dâhil her türlü algı operasyonu ve fitne çıkarmak bilindik bir yol.
Proje, toplumdaki karşılığı %1'e bile tekabül etmeyen derin dalgayı suya atılan taş gibi etrafındaki helezonları büyütüp umulmadık boyutlara ulaştırmak.
Peki, bu senaryo kimin işine yarar, toplumda karşılığı var mı?
FETÖ ile mücadelenin hangi ölçüde ihanet katmanlarını aşıp örgütle teması olanlara ulaştığını ve bunun siyaset tavrını etkilediğini de referandum test edecek.
FETÖ’nün 1 Kasım seçimlerine etkisini aşan bir etki bırakma beklentisi muhalefetin umudu. Onun için hasarlı seçmen alanı inşaya çalışarak politika üretiyor doğrudan ve saklı yazarlar eliyle korku yayarak hasarı kaşıyorlar.
Oysa gerçek, FETÖ soruşturması kapsamında görevden uzaklaştırılan veya ihraç edilenlerden yapılan itirazlar değerlendirilmekte, masumiyetleri tespit edilenler göreve iade edilerek mağduriyetleri önlenmektedir.
Gaza gelip büyük resme bakmaz, 15 Temmuz’da kendi parlamentosunu bombalayan, sivil halka ateş açan, tankla insan ezen, televizyon basanları unutursak işin çehresi değişir ve başka yere gideriz.
Herkes başka türlü tarif etse de 16 Nisan Referandumu üzerinde 15 Temmuz’un gölgesi olacaktır.
.
Anayasa değişikliği ihtiyaç mı?
2 Mart 2017 02:00
Emekli bir büyükelçi hatıratında yazmıştı. "ABD’de çalışan kızımı ziyaretimde onun şahsi kütüphanesinde ülkeleri tanıtan ajandalar arasında Türkiye’ye ait olanı dikkatimi çekti" diyor. İdare şekli bölümüne “asker kontrolünde parlamenter demokrasi” yazmışlar. Hayret ettim diyor...
Acaba bugün 18 madde ile başlayan anayasa değişikliği tecrübesi hâlen dışarıdan fark edilen ama içeriden müesses nizam temsilcilerince reddedilen parlamenter demokrasi olduğuna inanılan vesayetçi sistem ile yüzleşme midir?
1961 anayasasıyla devlet idaresinde ortaya çıkan müdahaleci, halka mesafe koyan, dışlayan yapılanmanın daha önce de teşebbüs edilen ama 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yüksek sesle konuşulan, nihayetinde darbe teşebbüsüne kadar uzanan sonuçlarıyla anayasa değişikliğini gündeme getirdi.
Bugüne kadar sistemin kendini sürükleyerek bugünlere kadar taşınmasının sebebi, şartların olgunlaşması ve değişimi yapacak siyasi kadroların sorumluluktan kaçmasıdır. Bu hegemonik yapıyı halkın siyasal desteği ile kırmak için Demokrat Partinin yaptığı demokratik hamle demokrasi dışı darbe ile engellendi. Demokrasi darbelerle terbiye edilmeye çalışıldı.
İddia Demokratik Partinin demokratik hakları suiistimal edildiğiydi. Ancak terbiye edici halk ve bunun yeri sandık olması gerekirken darbeciler darağaçlarını tercih etti.
Darbelerin toplumdaki hasarı darbecileri sevimsizleştirince değişimi önleyici vesayetçi yardımcı kurumlara ihtiyaç duydular.
1961 anayasasıyla kurulan Millî Güvenlik Kuruluna destek yargı, akademik dünya, medya, bürokrasi ve sermaye burada devreye giriyor.
Her şeye rağmen halkın tercihi yine demokrasiden yana oldu ve siyasal tercihini Demokrat Partinin devamı olandan yana kullandı. Ancak rahatsızlık koalisyonları getirince 80 darbesi ile siyasete yeniden "ayar" verilip devlet yeniden tanzim edilmeye çalışıldı.
Millî irade bütün bu hengâmelere rağmen kendisini yönetecek kadroları ayakta tutamıyordu. Bu durum ulaşılamaz kılınan devlet kadrolarına sızmalara yol açtı.
Halk devletle ilişkilerini demokratik siyasetle düzenleyemediğinde bu ihtiyaç halk adına kadrolara sızmak isteyen illegal kadrolara cesaret verdi.
15 Temmuz darbe girişimi bunun son örneği oldu.
Demokratik siyasetin her defasında önü kesilip, halka kapalı hâle gelince kadrolar bu defa işgalci FETÖ tarafından ele geçirilerek kendi düzenlerini kurmak istediler.
15 Temmuz darbe girişimini yapanların da hedefi doğrudan Meclis oldu.
Halka gözdağı vermenin en kolay yolu bazen muhtıra, bazen darbe bazen de parti kapatarak onu temsilcisi olan Meclis'i tartaklamaktır.
Onun için Türkiye siyasi partiler mezarlığına döndü.
Çözüm, vesayet odakları arasında sıkışıp kalan halk iradesini, Meclis'i ve hükûmeti güçlendirmektir. Anayasa değişikliği ile önerilen sistem, kuvvetleri kendi içinde güçlendirirken, aralarında sıkışan Meclis'i de güçlendirmek.
Meclis yasa yapacak yürütmeye karışmayacak, yürütme icracı olacak ama yasama organı Meclis'e müdahale etmeyecek. Yargı ise Meclis'i ve hükûmeti denetleyecek ama geçmişteki gibi rol çalıp kendini hükûmet ve Meclis'in yerine koymayacak.
Kötüye kullanılma tehlikesi var diye kişi ve kurumlar o haktan mahrum edilemez. Yapılacak iş kötüye kullanımda cezayı da ortaya koymaktır.
Demokrasi kötüye kullanıldığında cezayı kesecek olan da halktır.
Türkiye’de seçmen henüz sandıkta getirdiğini sandıkta götürme imkânı yaşamadı.
Ama geldiğimiz yer tartışılmaz olarak şudur; bir siyasal sistem eğer demokrasi ise, halk da kendi getirdiğini kendisi götürebilmelidir.
Kendini hükûmet ve Meclis'in yerine koymaya alışmış müesses nizamın halkın siyaset alanını daraltma kampanyası boşa gayret. Demokrasiye inanan her kurum yeni sistem içerisinde hak ettiği yerde olacaktır.
.
Muktedirlerin korkusu
5 Mart 2017 02:00
1960 darbesinin ardından Yassıada’da "Bebek", "Köpek" ve "Barbara"... gibi isimlerle yapılan yargılamalar aslında yargısız infazdı. Sanıklar sürekli aşağılanmış, duruşmalarda kendilerini savunmalarına bile izin verilmemişti.
Merhum Polatkan’ı “Öyle şey olmaz, kısa kes, az konuş!.. Sizi on beş dakikadan fazla dinleyemeyiz” diye azarlayan Mahkeme Başkanı Salim Başol’a Adnan Menderes itiraz edince, Başol “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyerek tarihe geçti.
Millet bu sözle darbenin ardındaki “Muktedirler” ile tanıştı.
Bugüne gelinceye kadar yapılan demokrasi mücadelesi millet ile muktedirler arasındaki iktidar kavgasından ibarettir.
Demokratik iktidar, Meclis'te çoğunluk partisi ve onun hükûmetidir. Seçimlerde sandalye sayısında lider olan iktidar olur zannedilir ama gerçek farklıdır ve Meclis dışı muktedir güçler her zaman siyaset üzerinde baskı kurmuştur. Onun için her iktidar muktedir olamaz.
Siyasi tarihimiz, iktidar olup da muktedir olamayan, muktedirlerin muhtıra ve darbelerine kurban giden partilerle doludur. Tarih, iktidar olup da rehavete kapıldığı için milletin sandıkta cezalandırıp, sildiği idare-i maslahatçı bir iktidarı henüz kaydetmedi.
İktidar olmadan muktedir olan, gücü her şeye yeten kuvvet sahibi olanlar, milletin iradesini gasbeden, siyaset lügatinde “vesayet odakları” denen bu vesayetçiler kimdir?
Bugüne kadar iktidara gelen muhafazakâr-liberalleri on yılda bir güç kullanarak sosyal demokrat-ulusalcılar karşısında eşitleyen muktedirler için, Mahir Kaynak, “Bu durum askerlerin tavrına bağlanır, başka güçlerin bu sonucu (Muhtıra ve darbeler) sağlamadaki rolleri göz ardı edilirdi. Oysa hem bürokratların, hem yargının büyük çoğunluğu iktidarla aynı görüşte değildi. Hayatım akademisyen ve bürokrat olarak geçti, çevremde iktidara yakın görünen kişiler dışlanırdı ve sayıları çok azdı” diyor.
Ama daha fazlası var. Bu güçlerden biri de, ülkenin iktisadi hayatına, bürokrasiye yön veren medyadaki mutlak egemenlikleriyle halkı yönlendiren, muhalefet destekli büyük sermayedir. İktidarlar aldığı kararlarda yargıyla, medyayla, iş dünyasıyla, akademik dukalıkla da iyi geçinmelidir. Aksi takdirde önce ikaz edilir, hizaya gelmeyince iş çığırından çıkarılır, sermaye, otel odalarında pazarlıkla indiremediği ve kendisi peşkir atmayan iktidarları askerî müdahaleye açık hâle getirirdi.
Türkiye’de bugüne kadar kurulan muhafazakâr-liberal ve milliyetçi hükûmetler hiçbir zaman devlet yönetiminde muktedir olamadılar. Çünkü vesayetçi elitler sermaye, medya, iş ve akademik dünyası ve yargı üzerlerine çökmüştü.
Geçmişten günümüze bütün iktidar liderlerinin birbirlerinden ayrı ama söyledikleri aynı bir şey vardı:
“İktidar olduk ama muktedir olamadık!..”
Demokrat Parti vesayetçilerle iyi geçinemediği için haklarında çıkartılan uydurma ve yalan haberlerle 1960 darbesinde kurban edildi.
Adalet Partisi, aynı hızla 1971 askerî muhtırasında görevden uzaklaştırıldı.
Muhtıralarla terbiye edilemeyen Süleyman Demirel 1980 askerî darbesiyle Kenan Evren cuntası tarafından iktidardan indirildi.
Turgut Özal’ın 8 yıllık iktidar döneminde muktedirlerin kapısını zorlasa da kurduğu ANAP kendi deyimiyle hayatının hatası olan Mesut Yılmaz eliyle parçalanıp yok edildi.
Bugün kuvvetler ayrılığını gerçekleştireceği umulan ve siyaset aktörlerinin yetki ve sorumluluklarının yeniden tanımlandığı anayasa değişikliği ile vesayet elitistlerin meclis-yargı ve bürokrasideki haksız hâkimiyetlerine ağır bir darbe indiriliyor ve her biri kendi demokratik sınırlarına çekiliyor.
MAK Danışmanlık tarafından 30 büyük şehir, 23 il 146 ilçede yapılan ankete göre anayasa değişikliğine “EVET” diyenlerin oranı yüzde 58,8, “HAYIR” diyenlerin oranı ise yüzde 41,2.
“EVET” diyenlerin oranının yüzde 60’ların üzerine çıkması güçlü bir beklentidir. Çünkü 16 Nisan referandum günü, milletin muktedirlere hiza, istikamet vereceği gündür...
.
Demokrasiden rol çalanlar
9 Mart 2017 02:00
Türkiye’de sıkça arıza veren demokrasinin neden yeterince kurumsallaşamadığı tartışması yeni başlamadı. Çünkü demokratik ilkeler özellikle sol siyasi muhalefetin bagajı konumunda olan kişi ve gruplar tarafından kendi lehlerine suiistimal edilmiştir.
Halk iradesi ile siyaseten iktidar olamayanlar politikada alan bulmak ve siyaseten varlıklarını devam ettirebilmek için demokrasi dışı kurumlardan sürekli yardım ve himaye görmüş onlarla iş birliğine gitmiştir.
Darbe ve muhtıralar sonrası kısa süreli de olsa muhalefet zeminli koalisyon iktidarları bu iş ortaklarının gayretini karşılıksız bırakmamıştır.
Mesele Türkiye’de siyaset dışı aktörlerin siyasi aktörlerden rol çalması ve alanlarına tecavüz etmesidir. Siyasette halk desteği ile iktidar olanlar, olamayanların kendilerini demokrasiyi korumakla görevlendiren ittifaklarının kurbanı olmuştur.
Bu tapınak şövalyeleri anayasa ve demokrasiyi koruma adına her on yılda bir Meclis'in üzerinde otorite kurdular.
Bugün de anayasa değişikliği üzerinden yürütülen münazara kendilerine demokratik kurumlar arasında yer bulmaya çalışan vesayetçilerin varlık mücadelesinden ibarettir.
Mevcut 82 anayasası ve tüm darbe anayasaları her zaman darbeciler tarafından hazırlanırken devlet organları arasında çatışmayı mümkün kılacak arızalar bırakmıştır. Böylece kuvvetler arasında kavga başladığında yapılacak müdahaleler zorunlu ve meşru kılınmıştır.
Sıkça izlediğimiz ekran konuşmalarındaki sıra başkasındayken söze karışıp dikkati kendi üzerine çeken tiplerin yaptığı “rol çalma” gibi vesayetçiler de demokrasiden rol çalmaktadır.
Yeni anayasa değişikliği ile meclis ve demokrasi mezara gönderiliyor diyenler, aslında demokratik aktörlerin alanını daraltmaya alışmış, kendilerine işgal ettikleri alan üzerinden hayat kuranlar da millet iradesini çalmaktadır.
İddialarının tam aksine değişiklik teklifi çok partili sistemden günümüze darbe anayasaları ile çalınan millet iradesi gerçek sahiplerine geri dönmektedir.
Mesela kanun teklifi yetkisi bakanlık bürokrasisinden alınıp Meclis'teki vekillere verilmektedir. Kendi bulundukları fildişi kulelerden kanun metni hazırlayan bürokrat sahadaki halkla temas eden vekilin önüne geçmekle kanunların toplumdaki karşılığını hiç merak etmemektedir. Örnek olarak müteaddit defa gasp yapıp her defasında piyasaya yeniden sürülen gaspçıya verilen ceza suçu mu önlüyor? Toplumda karşılığı var mı? Mağdurun vebali kimin üzerinde?
Darbeciler her defasında milletin umutları üzerinden kendi sömürgelerini kurdular, demokrasiye olan inançtan parça kopardılar.
Siyasetçiler bunlarla iyi geçindikleri sürece siyasete devam edebildiler, direnip mücadeleye girişenler ya siyaset yapma haklarını veya partilerini kaybettiler. Çok daha ileri gidenler ise ya Zincirbozan’a veya darağacına gittiler. Akıbetleri hep hüsran oldu.
Siyasetçi çoğu zaman vesayet merkezlerinin kendileri hakkında ne düşündüklerinin endişesi ile yaşadı. Bu korku yine çoğu zaman halktan aldıkları vekâlet yetkisini onlara teslimle sonuçlandı.
Demokrasinin en temel ilkesi egemenliktir ve halka aittir. Bu yetkiyi kendi iradesi ile belirlediği temsilciler eliyle kullanır. 15 Temmuz sonrası ilk defa halk sandık dışı bir irade koyarak emanetine sahip çıkmıştır.
16 Nisan referandumu siyaset sahnesinde herkesi ait olduğu yere göndermeden ibarettir. Bu rol dağıtımından herkesin mutlu olması beklenemez ama itiraz da yersiz çünkü oyunun senaryosunu bu defa millet yazdı…
.
Kapılar ve “Komşinin Kapiciği”
12 Mart 2017 02:00
Biz bir hazinenin üzerinde oturuyoruz.
Bu hazine üstü küllenmiş, yeniden keşfedilmeyi bekleyen zengin medeniyetimizdir.
Biz onu aramasak da umulmadık yerlerde o bizi buluyor ve onunla satır aralarında karşılaştığımızda geriye derin bir mahcubiyet bırakıyor.
Önceki gün Başbakan Yardımcısı Sayın Numan Kurtulmuş Erzincan’da geniş katılımlı bir toplantıda buluştuğu vatandaşlara hitabında Türkiye’nin kalkınma mücadelesi verirken etrafımızdaki kültür kuşatmasına karşı da verdiği amansız mücadeleyi anlatırken saklı medeniyet hazinemize bir kapı araladı.
Yakın zamanda bir araya geldiği Makedonya Cumhurbaşkanı Gyorge İvanov ile geçmiş kültür mirası üzerine yaptıkları sohbetlerde İvanov’un kendisine Osmanlı dönemi Makedonya’sı üzerinden şu konuşmasını aktardı.
“Osmanlı dönemi Makedonya’sında evleri birbirinden ayıran bahçe duvarlarında sokağa açılan bahçe kapısından ayrı olarak komşunun bahçesine açılan küçük 'kapicikler' vardı. Bu güçlü komşu dostluğu etnik yapı ve dinî inançlar farklı da olsa komşular arasında yakın ilişki, yardımlaşma ve sevgiye açılan kapılardı. Bu kültürün, huzur, sosyal barış ve toplumsal dayanışmaya katkısı hayal bile edilemez...”
“Üsküp Mektupları”nda Leyla Şerif Emin “Komşinin Kapiciği” başlıklı yazısında iki yıl önce Kapadokya’da Makedonya Kültür Günlerinde düzenlenen bir gece vesilesiyle Kapadokya’ya gelen Makedonya Cumhurbaşkanı Sayın İvanov’un sempozyumda yaptığı konuşmada Türkiye-Makedonya ilişkilerini “daha çoook komşi kapicikler açacağız” cümlesiyle özetlediğini naklediyor.
Leyla Şerif “Komşu kelimesi bu topraklarda her dilde aynıdır. Hangi milletten olursa olsun 'Komşi' dersen herkes anlar seni. Öyle ki bizim Cumhurbaşkanımız da özellikle 'Komşi Kapicik' kelimesini kullandı. Bu topraklarda yıllarca Türk, Makedon, Arnavut, Sırp, Boşnak gibi farklı milletler birbiriyle komşuluk yaptı. Dışarıda gezerken biri adınızı bilmezse 'heyy komşiyaa...' diye seslenebilir. Belki cüzdanınız düşmüştür, belki saatin kaç olduğunu soracaktır, dönüp bakmanız lazım” diyor...
Bugün daha yakın hayatımızda geldiğimiz hazin durum ise ne kadar uzaktaysan o kadar güvendesin.
Ne acınacak bir durum, refah seviyesini yükseltme kavgasında pahalı evlerimiz beton yığını hapishanelere döndü. Soğuk evlerde yalnızlığa mahkûm olduk.
Küreselleşmenin tahribatı medeniyetimizin bağışıklık sistemini yok etti. Adamlığımız Hollywood filmleri ve bilgisayardaki sosyal siteler tarafından kuşatıldı, TV başında ses ve görüntüden ibaret tek tip bir hayal dünyasındaki trajedilere ağlarken kapı karşı komşuların sızlanmalarına kulak tıkayan hâle geldik. İnsani ilişkiler yok olurken gerçek dünyadan sıyrılıp gittik.
Rumeli, Balkanlar, Kafkaslar, Maveraünnehir kapılarını Anadolu’nun çalmasını beklerken.
Şimdi uyanma zamanı.
Dışarıdaki saldırıları bu gafletin mazereti yapamayız. Kendi medeniyet değerlerimizi yaşamak ve genç nesillere aktarmak için kimsenin eli kolu bağlı değil.
Vakit geç olsa da, erken kabul edebiliriz... Kale duvarlarına dönen komşu duvarlarında “KAPİCİKLER” açmak için...
.
Kültürel şiddet ve biz kimiz?
16 Mart 2017 02:00
Batı en gelişmiş silahlarıyla değil kültürlerini yok ederek bütün dünyayı köleleştirdi.
Bütün savaşlar önce kültür cephesinde kazanılır, bu savaşı kaybeden her şeyini ve geleceğini kaybeder. Şimdi savaş kültürümüzü talan eden içerideki ruhsuz, omurgasız kültür çeteleri iledir.
Her toplum kendi kültür hamurundan kendi kahramanını çıkarır. Kendi sanatında, edebiyatında, ahlakında, sahne ve sinemasında onu resmeder, topluma "rol model"i olarak servis yapar. Genç nesli "Fareli Köyün Kavalcısı" gibi ardından sürükler.
Kültürü servis yapan son asrın en önemli malzemesi sahne ve sinemada geçmişin Karagöz perdesinin önemli karakteri yeniçeri zorbası, sarhoş Tuzsuz Deli Bekir’in yerini mahallenin yersiz ve kaba şakalar yapan, argo konuşan, yaşlı kadınlara "kocakarı" diyen, boş gezenin boş kalfası küfürbaz tipler doldurdu...
1960’lı yılların kahramanı fabrika işçisi kenar mahalle çocuğu, kuracağı apartman için fukaranın gecekondusunu ucuza kapatmak isteyen kötü zengin tiplemesiyle mücadele eden ve hep kazanan tipler vardı. Bir tarafı beğenilmese de bir tarafından bize benzeyen “Avare Mustafa, Can Mustafa, Tophaneli Tayfun, Berduş” hepsi fakir ama onurlu çocuklardı. Oturdukları ahşap bahçeli evler, akşam dinlendikleri çay ocakları, biraz argoya kaçan ama muhatabını incitmeyen konuşmaları, çoğu, simitçi, boyacı bize benzeyen adamlardı. Ya da biz de onlara benzerdik.
İnsanlar kendi ezilmişliklerine, fukaralıklarına ortak bularak acısını hafifletir yazlık sinemalardan evine mutlu dönerdi...
Zaman değişti yazlık sinemalar tarihe karışırken evlerde birer şube açtılar ve kahramanlarını da yenilediler.
Profili değişen yeni kahramanlar kişiye özel, bazen kendisini taklit eden evin küçüğünün ağzından kaçırdığında büyükleri rezil eden sözler sarf etmesine sebep olan, ağzı bozuk, küfürbaz, sorunları kaba kuvvetle halletmeyi marifet sayan kaba saba tipler.
Filmleri sinemada gişe rekorları, TV’lerde rating rekorları kırıyormuş. Seyirci ona baktığında kendini görmese salonları tıka basa doldurmaz diyorlar. Bu karakter toplumun son hâlidir diyenler çarşıya pazara bakın etraf akrandan fırlayan bu tiplerle doludur diyor.
Sayı çok olunca kabalık, yobazlık, küfürbazlık meşrulaşır zannediyorlar.
Ama kendilerine böyle bir tiple komşuluk veya iş arkadaşlığı yapmak ister misiniz diye sorunca çok da istekli görünmüyorlar çünkü bir yerde tehdit olarak görüyorlar. Perdede kalsın ama hayatımıza girmesin diyorlar.
Bilmiyorlar ki perdede izlemeyi alışkanlık hâline getirdiğin her neyse o bir gün senin gerçeğin olur.
Bir toplumu eğitirseniz çölü vahaya çevirirsiniz.
Geçtiğimiz hafta Millî Kültür Şûrasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Çağımızın en büyük sorunu kültür sığlaşmasıdır. TV, İnternet ve sosyal medyanın kültürümüzü yiyip bitirmesine göz yumamayız. Kendi kültürümüzü yeni kuşaklara aktarmanın yollarını aramalıyız” demişti.
Kültürü el yordamıyla ayakta tutmaya çalışanların hangi yol haritasını ortaya koyacakları merakla bekleniyor. Rekabet yapabilecek yerli yapım tarihî filmlerin yanı sıra, seferberlik hamlesinde bir müze üç kitabevi açmakla yetinmek sokaktaki eczaneye güvenip evlerdeki ilaç kutusunu çöpe atmaya benzer.
Çözüm her eve bir mini kütüphane kurmak, içini kadim medeniyeti bugünlere taşıyan eserlerin sahibi ecdat ile tanışmak. Her eve bir şube açan Hollywood karşısında seferberlik yine evlerden başlamalıdır
.
Düşün milletin yakasından
19 Mart 2017 02:00
Avrupa destekli vesayet merkezleri alan daraltmaya çalışadursun Başbakan Binali Yıldırım Erzincan mitinginde mesajını yeniledi.
Başbakan’ın mesajı açık ve net: “Patronun millet olduğu yerde diktatörlük olmaz, mühür millette hesabı da millet soracak. Çekilin artık, düşün milletin yakasından.”
Başbakan; Menderes ile başlayıp vesayetçiler ve darbeler ile sürekli önü kesilen güçlü hükûmetlerin Türkiye’nin kalkınmasının ve özgürlüğünün önündeki en büyük engel olduğunu vurgulayarak 16 Nisan referandumunun vesayetçiler için yolun sonu olduğunu güçlü bir şekilde tekrarladı.
AK Parti teşkilatları ve merkez kadroları anayasa değişikliği ihtiyacını halka anlatırken geçmişte tek başına iktidar olma gücü olmayan muhafazakâr partilerin ülkeyi hükûmetsiz bırakmama adına kurdukları yamalı koalisyonların ülkeyi hangi sıkıntılara soktuğunu anlatmaları ikna için en güçlü malzemedir.
Önceki gün TGRT’de katıldığım “Sonra ne oldu?” programında Türkiye’nin karanlık yılı 1993’te yaşadığımız suikast ve katliamları anlatırken zayıf koalisyon hükûmetlerinin bu travmaların altında nasıl ezildiğini anlatma gereğini duymuştum.
Koalisyon ortaklarının yasama-yürütme ve yargı üzerindeki paylaşım kavgaları sürerken sonu gelmeyen olaylarda telafisi mümkün olmayan can ve mal kayıpları yaşanmıştı.
Milletin sonuçta anayasa değişikliği ile bu siyasal depresyonları nasıl engelleyeceği, demokrasinin nimetlerinden faydalanmak için güçlü siyasi iradeye nasıl muhtaç olduğu ortada.
Aynı şekilde siyasi ve bürokratik kadrolara aradan sızarak beslenmek isteyen meclis dışı aktörlerin de millî iradeye sülük gibi yapışıp nemalanmak için zayıf hükûmetlere olan muhtaçlığı ortada.
O hâlde bu anayasa değişikliğine karşı çıkanlar ile değişikliği onaylayanlar arasındaki mücadele açık bir biçimde millet iradesi ile sermaye, medya ve bürokratik vesayetçiler arasında bir alan kapma mücadelesidir.
Demokrasilerin üzerine oturduğu temel kurumların sağlıklı çalışması toplumun huzuru, mutluluğu, sosyal refahı ve en önemli ihtiyacı olan kendini güvende hissetmesini temin eder.
Bu güçler, meşruiyet üreten irade olarak Meclis, onun iradesini pratik hayatta uygulayan yürütme ve sosyal hayattaki ilişkileri düzenleyen, denetleyen yargıdır. Yine demokrasilerde toplumun haber alma ve fikirlerini ifade etme imkânı veren medya da dördüncü kuvvet olarak demokrasinin temelleri arasına girmiş.
Herhangi bir ülkede demokrasinin bu dört temelinin ne kadar sağlam olduğunu anlamanın önemli bir ölçüsü var.
O da meşruiyet alanı dışından, araya sızan vesayetçi güçlerdir.
Yani mağdur üreten ve mağdurlardan beslenen çetelerdir.
Eğer bir toplumda farklı şekillerde mağdur olan insanlar kayıplarını geri almak için yasa dışı çetelerden yardım istemeye ihtiyaç duyuyorlarsa demokrasinin temelinde ciddi çatlaklar oluşmaya başlamıştır.
Ne yazık ki, geçmişimiz; hukuku işlemez hâlde hırpalayanlar, yine mağdurları savunmak için ortaya çıkanlar ile sakatlanmıştır.
16 Nisan bu ülkede darbeler ve muhtıraları sıradanlaştıranlarla hesaplaşmadır.
.
Vesayetçilerin kuyruk acısı
23 Mart 2017 02:00
ABD Başkanı Donald Trump’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in 15 Temmuz darbe girişiminin yaşandığı saatlerde Amerika’da yaptığı bir konuşma ortaya çıkmıştı.
Flynn, “Muhtemelen çoğunuzun haberi yok ama şu anda Türkiye’de bir darbe oluyor. Tam şu anda darbe oluyor. Ben de Türk ordusuna mensup, bizimle birlikte eğitim almış bir arkadaşımla irtibat hâlindeyim, başarılı olacak mı olmayacak mı bilmiyorum" diyor ve ardından bu kalkışmaya neden ihtiyaç duyulduğunu “Türkiye’nin gerçek anlamda laik, normal bir ulus devlet iken daha sonra İslamcılığa kaymaya başlayan bir ülke olması” olarak açıklıyordu...
Türkiye Batı tarafından kendisine biçilen elbiseyi değiştirmeyi her zorladığında aynı duvara çarpmış, 12 Eylül Darbesinde de dönemin ABD Merkezî Haber Alma örgütü CIA’nin Türkiye Masası Şefi Paul Henze darbeyi haber veren diplomatın, (Y)our boys have done it “seninkiler/bizim çocuklar işi bitirdi” diye darbedeki payını açık etmişti.
“Anayasa değişikliğinin millete ne faydası var?” sorusunun cevabı açık ve net olarak, mevcut durum ve içerideki vesayetçi muhafızlarının ortadan kalkması anlamına gelir.
Çünkü zayıf iradeli koalisyon hükûmetlerine alan açan mevcut anayasa, her kriz ortamında kendilerine demokrasiyi koruma ve kollama ile bekçilik yaptıklarını göreve (!) davet ediyordu.
AB ülkeleri ve içerideki yandaşlarının saldırılarından anlıyoruz ki, anayasa değişikliği ile ortaya çıkan daha güçlü ve özgür bir yönetim anlayışı bu vesayetçilere Türkiye’nin kalkınma hamlesi için yaptığı hamlelerden daha şiddetli bir acı veriyor.
Avrupa Birliği'nde, din temelinden kaynaklanan Avrupa’nın geleceği için Türkiye’yi tehdit gören bir anlayış hâkim.
Bu anlayıştan beslenen derin korkuları anayasa değişikliği tartışmalarının sürdüğü bugünlerde iyice nüksetti. Bunun tepkimesi olarak kendi güdümünde harekete itiraz eden Türkiye’ye efendilik taslama yeteneklerini kaybediyorlar.
Kendini fark eden ve değiştirmek isteyen Türkiye sadece kendini temsil etmiyor. Kaynakları sömürülen Asya ve Afrika ülkelerine de değişimde liderlik ve önderlik yapmasından korkuyorlar.
Kendi terbiyelerindeki vesayet güçlerinin kontrolünde sürekli yedek kulübesinde tutulan ama hiçbir zaman sahada kendileri ile eşitlemedikleri bir ülke olarak görmek istiyorlar.
Anayasa değişikliğine karşı halkın kanaatini sarsmak için başlatılan Batı merkezli muhalefet aracı olarak sadece meşru siyasi aktörlerle sınırlı kalmayacaktır. İlerleyen günlerde illegal örgütler üzerinden siyaset dışı teşebbüsler dâhil her yola başvuracaktır.
Türkiye’nin önlenemez demokratik yükseliş hamlesini ellerindeki her türlü kozu kullanarak engellemeye çalışacaklar; ta ki bükemedikleri eli öpünceye kadar.
Bu durum insani değerlerini teknolojik hamlelere kurban eden "paraperest" Batıya kaybettiklerini yeniden kazanması için bir fırsat olmakla beraber kontrol ve baskı ile görevli içerideki vesayetçilerin de sonu olacaktır
.
Mamma li Turchi-Anneciğim, Türkler geliyor!..
26 Mart 2017 02:00
“En akıllı insanlar bile bu faciayı anlatamaz. Onu anlatmak imkânsızdır, ancak yaşayanlar bilir. Çocuğu fırında diri diri yakılmış anneyi nasıl anlayacaksınız? Yedi yaşında iğfal edilen çocuğa 'suçunu' nasıl anlatacaksınız? Yaşlı Boşnak’ın acılarını, hakarete, eziyete uğramışlığını ve sefaletini ne şekilde dindireceksiniz? Mermi yağmuru altında çocuğunun mezarına gelip 'Fatiha' okuyacak olanlara ve elli yıl evvel Foça’da kardeşleri daha çocukken boğazlanmış olanlara ne diyeceksiniz?..”
Bu satırlar Reco Çauşeviç’in “Bosna-Müslümanlara Son Uyarı” kitabının 'sunuş'unda yer alıyor.
Kendisiyle Bosna katliamının yaraları kanarken özel bir kanaldaki programında konuşmuş ve kendisine şunu sormuştum: “Yıllarca birlikte yaşıyor olsanız da komşularınız tarafında böylesine alçakça bir katliam yapılmasını hiç mi önceden fark etmediniz?”
Verdiği cevapta saklı hainlik mermi yarası kadar acı vericiydi: “Evet, fark edemedik çünkü ismimizden başka her şeyimiz arkada kalsa da, katliamdan bir gün önce aynı masada otursak da biz halen Osmanlıydık, Türk ve Müslümandık…”
Bu satırları neden yazıyorum?
Türkiye’nin küçük düşürülmesi için Hollanda’nın başlattığı kabalığa Batı’nın el birliğiyle başlattığı saldırıya en son paçasını Alman yardımıyla günübirlik kurtaran Yunanistan’ın bile efelenerek katılmasını izah edemeyenler anlamalı ki Avrupa’nın iliklerine kadar işlemiş Osmanlı korkusu belli zamanlarda depreşiyor.
Batı aydınlarının “Bölünük ülke” diye tanımladığı, kendi aydınlarının kendi değerleri ile bir asırdır cebelleştiği Türkiye her şeye rağmen Batı’nın uykularını kaçırmaktadır.
Cemil Meriç’in “Umrandan Uygarlığa”da ifade ettiği “Zavallı Türk aydını… Batılı dostlar alınmasın diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu, düşmanın putlarını takdis eder. Dev, papağanlaşır.
Bütün Kur’anları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız, Osmanlı, yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman yığını…”
Avrupa’nın gözünde Türkiye dışındaki İslam ülkeleri ne kadar küçük sömürgeler olarak iştah kabartıcı ise Türkiye’de İslam medeniyetinin yeniden inşasına aday merkez ülke olarak korkutucudur.
16 Nisan referandumu ile depreşen bu ortak düşman korkusunu temelleri çatırdayan AB’yi ayakta tutmak için kullanıyorlar. Türkiye’nin Başkanlık sistemi ile yükselişini güçlü ve istikrarlı yönetim üzerinden gerçekleştireceğini görüyorlar.
1993 yılında Huntington “medeniyetler çatışması” tezini ileri sürdüğünde bunu hayalcilikle suçlayan içerideki aydınlar bugün yaşadıklarımızı izah edemiyorlar. Oysa Huntington bu çatışmanın sonucunu aynı makalesinde “Batı’da Türkiye’yi Batı toplumunun bir üyesi olarak kabul etmeyen güçlü bir direniş var. Bana öyle geliyor ki, İslam ve Osmanlı mirası üzerine modern bir ekonomi ve demokratik bir siyaset inşa etmeyi başarma ve Müslüman dünyanın Japonya’sı olma fırsatına sahiptir. Eğer bunu başarabilirse inanıyorum ki İslam ve dünya daha güzel olacaktır. Bana göre bu role Türkiye’den daha uygun başka devlet yoktur…” diyordu.
Bugün Batı ile aramızda yaşadığımız gerilim yeni bir tarihin başlangıcıdır...
.
AB’yi hangi gelecek bekliyor?
30 Mart 2017 02:00
Akşam eve dönerken veranda da çay içen komşusuna selam veren adam onun hemen yanı başında uzandığı yerde "ağlayan" köpeğini fark edince sormuş,
“Bu köpek neden ağlıyor?” Komşusu cevap vermiş: “Üzerine yattığı tahtaların çivisi batıyor ondan...” "O zaman niye kalkmıyor?" diye sormuş komşusu. “Demek ki kalkmasını sağlayacak kadar batmıyor…” demiş komşu da...
AB’nin sürekli olarak sızlandığı ve son günlerde köpürmesinin altındaki sebep üzerine yattığı “Avrupa değerleri” olarak bilinen çivilerdir.
Bu Türkiye korkusundan beslenen “Haçlı zihniyeti” Avrupa krizinin de temelleridir.
AB’nin karşı karşıya kaldığı krizi yenebilmesi için Roma Antlaşmaları’nın 60. yıl dönümünde AB liderlerini Vatikan’da toplayan Papa Francesco; Avrupa’ya “Sahte güvenlik korkuları içine hapsolmaması” çağrısı yapıyor.
Korkunun 'panzehiri’nin de “diğer halklarla ve kültürlerle bulaşmaya” dayanan Avrupa tarihi olduğunu vurguluyor.
Buna karşılık AB ülkelerinin el birliği ile Türk diplomatlarına karşı son günlerdeki politik nezaket ve siyaseti aşan saldırganlığından tek kelime bahsetmeyerek AB ülkelerini davet ettiği “insan merkezli yönetim” anlayışının dışında tutuyor.
Emin olun ki, 15 Temmuz darbe girişiminde başarılı olsalardı ilk tebrik Vatikan’dan gelirdi.
AB’yi bekleyen tufanı erken hisseden ve birlikten sıyrılmaya çalışan İngiltere bile Türkiye karşıtlığında birliğin kadim ortağıdır.
15 Temmuz darbe girişimine verdiği desteği gizlemeyerek “darbe girişiminin odağında anayasal kurallara tutunma savaşı veren bir ulus var” diye açık ilan eden İngiliz Sunday Telegraph gazetesi bu hezeyanını başyazısında “Türkiye’nin uzun laiklik geleneğini geri çevirmek isteyen Erdoğan’a muhalefet meşrudur. Bir gazete olarak ifade özgürlüğüne karşı açtığı savaşa özellikle hassasız. Gazetelere el konuldu ve gazeteciler mahkemelere sürüklendi. Ancak darbe büyük bir hesap hatası" diyerek özetliyor.
Nitekim aynı gazeteler darbeciler başarılı olsalardı Türkiye’de her şeyin giderek düzelmekte olduğunu ve ordunun yönetime el koymuş olmasının NATO üyeleri tarafından da olumlu karşılandığını belirtirlerdi.
Tıpkı 12 Eylül darbesinin ardından üç gün sonra yazdıkları;
“Türkiye’de ordu, son 20 sene içinde hükûmetlerin ekonomik krizlerle ve artan terör olayları ile mücadelede yetersiz kalması üzerine yönetime el koymuştur. Türk komutanlarının şimdiye kadar ülkede düzen sağlanır sağlanmaz yönetimi sivillere bırakmış olmaları beğeniyle karşılanmaktadır. Eğer bunu bir kez daha başarabilirlerse gösterdikleri iyi niyet hem kendi yurttaşları hem de bütün Batı’da minnetle hatırlanacaktır” diyen yazıyı tekrar güncellerlerdi.
12 Eylül’de bununla da sınırlı kalmayan İngiliz centilmenliği (!) Org. Kenan Evren’i “Haftanın Adamı” seçmişti.
Bu sefer de FETÖ’yü "yılın adamı" seçerlerdi.
Bu İslam ve Türk düşmanlığının temelinde kendi zayıflıkları ve gelecek korkuları var. Dağılmayı önlemek için de liderleri Vatikan’a giderek Papa’nın huzurunda “Haçlı İttifakı”nı dünyaya tekrar ilan ettiler.
Gelecekleri sürekli etraflarına ördükleri duvarların arkasında kuruyup kalmak olacak.
.
Elveda vesayet
7 Nisan 2017 02:00
Referandumdan “Evet” çıkması durumunda anayasa değişikliğinin demokrasiye ve cumhuriyete korkunç zarar vereceğini iddia edenler “Hayır” diyerek parlamenter demokrasiye sahip çıkalım diyorlar. Bu iddiada bulunanlar yakın siyaset tarihinde vesayet güçlerince yamalı bohçaya çevrilen demokrasiye müdahaleleri görmezden geliyor.
Demokratik bir rejimin garantisi sivil ve siyasal özgürlüktür. Vesayetçilerin gerekçesi ise seçilmişlerin idare yeteneklerini ve meşruiyetini kaybettiği iddiasına dayanır. Bunun için Vesayetçi elitler, halk iradesini temsil eden zayıf iktidarlar ve sünepe muhalefeti vesayet kurumları ve etkin medyayı kullanarak muhtıralarla terbiye, hizaya gelmezse tehdit ve zor ile aşağı indirir.
1950 seçimleri ile toplum üzerindeki denetim ve kontrol gücünü kaybeden vesayet düzeni, terör, şiddet ve ekonomik bunalımlar üzerinden gerçekleştirilen darbelerle meşrulaştırıldı. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde kaybettikleri iktidarı demokratik yollardan ele geçirme umudunu kaybedince gayrimeşru yoldan iktidarı geri aldılar. Menderes tecrübesini tekrar yaşamamak içinde 1961 Anayasası ile vesayeti hukuki koruma altına aldılar. Bu operasyon vesayetin topluma meşruiyet olarak kabulü için kullanılan hukuk manevrasıdır.
12 Eylül 1982 Anayasası ile de 1961 Anayasasının kurduğu vesayet düzeni sağlama alındı. Bu vesayet sisteminde temel vesayet kurumları olarak asker-sivil bürokrasi, yargı, üniversiteler, sermaye grupları ve medya taşıyıcı olarak yer aldı.
Vesayetçi müdahalelerle siyasetten uzaklaştırılan ve tekrar şansını deneyen çoğu siyasetçi ise darbeye maruz kalmadan demokrasiyi savunacak kadar cesur değildi. 12 Eylül 1980 darbe sürecinde Başbakan olan Süleyman Demirel darbe sonrası konuşmalarında kendilerinin “Hükûmet’i” işlettiklerini fakat “Devlet’i” işletemediklerini ifade edebildi.
“Silahlı Kuvvetler devletin içindedir. Şayet devletin yapamadığını silahlı kuvvetler yapar diyorsak Silahlı Kuvvetleri devletten ayırıyor ve devletin tekniğini bozuyoruz. Bu takdirde devleti çalıştıramayız” diyen Demirel, vesayetçilerin müdahaleyi meşru kılmak için zemin hazırladığını iddia etmişti.
Evren’in “Bıçak kemiğe dayanmadan yapılacak bir müdahalenin faydadan çok zarar getireceğine” inandığını söylemesini Demirel “Anı değil itiraf” isimli kitabında askerlerin terörün üzerine gitmeme kararının ifşası olarak değerlendirdi. Demirel’e göre “sıkıyönetim 20 ayı aşkın bir süre yürürlükte kalmasına rağmen Türkiye’de akan kanı durduramamış ama 11 Eylül günü akan kan 13 Eylül günü durmuştur. 12 Eylül’den sonra devlete hangi güç eklenmiş, ne olmuş?”
Demirel o gün devletin güçsüz değil işletilememesinden şikâyetçi olmakta ama halkın iradesini teslim ettiği siyasi kadroların vesayet güçleri karşısındaki teslimiyetçiliğinden hiç bahsetmemektedir.
Oysa Max Weber’in belirttiği gibi: “Sınırı koruyan asker ne kadar cesursa, siyasetçiler de siyasetin sınırlarını korumak için onlar kadar cesur olmalıdır…”
.
Rüzgârınız kesilir
10 Nisan 2017 02:00
Türkiye’nin son bir asırlık tarihi muhtıra ve darbe hikâyeleri ile doludur. Kalkınan bir ülkenin önünü kesmenin en kolay yolu ülkedeki anayasal kurumlarından başlayarak aşağı doğru toplumu birbiri ile didiştirmek. Böylece hem ülkenin enerjisini boşa harcar hem de çatışma aralarından vesayet kurumları kendilerine işgal alanları açarlar.
Yaşanan darbe, muhtıra ve siyasi kargaşa içinde toplumsal huzursuzluğun biz hariç herkesin işine yaradığını vesayetçiler dışında herkes artık biliyor. Güçsüz bir ülke sömürgeciler için iyi bir pazardır. Ne zaman ülke yönetimi güçlü iktidarlarla buluşsa içeriden dışarıdan kendilerince tehdit altında gördükleri demokrasiyi kurtarma seferberliği başlattılar. Aslında kaybettikleri devletin içinde at oynattıkları o koalisyon dönemleridir. Kendi halkından rahatsız dışarının sunduğu desteklerle de iktidar kapısını açamayanlar umudunu ucu ucuna geçecek bir referandum sonucuna bağladı.
Son gelişmeler karşısında referandum öncesi son haftaya girerken kararsızların da kararlı hâle gelip “evet” rüzgârını güçlendirmesinde yerleşik düzenin bu oyunu fark etmesi var.
AB ülkelerinin referandum sonuçlarını etkileme gayretini ise görmezden gelerek bu saldırıları büyütülmüş kadim korku olarak değerlendiriyorlar. Batı, güçlü Türkiye’nin frenlenmesi gerektiğini açıkça itiraf etse de Batı’da kimsenin Türkiye’yi bölmek, parçalamak gibi bir derdi olmadığını, böyle bir ‘beka’ meselemiz olmadığını söylüyor. Türkiye üzerinde dönen oyunları hâlâ inkâr etmekte ısrarlılar.
Türkiye’yi ezeli ve ebedi bir beka meselesiyle karşı karşıya göstermek “evet” oylarını üç beş puan artırmak gayretiymiş. Oysa gerçek sadece Almanya’da, halen 15 bin PKK’lı 4500 FETÖ'cü ve 1500 DHKP-C’li bulunuyor. Çoğu AB ülkesinde de durum farklı değil. Bu durumu görmezden gelen “bürokratik iktidar zümresini” geçmişte darbeler, muhtıralar, iç çatışmalar, birbirleri ile didişen kurumlar, ülkenin borç sarmalında çırpınması, sömürge muamelesi görmesi mutlu ediyordu.
Umutsuzluğa kapılan destekli cephe bundan sonraki mücadelesini düşük farkla önde çıkacak bir “evet”e bağladı. Düşük farkın yeni hükûmet sistemine meşruiyet kazandıramayacağı üzerine kurgulanmış görünüyorlar.
Bu tam bir ham hayaldir.
Bürokratik tahakkümün sonu olacak referandumdan çıkacak sonuç yeni bir çağın başlangıcı olacaktır. Çünkü didişmenin bedelini bu millet geçmişte çok ağır ödedi ve tekrar hatırladık ki; “Birbirinizle çekişmeyin... Yoksa korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız kesilir...
.
Eski tas, eski hamam" olmayacak…
14 Nisan 2017 02:00
16 Nisan referandumu ile mevcut siyasi sistem değişecek… Ve “hâkimiyet kimin?" sorusuna cevabı bizzat millet verecek.
Tercihimiz hangisi, demokratik süreçleri etkisiz kılan mevcut sistemde zayıf yönetimler yüzünden ülkenin müdahalelere açık hâle gelmesi mi? Yoksa halka dayanan güçlü bir yönetim sistemiyle her kurumun gücünün kendine verilen sorumluluklarla sınırlı kalması mı? Hâkimiyet kimin? Millî iradeyi devlet içinde iktidarsız bırakıp, onun yerini kendinde zayıflama gördüğünde muhtıra ve darbelerle işgal eden bürokratik elitlerin mi? Demokrasilerde hangisi normal hangisi anormal?
Son bir asırdır ilk defa millet kendisinin nasıl yönetileceği ile ilgili bir tercih yapma fırsatı yakaladı. Geçmiş siyaset ustaları sadece bunu söylemekle yetinebildiler bir adım sonrası hep duvarlarla kapatıldı. Hür irade ve özgürlükten dem vuranlarda düne kadar karşı çıktıkları sistemi bugün her malzemeyi kullanarak “aman mevcuda dokunmayın” diye direniyorlar.
İstiyorlar ki siyaset kurumlarının ve milletin kapı kulluğu devam etsin. Hükûmet etme sistemindeki değişiklik siyasi partileri vesayet merkezlerinin baskısından kurtarmasını sadece iktidar partisinin kendisine alan açma ve hâkimiyet kurma olarak göstermekte, topyekûn siyasetin bile vesayetçi tahakkümünden kurtulmasından rahatsızlar.
Mevcut sistemdeki kuvvetler ayrılığından doğan bürokratik hantallığın tasfiye edilerek yürütmenin daha etkin hâle gelmesi lüzumunu Başbakan Binali Yıldırım önceki gün kamuoyu ile herkesin anlayacağı bir dilden paylaştığı bir tecrübesi ile ortaya koydu.
Başbakan Binali Yıldırım “Biz Ahmet Necdet Sezer ile çok sorunlar yaşadık, ama yutkunduk, yutkunduk. Aman kriz çıkmasın diye hep alttan aldık. Ne oldu; yapmamız gerekenlerin üçte birini ancak yapabildik, üçte ikisini engellediler. Ben bakanım, bir tane genel müdür yardımcısı değiştireceğim Başbakan imzalıyor, Cumhurbaşkanına gönderiyor Cumhurbaşkanı imzalamıyor, geri gönderiyor. Ve o genel müdür yardımcısı kararnamesi döndükten sonra benim karşıma geçti sırıtarak 'Ne haber Bakan bey' dedi. Bu, 'benim patronum Cumhurbaşkanı sen değilsin' demektir. Vesayet odağı, bu anayasanın kendisidir. Bu anayasa darbeden sonra kurulmuş ve insanlar sorgulayamamış bile...”
Ülkeye içeriden ve dışarıdan müdahale edilmesinin yollarını kapatacak yeni sisteme itirazların kaynağı, Millet Meclisi’ni etkisiz hâlde tutmak isteyen egemen blokun sahip oldukları gücü kaybetme korkusudur.
Evet, vesayetçi mandasını hâlâ aşamayanlar mevcut “totaliter demokrasi” de ısrarcı olabilir ama millet bu hendeği de aşmada kesin kararlıdır.
Hep birlikte göreceğiz ki “eski tas, eski hamam" değil. Çoğu gitti azı kald.
.
.
Sel yatağını hatırladı
17 Nisan 2017 02:00
Bu satırları yazarken sandıkta oy verme işlemi devam ediyordu. Bugün açıklanmış olan referandum sonuçları, darbeler ve müdahalelerle devletin kurumsal yapısına musallat olmuş bürokratik vesayetçilerin tasfiyesini mümkün kılacaktır.
Böylece millet iradesi iktidarın merkezinde yer alırken bürokratik kurumlarda meşruiyet alanları içinde konumlandırılmış olacaklar. Millete rağmen, dayatmalarla topluma istikamet vermekte ısrar etmek, dere yatağına mahalle kurmaya benziyor. Eninde sonunda sel yatağını hatırlar.
Bu büyük değişimi tetikleyen en önemli hamle 15 Temmuz darbe girişimine karşı milletin gösterdiği duruş olmuştur. “Yeter” artık demeden hiçbir kişi ve toplum kendini değiştiremez. Rahatsızlıklar sorgulamaya yol açar. Hükûmet etme sisteminde bugün yaşanan değişimin kamuoyu önünde tartışılması Merhum Turgut Özal’ın 1993 yılında “... Tarih bu işi nasıl bu kadar yanlış yapabilir, bu suali sormamız lazım…” dediği muhteşem konuşması ile başladı.
Ne demişti Özal:
“1930'lu yıllar, ben ilkokuldayım, son sınıfta. Tabii o zaman bizi bambaşka yetiştiriyorlar. Benim yaşıma yakın olanlar hatırlayacaklar. Dış dünya ile hiçbir alakamızın olmadığı kendi küçük dünyamızda öğrendik. Dış dünyayı değil İstanbul’u bile bilmiyorduk... İyi bir talebeydim. Rahmetli dedem o sırada bize misafir gelmişti, o da gençliğinde Sultan Abdülhamid zamanında İstanbul’da bulunmuş. Okuduğum tarih kitabında 'Kızıl Sultan' diyorlar Sultan Abdülhamid’e. Ben okuyorum o da dinliyor… Döndü ‘Bunların hepsi yalan… Size yanlış şey öğretiyorlar’ dedi. ‘Dede! Sen mi iyi bileceksin, kitap mı iyi bilecek?' dedim… Biz böyle büyüdük... Aradan seneler geçti, yurt dışına gittik, yurt dışında çok kaldım. Orada bazı kitaplar elime geçti, bu konularda bazı araştırmalar yaptım. Yurt içinde de ufak tefek, kenarda köşede kırıntı gibi gelen. O sırada çok sarih değil, bilgiler var… Baktım ki dedem haklı, dedem haklı. Onun üzerine dedim ki: Yani şu tarihi anlatmanın tersliğine bakın, bu zata ‘Kızıl Sultan' dediler. Devrine bakıldığı zaman hemen hemen hiç toprak parçası vermemiş, siyaseten fevkalade iyi idare etmiş. Demir yollarını yapmış, okullar yapmış birçok şeyler var. Bunları görüyorsunuz. Ondan sonra İttihat Terakki gelmiş, birlik ve gelişme (diye).. Öyle mi? 1909-1918’de koskoca İmparatorluk bozuk para gibi harcanmış. Doğru mu, değil mi? Şimdi, birisi 'Kızıl Sultan' öbürleri 'Hürriyet kahramanı'… Öyle mi? Tarih bu işi bu kadar nasıl yanlış yapabilir, yani bu suali sormamız lazım, diye düşündüm... Zannediyorum bu sualler soruluyor artık Türkiye’de… Başka suallerin de sorulması lazım. Toplumların, ülkelerin ilerlemesinin sırrı nedir?.."
Merhum Özal’ın düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti ve teşebbüs hürriyeti olarak açıkladığı kalkınmadaki sırrın bu ülkede uygulanmasının önündeki engel nedir?
Bu sorunun cevabı ise bugün milletin sandıkta ait oldukları yere gönderdiği; “Darbeler ve müdahalelerle devletin kurumsal yapısına musallat olan" vesayetçileridir...
.
Batı virüsü
21 Nisan 2017 02:00
16 Nisan Referandumu ile önü açılan hükûmet etme sistemindeki değişiklik sürekli darbe ve muhtıralarla sakatlanan demokrasiyi gecikmiş olsa da başımıza musallat edilen "Batı virüsü"nden kurtarma hamlesidir.
“Batı virüsü bir kez bir başka topluma yerleştiği an, onu oradan söküp atmak zordur. Bu virüs orada yaşamaya devam edecek olsa da, öldürücü değildir; hasta, yaşamaya devam eder, ama (iflah olmaz) virüsün zararından korunamaz. Politik liderler tarih yapabilirler, ama tarihten kaçamazlar. (Yerli kültürün reddi ile) kararsız ülkeler ortaya çıkarırlar, Batılı toplumlar inşa edemezler. Kalıcı olan ve tabiat hâline gelen kültürel bir şizofreni ile ülkelerini malul ederler. Batılılaşma konusunda Türkiye bugün itibarıyla (tıpkı Rusya gibi kültürel referansları bakımından) ikiye bölünmüş durumda. Çünkü Türkiye artık devrimler öncesinde olmadığı ve olamayacağı gibi, Batılı da değil. Zira Türkiye, dayatmalar sonucunda, ne Orta Doğulu ne de Batılı olmayan, iki arada bir derede, kafası karışık ve bütün bunlardan ötürü tanımsız ve kimliksiz bir ülke hâline gelmiş durumda...”
Bu satırlar Samuel Huntington’ın 1996 yılında "Medeniyetlerin Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yapılması" adlı kitabı yayınlandığında Türkiye’deki bazı çevrelerden büyük tepki aldı. Çünkü bir Batılı tarafından bunların söylenmesini -kendilerini aşağılanmış olmakla birlikte- toplumun içinde bulundukları trajik durumu ve kaosu fark etmelerine sebep olacak bir uyarı olarak hissettiler.
Bu yerli vesayetçiler için kabul edilebilir değildir. Nitekim altta kalmayıp, yazar Türkiye’ye davet edilerek demokrasi ve kalkınma hakkında konuştu. Konuşmasında toplumların siyaset ve ekonomik kalkınma modellerinin büyük oranda toplumun ahlak telakkisi, örfler, âdetler din ve tarihî kabulleri yani kültürü tarafından şekillendiğini vurguladı.
Hatta salonu buz kesen şu cümleyi de söylemişti: “Batı’da Türkiye’yi Batı toplumunun bir üyesi kabul etmeye yanaşmayan güçlü direniş karşısında modernleşme uğruna girişilen Batılılaşma çabalarının tekrar gözden geçirme zamanı geldiği düşünülebilir. Türkiye, kendi kültürel geleneklerini canlandırarak bunu yapabilir...”
Toplantıda bulunan ve bulunmayan bir kesim bunu kabul etmekle birlikte sosyolojik ve kültürel aidiyetin siyaseti böylesine güçlü yönetmesinden büyük rahatsızlık duydu. Bu endişeleri 16 Nisan referandum sonuçları ile doğrulandı ki, toplumun bir sel gibi dünyayı "tek tip"leştiren sığ ve çözücü post modern kültürü yaygınlaştıran “Batı virüsü”ne karşı gösterdiği güçlü bir direnç siyasete makas değiştiriyor. Bu değişim, Batı’nın Türkiye’yi uzaktan kontrol etme yeteneğini engelliyor.
Bu aidiyet alanlarının çatışması referandumda neyin oylandığının konusudur. Türkiye, 1950 yılından beri üzerindeki bu Batı vesayetini kırmanın mücadelesini veriyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “yerleşik düzen karşısında değişimi savunmak her zaman zor olmuştur” sözü toplumsal hafızanın Türkiye’nin içinde debelendiği kapanı kırmanın zorluğunu ortaya koymaktadır.
Vesayetçi kâhyalarının referandum sonuçlarına karşı önce sandık tartışmaları ile meşruiyet tartışması açarken bir yandan da sonuçların toplumsal kabul için yeterli sayıya ulaşmadığını savunmaları anlaşılır bir şeydir. Ne de olsa iktidar üzerindeki vesayeti kaybetmenin öfkesi içindeler.
Referandum sonuçlarının siyaset merkezlerine verdikleri mesajlara gelince, tamir bakım listesi yayınlayanlar endişe etmesin. Takvim, 2019 Mart yerel seçimleri ve 3 Kasım 2019 Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı şeklinde ifade ediliyor. Bu süre, patlayan lastiklerin değişimi için yeterlidir.
.
Rahatlık tuzaktır!..
24 Nisan 2017 02:00
Yalana gerçeklik algısı oluşturmayı huy edinmiş muhalefetin referandum sonuçlarını AK Partide çöküş olarak değerlendirmesi gerçeği yansıtmasa da EVET cephesinde sonuçların yüzde 55’in altında kalması öz eleştiri için yeterli miktarda düşük olarak kabul ediliyor.
16 Nisan akşamından başlayarak ekran tartışmaları ve köşe yazıları “hasar tespit raporları” ile dolu. Eleştiriler, özellikle “Evet” oylarının beklenen oranda çıkmadığı yerlerde yerel yönetimler ve teşkilatlar üzerinde yoğunlaşıyor.
"Ne yapılmasaydı veya ne yapılsaydı sonuç değişirdi" diye uzayan listelerdeki "iş kazası"nın, bütün hasarların anası, her işi oturduğu yerden gözlerini dikip yukarıdan bekleyenlerin içine düştüğü “rahatlık tuzağı”dır. Rahatlık tuzağına düşmüş insan ve kurumların da her zaman bir silkelenmeye ihtiyacı var diye düşünüyorum. Referandum sonuçlarından mutlu olmayanlar bunu nasıl yapar bilmem ama rahatı bozmanın farklı yolları olduğu söyleniyor.
Gece vardiyasında çalışan bir işçi, gece yarısı evine dönerken kullandığı yolu kısaltmak ister. Fakat kestirme yol, kasabanın mezarlığı içinden geçmektedir ve bu da biraz ürkütücü bir durumdur.
İşçi, “Gündüz geçtiğim yerden gece neden korkayım?” der ve gece yarısı evine mezarlık içinden geçerek dönmeye başlar... Bir süre sonra işçinin kullandığı yol üzerine, ertesi gün defin yapmak üzere koca bir mezar kazılır. Aynı gece çukurdan haberi olmayan işçi dönüş yolunda ne olduğunu bile anlamadan kendini çukurun içinde bulur. İlk sarsıntıyı atlattıktan sonra çukurdan çıkmak için hoplayıp zıplamaya başlar ama nafile; çukur derin, duvarları düzdür. Her ne kadar bağırsa da gece yarısı etrafta kimse olmadığı için feryadını duyan olmaz. Çaresiz, sabahı beklemeye karar verir ve sırtını çukurun duvarına verip beklemeye başlar...
Bir süre sonra aynı yolu bir istisna olarak kullanmaya kalkan bir başkası da ne olduğunu anlamadan pat diye çukura düşer. Ne olduğunu anlamayan ve köşeye korku ile büzülen işçiyi fark etmeyen adam çukurdan çıkmak için bir süre hoplayıp zıplar ama o da başarılı olamaz.
Adamın hoplayıp, zıplayıp çırpınmasını bir süre seyreden işçi sonunda dayanamayıp arkadan bacağına yapışır ve;
-Boş yere çırpınma arkadaş, buradan çıkış yok, der.
Sonucu tahmin ettiniz. Adam öyle bir sıçrayıp çukurdan kaçar ki yüksek atlama rekorlarını kırdığı tartışılabilir.
Rahatlık çukurundan çıkacak kabiliyeti ortaya çıkarmak için acı veren sonuçları görmek yeterlidir. Onun için dozajında bir rahatsızlıkta şifa olduğuna inanırım.
Bazı Anadolu köylerinde meyve ağaçlarındaki verim düşmeye başlayınca köylüler, bildiğimiz kürek sapları ile ağaçların gövdesini döverlermiş. Bu bir bakıma tembelliği cezalandırma gibi görünse de ağaçları silkelemek de denilebilir.
Oturanları ayağa kaldırmak, yürüyenleri koşturmak için rekabet hissini körükleyerek silkelemek de bir yoldur. İnsanları, şirketleri ve hatta ülkeleri ayakta ve canlı tutan rekabettir.
Rekabet, uykuya yatan bütün kabiliyetleri ayağa kaldırır. Müzmin bir tembeli ateşlemek istediğinizde onu rekabet çukuruna iteleyin; rekabet, gerisini halledecektir.
.
Sonradan gelenler
28 Nisan 2017 02:00
Gündem, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kurucusu olduğu AK Parti’ye üyeliği. Erdoğan’a davet gönderilmesinin ardından üyelik sürecinin tamamlanmasıyla 56 yıllık aradan sonra Erdoğan, Türkiye’nin ilk Partili Cumhurbaşkanı olarak görevine devam edecek. Öte yandan kulislerde AK Parti, halk oylamasından istediği sonucu almasına rağmen 2019’da yapılacak seçimlere hazırlanmak için teşkilatlarda yapması düşünülen yenilenme konuşuluyor.
Teşkilatlarda yenilenme gereği, basit ifadeyle referandum sonuçlarında gözlemlenen kaybın AK Parti tabanındaki karşılığını ortaya çıkarmak. Nitekim Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli, hasarı “dünyada hiç denenmemiş bir sisteme yüzde 51,5 destek çıkmasının başarı olduğunu ancak bu destek oranının yüzde 55 olduğuna ve son hafta bunun yüzde 51’e indiğini düşünüyorum” şeklinde ifade etmişti.
Evet, cephesinden makas değiştirerek yüzde 4’lük kayba yol açan seçmen sayısı ortalama olarak iki milyona denk gelir. Bu hasarın görünmeyen gizli bir hayır cephesinin saldırıları sonucu olduğu ifade edilse de üzerinde durulması gereken şudur. Geçmiş seçimlerde belki daha güçlü dip dalgalara karşı koyan seçmenin kavi ve sarsılmaz duruşuna mukabil referandumun son bir haftasında ciddi miktarda seçmenin makas değiştirmesine fırsat verecek kadar sarsılıp “muhatara” duruma nasıl düşürüldüğüdür. Bu ayrışma son bir haftaya sığmaz.
Bu kaybı bazılarının körlerin fil tarifi yaptığı gibi sadece “gizli hayır cephesi”nin operasyonlarına bağlamak kolaycılık olur.
Sonuçların coğrafi dağılımına bakarak yakalamaya çalıştığımız sebepleri, referandum sürecinde yeni sistemin halka anlatılmasındaki yeterlilik/yetersizlikten çok AK Partiyi alanda temsil eden, halkla sürekli temas hâlindeki başta yerel yönetimler olmak üzere icra organlarının/teşkilat ve Belediyelerin yeterliliğinde aramak gerekir.
Nitekim “Evet” oylarındaki kayıpların elle tutulduğu, gözle görüldüğü yer büyük şehirler. Özellikle başta İstanbul ve Ankara olmak üzere 30 büyük şehirden 17’sinde çıkan “Hayır” sonuçları AK Partiyi hasar onarımı için önceliğini bu illerdeki yerel yönetimler üzerine itiyor.
Bu noktada “hayır” cephesinin, günlük magazin takip etme fırsatları daha yüksek diye kentlerin kırsala göre öne geçtiğini ileri sürmesi de doğru değil. Haber ve iletişim ağındaki güç Anadolu'da bir dağ köyü ile Şişli’yi eşitliyor. Kanaatimce Hükûmet politikaları, seçmen tercihlerinde illeride farklı sonuçlara yol açmaz ama iktidarın seçmen sadakati için ihtiyacı olan ilişki ağını seçmenle temas eden kurumlar/Yerel Yönetimler güçlendirir veya zayıflatır.
Tam da burada FETÖ destekli cephe yeni bir operasyon peşinde. AK Partinin 2019 seçimlerine giderken kendi içinde sağlıklı bir yapıya doğru evrilmesini arkada kalan iktidar döneminde kader ve hizmet ortaklığı yapmış paydaşlarında tasfiyeye gidilmesi. Tam da “hayırcı dalga”sının istediği iş.
AK Parti içinde hiç kimsenin “ya onlar ya biz” diye ne dindar insanları, ne de geleceğin inşası için harekete omuz vermiş liberalleri dışarı itekleme lüksü yoktur. Her fikrin toplum tabanında sosyolojik bir karşılığı var. Kimse kimsenin nefes borusunu kesmemelidir. AK Partinin yeniden misyon tanımına da ihtiyacı yoktur, Sayın Tayyip Erdoğan, AK Parti’yi ta en başında muhafazakâr demokrat bir parti olarak tanımladı.
Referandumdan kıl payı ‘evet’ çıkması, doğal olarak bir iç muhasebeyi zorunlu hâle getirmiştir. Ancak, bundan hizipleşme, kamplaşma koridoru açacak bir temizlik isteyenler, namuslu bir adam için fazla tövbekârlar! Herkes kendisinin AK Partideki doğum tarihine veya ne kadar muhafazakâr-demokrat olduğuna değil kendisine emanet edilen işin hakkını ne kadar verdiğine bakmalı.
.
Söylediklerimize değil, ayak izlerimize bakarlar...
1 Mayıs 2017 02:00
AK Parti'nin 16 Nisan referandumunun sonuçları bakımından nasıl bir değerlendirme ve “yenilenme" yapacağı merak konusu. İçeridekilerle beraber AK Parti dışındaki partiler ve yeni siyasi hareket hayal edenler de bu revizyondan çıkacak sonuçlara umut bağlamış görünüyor. Muhalefetin zaten kendine ait bir siyaset planı olmadığı için onlar da AK Partinin yol haritasına tabi görünüyor.
Tartışmalar 48,6 ile “hayır" oylarının nedenleri üzerinde gözükse de eleştirilerin merkezinde AK Partinin yukarıdan aşağıya, halka inen heyecanındaki örselenmedir. Çünkü aşk, sevgi, heyecan yukarıdan aşağıya iner.
Bazıları, kadrolarda yenilenme gerektiren sıkıntıyı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın temposuna ayak uyduramamak ritmini bozarak ayak sürümek hatta “yan gelip yatmak" olarak tanımlıyor. Hakikati ise AK Partinin ilk kuruluş aşamasındaki “aşkını kaybetmek” korkusudur. Çünkü aşk hayatiyet sağlar ve kuvvettir, 'Aşk’ını kaybedenler kaybolup giderler. Aşk ölürse yerini hayvani duygular ağır basar, bu defa kelp (köpek) dişi gibi apartman dikme yarışları başlar.
Bu zaafın fark edilmesi umut vericidir. Ancak rahatsızlığı kaybettiğimiz yerde değil dışarıda aramak çıkmaz sokaktır. Önceki gün memleket ziyaretine gelmiş bir üst seviye siyasetçi yaptığı görüşmelerde tabandaki heyecanın pas tuttuğundan dertlendiğini söyledi. Ben de kendisine aynaya bakmasını söyledim.
Revizyon önce kişi ve kurumların kendi kuruluş sözleşmesini hatırlaması ile başlar. Toplum söylediklerimize değil ayak izlerimize bakar, acaba ilk kurulduğu gün toplumla yapılan mutabakat sözleşmesindeki durduğumuz yerde miyiz?
Geçmişte siyasi hayattan çekilen muhafazakâr-liberal iktidar partilerinin hiçbiri seçmenini sandıkta CHP’ye kaptırarak küçülmedi. CHP, çok partili siyasi hayatımızda Demokrat Partiden başlayarak hiçbir zaman siyaset etme yarışında alternatif parti olarak seçmen kaparak büyüyemedi. İktidar partileri içinde yan gelip yatanlar sokaktaki insana dokunmayı, onu dinlemeyi, sorunlarıyla hemhâl olmayı ne zaman ki terk etti halk da onu terk etti.
AK Partinin toplumun değerleri ile barışık sosyal politikaları bugüne kadar AK Parti'yi yerelden başlayarak iktidar yaptı. Darbe ve muhtıralarla incinmiş çoğu toplum katmanları hem siyasetin yönetim katlarında sorumluluk aldı hem de kalkınmanın nimetlerini paylaştı. Anadolu'da bu ruhu ayakta tutacak 'Aşk' var, aksiyon adamlarından hız alan değil onlara hız ve cesaret veren. Ne zaman daralsalar Anadolu’ya gelip nefesleniyorlar.
Bir revizyon yapılacaksa bunun adı, bu 'Aşk’ın yeniden tutuşturulması olmalıdır. Hasarın onarılmasının başlayacağı alanda yerelden başlamalıdır.
Başımıza ne geldiyse 'aşk'ımızı kaybetmekten geldi. Medeniyetlerin inşasında, kanatlandırıcı bir ruh gizlidir. Bir medeniyet inşasının harcıdır Aşk…
Aşk devir ve vekâlet kabul etmez.
.
Yereli kaybeden geneli kaybeder
5 Mayıs 2017 02:00
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, AK Parti’nin genel başkanlık görevini devraldıktan sonraki yeni yol haritasını 2019 Mart ayında yapılacak yerel seçimlere odaklanma olarak açıkladı. Öncelik, “Vatandaşa doğrudan değecek” yerel hizmetler.
Nitekim, AK Partinin başarı hikâyesi Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde ortaya koyduğu üstün başarı ile başlıyor. CHP’li başkan Nurettin Sözen’den devralınan suları akmayan, çöpleri toplanamayan, rüşvet olaylarının (İSKİ) ayyuka çıktığı bir belediyeden temiz bir şehir inşasının yolunu açmıştı. Burada başarıyı getiren sadece şehir mühendisliği değil, şehri, içinde yaşayanlarla birlikte inşadır. Fikirler, projeler eğer muhatapları ile paylaşılırsa onlar da projenin parçası olur ve şehre ait olurlar.
Nitekim bu halkın içine girerek yönetimi paylaşma/Milletle yürüme tarzı, Sayın Cumhurbaşkanının yönetimdeki her icraatının da temeli olmuştur.
Şehre ve insanlara dokunduğunuzda şehir arkanızdan gelir.
AK Partinin yerel yönetimlerde ve merkezde, seçmenin yüreğine dokunan hizmetler, değer merkezli siyaset üretmesi için yüksek profilli siyasi kadrolara ihtiyacı yoktur. Sayın Erdoğan’ın ayak izlerini takip etsinler yeter.
Nebi Miş’in “AK Parti tarzı siyaseti” tanımlarken Sayın Erdoğan üzerinden naklettiği siyasette sahicilik ve gerçeklik örneği bütün yerel yöneticiler için baş ucu kitabı olacak seviyede mükemmellik arz ediyor.
“AK Parti’nin, seçimleri kazanmada, reformları yapmada ve krizleri aşmada, milletle birlikte yol yürümesi ve halka sürekli temas etmesi, ‘AK Parti tarzı siyaseti’nin en önemli unsurudur. Erdoğan, üyelik konuşmasında bu hususu, “insanların gönlünü almayan oyunu alamaz. O yüzden insanlara temas etmeliyiz” sözleri ile vurguladı.
Erdoğan liderliğinin en önemli özelliği de “siyasette sahicilik ve gerçekliktir.”
Bu durumu en iyi vurgulayan husus, AK Parti ve Erdoğan’ın uzun süre siyasi kampanyalarını yöneten ve 15 Temmuz’da şehit olan rahmetli Erol Olçok’un kardeşi Cevat Olçok’a, Erdoğan’la ilgili yaptığı tanımlamadır. Ağabeyimin şöyle dediğini hatırlıyorum: "Oğlum bizim en büyük numaramız, Tayyip Erdoğan’ın sahiciliğine bir imaj yüklemememiz, onu olduğu gibi sürekli koruyabilmemiz."
Sonuçta, belediye başkanlığı dönemindeki bu yönetim başarıları Sayın Tayyip Erdoğan’a 2002 yılında yapılan genel seçimlerde tek başına iktidara getiren yolun kapısını açtı. Bugün referandum sonuçlarından rahatsız olan, 2019 seçimleri için güçlü referans arayanlar sayın Erdoğan’ın insanların gönlünü ve güvenini nasıl kazandığına bakmalıdır.
Referandum öncesi Antalya’da düzenlenen ve AK Partili 18'i büyükşehir, 30'u il olmak üzere toplam 878 belediye başkanının katılımıyla gerçekleştirilen AK Parti Belediye Başkanları İstişare ve Değerlendirme Toplantısı'nda Başbakan Binali Yıldırım, AK Parti hareketinin tohumlarının Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde 1994'te İstanbul'da atıldığını belirterek, "Yakın siyasi tarihimize baktığımızda iktidarların habercisinin yerel yönetimlerdeki iktidarın olduğunu görüyoruz. Yerel yönetimi kazanan genel iktidarı da kazanıyor, kaybeden genel iktidarı da kaybediyor" demişti.
Soru sormayan, talep dile getirmeyen, susan seçmen, büyük bir soruna işaret eder. Bu, insanların yönetim kadroları ile arasının açıldığının, yabancılaşmanın alametidir. Şehrinde misafir muamelesi gören insanlar susar ve soru sormazlar. Bunun değişmesi gerek diyenler önce kendisini değiştirmeli ve yolu milletle birlikte yürümelidir. Şehre ve insanlara dokunduğunuzda şehir arkanızdan gelir...
.
İsmi malum cismi meçhul saldırı...
8 Mayıs 2017 02:00
Svetlana Aleksiyeviç, pek çok kişinin öldüğü çok daha fazla insanın kansere yakalanmasına, çocukların hastalıklı ve sakat doğmasına yol açan büyük felaket “Çernobil” nükleer felaketini ve sonrasını anlattığı “Çernobil Duası” adlı kitabında olayı; yaşayanların “gözle görülmeyen, kokusu ve sesi olmayan, cisimsiz bir şeye karşı savaşı” olarak tanımlıyor.
Son yıllarda bizde “ismi belli cismi meçhul” bir şeyin kıyımına uğruyoruz. Genç kuşak üzerinden yaşadığımız intihar, cinayet, uyuşturucu alışkanlığı ve diğer yaygın suçlar toplumu gözle görülmeyen kokusu olmayan bir saldırının kurbanları yapıyor. Öyle bir cinnet hâli ki, yaşanması durumunda sahip olduğumuz bütün zenginlikler sıfırlanıyor.
Sömürgecilerin yazılı ve görsel medyayı kullanarak yaptığı dışı şeker içi zehir kaplı bu sinsi saldırılarının tahribatı “Çernobil” zehrinden daha acı verici. Tek hedefi var, kontrolsüz kalan gençler üzerinden cemiyeti çökertmek. Gençlerine sahip çıkmayan toplum geleceğe el sallar…
Önceki gün 16 yaşında bir gencin intiharı yaşadığım küçük kentte bir kez daha sebepleri farklı da olsa bizi “genç intiharları” ile yüzleştirdi. Çok geçmeden dün gazetelere yansıyan “Bursa’da 16 yaşındaki lise öğrencisi yaşıtı kız arkadaşını sınıfta diğer öğrencilerin gözleri önünde silahla başından vurup öldürdükten sonra intihara teşebbüs etti” haberi ile sarsıldık.
Yaşananlar bize cephe açan bu görünmez düşmanla hesaplaşmaya mecbur kılıyor. Uzak yakın fark etmeden hayatımıza kara bir leke gibi düşen bu olayları sıradanlaştırmak çözüm değil, geleceğe ihanettir. Zaten hasarın nasıl kan lekesi gibi büyüyüp yaygınlaştığı ortada.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, çocukların karıştığı ve mağduriyet yaşadığı suçlarda cinsel suçlar, uyuşturucu bağımlılığı, kasten yaralama ve öldürmenin açık ara önde gittiği görüldü. 2015 yılında ülke genelinde 12 bin, 2016, yılında ise 17 bin çocuk suça karıştı, 14 binin üzerinde çocuk ise mağdur olarak zarar gördü. Ortaya çıkan rakamların doğruluğu tartışılır çünkü bir de polise yansımayanlar var.
Suçun önlenmesi için “Nereden başlayalım”a gelince her kafadan bir ses çıkıyor. Meseleyi güvenlik sorunu olarak görenler her okula güvenlik kamerası konulması gerektiğini söylüyor. Sonunda her sınıfa bir kamera, uçaklardaki gibi “sınıf polisi” görevlendirmeye kadar götürecek bir anlayış.
Beyler!.. Genç nesil şaşırtıcı bir hızla ruh sağlığını kaybediyor. Atalarından, babalarından gelen ahlaki değerlere sırt çeviriyor. Çernobil’in radyoaktif serpintisinden daha tahripkâr daha dehşet, ağır ve bulaşıcı bir narsisizm, enaniyet, saldırganlık salgın hâlinde yayılıyor. Kaygılı, öfke ve nefret dolu bir toplum hâline dönüşüyoruz.
Tamam, belki tüm eğitim sistemini sil baştan yapacak hâlimiz yok ama hani okullarda müfredat değişecekti? Çocukları sadece matematik, fizik öğrensin diye mi okullara gönderiyoruz? Değerler eğitimi nerede kaldı? Hayatta en önemli şey olan dürüstlük, çalışkanlık, gayretli olmak, vefakârlık ve başkalarına saygılı davranmanın yaptığınız sınavlarda karşılığı var mı?
Bu gidişat devam ederse ki; akşam haberleri sürekli "kan olmazsa haber olmaz" kafasıyla ekran işgal ederken, RTÜK bunu seyrederken(!) TV’ler genç yaşlı herkesin başına gelebilecek haberleri servis yaparken, sürekli başımıza bir felaket geleceği hissi ile yaşarken (okullarda bile eğitim yerine kameralı takip sistemini, sınıflara polis koymayı konuşursak) edeceğe benziyor.
Olayların başladığı ve bittiği yer “karakollar” değil “okullardır”. Başlayacaksak eğitim sisteminden başlanmalıdır. Bu yıkıcı sonuçların ezberci ve seküler eğitim sisteminin sonucu olduğunu hâlâ fark edemedik mi?
.
Vesayet savaşı ve Pİ’nin hikâyesi
12 Mayıs 2017 02:00
Her ne kadar, 16 Nisan’ın yüzde 51.41’lik referandum sonucunun imtiyazlı bir zümrenin vesayet rejimini, bürokrat saltanatını sona erdirdiğini, 1699 Karlofça Antlaşmasından bu yana süregelen Hıristiyan Batı’nın Türkiye üzerindeki vesayetini kıracak kapıyı araladığını yazıp çizsek de, içimizdeki devşirmelerin saldırılarına karşı mücadelenin güçlendirilerek devam etmesi gerekiyor.
Bu, içinde bulunduğumuz durum, Batı’nın İslamiyet ve Türkiye’ye karşı artarak büyüyen düşmanlığı ve bunun karşısında verilen mücadele bana, kurtuluşu yok gibi görünen zayıf bir sandalda hem acımasız okyanusa karşı hem de kendini sandalda birlikte bulduğu Bengal kaplanına karşı kurban gitmemek için hayatta kalma savaşı veren “Pİ’nin hikâyesini”(*) hatırlattı.
Bir mesaj/fikir okuyucuya aktarmak istendiğinde onu bir hikâye içinde zarflamak, fikrin, anlaşılmasının yanında gelecek nesillere aktarılmasını da garanti eder. Arkada kalsa da, 16 Nisan öncesi “Hayır” cephesine açık destek veren Batı’nın bu gayretkeşliğinin arkasındaki sebebin iyi anlatılmadığı ve hangi hendekten atladığımızın iyi anlaşılmadığı kanaatindeyim.
Pİ'nin hikâyesi şöyle. Hindistan’dan Kanada’ya giden bir yük gemisi, içindeki tüm canlılarla birlikte trajik şekilde batar. Bir cankurtaran filikası, uçsuz bucaksız vahşi Pasifik Okyanusu'nun ortasında yapayalnız kalır. Sandalın hayatta kalmayı başarabilen mürettebatı ise bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan, Parker adında üç yüz kiloluk bir Bengal kaplanı ve Pİ adlı 16 yaşında bir çocuktan ibarettir.
Pİ, Bengal Kaplanı ile teknede baş başa kalmıştır. Dev kaplana yem olmamak için hayvanla anlaşma imkânı bulamayan Pİ onu terbiye etme yolunu seçer. Sıra dışı yolculuk Bengal kaplanının Pİ’nin gücünü kabul etmesiyle sona erecektir...
Kendini Okyanus zanneden Batı Türkiye’yi besin zincirine kurban bir sömürge olarak görmek istiyor ve sandalı içindeki iş birlikçileri ile birlikte yutmak istiyor. Aynı maksada hizmet eden ülkedeki taşeronlarıyla aynı senaryo/sandal içindeler.
Geçmişte Haçlı ordusu sadece ülkenin dışında idi. Bugün ülkenin içindedir. Hıristiyan Batı bu ülkenin çocuklarını Haçlı ordusu olarak kullanmaktadır. PKK, DEAŞ, DHKP-C, FETÖ...
“AB’nin kapısında 54 yıl bekletildikten sonra bir 54 yıl daha beklesek netice yine değişmeyecektir. Çünkü Batı Türkiye’yi sömürge gibi kabul etmekte, Amerikalı milyarder Soros ve Almanya bankaları Türkiye’deki terör teşkilatlarına para yardımı yapmakta, Amerikalı subay ve askerler PKK ile kucak kucağadır.”
Bu dünyada hür yaşamanın, özgür olmanın bedeli güçlü ekonomiden geçer. Ekonomik gelişmenin temeli de siyasi istikrardır. CHP, HDP ve Avrupa, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa topyekûn Batı Başkanlık sistemini İstemiyorlar. Çünkü Başkanlık sisteminde ülkeye dışarıdan hükmetmeye çalışanların hiçbir hükmü kalmayacak. Bu sistem bu ülkeyi dışarıdan yönetmeye çalışanların sonu demektir. Bu zamana kadar hep koalisyonla ya da darbe ve muhtıralarla yönetime müdahale edip bu ülkenin kalkınmasını yavaşlattılar.
Referandum sonucu ile başlayan süreç, saldırgan Batı’nın hoşuna gitmese de terbiye edilmesidir. Pİ’nin dediği gibi “Bu(nlar) ehlileşmez ama terbiye edilebilirler…”
.
Gurbet Kuşları
15 Mayıs 2017 02:00
Artık üç nesli bir şehirde yaşıyor görmek mümkün değil. Modern hayatın sert rüzgârı her kuşağı bir tarafa savuruyor. Geçmiş zamanlardaki gibi insanla şehir arasındaki güçlü aidiyet bağları yok. Büyük şehirlerde ise her sosyal guruptan insan emniyetli liman olarak gördüğü hemşehri gettolarına sığınıyor. Buna karşılık hayallerinde hep gelecekte gerçekleşecek bir şeylerin arkasına sığınarak köylerine ve köklerine dönecekleri günü bekliyor.
Oysa durum çok farklı ve köyler, kasabalar, küçük kentlerde yaşayanlarda artık yalnızlıktan şikâyetçi. Küçük şehrin büyük yalnızları da içlerindeki gurbetle savaşıyor.
Sorun mekânla ilgili değil doğrudan insanla ilgili.
Kendisiyle kavgalı insan kolay yolu seçip hasmını dışarıda arıyor. Herkes başkasını düzeltmekten vakit bulup kendisine bakmayı akıl edemiyor. Yaşadığı çevrenin bir parçası olmayı reddedip ona patron olma savaşına giriyor. Sonuç mağlubiyet, ödülü mutsuzluk, çözüm başka diyarlara göç. Tabii savaş yeni kentte tekrar başlıyor.
Çoğu insan hâlâ daha iyi bir hayat sürmenin yolunun, altyapısı, konut sorunu çözülmemiş, iş imkânları dar ilden göç etmekte arıyor. Yeşilçam’ın usta yönetmeni Halit Refiğ’in daha iyi bir hayat sürebilmek için küçük bir kasabadan “Altın Şehir” dedikleri İstanbul’a göç ettikten sonra birbirinden kopmaya, parçalanmaya başlayan bir ailenin hayat mücadelesini anlattığı “Gurbet Kuşları” filmi, bu hayali kovalayanların trajedisini anlatan ilk Türk filmiydi (1964).
Ama kendilerinde, içeride kaybedip büyük şehirde aradıkları her neyse onu büyük şehir vermedi. Şehirler canlıdır ve çok kıskanç olurlar. Zenginliklerini kendilerine ram olanlarla paylaşır efendilik taslayanlarla değil.
Nitekim “Gurbet Kuşları” ağır hasar alıp geriye, hafızalarına sığınırken, terk ettikleri şehre geri dönüş yolculuğu başlarken itiraf etmek zorunda kalırlar. “… Bu şehri fethetmek hayaline kapılmak hatalarımızın başlangıcı oldu. Sırt sırta verip çalışacağımıza herkes kendi havasına daldı. Kendimizden hiçbir şey katmadan bu şehrin nimetlerinden istifadeye kalktık. İşte bunun için başaramadık.”
Şehrimizi fethetmek gibi alışkanlığımız önce geçmişimize sonra şehrimize bizi yabancılaştırıyor, kendi şehrimizde “Gurbet Kuşu” yapıyor. Bir kere kendi şehrimizde yabancılaştık mı artık her yer gurbet.
Bana sorsanız “eğer yetkin olsaydın yaşadığın şehre değer katmak için ilk ne yapardın?” diye. Hiç tereddütsüz “Şehrin hafızasını, gölgelerini açık eder, fark edilmesini genç nesillerin tanımasını fark etmesini sağlayacak teşebbüslerde bulunurdum. Şehir ve toplum hayatını parçalayan Kozmopolit hayat ancak müşterek değerler paylaşıldığında yerini aidiyet duygusu güçlü kentlere bırakır. Hayatta geçmiş ile kavga başladı mı gurbet başlar…”
Yoksa hangi şehir hangi ülke olsa fark yok, şairin dediği gerçekle yüzleşiriz...
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın,
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
Aynı mahallede kocayacaksın;
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına,
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma…
.
Üç Kümbetler
19 Mayıs 2017 02:00
Bütün dünyada, Osmanlı medeniyetinin araştırılması yeni bir şey değil. Bunu yapmaları boşuna değil, idari ve ekonomik sistemlerinde günün şartlarına göre evrilmiş çoğu uygulamada Osmanlı dönemi izleri var.
Dünya âlem biliyor ki, Türkiye'nin maddi ve manevi kalkınma hamlesinin başarılı olması ve sürdürebilmesi, sadece üretim ekonomisinin güçlendirilmesi ile mümkün değil. Bu gayretlerin hayata geçirilmesi, işe yarar hâle gelmesi, eğitimde, medyada, fikir, sanat ve kültürde, geçmiş güçlü medeniyet fikriyatımızın ortaya konulmasına bağlı.
Son asır merkezî idare ile yerel yönetimlerin çatışması ile geçtiğinden kalkınmayı yerelden başlatacak arayışlarda sürüyor. Son örnek olarak, şehirler üzerinden Türkiye’nin idari ve ekonomik sorunlarına çözüm üretmek için TÜKONFED ve İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) “Yerel Kalkınmada Yeni Dinamikler" konulu bir rapor hazırlamış. Esası, şehirlerin zenginliğine uygun kalkınma planlarının oluşturulması. Yerel kaynakların harekete geçirilerek göç, işsizlik ve terörün önlenmesi.
Yerel kaynakları; şehirlerin tartılabilir, satılabilir yer altı ve yer üstü zenginlikleri ile sınırlayan anlayış halen çoğu şehirler hakkındaki kanaatleri belirliyor. Çoğu araştırmacı aile gelirindeki düşüş ve fakirleşmenin göç sebebi olduğunda ısrarlı. Oysa göç eden insanlar önce şehirleri ile arasındaki duygusal bağları kaybediyor. Aidiyet bağları kaybolup, kendini sahipsiz görünce de yollara düşüyor.
Resmi biraz daha netleştirelim, yeni canlanmış bir caddede eski kepenklerini söküp cam cephe yapan bir dükkân sahibine sordular.
-Neden demir kepenkleri söktün, hani gidiciydin?
-Çünkü artık şehir daha güvenli.
-Daha mı güvenli? Bunu nasıl yaptılar, daha mı çok polis yerleştirdiler?
-Yok, canım, ne polisi, düzgün yapılar, temas edebildiğim ecdat yapısı eserler, aydınlık sokaklar, temiz ve bakımlı asfalt, yeşil ağaçlar. O kadar güzel ki, kendimi huzurlu ve güvende hissediyorum...
Dara düşen insanlar geçmişine sığındığı gibi milletler de sıkıntılı zamanlarında tarihlerine sığınır, ondan hız ve cesaret alır. Kendilerine güven veren insanlarla ve eserlerle buluşur, yeniden doğuş için hız alır.
Tarihin birleştirici temel bir değer olması “ortak bellek” hâline gelmesi ancak herkes tarafından bilinir olmasıyla mümkündür. Bu sadece tarih ilminin tedrisiyle mümkün değildir. Kültür ve sanatının toplum hayatına mal edilmesi gerekir. Aradığımız bilgi değildir, her birimiz bize cesaret bulaştıracak kahramanımızı arıyoruz ve bu bir ihtiyaçtır. Tarihî eserleri etrafındaki beton kuşatmalardan kurtarıp onlarla insanların asgariden göz temasını mümkün kılmak bu zorunluluğun sonucudur.
Son bir asır Selçuklu ve Osmanlıya içeriden yapılan kıyım sadece yazılı eserlerin imhası ve ihmali ile sınırlı kalmamış han, hamam, kervansaray, kümbet akla gelen her türlü tarihî yapıda nasibini almıştır. Şehirlerimize böyle kıydılar.
Mezarlıkların bile talan edildiği, tarihimiz üzerindeki bu hain ve acımasız tahribat toplum üzerindeki ortak hafızayı da parçaladı. Son dönemde iktidarların bunu fark etmesiyle tarihî eserler üzerindeki örtü kaldırılmaya başlayınca her yerden ortak hafızamız ortaya çıkmaya başladı.
Şimdi, "şehrimin inşasına nereden başlayalım?" diye yol haritası arayan yerel yöneticiler toprak, enkaz ve gecekondular arasına gömülmüş tarihî mirası gün yüzüne çıkarmalıdır. Bunun insanlar üzerinde vereceği güven ve şehre sadakati hayal bile edemeyiz.
Bu hamleleri daha önce gerçekleştirmeye başlayan çoğu yerel yönetim ciddi takdir ve mesafe alıyor. İlk aklıma gelenler çevresiyle birlikte yeniden rehabilite edilerek topluma kazandırılan Cizre’de, göğsünde büyük mutasavvıf Ahmed-i Cüzeyri’yi misafir eden Kırmızı medrese (Medreset'ül Hamra) ve Erzurum Sultan Melik Mahallesinde bugün mevcut bulunmayan mezarlığın içerisinde yer alan Anadolu’daki mezar anıtların en güzel örnekleri Üç Kümbet oldu. Emeği geçenlere tebrik ve teşekkürler.
Topyekûn hepimizi harekete geçirecek diriltici ruh, tarihî köklerle kurulan irtibatın muhkemliğinden doğar ve elimizin altında keşfedilmeyi bekliyor...
.
Geçmişi yok sayarak geleceğe yürünemez
22 Mayıs 2017 02:00
İz bırakan bir iş yapmak istiyorsanız, birlikte yürüdüğünüz insanlara dikkat etmelisiniz.
Ayaklarını sürüyen, ayak bağı adamlarla bir yere varılmaz.
Dün gerçekleştirilen AK Parti olağanüstü kongresinin ardından yeni dönem 2019 seçimleri öncesi 16 Nisan referandum sonrası halk üzerinden yapılan araştırmalarda ortaya çıkan değerlendirmelerden hareketle “Demokrasi, değişim ve reformlar” üzerinden yeni programların uygulandığı dönem olacaktır. Toplumda ve AK Parti tabanındaki beklentiler bu yönde.
Bu değişim hamlesinin başlangıcı, Cumhurbaşkanı Sayın Tayyip Erdoğan’ın 4. Uluslararası İbni Haldun Sempozyumu’ndaki konuşmasında “Nasıl kökleriyle bağı kopan bir çınar kurursa, medeniyet birikimiyle irtibatını koparan bir ülke de fikrî kuraklığa maruz kalır. Yüzyıllara sarih ilim deryasından istifade etmeden, özgün eserler verilemez, geçmişi yok sayarak geleceğe yürünemez. Bu ülke ne çektiyse aşağılık kompleksinden çekmiştir. Bu millete en büyük zulmü bağrından çıktığı toplumun değerlerine düşman, yasakçı, baskıcı jakobenler yapmıştır. Yıllardır düşünce hayatımızın pınarlarını kurutan, işte bu hastalıklı ruh hâlidir. Batı’da ne bulursa alıp, hiçbir elekten geçirmeden ülkemize boca eden ilim erbabının özensiz tercümeleri, akademik müfredatımızı felç etmiştir. Kolaycı ve kopyacı, sadece tüketmeye ayarlı bu zihin dünyası sebebiyle, özgün, yerli ve çığır açan eserler ortaya konamamıştır” diyerek özetlediği yerdir.
Bugün en önemli sorun hedef olarak ortaya konan Büyük Türkiye idealine koşuyu ağırlaştıran ayak bağlarından kurtulmaktır. Toplumun büyük kesimlerince de kabul gören, bu değişime ihtiyaç var. Ana meselemiz ise, bu değişimi hangi kadrolar taşıyabilir, kimlerle hayata geçirilir?
Bu hamleye ekmek gibi, su gibi ihtiyacımız var çünkü bu ülkede hâlâ her yolu kullanarak Batı kültürünü topluma giydiren, genç kuşakların öz güvenini yok eden, kabullendiği kültür karşısında, geçmişinden kaçan, aşağılık kompleksine iten, mankurtlaştırıcı bir düşünce, kültür, sanat ve medya hayatımızda hükmünü hâlâ icra ediyor.
Köklerimize zehir dökerek kurutan bu işgale son vermek, sadece ilk günden beri icracı kadroları ikaz eden ve istikamet ve cesaret veren Sayın Cumhurbaşkanı’na havale ederek kurtulmak mümkün değil. Bu ülkenin nimetlerinden, hele güçlü iktidarın gölgesinde nefes alan herkesin eli taşın altında olmalı.
Yeni kadrolar kurulurken herkesin geçmişinde bıraktığı eser onun yeni görevlendirmede referansı olmalı, kişilerin alacağı pozisyon “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” ilkesi belirleyici olmalı. İnsanlık tarihine ışık tutan bütün medeniyetler, maddi ve manevi hamleler hep bu köklerin üzerinde yükseldi. Köksüz ağaç meyve vermez. Ama geçmişinden utanan, ruhu yamalı, pasaklı tipler ile bu hamle gerçekleşmez. Elbette ayak sürüyen adamlardan bazı kadrolar temizlenmeli.
Yeni dönem içeride ayak sürüyen, ayak bağı safraların temizlendiği dönem olacaktır.
Hayatımızın her alanını tahrip eden bu varoluşsal krizi sonlandırmak, yeni bir dünya kurulurken, Türkiye’nin kendi rolünü belirlemesi, Batı’nın oyunlarına figüran olmaması buna bağlı. Toplumsal refah için, kurulacak üretim ekonomisi, yüksek teknolojiye dayalı kalıcı yatırımlar, eğitim, fikir, sanat, kültür üzerinden kurulur. Medeniyetlerin temel sağlamlığı, tarihî derinlik, kültürel ve entelektüel zenginlikleri kadardır.
Eğer bu manevî atılım ihmal edilirse, sosyal ve kültürel bütünlüğün hızla parçalanması kaçınılmazdır.
.
Şehir Hakkı"
26 Mayıs 2017 02:00
İnsan davranışını anlamaya çalışırken dolambaçlı yollarda kaybolmaya gerek yok. İnsan davranışının önemli bir kısmını içinde yaşadığı çevre belirler. Hayat sahnesindeki davranışlarımızı etkileyen her birimizin teker teker içine konulduğumuz sağlam veya çürük sepetlerdir. “Bizi terbiye eden, bu sepetlerin (kentlerin) ekonomik, tarihsel, politik, dinî ve yasal karakteridir” diyen Philip Zimbardo bir bakıma kendisinden yedi asır önce yaşayan İbni Haldun’un “coğrafya kaderindir” sözünü tekrarlıyor.
Bu yıl başında şehirlerin meseleleri ve çözüm yollarının enine boyuna tartışıldığı “Şehircilikte yeni vizyon” temasıyla toplanan “Şehircilik Şûrası”nda Başbakan Binali Yıldırım şehirlerin içinde yaşayanlara kendi şeklini veren bir kap olduğunu vurgulayarak “Marifet halkın kalbini, ruhunu, benliğini inşa edecek insana huzur verecek şehirler inşa etmektir” demişti. Bu AK Parti'nin yerel yönetimler için çizdiği yol haritasının merkeziydi. Şehirleşmenin yeni vizyonu şehirlerin, Kimlik, Planlama, Kentsel Dönüşüm, Göç ve Uyum başlıkları altındaydı.
Nitekim bu parametreler çizgisindeki yarışta tüm şehirler farklı performans gösterdi ve bunun gözden kaçmadığını Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz AK Parti 3. Olağanüstü Kongresindeki konuşmasıyla açıkladı.
Cumhurbaşkanının “Bizim, temel belediye hizmetlerinde, yatırımlarda, sosyal hizmetlerde, sosyal yardımlarda ve insan ilişkilerinde AK Parti vizyonuna uygun icraat ortaya koyan belediye başkanlarına ihtiyacımız var. Şehirlerine ve partilerine yük olan değil, şehirlerinin ve partimizin yükünü omuzlayan belediye başkanlarıyla yolumuza devam edeceğiz” sözleriyle ifade ettiği mesaj; çürük sepetlerle sağlam sepetlerin bir tutulmayacağı ve liderlik çıtası düşük başkanlarla yolların ayrılacağıdır.
Yaşadığı ve yönettiği şehri markalaştırma adına bir şehrin geleceğini belirleyen en önemli aktör, diğer paydaşların lideri tartışılmaz olarak belediyelerdir.
Hele dünyada nüfusun kırsaldan şehirlere aktığı, ziyaretçi, yatırımcı ve nitelikli nüfusun ikameti için şehirlerin birbiriyle yarıştığı bu zamanda düşük profilli yöneticilerin ayrılması kaçınılmazdır.
Şehirler; yüksek binaları, yoğun trafiği, daraltılan kamu alanları, aralarda sıkışıp kaybolan veya mahkûm edilen tarihî eserleri ile bize bir şeyler söylüyor. Artık sadece ekonomik değil, kültür ve politikanın merkezinde şehirler. Şehirleri dinleyen kazanıyor.
Henri Lefebvre 1967 yılında yayınladığı “Şehir Hakkı” isimli kitabında “Şehir, zihinsel ve toplumsal bir biçimdir. Niceliklerden, nesneler ve ürünlerden doğan bir niteliktir. Bu şartlarda 'Şehir Hakkı' mülkiyet hakkından farklı olarak, özgürlük hakkı, toplum içinde bireysellik hakkı, habitat ve mesken hakkı, şehre katılım ve sahiplenme hakkıdır” demişti.
Zenginliğin sahip olduğu devasa üretim ve inşa kapasitesi özellikle metropol kentlerde “Şehir Hakkı"nın üzerine kontrolsüz biçimde çöktüğünde insanların hayatından çalar. İnsanla şehir arasındaki ilişkiyi doğru okumak ve büyüyeceğim derken obez olmadan dengeyi korumak çok önemlidir. İbni Haldun “Şehirlerin bir ruhu vardır, insanlar zamanla yaşadıkları şehrin ruhuyla özdeş hâle gelir” demişti. Başarılı belediye, şehirlerin ruhunu beton yığınlarına ezdirmeyendir.
Yerel yönetimlerdeki revizyonlar bir anlamda 2014’te başlayan “İnsan-Demokrasi ve Şehir” temalı yönetim anlayışına yeni bir başlık açacak. O da sermayenin şehirleri talan eden kuşatma gösterisi karşısında figüran durumuna düşürülen şehrin hemşehrilerine saygı dediğimiz “Şehir Hakkı”nın “Şehir Halkı"na iadesidir...
.
Korkularından besleniyorlar…
29 Mayıs 2017 02:00
Siyasetçinin kılavuzu korku olunca takipçilerini de karabasanların içine, siyasetin dışına itiyorlar. Yeni hükûmet sisteminden korkanlar için onlara korkuları ile baş edecekleri yaşanmış bir tecrübeyi paylaşmak istedim. Romancı Karen T. Walker’ın, korkularla nasıl baş edebileceğimizle ilgili aşağıda nakledeceğim dikkat çekici bir hikâyesi var. Korkularımızı değiştirme zamanımız varken korkulara bir göz atabilmek, onlarla yüzleşmek en uygun yoldur. Walker’ın dediği gibi korkularımızı yorumlayabilirsek, endişelenmekle daha az zaman geçirir ve karşı karşıya geldiğimiz felaketler palazlanmadan çok önce onlarla baş ederiz.
Walker’ın hikâyesi şöyle:
1819 yılında bir gün, Şili kıyısında Pasifik Okyanusunun en ücra köşelerinden birinde, 20 Amerikan denizcisi gemilerinin sular altında kalışını seyretti. Gemilerinin gövdesinde felaket delik açan bir ispermeçet balinası tarafından darbe aldılar. Gemileri kabarcıklar çıkararak batarken adamlar üç küçük kurtarma sandalına tıkıştılar. Bu adamlar evlerinden 10.000 mil ve en yakın kara parçasından 1.000 mil uzaktaydılar. Küçük sandallarında sadece en temel seyir donanımları ve sınırlı yiyecek ve su taşıyorlardı.
Essex gemisinin alabora olmasının üzerinden henüz 24 saat geçmişti. Adamlar için plan yapma zamanı gelmişti, ama çok az seçenekleri vardı. Bu adamlar ulaşabilecekleri en yakın adaların 1.200 mil uzaktaki Markiz adaları olduğunu biliyorlardı. Fakat bazı korkutucu söylentiler duymuşlardı. Duyduklarına göre bu adalarda ve yakınındaki diğerlerinde yamyamlar yaşıyordu. Bu yüzden adamlar kıyıya ulaşmayı öldürülmek ve akşam yemeği olmayı kafalarında canlandırmışlardı. Olası diğer bir istikamet Havai idi. Fakat mevsim yüzünden, kaptan şiddetli fırtınalara yakalanacaklarından korkuyordu. Son seçenek, en uzun ve en zor olanıydı: Kendilerini sonunda Güney Afrika sahillerine itecek olan rüzgârlara ulaşma umuduyla güneye doğru 1.500 mil yolculuk yapmaktı. Fakat bu yolcuğunun uzunluğunun kendilerinin yiyecek ve su kaynaklarını zorlayacağını biliyorlardı. Yamyamlar tarafında yenmek, fırtınalar tarafından hırpalanmak, karaya ulaşamadan açlıktan ölmek. Bunlar bu zavallı adamların hayal güçlerinin içinde dans eden korkulardı. Kendilerini yönlendirecek olan korku yaşamalarını veya ölmelerini belirleyecekti.
Birçok tartışmadan sonra adamlar sonunda bir karar verdiler. Yamyamların korkusu yüzünden en yakın adalardan vazgeçip, daha uzun ve çok daha zor bir rota olan Güney Amerika'ya doğru yola çıkmayı seçtiler. Denizde geçen 2 aydan uzun bir sürenin sonunda yemekleri tükendi ve hâlâ karadan çok uzaktalardı. Hiçbir arama ekibi onları aramak için gelmedi.
Kazazedelerin en sonuncusu da geçen iki gemi tarafından alındığında, yarısından daha azı sağ kalmıştı ve bazılar kendi yamyamlık biçimlerine başvurmuşlardı. Essex'teki zavallı adamlar güverteyi terk ettikleri anda Tahiti'ye doğru yola çıksalardı yamyamlıkları önlenebilirdi. Fakat "yamyamlardan korkuyorlardı"...
Korkularımız bizi gelecek ile ilgili düşünmeye yönlendirir. Sonra ne olacak? Kendimiz ile gelecek planları yaparız ve bu zaman yolculuğunda nereye gideceğimizi korkularımız belirler.
Bugün yaşadığımız FETÖ ile mücadele başta, bu gel-git döneminde siyasi aktörlerin çoğunda gelecekle ilgili kararlarını baskı altında tutan korkuları var. Özellikle çoğu muhalif siyasetçi, yazar, akademisyen ve takipçileri Essex gemisinin pasifikte sandallara sıkışmış mürettebatı gibi korkuları yüzünden yönlerine karar veremiyor. Oysa yol uzun ve bedeli ağır da olsa, mücadele uzak liman görünse de, nimetlerine muhtaç olduğumuz “demokrasi” hepimiz için en güvenli limandır. Muhalefetin “Meclis çalışmalarını tıkamak” gayretiyle başka tarafa kürek çekme gayreti hepsini korktukları şeylerden kaçarken korkunun kucağına itebilir...
.
Yol arkadaşlığı
1 Haziran 2017 02:00
Hiçbir yol aşılamayacak kadar yüksekten geçmez eğer güçlü bir yol arkadaşın varsa. Hatırladığım kadarıyla “Yol arkadaşın yoksa yol neye yarar?” sözü de Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın.
İnsanı yollarda yoran yolun uzunluğu değil birlikte yürüdüğü yol arkadaşıdır. Koşan bir adamın hızını kesmek için en uygun yol, yanına ayaklarını sürüyen birini katmak, uğraşsın dursun. Ne var ki yola çıkmadan, yol yokuşa vurmadan da kimsenin performansını anlamanın garantisi yoktur. Sayın Erdoğan’ın her ne kadar arkada kalan zor zamanlarda bazen “yalnız bırakıldım” şeklinde sitemlerine muhatap kalsalar da geçmiş siyasi tarihimizdeki liderlerin en yakınlarından uğradığı ihanetleri hatırlarsak Sayın Erdoğan’ın yol arkadaşı seçiminde, isabetli davrandığını söyleyebiliriz.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün katıldığı AK Parti TBMM grup toplantısında yaptığı konuşmada yanında bulunan Başbakan Binali Yıldırım’dan “Yol arkadaşım” diye bahsederken neşeli, kendinden emin ve rahattı. Onun millete de güven veren bu tarzının arkasında bu güçlü yol arkadaşlıklarının büyük katkısı var.
Ramazan ayından hemen sonra başlayacak kongrelerle teşkilatlarda yenilenme yapılırken yerel yönetimlerle ilgili ayrı bir çalışma yapılacağını ifade eden Sayın Erdoğan bu operasyonlar için halk ve parti tabanında kabul gören bir sebep söyledi: “Ortada bir metal yorgunluğu var, teşkilatların tamamı güncellenecek ve 2019 hazırlığını dinamik, gayretkeş ekiplerle yapacağız...”
Bu metal yorgunluğu olarak ifade edilen sürekli tekrarlanmaktan heyecanını kaybetmiş, ayak sürüyenlerin tempoya ayak uyduranlarla değişimi manasına geliyor. FETÖ ile mücadele konusunda kesinlikle taviz vermeyeceklerini söyleyen Cumhurbaşkanı’nın teşkilatlar ve yerel yönetimler üzerinde yapılacak bu değişim sürecinde kullanacağı iki önemli vasıta var. İlki hem partide hem Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki ekipler vasıtasıyla “Kim, ne yapıyor?” performanslarına bakılacak.
“Ölçmezsen yönetemezsin” sözü çokça söylenir, çünkü rakamlar hoşumuza gitmese de yalan söylemez. Ama ehliyet ve liyakatin önüne bazı duygusal yakınlıklar geçtiğinde performans ölçümü arkada kalır. Bu her iktidar için önündeki hendek olmuştur. AK Partinin Kuruluş ayarları denilen bu ilkenin ne ölçüde uygulandığı 2019’daki seçim sonuçlarının da belirleyicisi olacaktır. Millete verilen sözlerin yerine getirilmesi için hiçbir bahane ve engel kalmadığını sıkça ifade eden Sayın Erdoğan, 2019’a kadar yoğun ve netice almaya yönelik günlük hayata dokunan, meselelerin çözümüne yönelik pratik teklifleri içeren programlara dayalı bir yol haritası çiziyor. AK Parti’de "İkinci Erdoğan Dönemi"yle başlayan değişim sürecinin hedefi 80 milyonu kucaklayacak, reformist ve dinamik bir yönetimle yola devam etmek. Yorgun kadroları yenilemek sıfırdan kadro kurmaktan çok daha zordur. Bu bir bakıma AK Parti’nin kendisiyle yarışması demek. Zor da olsa, yol belli, yol arkadaşları emin olduktan sonra bir dağ ne kadar yüce olsa da bir kenarı yol olur.
.
Şimdi közü har tuşlamak zamanı...
5 Haziran 2017 02:00
Çocukluk yıllarımızın derin kış gecelerinde sobadaki ateşin üzeri küllenip ateş heyecanını kaybedince uzun bir demir çubukla közü karıştırıp alevi yeniden ayağa kaldırırdık. “Közü har tuşlamak” dediğimiz bu küçük operasyon buz tutmuş camlardan içeri hücum eden soğuk ayaza meydan okumaydı!.. Bu tecrübe bana sürekli olarak lise ve akademi öğrencilerine verdiğim konferanslarda tembelliğe ve atalete meydan okumak için ilham vermiştir. Eğer bir organizasyon heyecanını kaybetmeye başlarsa geçmiş olsun. Onu tekrar hayata döndürmek için “har tuşlamak” gerekir.
Önceki gün spor servisinden Ömer Faruk Ünal kısa süre önce Yunanistan’a yaptığı geziyi anlatıyor:
“Kara yolu ile yaptığımız uzun seyahatte şehirleri, kasabaları ve insanları gözlemlemek fırsatımız oldu. Yunanlılar ekonomik olarak bıçağın kemiğe dayandığını fark etmiş ve kriz meşhur 'siesta' öğlen uykularına da darbe vurmuş. Artık dükkânları 14.00 ila 16.00 arasında da açık sırtüstü yatmıyorlar ama bir şey de yaptıkları yok. Ne sanayi bölgelerinde ne kentlerinde hiçbir hareket görünmüyor, evinin bahçe duvarını boyayana bile rastlamadık. En modelli arabaları on yaşından büyük. Darlık boğazlarını sıkınca bir yerden başlamak gerektiğini biliyorlar ama nereden başlayacaklarını bilmiyorlar. En büyük kayıpları da hep baş aşağı bakmaları yani heyecanlarını kaybetmişler...”
Birçok AB ülkesi aynı durumdayken, neyse ki bizi diri tutan özellikle siyasi gelişmeler hep gündemimizde.
Hükûmet etme sistemimizdeki tarihsel değişim AK Parti'yle beraber bütün siyasi aktörlerin durduğu yeri değiştiriyor. AK Parti geride bıraktığı on beş yıllık iktidar sürecinde başlattığı kalkınma yürüyüşünün şehirlerden/yerelden devam etmesi gerektiği inancını sürdürüyor. Ancak, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ifade ettiği gibi “Metal paslanması” gibi ciddi bir sorunu var. Yorgun kadroların üzerindeki küllerden kurtulması harbice söylersek bizim soba gibi közünün “har tuşlanması” gerekiyor.
Yorgun ve ayak sürüyen, paslanmış düşük performanslıların kızağa çekilmesi operasyonu hem parti kadrolarında hem belediyelerden başlayarak yerel yönetimlerde gündemde.
Zirvede kalmak için gerekli operasyonun dile düşmesi bile ateşi alevlendirmeye yetti.
Önce teşkilatlar sonra belediyeler mercek altına alınıyor. Bu maksatla, AK Parti Genel Merkezinde her il için o ilin dışındaki milletvekillerinden oluşacak komisyonlar raporlar hazırlayıp Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a sunacak. Raporların içeriği ise sır değil.
Yıllara göre belediyenin trendi incelenip, icraatlarda takvimlendirmelere uyup uyulmadığına, belediyenin devraldığı borç yükünün hafifleyip hafiflemediğine bakılacak.
Öncelik ise vatandaşın verilen hizmetten memnun olup olmadığı. Çünkü seçmen araya mesafe konulmasından hoşlanmıyor. Yaşadığı yerdeki il başkanına veya belediye başkanına kolay ulaşılması lazım. Her şehir için raporlar hazırlanıp Cumhurbaşkanı’na sunulacak. Kendisi gerek gördüklerini tek tek çağırıp görüşebilir.
Başa dönersek heyecanını kaybeden yarışı kaybeder. Yeni süreçte AK Parti'de yol erleri ilk günkü heyecanla hareket edecek isimler olacak. Şimdi sobadaki köze bakma zamanı.
.
Zorbanın çırakları
9 Haziran 2017 02:00
Dünya Trump’ı ABD başkanlık seçimlerinden çok önce uzun süre takip edilen “Çırak” isimli TV programlarındaki muhatabını aşağılayan, yarışmalardaki elenen katılımcıya kaybettin yerine “kovuldun” diyen hoyratlığından tanıyor. ABD Başkanı seçilince bu tarzını politik nezaketle değiştireceğini umanlar büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Çünkü kırmızı çizgisi yoktur.
Son Suudi Arabistan ziyareti sonrası Katar’a yapılanlar ABD’nin geçmişte her işgale etiket arayan, işgal edilecek her kurban ülkenin boynuna geçirdiği askerî darbe, iç savaşla içeriden işgal yöntemi gibi meşruiyet arama yaftalarına artık tenezzül etmediğini sadece “kovuldunuz” demekle kurbanı oyunun dışına ittiğini dünyaya ilan etti.
Bu tehlikeli “Çırak” oyununun arka planı ise Trump’ın Başkanlık seçimi öncesindeki Amerika’nın borcunu Körfez ülkelerine ödetmek planı var. "Borcumuzu Körfez ülkeleri ödeyecek, karşı duranı yok ederiz. Onlar bizsiz yoklar" tehdidine boyun eğen Suudi Arabistan ve onun politikalarını destekleyen çırak ülkeler Katar ile olan diplomatik ve ekonomik ilişkilerini bitirdi.
PKK-YPG'li teröristlere açıktan silah veren zorba kendisinden bağımsız ekonomik ve siyasi hedefler koyan Katar'ı yemeye niyetlense de unuttuğu önemli gerçekler var. Birincisi, büyüklük hantallık ve kibir ahmaklıktır. İkincisi ise zalime yardım eden onun zulmüne uğramadan gebermez!
Şimdi bütün dünya daha önce tarihte örnekleri yaşanmış ama kibirden dolayı yakalandığı görme bozukluğundan aşağıladığı sıradan ülkelerle devlerin karşı karşıya geldiği bir mücadelenin başında neler yaşanacağını merakla bekliyor. “Devler olduklarını sandığımız şeyler değillerdir. Onlara güçlerini verir görünen özellikler genellikle büyük bir zayıflığın kaynağıdır. Ve kaybetmesini beklediğiniz kişi/devlet, onları bilmediğimiz şekillerde değiştirebilir. Kapılar açılır, fırsatlar önüne gelir ve akla hayale gelmeyecek şeyleri mümkün kılabilir...”
Trump'ın bölgeyi ziyaretinde, komşuları Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan şerrinden korktukları zorbanın numaradan iki kılıç sallamasına yatarak Katar'la tüm ilişkilerini kestiler. Bu kadim dünyada sıkça rastlanan bir durumdur. Ama mücadelenin umulmadık bir şekilde hiç kimsenin beklemediği zayıf tarafça kazanıldığı da sıkça rastlanan bir durumdur. Gücü fiziksel kudret ile sınırlayanlar, gücün ve yardımın kuralları yıkacak şekilde ortaya çıkabileceğini de düşünemezler.
Ne Avrupa ne Asya bu yükü taşıyamaz. NATO dağılma sürecine girerken kendini tehdit altında hisseden Almanya Hollanda ile ordu kuracakmış. Çünkü Trump, Orta Doğu’yu kan ve gözyaşı gölüne iten politikası ile Nemrut’un burnundan beynine sarkan topal bir sivrisinek gibi NATO’yu kemirip parçalayacak. Trump ABD’yi çırak çıkaracak...
.
Körfez'de “sarı öküz” operasyonu
12 Haziran 2017 02:00
Körfez'deki kavga sömürülen ülkelerin sömürgeciler arasındaki paylaşımı kavgasıdır. Sömürgelerin kendi başlarının çaresine bakma gibi bir derdi olmadı. Bütün umutları ve hesapları “zalime ikram ederek beladan kurtulma” sömürgecilerin hangisinin daha az parçaya razı olacağı üzerine kurgulanmış. Sıkıştıkça sürüden yeme payı veren “sarı öküz” hikâyesi sanki bunlar için söylenmiş.
Sömürgecilerin üzerine çöreklendiği ülkeleri incitmeden kan emme tekniklerine “Postmodern emperyalizm” deniyor. Zavallı sömürgeler kendi kaynaklarını kaptırmamak için ne zaman başkaldırıp kendilerini yenileme için harekete geçseler efendileri tarafından tartaklanmaları âdettir. Körfez ülkeleri bunun en açık örneği. Hepsinin bayrakları, ulusal marşları var ama yönetim araçları, parlamentoları, siyasi ve ekonomik iş birlikleri kiminle dost kiminle düşman olacakları efendiler tarafından belirleniyor. Cellatları ile ittifakları sömürü aracının bizzat kendisidir.
Katar krizinin arkasındaki “teröre destek” suçlaması Suudi Arabistan'a yaptığı ziyaret sonrası "Orta Doğu'ya ziyaretim sırasında, radikal ideolojinin daha fazla fonlanmaması gerektiğini söyledim. Liderler Katar'ı işaret etti" ifadelerini kullanan ABD Başkanı Trump’ın açıklamasıyla tescillendi.
Kendi kurduğu terör örgütü DEAŞ'a karşı yine kendi desteklediği terör örgütü PYD'li teröristlere maaş ve mühimmat desteği açıkça ortada olan ABD’ye karşı sessiz kalan Körfez ülkeleri komşusu Katar’a ABD’nin yön göstermesiyle teröre destek suçundan ambargo uygulayıp “yeme payı” olarak ileri sürüyor.
ABD Başkanı Donald Trump, Körfez ülkelerinden ne istediğini aylar öncesinden açıkça ortaya koymuştu. Trump'ın taleplerine boyun eğen ilk ülke 12 Eylül saldırılarının sorumlusu tutulmakla tehdit edilen Suudi Arabistan olmuştu. Katar ise Trump'a karşı duruşuyla gündeme geldi.
Katar dünyanın en zengin doğalgaz rezervine sahip ve kişi başına düşen millî geliri 120 bin dolar. Doğalgaz ticaretinden elde ettiği geliri kendi kasasına atıyor ve dünyanın çeşitli ülkelerinde yatırım yapıyor.
Körfez ülkelerinin sahip olduğu zengin enerji kaynakları gelirlerinin bölge insanına ait olması gerekir ama emperyalistler bu zenginliğe konmak için yüz senedir her türlü entrikayı yapıyor. İşte sömürülmeye bağımlılık kazanmış çoğu Körfez ülkesi bu dayatılmış yalana boyun eğerken Katar farklı bir şey söylüyor.
Haraç taleplerine “Hayır”, bir cevaptır ama sömürgeci zorba Batı buna alışkın değil.
Türkiye’nin son gelişmeler karşısında Katar’ın yanında yer alması ABD’nin Körfez politikasını zora sokuyor. Soğuk savaş boyunca Sovyet tehdidine karşı Batı sistemine bağlı bir müttefik/parçası olarak hareket etmesini anlamak zor değildi. Fakat sözde müttefik, özde işgalcilerin Sovyetlerin peşkir atmasından sonra uzun süre geçmesine rağmen eski dünya düzeninde ısrar etmeleri sömürgeciliğin devamında niyetlerini ortaya döküyor.
“Katar’ın suçu nedir? Şu andaki Katar Şeyhi Temim’in büyük dedesi Muhammed es-Sani bölge parçalanırken diğer Arap şeyhi ve emirleri gibi İngilizlerle iş birliği yapmadı. Osmanlıya diğerleri gibi ihanet etmedi ve oğluna Osmanlı askerinin devamlı Katar’da kalmasını vasiyet etti. Diğerleri ihanet ettiler ve İngilizler de bu ihanetin bedeli olarak onlara ülke ve makam verdiler.” Sömürülmeye alışkın olan iktidarlar saltanatlarını ve milyar dolar servetlerini ABD’ye haraç verip uşaklık yaparak aldılar.
Orta Doğu’da yıllardır akan kan ve gözyaşını geçmişte Osmanlıya yapılan ihanetle beslediler, bugün de Katar’a yaptıklarıyla yarın yapılacak zulmü besliyorlar.
.
Tuzla’nın yokuşu
19 Haziran 2017 02:00
"Başarılı bir iş görüşmesi nasıl olmalı, patronu nasıl ikna edebilirim?" diye soranlara görüşmelerde başkalarını taklit etmemeleri tavsiye edilir. Çünkü neysen osun, taklit edilen kişi ile aradaki mesafe çok kolay fark edilir ve tabii kendini aldatılmış hisseden birisi de muhatabını ciddiye almaz.
Bu kural politika için de geçerlidir. Siyaset geçmişimiz olmadığı gibi davranarak başkalarının sırtından geçinip seçmenden teveccüh bekleyen ama seçmenin itibar etmediği ve umduğunu bulamayan taklit liderlerle doludur.
Kılıçdaroğlu’nda da Bir “Gandhi" takıntısı var. Ne zaman mecliste dara düşse bir tarafından Gandhi’ye tutunuyor. Ama belli ki bu sefer taklit ettiği Gandhi’nin “tuz yürüyüşü” önceden tasarlanmış. Kılıçdaroğlu’nun başlattığı "adalet yürüyüşü"nü “Neden olmasın, Kılıçdaroğlu yeni bir Gandhi olabilir” yorumuyla Hintli Lider’in "tuz yürüyüşü"ne benzeterek “Yaparsın Kemal" diyenler de adamı altmışından sonra yollara sürdüler.
Sahip olmak istedikleri ile eline geçenler arasında büyük farklar oluşanların böyle sapmalar göstermesi tabiidir. Daha yürüyüş, yolun başındayken malum zatlar bu yürüyüşün iktidarı telaşlandırdığı iddiasını dillendirerek mizah konusunu zenginleştirdiler. Bu çok kötü ve ahlaki değil. Kılıçdaroğlu’nun hayal dünyasını besleyerek yollarda perişan olmasının vebaline ortak olacaklar.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Bir dikta rejimi ile karşı karşıyayız. Adaletin olmadığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz” açıklaması ile başlayan yürüyüşün arkasında 16 Nisan referandumunda alınan Yüzde 48.60’ı bir arada tutma ve büyütme hevesi yatıyor. Büyük siyasetçi olma hevesini günde 18-20 kilometre yürüyerek Gandhi taklidinde bulacağını zanneden Kemal Bey’i AK Parti'den Burhan Kuzu “Kemal Bey'in yürüyüşü Gandhi’ye benzemez, çünkü hem amaç farklı hem çile farklı. Bizimkinin ayağında Amerikan ayakkabısı var, öteki çıplak” tespitindeki fark keşke ayakkabı ile sınırlı kalsaydı.
12 Mart 1930’da Gandhi ve arkadaşları ünlü "Tuz Yürüyüşü"ne başladığında maksadı, Doğu Hindistan Kumpanyası’nın mirası olan ve yılda 25 milyon pound’luk gelire çöken Britanya’nın tuz tekelini kırmak ve denizden tuz çıkarmak hakkını almaktı.
Gujarat Eyaleti’nin başkenti Ahmedabad’dan başlayıp Hint Okyanusu kıyısındaki Dandi köyünde biten 388 kilometrelik mesafeyi çıplak ayakla 24 günde kateden 61 yaşındaki Gandhi’nin yürüyüşü çamura karışmış bir topak tuzu avuçlarına alarak tatlı suda yıkayarak ufalamasıyla son bulmuştu. Böylece Tuz Yasası kırıldı ve köylüler deniz kıyılarına akın ederek tuz çıkarmaya başladılar.
Bizdeki “Tuz Yürüyüşü”nün sonu muhtemelen trajik bir şekilde bitmeden sadece cephe resimleri Gandhi’ye benziyor diye "konu mankeni" muamelesi çekilen Kılıçdaroğlu’na birileri Gandhi’ nin “Özgürlük hiçbir zaman her istediğini yapma izni anlamı taşımamıştır” sözünü de hatırlatmalı...
.
Tasam çok, yasam yok
7 Temmuz 2017 02:00
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi 2017 yılı mezunlarının Beytepe Kampüsü Açık Hava Amfisinde yapılan görkemli mezuniyet töreni, Akademik kadronun, öğrencilere “Bahtınız açık olsun” temennileriyle tamamlanırken diploma töreni sırasında bir öğrencinin taşıdığı “Tasam çok, yasam yok” yazılı pankart dikkat çekiciydi. Belli ki, öğrenciler akademik dünyanın büyülü ortamından çıkıp gerçek dünya ile yüzleşirken birikimlerinin hayattaki karşılığını almak için ihtiyaç duydukları desteği yasal düzenlemelerde arıyor.
Herkesin sorunlara karşı ürettiği çözümler kendi limitleriyle sınırlı. Üniversite mezunu işsizler için her kurum kendi çözümünü üretiyor ama bu yeterli değil. Bizim için geçerli bilgi ise kullanabildiğimizdir. Mezunların iş dünyasına girmeleri KPSS ile sınırlandığında onların bilgiyi hayata aktarma ve girişimcilik yetenekleri budanıyor. Sonuçta üniversitelerin katkısı ile gelirlerini artırmak isteyen ülke beklediği katkıdan mahrum kalıyor.
Kanada Ontario Teknoloji Üniversitesi mezun öğrenci sayısının kalite için parametre olmadığını, üniversitelerin stratejik planının piyasanın ihtiyaç duyduğu alanlarda mezun vermesi ve diploma değil “bilginin ürüne/hizmete dönüşmesi”ni öne alma gereğine iyi bir uygulama örneği. Ülke refahına katkıda üniversiteler, “Araştırma-ürün geliştirme-ticarileşme” üçgeninde konuşlandığında Kanada’da 3,7 milyon nüfus, 580 milyar dolar GSMH ve 38 bin dolar kişi başı millî gelir payı olmuş. Öğrencilere gelince mezuniyet sonrası yüzde 90’ının iş bulma süresi ilk 6 ay...
Bize gelince, üniversitelerin ülke ve bölge ihtiyaçlarına göre ihtisaslaşması için “sanayinin geliştirilmesi ve üretimin desteklenmesi”ne ilişkin çıkan kanunla akademik çevre umutlandı. “YÖK’ün kontenjan planlaması, kamu ve özel sektör paydaşlarının görüşü alınarak daha rasyonel yapılacak” diyen YÖK Başkanı Yekta Saraç kanunu “sessiz devrim” olarak tanımlıyor.
Kanun “tasam çok yasam yok” diyen mezunların beklentisini karşılar mı? Zaman gösterecek. Ancak yarışta öne geçmek isteyen Üniversiteler için denenmiş, başarılı bir yol haritasını Ben Mezrich "The Accidental Billionaires/Kazara Milyoner" kitabında anlatıyor.
“Fakir bir ailenin oğlu değildi, Harvard'a girene kadar çocukluğu Miami’nin orta sınıfına dâhil bir ailenin çocuğu olarak geçti. Ama hâlâ içinde bir yerlere çöreklenmiş güvensizlik duygusunu hissediyordu. Salonda kaç kişi olduğundan emin değildi ama herhâlde iki yüz kişi olmalıydı. Kalabalık koyu renk elbise giyimli öğrencilerdi. Hepsinin ortak yönü kendilerini ispatlamak gibi bir dertlerinin (tasalarının) olmasıydı. Toplantının amacı öğrencilerin aralarına dağılmış, üzerinde minik beyaz kuş resmi bulunan siyah renkli kravatlarından ayırt edilebilen Phonex-SK üyelerine kendilerini göstermekti. Onca sınava girmiş olmaları, gelecekleri için verdikleri kararlar orada mühim değildi çünkü. Phonex’e kabul edilmek demek gelecekteki sosyal statüsünü belirleyecekti... Yale’deki, Harvard’daki “Bitiriş Kulüpleri” kampüs hayatının gerçeğiydi. Bu kulüpler nesiller boyu iş dünyasının devlerini, politikacıları barındırmıştı. Aralarında başkanlar ve milyarderler vardı. Her “Damgalama Partisi” aslında büyük çapta bir mülakat niteliğindeydi ve bu kulüplerden birine dâhil olmak asırlık bir ağın içine girmekten öte kişiye anında bir sosyal kişilik kazandırıyordu...”
Bu “Üniversite-İş Dünyası Eşleşmesi”nin çarpıcı hikâyesi “tasam çok yasam yok” diyen mezunlar için çıkış yolu arayan üniversitelerimize "rol model" olabilir. O gün mezuniyet töreninde açıklanan mevcut ve mezun öğrenciler arasında kurulması planlanan “sosyal ağ”a, iş dünyasını da eklediklerinde halka tamamlanmış olacaktır. Bu uygulama gerçekleştiğinde, işsiz mezunlar için “Kontenjan planlaması kanunu” kadar önemli bir “TASA BÜKÜCÜ” olacaktı
.
FETÖ ikinci bir hamle yapabilir mi?
10 Temmuz 2017 02:00
FETÖ ikinci bir hamle yapabilir mi? Sorusu sıkça sorularak cevap aranıyor. Cevap eğer “evet ihtimal dâhilinde” ise tedbirler sıralanıyor. Bu soruda yerine oturmayan taş Türkiye’nin her zaman küresel bir saldırının hedefinde olup olmadığıdır. İllaki bir şekilde saldırı gündemdeyse bunun sadece FETÖ ile sınırlandırılması niye?
FETÖ saldırısını ve bütün yıkım projelerini, saldırıları tersine çevirmenin aklı ve yolunu ortaya koymak, saldırıları patırtı çıkmadan fitneyi kaynağında söndürmek hem hasarı hem mücadelenin maliyetini aşağı çeker. Bunu önleyecek kurum istihbarat ve eğitim merkezli devlet aklıdır. Varlığını devlete borçlu olan onunla kaim, bir vatanda hür yaşamanın kıymetini takdir edebilen her şahıs ve kurumda bu sorumluluktan pay almalıdır.
IMF vesayetinden kurtulmuş, dışarıdan müdahalelere alan daraltmış Türkiye her zaman asırlardır her türlü saldırıların hedefindedir. FETÖ darbe girişimi zayıf yanlarımızı ortaya döken çok yönlü bir tecrübeydi ve alınması gereken ciddi dersler ve tedbirler var. Bir yılı geçti amma, ilk mektep terk bir adamın güya akademik lisans almış adamları peşine takmasındaki gaflet ve ihanetin zihnî planını henüz tartışmadık. Herhâlde bu işin akademik uzmanları ile bazı tırsik karakterler adli süreçlerin sona ermesini bekliyor(?)
“ABD liderliğinde, AB ülkeleri, İslam’la ilişkileri sadece isminden ibaret kalmış bazı İslam ülkeleri ve içimizdeki taşeron hainler Türkiye’ye karşı açık bir savaş açmışlardır. Katar’a ambargo, ABD’nin PYD ve YPG’ye yüzlerce tır silah verişi, Rakka’da danışıklı dövüş, Kılıçdaroğlu’nun Berberoğlu’nu bahane ederek terör örgütleri ile beraber yürüyüşü ve diğerleri bu savaşın birer parçasıdır.”
Tanzimat’tan AK Parti iktidarına kadar ABD ve AB’nin arka bahçesi ve uysal ve ezik bir sözde müttefik idik. Ama ne zaman ki “Hayır” demeye kalksak her defasında dışarıdan ambargo içeriden darbelere muhatap olduk. 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980, 28 Şubat, Taksim Gezi olayları, 17-25 Aralık yargıya darbe teşebbüsü ve 15 Temmuz darbe kalkışmasının arkasında hep Türkiye’nin pazar olmaktan çıkıp pazarlamacı olmaya kalkmasından rahatsız olan müttefiklerimiz(!) ABD ve AB ülkeleri vardır.
İşte bu yüzden asıl hedef Erdoğan’dır. Erdoğan siyaset tarzı ile liderlik eşiği takipçilerini de yukarı çeken, yüksek idealler koyan bir lider. Kimse bu nedenle takipçileri ile uğraşmıyor doğrudan Sayın Erdoğan’ı hedefe koyuyor. Yoksa içeriden dışarıdan yapılan bu amansız saldırıların sebebi, sadece devasa projelerle ekonomideki toparlanma ile sınırlı kalmayan yeni Türkiye iddiası ve gayreti değil. Yüksek fikirleri bazen yalnız kalsa da hayata taşıyan ve sürekliliğini sağlayacak olan tartışmasız olarak Sayın Erdoğan’dır. Türkiye’nin bu hamlesinin merkezinde son Başkanlık sistemi operasyonunun 2019 yılı yerel seçimleri, milletvekili genel seçimleri ve başkanlık seçimine kadar sürdürülmesi var. Bu zor süreç başarı ile tamamlandığında dışarıdaki ve içerideki Türkiye düşmanları artık Türkiye önünde takoz olamayacaklarının farkında.
Sonuçta bu sürecin akamete uğratılmasından nemalanacak olan içerideki ve dışarıdaki ihanet şebekelerinin FETÖ’lü veya FETÖ'süz saldırının her çeşidini, ihanetin her yolunu deneyeceklerine hiç kimsenin şüphesi olmasın. Her türlü saldırıya karşı iktidarın ve ülkesini seven herkesin her zaman uyanık durması gerekir...
.
Dostlarını kaybedenin başına tuğla düşer…
14 Temmuz 2017 02:00
Hayatlarını yüceltmek için katkıda bulunduğumuz her insan da bizim hayatımızı besleyecek ve yüceltecektir. Hiçbirimiz başkaları ile iş birliği yaparak ulaştığımız sonucu tek başımıza elde edemeyiz. Bu gün toplumumuzda geçmişte olduğu gibi güçlü yardımlaşma duygularına ve ortaklıklara rastlanmıyor ve bunun sonucunda insanlar kendini yalnız ve güçsüz hissediyor, sonuçta hayat yokuşa vurunca dağılıyoruz. Onun için büyük şehirlerdeki “hemşehri gettolarını” çok severim. İnsana kendini memlekette ve emniyette hissettiriyor.
Bu kural sadece insanların hayatı ile sınırlı değil, iş dünyası, kurumlar, siyasi partiler hatta devletlerin de buna ihtiyacı var. Gerçi bizim müttefikler hep bizim altımızı oydu ama bu konuyu başka bir yazıya saklayalım. En yakın örnek siyasi partiler. Geçmişte kim vatandaşla ortaklığını askıya aldıysa yere çakıldı. En trajik örneği ANAP’ın çöküş hikâyesidir.
Sosyal, ruhsal ve fiziksel olarak hepimizin dostluğa teşvik edilmeye ve yardıma ihtiyacı var. Başkaları ile çalışarak ve yardım alarak yapabileceklerimiz tek başımıza yapabileceklerimizden çok daha fazladır. Herkes, bakkal, fırıncı, kasap, marketteki tezgâhtar, kamu çalışanları bizim için çalışmıyor mu? Onlar bizim sosyal ortaklarımız. Başınızı derde sokmak mı istiyorsunuz, hayat yolunda yalnız yürümeye ve işleri tek başınıza götürmeye kalkışın neler olacağını göreceksiniz. Bazen anlatıyorum da zirveye tek başına çıktığını zanneden birinin hikâyesidir hatırda iyi kalıyor sizinle de paylaşmış olalım. Kimseden yardım istemeden bir yığın tuğlayı üst kattan alt kata indirmeye çalışan bir duvarcının hikâyesi çok şey anlatıyor:
“Bütün tuğlaları elle taşımak çok zaman alacağı için onları bir varile doldurup binanın en üst katına monte ettiğim bir makarayla indirmeye karar verdim. İpi emniyet için zemin kat hizasına bağladıktan sonra binanın üst katına çıktım, ipi varile dolayıp bağladım. Tuğlaları doldurdum ve indirmek için boşluğa sallandırdım. Sonra kaldırıma indim ve varili yavaşça indirmek için sıkıca tutarak yerinden çözdüm. Yetmiş kilo olduğum için iki yüz kiloluk yük beni yerden öyle bir kaldırdı ki ipi bırakmayı düşünecek zamanım olmadı.
İkinci katla üçüncü katın arasında aşağıya inmekte olan varille çarpıştım. Vücudumun üst kısmındaki çürük ve yaraların sebebi budur.
İpi elimin makaraya sıkıştığı üst kata çıkana kadar sıkıca tuttum. Kırık başparmağımın sebebi de bu.
Aynı zamanda varil gürültüyle kaldırıma çarptı ve tabanı düştü. Tuğlalar dökülüp ağırlığı gidince varil sadece yirmi kilo geliyor. Böylece yetmiş kilo ağırlığındaki bedenim hızla düştü ve yukarı çıkmakta olan varille tekrar çarpıştım, kırık ayak bileğimin sebebi bu.
Biraz yavaşlamış olarak inmeye devam ettim ve tuğlaların üstüne indim. İncinmiş sırtımın ve kırılmış köprücük kemiğimin sebebi bu.
O anda soğukkanlılığımı tamamen kaybettim ve ipi bırakınca boş varil hızla tepeme indi, kafamın yarılmasının sebebi de bu.”
Bir arkadaşım yerel seçimleri kaybedince “Başıma tuğla düştü zannettim” demişti de hikâye oradan aklımda kalm
.
Medya’nın ateşle imtihanı
17 Temmuz 2017 02:00
Zor zamanlar insanların ve kurumların test edildiği zamanlardır. Hain hainliğini, mert mertliğini ortaya koyar. Geçmişte darbelerin ve darbecilerin en büyük destekçisi basın, üniversiteler ve yargı olmuştu. Özellikle medya darbe öncesi sürekli iktidarı yıpratmak ve itibarsızlaştırmak için fırsat aramış darbe sonrası da haysiyet cellatlığı yapmıştı.
15 Temmuz hain darbe girişiminde bu defa medya, millî ve yerli bir duruşla darbecilerin karşısında yer aldı. Darbe teşebbüsünün başladığı ve milletin darbecilerin defterlerini dürdüğü uzun saatlere bakın, darbenin seyrinin nasıl değiştiğinin hikâyesinde medyanın tarihinde ilk defa darbeye nasıl takoz koyduğu görülecektir.
Türkiye’nin sivil siyaset kurumları neredeyse her on yılda bir darbeler ve muhtıralarla tarumar edildi. Bu askerî müdahalelerin gerekçeleri farklı olsa da yöntemlerindeki benzerlik, darbecilerin önce darbeyi yapıp, sonra medya aracılığı ile halkı bilgilendirmeleri oldu. Geçmiş darbelerin hiçbirinde darbeciler hareketlerine meşruiyet arama lüzumu bile duymamış, ne halk ne de medyatik kurumlar ve sivil siyaset temsilcileri darbeleri darbecilere karşı sorgulama cesaretini gösterememiştir.
Darbelerin siyasi, sosyal ve ekonomik etkilerini, gerekçelerini sorgulayacak çalışmalar ancak yıllar sonra darbeciler tehdit olmaktan çıkınca mümkün olabilmiş, hatta medya darbeciler yerine sivil siyaset temsilcilerini sorgulamayı tercih ederek “size emanet edilen halk iradesini gasbeden darbecilere neden kolayca teslim ettiniz, direnmediniz?” diyerek sorgulamasını yapmıştır.
Türkiye siyaseti tarihinde ilk defa bir darbe teşebbüsü halk tarafından sosyal medya tarafından da desteklenen özel TV kanalları aracılığı ile haberdar edilmiş, halk kendi siyaset kurumlarını tehlikede görünce kendi hayatını ortaya koyarak sahip çıkıp darbeyi engellemiştir. Medya imkânları bir darbe teşebbüsünde ilk defa demokrasi lehine darbecilere karşı kullanabilmiş, halk iradesini teslim ettiği iktidarı, darbecilere yem etmemiştir.
15 Temmuz gecesi darbeciler algı yönetimi yapmak için sadece tehditle TRT ekranlarında okutabildikleri uyduruk bir bildirinin dışında hemen hiçbir kanalda kendilerine yer bulamadılar aksine direnç ve direnişle karşılaştılar. Sokaklarda kan akarken, TBMM bombalanırken, darbeciler stüdyoları basmak için kapılar zorlarken canlı yayında Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ile kurulan canlı bağlantılarla onların demokrasiye sahip çıkın davetleri millette de karşılık buldu.
15 Temmuz darbe girişiminin fitili ateşlendiğinde Genelkurmay’a 30 metre mesafeden olaylara tanıklık eden kalkınma Bakanı Lütfü Elvan medyanın darbeyle girdiği kavgadan bu defa yüz akıyla çıktığını ifade ederken “medya 15 Temmuz’da ön planda idi. Özellikle özel televizyon kanalları dik bir duruş sergiledi, darbecilere karşı dik durdular. Özellikle TGRT’ye teşekkür etmek istiyorum. O sahtekârların, hainlerin, darbecilerin zorla yayınladıkları bildiriyi bile yayına almadan, yayınlarına darbeye karşı devam ettiler. Medya 15 Temmuz gecesi inanılmaz bir sınav verdi ve bu imtihanı başarı ile geçti.” demişti.
İki asırdır yaşadığımız medeniyet krizinin, tepemize binen darbelerin fitne tohumları medya tarafından atılmıştır. Çünkü medya, iktidar ve hâkimiyet kurma aracıdır. Medyanın gücü fark edilmediğinde, ne iktidar olunur ne iktidarlar korunabilir. İktidarlara ayar, darbecilere yol veren, millete kimlik ve kültür dayatan sömürgeci medya 15 Temmuz’da iflas etti.
İşgalcilerin egemenlikleri kitleleri ayarttıkları medya ile olmuştur. Savaş önce medya üzerinden kazanılır.
.
Sömürgecilerin 15 Temmuz saldırısı
21 Temmuz 2017 02:00
15 Temmuz darbe girişiminin farklı bir boyutunu sizinle paylaşmak istiyorum. Eğer darbe girişimi başarılı olsaydı ortaya çıkacak enkazdan bizim kayıplarımız kimin kazancı olacaktı?
Dünyada büyük servet edinmenin yolu, sömürgecilik savaşları, iç gaileler, ekonomik depresyonlar öncesi ve sonrasında yapılan spekülasyonlar ile ülkelerin sömürülmesi üzerine kuruludur. Servet avcıları ekonomik krizleri her zaman önceden görürler, çünkü bu krizleri kendileri çıkarıp böylece ahlaksız bir şekilde, borsalar düşürülür, hisseler düşük fiyatlardan toplanır daha sonra astronomik fiyatlardan satılarak büyük servetler elde edilir. Bundan maksat, iç savaş, darbe, terör ve benzeri büyük toplumsal travmalar öncesinde ve sonrasında devletleri borçlandırarak önce ekonomik sonra siyasi olarak köleleştirmektir.
Bu yolu açan Rothschild ailesinin kurucusu Mayer Amschel’in (1790-1812) oğlu Nathan Rothschild’dir.
Bütün Yahudileri güden Rothschild ailesinde Mayer Amschel ölümünden sonra servetinin yönetimini bıraktığı en büyük oğlu Nathan’ın ilk işi Londra merkezli “Yatırım Bankası"nı kurmak oldu. Bu sayede Nathan, Yahudilere verilen imtiyaz sayesinde Waterloo Savaşına gözlemci olarak katılmıştır. “Waterloo bir savaş değil yeryüzünün değişmesidir" diyen Victor Hugo yaptığı oyunla Nathan Rothschild’i dünyanın en zengin adamı yapacağını görmüş olacak.
16-18 Haziran 1815 tarihlerinde Fransa-İngiltere arasında gerçekleşen, Waterloo Savaşı daha bitmeden Nathan, Manş Denizi'ni çok pahalı bir tekneyle hızlıca geçip Londra’ya dönerek, Londra borsa binasına girip, İngiltere’nin savaşı kaybettiği dedikodusunu yayar. Ve borsada başlayan panik kısa süre içinde herkesin taban fiyattan elindeki İngiliz hisselerini satmalarını sağlamıştır. Nathan hedefine ulaşarak aynı gece taban fiyatlara düşen hisseleri toplamıştır. Telgraf, telefon gibi herhangi bir haberleşme aracı olmadığından ülkede savaşı aslında İngiltere’nin kazandığı haberi ancak günler sonra Londra’ya ulaşınca haberle Londra borsası coşmuş ve bu fırsatı bekleyen Nathan elinde taban fiyattan topladığı hisseleri bağlantıları vasıtasıyla yüksek fiyattan satıp bu sayede Rothschild ailesinin servetini inanılmaz boyutta katlamıştır.
15 Temmuz darbe girişiminin başarılı olması durumunda bu darbeyi başımıza bela edenler tarafından nasıl bir vurguna dönüştürüleceğini daha küçük bir hükûmet krizini hatırlayarak tahmin edebiliriz.
19 Şubat 2001 Pazartesi günü Millî Güvenlik Kurulu toplantısı öncesinde Cumhurbaşkanı Sezer, Ecevit'in Devlet Denetleme Kurulu'nun BDDK'da yaptığı çalışmaları eleştiren sözlerinden rahatsız olduğunu söyleyince, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan araya girdi ve “O anayasayı bir de biz görelim, anlayalım” dedi. Sezer, Özkan'ın bu sözüne sinirlendi ve Anayasa kitapçığını havaya kaldırarak ''Denetimin denetimi bal gibi olur. İşte Anayasa, Anayasayı bilmiyorsunuz…'' deyip elinde tuttuğu Anayasa kitapçığını, aralarında çapraz iki metre mesafe bulunan Ecevit'e bakarak, masaya doğru fırlattı.
Bu tavır üzerine önce Ecevit, sonra da Yılmaz toplantıyı terk ettiler.
Kavga gündeme bomba gibi düştü ama nasıl olduysa haber daha kamuoyunda duyulmadan elinde güçlü miktarda hissesi olanlar hemen borsada satışa geçti ve ciddi para vurdu. Ardından Ecevit’in açıklamaları ile de Türkiye tarihinin en ağır ekonomik krizlerinden biri başladı. Borsa yüzde 14,6 düştü, repo faizleri yüzde 760'a fırladı. Merkez Bankası'ndan yaklaşık 7,6 milyar dolarlık döviz çıkışı oldu. Döviz fiyatları ve faizler tırmanışa geçti. Kriz öncesi 670 bin TL olan dolar nisanda 1 milyon 161 bine tırmandı.
FETÖ üzerinden büyük para vurgunu, talan hayal edenlerin hevesleri kursaklarında kaldı ve bu darbe girişiminin paraya dayalı operasyonları da aktörleri de ileride çok tartışılacak. 15 Temmuz darbe girişimi bizim için bir “Destan” olduğu kadar onlar için hayal kırıklığıdır. Türkiye’nin ve milletin gücü onların gördüğünden çok daha büyükt
.
İsrail Kudüs’ü başkent yapabilir mi?
24 Temmuz 2017 02:00
Kim demiş İsrail’in İslam coğrafyasında hâlen kendini güvensizlikte hissettiğini? İslam coğrafyasında asıl güvende olmayan Müslümanlardır. İsrail’in çıkarları istikametinde İslam dünyası içinde satılmış uşaklar İsrail saldırılarının önünü açarak kaç asırdır İsrail’e hizmet ediyor.
Mescid-i Aksa dayatması ile Kudüs’ü başkent yapacak yolları döşüyor. Bunu yaparken uluslararası dengeyi kurgulamak, ikna etmek, saldırılarını meşrulaştırmak gibi bir endişeleri yoktur. Zira buna lüzum görmez. İslam dünyasının ayaklanması bu saldırganlık ve hukuk dışılığı şikâyet için dikkatini çekmeye çalıştığı dünya kamuoyu ve çoğu kurum zaten Yahudiler tarafından işgal edilmiş durumda, kimi kime şikâyet edeceksin?
İslam coğrafyası Osmanlının gölgesi kalkınca tarumar oldu. Ortaya çıkan çok seslilik Orta Doğu’nun yeni şekillenme süreci İsrail’in haritasını büyütmekten başka kime yaradı? Kendi içindeki yarayı kapatamayan birbiri ile didişen İslam ülkelerinden lanet yürüyüşleri dışında İsrail karşısında onun sınır tanımaz hadsizliğini frenleyecek bir hamle beklemek hayaldir.
İslam ülkeleri İsrail’in daha da azmanlaşmadan önünü kesmenin yolunun önce kendi günahları ile yüzleşmek olduğunu itiraf ettiğinde mücadelenin seyri değişecektir. Geçen yazımda “Nathan Vurgunu” ile Avrupa’nın her köşesine savrulmuş Yahudilerin nasıl para imparatorluğu içinde devlet kurma sevdasına düştüklerini yazmıştım. Mayer Amschel Rothschild paranın gücünü kavrasa da Yahudi İmparatorluğunun gerçekleştirme hamlesi, haham, politikacı ve gazeteci Teodor Herzl tarafından yapılır.
Teodor Herzl 1897 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde ilk Yahudi Kongresini topladı. Bu Yahudilerin Filistin’e dönme niyetlerinin ilk adımıdır. Kongreye Yahudi zenginleri iltifat etmeyince Herzl onlara bulundukları yerde emniyette olmadıklarına ikna ederek desteklerini aldı. Bunun için o gün dünyanın en zengini olan Rothschild ailesini seçti. Herzl, “Osmanlı devletinin çok borcu var, sen ise dünyanın en zenginisin. Ben senin adına ona dış borçlarını ödemek karşılığında isteyen her Yahudi için Filistin’e yerleşme müsaadesi koparabilirim” dedi.
Teodor Herzl bu maksatla birkaç defa İstanbul’a gelerek Sultan Abdülhamid Han’a teklifte bulundu. Ancak Sultan Abdülhamid Han “Ecdadımın kan dökerek aldığı toprakları benden para mukabili satmamı mı bekliyorsunuz” diyerek Herzl’i huzurundan kovdu.
Bunun üzerine Yahudilerin Filistin’e yerleşmeleri için satın aldıkları bazı Araplar üzerinden “Arsa Ofisleri” kurdular. Herkesin arazisini peşin ve kat kat fazlasıyla satın almaya hazır olduklarını yaydılar. Bu hileyi fark edemeyenler arsalarını satmak için kuyruklarda birbirleriyle kavga edip, mülkünü Yahudi’ye satan aldığı parayla gidip Mısır’a Şam’a Beyrut’a yerleşti.
Bu defa Sultan Abdülhamid Han oyunu fark ederek arazisini satmak isteyen varsa şahsi servetiyle satın alarak Yahudi oyununu bozdu. Bunun sonucunda Sultan Abdülhamid Han’ın “Filistin Çiftlikat-ı Şahanesi” adıyla bilinen araziler ortaya çıktı. Bu hadiseler üzerine Sultan Abdülhamid Han’ı ortadan kaldırmadıkça maksatlarına kavuşamayacaklarını anlayan Yahudiler içeride ve dışarıda Sultan’ı karalama kampanyası başlattılar.
Abdülhamid Han’ı tahtından hatta canından etmeye çalışıp gerçekleştirilmek istedikleri suikastın başarısızlığıyla iyice kudurup tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen ayaklanmayı tertiplediler. Bu tertibin ardından İttihat ve Terakki’nin kalesi olan Selanik’ten getirilen Balkanlar’daki çetelerden devşirilen çapulcu sürüsünden ibaret Hareket Ordusu İstanbul’a geldi. Hareket Ordusunun başında bulunan İttihat ve Terakki üyelerinin desteğiyle Meclis’i toplayan İttihatçı Talat Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi altında Meclis’ten Padişahın tahttan indirilmesi kararını çıkardı.
Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indiren gafil ve Yahudi güdümlü İttihatçılar Filistin emlakini millîleştirdiler. Böylece Filistin’e Yahudi göçü hızlandı.
İçeride Yahudi nüfusu güçlenirken etrafındaki İslam ülkelerinin içinde çıkardıkları fitnelerle kendi dertleri ile meşgul edildi. Bugüne kadar İsrail’in bu saldırgan ve işgalci hareketine karşı Türkiye dışında güçlü bir direnç görülmedi. Filistin, Mısır, Irak ve Suriye’de yaşananlar büyük planın parçaları. Önümüzde fırtınalı günler görülüyor. Filistin ve Orta Doğu’ya BM ve İnsan Hakları örgütlerinin müdahalesini beklemek tam bir hayaldir. Geçmişte London Daily Mail, Birleşmiş milletlerin “tarihte sahneye konan en büyük sahtekârlık” olduğunu yazmış. Az bile söylemiş, güya savaşları önlemek için kurulduğu söylenen bu kuruluş aslında bütün milletleri idaresi altına alan “Bir dünya hükûmeti”nden ibarettir.
Önceki gün Kudüs’te bir duvar dibinde başından kurşunlanmış annesini elindeki çatalla İsrailli askere karşı savunmaya çalışan beş yaşında Filistinli bir kız çocuğunun görüntüsü paylaşıldı. Böyle bir zulümle kurmak istedikleri dünya ancak kendi cehennemleri olabilir. Değil mi ki “Ve mekeru ve mekerallah, Vallahu hayru’l makirin…” buyuruldu…
.
DÜNYA DÜZDÜR
31 Temmuz 2017 02:00
“Kültür ve Turizm Bakanımız Sayın Numan Kurtulmuş’a açık mektup”
FETÖ’nün ülkemize verdiği en büyük zarar ele geçirdiği genç beyinlerdir. Yediğim ekmek gibi biliyorum ki hepimizin zihninde çözüm arayan en önemli soru bu hasarın telafisi ve benzer saldırıların tekrarının önlenmesi için bir yol haritası inşa etmektir. Her eğitim kurumunun her STK’nın paydaşı olması gereken bu yolculuğun liderliği “Kültür Bakanlığı”na yakışır.
Erzincan ziyaretinde Sayın Numan Kurtulmuş ile ayaküstü yaptığımız “Komşi Kapiciği” sohbetinde kendilerinde fikre ve dinlemeye olan iştahası, gözlerinden okuduğum memnuniyet bu yazıyı yazma sebebimdir.
Artık çok kolay ulaşılan, bir “tık” mesafesindeki bilgi, bireylerin ve toplumsal hayatın bütün kurumlarının dünyasını pozitif ve negatif şekillendirme etkisini güçlenerek sürdürmektedir. “Küreselleşme” denilen bu sürecin hangi yönde ve boyutlarda gelişeceği eğer bilgiyi - Kültür ve değerlerimizi yönetebilir, özellikle gençlere aktarabilirsek- gelecek tehdit olmaktan çıkacaktır. Bu elzemdir ve mümkündür.
“Dünya Düzdür” adlı kitabında, gazeteci Thomas L. Friedman “Ben Hindistan’ın zenginliklerini arıyordum. Kolomb kendi zamanında servetin kaynağını oluşturan nesneleri, değerli madenleri, ipek ve baharat arıyordu. Benim aradığımsa nesneler, donanım değildi; yazılım, beyin gücü, karmaşık algoritmalar, bilişim işçiler, çağrı merkezleri, iletim protokolleri gibi çağımızda servetin kaynağını oluşturan şeylerdi.
Benim tek istediğim, Hintlilerin bizim işlerimizi elimizden nasıl aldıklarını, hizmetler ve bilişim teknolojisi alanında Amerika ve sanayileşmiş ülkelere yönelik bu kadar önemli bir taşeronluk (outsorcing) havuzunu nasıl oluşturduklarını öğrenmekti.”
Fridmen haklıydı çünkü Hindistan 2010 yılı için (outsorcing) hizmet alımlarında 100 milyar dolar ihracatı ile liderliği hedeflerken 2013-2014 yılları arasında 167,0 milyar dolarlık hizmet ihracatı ile zirve yaptı.
Fridmen sorguladığı Hintlilerin “Bilgiyi iyi kullanarak dünyayı nasıl dümdüz ettiği” sorusunun cevabını Prof. Dr. Erman Kırım şöyle özetlemişti. “Hindistan’ın bugün dünyanın en büyük “outsourcing” merkezi hâline gelmesinde Hindistan Teknoloji Enstitüsünün (IIT) çok önemli rolü var.
Hindistan’ın ilk Başbakanı Jawarlal Nehru ülkenin en önemli eğitim temeli üzerine yeni ve etkili bir kurum daha inşa etti. Hindistan Teknoloji Enstitüsünün (IIT) bu yüksekokulun ülke içinde yedi ayrı yerde kampüsü bulunuyor. Ve bu kampüslerin her birinde dünya kalitesinde mühendislik eğitimi veriliyordu. Her ne kadar bu merkezlerden bilgi Hindistan’ın her tarafına yayılmasa da en azından ülkenin “elit” kesimleri arasında fen ağırlıklı ve uygulamalı bir eğitim geleneğini yaygın hâle getirdiler.”
Sonuç Hindistan batının oyununu tersine çevirdi ve bugün ABD ve birçok batı ülkesinin “back-office” arka ofisidir.
Hepimiz, hür olmanın ve servetin kaynağını kültürün oluşturduğunu biliyor ve başımızdaki “Kültürel saldırılar” belasını def etmenin daha güçlü yollarını arıyoruz. Medeniyetleri inşa eden fikir, sanat, ahlak ve estetiktir. "Üçüncü Dünya Savaşı”nın içindeyiz. Bu savaş, ekonomik veya ideolojik değil farklı medeniyetler arasında kendi kültürlerini dayatma, hâkim kılma savaşıdır. Batı, kendi dışındaki medeniyetleri biçimlendirmek için saldırıyor. Ama bunu donanmasını ve deniz piyadelerini göndererek yapmıyor. Bu savaşı Müslüman devletlerin içine yerleştirdiği aktörleri “yeniçağ tarikatları” eliyle yürütüyor.
Sorun gençlerimizi elimizden alan bu saldırılara karşı daha güçlü bir savunma nasıl oluşturabiliriz? Sahadaki biri olarak söylüyorum, noksanlık donanımda değil “yazılım” kısmındadır. Yakışıklı binalar sorunu çözmüyor, içinde ne yapıldığı önemli. Sayın Cumhurbaşkanı “Türkiye’nin dönüşümün en zayıf halkasındayız. Önümüzdeki dönemde bu alanlara özel önem ve öncelik vererek hem eksiklerimizi tamamlamak hem de çok daha büyük başarılara imza atarak bu eksiğimizi gidermeliyiz.” demişlerdi.
Sayın Bakan’ım bu tespitleri ve aynı hissiyatı paylaştığınıza eminim. Değerli ve yoğun mesainiz arasında bir “Komşi Kapiciği” sohbeti kadar ayırabileceğiniz sürede “yol haritası” üzerine birkaç kelime söylemek bizimde şansımız olacaktır.
.
Hello!.. Şekerim, yes mi?
18 Ağustos 2017 02:00
“Kuşdilini andıran bu çürümeye dur demenin zamanı geldi. Sosyal medyada yaygınlaşan anlamsız kısaltmalar, aralara serpiştirilmiş yabancı kelimeler, bozuk cümleler giderek sıradanlaşıyor. Dilini kaybeden inancını da kaybeder...” Önceki gün Türkçe yaz okulu programında konuşan Başbakan Binali Yıldırım dilimizin bugün düştüğü durumu böyle özetledi ve tehlikeye dikkat çekti.
Sosyal medya nasıl yaşadığımızı, hangi yöne nereye gittiğimizi, hatta geleceğimizi gösteren bir ayna gibi. Dip yapan kültür erozyonunu, insan ilişkilerimizi, edep ve terbiye seviyemizi acımasızca yüzümüze çarpıyor.
Sosyal Medya’nın seviyesi yarım asır önce lambalı radyolarda dinlediğim komedyen ikili “Bal Arısı” ekibinin bir komedi diyaloğu gibi.
“Kadınlaşmış erkekler, erkekleşmiş kadınlar/Züppeliğe kaçan bir şıklık, lüzumsuz sırmaşıklık, yalandan aşıklık…/Hello!.. Şekerim yes mi? Paris’e gittiniz mi, Eyfel’i gördünüz mü?/Viiii… yes. Kes babam, kes…”
Bu sokak dili ile uydurma kelimelerle kimse derdini anlatamaz. Günlük konuşmalar bu şirazesinden çıkmış seviyesizlikte dert anlatmak mümkün olmadığı gibi o kısır kelimelerden meydana gelen bir dilde edebiyat yapmak da, ilim yapmak da, felsefe yapmak da, şiir yazmak da mümkün olmaz.
Evde, iş yerinde, sokakta, meydanda konuştuğumuz Türkçe, elbette ağzımızda anamızın sütü gibi helal ve güzel olmalı. Elbette ki Türkçenin çekilmediği yerler vatandır çünkü dil aynı zamanda milletimizin iskeletidir, dilsiz millet olmaz.
Ama hâlâ dildeki bu sömürge saldırısı fark edilmiş değil. Sayın Başbakan’ın “dur demenin zamanı geldi” sözünün hayatımızdaki karşılığı nasıl olacak?
Her birinde ortalama üç televizyon kafa sayısı kadar akıllı telefon, ilaveten bilgisayar bulunan bizim evlerimizin yüzde doksan beşi kitapsız ve kütüphanesizdir. Eyvah ki eyvah…
Kitapsız ve kütüphanesiz evlerde dil şuuru olmaz, bilmez çünkü. Halkımızın çok büyük bir kısmı ciddi ölçüde okumaktan uzak bulunuyor. Biz sadece okuma ve yazma öğretiyoruz çocuklarımıza. Sonra önce okumayı sonra yazmayı en nihayetinde konuşmayı unutuyoruz. Elimiz kolumuz dilimizin yerine konuşmaya başlayınca sohbet karakolda bitiyor. Üniversitelerimizde, devlet kademelerinde, iş yerlerimizde evlerimizde, aydınlarımızın arasında ciddi bir hareket yoktur.
Dil tahribatı öyle bir felaket ki ne söylesem yetmiyor. Dili kaybettiğimizde servetimizi, zenginliğimizi, insanlığımızı kaybederiz. “Dur demenin zamanı geldi” diyen Sayın Başbakan’ın mesajının gereği yapılmazsa düşeceğimiz seviye Yavuz Bülent Bakiler’in dediği gibi “Aborjinlerin” altıdır:
“Şimdi zaten dünyada en az okuyan devletlerinden biriyiz. İnşallah biz, Aborjinler’in de altına düşeriz de en sona kalırız o zaman başımız göğe yükselir, o zaman İslam kurtarılır, o zaman hak ve hukuk tecelli eder, o zaman Müslümanlığı daha geniş bir kitleye yaymış oluruz. Tabii bunları hangi maksatla söylediğimizi biliyorsunuz, böyle saçmalık olmaz, böyle yanlışlık olmaz, böyle gaflet ve ihanet olmaz.
Çocuklarımız on dokuz yıl Türkçe konuştukları, Türkçe okudukları, Türkçe düşündükleri hâlde, üniversiteye geldikten sonra kendilerine yeni baştan Türkçe dersleri verilir. Bundan büyük ayıp olmaz, bundan büyük skandal olmaz, ayıptır, ayıbın ötesinde bir ayıptır, felaketin ötesinde bir felakettir! Neden? Çünkü on sekiz yıl Türkçe düşünen, konuşan, yazan çocuklar üniversiteye geldiklerinde, hocalarının ders kitaplarını anlayabilecek seviyede olmalıdırlar. Hayır! Çocuklarımızın böyle bir seviyesi yok. O bakımdan, hocalarının anlattıklarına aval aval bakıyorlar. Hocaların kendilerine uzattıkları ders kitaplarını anlayamıyorlar. Yeni baştan Türkçe dersleri veriliyor, peki mezun olduktan sonra doğru düzgün Türkçe konuşabiliyorlar mı?
Bu konuda ailelerin de vebali var, çocuklarımızın da vebali var, devletimizin, iktidarımızın da vebali var, hepimizin vebali var. Zengin bir Türkçeyle eğitim yapmadan, çocuklarımızın beynindeki deha merkezini çalıştırmadan millet olarak bizim çağdaş medeniyet seviyesine yükselmemiz mümkün olmaz...”
.
Söyleyecek çok sözümüz var
21 Ağustos 2017 02:00
Hiçbir toplum kendi kendini sömürgeleştirmeden sömürgeci işgaline uğramaz.
Bildiğimiz bütün savaşların mağlupları daha önce kaybedilmiş “Kültür Savaşının” mağdurlarıdır. Doğuda mücadele ettiğimiz “terör” Batıda mücadele ettiğimiz “uyuşturucu bağımlılığı” hep cephe kaybettiğimiz kültür savaşından sonra çoraklaşmış vatandaki ayrık otlarıdır.
TUBİM (Türkiye Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi)’in rakamlarına göre Türkiye’de toplumda uyuşturucu kullanma oranı son 10 yılda 2 kat artarak yüzde 1,3’ten yüzde 2,7’ye ulaşmış. Gayriresmî rakamlar ise bunun yüzde 10 olduğunu gösteriyor.
Genç kuşaklarımız merdiven altlarında, uyuşturucu krizlerinde, zihnen ve bedenen gözümüzün önünde ölüyor. Gençliğimizden, geleceğimizden her gün bir tuğla düşüyor ve biz nasıl yok olduklarını seyrediyoruz.
Diyorlar ki: "Uyuşturucu bağımlılığının yaygınlaşma sebeplerinden biri de fiyatların bizde ucuz olması!.." Bu nasıl bir kafa? O zaman fiyatlarına zam yapın(!), her sokak başına da bir polis dikin!
Bir toplumu ayakta tutan kültürüdür. Ülkeleri fiilen işgal etmek için önce kadim kültürünü, güçlü ruh köklerini yok ederler, gençliğini ellerinden alırlar ki toplumun beli kırılsın yeniden doğrulmasın. İslam coğrafyasında Endülüs'le başlayıp Kuzey Afrika, Orta Doğu, Hindistan hepsini aynı yerden vurdular. Yaşadığımız göçmen trajedilerinin temelleri yüz yıl önce atılmıştı. Osmanlıya sırt çevirecek kadar kendi medeniyetlerinden, kültürlerinden muhacir olanların çocukları şimdi vatanlarından muhacir oldular.
Bir toplum kendi kültürünü ihmal ettiğinde başka kültürler o boşluğu doldurur. Gençliği için hedef koyamayanlar, bir planı olmayanlar başkalarının planına dâhil olurlar. Sonra kendi çocuklarımız kendi vatanlarına sırt çevirir, bazısı eline silah bazısı bonzai alır.
Hazreti Mevlânâ’nın pergelin sabit ayağını kendi ruh köklerimize basacak, bu kültürü özümseyecek, pergelin hareketli ayağıyla bütün dünyalara ve kültürlere açılacak öncü kuşaklar olmadan millî hamleler yapacak uzun soluklu bir yolculuğa çıkamayız. Ancak biz pergelin hareketli ayağına yer ararken pergelin sağlam ayağını kırmak için içeriden ve dışarıdan saldırılara hedef oluyoruz.
Son üç asırdır İslâm coğrafyasındaki geri kalmışlık ve ezikliğin vebalini kendimizdeki ihmal ve ihanete değil pergelin sabit ayağının oturduğu yerde Osmanlı medeniyeti ve Ehl-i sünnet omurgada arayan sömürge aydınları kubbemizin sütunlarına saldırıyor.
Osmanlıyı yıkan Batı medeniyeti Osmanlıyı modellemek için kurumlarında araştırma yaparken, biz hâlâ eğitim kurumlarında müfredat sorununu çözmeye, Kültür Bakanlığını sahaya sürmeye çalışıyoruz.
Batı dün hangi gerekçelerle Osmanlı'yı durdurduysa, bugün de aynı gerekçelerle Türkiye'yi içeriden ve dışarıdan kuşatıyor. Bu kuşatmayı kırmanın yolu toplumun kültürel değerlerini dinamitleyen, eğitim, medya, kültür, sanat dünyasını sil baştan yeniden inşa etmektir.
Bu söylediklerimiz siyasete değil, düşünceye, sanata, eğitime, gençliğe yön verme davasıdır, bizim istiklal ve istikbal mücadelemizdir ve makas değişinceye kadar daha söyleyecek çok sözümüz var.
.
Erken seçim seviciler
25 Ağustos 2017 02:00
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iç ve dış politikadaki tartışılmaz üstünlüğü “erken seçim” dedikodularından çıkacak kaostan beslenen ve umudunu erken seçime bağlayan siyaset dışına atılmış siyasetçi, hengameden vurgun yapmak isteyen finansörleri, spekülatif yazı üreten kalemşorların beklentilerini boşa çıkardı. "Acaba bir erken seçim mi olacak? AK Parti erken seçim için start mı verdi diye konuşanlar da var?" sorusuna Erdoğan’ın cevabı net oldu: “İşimize bakalım. Erken seçim yaparsak, bu israf olur. İşimize bakmamız lazım.”
Erken seçim siyaset hayatında yeni bir siyasi iradeyi piyasaya sürmek için suni doğum sancısı gibidir. Önce siyaseten rahatsızlık sonra şoklamayla erken doğum. Nakavttan kurtulmak için hakem kararıyla yarıda kalan boks maçı gibi bir şeydir erken seçim kararı alınması. Genelde iktidara tek başına gelmek için yeterli milletvekili sayısını çıkaramayan partilerin hır çıkarıp, uzlaşamayarak, koalisyon kurulmamasına bağlıdır. Uzlaşamayan partiler hükûmet kuramadığından, erken seçim kararı alınır.
İktidar partileri için uzun süreli iktidarda kalmanın getirdiği temel sorun “metal veya mental” yorgunluktur. Her şeyin bir sonu vardır diyen muhalefet umudunu geçmiş iktidarlardaki gibi iktidar partisinde çıkacak çatlaklara bağlıyor. AK Parti’nin farkı bu durumun farkında olması ve teşkilatlar üzerinden başlayarak sürekli kendini yenilemesi. Muhalefet ise kendini değiştireceğine AK Parti'nin değişmesini izliyor.
Muhalefetin gözü 16 Nisan referandumunda ‘Hayır’ oylarının fazla dikkat çektiği üç büyük kent, İzmir ile birlikte İstanbul ve Ankara’da. İktidarın bu illerde yerel seçimde tökezlemesini ve sonuçların genel seçimlerini yansımasını bekliyor. Atletli Kılıçdaroğlu 16 Nisan’da çıkan partisinin oyunun iki katı muhalefet bloku oyunun CHP’yi temsil ettiği rüyasına seçmeni inandırmak istiyor. Oysa seçimin neticesi üzerindeki en güçlü belirleyici muhalefet politikaları değil yine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçime kadar olan süre içinde uygulayacağı operasyonlardır.
AK Parti'nin siyasete giriş hamlesi “Demokrat Muhafazakârlık ve kalkınma ilkesi” üzerine oturuyordu. Bu toplum tarafından anlaşılabilir bir ilkedir. Türkiye’de yaşanan adaletsizliklere ve baskılara karşı bu ilkelerle başlayan yolculuktan ne AK Parti ne de millet vazgeçilmiş değil. Hak ve adalet, geçim şartlarının iyileştirilmesi, dış dünyada itibarın artması ihtiyaç duyuldukça başvurulan şeyler değildir. Her zaman ihtiyacımız var. Ne var ki insanlar ve kurumlar gibi siyasi organizasyonlar da bazen varlık sebeplerinden uzaklaşma riskine maruzdurlar.
Bir siyasi lider için bu yorgunluğa düştüğünü fark etmek ve kendi teşkilatları üzerinden böylesine operasyonları kararlılıkla yürütmek çok geniş bir ufuk ve öz güven ister. Özellikle son bir yıldır bu riski fark eden sayın Cumhurbaşkanı, AK Parti misyonunu taşıyan teşkilatlardan başlayarak emanet edilen yerel yönetim kadroları üzerindeki bu tehlikeyi fark ederek parti kurmayları ve bizzat teşkilatlarını kendisi uyarmakta ve revizyona gidilmektedir. Aynı kavşağı merhum Turgut Özal ANAP elden çıkarken fark etmiş ama operasyon yapamamıştı. Eğer Özal siyasete sahanın en alt kademelerinden görev yaparak gelseydi operasyona tepeden değil temelden müdahale ederdi.
Şimdi AK Parti’nin yürüttüğü il ve ilçe teşkilatları ile yerel yönetimlerdeki değerlendirme ve değişiklerde sadece kamuoyu algıları, başarı-başarısızlık karneleri değil varsa yolsuzluk raporları da masaya konuyor. 16 yıl gibi siyasi hayatımızda daha önce başarılamamış bir süre iktidarı elinde tutan iktidar partisi kendini böylesine hesaba çekerken neden milletin kendisine iltifat etmediği sorusunun cevabını hâlâ kendinde aramayan bir müzmin muhalefet var.
Açıkçası şu, sürekli milleti borçlandıran bir muhalefet cephesi ile millete borçlu olduğunu ifade ile eksiğini gediğini tamire çalışan bir iktidar 2019 seçimlerine hazırlanıyor. Hangisi başarıya daha yakın?
.
Eğer yaşadıklarımı yaşasaydınız…
28 Ağustos 2017 02:00
Özel bir TV kanalında Marmara bölgesi merkezli muhtemel bir depremle ilgili açıklama yapan Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki şunları söyledi:
“İstanbul’da artık bir deprem bekleniyor. Ne kadar deprem uzmanı varsa ortalamalarını aldım. Şunu söylüyor hepsi: İstanbul açıklarında bir deprem beklentisi var ve şiddeti 7 üzerinde, söyledikleri tarih en geç 2030... Biz bunu görmezlikten gelebiliriz ama tabiat kendine has kurallarını işletiyor. Bir gün açığa çıkacak. Rakamlar meclis araştırma raporları ve İBB’nin çalışmalarına dayanıyor. 4 milyon 700 bin bağımsız birimin 600 bini direkt riskli, yıkılabilir gözüküyor. 600 bin yıkım ne demek? Bunların çıplak inşaat maliyeti 90 milyar lira. İçindeki eşyaları da götürecek, bir o kadar zarar da orada var. Bir bina yıkıldığı zaman sokaktaki araba da, altyapı da gidecek. Bu işin can kaybını düşünün, psikolojik kaybı düşünün. Yani içeride yaşayan herkesin öleceğini düşünmek doğru olmayabilir ama herkes yakınını, sevdiklerini kaybedecek. Belki aylarca senelerce işe gidemeyecek. Bunun oluşturabileceği hasarı anlatmakta güçlük çekiyorum...”
Eğer Sayın Bakan’ın korkusu (Allah korusun) gerçekleşir şiddeti 7 üzerinde bir deprem olursa (Richter ölçeğinde şiddeti 7 ve üzeri yıkıcı depremdir) bunu daha küçük bir alanda yaşamış biri olarak bölgede yaşanacak muhtemel tabloyu size aktarayım;
İlk gün şehir deprem kriz komitesini toplamak bile mümkün olmayacak, herkes birbirini arayacak çünkü enkaz altında değillerse enkaz altındaki muhtemel bir yakınının akıbetinin derdine düşecek...
İlk andan başlayarak herkes sadece enkazların altından ölü ve yaralı çıkarmak için kazma kürekle, eliyle betonları zorlayacak. Konuşlanmış deprem kurtarma ekipleri de olayın mağduru olacak, dışarıdan gelenler ise tıkanan yolları yürüyerek geçecek, kavuşanlar kurtarma araçlarını enkaza ulaştırmak için açık yol arayacak...
İlk yardım ve sağlık ekipleri de enkazlara ulaşmak için çırpınacak, çıkan yangınları söndürmek için itfaiyeler araçlarına yer, su hortumlarına vana arayacak. Hasarlı hastaneler boşaltılacak, hastalar, hekimler, depremzedeler, açık morg aynı yerde toplanacak...
Hastaneler hasarlı olduğu için tahliye edilecek, seyyar hastaneler kurulması gerekecek, bunları kurmak için kabir yerlerine bile gökdelen dikilen kentte boş yer bulamayacak, çünkü boş yerler, tüm park ve bahçeler hayatta kalanlar tarafından işgal edilecek...
Dışarıdan bölgeye ulaşabilen depremzede yakınları ile mevcut nüfus birkaç milyon artacak bu kıyamet senaryosunda asayişin sağlanması ciddi sıkıntı olacak, kapkaççı, yağmacı vurguncu taifesi elinden geleni yapacak...
Enkaz altından çıkan cesetlerin çıkarılması, defin için kefen bezi, yıkamak için musalla taşı, kovalarda su, cenaze yıkayacak imam, defin için kabir yeri, cesetlerin nakli bile dert olacak, ölüsünü gömebilen kendini şanslı addedecek...
İskân için eldeki çadırları bile dağıtmak kahramanlık isteyecek, eline çadır geçen kurmak için yer bulamayacak, gıda ve sağlık malzemeleri sıkıntısı baş gösterecek, seyyar mutfak, hazır yemek dağıtımı yapılması gerekecek...
Deprem şoku ile yaşanan psikolojik sarsıntı yaşayanlar ayrı bir trajedi yaşatacak… Trafik uzun süre çalışmayacak, belki raylı sistemlerin onarımı zaman alacak, havaalanları, otogar ve limanlar ana-baba günü olacak...
Bütün bu yaşananlar teknolojik üstünlük, zenginlik, fakirlik ile alakalı değil. Bu şehri iyi gününde kötü gün için nasıl inşa ettiğimizle ilgili.
Bunları 2012 filminden aktarmıyorum, 653 vatandaşın toprağa verildiği, üç bin 850 kişinin enkaz altında kalarak yaralandığı, dört bin 534 konut ve 954 iş yerinin yerle bir olduğu yüz bin nüfuslu bir şehirde yaşadığım 6,8 şiddetinde 18 saniye süren bir depremin ilk üç gününden aktarıyorum...
Can derdi bitip mal derdi başlayınca yaşananlar zaten birkaç cilt kitap oldu. Mal kayıpları harala gürele yerine geliyor ama gofret gibi ezilmiş katlı binaların arasından sarkan cesetleri, oğlunun cesedine ulaştığı için şükreden babaları, on yaşındaki arabaya karşılık üç daire teklif edenleri, hastaya müdahale edemediği için ağlayan doktorları, saçını yolan valileri gördüm.
Sayın Bakan, 4 milyon 700 bin bağımsız birim ve 600 bini direkt riskli, yıkılabilir konut gözüktüğünü söylüyor, Allah korusun derken tedbir almak, aramak gerek. Şimdi acaba diyorum, korkularınızı akademisyenlerle birlikte bir de enkaz altından çıkan bizlerle paylaşsanız!..
.
Elbette ki, tarihin enteresan bir intikamı olacaktır
1 Eylül 2017 02:00
İnanılır gibi değil ama gerçek şu ki, İslâm Dünyası bayram yaparken, Arakanlı Müslümanlar “etnik temizlik” diyerek Burma hükûmetine bağlı silahlı kuvvetlerin ve çeteci Budistlerin insanlık dışı eylemleri ile katlediliyor...
Batını taptığı liberal ideoloji artık sınır tanımıyor. Burma’da yaşanan tecavüzler, ölümler, bulunamayan cesetler, kimliksiz insanlar, yok edilmeye çalışılan bir toplum, yakılıp yıkılan şehirler ve köyler Burma’nın yoksul ve çaresiz insanlarının üzerinde oturduğu enerji kaynaklarını gasbetme, el koyma operasyonudur.
Adını BM (Birleşmiş Milletler) koyan BÇ (Birleşmiş Çete) Burmalı askerlerle Budist çeteler eliyle 3 günde 3 bin Müslüman'ı katletti. 8 asırdır Arakan'da yaşayan Müslümanlar şimdi vatanlarından sürülüyor, evleri yakılıp toprakları gasbediliyor.
Bu ardı arkası kesilmeyen kıyımların adını, ekonomik alanda liberalizm, siyaset alanında demokrasi, kültürel alanda çokulusluk, dinde diyalog koyanlar tam bir asırdır Müslüman dünyasını ateşe boğdular.
Orta Doğu’daki ateş devam ederken dünyanın uzak ülkelerinden çığlıklar geliyor. Zulmü yapanların da, zulme maruz kalanların da gözü Türkiye’de. Batı’dan üyelik dilenme gibi aşağılayıcı rolünden henüz kurtulabilmiş Türkiye ise eski tarihî rolünü, İslamın ve Müslümanların savunuculuğunu yapmak için hâlâ kendi içinde savaşıyor. Batı’yı da tanımaktan âciz, görünüşte yerli gerçekte kendi sorunlarına bile Batılı perspektiflerle bakan, yaşadığımız yok oluşun çaresini bile Batılı yaklaşımlarda arayan, celladına âşık yerli aydınlarla, bir medeniyet birikiminin vârisleri kendilerini hâlâ Batı’nın kuyruğu yapmak isteyen elitlerine karşı siyasette, kültürde, dış politikada boğuşarak zaman kaybediyor.
Türkiye’nin Osmanlı’dan devraldığı bu rolünü engellemek için içeriden dışarıdan saldırılar devam ediyor.
Wilfrid Scawen Blunt, (İngiliz şair ve yazar, 1858-1869 yılları arası İngiliz Dışişleri Bakanlığında görev yapmış) İngiliz istihbaratçısıdır. İngiltere kamuoyuna hitaben yazdığı “İslam’ın Geleceği” adlı kitabında şöyle yazıyor:
“Avrupa’nın bunca asırdır Müslümanlığın sembolü olarak gördüğü Osmanlı Türklerinin bir gün bu dinden çıkmaları, tarihin enteresan bir intikamı olacaktır. Yine de bu, çocuklarımızın veya torunlarımızın yaşayarak görebilecekleri bir intikamdır.”
Bu saldırılarla, İslâm Medeniyetine beşiklik eden, o medeniyetin kültürünü kaynağında kurutmak istediler. Osmanlı Devletini yıkarak, İslâm medeniyetini merkezsiz bıraktılar. Hindistan, Çin, Malezya, Filipinler, Endonezya, Arakan, Balkanlar, Kırım ve nice Müslümanlar bir umutla uzak ufuklara bakıyor.
Türkiye artık ne Orta Doğulu ne de Batılı olmayan, iki arada bir derede, kafası karışık, olaylara seyirci, tanımsız ve kimliksiz “kararsız” bir ülke olamaz ve olmamalıdır. Herkes fark etmeli ki; Türkiye’nin geleceğini karartmak için yüz yıl sonrasına çocuklarına İntikam için randevu verenler bu ülkenin yakasını bırakmayacaktır.
Türkiye’nin geleceği medeniyet inşasına kaldığı yerden devam ederek ezberleri bozmasına bağlıdır. Türkiye’nin medeniyet ithaline ihtiyacı yoktur. Batının biçip diktiği elbiseye de ihtiyacı yoktur. Türkiye’nin Orta Asya’da, Orta Doğu’da “merkez ülke” hâline gelmesi kısa vadede mümkün görünmese de başladığı bu yolculuğa devam etmelidir. Durmaya, durdurulmaya tahammülü yoktur. Türklerin bir gün kendi kadim medeniyet değerlerini hatırlaması ve ona dönmesi tarihin enteresan bir intikamı olacaktır.
.
Dünyanın çivisi mi çıktı?
4 Eylül 2017 02:00
Kafamız iyice karışık, her olay bir yapbozun parçaları gibi. Bir araya getirmek için yardım gerek.
Birmanya’da (Burma) yaşanan katliam görüntülerini izledikçe zannediyoruz ki yeni gösterime girmiş bir Hollywood filmi. Arakan da neresi? Kim bu insanlar? Kişisel gelişim gurularının parayla yutturdukları seminerlerinde anlattığı barış simsarı Budist çeteler Müslümanları neden katlediyor? Akıl bir yol bulsa da kalp kabul etmiyor çünkü bizim nesiller ne Arakan ne Kafkaslar ne Balkanlar hakkında çok fazla bir şey bilmeyiz. Kendi yaşadığımız Anadolu coğrafyasında bile geçmişi hatırlatıp sorgulayacak izleri söküp attılar. Tarihî eser, tarihî kitap, tarihî mekân mezar taşlarına kadar geçmişe ait ne varsa gitti.
II. Abdülhamid Han döneminde Hicaz demir yoluna yardım edenler arasında Myanmarlı Müslümanlar olduğunu yine 1911’de İtalyanların Libya’yı işgali ve 1912’de Balkan Savaşları sırasında maddi yardım ve sağlık ekipleri teşkil ederek Türkiye’ye gönderdiklerini kim bilebilir ki?..
Öte yandan, Arakan katliamının arkasından kim çıksa ki?
Trump’a bütçe açığını kapatmak için yeni enerji kaynakları gerekmiş. Tüm medya kuruluşları katliamların Riyad merkezli olduğuna dikkat çekerek, veliaht prens Muhammed bin Selman’ın 2030 planları gereği Arakan’ı "insansızlaştımak" istediğini aktarıyor
Middle East Eye (MEE) haberine göre, Suudi petrol devi Saudi Aramco şirketi ile ülkesini ilk kez Myanmar’ın enerji piyasasına dâhil eden Muhammed bin Selman bir yandan Orta Doğu’daki ortağı BAE’yi de bölgenin altyapı hizmetlerini geliştirmeye teşvik ederken diğer yandan da Rohingya’dan, değerli tarım arazileri satın aldı. Riyad yönetimi de Arakanlı Müslümanların verimli topraklarına göz dikmiş, Arabistan içinde bulunduğu ekonomik krizi Arakanlı Müslümanların topraklarını ele geçirerek aşmak istiyor.
Okumadığımız, seyretmediğimiz, dinlemediğimiz, temas etmediğimiz şeyler bize ait olmuyor. Kaybetmenin acısını, boyası çizilen arabamız kadar duymuyoruz. Geçtiğimiz yıllarda Bosnalı bir sanatçı topluca katledilen Bosnalı şehitlerin üzerlerinden çıkan fotoğraf, kol saati, toka gibi eşyaları toplamış dünyanın belli şehirlerinde sergi açıp mağdurları katilleri ile yüzleştiriyordu. Elinde kala kala sermaye olarak onlar kalmış.
Gelelim, vakti zamanında İngiliz’in dolduruşuna gelip Anadolu’yu işgale kalkışan Yunanla ilişiklerimize. Madalyonun öbür yüzünde Yunan adaları var. Bayram tatilinde Yunanların yüzünü güldürmüşüz. Türk vatandaşlar Yunan adalarına âdeta akın etmiş, On iki adalar olarak bilinen Dodekanisos adalarında, sadece 600 nüfusu bulunan Lipsi adasına, nüfusu kadar Türk vatandaşı turist olarak gitti.
Dün İsmet Paşa’nın masada teslim ettiği yerlere bugün turist olarak gidiyoruz. Yunanistan’a geçen yıl 1 milyon Türk turist gitmişti. Bu yıl da sayının en az ikiye katlanması bekleniyor diyorlar.
Dünya, Necip Fazıl’ın “her katı ayrı alem” dediği gibi.
Teselliyi mezarlıklarda arayan bir düşünür “İnsanların mezarlarına baktığım zaman, içimdeki her türlü kıskançlık duygusu ölüyor. Güzel insanların mezar taşlarını okuduğumda her türlü aşırı arzu sönüyor. Bir mezar taşında anne-babanın yasıyla karşılaştığımda merhametten içim eziliyor. Aynı anne-babanın mezar taşını gördüğümde kısa bir süre sonra izleyeceğim kişiler için yas tutmanın faydasızlığını düşünüyorum.
Kralların, kendilerini tahttan indirenlerle birlikte yattığını gördüğümde yan yana gömülmüş, bir birinin rakibi olan dehaları, ya da yarışmaları tartışmalarıyla dünyayı bölen adamları düşündüğümde, insanoğlunun küçük rekabetleri, bölücülükleri ve tartışmaları bende hem hüzün hem de hayret uyandırıyor.
Kimi dün, kimi de altı yüz yıl önce ölmüş insanların mezar taşlarındaki tarihleri okuduğumda hepimizin çağdaş olacağı ve hep birlikte ortaya çıkacağımız,
O Büyük Günü düşünüyorum” diyor.
.
İnsan nasıl canavara dönüşür?
8 Eylül 2017 02:00
Felsefeciler, piyes yazarları, ilahiyatçılar ve tabii politikacılar şu soruya cevap arıyor. İnsanları kötü yapan nedir?
Her kötünün bir hikâyesi var, hapishane ve ıslahevlerine kötü oldukları için düşenlere bu soruyu sorsanız “Bizi suçlamayın, kendinizi suçlayın” diye ailesini, öğretmenini, arkadaşını, patronunu yani dışarıdan birini işaret ederler.
Ve tabii aynı soruyu dışarıdaki iyilere sorsanız onlar da “Hepimiz aynı sepetin içindeki elmalarız, onlar çürük olanlar ve sepetten çıkarılıp ayrı yerde durmalılar” diye içeriyi işaret edecekler.
Psikolog Zimbardo “Şehrin kenar mahallelerinde büyüyen bir çocukken kötülükle çevriliydim. Ve gerçekten iyi çocuklar olan arkadaşlarım vardı. Sonra bu iyi çocuklar uyuşturucu aldılar, başlarını belaya soktular, hapse girdiler ve bazıları uyuşturucudan öldüler bazıları da uyuşturucu yardımı olmadan öldü. Bu dünya iyi ve kötü ile dolu ve hep dolu olacak…” diyor ama kendisinin bugünkü ayrıcalıklı durumuna nasıl sıçradığını anlatmıyor.
Sorunun cevabı “…gerçekten iyi olan çocuklardık ama etrafımız kötülüklerle çevriliydi” cümlesinde saklıdır. Etrafın kötülüklerle çevrili olması şehirlerin yoksul gettoları mıdır? İstatistikler hiç de öyle demiyor. Kötülüğü besleyen, kötülüğün, dibi canavarlıkla biten kaygan yamaçlarına yağ dökenler ve buna ses çıkarmayanlardır.
Geçmiş zamanlarda ayağımızın altına yağ sokakta dökülürdü şimdi evlerin içinde. Sokaktan korkarken internet erişimli bilgisayarlar evlerin mahremiyet duvarlarını yıktı. Asıl sorun büyüklerin de çocuklarıyla birlikte aynı olumsuz etkilere maruz ve kendileri için mubah koyunca, çocuklara sınır koyamamaları. Hiçbir çocuk kendisi sosyal sitelerde dolaşan bir anne-babanın koyduğu yasağa uymaz. Çocuklar söyleneni değil yapılanı takip ederler.
Anne ve babaların, sokağa çıkmasını istemedikleri çocuklarını sosyal ilişkiden mahrum bırakarak teslim ettikleri medya sokaktan çok daha fazla tehlike taşıyor. "Çocuklar sanal oyunlara bağımlılık derecesinde bağlanarak, uygun olmayan ve şiddet içerikli sitelerde dolaşabiliyorlar. Saatlerce bilgisayar başında hareketsiz bir şekilde duran çocukların hem fiziksel hem de zihinsel gelişimlerinde sorunlar yaşanmaktadır.”
Dün gazeteye düşen dikkat çekici bir haber 14 yaşındaki gencin üç gün ara vermeden başından kalkmadığı internette yaptığı sosyal site turlarının hastanede bittiği ve bacaklarının kesilme tehlikesi atlattığıydı. Acaba bacaklarında böylesine tahribata sebep olan bu seyahat onun ruhunda nasıl izler bırakmıştır?
Yaşadığımız bu çürümenin, çölleşmenin önünü kesmenin yolu, kendi hayatımızla birlikte çocuklarımızın hayatını kuşatan bu yolumuza yağ dökücülere dur diyebilmekte.
Kimdir bu kötüyü besleyen, yağ dökücüler?
Bu yağ dökücülerin ağa babası hiç tartışmasız medyadır. Paul Feyerabend “Batı uygarlığı, varlığını ve dünya üzerindeki hegemonyasını iki şeye borçludur, silah ve medya” demiş. Onlar dünya üzerindeki işgallerine her gün bir tuğla koyarken biz de her gün hayatımızdan bir parça koparan olaylarla zihnimizin kirlenmesini, çökmesini, narkoz etkisi yapan medyaya borçluyuz.
Fiilî işgale dayalı klasik sömürgecilik çoktan tarih oldu. Şimdiki savaş malzemesi nükleer silah değil daha yıkıcı, tahrip edici medya. Onun için bugün ülkenin kültürel değerleriyle âdeta savaşan, genç kuşaklarından, bu milletin değerleri, ahlakı, inancı, kültürü ve tarihine meydan okuyan yabancılar, canavarlar üreten bir medyatik işgale karşı savaş var. Şimdi herkes durup bu mücadelede nerde yer aldığına bakmalı.
.
Üzeri küllenen adamlar
11 Eylül 2017 02:00
Geçmiş günü elerken Eylül 1994 tarihli bir yazı gözüme çarptı. 20 yıl önce –Shell- petrol şirketinin petrol araştırma genel müdürlüğünü yapan ve hâlen (o tarihte) ABD’nin en büyük bankalarından birinin genel müdür yardımcılığını yapan Artung Hage’nin itirafına göre “uzaydan çekilen fotoğraflarla Türkiye, petrol okyanusu üzerindedir.”
Peki, bu itiraf doğruysa niye petrol fakiriyiz?
Dünyanın en büyük 7 petrol şirketi ABD’li Yahudilere aittir. Bu şirketlere “yedi kız kardeşler” denir. 1951-1968 arasında Güneydoğu Anadolu’da çok zengin petrol buldukları hâlde “petrol yok” ya da “verimli değil” “ekonomik değil” gibi mazeretlerle kuyuları beton dökerek örttüler. ANAP iktidarında Mehmet Keçeciler bu kapatılan kuyulardan petrol çıktığı için çeşitli iftiralarla bakanlıktan alındı. Keçeciler’in Türkiye’nin petrol okyanusu üzerinde olduğunu sezdiği ve gizlice hazırlık yapıp aniden petrol istihsalini artırdığı için Masonların emri ile başını yediler. Bakanlıktan alındı. Çünkü kuyular büyük İsrail için saklanmaktadır.
ABD’nin niyeti “kendi himayesinde manda statüsünde kurulacak bir Kürdistan ile bu zengin petrol yataklarını ve GAP’ı Kürdistan’ın enkazı ve Kürtlerin cesetleri üzerinde İsrail’e devrederek İsrail’in su ve petrol meselesini çözmektir.” deniyor.
İhtiyacımız olan her şeyin üzerine beton dökmüşler, kültürümüz, irfanımız, petrolümüz ve adamlarımız.
Bir kitap çalışması için ABD’li tarihçi John W. Draper (1811-1882) (The Intellectual Development of Europe-Avrupa’nın ma’nevî tekâmülü) adındaki eseri gerekti. Adam, derya deniz, filozof, hekim, tarihçi, kimyager ve fotoğrafçıdır. 1832'de İngiltere'yi terk ederek Virginia'ya göç etmiş ve 1836 yılında Pennsylvania Üniversitesinde tıp fakültesini bitirmiş. 1839'dan ölümüne kadar üniversitede kimya profesörü, ayrıca, 1841 yılında New York Üniversitesi Tıp Fakültesinin kurucularından biridir.
Ama ne kendisi hakkında ne de İslâm’ın Batı medeniyetin inşasındaki müspet rolü anlattığı büyük temel eseri “Avrupa Entelektüel Gelişme Tarihi (1863)” hakkında yeterli bilgiye ulaşmak ne mümkün, sanki adamın üzerine beton dökmüşler.
Çünkü John W. Draper, bu eserinde, (Hristiyan tarihçiler İslâmiyet’e olan kinlerinden dolayı, hakîkati gizlemeğe çalışmakta, Avrupa’nın Müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu, bir türlü itiraf edememektedirler) demekte, Müslimânların İspanya’yı nasıl medenileştirdikleri hakkında yazıyor ve İslamiyet terakkiye manidir diyenleri çöpe gönderiyor.
John W. Draper diyor ki;
“O zamanki Avrupalılar temâmîle barbardı. Hristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Onlara hâlâ vahşî nazariyle bakmak gerekirdi. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurafelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek hassasına bile malik değildiler. Adi kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemininde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işareti sayılırdı. Yedikleri, yabani fasulye, havuç gibi sebzeler, bazı otlar, hatta bazen ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı.
Müslümanlar, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş defa yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kere yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yemesini öğrettiler. İspanya’da evler, konaklar, saraylar inşa ettiler. Mektepler, hastaneler kurdular. Üniversiteler tesis ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nur kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yetiştirdiler. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdirle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmağa başladılar.”
Böyle vahşî insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyet ruhunu aşılayan, onları karanlıktan, cehaletten, hurafelerden kurtaran Müslimân Araplar, bu akla sığmaz muazzam işi ancak İslâm dîni sâyesinde yapabildiler. Çünki İslâm dini, en doğru dindir.” diyor.
Kim bilir üzerine beton dökülmüş daha nelerimiz var
.
Kaç kişi öldü kimse bilmiyor…
15 Eylül 2017 02:00
ABD’nin Florida eyaletini vuran “Irma” kasırgasından kaçmaları için 6,3 milyon kişiye zorunlu tahliye emri verilmiş. Başkan Trump, Florida eyaletini “büyük afet bölgesi” ilan etmiş. Önce “Harvey” şimdi de “Irma” kasırgasına maruz kalan ABD’de ortaya çıkan hasar 290 milyar dolarmış.
Yetkililer, "Kaç kişi öldü kimse bilmiyor…” diyormuş. Hani siz her şeyi biliyordunuz, muhkem evlerinize, yer altı sığınaklarına güvenip gökyüzüne oklar atıyordunuz? Kalkışından 73 saniye sonra infilak eden hava araçlarının adını bile Meydan okuyan=Challenger koyuyordunuz!..
Dünyayla konuşurken kibrinizden diplomasi dilini bir kenara bırakıp onun yerine “Havlama yetmez, ısırmalısın, ısırmazsan bir süre sonra önemsenmezsin” diyor, sınır tanımadan dünyanın dört bucağına koyduğunuz işgal güçlerinizle zayıf, güçsüz insanlara, saldırıyor katlediyor yurtlarından kovuyorsunuz.
“Telefonla birilerine sertçe çıkıştığımı işittiğinizde önemsemeyin; sert olmamız gerekiyor… Dünyadaki her millet resmen bizden yararlanıyor; bundan sonra bu değişecek. Dünyanın sorunları var, fakat biz onların üstesinden geleceğiz, tamam mı? Ben bunun için varım, işleri yoluna koymak için…” diyen Trump şimdi rüzgâra yeniliyor!..
Daha önce de tarih; suya, rüzgâra hatta sineğe yenilen zalimlerin helak oluşunu anlatan hikâyeler ile doludur. Hepsi de adına ne derlerse demiş olsun helak olmaları bunaltıcı kuru rüzgârlar ile başladı.
Ad kavmi, Yemen'de Hadramut bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkâf denilen bir beldede Hud aleyhisselâm zamanında yaşamış, yirmi üç kabilenden müteşekkil bir kavimdi.
İnsanları gayet uzun boylu, iri cüsseli tuttuğunu koparan cinsten çok güçlü kimselerdi. Bedeni kuvvetlerinin yanında uzun ömürlü idiler. Büyük kayaları yontarak sütunlar üzerine muazzam gösterişli binalar yaparlardı. Bulundukları belde gayet bereketli, toprağı verimli yağmurları bol idi. “İrem Bağları” tabiri adım başı pınarlar akarsular bulunan bu ülke için söylenir.
Kuvvetlerine, ellerindeki nimetlerin çokluğuna bakarak kibre kapıldılar. Her geçen gün kibir ve büyüklenmeleri cehalet ve taşkınlıkları arttı. Etrafta bulunan kabilelere zulüm ve işkence etmeye başladılar. Öyle zalim ve gaddar oldular ki, zayıf ve güçsüzler onlar için eğlence vasıtası idi. Zayıflar üzerinde âdeta kuvvet denemesi yapar, merhamet nedir bilmez, beğenmedikleri zavallı bir kimseyi çok yüksek binalardan aşağı atıverirlerdi. Zorbalık ve şiddetle muamele etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdi. Diğerlerini ezer inletir hatta işkence ile öldürürlerdi. Güçsüz ve korumasız olanların hamisi ve sığınağı yoktu.
Ahlaki ve insani değerlerini kaybetmiş maneviyattan tamamen mahrum kalmış kimseler, ellerine geçirdikleri kuvveti ve maddi imkânları başkalarına zulüm ve işkence aleti olarak kullanırlar. İşte Ad kavmi de böyleydi.
Helak olmaları bunaltıcı kuru rüzgârların esmesiyle başladı.
Rüzgâr, yel normalde çok faydalıdır, çirkin kokuları giderir, hoş kokular getirir, insana ferahlık verir, ağaçlara su yürütür buna “Rıh”denir. “Rıh-i akim” ise bu faydaları bulunmayan rüzgârdır. Bunun şiddetlisi “Sarsar” ise soğuğu çok şiddetli ve gürültülü rüzgârdır. “Atiye” ise aman vermeyen ve çok daha şiddetli esen rüzgâra denir. Şiddeti nihayet derecesinde olup ölçüsü tartısı yok demektir. Hiç kimse bu rüzgârdan kendisini koruyamaz.
Kuru rüzgâr Atiye’ye dönüştüğünde Ad kavminin uzun boylu iri cüsseli insanlarını kaldırıp kaldırıp yere çarpıyor, sığındıkları muazzam binalar, sığınaklar hiçbir işe yaramıyordu. Bu dayanılmaz rüzgâr “Fussilet" suresinde buyurulan, “Bizden daha kuvvetli kim olabilir ki” diye büyüklük taslayanları saman çöpü gibi havalara savurdu, zulüm ve kibir hamulesi büyük cüsseleri ile havada çekirge sürüsü gibi görünen Ad’lılar yüzüstü yere çakılarak helak oldular.
Burma’da önce işkence yapılıp sonra yakılarak öldürülen çocukların, kadınların, yaşlıların vebalini taşıyan "haz maymunları", günahınız ile yüzleşmeyecek misiniz? Ama rüzgârla, ama bir başka şekilde...
.
Bütün yaptığımız, samanlıkta iğne aramakmış!..
18 Eylül 2017 02:00
06.09.1988 günü Erzincan’ın kuzey yamaç köylerinin birinde arazi ihtilafı yüzünden arbede çıktığı belirtilerek yapılan sahte ihbarla jandarmadan yardım istenir. Vakit ikindi suları ve dokuz kişilik bir birlik arbedeyi önlemek üzere Alp Jandarma Karakolundan hareket eder. Yolun Dereşoran Vadisi içine düşüp güçleştiği yerde pusu atan teröristler askerî aracı çapraz ateş altına alır. Aracın zırhlı olmaması ve geçirgen yapısı nedeniyle çatışma eşit şartlarda olmaz ve dokuz er şehit düşer.
Olayı müteakiben yapılan geniş çaplı arazi taraması da beklenen sonucu vermedi ve Dereşoran baskını benzer pusu olaylarının da sonuncusu olmadı. Şehit erlerin isimleri Kemah köylerindeki okullara verilirken, bu pusu olayı da terörle mücadelede uzun yıllar unutulmayan ve esefle içimizi kanatan bir hatıra olarak yer aldı...
Terörle mücadelede geçmişte eksik olan neydi?
Terörle mücadelede devletin üstünlüğü istihbarat ve teknik üstünlük olması gerektiği sürekli söylendi ama bu üstünlüğü ele geçirmek için yaklaşık çeyrek asır beklemek zorunda kaldık. Terörle mücadelede zırhlı araçlar, gece görüş dürbünleri, mobil birlikler ve kullanılmaya başlayan SİHA, İHA ve İKU’lar (İnsanlı Keşif Uçakları), PKK’nın belinin kırılması ve eylem yapma kapasitesinin minimize edilmesinde büyük katkı sağladı. PKK’lılar değil karakol basıp, pusu atmak artık burnunu mağaradan dışarı çıkaramıyor. Çıkardığı an İHA ve SİHA’lar havadan onları görüyor, ya vuruyor ya da operasyon için bilgi iletiyor.
Ne var ki, terörle mücadelede alınan bu ciddi mesafe içeride ve dışarıda bazı çevreleri rahatsız etmiş görünüyor. Bu defa da bazı muhalefet partileri teröristlere düzenlenen operasyonlar üzerinden Silahlı İnsansız Hava Araçlarının (SİHA) kullanımına karşı kamuoyu oluşturma mücadelesine girdiler. PKK ile mücadelede büyük etkisi olan Silahlı İnsansız Hava Araçlarına (SİHA) yönelik PKK medyasından gelen tepkilere bu defa CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu da katıldı. TBMM’de düzenlediği basın toplantısında “Eskiden JİTEM vardı, şimdi aynı görevi SİHA’lar yapıyor. Böyle yöntem hukuk devletinde olmaz ancak savaşta olur; savaşın da kuralları var” diyerek terör örgütüne ağır darbeler indiren Silahlı İnsansız Hava Araçlarından (SİHA) rahatsız olduğunu söyleyerek yeni bir tartışma başlatmak istiyor.
Tanrıkulu acaba “savaşın kuralları” derken asılsız ihbarları, yollara mayınlar döşemeyi, askeri vadilerde pusuya düşürmeyi mi anlıyor?
Özel Kuvvetler eski subayı ve güvenlik uzmanı Abdullah Ağar “Eskiden askerî operasyonlar birliklerin arazi taraması şeklindeydi ve sonuç alma oranı düşük olurdu, şimdi İHA’ların verdiği koordinatlara nokta operasyonu yapılıyor ve teröristler tam isabet imha ediliyor. Eskiden arazi taramasından birliklerine dönen yorgun askerler terör örgütü tarafından pusuya düşürülürdü, şimdi PKK saldırı düzenleyemiyor. PKK’nın 50 ve 100 kişilik gruplarla karakol baskınları yaptığı dönemler tarihe karıştı. Bir iki kişilik gruplar hâlinde dolaşıyorlar, onlar da SİHA’lar tarafından tespit edildiğinden mağaradan dışarı burunlarını çıkaramıyorlar” diyerek İHA ve SİHA’ların terörle mücadeledeki katkısını özetledi...
PKK terör örgütü vuruldukça sesin Almanya’dan BBC’den gelmesi anlaşılabilir bir şey de; terörle yapılan mücadeleyi göz ardı edip ölenlerin sivil olma ihtimali üzerinden binbir dram üretmeye çalışan içeridekilere ne demeli?!.
PKK terör örgütünün yol açtığı dramları örtbas ederek terörizmin avukatlığına soyunanlara hak ettikleri soruyu İçişleri Bakanı Süleyman Soylu sordu: “SİHA’ların etkisiz hâle getirdiği teröristlerin gerçekten terörist olduklarının belgelerini Kandil’den mi alacaktık? İşte yaşattıkları dramlar, M. Salih Aslan’ın cenazesi, Mustafa... şehadeti, bu süre içinde toprağa düşmüş onca askerin şehadeti bu terörizmin belgesi olarak yeter de artar bile...”
Rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu’nun dediği gibi, şimdi daha iyi fark ediliyor ki, “Yıllardır uçsuz bucaksız vadilerde tarama diye, terörle mücadele ettiğimizi sanıyorduk, oysa bütün yaptığımız samanlıkta iğne aramakmış...
.
Düşenin dostu kendisidir
22 Eylül 2017 02:00
İş hayatı göründüğünden daha patırtılıdır. Tozda boğulanlar ile tozu dumana katanlar hakkında iki yaşanmış hikâyem var...
Kişi kendi işini üstlendiğinde gelecek olan ödüller kadar meydan okumalar ve riskler de kendisine aittir.
Etrafınıza bakın, bazı firmalar işlerine devam ederken, bazıları kapatıp yeni bir işe yöneliyor; bazıları ise kapatıp kendilerini ve ailelerini ayakta tutabilmek için başka yollar arıyor; daha kötü durumda olanlar ise kâbuslar görüyor. Hiçbir şeyin doğru gitmediği bu son grupta olanlar, kendi başına nasıl mücadele verip, yaşadığı gerilimin evine sirayet etmesini nasıl önleyecek? İşlerin kötü gitmesi durumunda tehdit altında olan ailedir. Arkadaşları ile önemli bir sıkıntı yaşayacağını zannetmem. Çünkü işler bozulunca çoğu zaten tanımıyor olacak ve etrafı boşalacaktır.
İş hayatı zaten inişli çıkışlı bir yoldur. Ürettiği mal ve hizmet güncelliğini kaybedebilir, ortak aniden hissesini çekebilir, çalışanlar daha iyi bir iş bulduğunu söyleyerek terk edebilir, en iyi müşteriler artık birlikte çalışamayacağını söyleyebilir; daha bir sürü can sıkıntısıyla yüz yüze kalabilir. Bütün bunlara rağmen yerde yatmaktan değil, ayağa kalkmaktan bahsediyoruz.
Yukarıdaki çukurlardan birine düşen, iki türlü davranış gösterebilir;
Birincisi, bundan sonraki hayatının bir trajedi olacağını kabul edip perdeyi erken indirmek...
***
“Bir derginin açtığı yarışmada en yakışıklı erkek seçilerek 'kral' unvanı aldı ve sinemanın en çok aranılan ismi oldu. Yeşilçam’ın ünlü artistleri ile birlikte kamera karşısına geçti. Yer aldığı otuzu aşkın unutulmaz filmde başrol oynadı. Geçirdiği bir trafik kazası ile çöküntü yaşayan aktör kendini alkole verdi. Sinema dünyasından bir destek görmediği gerekçesi ile bunalıma girdi. Alkol alışkanlığı ileri derecede artan sanatçı sokaklarda yaşadı. Uzun yıllar sokaklarda, otobüs duraklarında esnafın yardımı ile yaşama mücadelesi veren aktör bu nedenle çeşitli hastalıklar geçirdi. Çevredeki esnafın 'dede' diye hitap ettiği aktör, otobüs duraklarındaki banklarda yatıp kalktı. Son olarak sıkıntılı ve yalnız günleri Darülaceze'nin sahip çıkması ile bitecek gibiyken, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak hayatını kaybetti... Son günlerini birlikte aynı evde geçirdiği arkadaşı, 'sağlığı iyice bozulmuştu, onu hastaneye kaldırdık ama kurtarılamadı. Son yılları sefalet içinde geçti, yardım eden de olmadı. Düşenin dostu olmuyor' dedi..."
***
Yerde yatan birini de ayakları olmayan biri kaldırabilir; “Şirketten ayrıldıktan sonra kendi işimi kurdum. Sıkı çalışıyorduk ve her şey yolunda gidiyordu. Sonra birden rüzgâr ters döndü. Ham madde almakta sıkıntı çekmeye başladım. İthal mallarla rekabet edemiyorduk. İflas edip iş yerimi ve itibarımı kaybedeceğim korkusu uykularımı kaçırıyordu. Giderek evde ve iş yerinde huysuz, kavgacı bir adam hâline gelmeye başladım. Derken olanlar oldu. İş yerini kapatırken yanımda çalışmakta olan sakat bir çalışan 'sana şunu söylemeliyim' dedi: 'Bu durumun sadece kendi başına geldiğini sanıyor, kendine ve çevrene zulmediyorsun. Hâlbuki iyi bir tecrüben, sağlıklı bir vücudun, sana destek veren bir ailen var...' Bundan büyük sermaye ne olabilir?.. Zaten sana ait olmayan şeyleri bugün kaybettim diye karalar bağlıyorsun. Kendinden utanmalısın. Bir de bana bak. En hafif eşyayı bile kaldıramayan, sadece bahçe içinde tekerlekli sandalyede dolaşabilen bir insanım. Asla şikâyet etmem. Eğer böyle devam edersen ailenin de dağılacağını bilmelisin...”
Bir trajedinin eşiğinde, bir savaşın öncesinde olunca, çareyi dışarıdan aramak ne kadar yanıltıcıdır. Kaybettiklerimize üzülmek yerine, sahip olduklarımızla mücadeleyi sürdürmeye ne dersiniz?..
.
Günün birinde haklı çıkarsın...
25 Eylül 2017 02:00
Kontrolü başkalarına vermek, aklıyla beraber şerefiyle de rehin kalmaya yol açar. “Zaferin başkasına bağlıysa mağlubiyetini şimdiden ilan et” diye bir büyük söz var. Buna göre, kendi yurdunda Bey olmak varken el yurdunda uşak olmayı tercih eden, İsrail ve ABD’den güdümlü Barzani hem kendisini hem takipçilerini perişan edecek. Sorumluluk sizde, sarf edilecek enerji ve kaynak sizde ama plan başkasından olmaz. Bağımlılık öz güveni köreltir, refleksleri öldürür, dışarıya muhtaciyeti sürekli hâle getirir. Ülkeler için de bu böyledir kişiler için de böyle. Kendi planın yoksa başkasının planının parçası olursun.
Haftaya yorgun başlamayalım diye, Apple Compütürün kurucu ortağı Steve Jobs'ın eskimeyen bir mezuniyet töreni konuşması var. Politik tartışmalardan, Kuzey Irak'taki gelişmelerin stresinden biraz uzak kalmak için bu ünlü konuşmayla ara verelim istedim. Mağripli göçmen bir ailenin evlatlık büyütülen çocuğu Steve Jobs "başka insanların gürültüsünün, kendi sesinizi duymanızı engellemesine izin vermeyin" diyor ve bir yol gösteriyor:
“On yedi yaşındayken şöyle bir şey okumuştum. 'Her günü hayatının son günü gibi yaşarsan günün birinde haklı çıkarsın...' Bu cümle beni çok etkilemişti. Ve o günden bugüne aynaya bakıp kendi kendime hep şunu sordum; eğer bugün hayatımın son günü olsaydı bugün normalde yapacağın şeyleri yapmak ister miydin?
Uzun süre üst üste hayır cevabını verdiğinde bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.
İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları ölüm karşısında değerlerini yitirir.
Yalnızca ölümdür önemli olan. Öleceğini hatırlamak kaybedilecek bir şeyler olduğu düşüncesini yok etmenin en iyi yoludur.
Zaten çıplaksınız. Yüreğinizin sesini dinlememek için hiçbir neden yok. Hiç kimse ölmek istemez, cennete gitmek isteyenler bile. Oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm, hepimizin ortak sonu ve şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle olması gerekir.
Çünkü ölüm hayatın en güzel parçalarından biri, hayatın değişim ajandası, yenilere yer açmak için eskilerden kurtulmanın çaresi.
Şu an için yeni sizsiniz. Ama günün birinde siz de eskiyeceksiniz ve aradan çıkarılacaksınız. Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın.
Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarına takılıp kalmayın.
Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun.
Kalbiniz ve sezgileriniz ne yapacaklarını bilirler.
.
İpin ucu kimin elinde?
29 Eylül 2017 02:00
Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlenen "2017-2018 Akademik Yılı Açılış Töreni’nde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde (IKBY) pazartesi günü düzenlenen bağımsızlık referandumuyla ilgili sert açıklamalarda bulunarak "Son ana kadar Barzani'nin böyle yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk, demek yanılmışız. İlişkilerimizin tarihteki en iyi seviyesinde olduğu bir dönemde, önceden hiçbir danışma ve görüşme yapılmadan alınan bu karar açıkçası ülkemize ihanettir" dedi.
Kuzey Irak’ta yaşananlar bir dış müdahaledir ve ipin ucu Barzani'de değildir. Barzani, "büyük proje"nin küçük bir oyuncusudur. Irakta, Suriye’de tüm coğrafyada yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız bölge üzerinde hesabı bulunan ABD derin yapılanmasının uzun yıllara dayanan stratejilerin sonucudur. Başlangıç tarihi çok eskilere dayanır.
1960'lı yılların sonlarında ABD Harp Akademisinde ittifak programı içinde kurs gören bir subayımız aynı akademide Kürtçe lisan eğitimi aldıklarını fark ettiği ABD’li subaylara sorar: “Sizin Kürtçe ile nasıl bir işiniz olabilir ki?” Cevap: “Yakında öğrenirsiniz…” Yakın tarihte Akademinin Terörle Mücadele Merkezi'nce yayınlanan “CTC Sentinel” dergisi omuzunda Abdullah Öcalan'lı arma taşıyan YPG'li bir teröristin görselini kapak fotoğrafı olarak kullanmıştı.
Sürenin uzunluğu veya kısalığı projenin çapına göre değişir. Eğer hedefte tüm Orta Doğu’nun enerji kaynaklarına el koymak için haritaları değiştirmek varsa yarım asır kısa bir süredir. Nitekim bu sürenin Körfez Savaşı ile dolduğu anlaşılıyor. Ama aklı ipotek altındaki birisine bunu anlatmak kolay değil.
Barzani’nin referandum çılgınlığı ekranları da ısıttı. Arka planı karanlık bazı adamlar "Kuzey Irak’taki referandumdan bizim için tehdit çıkmaz, referandum, mahallindeki iç politika hamlesidir" diyerek kamuoyunu iknaya çalışıyor. Sonuçların her halükârda Türkiye için tehdit oluşturmayan, sadece Barzani’nin oy hesabıyla kasımda yapılacak seçimleri garantilemek için yaptığı bir hamle olarak anlatıyor. İsrail’e ve Amerika’ya sırtını dayamasını da bundan sonra bekasının garantörü olduğunu anlayışla karşıladıklarını söylüyorlar. Gerekçeleri basit; güçlü olanla ittifak kaçınılmazdır. Bunların ya hâlâ Orta Doğu’daki ABD-İsrail planlılardan haberi yok ya da bu durumdan memnun oldukları için safa yatıyorlar!..
Bu operasyonla ülkemizi kuşatma altına alacak olan çember, yarın açılacak “Türkiye cephesi” için İsrail ve ABD güçlerine üs hâline gelecektir. Kendilerinin de muhtemelen yakın zamanda fark edecekleri sınırlarımıza dayanan bu emrivaki karşısındaki “Emperyalizmle uzlaşın, bir adım atarsanız dünya karşınıza dikilir” demelerinin pratikte hiçbir değeri yoktur.
Bu hengâme bundan sonraki süreçte önce Suriye sonra Türkiye’den parça koparma hamleleri ile devam eder, nihayetinde Toros Dağları’nın eteklerinde biter. Dünyanın sonu gelmez ama tarih yeniden yazılır ve yeniden başlar. Onun için süreç sona gelirken haritalarda aktörler de değişir.
Bu proje; Türk-Kürt meselesi değil ama ABD-İsrail ortak yapımı, Türkiye’yi de içine alan Kürt milliyetçiliği üzerine kurgulanan ve işleyen bir projedir. Körfez Savaşı ile başlayan ülkelerin parçalanması iç politika çekişmelerinin sonucu olmadığı gibi bundan sonra yaşanacaklar da olmayacaktır. İşi buraya getirenler nihayetinde Türkiye’yi Suriye’ye benzetmek için her teşebbüste bulunacaktır. Türkiye buna hazır olmalıdır.
.
Batı; işgalci mi, kurtarıcı mı?
2 Ekim 2017 02:00
Aynı ülkede yaşıyor ama bir tehdit karşısında birbirine hiç benzemeyen farklı şeyler söylüyoruz. Dışarıdan bakan birisi bu beyanlara baktığında aynı ülkenin vatandaşı, aynı şehrin insanı aynı medeniyetin meyvesi olduğumuza inanmaz.
Barzani Kuzey Irak’ta bağımsızlık ilanı için kapıyı araladı ve referandumu güya İsrail dışında herkesin göstermelik (Türkiye hariç) muhalefetine rağmen gerçekleştirdi. Biraz bekleyecek, kendisi için şartlar olgunlaşınca ve efendileri talimat verdiğinde hiç şüphesiz bağımsızlık ilan edecek. Yorumlarda buraya kadar mutabıkız ama bundan sonrasında yollarımız ayrılıyor.
Bu sonuç köprünün öbür ayağında duranlar (Batılılaşma hayranları) için; “Kürtler, uluslararası güçlerle girdikleri ilişkiler sayesinde bugünlere ulaşmayı başardılar, bu durum bizim için tehdit değildir.” Bu kadar basit mi? Oysa gerçek; Irak’ta ve Suriye’de de Kürt devletlerinin eli kulağında. Barzani’nin kanton devleti, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki bazı Kürt gruplarınca kurulacak “Büyük Kürdistan” hayalinin ilkidir. Sırada Suriye, İran ve finalinde Türkiye var. Bu sonuç; Kürtlerin uluslararası güçlerle girdikleri ilişkilerdeki başarısının mı, yoksa uluslararası Yahudi hegemonyasının Osmanlıdan geride kalan savruk, kararsız, kimliksiz halkları üzerindeki yeni planlaması ile sömürgecilerin mi?
Türkiye’nin bundan sonraki gelişmelere yön vermede alacağı rolün belirleyicisi bu soruya verdiği cevaptır, Türkiye tavrını çok önceden belirlemiş ve ilan etmiştir. Bölgedeki Kürtlerin alacağı tavrı da onların “İsrail; İşgalci mi? Kurtarıcı mı?” sorusuna verdiği cevap belirler.
Acaba coğrafyadaki Kürtler “soydaşlarımız kendi devletlerini kurmanın ve bağımsız olmanın onurunu başardılar” mı diyecekler, yoksa “Eyvah, bizde cihan harbi sonrası Arapları iğfal eden ve örtülü sömürgeye dönüştüren bir büyük planın parçası olacak, zillete düşeceğiz” mi diyecekler?
Bu tercihi yaparken, geçmişte kanton devlet hayali kurarak ait oldukları İslâmî medeniyet kimliğini bastırıp İngiliz vaatleri ile Lawrence’in peşine takılıp Osmanlı’ya sırt çevirenlerin akıbetini hatırlamalıdır. Bu macera Türkiye’yi yorar, Irak merkezî hükûmeti gibi kendi bünyesinde ayrılıkçı yapılanmalara seyirci kalmaz ama bölgenin de felâket dolu günlere gittiğini görmek için "kâhin" olmak gerekmez.
Türkiye üzerindeki oyun önce dışarıdan kuşat, sonra içeriden karıştır ve son olarak da parçala. Ama CIA ajanı Yahudi Michael Scheuer’in ifadesiyle planları; “ABD ordusunun savaşma gücü yok. Şu an en büyük umudumuz Sünni ve Şiileri kanları kuruyuncaya kadar birbiriyle savaştırmak.” Bu planı uygulamak için; “Nil’den Fırat’a Büyük İsrail” projesini gerçekleştirmek yolunda en uygun aktör Yahudi kökenli, Türkiye düşmanı, her zaman Türkiye’yi kullanmak isteyen, Kerkük’te nüfus ve tapu dairelerini bile yok eden, Kürt devleti maskesi altında İsrail’e hizmet eden Barzani’dir.
Bir “heyula” gibi Osmanlı Devletinin yokluğunda, İslam dünyasının üzerine çöken Batı son lokmasını Orta Doğu’da yutmaya çabalarken, çekirdek devlet, merkez devlet, lider devlet yokluğunu çeken İslam Dünyası da Türkiye’yi bu role zorluyor. Sömürgeci Batının duyduğu endişe budur.
Türkiye’nin kanton devlet ilanına engel olma yolunda müdahil olmaması için her yolu deneyecekler. Bundan asla kimsenin şüphesi olmasın. Bu mücadelenin nihai hedefi İslam Dünyasındaki direncin omurgası Türkiye’yi kırmaktır. Bu coğrafyayı emperyalistlere peşkeş çekmekten kurtarmanın yolu herkesin ait olduğu medeniyeti hatırlamasıdır. İslam medeniyetinin parçası olmak yerine Batı’nın parçası olmayı yeğleyenler, bu mücadelede “geride kalanlar” Batının ilk lokması olacaklar!..
.
Dürdane Hanım’ın Çetesi
6 Ekim 2017 02:00
Geçmiş zamanda meclis kürsüsünde konuşan hatibe muhalefet sıralarından sataşmışlar: “Ne anlatıyorsun sen, bahsettiğin teferruat iş zurnanın son deliği, daha önce çözülmesi gereken ne sorunlar var!..”
Hatip cevap vermiş: "Senin teferruat dediğin iş adalet ve hakkaniyetin, sosyal güvenliğin ve toplumsal barışın başladığı yerdir, eğer bundan vazgeçersek bu meclisi feshedelim...”
Dün akşam çoğu kanalda yayınlanan bir haber metnini hatırlayalım, siz yorumunuzu yapın ben de fikrimi söyleyeyim. Haber şöyle:
“Bir hanıma kapkaç yaptıktan sonrasında polisle girdikleri kovalamaca sonucu kaza yapınca yakalanan 4’ü hanım 5 şahıs azılı suçlu çıktı. Şüphelilerin yolda yalnız yürüyen kişilerin çevresini sardığı, biri ayağı burkulmuş numarası yaparken diğerlerinin çıkan karışıklıktan faydalanarak mağdurların cüzdanlarını çaldıkları tespit edildi.
Seyahat Parkı girişinde yabancı uyruklu bir kadının parasının çalınmış olduğu suç duyurusunu alan polis ekipleri, kısa sürede eşkâllerini belirledikleri şüphelilerin içinde bulunan aracı takibe aldı, yaşanan kovalamaca esnasında girdikleri bir sokakta önce araçlara sonra duvara çarpan şüpheliler yakalanarak gözaltına alındı.
Elebaşılığını Dürdane Ç.’nin yapmış olduğu iddia edilen şüphelilerin, hırsızlıklar esnasında izledikleri yöntem ortaya çıkarıldı. 4 kişilik gruplar hâlinde gezdiği tespit edilen şüphelilerin gözlerine kestirdikleri mağdurların etrafını sardıkları, bu sırada içlerinden birinin ayağı burkulmuş şeklinde yaparak mağdurun önünde eğildiği, bu sırada diğerlerinin çıkan karışıklıktan faydalanarak cüzdanları çaldırmış olduğu tespit edildi.
Yankesicilik ve Dolandırıcılık Ofis Amirliği ekipleri tarafınca sorgulanan şüphelilerden Dürdane Ç.'nin (56) daha evvel 27 kez, Tuğba S.'nin (27) 27 kez, Sevgi K.'nın (54) 20 kez Sevilay K.'nın (49) ise 16 kez benzer suçlardan gözaltına alındığı tespit edilmiş. Vakalar esnasında başörtü ve çarşaf taktıkları, aile görüntüsü vererek kurbanlarının şüphelenmemesini sağlayan şüpheliler(!) gönderildikleri Çağlayan Hakkaniyet Sarayında, savcılıktaki ifadelerinin ardından çıkarıldıkları mahkeme tarafınca 'Adli Denetim' şartıyla özgür bırakıldılar.”
Daha önce üst üste konduğunda sekseni geçen bir suçtan dolayı çok da caydırıcı bir ceza almadığı belli olan şahısların bundan sonra da ne ceza alacağı merak konusu değil.
Ama soruyu şöyle soralım: "Eğer benzer bir olayda çalınan para sizin çocuğunuzun okul taksiti, ameliyat masrafı, ev kirası olsaydı olaya nasıl bakacaktık?" O zaman “Kara kaplı kitabı getirin?" mi diyecektik.
Yeni sistemde ceza kanunları ve bütün kanun tekliflerinin hazırlanması işi üst bürokrasiden alınıp meclise verilmesi bir yol açabilir. Umut, vekiller halkın içinde olduğu için kanunların uygulamasında halk nezdindeki, kamu vicdanındaki karşılığına bakarlar, karşılığı yoksa müdahale eder, değiştirirler. Peki, bugüne kadarki kanun teklifi tasarılarını yapanlar hangi dünyada yaşıyorlardı?
Bu tür olayları önemli kılan, alışılmadık türden olmaları değil, insanlara çektirdikleri acıların üstünde, giderek yaygınlaşarak toplumu moral ve insani erozyonla karşı karşıya bırakmasıdır. Ne yani, çözüm bundan böyle yere düşen birini gördüğümüzde umursamazlık içinde doğal görüp “çarpılırım” diye "uzak durmak" mı olacak?
.
Batı’nın başı belada
9 Ekim 2017 02:00
Asker İdlib operasyonu için sınır ötesinde yürürken bir mücadele de içeride sürüp gidiyor. Öteden beri sınır ötesi operasyonlarını hükûmetin maceraperestliği olarak değerlendiren statükocu kesim; Irak ve Suriye’de yaşananları okyanus ötesinden kendisi için tehdit olduğunu söyleyen ABD bölgeye çökerken burnumuzun dibindeki yangını tehlike olarak görmeyip alışılmış teslimiyetçi sünepe dış politikanın devamında ısrar ediyor.
Sömürgeciler bu “yerli memurlar”ı nereden buldu dersiniz?
İngilizlerin Hindistan’ı işgali sonrası Maliye Bakanlığı görevinde bulunan ve asıl adı Evelyn Baring olan Lord Cromer (1841-1917) sömürgeci politikalarını anlattığı “Political and Literary Essays” isimli kitabında diyor ki:
“Büyük Britanya Devleti, yönetimle ilgili bazı prensiplere bağlı kalarak, böylesine geniş bir imparatorluğu nasıl idare edebilir? Tabiatı ile yerli dünyasını çok iyi tanıyan ve aynı zamanda bir Anglosakson gibi hareket edebilen Yerli Memurlara güvenmek zorunda kalacaktır. Bu kişiler Londra’dan emir alacaklardır. Ancak, bu kişilerin ilk amacı yerlilerin çıkarını korumaktır. Daha sonra bu çıkarlar İmparatorluğun çıkarları ile aynı hizada tutulmalıdır. Çünkü bir makinenin çeşitli parçaları arasındaki ahenkli çalışma düzeninden sadece merkez sorumludur.”
Lord Cromer’in, Büyük Britanya tarafından kurulan sömürge sisteminin ilanihaye devam etmesini sağlamak üzere sunduğu “yerli memurların yetiştirilmesi” teklifi uygulandı ve 1800 yılında başlayıp, yaklaşık bir buçuk asır süren sömürgeciliği 1947 yılında sona erdiğinde Hindistan hemen her şeyiyle değişmişti. Maddi zenginliklerinin sömürülmesi ve yağmalanmasının yanı sıra, Hint insanı, düşünce yapısından hayat tarzına kadar bambaşka bir şekle büründü.
İngilizler, Hindistan’da okullarda uyguladıkları eğitim politikalarıyla kısa sürede kendilerine hayranlıkla ve sadakatle bağlı bir nesil yetiştirdiler. Thomas Macaulay’ın ifade ettiği gibi “Hükmettiğimiz yerlerde bizlerle idaremiz altındaki milyonlarca insanla bizim aramızda iletişimi sağlayacak bir insan tipi ve sınıfı oluşturmalıyız. Öyle bir sınıf ki, kanı ve rengiyle Hintli, fakat damak tadıyla, düşüncesiyle, sözleri ve entelektüel birikimiyle İngiliz olan insanlardan oluşsun...”
Bizdeki duruma gelince; Osmanlı İmparatorluğunda başlayan misyoner çalışmaları aynı tohumları atmıştı. 1917 tarihli bir belgede de bu tarihte İstanbul’da Fransızlara ait 72, İngilizlere ait 83 okul ve hastane olduğu ifade edilir. 1904'te Osmanlı topraklarında 465 Amerikan Okulu vardır ve bu okulların büyük bir çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde kurulmuştur. Bir tek Amerikalının yaşamadığı bu topraklarda Amerikalılar bu okulları hayra hizmet olsun diye mi açmıştır?
Bugünkü “Kürt sorunu” diye önümüze sürülen mesele, aslında İngiltere, Amerika, Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerin 1700’lü yıllardan beri uyguladığı bu eğitimdeki haçlı seferinin sonucudur.
Bu eğitimli Batı hizmetkârları bugün de eğer dünya Kürtlerin çeşitli coğrafyalarda özerkleşmesini desteklerse, bizim için ülke bütünlüğünü sağlamakta tek çözümün Kürtlerin dışta bırakılması olduğunu ve bunun sonucunda içeride şiddetin kaçınılmaz olacağını söylüyorlar.
Hevesleri kursaklarında kalacak! Menfaatlerine hizmet ettikleri Batı, kendi işgal politikaları üzerinden yürüttükleri “ülkeleri parçalama” oyunu ile kendilerini vurmaya başladı. Kendi kazdıkları kuyuya düşecek görünüyorlar. Nitekim İspanya’daki ülkenin bölünme kaygısı “Katalan” başkaldırısı ile korkuya dönüşmüş durumda. Katalan başkaldırısının diğer bölgelere göre daha yüksek olan gelirini az olanlarla paylaşmamak olduğu söylüyorlar ama gerçek bu değil ve arkasında örtülü milliyetçilik var.
Yüz yıldır Uzak Doğu, Afrika ve Orta Doğu’da ülkelerdeki milliyetçilik, akımlarını kurdukları misyoner teşkilatları ile güçlendirip harekete geçiren Batı’nın kendisi aynı akıbete düşmüş oluyor. Almanya’daki Bavyera hareketi ve ardından İngiltere de tekrar İskoçya ve İrlanda ile boğuşmak zorunda kalabilir. Hak ve özgürlüklerin paylaşımı adına Kürtlerin çeşitli coğrafyalarda özerkleşmesini destekleyen sömürgeciler bu defa Avrupa'da kendi millîliğinin sınırlarını daraltsınlar bakalım ortaya çıkacak şiddetle nasıl baş edecekler. Başları belada…
.
Medeniyetler çatışması ve kurt kapanı
23 Ekim 2017 02:00
İbn Haldun Üniversitesinde Uluslararası Medeniyet Şûrası’nın açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, İslam medeniyetinin kökünün "sünnet-i seniyye" olduğunu anlatarak “Bugün aziz dinimizi terör örgütleri üzerinden öylesine bir yere konumlandırmaya çalışıyorlar ki böyle olmadığını anlatmaya çalışmaktan çoğu zaman hakikati ifade etmeye fırsat bulamıyoruz. Şu anda birçok insan çıktı, türedi. Bu türedi tipler sünneti ciddi manada tartışır hâle geldiler. Bu tartışmaları açmak, aslında bir neslin ifsadı demektir. Ve bu nesli ifsat etme hakkını da kimse onlara vermemiştir. Kendileri de böyle bir tarzla siyasetin içerisine giremezler, girerlerse bedelini onlar da ağır öderler” sözleriyle ifadeye çalıştığı mücadele 15 Temmuz darbe girişiminin arka planıdır...
İslam dünyasındaki bazı elitler, Osmanlı’nın siyasi, ekonomik ve kültürel olarak çökmesiyle birlikte üzerimize çullanan Batı’nın “Batılılaştırma/modernleştirme" kılıfı altındaki "Müslümanlıktan uzaklaştırma", projelerine karşı durmak yerine onunla iş birliğini ve teslimiyeti seçtiler. Müslümanlığa arkalarını, yüzlerini Batıya çevirdiler.
Müslümanların, Batılıların Rönesans tecrübeleri üzerine inşa ettikleri aydınlanma ve Sanayi Devrimlerine teslim olarak yaşamaktan başka seçenekleri olmadığını söylediler. Sevgili Peygamberimizin sünnetini tartışma konusu yapan “türedi" tipler eliyle “Peygambersiz Din” inşa etme alçaklığı böyle başladı ve Batı tarafından desteklendi...
ABD’nin en etkili düşünce kuruluşu RAND CORPORATION, 26 Mart 2007’de “Modernist Müslüman Ağlarının Tesisi" (Building Moderate Muslim Networks) adlı bir rapor yayınladı. Bu raporu hazırlayan ekibin başında Yahudi asıllı Cheryl Barnard bulunduğu Rand Corporatıon yine 2003’te “Ilımlı İslam” (Civil Democratic Islam) adlı bir rapor yayınlamıştı. Bu raporda; “Kur’ân-ı kerim âyetleri ve hadisler üzerinde şüpheler ve oynamalar meydana getirerek İslâmı yozlaştırmak için yeni yöntemler" tavsiye edilmekteydi. Raporda, ABD yönetimine, İslam ülkelerindeki bazı “Müslüman liderleri” yukarıda bildirilen yöntemlere uygun şekilde kullanması tavsiye edilmekteydi...
Bu maksatla; İslam ülkeleri içinde elde edecekleri, onların içinden çıkmış ama kendilerine hizmet edecek kimseleri bularak yetiştirilecek, bu adamların önünde şan ve şöhret yolları açılacak, onlar kendi milletleri içinde önder, lider gibi unvanlarla tanınacak. Yayın organları, yazarlar, politikacılar vasıtasıyla desteklenecek, sürekli övülerek popülarize edilecekler. Bu modernist yeni Müslüman liderler meşhur edilip geleneksel Müslümanlara karşı kullanılacak.
26 Mart 2007’de yayınlanan yeni raporda ise bir önceki raporda tavsiye edilen fikirler daha detaylı olarak anlatılarak “Geleneksel ve dogmatik İslam anlayışı Müslümanlar arasında olduğu gibi Amerika ve Avrupa’da da hızla yayılmaktadır. İslam ülkelerinin çoğunda ılımlı ve modern İslam anlayışının aksine 'geleneksel İslamcılar'ın etkisi hızla artmaktadır. Bunu önlemek için, Müslüman ülkelerde tatbik sahasına konulacak modernist ve 'ılımlı İslam' düşüncesini savunan İslami grup ve cemaatleri destekleme programını yürürlüğe koymalıdır. ABD hükûmeti bir ‘yol haritası’ hazırlayarak çeşitli Müslüman ülkelerde faaliyet gösteren 'modernist' ve 'ılımlı İslamcılar'ın arasında -bir haberleşme ve dayanışma ağı- kurmalıdır. Bu şekilde geleneksel İslamcılara karşı mücadelede başarılı olunabilir” denmekte ve ABD’nin Türkiye’de desteklemesi gereken kişi ve cemaatlerden sadece Fetullah Gülen olduğu vurgulanmaktaydı. (Rapor-Sayfa; 74)
Türkiye’ye diz çöktürme hamlesi tek cepheli değil. Üzerimizde nasıl oyunlar oynanıyor bilmemiz gerek. Medeniyet konusunda fikri olmayan taklide teslim olmak zorunda kalır!..
.
Kendini ölçüye vurmak yiğitlik ister
27 Ekim 2017 02:00
Eğer çözüm bekleyen, gırtlak sıkan müşterek bir ihtiyaç varsa farklı siyasi eğilimler aynı masa başında toplanır. Akşener’in yaralı bereli kadrolarının profili ülkenin hasıraltı edilmiş dertlerini çözmek için siyaset üretmek yerine FETÖ’nün hasar almış kadrolarına siyaset sığınağı intibaı veriyor.
Yeni bir siyasi oluşumun toplumda taban bulması, yeni parti olması için, toplumda meşruiyetini kaybetmiş, uydurulmuş grup, klik, cemaat mağduriyeti ve sıkışmışlığına değil toplum ekseriyetinin talebine muhtaçtır. Geçmişte Demokrat Parti'den başlayarak Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve AK Parti böyle bir toplumsal ihtiyaçtan kuruldu ve toplumda da karşılık buldu.
Şimdi yeni parti arayışlarına bakalım, Akşener’in ve ekibinin hedefi Büyük Türkiye yürüyüşünün önünü açmak için ellerinde mevcut iktidarın görmediği yeni bir yol haritası mı ortaya koyuyorlar, yoksa 2019 seçimleri için AK Partiyi hırpalamak ve Sayın Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı seçtirmemek gibi bir hayalleri mi var?
Kanaatimce, yeni partinin medya tarafından şişirilmesinin arkasında sadece AK Parti karşısındaki cephenin her meslekten ve meşrepten muhalifle zenginleştirilme ve büyütme çabası var. Farklı çap ve yapıda muhalif sığınıkları inşa ediyorlar. Bu hareketin AK Parti için Belediye başkanları üzerinden yürütülen operasyonları gündemden düşürecek kadar da ağırlığı olmayacak.
Seçilmiş birinin mahkeme kararıyla suçu ispat edilmedikçe görevden el çektirilmesi, AK Parti karşısında dürüst ve yeterli bir muhalefet olmamasının ortaya çıkardığı mecburiyettir. Bugüne kadar anakent şehirlerden ilçe belediyelerine kadar yapılan hizmetlerde yanlış gördüğü için Meclis'teki muhalefet saflarından dikkat çekici bir çıkış gösterene rastlanmadı. Akşener’in partisiyle 85. siyasi partinin kurulduğu ülkemde bütün belediye meclisleri iktidar partisinden mi oluşuyor? Hiç mi bunların söyleyecek sözleri yok ki, iktidar partisi kendini sorguluyor ve değişim ihtiyacı duyuyor?
Siyaset araçları ile görev almış siyasetçi, muhakkak ki seçmen taleplerini arkaya atıp farklı çevreleri mutlu etme derdine düştüğünde temsil ettiği siyasi irade tarafından kenara çekilebilir, çekilmelidir ve bu kimseyi rahatsız etmemeli. Millet tercihi ile gelip mahkeme kararı ile gitmeyi talep etmek siyasetçiyi ait olduğu siyaset anlayışına karşı sorumsuz kılar. Aday olmak için geldiklerinde yere göğe sığdıramadıkları, sığındıkları “dava”ya karşı olan sorumluluğu nereye koyacağız? Başarılı olmuş bir Başkan’ın kötü niyetli kişilerin gammazlaması ile yedirildiğini söyleyenler, ortadan konuşmayıp ortaya örneğini koymalı ve bunların geçmiş süreçte hizmet verdikleri alandaki memnuniyet anketlerine bakmalıdırlar.
Siyasette yaşanan doğumlar, ölümler, değişimler, dönüşümlerin hiçbiri toplumun talebi ve arzusu olmadan olmaz. Bunu fark etmeyen kendini değiştirmeyen partileri toplum zaten sandıkta değiştirdi. Toplumun nabzını ölçmenin en uygun alanı yerel yönetimlerdir. Bunu yapmak için AK Partinin zenginleştirilmiş muhalefete ihtiyacı yok, kendisine bakması yeterlidir. Kendini ölçüye vurmak yiğitlik ister. AK Parti iktidar süresince sadece Meclis içi ve dışı muhalefetle yetinmedi kendi içinde de sorgulama, hesaplaşma ve ihtiyaç durumunda değişim gerçekleştirdi. AK Parti şimdi kendi hayat hikâyesine bakıyor, iyi de yapıyor. Bundan geri dönüş olmaz, geçmişte bunu yapmayanlar kendi hayat hikâyelerini mezar taşlarına yazdılar.
.
Türedi tipler
30 Ekim 2017 02:00
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İbn Haldun Üniversitesi'nde düzenlenen ‘Uluslararası Medeniyet Şûrası'nın açılışında yaptığı konuşmada, Türkiye'de son iki asra damgasını vuran üç tarzda siyasetin, esasen “bir medeniyet yönelimi arayışı”nın adı olduğunu vurgulamış ve “İslam medeniyeti mefhumunu günümüz insanlarının muhayyilelerinde müşahhas hâle getiremediğimiz bir gerçektir" demişti. Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifade ettiği, İslâm Medeniyetinin hak ettiği yeri arama/konumlandırma mücadelesi bugün Asya’da, Uzak Doğuda ve Orta Doğu’da yürütülen mücadelenin esasıdır.
Asırları aşıp bugüne sarkan bu mücadelenin, içinde bulunduğumuz düşük seviyeli siyaset tartışmaları arasında kaybolmasına müsaade edemeyiz.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan "Bugün aziz dinimizi terör örgütleri üzerinden öylesine bir yere konumlandırmaya çalışıyorlar ki böyle olmadığını anlatmaya çalışmaktan çoğu zaman hakikati ifade etmeye fırsat bulamıyoruz. Şu anda birçok insanlar çıktı, türedi. Bu türedi tipler sünneti ciddi manada tartışır hâle geldiler. Bu tartışmaların özellikle ülkemizde yapılması, bizler için ciddi manada bir üzüntü sebebidir. Şunu açık, net söylemek zorundayım, hoca olmak, ahkâm kesmek yetkisini kimseye vermiyor ve dolayısıyla Sevgili Peygamberimizin sünnetini tartışma yetkisini de onlara vermiyor. Bu tartışmaları açmak, aslında bir neslin ifsadı anlamınadır. Ve bu nesli ifsat etme hakkını da kimse onlara vermemiştir. Kendileri de böyle bir tarzla siyasetin içerisine giremezler, girerlerse bedelini onlar da ağır öderler" sözleriyle işaret ettiği tehlikeyi herkes iyi anlamalıdır.
İki asırdır İslâm dünyası, İngilizlerin liderliğinde, Batı uygarlığı tarafından hem dışarıdan hem içeriden kuşatılıyor. Maksat İslam dünyasının sahip olduğu ekonomik kaynakların kontrolü önündeki en büyük engel olan İslâm’ın dize getirilmesidir. Maalesef Batı, iki asırdır bu konuda büyük mesafeler katetti. Bu saldırıların özü “İslâm’ın ana kaynaklarını tartışmaya açmak, 'Peygambersiz İslâm' projesini hızlandırıp, önüne gelenin kafasına göre din uydurmasının” önünü açmaktır.
Rockefeller’in finansman desteği ile İslam ülkelerini gezen Wilfrid C. Smith, uzun seyahatler ve araştırmalar sonucunda “İslâm in Modern History” kitabını yazar. Kitap, sömürgeci devletlerin başarıya ulaşabilmeleri için mutlaka İslam toplumlarının temel karakterlerini çok iyi bilip araştırmaları gerektiğine ait örneklerle doludur. Smith, hedeflerinin; “Bu araştırmanın iki sonucu var. Birincisi mevcut ve gelecekteki Müslümanların Vahiy ile ilişkisini kesmektir. Böylelikle İslam, değişmezlik özelliğini kaybedecek ve çıkarcıların isteklerine boyun eğecektir. Çünkü İslam, Müslümanları belirli nasslar etrafında bir araya getirip toplamış, onları dış güçlere karşı güçlü bir hâle getirmiştir. İslamın bu özelliği sürdüğü sürece Batılıların amaçlarına ulaşmaları imkânsızdır. O hâlde çözüm bu birliği parçalamaktır” olduğunu açıklar; Çünkü korkuları; “Türkiye’nin kültürel ve dinî geleneklerini canlandırmak ve İslâm ve Osmanlı mirasının üzerinde modern bir ekonominin ve demokratik bir siyasetin inşa edilebileceğini göstermenin zamanı geldiğini düşünmesidir.” Batı bu mücadelede en önemli engelin İslam Dünyasının medeniyet ve kültür birliği olduğunu biliyor.
Batı; “Peygambersiz İslâm" projesini topluma yutturmak için inanılmaz yöntemlere başvuruyor, (İslam âlimlerini itibarsızlaştırıp, İslam kitaplarını ve bilgilerini ortadan kaldırıp diğer yandan İslâmiyetin fen bilgilerine mâni olduğunu, ilmi-fenni gelişmeyi engellediğini, kendilerinin bu ilimleri dine sokmaya çalıştıklarını yayıyorlar) bu saldırılara karşı koyan ilim ve fikir adamlarını susturmaya çalışıyor. Batı’nın bu saldırılardaki lejyonerleri İslâm’ın altını oyan bu “türedi tiplerdir”. İslâm’ın ana kaynaklarının tartışılmaya açıldığı, Sünnet-i seniyyenin, hadislerin, mezheplerin ve tasavvufun hedef tahtasına konduğu bu mücadelede, saldırıların engellenip tahribatın açtığı yaraların sarılması için Müslümanların çok dikkatli, duyarlı, basiretli olmaları gerekiyor..
.
Anadolu’dan resepsiyon notları
3 Kasım 2017 02:00
AK Parti, teşkilatlarında "metal yorgunluğu" diye tanımladığı hantallık, soğukluk, heyecanını kaybetmeyi siyasal varlığının devamı için bir risk olarak gördü ve değişim sürecini başlattı. Halka karşı ağırlaşan ve sevimsizleşen parçaları değiştiriyor. Bu hareket doğal olarak yukarıdan aşağı bir uygulama olarak ortaya çıktı. Umulur ki, halka karşı kendini sorumlu hisseden her kamu hizmetçisi de aynaya bakarak kendini sorgular.
Yıllar boyunca bu ülkede her ortamda 'cumhur’la mesafesini koruyan bir siyasi-sosyal-sivil-askerî bürokrasi vardı. Araya giren sadece başörtü değil yoksulluk, köylülük, orta sınıf olmak, yerliyi temsil edenin yüzü soğuktu, pek sevilmezdi. AK Parti’nin derdi; uzun yıllar halkla arasına buzdan duvar ören ceberut ve hantal bürokratik anlayışı aradan çekerek devleti halkla bütünleştirmek çabası oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kamu-Halk ilişkisinin ortaya çıktığı her platformda bu resmî üst seviye cumhuriyet elitlerinin itirazlarına rağmen uyguladı. Daha önceki uygulamalarda olduğu gibi bu yıl da 29 Ekim dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde verdiği resepsiyon bu buluşmanın bir sahnesiydi.
Olup bitenleri merkeze yakın meslektaşlarımızın resepsiyon notlarından öğreniyoruz. Buluşmaya, siyaset, sanat, iş ve spor dünyasından isimler, şehit yakınları, gaziler ve gazi yakınları davet edilirken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, davranışlarıyla tüm Türkiye'nin içini ısıtan isimleri ve başarı hikâyesi yazan vatandaşları da unutmadı...
Resepsiyonun davetlileri arasında Bursa'da hamile eşi için kopardığı erik ve kayısının parasını ağaca asan minibüs şoförü Soner Kaya, anne keçi ve yavrusunu sırtlayan "Rizeli Heidi" Hamdu Sena, Zonguldak'ta bindikleri otobüste "kirlenmesin" diye koltuğa oturmayan madenciler, engelli yeğenine 40 yıldır annelik yapan Pakize Memiş, Malatya’da temizlik işçisi olarak çalıştığı tekstil fabrikasında iplik üretiminden makinelerin bakımına kadar her şeyi öğrenerek, kumaş fabrikası kuran Şehriban Şahin de, Külliye'de ağırlandı...
Şimdi bu resepsiyonların Anadolu’daki küçük modellerine bakalım. Her şehrin resepsiyonuna; davranışlarıyla o şehrin içini ısıtan, başarı hikâyeleri ile örnek olan, çöpü kaldıran, yangına su serpen, kavgalarda araya giren, yoksula yetime kucak açan kaç insan davetliydi?
Cumhurbaşkanlığı külliyesinin yüreğini yakan ateş Anadolu’ya sıçramış mı? Yoksa seçilmişleri berbat eden "metal yorgunluğu" varlığını atanmışlar üzerinden devam mı ettiriyor?
Erken seçim tartışmaları yine resepsiyonlara kadar sıçramış. Seçimlerin erken veya geç olmasının seçim sonuçlarına hangi ölçüde yansıyacağı kulislerde tartışılmış. Merak ettikleri şeye bak! Siz asıl her siyasi hareketin halkla olan ilişkisine bakın. Sandıktan çıkan kendi resminizdir, sonucu bundan çıkar. Merhum Demirel siyasete atıldığında lakabı “Çoban Süleyman’dı”. İşler büyüyüp zaman ilerleyince “Barajlar Kralı” oldu. Finalde “Beyefendi” diye anılmaya başladı...
Şimdi belediyeler üzerindeki operasyonların kendilerine sarkıp sarkmayacağını merak eden başkanlar için çok pratik bir yol var. Güvendikleri üç beş kişiyi şehrin sokaklarına salsınlar, vatandaşın kişiler üzerindeki “etiketlerine” baksınlar. Bu yol, il teşkilatları, milletvekilleri ve belediye başkanlarının performanslarını parti içi takip sistemiyle ölçmekten daha garantili bir yoldur.
Derler ki, yüzünüz eskidiğinde ya yeni bir şey söyleyeceksiniz ya da yeni birisi söyleyecek. Olur ya, merkez yorulmamıştır ama belki şehir o kişiden yorulmuştur...
.
Kovanından çıkmayan arı bal yapamaz
6 Kasım 2017 02:00
Prof. Dr. Çağrı Erhan, “Uluslararası öğrenci hareketliliği” başlıklı dünkü yazısında ABD’de eyalet bütçelerinden aldıkları destekle ayakta durmaya çalışan üniversitelerde, bütçe kesintileri sebebiyle zor günler yaşandığını belirterek devlet bursuyla veya kendi masraflarını karşılayarak ABD’de yükseköğretim yapmaya gelen uluslararası öğrencilerin “kurtarıcı” gibi görüldüğünü vurguluyor.
Prof. Erhan “ABD üniversitelerinde 2017 itibariyle 362.000 Çinli, 206.000 Hintli, 71.000 Güney Koreli ve 55.000 Suudi Arabistanlı olmak üzere 1.200.000 civarında uluslararası öğrenci bulunuyor. Türk üniversitelerinde okuyan yabancı öğrenci sayısı ise 110.000 kadar. Bunlarında çok büyük bir kısmı Türkiye tarafından verilen burslarla gelen Azerbaycan, Türkmenistan, Suriye, İran, Afganistan, Irak, Yunanistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Kosovalı öğrenciler” olduğunu belirterek “Türkiye’nin tüm uluslararası öğrencilerden aldığı %2,2’lik pay nasıl en az üçe katlanır? Türkiye küresel öğrenci hareketliliğinin merkezlerinden biri hâline gelerek ekonomik kazancını nasıl artırabilir? Çinlileri, Hintlileri, Korelileri, Suudileri Türkiye’ye nasıl çekebiliriz?” diye soruyor.
Bu soruların kampüs dışından, bizim durduğumuz yerden farklı cevapları var. Üniversitelerin kendi ülkelerinden veya yabancı ülkelerden öğrenci çekme yeteneği veya kapasitesi mezun öğrencilerin hayata girdiklerinde hem kendi hayatları hem toplum hayatlarına sağladıkları katkı ile orantılıdır. Bilginin yaşadığımız hayatta bir karşılığı olmalıdır. Bu karşılığın önemi, öğrenci için de üniversitenin kurumsal kimliği için de geçerlidir. Toplum içeriden dışarıdan bu kurumları etiketler ve karşılık verir...
Üniversiteler toplum hayatındaki sorunlara çözüm üreten önemli bir paydaştır. Bu yeteneği yurt içinden dışarı taştığı zaman dışarıdan da fark edilir ve basitçesi yabancı öğrenci talepleri ile karşılık bulur.
Örnekleyelim, 13 Mart 1992 Erzincan depreminden sonra deprem dolayısıyla müdahalede geç kalınmış vakalara mahallinde müdahale için Hacettepe Tıp Fakültesi, Gülhane Tıp Fakültesi öğretim üyelerinin de aralarında bulunduğu, Türk Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Derneği “İnterplast” ekibi Erzincan’da iki hafta süreyle görev yapmış, yüzlerce vakaya müdahale etmişti. Keza, ODTÜ’den Prof. Dr. Polat Gülkan ve ekibi, İTÜ’den Prof. Dr. Zekai Celep ve ekibi, deprem sonrası mekânların iyileştirme çalışmaları için deprem bölgesinde uzunca bir süre bulundular. Bu üniversiteler deprem sonrası sorunların çözümünde şehrin ve hayatın içindeydi. Bu çalışmaları ve tecrübeleri daha sonra akademik yayınlar arasında yer aldı ve müteakip depremlerde çözüm için yol haritası olarak faydalanıldı.
Dikkat çekici olan aynı şekilde yurt dışından, Alman, Rus, Japon ve çok sayıda yabancı ülke üniversitelerinden de araştırmacı akademisyen gelerek mahallinde çalışmalarda bulundu ve sonuçları paylaştı. Bu üniversiteler bizim çalışmalarımıza katkı sağlarken kendilerinin de kurumsal olarak fark edilmesini sağlamıştır. Bu çalışmaların yurt dışında yapılması hâlinde sonuçları da aynı olacaktır.
Bir işin iyi yapılması kâfi değildir, bunun muhatapları tarafından da fark edilmesi gerekir. Bizim üniversite dışından gözlemlerimiz şudur ki; Üniversitelerimiz öğrenci üzerinde yoğunlaşıp araştırma çalışmalarını arkaya atıyor. Akademisyenlerin ömrü yüzde seksen amfilerde derste, yüzde yirmi araştırmada geçiyor. "Seksene yirmi" kuralı burada/bizde terse çalışıyor. Üniversitelerin stratejik planlaması “yenilik getir-bunu halka indir” olmalıdır. Araştırma halka indiğinde ticarileşir, ekonomik değer ifade eder. Akademik yetenek kampüs sınırları içine mahkûm ediliyor.
Burada basit ama evrensel bir kural devreye giriyor: “Kovanından çıkmayan arı bal yapamaz...” Bu, her meslek grubu için geçerlidir. Artık “Kovan” dünya küresel bir köy olduktan beri ülke sınırları ile tanımlanmıyor. Ülkelerin gelişmesi ancak üniversitelerin katkısı ile mümkün. Bunun için dış paydaşlarla iş birliği şarttır. "İçerisi bana yeter” diyenlerin battığı bir dünyada yaşıyoruz artık..
.
Celladına rüşvet veren şehirler!..
10 Kasım 2017 02:00
Derler ki, bir zamanlar idam infazlarının kılıçla yapıldığı ülkelerde idam mahkûmu zengin ise kafasını vuracak celladına rüşvet verirmiş. Ensesinde çentik açıp fazla acı çekmesin, işi tek darbede bitirsin diye.
Modern dönemin putu, dünya üzerinde hâkimiyet kurmayı hedefleyen makine, çelik ve beton eline geçirdiği dünyayı öylesine tahrip ediyor ki, insanoğlu bu gücün verdiği şımarıklıkla belki de tarihte ilk defa kendisinin yegâne hâkimi ve efendisi olarak görmeye başladığı şehirleri "kendi celladı" olarak yüksek bedeller ödeyerek besliyor!..
Beton ve çelik patronları kendi dışındaki diğer varlıklarla ve canlılarla şehirleri asla paylaşmıyor. Ölülere bile saygı yok, kabir yeri kadar boş bulduğu toprağa beton ve çelik mabetlerini (gökdelenleri) dikiyor. Adı bile meydan okuyor eskiden 'Gök’e ok atanlar varmış şimdi 'Gök delenler' var. Önceki nesillerin yaşanılmaz bulduğu bölgeler, şu an milyonlarca insanın hayatını sürdürdüğü milyon dolarlık yapılar ölülerin defin öncesi bekletildiği morglardaki beton ve çelik kafeslere döndü. Bunun adına da “metropol” diyorlar.
"Ecdat bir yere yerleşeceği zaman önce mescidini yapar, onun yanına hamamını kondurur, yakınına da mezarlığını seçer. Solmadığı ve yekpare olduğu için tevhidin temsilcisi olarak gördüğü selvilerini diker, sonra bunların etrafına evlerini inşa ederdi ve böylece toprak 'iman'a gelirdi” diyor Yahya Kemal. Merkezleri şehirlerin kalbidir, şimdi bakın şehirlerin merkezinde ne var?
Zenginliğin verdiği şımarıklık şehirlerin merkezine işte böyle saldırdı. Şehirlerin mücadele ettiği uyuşturucu bağımlılığı, şiddet, dolandırıcılık ahlaki ya da ekonomik veya sosyal hangi sıkıntı varsa altını karıştırın adamlığımızdan, insanlığımızdan, topyekûn medeniyetimizden çalan bu beton ve çeliğe teslim olmuş şehir hayatı çıkar.
Doğrudur, sorunların kaynağını doğru tespit etmek çözümün ilk adımıdır.
Önceki gün Beştepe Millet Kültür ve Kongre Merkezinde düzenlenen “Şehircilik Şûrası”nda konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, şehirlerin bu saldırıya teslim olmaması gerektiğini vurgularken “Şehirleri inşa ederken onlara kendi ruhumuzdan da üfleriz. Şehirler bu açıdan kurucularının, sakinlerinin, üzerinde daha önce yaşayanların âdeta aynası gibidir. Hayata nasıl bakıyorsak, dünyayı nasıl idrak ediyorsak, yaşadığımız şehirlere de öyle şekil veririz.
İnsan fıtratı ile mütenasip olmayan her yer zamanla insanın zindanı hâline dönüşüyor. Bu sebeple günümüz şehirleri insana huzur vermiyor. Beton, beton, beton orada ruh ve huzur yok. Bu huzuru yeniden bulmak için biz yöneticiler başta olmak üzere tüm belediyelere ciddi işler düşüyor” demişti.
"Söz ve fikir beton ve çelikle savaşıyor. Sözle yazıyla kazanılmayacak savaş yok. Kalem sahiplerine düşen ilk vazife telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak, insanları, okumaya, düşünmeye sevmeye alıştırmak" diyor Cemil Meriç. Nicelik odaklı değil, nitelik odaklı şehirler inşa etme mücadelesi belki gelecek nesillerde de sürecek ama şehirler, “Bırak, keyfini sürsün/Şehirlerin, köleler/Yeter bizi tuttuğu/Tükensin velveleler/Kalk arkadaş, gidelim..." demeden betona, çeliğe ve güce şehirler teslim olmayacak. Ve aklımız hep mabede, yeşile ortak alanlara huzura teslim olmuş şehirlerde kalacak, şairin dediği gibi;
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede,
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de...
.
Ya tartaklanan Ruhiye Nine olsaydı?
13 Kasım 2017 02:00
Hâletiruhiyemiz duvar saatlerinin rakkasına döndü. Kafamızı iyilikle kötülük, evliyalıkla eşkıyalık arasında duvara vurup duruyoruz.
Tam da ihtiyacımız olduğu bir zamanda Ruhiye Nine imdadımıza yetişti.
Beypazarı’nda ıspanak tarlasında çalışan 64 yaşındaki Ruhiye Nine çamurlu ayakkabılarını çıkararak banka şubesine girdi. O gün tarlada çalıştığını söyleyen Ruhiye Güngör, eşinden kalan maaşını çekmeye geldiğini ayakkabıları çamurlu olduğu için dışarıda çıkarıp bankaya girdiğini söylemiş. Tabii çok duygulanan şube çalışanları kendisine hediye vermek istemişler.
Hemen aynı günlerde, bir grup maganda tarafından gazilerimizin tartaklanması toplumda ciddi tepkilere yol açınca magandaların babaları kötülüğü sıradanlaştıran bir tavır içinde “Gazi olduklarını bilmediklerini yoksa asla böyle bir şey yapmazlardı” demiş. Yani herhâlde demek istiyor ki: “Emekli işçi, sıradan memur, ev kadını zannettiler. Onları tartaklamak suç değil!” Pekiii, ya tartaklanan Ruhiye Nine olsaydı? Bu lafları söyleyen adamları hemen derdest edip doktor muayenesine sokmalı...
İyilik de bulaşıcıdır, kötülük de. On katlı binanın çatısında intihara niyetli önce hayatı sonra gözü kararmış adama aşağıdaki kalabalıkların “atla, atla” diye tempo tuttukları bir dünyada yaşıyoruz. Tempo tutan zavallılar! Bilmiyorlar ki çatıda sıraya geçenlerin içinde bu kafayla yarın da kendi kardeşi, kendi çocuğu olacak. Çatıdaki hastadan, yoldaki magandadan önce aşağıdaki tempocuları tutup hemen derdest edip doktor muayenesine sokmalı.
Bu dünya, geldiğimizde böyle miydi, yoksa onu bu hâle biz mi getirdik?
Suçu böyle sıradanlaştıran suça ve suçluya tempo tutanlardır. İnsanları çatıya çıkaran sonrada "Atla… Atla” diye tempo tutanların ağababası, yabancılaştırıcı, yozlaştırıcı ve sığlaştırıcı sömürge kafalı medyadır. Bir toplumun geleceği hakkında kehanette bulunmaya gerek yok, medyasına bakın yeter.
Batılı biri “Bırakın kanunları onlar yapsın, medyasını biz yönetelim yeter, yuları boyunlarına takarız” diye söylemişti. Adamlar bir toplumu zıvanadan çıkarmanın yolunu biliyor. Algılama biçimlerini değiştirin, zihinleri köleleştirin, 'beyin ölümü' gerçekleşsin, istenilen şekillerde yönlendirilebilecek, istediğin çatıya istediğin köprüye çıkarır hâle gelsinler.
Yusuf Kaplan “İşte Türkiye'de yapılan şey tam da bu. Bu ülkenin medyası yok. Bu ülkenin kültürel değerlerini, anlam haritalarını, medeniyet iddialarını eksene alan, tartışan bir medya rejimi yok bu toplumun” demişti. Pavyon basıp iki kişiyi öldürüp, beş kişiyi yaralayan katili “ünlü kabadayı” cümlesiyle manşete taşıyıp gençliğin önüne 'rol model' olarak süren medya, adına haber alma özgürlüğü dedikleri çukurun içinden sınırsız olarak aileyi ve toplumu ateş altında tutuyorlar. Sonunda öyle bir hâle geliyoruz ki çamurlu ayakkabılarını kapı önünde çıkaran Ruhiye Nine’ye, kirlenmesin diye otobüsün koltuklarına oturmayan maden işçileri bizim hasret kaldığımız kahramanlarımız oldu. Gerçekte budur, övgüyü hak ediyorlar zira bu sıra dışı insanlar bize fabrika ayarlarımızı hatırlatıyor.
Geleceğimizi teminat altına almanın yolu hayat alanımızı çöplük hâline getiren bu çatışmacı, yıkıcı ve yok edici medyaya sırt çevirmek, yerine kendi medya dilimizi kurmaktır. Çatılardan adam kurtarmanın başka yolu yok. Aksi takdirde kendimizi aşağıda “Atla… Atla” diyen tempocuların arasında buluruz
.
Haşhaş tarlaları
17 Kasım 2017 02:00
Afganistan’daki toplam haşhaş üretiminin yarısı, İngiliz ve Amerikan askerinin himayesinde güneydeki Helmand vilayetinde gerçekleşiyormuş. Haşhaş üretip eroin ham maddesi imal ediyorlar. Taliban 2000’de haşhaş üretimini yasaklamıştı, fakat 2001’de ABD işgali ile devrilince Taliban’ın bazı çiftçileri haşhaş ekmeye teşvik ettiği ve korumaları altına aldığı haberleri çıkmıştı. Kısacası ABD dünyayı uyutmanın temel malzemesi "Haşhaş” üretimini koruma altına almıştı. Tabii bütün bunları yapabilmeleri için yerli direnci kıracak kukla hükûmetlere ihtiyacı var.
ABD duruma göre bazen “haşhaş tarlalarını” bazen de “Haşhaşileri” koruma altına alır. Bütün dünyadaki sömürgecilik politikasını temelde “yerli haşhaşiler” üzerinden yürütür. ABD çıkarlarına karşı çıkan hükûmetler ise el altındaki yerli haşhaşiler (terör örgütleri, bazı muhalefet partileri ve medya) tarafından terbiye edilir.
Türkiye’deki alışılmış siyaset geleneği; iktidarların durduğu yere bakılmaksızın tartışmasız olarak muhalefet tarafından tartaklanmasıdır. Dikkatten kaçtığında bu durum, iktidarların yaptığı ne varsa karşısında durmak çoğu zaman muhalefeti besler büyütür zannedildi. Bugün MHP’nin Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlarda iktidar partisinin bazı uygulamalarında mahalle baskısına rağmen yanında durması kendi tabanını değil ama malum medyayı ciddi rahatsız etti. Sureti haktan görünüp, bu açık desteğin kendi tabanını rahatsız ettiği varsayımı ile İYİ Parti'nin ortaya çıktığını iddia ediyorlar.
ABD’nin Menderes döneminden başlayan, muhalefet partileri, asker sivil bürokrasi, sermaye ve medyadaki “bizim çocuklar”ı ile hükûmetleri terbiye etme oyunu bu defa bozulmuşa benziyor. 15 Temmuz darbe girişimi ile içeriden, terör örgütleri ile dışarıdan Türkiye’nin üzerine çullanan ABD ve ortaklarına karşı verilen var olma mücadelesinde iktidar ile birlikte verdiği millî ve yerli mücadele MHP’nin siyaset alanını daraltmaz aksine güçlendirir.
İngiliz yayın kuruluşu BBC; DEAŞ’lı teröristlerin silahları ile birlikte ABD ve PYD korumasında nasıl güven içinde Rakka’dan ayrıldığını gösterdi. Türkiye’nin içeride FETÖ dışarıdan PKK/PYD/DEAŞ üzerinden yürütülen emperyalist kuşatmaya karşı verdiği mücadeledeki haklılığı BBC tarafından da açık edildi.
Şimdi iktidarın kontrolü dışında Türkiye’nin gırtlağını sıkmak isteyen bu saldırılar karşısında bunlarla mücadele yükünün sadece hükûmete yıkılması doğru ve haklı değildir. Her siyasi partinin varlık sebebi sadece içeride iktidarı denetlemek değildir.
MHP lideri Sayın Bahçeli’nin bu saldırılara karşı, AK Parti’yle ‘sonuna kadar ve birlikte’ mücadele edeceklerini ilan ederek verdiği desteği sadece bir partiye verilen politik bir destek olarak sınırlamak; akıllarını Türkiye’yi büyütmek yerine Sayın Erdoğan’ı bertaraf etmekle bozmuş siyasetçilerin anlayabileceği cinsten de değildir. MHP, Türkiye’nin geleceği adına sorumluluğun gereğini yapıyor.
YPG’ye tırlar dolusu silah veren, FETÖ’cülere yataklık eden, DEAŞ melanetini, kuran, kollayan ve himaye eden, kendi ulusal güvenliğini korumak için dünyanın dört bir yanını talan eden, ama Türkiye’nin her güvenlik hamlesine karşı çıkan ABD’nin her türden saldırısı karşısında Türkiye’nin ortaya koyduğu her savunma refleksini sahiplenmek sadece iktidarın sorumluluğu mudur?
İçeriden ve dışarıdan sürdürülen saldırılara karşı verilen mücadele, yerli ve millî olanlarla, Batı ekseninde saf tutanlar arasında yaşanmaktadır. Kendilerini bu ülkenin her nimetine ortak; ama külfetinden azade kılmak ve ilan etmek, müzmin muhalefet geleneğidir. Kendi kirli ittifakları ve “kaçak güreş” politikalarına, ülkenin geleceği adına endişe duyan diğer siyasi partileri de ortak etme gayreti ancak kendilerini küçültür..
.
Sıkıntıya takılıp kalanlar…
20 Kasım 2017 02:00
Sadece haklı olmak ve karşı tarafın haksızlığını ilan etmek sonuçları lehimize çevirmek için yetmez. Dik durmak, direnmek ve haklı bir davayı savunmak ne demek? Risk alma ve ter dökme yükünü taşımayan insanlar da, ülkeler de, davalar da mağduriyet ve yenilgilerin yükünü taşır.
Bir toplumu yarınki refah için bugünkü sıkıntıyı sırtlamaya ikna etmek ve bunu hayatın pratiğine yansıtmak kolay değildir. Bugünkü sıkıntılar dünkü ihmallerin faturasıdır. Son yıllarda yaşadıklarımız ve dışarıdan üzerimize gelen çullanmalar hayatımızı her pencereden sorgulamaya bizi mecbur kılıyor.
Her köşebaşı yazarı söz birliği etmiş gibi Rıza Zarrab dosyasına kitlenmiş görünüyor. Ama "dışarıdaki sorunları çözüm yeteneğimiz içerideki gücümüze bağlı" ilkesi her zaman kendini bize hatırlatıyor.
Bugünkü Japonya, geçmişinde Pasifik Savaşı, Hiroşima ve Nagazaki felaketleri ve sonra işgal travmaları yaşamasına rağmen İkinci Dünya Harbine bulaşmayan bizim yaşadığımız sıkıntıları yaşamıyor. Bize gelince içeride ve dışarıda bitmeyen bu asırlık savaşın temelinde ne var? Bu sorunun çok farklı cevapları olabilir ama ben cevaba “insan” seviyesinden bakmayı tercih ederim. Aşağıdaki hikâye “sıkıntıya takılıp kalanlar"ın ve hep kurtarıcı bekleyenlerin yüzlerini geleceğe çevirmeleri için:
“Hiç param yoktu. Hanlarda, otellerde kalamıyordum. Kışın veya yağmurlu günlerde tren istasyonlarındaki kanepelerde, yazın ise parklarda uyuyordum. Dışarıda uyuyunca sivrisinekler sıkıntı veriyordu ama ellerime eldiven geçirerek başıma elbisemi çekerek uyumayı öğrenmiştim. Nefes alamıyordum ama yorgun olduğumdan hiç değilse üç dört saat uyuyabiliyordum.
Gece trenlerine biniyordum. Bu trenler daima tıka basa doluydu. İnsanlar trene binmek için pencereden tırmanmak zorundaydı ve bütün gece ayakta dikilmek zorundaydım.
Gittiğim ilk toptancı genç bir tezgâhtar, dükkânın önünde paketleme yapıyor.
-Yardım edebilir miyim bir şey mi arıyorsunuz?
-Evet, lütfen. Size basketbol ayakkabılarımı göstermek istiyorum.
-Siz kimsiniz?
-Adım, Onitsuka,
-Onitsuka, ne korkunç bir isim, böyle bir ismi daha önce hiç duymadım. Kobe’den belki, gerçekten Japon musunuz?
-Lütfen sadece getirdiğim şeye bakabilir misiniz bir dakika bile sürmez?
-Özür dilerim fazla meşgulüz, başka bir zaman tekrar geliniz, lütfen bir dakika bile sürmez.
-Meşgul olduğumu söyledim, izin verin de işimize bakalım...
Çok öfkelendim. Ne terbiyesiz bir çocuk, ne cesaretle bana böyle davranır, vaktiyle 3000 kişinin öğretmeniydim, diye düşündüm. Daha sonra bu gururumla ne kadar gülünç olduğumu fark ettim. Böyle şeyler hiçbir zaman bir mana ifade etmez...”
Genç tezgâhtarın reddettiği, satıcının evinin bir köşesinde harp sonrası hayatta kalmak için spor ayakkabıları imal eden Onitsuka; o ayakkabı da 1976 Montreal Olimpiyatlarında altın madalya kazanan atlet Lasse Viren’in bitiş çizgisinde ayaklarından çıkararak ipi göğüslerken ellerinde tuttuğu TİGER spor ayakkabısıdır.
Zayıflık, sorunlu ülke olmak düşmanların iştahını kabartır, onlara cesaret verir. Her köşebaşı yazıları, tartışma ve konuşmalar çemberin dışını ıslah yerine içerideki; eğitim, sağlık, trafik, şehirleşme, şiddetin yaygınlaşması, uyuşturucu ile mücadele, fitnelerin bastırılması gibi bildik alanlarda yaşadığımız yetersizliklere bıraktığında ve bunları hallettiğimizde dışarıdaki düşmanca tavırların da düzeleceğinden sorunların çözüleceğinden şüphe etmemeli...
.
Yeni nesil terör örgütü…
27 Kasım 2017 02:00
ABD bunu hep yapıyor, tuzağa çekmek istediklerini “sahte kabadayılık hissi” vererek önce yemleyip sahaya sürüyor sonra bu saldırganı terbiye etmek için tepesine biniyor. Irak’ı, Saddam’ı kullanıp, Kuveyt’i işgale teşvik ederek tuzağına böyle düşürmüştü. Tabii sonra da Kuveyt’i Saddam’dan kurtarmak için Orta Doğu’ya girdiler, ama önce Saddam’ı astılar.
Bu “kaçan İngiliz-kovalayan İngiliz” oyununun aktörleri, sahte kabadayılar/sahte kurtarıcılar, hep siyasi figür olmaz bazen de FETÖ gibi dinî sahada rol alabilir, sahneye sürülür. Ve şu anda yaşanan savaş, siyasi ve ekonomik ama “din” bu savaşta kullanılıyor. İdeolojiler üzerinden savaş bitince yerini din aldı. FETÖ’nün de dünyayı kurtarmaya soyunması için “kurtarıcı” rolünü kabul etmesi zor olmadı. Kendisi istekliydi tezgâhı kuranlar da ona öyle davrandılar. Kendisini uzun süre “kurtarıcı” muamelesi ile terbiye edenlerin gayretini boşa çıkarmadı ve iş 15 Temmuz’a kadar geldi.
FETÖ’nün, kendisini ne sandığı değil; efsunladığı insanların onu ne sandığı önemli.
Polis Akademisi’ne bağlı Uluslararası Terörizm ve Güvenlik Araştırmaları Merkezi’nin hafta sonu Antalya’da düzenlediği Uluslararası Güvenlik Sempozyumda, FETÖ’nün Kafkasya, Rusya, Balkanlar, Asya, Orta Doğu, Avrupa ve ABD’deki mevcut durumu ve “Türkiye’ye yönelik tehdit kapasitesi" tartışıldı. Bence en önemli tartışma konusu FETÖ’nün güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere devletin farklı organlarındaki yapılanmasında “dinin, psikolojik bir kontrol mekanizması” olarak örgüt tarafından nasıl kullanıldığıydı. Çünkü bazı sanık savunmalarında örgütün 17-25 Aralık olaylarına kadar olan dönemi için “cemaat kimliği” kullanılmakta ve bu kuluçka dönemi için ceza kanunlarında karşılık bulunmadığını ifade ile masumiyet yüklenmektedir. Hatta daha ileri giderek 15 Temmuz darbe girişiminin Pensilvanya’nın iradesi dışında uygulanabileceğini söyleyenler de var. Oysa FETÖ’nün toplumu maniple ederek arkasına takabilmesi için yapılan bütün yatırımlar bu cemaat dönemi için de yapıldı. İşte, FETÖ’nün Türkiye’yi aşan uluslararası tehdit boyutu içinde en az fark edilen ama tehdit kapasitesi en yüksek alan bu “dinî” boyuttur.
“Özellikle üniversitelerin; panel, konferanslar, açık oturum ve çeşitli çalışmalarla bu konu üzerinde odaklanması gerekiyor” diyen Nebi Miş önceki günkü yazısında “Şimdiye kadar, SETA ve başka birkaç kurum dışında bu konularla çalışma yapan yok denecek kadar az. Yani bu alanda çok büyük eksiklik var” derken mücadelede en önemli ama en zayıf halkaya işaret etmişti.
Önceki günkü bir haber; “Aksaray Cumhuriyet Başsavcılığı, FETÖ davalarında adli kontrolle denetimli serbestlikten yararlanarak serbest kalan şüphelilerin, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından hazırlanan "Örgütlenmiş Din İstismarının Tahlili" ile Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından çıkarılan "Kendi Dilinden FETÖ" ve "Örgütlü Bir Din İstismarı" kitaplarının da okunmasını isteyecek” şeklindeydi.
Bu mahallî uygulama hakkında Aksaray Cumhuriyet Başsavcısı Ramazan Akın, yaptığı yazılı açıklamada, FETÖ ile mücadelede birçok etmenden faydalandıklarını aktararak, "Biz bu örgütle adli mücadelenin yanında fikir bazlı da mücadele etmek gerektiğini düşünüyoruz. Bu örgütün elebaşı, bizim öz değerlerimiz olan dinî ve millî değerlerimizi yayıyormuş gibi bir fikir ve ideal oluşturmuştur. İnsanlarımızı da bu fikir ve ideal etrafında toplayıp bir taraftan kurnazlık ve hile ile kendi sapkın fikirlerini empoze ederek, bu kitleyi yabancı ülkelerden aldığı talimat üzere belirlediği amaçlarına yönlendirmiştir. Fikir ve düşünce ile insanları sapkınlığa ve hainliğe sevk eden bu yapıya inanan insanlar bir taraftan da örgüt tarafından istismar edilmişlerdir. Ne yazık ki çoğu kişi hâlâ bunun farkında değildir" demişti.
Bu çok doğru bir tespit ve bunca hasardan sonra hukuk alanı dışındaki kurumlar FETÖ ile mücadelede “mahcubiyet” duymaktan çok daha fazlasını ortaya koymalılar. Bu mücadelenin sadece güvenlik politikaları ve adli süreçlerle sınırlı kalması yetersiz kalır. Bu fikirlerinin sahte, yalan ve sapkın olduğunu topluma ve en başta da bu örgüte hâlâ inanan insanlara anlatmamız gerekir. Dünyayı batıran sahte kurtarıcılar hep kafaların böylesine karışık olduğu toplumlarda kendilerine alan bulur...
.
FETÖ’nün derin bataklığı
1 Aralık 2017 02:00
Polis Akademisi Başkanlığınca hazırlanan ve alanında uzmanlaşmış birçok kişinin katkıda bulunduğu FETÖ'nün sosyo-psikolojik, din, güvenlik, eğitim ve ekonomi alanlarında nasıl yapılandığı ile örgüte karşı yürütülen hukuki, siyasi ve idari mücadelenin anlatıldığı "Yeni Nesil Terör: FETÖ'nün Analizi" raporunda ciddi tespitler var. Raporun tamamının bir an önce paylaşılmasını bekliyoruz.
FETÖ, dinî bir cemaat liderinden ziyade, kendisine şartsız itaat edilen ezoterik bir modern “kült” seklinde hareket ettiği ve her bir üyenin cemaate tam bir teslimiyetle bağlanmış oldukları bilgisine yer verilen raporda; “FETO ile mücadelenin dinsel değil, siyasi bir mücadele olduğu, FETÖ gibi terör örgütlerinin siyasi alanda yayıldıkları hususu vurgulanarak, kamuoyu aydınlatılmalıdır” deniyor. Raporda ayrıca “Diyanet İşleri Başkanlığının yapacağı çalışmalarla FETÖ ve DEAŞ gibi yapıların, dinî sahaya nüfuz etmelerinin, dinî kural ve değerleri çarpıtmalarının ve dini araçsallaştırmalarının engellenmesi konusundaki rolünün önemli olduğu” denilmekte.
17/25’ten sonra başlayan ve 15 Temmuz darbe girişimi ile tutuşan yangının başladığı yer FETÖ’nün insanları İslam dairesinin dışına iten itikadî sapıklık ve din istismarlarının başladığı yerdir. Dünkü yazısında Nuh Albayrak “FETÖ ile mücadele, sadece suç işleyen mensuplar üzerinden yürüyen kriminal mücadele, sulanmadan bitse bile, sadece 'derin' FETÖ bataklığındaki birkaç sivrisineği bitirir” derken tehlikenin açık ve elle tutulabilir kriminal alanından önce yeraltında ne zaman köpüreceği belli olmayan merkezine dikkat çekiyor.
Gerçekten de raporda belirtildiği gibi Diyanet İşleri Başkanlığının “din”i siyasi operasyonları için kullanan yapıları, dinî kural ve değerleri çarpıtmalarının engellenmesi konusundaki rolü çok önemli. Diyanet’ten gecikmeli olarak bir yıl sonra yayınlanmış olsa da “Kendi Dilinden FETÖ” kitapçığının ve benzer çalışmaları artırması, sahaya indirmesi ve sadece internette PDF dosyası olarak bırakmayıp kitap hâline dönüştürmesi gerekir.
Bu konuda diğer aktörler kesinlikle İlahiyat Fakülteleri olmalıdır. Kendisini İslam Âlimleri yerine koyarak rol çalan FETÖ’nün değirmenine su taşıyan “Tarihsellik-Çoğulculuk-Bütünsellik” başlığı altında “Dinler Arası Diyalog"u meşrulaştıranlar acaba ne düşünüyor. Geriye doğru düzenledikleri panel, sempozyum ve konferanslardaki beyanlarının metinleri ortaya dökülse bu benzerliği nasıl izah ederler.
Bazı sanıklar savunmalarında, ilişkilerini cemaat dönemiyle sınırlayarak, FETÖ’nün 17/25 önceki dönemini meşrulaştırmak adına; “Dünya barışı için dinler arası diyaloğa önem veren, herkesi kendi konumunda (Hristiyan, Yahudi, Mecusi, vs.) kabul eden, barış içinde bir araya yaşamaya çağıran bir hareket bir anda kibir ve güç zehirlenmesine uğrayınca devleti şekillendirmeye ve sonunda zorbalıkla ele geçirmeye koyuldu” benzeri tanımlama yapıyor. Hangi araç kullanılırsa kullanılsın “devleti şekillendirmeye ve sonunda zorbalıkla ele geçirmeye kalkmanın” TCK’da karşılığı var, hem de çok ağırdır. Peki; “dinî kural ve değerleri çarpıtmanın” bir karşılığı yok mu?
Cevap, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Kendi Dilinden FETÖ” kitabının önsözünde; “FETÖ/PDY ve benzeri zihniyete sahip olan yapıların inancımızı ve insanımızı sömürmesine engel olmak için Diyanet İşleri Başkanlığının yanı sıra İlahiyat Fakülteleri’nin de bu sorumluluğun bilinciyle hareket etmeleri, ürettikleri sağlıklı dinî bilgiyle insanlarımızın dinî güvenliğine katkıda bulunmaları gerekmektedir” sözünde..
.
ABD-FETÖ ilişkisi, kılavuz ve karga
4 Aralık 2017 02:00
ZARRAB davası, Kafka’nın meşhur “DAVA” romanına döndü. Davayı takip edenler, bol figüranlı duruşma salonu tam da Orson Welles’in filmindeki duruşma salonuna benzetilen gar binası gibi diyorlar. Bu dava emin olun Türkiye’nin millet-devlet olma iradesine üçüncü bir zorba tarafından el konulma hayalidir ve ilerisi olamaz.
Bu dava, topluma rağmen bu toplumu idareden nemalanmış ve buna alışmış sömürgecilerin ve Türkiye’deki elitlerin kaybettikleri pozisyonu tekrar kazanma savaşının yeni bir cephesidir. Türkiye toplumunun temsil kabiliyetlerini tekrar gasbetme sevdasındaki güç ve çıkar odaklarının yeniden iktidar olmak için iktidarı itibarsızlaştırma savaşıdır. Maksat, 2019’da Başkanlık Sistemine geçişin önünü kesmek. Bu saldırılar, Türkiye dışındaki önderleri ve dinî ve siyasi kimlikli yerli işbirlikçileri yok oluncaya kadar devam edecektir bundan asla şüphe edilmemeli.
Tekrar ve ısrarla vurgulamalı ki, bu uyduruk davanın, FETÖ’nün Türkiye ve Türk dünyasında “Vay Be..” dedirtmekten ve gölgesini büyütmekten, yandaşlarının heyecanını diri tutmaktan başka bir hedefi yok. FETÖ, sosyolojik perspektiften kitle iletişimin semiyotik gerilla iletişim taktiklerini kullanarak, içeriyi ısıtmaya, gürültüde sesini duyurmaya uğraşıyor. Bu yollara daha çok başvuracak görünüyor.
Türkiye, artık kendisine ait hiçbir iddiası, sözü, imkânı, olmayan, başkalarının geliştirdiği planların parçası olan ve verilen rolü oynamaktan başka elinden bir şey gelmeyen beceriksiz, aceze ve engelli bir ülke olmadığını ortaya koymaktadır.
Türkiye, kendi coğrafyasını yönetmek için dizginlerini eline aldığı kendi fiziki ve beşeri kaynaklarını yönetecek iradesini terk etmeye zorlanıyor. ABD kendi çıkarlarına paralel hareket etmeyen hükûmete karşı, 17/25 Aralık’tan beri içeride darbe için malzeme yaptığı FETÖ’yü bu defa okyanus ötesindeki davalara taraf yaparak içeride bir muhalif harekete yol açmak istiyor. Türkiye’yi içinden çıkamayacağı yepyeni toplumsal, siyasi ve ahlaki bir kargaşanın içine sürüklemek hayalindeler.
Trump, ABD’nin dış borçlarını müstemleke muamelesi yaptığı müttefiklerinin ülke içindeki banka hesaplarına ve mal varlıklarına el koyarak kapatma politikasını açıkça ilan etmişti. ZARRAB duruşması da, zorbalıklarına kılıf ayarlamak, meşrulaştırmak için, ayak oyunlarından ibaret.
İstedikleri kadar ısıtsınlar, bu davanın sonuçlarına bakarak Türkiye, iç ve dış politikada makas değiştirmez. ABD önce YPG üzerinden PKK’ya hibe ettiği binlerce tır dolusu silahın hesabını vermelidir. Bizi asıl ilgilendiren FETÖ ile mücadele devam ederken ZARRAB davasının içeride siyasete ilaveten bazı yandaşlar tarafından da mal bulmuş mağribi hevesi ile malzeme yapılmasıdır.
Zarrab davası hukuki değil siyasidir, Sayın Erdoğan ara hedef, asıl hedef ise Türkiye’yi yıkmaktır. Türkiye kendi rezervlerini, kaynaklarını, zenginliklerini, gençliğini, geleceğini rehin veremez, vermemelidir. Bir asırdır verilen Türkiye’nin belini doğrultabilmesi ve vesayetinden kurtulabilmesi mücadelesi hiç de kolay olmayacaktır.
.
Şiddet neden kar topu gibi büyüyor?
8 Aralık 2017 02:00
Erzincan'da askerî lojman nizamiyesinde bir yavru kediye yapılan işkence görüntülerinin sosyal medyada paylaşımı tartışmaktan kaçtığımız ciddi bir sorunu yeniden köpürttü. Olay Erzincan kent merkezindeki Subay Orduevi'nde sivil giyimli bir kişinin, yakaladığı yavru kediye yumruk ve tekme atarak işkence yaptığını görenlerin durumu adli makamlara bildirmesi ile başlamış, ihbarın değerlendirilmesiyle hakkında soruşturma açılan 'er’in "uyuşturucu kullanmak”tan çok sayıda kaydının bulunduğu belirtilmişti.
Bütün haber kanallarında fotokopi yapılan olayın verilişinde sadece bir bayan spiker olay sırasında nizamiyede görevli üç kişinin olaya müdahil olmadan seyirci kalmasının şiddeti uygulayan kişinin eylemi kadar ahlaksızca olduğunu ve sorumluluk taşıdığını vurguladı.
Spikerin yorumu tam yerindedir ve çok rahat olaya müdahil olması gereken üç kişinin sessizliği bu alçaklığı meşrulaştırmaktadır. Aynı gün bir başka haberde bir servis minibüsünde bir genç kızın gün ortası şiddet kullanılarak kaçırılmasına seyirci kalan araç sürücüsü ve yolcuların sessizliği de olayı sıradanlaştırmaktadır.
Psikolog Philip Zimbardo’ya göre şiddetin kaynağı, onu besleyip büyüten, kişinin içinde yaşadığı çevrenin desteğidir. Destek illaki alkışlamak değildir, sükût, korkaklıktan kaynaklansa da ikrar (kabul) manasına gelir. Sonuçta, “Kötülük de bulaşır, iyilik de”... Mayası bozuk insanlar ellerine verilen güce kendilerini kaptırdıklarında kötücülleşmeye başlarlar. Ezilenlerse zaman içinde içlerine kapanıyor ve iyice edilgen hâle geliyor. İşin berbat yanı, bir kişinin bozulması ve eylemleri haber nitelikli yayınlarla servis edildiğinde tüm müsait karakterlerin aynı biçimde eylemini tetikliyor.
İnsanların yaptıklarının yüzde 85’i gördükleridir. Eğer sosyal medya tepkilerini aşan ölçüde ahlak dışı olaylar toplumda tepki görmezse, böyle reyting uğruna TV’lerde sınırsız ve sorumsuz yayıncılık devam ederse “Eyvah, bunu da mı görecektik!..” dediğimiz meşrulaşmayacak alçaklık yoktur ve sınırı olmaz. “Şiddet neden sınır tanımadan kar topu gibi büyüyor?” Hayatımız, neden sonuçları telafi edilemeyecek bir yere doğru sürükleniyor? Geçmişte “Ayıplanma korkusu” suç ile insan arasındaki en büyük perde idi. Şimdi “ar damarları çatladı!..”
Eskilerde iş yerinde, sokakta yorgun düşen insanlar evlerinde huzur bulur, dinlenirdi. Şimdi durum tersine, insanlar evlerinde zıvanadan çıkıp barut fıçısına dönüyor. Uyuşturucu yaşı ilkokul seviyesine, evlenme çağı sapıklık derecesine, zulüm yavru kedilere kadar inmiş…
Bunların hepsi algı operasyonları ile bilinçli yapılıyor. Habercilik yapıyoruz diye dakikalarca tekrarlanarak izlettirilen “üç dakikada soygun nasıl yapılır, kedi nasıl öldürülür, canlı yayında kız kaçırma teknikleri” ile ahlak temelinden yıkılıyor.
Başbakan Binali Yıldırım, geçen hafta Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) başkan ve üyelerini ağırladı. Televizyonların ana haber bültenlerinin gündeme geldiği görüşmede, Başbakan Yıldırım, yerinde bir tespitle vatandaşların büyük çoğunluğunun akşam saatlerinde yayınlanan ana haber bültenlerini izlediğini ve bu bültenlerde reyting kaygısıyla katliam, kaza, cinayet gibi adli olayların uzun uzun verildiğini belirtti.
Reyting ölçümlerinden ana haber bültenlerinin çıkarılması hâlinde televizyon kanalları arasında bu yöndeki rekabetin kalkacağına işaret etti.
Başbakan Yıldırım’ın işaret ettiği üzere, kanalların reyting kaygısından kurtulmaları durumunda daha doğru bir içerikle haber yayını yapabileceği kesindir. Bu, toplumun ruh sağlığı bakımından hepimizin hayrına olacaktır. Devamı durumunda ise elbette ki “Yeter artık bu tahribat…” denecektir, ama umarız ki; “Döner merâm üzre felek ammâ neden sonra…” olmasın
.
Kudüs nasıl kurtulur?
11 Aralık 2017 02:00
ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak ilanının ardından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi düzenlediği acil konsey toplantısında, Trump'ın bu kararı reddedildi. Buna karşılık ABD’nin BM Daimî Temsilcisi Nikki Haley, kararı tanıdıklarını tekrarlayarak "İsrail asla BM veya İsrail’in güvenliğini dikkate almayan herhangi bir ülkeler topluluğu tarafından bir anlaşmaya zorlanamaz, zorlanmamalıdır” diye açık tehditte bulundu.
İsrail ve güdümündeki ABD ne yapmak istiyor? Bu tehditlerin arkasındaki gücü anlamak için 1869 yılında, Çekoslovakya’nın başşehri Prag’da, Reichhorn isimli hahambaşının, yıllarca evvel ölmüş başhaham Simeon bin Yuda’nın kabri başındaki ibretlik konuşması yeter.
Hahambaşı Reichhorn (özetle) diyor ki:
“Bizler, Allah’ın bize vadettiği dünyâ hâkimiyetine doğru kaydettiğimiz ilerlemeyi ve Yahudi olmayanlara karşı kazandığımız zaferleri gözden geçirmek üzere, her yüz senede bir, bir araya gelmeyi âdet edinmişizdir. Bu sene, muhterem Simeon bin Yuda’nın kabri başında toplanmış bulunan bizler, geçen asrın bizi gayemize ne derece yaklaştırdığını ve ona kavuşmamızın pek yakın olduğunu görerek iftihar etmekteyiz.
Altın, her zaman için mukavemet olunmaz bir kuvvettir. Hep de öyle kalacak, ona sâhip olanlar için en faydalı bir silâh olacak ve ondan mahrum olanları imrendirecektir. Altınla en müstakil ve en hür vicdanlar satın alınır. (Bizden) alacakları borç paralar sâyesinde, borçlu devletlere hükmedilir. Başlıca bankalar, bütün dünyâ borsaları ve bütün hükûmetlerin kredileri bugün itibariyle elimizde bulunuyor.
Büyük kuvvetlerden biri de, matbuattır, medyadır. Matbuat vâsıtasıyla, arzu edilen her hangi bir fikir, tekrar edile edile, nihâyet (güya) doğru imiş gibi kabul ettirilir. Tiyatrolar da buna benzer birtakım hizmetler ifa eder. Her tarafta medya kuruluşları (sinemalar, tiyatrolar) bizim talimatlarımıza göre hareket ederler.
Durmaksızın övmek suretiyle, gayr-ı Yahudileri siyâsi partilere ayıracak, millî birliklerini yok edecek, aralarına nifak sokacak, gammazlıkla aralarını açacağız. Onlar, nihâyet acz içerisinde kalacak ve her daim bir arada hareket eden ve davamıza sâdık bulunan bankalarımızın kanunlarına boyun eğeceklerdir.
Toprağa sahip olmak ise, daima kuvvet ve nüfuz (otorite) doğurmuştur. İçtimai adâlet ve eşitlik adı altından büyük arazileri ve çiftlikleri/köyleri parçalayacağız. Bu parçaladığımız toprakları cânugönülden isteyecek olan köylüler, az sonra 'küçük işletme' hesabına borçlanmak suretiyle sermayemizin esiri olacaklar. Büyük malikâne, köşk ve arazilere malik olmak sırası bize gelecek ve toprak iktidarı, bize gerçek iktidarı mevkiini temin edecektir.
Sermaye piyasalarında, altın-para yerine, kâğıt-banknotları geçirmeye gayret edelim. Altını, bir kere kasalarımıza çektikten sonra, kâğıda kıymet biçecek de biz olduğumuza göre, bütün dünyaya hâkim olacağız demektir. İçimizde, kendini saf ve samimi göstererek halkı inandırmaya muktedir kimseler vardır. Bunları, insanoğlunun saadetini tahakkuk ettirecek değişiklikleri anlatmak vazifesiyle milletlerin arasına sokacağız. Altınlar, er-geç Yahudi olmayan sermayedarları yıkacak ve işçi sınıfını, BİZ kazanacağız. Onlara, rüyalarında bile görmedikleri yevmiyeler vadedeceğiz; fakat öte taraftan da eşyanın fiyatlarını yükseltmek suretiyle, verdiğimiz paraları fazlasıyla geri alacağız.
İstihza ve alay ederek, dîn adamlarını ve dindarları gülünç ve iğrenç bir hâle getireceğiz. Dinlerini de uyduruk bir hâle sokacağız. Bizlerin, dinimize ve ibadetimize olan sıkı bağlılığımız, onlara karşı üstünlüğümüzü isbât ettirecektir. Şayet bizimkilerden herhangi biri, adâletin pençesine yakalanmak talihsizliğine uğrarsa, onun yardımına koşalım ve (bankerler, rektörler, gazeteciler, siyasiler, patronlar vs.den) onu kurtaracak kadar şâhit bulalım...”
Hahambaşı Reichhorn nutkunu şöyle tamamlamış:
"İsraîloğulları, asırlardan beri iktidara doğru yol almaya çalıştılar, artık hedefe varmak üzeredirler. Şimdi, Yahudi olmayan melunların hayatlarını hükümleri altına almış ve millî siyasetleri üzerinde büyük tesirler göstertecek bir hâle gelmişlerdir. Muayyen bir ânda, gayr-ı Yahudilerin hepsini kendimize esir edecek ihtilâlleri ve inkılapları kopartacağız!"
BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley de aynı şeyleri söylüyor. Bunların hepsi birbirine benziyor, sonları da aynı olacak. Türkleri Anadolu'dan atmak için Papa'dan yardım alıp parayla asker toplayıp, üç yüz bin kişiyi aşkın ordusuyla yürüdüğü Malazgirt Ovası'nda yok olan Bizans İmparatoru Diyojen de benzer şeyler; “Alpaslan'ı atımın kuyruğuna bağlayıp sürükleyeceğim” demişti.
Ellerindeki şarap kadehlerinin dilenci çanağına döneceği günler yakındı
.
İşgalciler ve İş birlikçiler
15 Aralık 2017 02:00
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı zirvesine bazı İslam ülkelerinin düşük seviyede katılımı İslam dünyasının maruz kaldığı saldırıların altında saldırganların gücü değil saldırıya maruz kalanların İslam’ı temsil yeteneğini ve acziyetini de tartışmaya açtı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “İslam dünyasının bazı ülkeleri korku içinde, kimden korkuyorsunuz? Bugün Kudüs’ü savunmayacağız da ne zaman savunacağız? Öyle görünüyor ki, bazı İslam ülkeleri bu kararı alan ABD’den fazla çekiniyor.” diyerek bu uzak duruşu korkaklıkla izah etti.
Filistin meselesi ile aynı yaştaki bu teşkilatın İslam dünyasında arkada kalan süreçteki kıyım ve katliamlar karşısındaki acziyeti de göz önüne alındığında, “Bir İslam âlemi var mı?” sorusunu şöyle sormalı: “İslam ülkeleri denildiğinde neden akla, iç savaş, mezhep çatışmaları, Müslümanların birbirini boğazlamaları, terör, hukuksuzluk, adaletsizlik, eğitimsizlik, yoksulluk geliyor?” Bu tablo, kendi derdine düşmüş, kendini terbiye etmeyi bırakıp “reform hareketleri” ile İslam’ı terbiye etmeye kalkan bir İslam dünyası, değerleri hakkında şüpheye düşmüş, referansını kaybetmiş, sayısal çoğunluğu ile sorunlarını çözmeye kalkan kitlelere dönüşmenin sonucudur.
Eğer, İslam dünyasının birlikte hareket kabiliyetini oluşturan “ortak değerlere” Kur’an ve Sünnete sadakati olsaydı bu bölünme, parçalanma, ihanetler ortaya çıkar mıydı? Yıllar önce gazetecilerin, İsrail devletinin o günkü Başbakanı Şimon Perez'e “Kur'ân-ı Kerim, sizin devletinizin yıkılacağından haber veriyor” diye gözdağı veren gazeteciye, Perez şu cevabı vermişti:
“Sen işine bak! Kur'ân'ın bahsettiği Müslümanlar gelsin, o zaman düşünürüz, O Yahudi biz değiliz, o Müslüman da sen değilsin.”
Yahudi’ye arka çıkan Suudi’lerin, Filistin’in nefes borusunu kesen Mısır’ın, BAE’nin İslam omurgasından savrulup ABD’ye teslim olan bu kaypak ve korkaklığı bunların damarlarına nasıl girdi? Sonuçta, bu ülkelerin vesayet altındaki gönüllü iş birlikçi yöneticileri idaresinde hareket alanları işgalciler tarafından çizilir. Yat yat, kalk kalk…
Bu toz duman ve hengâme içindeyken hâlâ Kur’ân-ı kerim ve hadis-i şeriflerin bazı hükümlerinin nazil olduğu zamana, topluma, sosyal hayata ve şartlara ait olduğu, bugün için geçerli olmadığını iddia ederek ortalıkta dolaşanlara ne demeli?
Din adına dinin kaynağına saldıran bu kimseler Müslüman toplumun referans değerlerini, Nassları (Ayet-i kerime ve Hadis-i şerifler) tartışma konusu yaparak dinin temeline saldıranlar kime hizmet ediyorlar?
Kur’ân-ı kerimin açıklamasını Peygamber Efendimiz’in tasarrufundan alıp kendilerine layık gören oryantalist kafalılar, kendi din anlayışlarını ortaya koymaktadırlar. Herkesin kendi kafasına göre Kur’ân-ı kerimi yorumladığı, hadislerin delil olmadığı bir kargaşa ortamında “Holistik Din” anlayışının kendine yer aradığı İslam âlemini oluşturan Müslüman toplumlar hangi ortak değerlerle bu küresel kuşatmaya karşı koyacak?
ABD’nin Irak eski büyükelçisi Zalmay Khalilzad’ın Yahudi asıllı eşi Cheryl Barnard, başında bulunduğu Rand Corporation, 2003’te de “Ilımlı İslam” (Civil Democratic Islam) adlı bir rapor yayınlamıştı. Bu raporda; Kur’ân-ı kerim ayetleri ve Hadisler üzerinde şüpheler ve oynamalar meydana getirerek İslam’ı yozlaştırmak için yeni yöntemler tavsiye edilmekte ve uygulamanın İslam ülkelerindeki hâlihazır bazı “Müslüman liderleri” yukarıda tavsiye edilen yöntemlere uygun şekilde kullanmayı tavsiye etmekteydi.
“Kudüs” operasyonunda bazı İslam ülkelerinin takındığı tavır bu projenin tahribatını ortaya koymaktadır. Herhâlde Müslümanların önceliği önce Müslümanların zihinlerini bu işgal saldırılarından kurtarmak olmalıdır.
.
Kudüs’ü içeriden vurdular!..
18 Aralık 2017 02:00
Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımlayıp, ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması talimatını verdiğini açıklayınca “Filistin ve Kudüs ana meselemizdir" diyerek Türkiye’nin davetiyle toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı da, Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti olarak ilan etti.
Geriye doğru bir asırdır Asya’da, Afrika’da, Balkanlar’da, Hindistan’da İslam dünyası lime lime olurken nerede olduğu merak konusu olan bu teşkilatın kükremek için Yahudi’nin kutsalımıza dokunmasını beklemesi dikkat çekici. Bugüne kadar İslam Dünyasının başına gelenler karşısındaki duruşu ne dostlara güven ne düşmana korku vermedi.
İslam dünyasının geleceği, Türkiye’nin gücüne ve nerede olacağına bağlıdır. Bunu düşmanlar kavradı da dostlara anlatamadık. Osmanlı devleti tarihten çekildikten sonra küçüle küçüle bir kıyı şeridinde sıkışan, Filistin’in hâli on dokuzuncu yüzyılda daralmaya başlayan ve hâlen küçülmesi devam eden İslam coğrafyasının hikâyesine benziyor. Bu küçülme, dışarıda düşmanlarla meydanlardaki boğuşmamızın değil içerideki ihanetlerin sonucudur.
Her gerileme ve kopan parçanın arkasında içeriden gelen ihanetlerin vebali var.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 1683 yılında Viyana’yı muhasara ettiğinde Avusturya İmparatoru Leopold, yenilgi üzerine Viyana’yı bırakıp kaçmıştı. Şehir düşmek üzere iken Papa’nın önderliğinde Viyana’nın kurtarılması için kurulan 120 bin kişilik "mukaddes ittifak" Tuna köprüsünü geçip kuşatma kuvvetlerine arkadan saldırdı. Veziriazam Kara Mustafa Paşa, gelebilecek Haçlı kuvvetlerine karşı durmak üzere Tuna köprüsünü tutma vazifesini Kırım Hanı Murad Giray’a ve ayrıca -düşman burayı geçerse- Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa’ya vermişti.
Haçlılar Osmanlı askerine saldırırken, Kırım Hanı Murad Giray’a kendi askeriyle bir tarafa çekilip seyretti. Hücum etmesi için kendisine yalvaran Hanlık İmamı'na şunları söyledi:
“Bu düşmanın kovalanması benim için hiçbir şeydir ve bu işin dinimize ihanet olduğunu da bilirim. Ama isterim ki onlar Tatar’ın kıymetini anlasınlar!..”
Haçlı ordusuna karşı akşam vaktine kadar yiğitçe çarpışan Kara Mustafa Paşa, bunca ihanet karşısında her şeyin bittiğini görerek büyük gayretle ancak dağılan ordusunu Yanıkkale önlerinde toplayabildi.
Kırım Hanlığı yüzyıl içinde İslâmın elinden böyle gitti...
Tarihe 1877-1878 Harbi olarak geçen ve "93 Harbi" olarak vasıflandırılmış meşhur Plevne Harbi; Mehmet Ali Paşa ve Süleyman Paşa’nın ihaneti yüzünden, Gazi Osman Paşa’nın uyarılarına rağmen muhasaraya alınmış Rus ordusunu ve limanlarını bombalamaktan vazgeçtiği için Balkanları yitirdiğimiz harptir... Gazi Osman Paşa, Rusların Tuna Nehri'ni geçmeden dağlık bölgede yok edilmesinin mümkün olduğunu defaatle Plevne Orduları Grup Kumandanı Mehmet Ali Paşa’ya ilettiği hâlde Mehmet Ali Paşa hiçbir müspet cevap vermemiş, Osman Gazi’yi âdeta tek başına bırakmıştır.
Balkanlar da böyle gitti...
Filistin harbinin kaybı ile başlayan Orta Doğu’da, bugün hâlâ devam eden kıyımın vebali Yahudi’nin saldırganlığına cesaret veren bazı Arap ülkelerinin tutumu olmuştur. İsrail Ulaştırma ve İstihbarat Bakanı Katz, Trump’ın Kudüs kararının, Arap ülkelerinden verilen ‘yeşil ışık’ sonucu alındığını belirtmişti. Nitekim Trump'ın, Kudüs kararını mayıs ayında gerçekleştirdiği Riyad ziyaretinde Arap liderlerle yaptığı “küreli” zirveye atıfta bulunması bu durumu destekler nitelikteydi. Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Arap ülkeleri kayıtsız şartsız İsrail'in arkasındalar. Suudi imamlar, "İsrail ile savaşmak caiz değil" diye fetva yayınladı.
Kudüs’ü kuşatan Yahudi mi yoksa fikrini ve ruhunu Yahudi'ye rehin vermiş, Arap liderleri mi?
.
İşgalcilerin yerli “Musta’rabin”leri...
22 Aralık 2017 02:00
Kudüs tasarısının BM gündeminde veto edilmesini hakaret sayan ABD'li temsilci Nikki Haley tasarıyı yok sayan 14 ülkeye karşı "ABD halkının sabrı taşıyor" tehditkâr ifadesini kullandı. Oylamadaki bu sonuç, ABD’nin her uygulamasına itaat eden mağdurlar cephesindeki yerli "Musta'rabin"lerin ikna gücünü kaybettiğini gösterir.
Filistinli gençlerle İsrail emniyet güçleri arasında sürekli olarak çatışmaların yaşandığı Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki bir alanda cuma günü yaşanan protestolar sırasında, yüzleri maskeli ve aynen Filistinli eylemciler gibi giyinmiş, Filistinli göstericilerin arasına karışan İsrailli ajanlar bir protestocuyu darp edip tutukladı. Filistinliler "Arap olmuş, Arap gibi davrananlar" anlamına gelen "Musta'rabin" ismini verdikleri bu ajanlara alışmış durumda.
ABD liderliğinde sömürgeci normlarına göre tasarlanan bir dünyada İslam Dünyası kendisine yer bulma kavgasında. Saldırı sadece coğrafyada değil İslam’ı hatırlatan ne varsa iki asırdır saldırı altında. Sömürgeciler, yaptıkları tecavüzleri hiçbir ölçüye vurmaya gerek görmeden tartışma dışı tutuyor. Hindistan, Mısır, Afrika ve Orta Doğu’daki bütün işgallerini mağdurların içindeki yerli "Musta'rabin"leri kullanarak sömürge vatandaşı olmaya alıştırdılar. Sömürgeciliğe karşı çıkan kim varsa “içeriden” linç edildi.
Bunun için müdahalede kullandığı en güçlü operasyon araçları (askerî, ekonomik, kültürel, medya vs.) muhatap ülkelere yerleştirdiği bu yerli “Musta’rabin”lerdir.
ABD, hedef aldığı ülkeleri altüst ederek diz çöktürmek için içeriden kendine destek verecek kadrolara ihtiyaç duymaktadır. ABD’nin operasyonel araçları dışarıdaki değil içerideki işbirlikçileri için soğuk savaş dönemindeki tehditlerden kendilerine sığınacak liman arayan müttefiklerinde bulmakta zorlanmadı. Nitekim NATO müttefikliği içinde Türkiye’de birçok alana sızmış, o dönem içinde yerli “Musta’rabin”leri Türkiye’nin demokratikleşmesine karşı operasyonel bir araç olarak kullanagelmiştir. Hoşumuza gitmese de, bu sızıntı alanları sadece sivil ve askerî bürokrasi ile sınırlı kalmamış, medya, eğitim ve akademik kadrolarda da “bizim çocuklar” için uygun yerler açılmıştır.
ABD; kendisine hizmet edecek “Yerli kadroların” nasıl yetiştirileceğini, yeni yüzyıla girerken sömürge liderliğini kendisine devreden Birleşik Krallık’tan öğrendi.
26 Mart 2007’de ABD’nin Irak eski büyükelçisi Zalmay Khalilzad’ın Yahudi asıllı eşi Cheryl Barnard'ın başında bulunduğu ABD’nin en etkili düşünce kuruluşu RAND CORPORATION, yayınladığı “Ilımlı İslam” (Civil Democratic Islam) adlı raporda, ABD yönetimine İslam ülkelerindeki hâlihazır Müslüman liderlere bu yerli uşakları kullanmasını tavsiye ediyordu.
Bu tavsiyeler; "İslam ülkeleri içinde elde edecekleri, onların içinden çıkmış ama kendi (Batı) menfaatlerine hizmet edecek kimseleri bularak yetiştirmek. Bürokrasi din, politika, akademik dünya, sanat ve her alanda bulunacak bu adamların önüne servet, makam, şan ve şöhret yolları açılacak, onlar kendi milletlerine önder lider gibi unvanlarla tanınacak, görünecek. Her türlü yayın organları vasıtasıyla bu kişiler desteklenecek, sürekli övülerek popülarize edilecekler. Yayın organlarının en önemli vazifesi sürekli olarak bu kimseleri gündemde tutmak için onların haberlerinin yapılması" olacak...
ABD’nin dünyanın her tarafında benzer operasyonlar yaptığını artık bilmeyen yoktur. Hedef, yerli işbirlikçilerin desteği ile yapılan operasyonlarla ülkelerin ekonomisini felç edip halkın demokratik süreçlerle işbaşına getirdiği yöneticileri işbaşından uzaklaştırarak kendilerine bağlı kadroları yönetime yerleştirmektir. Türkiye siyasetini ve Türkiye’nin geleceğini saldırganlara teslim etmeyen Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın dışarıdan ve içeriden maruz kaldığı saldırıların ve ihanetlerin arka planı özetle budur.
“ABD kendi bataklığını kurdu, çamuru paçalarımıza bulaştırdı” ama kendisi bu bataklıkta boğulacak!
.
Trump Batı tarafından cezalandırılabilir
25 Aralık 2017 02:00
BM’deki “Kudüs” oylamasının sonuçlarına sözde aldırış etmeyen ama oylama öncesi muhtemel sonuçtan da korktuğunu belli eden Başbakan Binyamin Netanyahu, Birleşmiş Milletler'e “Yalanlar Evi” diyerek saldırırken, daimi temsilcisi Danny Danon da oylama sonrası yaptığı yazılı açıklamada "Kudüs'ün İsrail'in başkenti olduğunu bilmek için uluslararası kuruluşların onayına ihtiyacımız yok" demişti. Sonuçların hem İsrail hem de ABD’ye sadece itibar kaybettirmekle kalmayıp bundan sonra da ciddi rahatsızlık vereceği ortada.
Orta Doğu ülkeleri, “kaybolan ülke Atlantis” gibi bir masal kahramanı, Müslüman halkların sadece yaşadığı ama yönetmediği, haritaları sömürgeciler tarafından çizilmiş başlarına iradelerinin teslim alındığı Londra eğitimli, İngiliz terbiyesi almış emîr, şeyh ve kralların hükümferma olduğu bir hayal dünyasıydı.
Bu yeraltı dünyasının yattığı ölüm uykusundan uyanması için, sığınacak liman arayan milyonlarca Müslümanın, yollarda, sularda, kıyımlarda telef olması yetmedi. Irak’ın işgali, Suriye’nin lime lime edilmesi, Mısır’daki kıyımlardan, daha şiddetli bir sarsıntıya ihtiyacı vardı. Trump’ın İsrail’e Kudüs’ü servis yapması hiç kimsenin beklemediği ve tasavvur edemediği bir yer kaymasına sebep oldu, sanki bu coğrafyanın üzerinde ne kadar sahte hükümran varsa sallanmaya, sarsılmaya ve tarihî bir hesaplaşma için Türkiye öncülüğünde yükseliş başladı.
Ortak kanaat; bu deprem, “Arap coğrafyasında Haçlıların tayin ettiği vesayetçilerin yerini, halkın seçtiği millî ve yerli yöneticilerin alacağı bir sürecin başlangıcı” olabileceği. Bu sarsıntıyı tetiklediği için de, ikazlara rağmen seçim kampanyası sırasında Yahudi lobisinin önde gelenlerine “Amerikan elçiliğini Yahudi halkının ebedi başkenti Kudüs’e taşıyacağız” diyen ancak, sözü karşılık bulmayan ve havada kalan Başkan Donald Trump, Yahudi lobisi ve Batı tarafından cezalandırılabilir.
İslam dünyasında yaşanan eksen kayması Türkiye’yi tekrar bir asır öncesi ihanetlerle kaybettiği ve hak ettiği pozisyona yeniden getirdi, Filistin ve Orta Doğu meselelerinin uluslararası düzeydeki “temsil merkezi” değişti. Bu değişim tarihî bir mecburiyetti ve Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi ile Türkiye’nin kaybettiği daha doğrusu İngiliz desteği ile gasbedilen rolünün inkâr edilmez bir biçimde onurlu bir şekilde iadesidir.
Bu yeni rol dağılımında, İslam üzerinden nemalanan vesayetçi şeyh, emîr ve kral unvanlı yöneticilerin hepsi anlamını kaybetti. Bu yaşananların Batı dünyasını rahatsız etmesi anlaşılır bir şeydir çünkü sömürgecilik araçları bu yerli “Musta’rabin”lerdir. Öte yandan bazı Orta Doğu ülkesinin Türkiye’nin bu yükselişi karşısındaki hasmane tutumu ile gerçek niyetleri de ortaya çıkmış oldu. Bu yeni harita, dışarıdaki memnuniyetsizler yanında, içeride de bazı kesimlerin arka planlarının anlaşılmasına vesile olacaktır.
Türkiye’de, Suudi veya selefî zemin üzerinden kendilerine alan bulma gayretinde olanlar, vesayetçi emîrlerin reklamını yapanlar, kahramanlarının “Kudüs” restleşmesinde aldıkları duruşları ile tam iflas ettiler. Bu yaşananların böyle hayra dönük bir sonuçla hitam bulacağını kim tahmin edebilirdi!..
Bazen iç siyasette uzun emeklerle başarılamayan bir iyileşme, üçüncü bir elin bize zarar vermek için yaptığı hamle ile kendiliğinden sonuçlanıyor. Kudüs meselesindeki ayrışma da böyle hayırlı bir sonuca sebep oldu. Osmanlıyı sahiplenmeyi “kadimcilik” diye etiketleyip tarihe gömmek isteyenler, Kudüs’ü Yahudi’ye peşkeş çekenlerin tarafında saf tutunca, içerideki takipçileri büyük hayal kırıklığı içine düştüler. Onlarla aynı gemide duranlar geldiği gibi kaybolup gidecek.
Değerlere bağlı siyaset yapmayı reddedenler artık bildikleri bütün doğruları gözden geçirmek zorundadır. “Vekâleten” yönetilen bir İslam dünyasından, kısa vadede ABD ve İsrail’e karşı güçlü bir başkaldırı beklenmez ama bir barajın yıkılması gövdesindeki bir çatlakla başlar...
Ülkeye sahip çıkanlara sahip çıkmak
29 Aralık 2017 02:00
OHAL kapsamında yayımlanan 15 Temmuz’da darbecilere karşı mücadele eden resmî görevlileri hukuki ve cezai yaptırımdan muaf tutan maddeye atıf yapan KHK’nın 121. maddesindeki “Resmî bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına bakılmaksızın 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır” şeklindeki düzenlemeden rahatsızlık duyan CHP milletvekilleri ve İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener ne anladıysa “iç savaş” uyarısı yaptı.
“İç savaş” için tankları milletin üstüne sürenlere karşı siper olanları savunmaktan gocunanlar, ülkeye sahip çıkanlara sahip çıkmak yerine potansiyel darbecilere psikolojik bir savunma hattı oluşturuyorlar. Bu da hendek kazmanın bir başka türü.
Hükûmet, 121. maddedeki düzenlemeyle sadece darbecilere karşı sokağa çıkanların hukuki güvence altına alınmasının amaçlandığını söylüyor. AK Parti Sözcüsü Mahir Ünal, düzenlemenin sadece 15 Temmuz akşamı ve 16 Temmuz sabahı ile ilgili olduğunu vurgulayıp “Düzenlemenin bugüne şamilmiş gibi gösterilmek istenmesi tamamen dezenformasyondan ibarettir.” dedi.
İtirazların kaynağı, 15 Temmuz darbe girişimini yapanların, yapmak istedikleri, durdukları yer ve akıl hocaları hakkında, muhaliflerin onları hak ettikleri yere hâlâ oturtmamalarıdır. Bu tavır siyaset aklını kaybetmenin sonucu olsa gerek.
15 Temmuz darbe girişimini yapanların hedefledikleri; önleri kesilmeseydi nerde duracağı belli olmayan kanla mevcut siyasi iktidarı al aşağı ederek yerine alternatif kadroları iktidara taşımaktan öte Türkiye’nin yönetimini ABD’ye tünemiş “sömürge kadrolarına” teslim etmekti. Darbeye karşı duranlar Türkiye’yi sömürge yapmak isteyenlere karşı durmuştur. Burada muhalefet hâlâ darbeye karşı duranlarla bir fikir birliği sağlamış değil. Eğer FETÖ hareketi kendisini yeniden yeraltından çıkaracak siyasi limanlar bulmayı umuyorsa, karşılık bularak onlardan siyasi malzeme yapma hesabı güdülüyorsa, o zaman, demokrasinin darbeye teslim olması gibi ciddi bir tehlikeden söz edilebilir.
Son KHK değişikliğini mecrasından saptıran tartışmalar, darbeseverlerin hâlâ sokaktan umutlu olduğunu gösteriyor. İşin bu safhaya gelmesinin sebebi 15 Temmuz’un üzerinden iki yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen Türkiye’yi bu sürece sürükleyen hareketin sosyal, eğitim, ekonomik, akademik ve dinsel sahalarda 15 Temmuz öncesi darbecilerin yürüttüğü zihinleri esir alma, mankurtlaşma politikalarının her boyutunun yeterince kamuoyunu aydınlatacak platformlarda, medyada anlatılmamasıdır.
Türkiye’nin bazı siyasi ve akademik elitleri, darbeseverler ile aynı ülkeyi aynı sokağı geride kalan yıllar içinde birlikte paylaşma ve temas kurmuş olmanın verdiği ağırlık ve ezikliğin altında kalmamalıdır.
Darbeye karşı durarak ülkeye sahip çıkanlara sahip çıkmak, ülkeye ve geleceğe sahip çıkmaktır. Bu sadece yargı üzerinden bir koruma kalkanı inşa ederek sağlanamaz. Sahip çıkmanın başlangıç yeri eğitim alanından geçer. FETÖ, darbe girişiminde sadece sokaklardan saldırmadı, toplumda güveni, huzuru, kardeşliği tesis eden bütün kutsallarımıza hizmet, yardımseverlik, kardeşlik, gibi kurucu kavramlarımıza saldırdı. Her kıymeti şüpheli, her değeri tartışmalı hâle getirdi, güveni, adaleti yardımlaşmayı sarstı. Şimdi bu hasarlı dünyayı okuldan, salondan, sokaktan kalemle ve fikirle yeniden inşa etmemiz gerekiyor.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
.
Kalk ve diren
1 Ocak 2018 02:00
Erzincan’da, Valiliğin koordinesinde, devlet tarafından koruma altına alınan ve yetiştirme yurtlarında kalan çocukların hayata bağlanması ve aile ortamını öğrenip yaşamaları amacıyla Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğünce "Rol Model, Yol Arkadaşlığı" adıyla bir proje başlatıldı. Proje, koruma altındaki çocuklara destek vermeyi, yol arkadaşı olarak, onların hayatına küçük dokunuşlar yaparak dünyalarını değiştirmeyi hedefliyor.
“Rol Model" üzerinde yaptığımız bir çalışmada, öğrencilerinin geleceğini kendine dert edinmiş bir Millî Eğitim Müdürünün (Değerli Aziz Gün-Erzincan) daveti ile sosyal farkındalık niteliğinde, okullardaki öğrencilere verdiğimiz seminerler ile katılıyoruz. Seminerlerin bazılarına davetle gelen iş adamlarının içinde, anlattıklarımızın çalışanlar için de faydalı olacağına inananlar da, iş yerlerine davet ediyor biz de imkân elverdiği kadarına ulaşmaya çalışıyoruz. Bu uygulama son yıllarda kurumlarda yaygınlaşan, çalışanların kurum ve diğer çalışanlarla uyumunu hedefleyen “mentor-menti” yani akıl hocası veya danışman ile öğrenci uygulamasını hatırlatıyor.
Bizde asırlarca uygulanmış ama bugün unutulmuş olsa da, geldiğimiz yer şudur. Bu zıvanadan çıkmış dünyada her çocuğun, her büyüğün, her iş adamının ve her çalışanın adı rol model veya mentor fark etmez, esen sert rüzgârlarda rotadan çıkmasını önleyecek, başı sıkıştığında kapısını çaldığı, akıl danıştığı, bir yol gösterici "usta”ya ihtiyacı vardır.
Mesele şudur: “Bugün ortalama olarak bir çocuk veya yetişkin günde 5-7 saat televizyon seyretmekte, internet ile meşgul olmakta, akıllı telefon ile boğuşmakta. İlkokulu bitirdiğinde sekiz binden fazla cinayet ve yüz bin şiddet izlemiş olmaktadır. Bu süre içinde babasıyla günlük ortalama beş dakika, annesiyle ortalama bir saat birlikte olmakta, (fiziksel olarak aynı odada kalmak değil, duygusal olarak bir arada olmak) zamanının büyük bölümünü başka âlemlerde geçirmektedir...”
Uzmanlar bu çocukların zaman içinde bağırıp çağıran, zor kullanan ve konuşmayı değil kavgayı rehber edindiklerini çünkü dış dünyayı vahşi, korkunç bir yer olarak gördüklerini belirtiyorlar.
Çocuk minyatür bir yetişkin değildir, taklitçi olma özelliği taşır. Seyrettiği şiddet içerikli sahneleri kendince uygulamaya çalışması normaldir. Bu fırtınada kendine sığınacak liman arayan çocuk da sahipsiz kaldığında kahraman diye “Yüzüklerin Efendisi” filminin sapısilik sihirbazı “Gandalf”ı gidip buluyor.
Derdimiz çocukların sadece yeterli derecede matematik-fizik öğrenmeleri değil; zorluklarla başa çıkmayı, rekabet etmeyi, cesaretli olmayı, zeki ve vefalı olmayı, cömertliği ve yardımlaşmayı da öğrenmeliler. Bir kimsenin olayları algılama ve değerlendirme sistemi, (Ahlakı-Huyu) onu besleyen referanslarını değiştirdiğimizde değişir. Değerleri değiştirmek, pusulayı değiştirmeye benzer. İnsan, eşya ve hadiseleri, farklı idrak ettiği an, yaklaşımlarında, kanaatlerinde ve inançlarında değişim başlar. Hayatı, insanları, mekânları, olayları farklı değerlendirir.
“Çocuklar neden şiddete yönelir, neden uyuşturucu kullanır, neden hayattan kopar? Herkes bir şeyler söylüyor ama hiç bahsetmediğimiz, ya da çok az bahsettiğimiz mesele ahlaki eğitime, insani bağlara, ilişkilere verilen değer ve önem. Hiçbir dikkate değer öğrenme de dikkate değer bir dostluk olmadan oluşmaz. Çünkü kimse sevmediği birinden bir şey öğrenemez…”
Pusulayı değiştirmek, bütün hayatın değişmesi manasına geldiğinden gerçekten çok yüksek ve güçlü bir kaldıraç ister. Hayatın zorlukları karşısında “kalk ve diren” diye el uzatan o kaldıraca şimdilerde “rol model” diyorlar. Biz eskiden “akıl hocası-rehber-yol gösterici” derdik.
Tanımlar değişse de ihtiyaçlar değişmiyor. Çünkü hepimiz bu dünyaya aç ve çıplak olarak geldik.
Erdoğan’ın dava arkadaşları
5 Ocak 2018 02:00
Kendi içinden seçmen nezdinde prim yapacak bir adayı 2019’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde ileri sürme umudunu kaybetmiş muhalefet, müşterek aday olarak 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü ileri sürerek bir taşla iki kuş vurma peşinde. Hesapları, Gül’ü ikna edebilirlerse AK Parti tabanından kendi lehlerine gelecek bir seçmen kaymasını da seçimlerde hanelerine yazmak.
Bunun için, KHK’daki 121. Madde ile ilgili olarak Abdullah Gül'ün eleştirisini “AK Partili hassasiyeti ile yapılmış bir uyarı” olarak değerlendirip, âmâ kendisine verilen cevapları uyarılara bile tahammülsüzlük olarak etiketleyip, AK Parti iktidarının Gül’ün yeniden siyasete girmesini engelleme gayreti olarak görüyorlar.
Oysa geride yaşananlara bakıldığında özellikle son birkaç yıl Türkiye’nin atlattığı badireler karşısında Sayın Gül’ün hiç de “AK Partili hassasiyeti ile yapılmış uyarıları” gündeme yansımadı. Bu ülkenin refahı, huzuru, iç barışı, dış itibarı, sanki bu kadrolarca sadece Erdoğan’a ihale edilmiş, yıllarca aynı kadrolar içinde görev almamış gibiler. “Kenarda gezip ortada bulunanlar" tarifi tam da bunlar için söylenmiş gibi.
Bu açık hesap karşısında son bir haftadır siyaset trafiğinde Abdullah Gül’ün “sıngın” duruşundan cesaret bulanlar sadece muhalefet ile sınırlı değil. Erdoğan’ı vefasızlıkla, her sektörden kendilerini kenara itilmiş, işe yaramaz hâle gelmiş gören bir grupta medyaya, medya da onlara gaz veriyor ama seçmen tabanında bu gelişmeler öfke kabarmasına neden oluyor. Çünkü Gül’e vermek istedikleri rol üzerinden pozisyon alanlar Gül’ü “mağdur” yapamıyor ama “Erdoğan’ı” ihanete uğramış konumuna itiyorlar.
Gerilimi tırmandırmak isteyenler Gül’ü kendileri için hiçbir risk taşımayan bir siyasi yolculuğa itiyorlar. Nasıl olsa “elin taşı çayın kuşu” diyorlar. AK Partiyi ne kadar hırpalarsak kârdan sayıyorlar. Risk üslenmeyen ve kolayı sevdiği dillendirilen Abdullah Gül ise şimdilik ziyaretlerle nabız yokluyor. Muhtemelen kendisini ifade edebileceği güçlü bir platform arıyor. Ama onun yerine bu hareketin seçmende karşılığı var mı diye tabanda halkla yüzleşse kendisine sağlıklı ve hayal kırıklığı yaşatmayacak bir rota çizmiş olur.
Seçmen, siyaseti meclis dışına ayak oyunlarına taşıyan iç ve dış muhalefetin saldırıları karşısında Erdoğan’ın verdiği mücadelede kimin nerede durduğunu biliyor ve dikkatle izliyor. “Biz bu yolda aynı dava arkadaşı değil miyiz? Nasıl oluyor da bir anda affedersiniz Bay Kemal’in kayığına biniyorsunuz?” diyen Erdoğan için dava arkadaşı “Milletin kendisidir”. Millet, bugüne kadar kendisine hizmet eden değerlerini paylaşan hiçbir siyasetçiye ihanet etmedi binaenaleyh kendisine ihanet eden hiçbir siyasetçiyi de “affetmedi”…
.
“Nush” ile uslanmayanı etmeli tekdir? Peki ya sonra?..
8 Ocak 2018 02:00
Gençliğimiz hâlen büyük tehdit altındadır ve bu saldırı tek cepheli değil. İslâmî değerler ve medeniyet dinamiklerimiz üzerinden bir eğitimin yeniden inşasını hâlâ hangi müfredat ile yapacağımızı tartışırken “Sömürgeci eğitim sistemi-savruk kültür rejimi, yabancılaştırıcı medya” genç kuşakların zihnini ve ruhunu sefih bir sekülerleşmenin kucağına atıyor. Öte taraftan, uyuşturucu çeteleri köşebaşlarında, okul önlerinde, merdiven altlarında bizi içeriden, geleceğimizden yani çocuklarımızdan vuruyor.
Latif Erdoğan önceki gün “Bence FETÖ’nün en korkunç tahribatı eğitim alanında olmuştur. Çünkü o bu alanı herkesten önce doldurmuş, fakat eğitimin bizce olması gerekenlerini yani eğitimin İslamileştirilmesini yapmayarak da bu alanın bizim açımızdan boş kalmasının Batı adına bekçiliğini yapmıştır. Bu korkunç oyun bizim millet olarak şimdilerde henüz yeterince sezemediğimiz sinsiliktedir” diye ifade etmişti.
Diğer cephede ise, finansal gelirinin önemli bir kısmını uyuşturucu ticaretinden sağladığı bilinen PKK’nın taşeron uyuşturucu baronları pazarında kullanıcı ve torbacı olarak her yaştan gençleri zehirleme için uğraşıyor.
Geçtiğimiz hafta, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “Genel Güvenlik ve Uyuşturucu ile Mücadele Toplantısı”nda okullarda alınan güvenlik tedbirleri ile ilgili olarak söylediği "Okulun çevresinde bir uyuşturucu satıcısını gördüğümüz zaman; beni ne kadar kınarlarsa kınasınlar, ne kadar eleştirirlerse eleştirsinler o uyuşturucu satıcısının ayağını kırmaya polis görevlidir. Benim ülkemin gencinin canına mal olacak bir kişiye gereğini yerine getirme görevidir. Suçunu bana atsın. Bunun suçu neyse, 5 yıl içeride yatmaksa yatarız, 10 yıl içeride yatmaksa yatarız, 20 yıl içeride yatmaksa yatarız...” sözleri bazı çevreler tarafından uyuşturucu kullanımının sosyal bünyemizde açtığı tahribat karşısında verilen mücadeledeki ciddiyetin, duyulan ıstırabın ifadesi olarak görülmeyip, "hukuku arkaya atmak" olarak algılandı ve siyasi malzeme yapılmaya çalışıldı.
Oysa gerçekler çok daha farklı ve hasar büyük boyutta. Geçtiğimiz yıl trafikte “kara nokta” dediğimiz bir riskli yolda oğlunu trafik kazasında kaybetmiş bir babanın hemen her gün elinde sopanın ucuna bağladığı kırmızı bir flama sallayarak sürücüleri ikaz ettiği haberi medyada yer almıştı. Eğer istatistikler açıklansa uyuşturucuya kurban verdiğimiz çocukların ve gençlerin belki trafik kazalarından çok daha yüksek sayıda olduğu ortaya çıkacaktır.
Bu tablo karşısında uyuşturucu belasına çocuğunu kurban verenler veya tehlikeyi yakın gören babaları, yakın bir zamanda; ellerinde sopalarla okul önlerinde uyuşturucu satıcısı avına çıktığını görürsek şaşmayacağız. Okul önlerini, uyuşturucu trafiğinin “kara noktası” hâline getirmek istiyorlar, buna asla müsaade edilemez. Bu mücadelede gevşeklik vatana ihanettir. Buna karşı verilen mücadelenin parçası olmak hepimiz ve aileler içinde kaçınılmaz hâle geliyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun hissiyatını sorgulayanlar ya tehdidin boyutunu fark etmeyenler veya durmaları gereken yeri karıştıranlardır. Gevşeklik gaflettir, kendi çocuklarını garantide zanneden, bu trajedinin kendi çocuklarına musallat olmayacağını sanan o insanları ikna etmek için uzmanların etkili bir tavsiyesi var. “Bir görüntü bin kelimeden daha etkilidir” diyorlar. Onlar; girdiği uyuşturucu krizinin altındaki uyuşturucu bağımlısı bir gencin merdiven altında nasıl çırpınıp, tir tir titrediğini, başındaki ailesinin çaresizliğini izlemeli, birkaç bağımlıdan bu illete nasıl bulaştığını dinlemeli.
Bu ikna yolu sert olsa da, söz konusu olan çocuklarımız ve ülkenin geleceğidi
.
Şehirlerde kaybolan insanlar
19 Ocak 2018 02:00
Şehirler sadece insanın bedeninin yerleşip yeşerdiği yer değil ruhunun da sığınağıdır. Ne var ki medeniyetimiz beton yığınları arasında sıkışınca insanlar gibi hafızasını kaybeden şehirler insanın sürgün yeri hâline geldi.
Şehirlerimizi “epistemic çöküşe” teslim edemeyiz. Beton insanı korumaz, medeniyet korur.
Şehirlerin medeniyet ve doğal zenginliklerinin insanla bütünleşmesinin önünde ciddi engeller var. İnsanın bir şehirde kökü olduğu ve o şehre ait olduğu duygusunu kaybetmesi, yerel hüner ve medeniyet bakiyesinin kayboluşu ve nihayetinde şehrin koruyucu himayesini kaybetmesi; şehirlerin insanı, insanın da şehrini kaybetmesine yol açıyor.
Bildiğimiz bütün sosyal sorunlar şehirlerde kaybolan insanların çırpınışıdır. Eğer kentlerin zayıf halkalarını yakalarsak, dengesiz göç, çarpık yapılaşma, zulüm aracı hâline gelen keşmekeşlik, şiddet, uyuşturucu bağımlılığı, boşanma ve bütün dertlerimize çözüm bulmuş olacağız.
Şehirleşmede geldiğimiz son durak, daha iyi geçim şartları ararken içine düştükleri anakent keşmekeşinde değersizlik ve yabancılaşmaya teslim olmuş, aidiyet duygularını kaybetmiş insan yığınlarıdır. Son sığınak olarak hemşehri gettolarına ve varoşlara sığınıyorlar. Şimdi derdimiz bu “anomali-aykırılık" kümesi şehirlerdeki insan yığınlarının birikmiş dertlerine çözüm üretmek.
Çözüm üretecek önemli aktörler şehrin yaşayanları, merkezî siyaset ve yerel yönetimlerdir.
İnsanlar gibi şehirlerin de karşılanamayan ihtiyaçları hayatına egemen olur, hatta var olan zenginlikleri bile önemini kaybeder. Şehirlerimizin acil müdahale edilmesini bekleyen alanları nelerdir? AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Cevdet Yılmaz, 81 ilde yapılan “ekonomide şehirlerin beklentileri”ne yönelik çalışmada, illerin bölgesel ve yerel beklentilerini belirlemek için sahada tespit çalışması başlattıklarını açıkladı. Çalışmalarda üç temel soruya cevap aranıyor. Vatandaş hangi hizmetlerden daha fazla memnuniyet duyuyor, mevcut projelerden hangisine hız vermemizi istiyor ve gelecekteki beklentileri, yeni proje beklentileri soruluyor. Doğru bir yaklaşım ve çözüm için bir yol haritası inşa edecek sonuçların paylaşılması çok faydalı olur.
Saha çalışmaları sonucu ortaya çıkacak muhtemel sorunlarla ilgili geçmişte yapılmış ciddi çalışmalar var ve yeni yapılan çalışmalarda alınacak sonuçlar büyük oranda bunların benzeri olacaktır.
Ben şehirlerimizdeki en önemli hasarın “sosyal sermaye”sini kaybetmesi olduğunu belirteyim. Bir şehirdeki fertler, sivil toplum örgütleri, kamu kurumları aralarında eğer ortak bir dayanışma ve paylaşma için birliktelik göstermezlerse orası bütün fiziki şartlar mükemmel olsa bile toplama kampına döner. Sosyal sermaye, toplumu bir arada tutan “tutkal”dır. Sosyal sermaye, değerler, örfler, âdetler, gelenekler, görenekler, insan ilişkileri, yardımlaşmanın tamamıdır. Bunlar var olursa o şehirde yaşayanlar bir “kitle”den bir “değer” hâline dönüşür.
Şehirlerin sosyal ve ekonomik olarak iş yapma potansiyelleri, insanların kendini bir yere ait ve güvende hissetmesi, değerlerle beslenen sosyal sermaye ile güçlüdür. "Önemli olan neyi bildiğiniz değil kimi tanıdığınız" derler. Ama bence daha da önemlisi “nereye ait olduğumuzun farkında olmaktır.” Eğer bir medeniyete, bir kültüre ait değilsek (unuttuysak) kaybolduk demektir…
Şehirlerin inşası, medeniyetlerin ihyası ile mümkün. Bu yapıldığında hem kaynaklar hem insan yetenekleri “değer” hâline gelecektir...
.
Seydibeşir Usare Kampı'nda bir gün
22 Ocak 2018 02:00
TRT 1 ekranlarında izleyiciyle buluşan "Mehmetçik-Kutü’l-Amare" dizisi izleyenlerin yoğun ilgisiyle karşılaştı. İngilizlerin hatırına basmamak için müfredata sığmayan zaferi tarih kitaplarından değil ekranlardan öğreneceğiz.
Kutü’l-Amare Savaşı, İngiliz Ordusunun o zamana kadar uğradığı en ağır yenilgi tam bir yüz karasıydı. Birinci Dünya Savaşında 7 Aralık 1915’te Dicle Nehri kıyısında Şattülarap Kanalı ile birleşen Basra Körfezi'nin kuzeyindeki Kutü’l-Amare kasabası yakınlarında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı Kuvvetleri tarafından kuşatılması ile başlayan muharebe kasabanın ele geçirilip İngiliz birliklerinin tamamının esir alınmasıyla bitti.
General Townshend komutasındaki İngiliz Tümeni 143 gün süren kuşatmadan sonra kayıtsız ve şartsız teslim oldu. Esir alınanlar arasında beş general, 272 İngiliz, 204 Hintli subay ve 13 bin İngiliz ve Hintli er vardı.
Kutü’l-Amare’de esir alınan subaylar arasında bulunan ve Eskişehir’e sevk edilen Hintli Müslüman subaylar ağustos ayında Ramazan Bayramı münasebetiyle padişahın huzuruna çıkıp bağlılık ve saygılarını sunmak istemişler, bayramdan bir-iki gün önce İstanbul’a getirilen yetmiş kadar Hintli Müslüman subay Padişahın huzurunda yapılan bayramlaşma merasimine de katılmışlardı. Halifenin ordusuna karşı silah kullanmak mecburiyetinde kaldıklarından duydukları pişmanlığı dile getiren subaylardan bazıları Hindistan’a dönmek istemeyip Osmanlı Devleti hizmetinde istihdam edilmeyi talep etmiştir.
Esir alınan diğer İngiliz ve Müslüman olmayan Hintli askerler için Aksaray, Şereflikoçhisar, Çorum, Yozgat, Kırşehir, Boğazlıyan ve Eskişehir’de üsera kampları hazırlanmıştı. Esirlerin bir kısmı da Bağdat demiryolunun inşa hâlindeki kısımlarında çalıştırılmak üzere oluşturulan üsera taburlarında kullanıldı. Yaralı ve hasta olanlar bulundukları yerlerdeki hastanelerde tedavi altına alındı. Tedavisi zor hastalık veya yarası bulunanlar İstanbul’daki hastanelere nakledildi.
Kutü’l-Amare Zaferi, bizde 1945’e kadar “Kut Günü" adı ile kutlandı ama daha sonra Osmanlıya ait ne varsa bir medeniyet mirasını aşağılamak siyasetinden beslenen devşirme aydınların kıyımına kurban edildi, tamamen silinerek hatırlanmaz oldu. Kutü’l-Amare İngilizleri mutlu etmek, iyi ilişkiler kurulması gayretine feda edilmişti. Buna mukabil karşı cephede İngilizler kendilerine esir düşen Osmanlı esirlerine ne yaptılar?
1918'de Filistin cephesinde esir düşen 16. Tümen'in 48. Alayı'na bağlı Osmanlı askerleri 12 Haziran 1920'ye kadar iki yıl boyunca hapsedildikleri Seydibeşir Usare Kampı'nda her türlü işkence, eziyet, ağır hakaret ve aşağılanmaya maruz kaldılar.
Savaş bittiğinde hayatta kalan askerleri teslim etmek, İngilizlerin işine gelmiyordu çünkü muhtemel yeni bir savaşta, bu askerlerle yeniden karşılaşmak İngilizleri korkutuyordu.
Askerlerimizi, mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla suyuna normalin çok üzerinde krizol maddesi katılmış dezenfekte havuzlarına soktular.
İngiliz askerleri dipçik darbeleri ile askerlerimizi havuza sokuyor ve çıkmalarına izin vermiyorlardı. Mehmetçikler, bele kadar gelen suya başlarını sokmak istemedi. Ancak bu kez İngilizler havaya ateş etmeye başladı. Askerlerimiz, ölmemek için çömelerek başlarını suya soktular. Ancak başını sudan kaldıran artık göremiyordu. Çünkü gözler yanmıştı. Dışarı çıkanların hâlini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi ve 15 bin askerimiz kör oldu!..
Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM'de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler bir önerge vererek, Mısır'da esirlerin krizol banyosuna sokularak 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin cezalandırılması için TBMM'nin teşebbüse geçmesini istediler. Tabii ki yeni kurulan devletin başka sorunları vardı ve hesap sorma işi de unutuldu gitti...
“Kutü’l-Amare"den sonra “Seydibeşir Usare Kampı'nda bir gün” mutlaka film yapılmalı ve seyirciyle buluşmalı.
.
Afrin” sahte ittifakların sonu
26 Ocak 2018 02:00
PKK odaklı bir örgütün sınırımızda varlığını sürekli kılma çabası bu örgütle mücadeleyle birlikte örgütün hamisi müttefiklerle de yüzleşmeyi gerekli kılar. Kalıcı çözüm için terör örgütlerini kurup başımıza musallat edenlerin bölgede ne aradığına bakmak gerekir.
11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a uçaklarla yapılan intihar saldırılarının Amerika'da konuşlanan küresel finans-kapitalin Amerikan "ulusal devleti"ne karşı içeriden başlattığı savaşın bir parçası olduğunu savunan Lyndon LaRouche, YARIN dergisiyle 2002 yılında yaptığı bir mülakatta diyor ki:
“Hristiyan Siyonistler diye anılan ekip paradoksal olarak ırkçı bir gelenekten, antisemitik bir duruştan ve faşist bir temelden beslenen konfederasyon geleneğinin içinde bir damardır. 1965-2002 arasında üretici bir toplumdan tüketim toplumuna dönüşen ABD’nin ekonomik ve kültürel yozlaşma sürecinde antik Roma’nın “ekmek ve sirk” düzeneğinin popüler aklı şekillendirmesinde oynadığı rolü tekelci ve çökmüş durumdaki Amerikan haber medyası üstlenmiştir. ABD medyasını kontrol eden güç ise; her büyük şehir ve merkezde baştan aşağı finans firmaları ve onlarla ilişkili büyük hukuk firmaları tarafından oluşturulmuş “kabbal” gizli bir güç tarafından kontrol edilir.
Bu gizli gücün kendisini vakfettiği ana dava “Dünyayı küresel olarak özgür ulusların kendi geleceklerini belirlediği bir düzenden, Roma imparatorluğu taklidi, kendi keşfettiği bir parodiye çevirmektir. Bu modern parodi, devletlerin küçük parçalara bölünmesi ve âdeta Romalı lejyonlar gibi dünyanın uluslararası bir güç tarafından yönetilmesidir.”
30 bin kişilik ordu kurup sınırımıza yerleştirme hamlesi bu gücün bölgeyi küçük parçalar hâlinde “Kanton Devletçikler”e bölme tezinin Suriye’deki uygulamasıdır.
Sudan'ı, BAE’yi, Mısır’ı, Libya’yı, Afganistan’ı, Irak’ı, Suriye’yi istediği kıvama getiren emperyalizmin düşüremediği tek kale Türkiye’dir. Gezi olayları, 17-19 Aralık saldırısı ve 15 Temmuz FETÖ darbe teşebbüsü Orta Doğu’da ABD görünümlü İsrail hâkimiyetine karşı çıkan Türkiye’yi, kontrol altına almak maksadıyla yapıldı. İran sınırından-Türkiye sınırını takip ederek Akdeniz’e ulaşacak Kuzey sınır kuşatması da, Türkiye’yi bölerek düşürmek için yeni planlarıydı ama Afrin operasyonu ile bu oyun bozuldu.
Türkiye’nin terk ettiği geleneksel “bekle gör” siyaseti ile sınırında PKK merkezli bir kantona seyirci kalması beklenemezdi. Afrin’e müdahale terörle mücadele kapsamının çok ötesinde ülke güvenliğinin tesisi, büyük bölünme teşebbüsünün engellenmesidir. Ülkelerin tamamen güvenlik hesaplaşmasına göre pozisyon almaya başlamaları tabiidir. Ama ABD’yi kendi müttefiklerinden parça koparmaya sevk eden onun emperyalist gücünden ziyade mağdurların acziyetidir.
Kuzey sınırımıza 30 bin kişilik bir kuşatma ordusu yerleştirip 5 bin tır dolusu silahla donatmak PKK/PYD ve DEAŞ’la ortak çalışan ABD’nin Türkiye’yi hedefe aldığının açık ilanıdır. Artık bu saatten sonra, Afrin operasyonunun nerede duracağı bu saldırganların takdiri değil, Türkiye’nin kendi güvenlik algısı ile ilgilidir.
Bölgedeki gelişmeler ittifaklar ve müttefiklerin pozisyonlarını yeniden belirlemeleri üzerinde etkili olacaktır. Mevcut yapı; terör örgütleri ile ortaklık, 15 Temmuz'da bizi içeriden vurmak isteyenlere hamilik yapan, müttefikleri taşımıyor. Muhtemelen haritalardan önce zaten çözülmüş olan bu sahte ittifaklar değişecek. Afrin operasyonu, Türkiye’nin siyaset gücünde yara açmaz aksine alanını ve etkinliğini güçlendirir. Aksini düşünmek geleceğimizi muhatapların insafına terk etmektir.
.
“Avcı” iken “Av” oldu
29 Ocak 2018 02:00
15 Temmuz başarısız darbe girişimi ile ABD Türkiye içindeki en önemli partnerini kaybetti ama hedefinden sapmış değil. Amacı terör örgütü DEAŞ’la mücadele maskesi arkasında PYD/YPG’ye sınır hattımız boyunca “Federal Suriye” devlet yapısı içinde, İsrail’in güvenliği ve geleceği için gerektiğinde kullanabileceği bir "Terör Devleti" kurmak. Barzani’yi kullanarak Kuzey Irak’ta kuramadıkları kantonu şimdi Kuzey Suriye’de devşirme yoluyla kurmak istiyor. Dolayısıyla İran sınırından Akdeniz’e kadar uzanan koridorda eğitip yerleştirdiği 30 bin PYD-YPG teröristine verdiği silahları geri toplamak gibi bir gayreti asla söz konusu olamaz.
ABD, DEAŞ ile mücadele yalanına devam ederken, sahadaki pratiğinin çok farklı işlediğini herkes görüyor. PYD/YPG üzerinden kontrol ettiği bölgede bir özerk bölge dayatmasıyla Suriye’yi kantonlara bölme peşinde. PKK’ya özerk bir alan tahsis ederken Türkiye’nin hemen sınırındaki bu hendeği görmezden gelmesini istiyor. Bu tehlikeli oyunun bölgeye barış getirmeyeceğini Türkiye’nin seyirci kalması durumunda daha büyük bir karmaşaya yol açacağını biliyor.
“Nil’den Fırat’a kadar uzanan Büyük İsrail rüyası”nın gerçekleşmesi için Neo-Con/Siyonist lobinin kurguladığı planda, Afrin merkezinde yoğunlaşacak meskûn mahal savaşında, Türkiye’ye ağır zayiat verdirerek içeride çıkacak bir kargaşanın içine taşımak istiyor. Çözüm sürecinde kazdıkları hendekleri hatırlayalım. Bekledikleri olmamış, hevesleri hendeklere gömülmüştü. Bu defa da, Türkiye’yi kuşatayım derken kendini her yandan kuşatılmış bir alanda karışıklıklarla boğuşurken bulacak, avcı iken av olacak!
Başkan Trump, Pentagon, Dışişleri Bakanlığı, CIA ve diğerleri her birinden sürekli farklı istikametlerde açıklamalar gelirken Türkiye’nin tavrı açık ve net. Cumhurbaşkanı Erdoğan her lisanda çok kolay anlaşılır bir açıklamada bulundu. Cumhurbaşkanının, “Bayrağını bize indirtme, yarın onları toplayıp sana vermeyelim. Söyle askerlerine o terör örgütünün işaretlerini söksünler, onları da o topraklara gömmeyelim” sözleri, ABD’nin muhatap olduğu yüzyılın en açık meydan okumasıdır. Bunun gereği olarak yapılan Afrin Operasyonu, muhtemelen ABD’nin tüm dünyada algısını, statüsünü değiştirecek önemde bir olaydır. Ama ne gariptir ki sömürge kafalı kimi aydınlarımızca büyük oyun hâlâ fark edilmiş değil.
Türkiye’nin kimseden icazet almadan olaya müdahil olması ABD’nin tek güç imparatorluğuna bugüne kadar karşı çıkmayan yeni güçlere de oyuna dâhil olma fırsatı verdi. Bu durum mevcut ittifakların tartışılmaya açılacağı anlamına gelir. ABD Neo-Conlar’ın güdümünde, İsrail’in güvenliği için bölgeyi çıkmaza sokarken kendisini çıkmazın içinde bulacak.
Bölgede kendi çıkarlarına bir düzen kurma yolunda PYD-YPG’yi desteklemekten vazgeçmeyecek ve taşeron olarak kullanmaya devam edecektir. Taşeron çapulcularla cepheye giderken “dönmemizi beklemeyin” diyen bir orduyu alt etmeyi bekleyen ABD cepheleri boşaldıkça daha fazlasını temin için kendi kamuoyunu ikna zorunda kalacak.
“Bizimle birlikte hareket etmezseniz sonuçlarına katlanırsınız” diye müttefiklerinin üzerine pitbull salarak gözdağı vermeyi alışkanlık hâline getiren ABD yönetiminin ödeyeceği ilk bedel kaçınılmaz olarak önce kendi kamuoyunda sonra tüm dünyada yalnız kalmak olacak. Barış sürecine katkı sağlaması beklenirken barışı dinamitleyen ABD’nin alacağı hasar müttefikleri tarafından terk edilmekten çok daha fazlası olacaktır...
.
ÖSO'dan neden nefret ediyorlar?
2 Şubat 2018 02:00
CHP yönetimi Afrin'de terörist PKK/PYD’ye karşı TSK ile birlikte mücadele veren ÖSO’ya yönelik bir saldırı başlattı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun önceki gün Zeytin Dalı Operasyonu’nun Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte yürütülmesini eleştirirken sarf ettiği “Ordumuzun kahramanlığını bir anlamda ÖSO’ya devretmeye çalışıyoruz. Niçin, kimdir ÖSO? Ordumuz orada mücadele ediyor. Ordu, ÖSO’nun arkasına neden gizlenir, hangi gerekçeyle gizlenir, biz bundan rahatsızız” demesi siyasi bir strateji olmaktan ziyade ÖSO’yu mücadelenin içinden dışarı atma hamlesi olarak değerlendiriliyor.
ESAD rejiminin şiddet kullanımına karşı Suriyeli muhalifler tarafından 2011’de kurulmuş olan "ÖSO” Özgür Suriye Ordusu rejim ordusundan ayrılmış subayların kurduğu bir askerî yapıdır. Daha sonra Suriyeli muhalif sivillerinde dâhil olduğu ÖSO çatısı altında irili ufaklı birçok Arap, Türkmen ve Kürt gruplar bulunuyor.
Suriye olaylarının içinde müdahil bulunan tüm devletler, ÖSO’yu tanıyıp, muhatap alırken bunun istisnası Suriye muhalefetini El Kaide yaftasıyla karalamak isteyen Esad rejimidir. Ne gariptir ki buna içeriden CHP katıldı.
Fırat Kalkanı operasyonunda büyük katkı sağlayan ÖSO, Zeytin Dalı Harekâtı çerçevesinde de Suriye topraklarının teröristlerden temizlenmesine yardımcı olmaktadır. Başarılı bir şekilde yürütülen Zeytin Dalı Harekâtına, bu harekâtı gerçekleştiren ordumuza tam da operasyonların en yoğun safhasına böylesine bir karalama kampanyaları yapmak kime ve neye hizmet ediyor?
TSK ile iş birliği içinde operasyona katkı sağlayan ÖSO aslında ABD ve Esad cephesini rahatsız etmektedir. Çünkü bu savaşın nihayetinde ABD, Suriye’nin bölünmesi ve ikinci İsrail’in kurulmasını hedefe koymuştur. Sıraya Türkiye’yi koyan bu saldırı, evvelemirde Türkiye’nin güvenliği için Afrin operasyonunu mecbur kıldı. Türkiye’nin Afrin sonrasında Menbiç’i sıraya koyması, işgalcilerin 911 kilometrelik güney sınırımızdaki “Kantonlar zinciri” hayalinin sonudur. Güvenliğimizle beraber bölgede PKK/PYD baskısının kırılmasıyla zorla göç ettirilen Suriyelilerin evlerine dönüşü de bu operasyonların başarısı ile mümkündür.
İşte ortaya atılan CHP'nin küfürbaz bir vekilinin “O… çocukları" diye hakaret yağdırdığı ÖSO sadece bize sığınmış 3,5 milyon Suriyeli mültecinin evine dönmesini sağlamak, bölgeyi teröristlerden temizlemek için cephede TSK ile aynı saflarda savaşanlardır.
CHP’nin milyonlarca Suriyeli yurtlarından sürülürken, sınır kapılarına varmadan yollarda katledilirken, Akdeniz’in sularında salkım saçak boğulurken onları böylesine katleden canilere karşı sarf edilmiş tek bir sözleri var mıdır? Niçin Türk ordusuna karşı terör eylemleri yapanlara karşı "it sürüleri" demiyor da, Türk Ordusunun yanında PKK'ya karşı canını ortaya koyarak mücadele eden ÖSO’ya bunu diyor?
MHP lideri Sayın Devlet Bahçeli’nin "Zeytin Dalı Harekâtını akıllarınca sulandıracaklar ya, bir bakıyorsunuz ÖSO'ya kulp takıyorlar, bir bakıyorsunuz mücadeleyi kötülemek için hayal mahsulü iddialara bel bağlıyorlar. CHP, uçurumdan yuvarlanmak için hazırlığı yapmış, geri sayım düğmesine basmıştır. Yazık ki yazık!" ifadeleri bu travmayı tam da tarif ediyor.
Bu yaşadıklarımız savaşın cephe gerisinde “psikolojik bir alana” da sıçrama alametidir. Maksat, Afrin’in elden çıkmasına mâni olamayan işgalcilerin Menbiç’i kaybetmemek için içeriden psikolojik barikatlar kurarak Türkiye’nin ilerlemesini engellemek. Çünkü güneyimizden sarmalanan terör kuşağının kırılma noktası “Menbiç” olacaktır.
.
ABD dünyayı kendi evi zannediyor…
5 Şubat 2018 02:00
İnsanlar gibi ülkelerin hayatı da sürprizlerle dolu. Genellikle de zor zamanlarda yaşanır. İşgalciler, zorbalar ve fırsatçılar için beslenme zamanıdır. Anlatacağım olayı bizzat yaşayan anlattı:
“Deprem akşam 19.20'de oldu. Hayatta kalanlar, bütün gece enkaz altından ölü ve yaralı çıkarmak için mücadele verdi. Gün doğarken yorgunluktan bitap düşmüş çoğu insan varsa araçlarında yoksa duvar diplerine sığındılar. Üç katlı ağır hasarlı bir apartmanın önünde ise yakın yanaşmış bir kamyonete dairedeki eşyalar taşınıp istifleniyordu. İlk görenler vatandaşın can havliyle deprem bölgesinden göç ettiğini zannetti. Oysa durum farklıydı ve evin gerçek sahibinin ortaya çıkmasıyla anlaşıldı. Kapı pencereyi açık ve dağılmış gören zorba hırsız fırsatı değerlendirmiş ancak malını kaybetse de aklını kaybetmemiş komşular tarafından yakayı ele vermişti. Zorba, sıkıştırılınca çok basit bir savunma yaptı: Bu hengamede akıl mı kaldı canım, bizim ev zannetmiştim!..”
Suriye’de suçüstü yakalanan ABD’nin durumu aynıdır. ABD dünyayı kendi evi zannediyor. Fırat’ın batısında PKK/PYD’nin elindeki Menbiç’te ne arıyor? Önce bölgeyi Arap ve Türkmenlere tehcir uygulayarak boşaltmakta ardından burayı kendi garnizonuna dönüştürmektedir. Bunları yaparken de tüm işgallerinde olduğu gibi hiçbir hukuki veya ahlaki gerekçeye sığınma lüzumu hissetmemektedir. Çünkü zorba buna gerek duymuyor, ben yaptım oldu diyor.
Kadir Has Üniversitesinin 11 Aralık 2017-7 Ocak 2018 tarihleri arasında AKADEMETRE şirketi tarafından gerçekleştirilen saha araştırmasında; Rusya yüzde 30,5 ile Türkiye’nin dostu ve müttefiki olarak değerlendirilmiş. Listeye yüzde 15,4 ile giren ABD ise Türkiye’ye yönelik en büyük tehdit olarak gözüküyor ve bu görüntü kamuoyundaki algıyla bire bir örtüşüyor.
Müttefik (!) ABD’nin bu tepetaklak gidişi kamuoyunun kendilerini “anormal” şartlarda hissettiklerinden mi kaynaklanıyor? Bazılarının bu sonucu “dışarıdaki sıkışmışlık yüzünden kendini sorumlu tutan dindar muhafazakârların Batı komploculuğuna meyletmesi” ile açıklamak ABD’nin yüzündeki çamuru aklama kompleksidir.
Aklamaya çalıştıkları ülke Orta Doğu üzerindeki tecavüzlerine gerekçe uydurmak için 11 Eylül saldırılarını kendi içinden uygulamış, nükleer silah üretiyor bahanesi ile Irak’ı tarumar etmiş, İsrail’e hizmetkârlık yapsın diye kanton devletçiklere bölmek için Suriye’ye gelip çöreklenmiş bir zorbadır.
ABD, Suriye savaşını Türkiye’yi parçalama planına yol açmak için çıkartmıştı. Ama bu plan FETÖ darbe girişiminin engellenmesi ile kırılmış, Türkiye’yi içeriden teslim alma hesapları bozulmuştu. Millî irade darbe girişimini engelleyince hevesleri kursaklarında kaldı.
Aynı hayal kırıklıklarını bugün Afrin operasyonu ile başlayan süreçte yaşıyorlar. Sırada Menbiç olduğu için ABD’den her gün sert açıklamalar geliyor. Asıl şaşırtıcı olan ise onlardan ziyade içeridekilerin Türkiye’nin yaşadığı büyük dönüşümü hafife almaları. Türkiye’nin içeride ve dışarıda verdiği mücadelenin mahiyetini küçümsedi, büyük dönüşümü kavrayamadılar.
Türkiye büyük bir hedef ortaya koydu ve bunu dünya kamuoyuna deklare etti. Türkiye’nin açık planı, Afrin ve Menbiç ile sınırlı kalmayan Akdeniz’den İran sınırına kadar uzanan bir güvenlik kuşağı kurmaktır.
Bu Türkiye’nin varlığını, sınırlarını, bütünlüğünü koruma mücadelesidir. Bu mücadelede, Afrin’de, Menbiç’te, sonrasında İran sınırına kadar uzanan bir kuşakta PKK, PYD ve DEAŞ’la değil ABD ile hesaplaşıyoruz. ABD bu savaşı 15 Temmuz’da kaybetti. 15 Temmuz saldırısı ile iç savaş çıkartıp paramparça edemedikleri Türkiye’ye sınırlarımızdan yükleniyorlar. ABD, Türkiye için artık güvenilir bir ülke değildir. ABD’nin Suriye macerası, Yeni Kıtada, Pasifikte, Asya’da, Orta Doğu’da hiçbir sözünü, hiçbir taahhüdünü yerine getirmeyen tamamen güce dayalı saldırganlığının sonunun başlangıcı olacaktır.
.
Sömürgecileri anladık da, içeridekilere ne oluyor?
9 Şubat 2018 02:00
Bugün etrafımızdaki kuşatmaya karşı verdiğimiz uzun soluklu istiklal ve istikbal mücadelesi Amerikalıların 4.500 tır dolusu silahı terör örgütlerine vermesi ile başlamadı. Türkiye’ye diz çöktürmek isteyen, emperyalizmin yüz yıldır içerideki kuşatmasına karşı verilen savaş nihayetinde sınır dışında omuz omuza verilen bir çatışmaya, bir yol ayrımına geldi dayandı. Dışarıda, sınırlarımızda “Mehmet’in verdiği savaş”ın sonucunu içerideki yerli emperyalistlere karşı verilen mücadele etkili olacaktır.
Dünyanın her köşesinde bütün Müslümanlar Türkiye için dua ederken, bir partinin genel başkan yardımcısı, bir meslek kuruluşunun yönetim kurulu, bir medyanın sözde çokbilmiş yazarı, müdahalenin bir mecburiyet değil siyasi bir yatırım olduğunu, Mehmetçik'le omuz omuza savaşan Özgür Suriye Ordusu ÖSO’nun terör örgütü olduğunu söyleyebiliyor.
Önceki gün Prof. Dr. İlber Ortaylı bir soruya karşılık “ABD bölgede bundan sonra ne yapacağı hususunda kendi çıkarları açısından İngilizleri dinlerse kârlı çıkar. Zira kendi kafası karışık" demişti. Ortaylı’nın bu tespiti tarihî perspektiften hem içinde bulunduğumuz bu durumu anlamak hem gelecek açısından önemli ipuçları vermektedir.
1880-1883 yılları arasında Hindistan Maliye Bakanlığı görevinde bulunan Lord Cromer’in Büyük Britanya tarafından kurulan sömürge sisteminin ilanihaye devam etmesini sağlamak üzere sunduğu “yerli memurların yetiştirilmesi” teklifi büyük bir başarıyla uygulanmıştı. İzlenen yol, Lord Cromer’in 1913 yılında yayınlanan “Political and Literary Essays” isimli kitabında yer alıyor.
Özetle “Büyük Britanya Devleti, prensiplerine bağlı kalarak, böylesine geniş bir imparatorluğu nasıl idare edebilir? Tabiatı ile yerli dünyasını çok iyi tanıyan ve aynı zamanda bir İngiliz gibi hareket edebilen Yerli Memurlar yetiştirmek ve onlara güvenmek zorunda kalacaktır. Bu kişiler Londra’dan emir alacaklardır. Ancak, bu kişilerin ilk amacı yerlilerin çıkarını korumaktır. Daha sonra bu çıkarlar İmparatorluğun çıkarları ile aynı hizada tutulmalıdır. Çünkü bir makinenin çeşitli parçaları arasındaki ahenkli çalışma düzeninden sadece merkez sorumludur.”
Edward Said, Cromer’in bu şekilde konuşmasının altında yatan ana fikri bulup çıkarmanın, zor olmadığını belirtmektedir.
“Cromer Batı’da oturan fakat Doğu’ya doğru uzanan büyük bir makinenin başını çekmektedir. Bu makine merkezden yönetilmekte, fakat bu yönetim makinenin bedenine bağlı kalmaktadır. Makinenin kollan ona Doğu’dan yiyecek maddesi olarak insan kanı, maddî zenginlik daha bilmem ne taşımakta, bu gelen gıda ise o makineye daha fazla güç, daha fazla enerji sağlamaktadır. Bütün bunlar merkezin otoritesini güçlendirmeye yaramaktadır. “Yerli çıkarlar” oryantalistlerin özel çıkarlarıdır. “Merkez otoritesi” ise bütünü ile imparatorluk ailesinin genel çıkarlarıdır.”
Evet, Fırat Kalkanı ile kurtarılan bölgeler, harabeye dönen Suriye’de birer vaha gibi yeşerdi. Bu durumun niçin emperyalistlerin hoşuna gitmediğini anlamak mümkün de içeridekilere ne oluyor? Bu mücadelede devletin yanında olmak her Türk vatandaşının görevidir. Maruz kaldığımız saldırı, Türkiye’yi bölmeye dönüktür. Yüz yıllık bu kuşatmayı kırmak için verilen mücadeleye destek olmayanlar, bugün Afrin’den, Menbiç’ten, İdlib’den gelen çığlıkları duymuyor musunuz?
Endülüs Mersiyesinden alıntı aşağıdaki satırları “Endülüs” yerine daha dün zehirli gazla vurulan “İdlib” koyup da okuyun bakalım vicdanınız ne diyecek “Eğer o yüreklerde İslâm’dan ve imandan bir eser varsa"
Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz meflûç mu?
Ölen çocuk, esir kadın, ufuklara bakıp bizden,
İmdat ummuş beklemişti, son ana dek, hiç düşündünüz mü bunu?
Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken,
Siz Müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, hâlinden memnun ve haz maymunu
.
Telefon kulübesine sıkışmış fil
12 Şubat 2018 02:00
Türkiye’nin Afrin müdahalesi ile Suriye’de dâhil olduğu oyunda Sayın Cumhurbaşkanının Vatikan ziyaretinde gösterdiği kararlılık ABD’ye Suriye planında tadilat yaptıracak. Yapılan ziyaretler de muhtemelen yeni pazarlık alanı arayışıdır.
ABD planında nasıl tadilat yapacak? telefon kulübesine sıkışmış fil gibi. Bu plan hakkında 7 Ağustos 2003 yılında “The Washington Post” gazetesinde yayınlanan Condoleezza Rice’a ait makale "Orta Doğu'da 22 ülkenin sınırları değişecek, buna Türkiye de dâhil" ifadesiyle başlayan analizleri niyetlerini açık ediyor.
22 ülke ve toplamda 300 milyonluk bir nüfusa sahip olan Orta Doğu’nun, 40 milyon nüfuslu İspanya'dan daha düşük bir toplam gayrisafi yurt içi hasılaya sahip olduğunu vurgulayan Rice “Bu bölge, Arap aydınların politik ve ekonomik bir “özgürlük eksikliği” diye adlandırdığı şeyler dolayısıyla geri kalmaktadır. Onlarca yıldır devam eden umutsuzluk duygusu, insanlara üniversitelerini, kariyerlerini ve ailelerini dahi bir kenara bıraktıracak nefret ideolojileri için verimli bir temel oluşturmakta ve bunların yerine yanlarında olabildiğince çok fazla masum canı da götürerek kendilerini patlatmayı tercih ettirmektedir. Tüm bu faktörler, bölgenin istikrarsızlığı için ana sebepler olmakla birlikte, Amerika'nın güvenliğine de sürekli bir tehdit oluşturmaktadır.” ifadelerini kullanıyor.
Rice; Fırat-Dicle arasına yerleştirmek istedikleri “Butik Kürdistan”dan hiç söz etmese de güç zehirlenmesi ile gevşeyen çoğu politikacı Afganistan işgalinde direnişi mücahit örgütler üzerinden uygulayan ABD’nin Suriye operasyonunda da PKK/PYD ile ittifaklarındaki gerçek niyetlerini ortaya dökmekteler.
ABD eski Başkanı Carter’ın Güvenlik Baş Danışmanı Zbigniew Brezezinski’nin 15 Ocak 1998 tarihinde Alexander Cockburn ve Jeffrey St. Clair’in yaptığı mülakatta şu cevapları vermiştir:
Afganistan’daki mücahit gruplara askerî yardımlarınızın Sovyet işgalinden 6 ay önce başladığı söyleniyor. Bu doğru mu? Brezezinski, “Evet. Resmî tarihimiz, CIA’nın mücahitlere yardımının 1980’lerde başladığını yazmaktadır fakat gerçek, yardımın Başkan’ın 3 Temmuz 1979’da imzaladığı talimat ile başladığıdır. Bunu, işbaşındaki Sovyet yanlısı hükûmeti devirmek için yaptık ve yardım başlatmamızın kısa sürede bir Sovyet işgaline yol açabileceğini Başkan Carter’a söyledim.”
Soru: Bunu biliyordunuz ve başlattınız, devamında işgal geldi ve bu kez açıktan yardımı yaptınız. İşgale neden olmaktan, bu planınızla geleceğin radikal terör gruplarına yol vermiş olmaktan dolayı bir pişmanlık yaşıyor musunuz? Brezezinski, “Neden pişman olayım. Yaptığımız iş Sovyetleri Afganistan’a çekti, Carter’a, “nihayet Sovyetleri kendi Vietnam savaşlarına çektik” dedim. Zaten 10 yıl savaştılar ve dağıldılar.
Soru: Yani, pişman değilsiniz... Brezezinski: “Dünya tarihi açısından hangisi önemlidir? Sovyetler’in dağılması mı, Taliban mı? Bazı Müslümanların ortaya dökülmesi mi, Orta ve Doğu Avrupa’nın özgürleşmesi mi?”
Suriye’de yaşananları kendi güvenlikleri için sürekli bir tehdit oluşturduğunu iddia eden ABD’nin, Türkiye’nin kendi sınırında 30 kilometre derinliğinde güvenlik koridoru oluşturma operasyonunu sınırlı tutma telkini ve 5 bin tır silahla güçlendirdiği terör guruplarını üzerimize salarak engelleme gayretinin karşılığı yoktur. Dicle-Fırat arasındaki mücadele azmanlaşmış kapitalizmin zaferi değil sonudur.
Bölgeyi işgal hesapları 15 Temmuz darbe girişiminin engellenmesi ile bozuldu ve yüz yıllık planları makas değiştirdi. Ne var ki telefon kulübesinde sıkışmış fil kendine hareket alanı bulamıyor…
.
Böyle gelecekseniz bir daha gelmeyin!
16 Şubat 2018 02:00
Askerî tehdit, diplomatik ilişkilerin kesilmesi, vize yasağı, ekonomik abluka, artık bunların hiçbiri Türkiye’ye karşı tutmuyor. Müttefik ya da değil, Türkiye’ye rol biçenlere karşı alttan alma politikası yerine “böyle gelecekseniz bir daha gelmeyin” deniliyor.
Pas tutmuş reflekslerin harekete geçmesi için bazen ağır tehditler işe yarar. Güney sınırlarımızda ne kadar çapulcu varsa tamamını temsil eden bir terör ordusu ile yapılan kuşatma bardağı taşırdı. Son yüzyılın “alttan alma-teslimiyetçilik” esasına dayalı dış politika ABD süt tozu ile besleme yıllarından kalma alışkanlıktı. Bugün geçmişte Sovyet tehdidi ile tutunduğumuz NATO’nun kendisi tehdit oluverdi ve bildiğimiz bütün doğrular tartışılır hâle geldi.
Biz bu tartışmaya/didişmeye, kendine gelme, ayakları üzerinde durma, bağımsız olma diyoruz ama karşı taraf mutlu değil. Neo-con yazarlar “Türkiye kontrolden çıktı… ABD için bunu söylemenin zamanı, ABD dış politikasında sertleşme zamanı” diye yazıyorlarmış…
ABD ve AB ve cümle sömürgecilerin biçtiği role itiraz edebilmek, karşı durabilmek için daha önce yapılması gerekenler var. Eğer başkalarının sana biçtiği rolden memnun değilsen, başkasının planının parçası olmak istemiyorsan o zaman kendi planını yazarsın.
Önce; bir iddian olacak, bir asırdır keşfedilmeyi bekleyen muazzam bir medeniyet birikimi ile genç nesil arasındaki engelleri önce zihinde sonra sahada açacaksın. Dünya Osmanlı üzerine kafa yorarken, Osmanlı’yı araştırırken, biz, sözüm ona Osmanlı’nın çocukları Osmanlı’yı aşağılayıp durduk bir asırdır! Yusuf Kaplan “Böyle bir felâketi, böyle bir intiharı çağımızda bizden başka ikinci bir toplum yaşamadı” diyor. Biz sırtımızı dönsek de Kültür ve medeniyetimiz bizi terk etmedi. Daha kıyısından köşesinden Osmanlı dediydik, içeriden yaygara başladı “Türkiye kontrolden çıktı” diyorlar...
Sonra, saldırgana borçlu kalmayacaksın. Ticaret yapılacaksa iki eşit taraf pazarda el tutmalı. Geç de olsa bunu iyi anladık. Tabii kolay değil yanık süt tozu bağışlarından pazarlık masasına geçiş. İlk dillendiren de 1996 yılında ABD ziyaretinde ABD Başkanına "Sizden para istemeye gelmedim, sizinle ticaret yapmaya geldim” diyen dönemin Başbakanı merhum Turgut Özal olmuştu. Muhtemelen Türk şirketlerinin yönetim kurullarına yönetici atayan eski IMF memurları da Özal’ın bu çıkışı ile başlayan ve bugün kendisine kredi açan Türkiye’ye karşı “Türkiye kontrolden çıktı” diyorlar...
Daha sonra; kendi savunma sanayisini kuracaksın. Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta partisinin grup toplantısında Savunma Sanayii Müsteşarlığı'nın son toplantısında alınan karar hakkında yaptığı konuşmada "Savunma sanayi üretimimizi belirli bir düzeye getirmemiş olsaydık şu anda ne hâlde bulunurduk. Açıkçası bunu düşünmek bile istemiyoruz. Son toplantıda şu kararı aldık. Ülkemizde tasarlanabilecek, üretilebilecek, geliştirilebilecek hiçbir ürünü, yazılımı, sistemi, acil durumlar haricinde kesinlikle dışarıdan hazır olarak almayacağız" demişti.
Türkiye’nin gücündeki bu büyük diriliş hamlesi, geri dönülmez değişim; iddialarını ve bölgedeki sorumluluğunu da büyütmüştür. Rollerdeki ve güçlerdeki bu değişimin rahatsız ettiği ABD’nin azmanlaşmış gücü, bölgede ayar tutamayacaktır; çünkü kibir ahmaklıktır!
Afrin, büyük hesaplaşmaya açılan küçük bir kapıdır ama kimse unutmasın büyük salonlara da küçük kapılardan girilir.
.
Menbiç’in kapısı yol ayrımı…
19 Şubat 2018 02:00
Suriye’de tüm taraflar ülkenin terör tehditlerinden arındırılarak tek parça olarak muhafaza edilmesi için çalıştıklarını söylese de sahada farklı bir maksada hizmet ediyorlar. Özellikle ABD’nin 30 yıldır ülkemizi hedef alan eli kanlı terör örgütüne eğitim ve donanım vermesi karşısında Türkiye kamuoyu haklı olarak “Bir müttefikimiz düşmanımızı nasıl destekleyebilir?" sorusuna cevap arıyor. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Türkiye ziyaretinin ardından yapılan açıklamada bu soruya ikna edici bir cevap çıkmadı.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Rex Tillerson’ın Türkiye ziyaretinin ardından Daily Sabah’ta yayınlanan makalesinde Türkiye’nin Zeytin Dalı Harekâtı ile Afrin’de yapmaya çalıştığını “ABD, PYD/YPG’den uzaklaşma sürecine girmeli ve bu örgütleri Menbiç’ten çıkararak Fırat’ın doğusuna göndermeli. Türkiye ve ABD güçleri, yerel halkla iş birliği içerisinde Menbiç bölgesinin güvenliğini sağlayabilir. Zaten bu model Cerablus-Çobanbey bölgesinde işliyor” diyerek özetledi. Herkesin anlayabileceği netlikte bir açıklama, bunlar Rex Tillerson’a görüşmelerde elbette ki söylendi.
ABD’nin yeni planı ise Türkiye’yi gevşetme. Oysa Türkiye son otuz yıldır güneyinden bir parça koparmak niyetiyle yapılan her türlü saldırıların daha şekil almış irileşmiş kolay hedef hâline gelmiş müsebbiplerini bitirme mücadelesinde sonuna kadar gitmekte kararlı. Bunun durdurulması, askıya alınması vazgeçilmesi söz konusu olamaz. Buna mukabil Türkiye’nin maruz kaldığı bu tehditleri durdurmak için böyle güçlü bir irade ile karşı harekete geçmesini beklemeyen ABD ve İsrail, şaşkınlık yaşasa da günübirlik hesaplar içinde değil. Suriye’deki bu yangını içeri sıçratarak Nil’den-Fırat’a uzanan bir köklü projeden vazgeçemezler.
Türkiye’nin savunmasının gereği olarak başlattığı operasyonlardan beklentisi “Güney sınırında PKK/YPG merkezli garnizon bir devlete asla müsaade etmemek” olarak açıkça müttefik olan ve olmayanlara daha önce de defalarca deklare edilmiş. Bunun temini, bölgede YPG’nin tasfiye edilerek, PKK’ya verilen silahların geri toplanması ve bu terör örgütlerine verilen müttefik(!) desteğinin kesilmesidir.
Tam da Türkiye ve ABD’nin Menbiç’te karşı karşıya gelme riskinin zirve yaptığı bu safhada “stratejik ortak” ABD’nin Dışişleri Bakanı Rex Tillerson Ankara ziyaretini yaptı. Hayli uzun süren görüşmelerden Türkiye’nin açık beklentilerini karşılayacak bir sonuç çıkmadı. Açıklamalar, "İhtilafları aşmak için bir mekanizma oluşturma ve karşılıklı müzakere etme üzerinde mutabık kalındığı” yönünde.
“İlişkileri normalleştirme mekanizması” denilen bu acil servis Türkiye’nin sınırındaki terör koridorunun buharlaşmasına, milyonlarca mültecinin vatanları dışında bir sığınak bulmasına bizim bilmediğimiz bir çözüm mü üretecek? ABD’nin terör örgütlerine verdiği beş bin tır dolusu silahı bu komisyon mu toplayacak?
Komisyonun ABD kanadında müzakere sınırları zaten belli. Ankara’ya gelirken, “Biz PYD’ye ağır silah vermedik, geri alacak bir şey yok” demekle kalmayıp, SDG’ye (PKK-YPG) desteğe devam edeceğiz diyen Rex Tillerson hudutları belirlemiş. Tillerson’ın bu ziyareti ABD ile yeni bir dönem başladığını göstermiyor.
ABD ile yeni dönem Afrin operasyonu ile zaten başladı. Kırılma noktası ise mayıs ayında tamamlanması beklenen operasyonun yönünü Menbiç’e çevirmesi ile başlayacak. Eğer ABD bu tarihe kadar “PYD’yi çıkaracağız” sözünü yerine getirirse müttefiklik ilişkilerinin devamı mümkün olabilir. “Biz PYD’ye ağır silah vermedik, geri alacak bir şey yok, SDG’ye (PKK-YPG) desteğe devam edeceğiz” diyenlerden bunu beklemek ne kadar gerçektir?
Menbiç’in kapısı, devletleri içeriden terör örgütleri kurup hırpalayarak, dışarıdan işgal etmeyi meslek hâline getiren ABD için yol ayrımı olacak. Bu tecavüzden ve kandan geçinmenin ilanihaye devam etmesi zaten mümkün değildir.
Artık bütün dünyanın kabul ettiği gerçek şu ki; sabrı tükenen sadece Türkiye değil bütün dünyadır
.
Bir dünyayı değiştirmek
23 Şubat 2018 02:00
Geçtiğimiz hafta, Erzincan Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü olarak yürütülen “Rol Model Aile Projesi” kapsamında koruma altındaki çocuklar ve koruyucu ailelerle bir araya geldik. Koruyucu aile desteğinin sürekliliği ve arzu edilen sonuçlara ulaşması toplumsal destekle mümkün.
Duygusallığı yüksek bir ortamda çocuklarımız ve ailelerimizin geleceği hakkında konuştuk.
Her çocuk; yetenekli, değerlere bağlı ve ahlaklı olarak hayata merhaba der. Hepimiz, sadece yükseklikten ve yüksek sesten korkan, aç ve çıplak insanlar olarak dünyayla tanışırız. Sonra adına “aile” dediğimiz bir “kuvöz” içinde korumaya alınırız. Bu uzunca süren koruma dönemleri eşyayı, olayları tanıdıkça yerini daha toleranslı bir sürece bırakır. Gelecekte karşılaşacağımız tehlikeleri bertaraf etme yeteneğimiz, aile ve yakın çevreden alacağımız adına “terbiye” dediğimiz aile eğitimi ile yakından ilgilidir.
Aile ortamında yetişen bizler, büyük anne ve babalarımızın olduğu evler, ağırbaşlı komşular, gri takım elbiseli her öğrencisini ailesinden bir fert olarak kabul eden öğretmenlerin bulunduğu okullarda büyüdük. Evlerde TV yoktu ama büyükanne ve büyükbabalar vardı. Ebeveynler çocuklarını itaatkâr, değerlere bağlı, iyi ahlaklı olarak bugünkünden daha güvenli olduğuna inandığımız bir dünyaya hazırladı. Bu insanlar bize hayatta en önemli şeylerin değerlere bağlılık, aile, dürüstlük, çalışkanlık, vefa, sadakat, başkalarına saygı olduğunu söylerdi.
Bugünkü dünya ise değerlerin arkada kaldığı, büyükbabaların, büyükannelerin yerine kablolu TV’lerin aldığı, duygusal bağların sosyal saldırılar yüzünden parçalandığı, paylaşmayı reddeden, ben merkezli, seküler karmaşık bir dünyadır.
Yalnızlık kara bir delik gibi insanları yutuyor. Çocuklar ve gençler için alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, sanal medya köleliği, eşler için boşanma, yetişkinler için arkadan gelenlerin endişesi bugünkü dünyanın gerçeğidir. Teknolojinin sağladığı daha iyi sağlık, eğitim, haberleşme fırsatları bu endişeyi yok etmiyor.
Her türlü ihtiyacın karşılandığı modern siteler kuruyor ama kendimizi güvende hissetmek için bu sitelerin etrafını yüksek koruma duvarları ile örüp kapılara çeşitli güvenlik tedbirleri alıyoruz. Kendimizi güvende hissettiğimiz kolonimizden ertesi sabah baş ağrısı ve endişe ile uyanıp ebeveynler iş yerine, çocuklar okullarına gitmek üzere dağılıyoruz. Gün boyu herkes bulunduğu yerden cep telefonu ile birbirini birkaç defa yoklayarak kendimizi rahatlatıyoruz.
Gerçek bu! Etrafımıza duvar öremeyiz ama aile merkezli bir güvenlik ağını oluşturabilir ve bu ağı büyütebiliriz.
"Rol Model Yol Arkadaşlığı Projesi"nin dünyayı değiştirmek gibi bir iddiası yok ama “bir dünyayı değiştirmek” iddiası var. Kurumsal kimlikler nedeniyle yeterince karşılanamayan “ailelerin verdiği sıcaklığa” gönüllü ailelerin desteğiyle ulaşılmaya çalışılıyor, çokta güzel fark edilir sonuçlar alınıyor.
Sokakta fırtınalar sert esiyor, baştan çıkarıcı ayartılar genç nesli esir alıyor. Temelleri yitirmenin önündeki fikrî, kültürel, sosyal ve ahlâkî duvar aile içinde inşa edilir.
Hepimizin ve her yaşın böyle bir ailenin koruyucu kanatlarına sığınma ihtiyacı var. Merhum Enver Ören “İyilerin arasında bulunmak en iyi iştir. Kötülerin arasında bulunmak en kötü iştir” demişti. Her çocuk bir aile ortamında ve iyilerin arasında bulunmayı hak ediyor, hepimizin ana vatanı çocukluğumuz. Barınmaya ve korunmaya muhtaç çocuklara refakat eden ailelerin iş birliğinde Erzincan Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü "Rol Model Aile Projesi” ile üst seviye bir sorumluluğun gereğini yerine getiriyor. Umarız bu çalışma bütün ülkede yaygınlaşıyor. Yoksa.. sokak çocuğu ne demek?...
.
Bir gönül adamı: Prof. Dr. Ayhan Songar
26 Şubat 2018 02:00
Psikiyatri dalında dünyanın sayılı isimlerinden olan Prof. Dr. Ayhan Songar, ölümünün 21. yılında önceki gün İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü tarafından düzenlenen programla ve Türk Edebiyatı Vakfı’nda Vefa Sohbetleri kapsamında düzenlenen “Bir Gönül Adamı: Prof. Dr. Ayhan Songar” başlıklı etkinliklerde anıldı.
Yıllarca Yeşilay Genel Başkanlığı yapan, ömrünü içki ve uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklarla mücadeleye vakfeden Ayhan Songar Hoca’nın, vefatına kadar Türkiye gazetesi ve çeşitli dergilerdeki yazıları ve röportajları ile ülke gündeminde belirli ağırlığı vardı.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı‘nın kurdu ve 34 yıl kürsünün ve Adli Tıp Kurumu Gözlem İhtisas Dairesi’nin başkanlığını yaptı. Türkiye'de çağdaş psikiyatrinin de kurucuları arasında yer alan Songar, aynı zamanda Aydınlar Ocağı ile Türkiye Milli Kültür Vakfı genel başkanlıklarında bulundu. Mesleki kitapların yanı sıra kültür ve sanat alanında da eserler ve 26 kitabı bulunan Ayhan Songar, 1997 yılında vefat etmişti.
İnce ruhlu ve sanatkâr bir kişiliğe sahip, hat sanatına düşkün Hocanın bir yönü de fotoğrafçılığıydı. Bu kadar yoğun ve farklı çalışmaya nasıl zaman ayırabildiğini kendisiyle yapılan bir röportajda, şöyle anlatmıştı:
“Ben günde 20 saat çalışıyorum. Her gün sabah 08.30’da evden çıkarım. Bir gün hastaneye gelirim, bir gün de Adli Tıp’a giderim. Öğleden sonra da muayenehanem var. Gece saat 1’de filan işim biter. Eve gelirim, gazete için yazımı yazarım. Saat 2 veya 4 olur; yatarım. Pazartesi, salı, perşembe, cuma böyle, vakti iyi değerlendirmek lâzım. Bu dört gün devamlı çalışırım. Görüyorsunuz, bir saniye boş değilim burada. Gece yarısına kadar böyle geçer. Ama çarşamba günleri öğleden sonra ve cumartesi ve pazar günleri boşum. Mutlaka kendi aileme vakit ayırırım..."
Fikir, düşünce ve gönül adamı Prof. Dr. Ayhan Songar ile tanışmamız bir felaket gecesi saat 00.02 sıralarında telefonla oldu. 13 Mart 1992 depremi gecesi araç telefonu ile İstanbul’da gazete yazı işlerinden ulaştı. Dışarıdaki herkesten daha fazla ilgi duyduğu Erzincan’ın deprem sonuçlarını merak ediyordu.
Bu ilgisi 1956’da psikiyatri doçenti olduktan sonra, Sıhhiye Yedek Subay Okulu’nu 43/46 dönem birincisi olarak bitirip 1958’de askerlik hizmeti sebebiyle Erzincan Askerî Hastanesine Asabiye Mütehassısı olarak atanması ve Erzincan’da görev yapması nedeniyledir...
Gece telefonda uzun yıllar geçmesine rağmen bana askerlik yıllardaki dostlarından sordu, onları ziyaret edip akıbetleri hakkında kendisine bilgi vermem için isimlerini tek tek yazdırdı, acil ihtiyaçları için yardımcı olunmasını istedi. Müteakip günlerde de ilk fırsatta kendisini ziyaret ederek tanışma fırsatı buldum. 1958 yılı Erzincan’ından hatıralarını anlatırken salonda Necip Fazıl’ın herkesin iyi bildiği siyah beyaz fotoğrafının orijinali dikkatimi çekti. Üzerinde Necip Fazıl’ın “Ruhumun fotoğrafını çeken Ayhan’ıma” notu ve imzası bulunan fotoğrafla ilgili olarak “Bu fotoğraftaki notu yazınca Üstada 'Üstadım, ruhun da zift gibiymiş...' deyince öyle bir cevap verdi ki...” diyerek tebessüm etti. Bütün ısrarlarımıza rağmen üstadın cevabını söylemedi ve kendisinde saklı kaldı.
Arkasında bu kadar yoğun emek, eser ve öğrenci bırakan Ayhan Songar’dan bize kalan şu sözleri oldu:
“Vicdanım rahat. Allah’tan başka kimseye veremeyecek hesabım yok. İçim rahat. Yaptığım işlerin hiçbirisinde arka plân, ön hesap yoktur. Hayatımda kimseye kötülük etmedim...”
.https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/hikmet-koksal?keyword=2&p=25
.
|
Bugün 339 ziyaretçi (410 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|