......
.Tarihin yorumu
Hayatı med–cezirle geçti: Ali Fethi Okyar
Asker kökenli olup muhafızlık, komutanlık, elçilik, bakanlık, başbakanlık ve Meclis başkanlığı da yapmış olan Ali Fethi Okyar, 7 Mayıs 1943'te İstanbul'da öldü. Mezarı, Zincirlikuyu'da.
Ali Fethi Beyin en önemli özelliklerinden biri de, M. Kemal ile olan yakınlığı, hemfikirliği ve benzerlik gösteren muhtelif makamlardaki çalışmalarıdır.
Bu hususları, satır başlarıyla da olsa şu şekilde sıralamak mümkün:
* Ali Fethi Bey, 1881 Makedonya doğumlu.
* Harbiye Mektebi'ne girdi, buradan teğmen rütbesiyle mezun olduktan bir müddet sonra, Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Selanik'teki 3. Ordu'da görev aldı.
* Yine Selanik'te iken, gizli bir cemiyet olan İttihat ve Terakkiye katıldı.
* 1908'de Meşrûtiyet'in ilânıyla birlikte, binbaşı rütbesiyle Selanik Jandarma Subay Okulu komutanlığına atandı.
* Sultan Abdülhamid'in sürgün edldiği Selanik'teki Alatini Köşkünde güvenlikten sorumlu komutan oldu.
* 1911'de M. Kemal'in de içinde bulunduğu subaylarla birlikte Trablusgarb'a gitti.
*1912'de yapılan seçimlerde Manastır mebusu oldu. Meclis'in feshedilmesi üzerine tekrar orduya döndü.
* Hemen ardından (1913), Sofya elçisi oldu. Aynı dönemde Sofya'da askerî ataşe görevinde bulunan Mustafa Kemal'le olan dostluğu daha da pekişti.
* 1917'de yeniden siyasete döndü. 1918'de A. İzzet Paşa kabinesinde Dahiliye Nazırı oldu. İttihatçı liderlerin ülkeyi terk etmelerinde ihmali olduğu gerekçesiyle, bakanlıktan istifa etti.
* 1918 yılı sonlarında, M. Kemal'le birlikte Minber isimli gazeteyi çıkarttı.
* 1919'da tutuklanarak Malta'ya gönderildi. İki yıllık sürgünden sonra serbest bırakıldı.
* 1921'de Ankara'ya geldi. Sırasıyla Dahiliye Vekilliği, İcra Vekilleri Reisliği (M. Kemal'in vekili olarak), Millet Meclisi Başkanlığı ve Başbakanlık görevlerinde bulundu.
* 1925'te patlak veren Şeyh Said Hadisesi esnasında, Başbakanlığı İsmet Paşaya terk ederek, siyasetten uzaklaştı. Paris Büyükelçiliğine atandı.
* 1930'da tekrar siyasete adım atan Fethi Bey, M. Kemal'in emir ve direktifleri doğrultusunda kurulan Serbest Fırka'nın başına geçti. SF, tahminlerin üzerinde bir alâkaya mazhar olunca da, bu parti yine aynı emir–direktif doğrultusunda kapatıldı.
* Siyasetten bir kez daha uzaklaşan Ali Fethi Bey, bu kez Londra Büyükelçiliğine atandı.
* Hayatı med–cezirlerle geçen Fethi Bey, 1939'da tekrar yurda gelerek politikaya girdi. İki yıl müddetle Adalet Bakanlığı görevinde bulundu
.
Şeâir, şahsî farzlardan daha önemli

.
Sustur(ul)an öğrenciler

.
Örtülü tarihimiz

İşte, pek yakında gündemi sarsacak gibi görünen "Hür Adam" filminde tercih edilen metot da budur.
.
Sanki resmî tarih, yakın tarihimizin gerçeğini yansıtıyor...
Buna kim inanır?
Sanki resmî tarih, yakın tarihimizde olup biten herşeyi bugünün nesline örtüsüz, filtresiz, doğru dürüst şekilde yansıtıyor...
Buna kim kanaat getirir?
Vasiyetine rağmen, daha Lâtife Hanımın Hatıraları yayınlanamıyor.
Daha İstiklâl Mahkelerinin belgeleri yayınlanamıyor. Aksine saklanmaya devam ediliyor.
Bunlar bir yana, daha Millî Mücadele kahramanlardan Kâzım Karabekir'in Günlükleri bile serbestçe yayınlanamıyor.
İki cilt halinde basılan bu Günlükleri alıp 1927–31 yıllarına ait notlara baktık ki, yerinde yeller esiyor.
Keza, 1932–38 yılları da öyle...
Öğreniyoruz ki, Karabekir'in evine defalarca baskın yapılmış, evrakları alıp götürülmüş, çoğu da imha edilmiş...
Demek, gizli bir el, karanlık bir odak var ki, yakın tarihimizin hakkıyla aydınlatılmasını istemiyor. Buna bir şekilde engel oluyor.

1517: Yavuz Sultan Selim, çetin geçen bir seyr û seferin ardından Tih Çölünü geçerek Gazze'ye ulaştı. Buradan da Sina Çölünü aşarak Kahire'ye doğru yol aldı. Ocak ayı sonlarına doğru, Kahire ile birlikte Mısır'ın fethi de tamamlanmış oldu.
1610: Sultanahmed Camiinin temeli atıldı. Sultan I. Ahmed tarafından büyük mimar Sedefkâr Mehmet Ağaya yaptırılan bu muhteşem caminin inşaatı yaklaşık yedi yıl sürdü. Yabancıların "Blue Mosque/Mavi Cami" dedikleri bu mâbed, 9 Haziran 1617'de ibadete açıldı.
1911: İstanbul’da Babıali yangını. "Yüce kapı" anlamına gelen Bâbıâli, aynı zamanda devlet/hükûmet merkezini temsil ediyordu. Sabaha karşı çıkan yangında, bilhassa Şurâ–yı Devlet, Sadâret Kalemi ile Dahiliye Nezaretine ait bölümler büyük hasar gördü.
1967: Batman–İskenderun petrol boru hattı açıldı. Yaklaşık 500 km. uzunluğundaki bu tesis, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından hizmete açıldı.
1967: Türkiye–Irak ham petrol boru hattı işletmeye açıldı. Yıllık milyon tonlarla ifade edilen bu hattın kapasitesi, ilerleyen dönemlerde daha da arttırıldı.
1975: Kıbrıs'taki gelişmeler sebebiyle, ABD Kongresinin Türkiye’ye askerî yardımın kesilmesi kararının bugün itibariyle yürürlüğe konmasına sert tepki gösteren hükûmet, Amerika’ya sert bir nota verdi ve üslerle ilgili ikili anlaşmaların uygulanmasını durdurduğunu açıkladı.
1976: 7.5 şiddetindeki Guatemala depreminde, en az 23 bin kişi hayatını kaybetti. Guatemala, Orta Amerika coğrafyasında yer alan, İspanyolca konuşan ve bugün itibariyle nüfusu 13 miyonu aşan bir ülkedir.
1980: ABD başkanı İimmy Carter, Afganistan işgaline tepki olarak Sovyet Rusya’ya yapılan buğday/tahıl sevkiyatını durdurduğunu açıkladı. Satış ve sevkıyatı durdurulan toplan tahıl miktarının 17 milyon ton civarında olduğu ifade edildi.
..
1799: Osmanlı–İngiliz dostluk anlaşması. Bir yıl evvel yapılan Osmanlı–Rus ittifak anlaşmasına İngiltere de dahil olmak istedi. Bu anlaşma hükümlerine göre, taraflar, harb ettikleri müşterek düşmanla, yalnız başına barış ya da ateşkes yapamayacak.
1922: Adana, Seyhan ve Tarsus’un kurtuluşu. Bu bölge, Fransızların işgali altındaydı. İşgalin sona erdirilmesi ve işgal kuvvetlerinin çekilmesi işlemi, 20 Ekim 1921'de Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması ile belirli bir takvime bağlanmıştı.
1927: Süleyman Nazif’in vefâtı. 1870 Diyarbekir doğumlu olan Süleyman Nazif, şair, tarihçi Diyarbekirli Said Paşanın oğlu, şair Ali Faik Ozansoy’un da büyük kardeşidir.
Süleyman Nafiz, İstanbul’daki İngiliz işgali sebebiyle 9 Şubat 1919 tarihli Hadisat isimli gazetede yazdığı “Kara bir gün” başlıklı yazısı, onun hem şöhretini parlattı, hem de bilâhare Malta’ya sürgün edilmesine sebep oldu.
1937: İsmet İnönü ve 153 partidaşı tarafından verilen bir önergeyle, anayasanın 2. maddesi şu şekilde değiştirildi: “Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, halkçı, devletçi, laik, milliyetçi ve inkılâpçıdır.”
Böylelikle, CHP’nin sembolü olan “Altı ok”un mânâsı, yürürlükteki anayasaya dahil edilmiş oldu.
1946: Nüfus itibariyle en büyük İslâm ülkesi olan Endonezya (2010'da 242 milyon), nihayet hürriyetine kavuştu. Yönetim, Japonya ile çekişme halinde olan sömürgeci Hollanda'nın elinden çıktı. Japonya'nın da İkinci Dünya Savaşında mağlup düşerek teslim olmasının ardından, Müslümanlar bağımsızlıklarını ilân ettiler. 1949 yılı sonunda Endonezya Cumhuriyeti resmen kurulmuş oldu.
1969: Bestekâr Zeki Arif Ataergin’in vefatı. 1896 İstanbul doğumlu olan Zeki Arif Bey, meşhûr bestekâr ve kanun üstadı Hacı Arif Beyin oğludur. Yaklaşık iki yüz kadar eseri beslemiştir.
1975: Şair Arif Nihat Asya’nın vefatı. 1904 İstanbul Çatalca doğumlu olup, hem şair, hem öğretmendir; aynı zamanda milletvekilliği (1950 DP) yapmıştır. Onun Bayrak, Ayasofya, Başörtüsü'ne dair şiirleri ve bilhassa Fetih Marşı, çokça okunmuş ve çok büyük bir tesir icra etmiştir.
1976: Dünya şampiyonu güreşçimiz Hamid Kaplan vefat etti. 1954–95 yılları arasında dünya çapında onlarca şampiyonluk, ikincilik ve üçüncülük madalyası almış olan güreşçimiz, henüz 42 yaşında iken bir trafik kazası sonucu vefat etti.
.
.
Bugünlerde artık hiç kimse çıkıp yukarıdaki iddiaları seslendirme cesaretini gösteremiyor. Çünkü, ortaya çıkan konuyla ilgili hemen bütün bilgi ve belgeler, yarım asırlık ret ve inkâr cephesinin iddialarını temelinden çürütüyor.
Görünen bir diğer manzara, başka kılavuz istemez derecede açık ve net: Medyadaki saldırganlıklar bir yana, henüz vizyona bile girmeyen bir film hakkında ayrıca resmî şikâyette bulunulması ve buna bağlı olarak soruşturma açılması cihetine gidilmesi, sözünü ettiğimiz panikleme halinin bâriz bir göstergesi olsa gerektir.
..
Kıyafet inkılâbı niyeti: Erzurum, 1919
Aslı Konya Cihanbeyli Kürtlerinden olan "Atatürkçü" Prof. Toktamış Ateş'in şiddetle karşı gelmesine, hatta saçma bulmasına rağmen, M. Kemal'in "tesettür karşıtlığı"nı merkeze alan kıyafet inkılâbına dair düşüncesi, 1922 Kasım'ından da eskidir.
İşte bu gerçeğin "içerden" ispatı...
Erzurum Kongresi sonrası, vakit geceyarısını geçmiş. Mustafa Kemal Paşa, İbrahim Süreyya (Yiğit) ve Mazhar Müfit (Kansu) küçük bir odada çalışıyorlar. Aniden İbrahim Süreyya Bey, Mustafa Kemal Paşa'ya şöyle bir soru yöneltiyor: "Paşam, başarıya ulaştıktan sonra... neler yapmayı düşünüyorsunuz?"
Mustafa Kemal bu soru üzerine Mazhar Müfit'e dönerek, "Şimdi not et bakalım" diyor, "Ama, defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir sen bileceksin. Şartım bu. Önce tarih koy: 7–8 Temmuz 1919. Sabaha karşı."
İşte, M. Kemal zafer sonrası Türkiyesi için düşündüklerini tek tek şu maddeler halinde yazdırıyor:
"Bir: Zaferden sonra hükûmet biçimi Cumhuriyet olacaktır.
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken muamele yapılacaktır.
Üç: Tesettür kaldırılacaktır.
Dört: Fes kalkacak, medenî milletler gibi şapka giyilecektir.
Beş: Latin harfleri kabul edilecektir."
Bütün bu bilgiler, M. Müfit Kansu'nun "Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber" isimli eserinde yer alıyor. 4 Mart 1948'de Son Telgraf gazetesinde tefrika edilen bu eser, 1966'da Türk Tarih Kurumu tarafından iki cilt halinde basıldı.
Acaba, Prof. Toktamış Hoca gibiler, bu bilgilere sahip değil mi, yoksa sırf tenkit için mi bu bilgileri görmezden geliyorlar?
Doğrusu, üzerinde durulmaya değer bir husus.
Lozan süreci
, I. Lozan'a gidecek olan İsmet Paşa başkanlığındaki heyet de, İstanbul'dan trenle İsviçre'ye hareket etmek üzeredir.
Bediüzzaman'ın, en son 19 Ocak 1923'te "Kürdî" imzasını kullandığı, bu tarihten sonra ise, "Nursî" imzasına geçtiğini görmekteyiz.
Lozan'daki görüşmelerde ise, tam da aynı süreç içinde, Kürtleri Türklerden ayırma maddesi, Avrupalı delegeler tarafından Konferans gündeme getiriliyor.
Zamanlama, son derece dikkat çekici. Aynı tarihlerde, hem M. Kemal dine muhalif yeni bir hüviyetle ortaya çıkıyor; hem de Lozan'daki Avrupalı delegasyon yeni Türkiye'nin iç meselesine fitnekâr parmağını sokarak bizi bölmeye çalışıyor.
Bediüzzaman, işte bu kritik süreçte, hem M. Kemal'e Şafiî fıkhını hatırlatarak namazın ehemmiyetinden bahsediyor, hem de Kürdî lâkabını terk ile Nursî imzâsını kullanmaya başlıyor.
Kısa kısa
M. Kemal, Ankara'dan Eskişehir'e hareket ettiği aynı gün, annesi Zübeyde Hanımın ölüm haberini alıyor.
Ağırlıklı kısmı trenle yapılan ve bir aydan fazla (19 Şubat'a kadar) süren bu seyahatin güzergâhı şöyledir: Eskişehir, Arifiye, İzmit, Gebze, Bilecik, Bursa, Manisa, İzmir, Akhisar, Balıkesir, Edremit, tekrar İzmir, Eskişehir, Ankara.
Bu seyahat esnasında, ayrıca:
1) Lozan'daki heyetle sürekli şekilde bir haberleşme/telgraflaşma hali yaşandı.
2) Annesi Zübeyde Hanımın mezarını ziyaret etti. (28 Ocak)
3) Latife Hanımla İzmir'de evlilik hadisesi gerçekleşti. (29 Ocak)
3) Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde meşhûr "hutbe"yi okudu. (7 Şubat, Çarşamba)
4) İzmir İktisat Kongresinin açılışı yapıldı. (17 Şubat)
5) Lozan'dan dönen İsmet Paşa ile Eskişehir'de buluşma ve Ankara'ya kadar başbaşa görüşme. Lozan'ın gizli temel maddesi "Din öldürülecektir" konulu bu görüşmenin tek şahidi, henüz yirmi günlük gelin olan Lâtife Hanımdır. (Ki, onun hatıra notlarına da yasak konulmuş durumda.)
6) Bediüzzaman'ın 19 Ocak 1923 tarihini taşıyan on maddelik Beyannâmesi ile Ali Şükrü Beyin Tan isimli gazetesinin ilk sayısı, aynı günde aynı matbaada basıldı.
Zincirleme vak'alar cümlesinden, ayrıca şunlar da yaşandı:
7) Lozan'la ilgili olarak, Meclis'te peşpeşe gizli oturumlar yapıldı.
8) 4 Şubat'ta kesintiye uğrayan Lozan görüşmelerinin ikinci oturumu 23 Nisan 1923'te başlandı. 24 Temmuz'da sona erdi.
9) M. Kemal, Adana–Mersin–Konya–Afyon–Kütahya ağırlıklı yeni bir yurt gezisine çıktı. (13–25 Mart)
10) Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Çankaya muhafız alayı komutanı Topal Osman tarafından katledildi. (27 Mart)
11) Genel seçim kararı alındı. (1 Nisan)
12) Topal Osman, Ayrancı'daki ikametgâhında anî baskınla öldürüldü; kafası kesildi ve Meclis kararı gereği, Meclis kapısı önünde başsız gövdesi ayağından asılmak suretiyle darağacına çekildi. (2 Nisan)
)
Bu ayrılmanın temel sebepleri hakkındaki bilgilere ise, bir sonraki yazıda değinmeye çalışalım.
.
Muhalefete tahammülsüz anlayış

İşte, İstanbul'un fiilî işgal tarihi olan 16 Mart 1920'den itibaren, iki taraf arasındaki "kırmızı çizgi" bütün keskinliğiyle belirginleşmiş oldu.
Şehzâdebaşı'nda birçok askerimizin yaralanıp şehit edildiği bu kanlı tarihten sonra, çok sür'âtlı bir şekilde şu gelişmeler yaşandı:
* İşgalci kuvvetler tarafından, Osmanlı hükûmeti ile Mebûsân Meclisi abluka altına alındı. Hükûmete "Emir ve irademizin dışına çıkamazsınız" yönünde bir nota verildi.
* Meclis'teki bazı milletvekilleri tutuklanarak Malta'ya gönderildi.
* Posta idaresi, telgrafhane ve her türlü haberleşme hürriyeti kontrol altına alınarak, bu hakların kullanılmasına kısıtlama getirildi.
* Matbaalar takip ve konrol altına alındı, basına sanür getirildi.
* Henüz yeni seçilen milletvekilleri, 18 Mart'ta son toplantısını yaptı ve İstanbul'u terk etme kararını aldı.
* Ankara'da bulunan Heyet–i Temsiliye Reisi M. Kemal'in imzasıyla, yeni meclis ve yeni seçimle ilgili olarak, 19 Mart'ta bütün vilayet ve sancaklara şu mânâda bir tamim (umuma duyuru) yayınlandı: "İstanbul'daki fiilî işgal sebebiyle, Ankara'da fevkalâde selâhiyetlere sahip bir meclisin âcilen toplanması icap ediyor. Bunun için de, her mahalde seçimler yapılsın ve seçilenler 15 gün içinde Ankara'da toplansın."
Mebuslar Ankara'da
Son Osmanlı Mebûsân Meclisinin Reisi Celâleddin Arif Bey, yukarıdaki tamimden bir gün önce, yani 18 Mart günü Anadolu'ya geçmek üzere İstanbul'dan ayrıldı.
Hemen ardından, 100'den fazla milletvekili daha İstanbul'u terk ederek Anadolu'nun yolunu tuttu. İstanbul'dan ayrılanların ekseriyeti Ankara'da toplandı. Bir kısmı başka yere gitti, bir kısmı da kayıplara karıştı.
Neticede, İstanbul'dan ayrılan ve Anadolu'nun muhtelif bölgelerinden (66 bölge) seçilerek gelen yaklaşık 115 kadar milletvekili ile Ankara'daki Millet Meclisinin açılışı yapıldı. (23 Nisan 1920)
I. Devre Millet Meclisine seçilen üyelerin sayısı 330'dan da fazladır.
Ancak, durumun âciliyetine binaen, İstanbul'u terk eden ve vilayetlerden seçilen mebusların tamamının gelmesi beklenilmeden, yeni bir Meclis ve yeni bir hükûmetin teşkili cihetine gidildi.
Sonuç itibariyle, Ankara'ya gelenlerin ve Anadolu hükûmetini destekleyenlerin emen tamamı vatanperver, milletperver kimselerdi ve işgal kuvvetleri karşısında hayatını tehlikeye atarak mücade etme traftarıydı.
Buraya kadar herşey tamam, herşey normal görünüyor.
1920 yılı Nisan'ında çalışmaya başlayan ve tam üç yıl müddetle Millî Mücadele saflarında hizmet eden Millet Meclisi üyeleri arasında ilk ciddî ayrışma 1 Nisan 1923'te su yüzüne çıktı.
Şüphesiz, daha evvelden de şahıslar ve gruplar arasında birçok tartışma yaşanmış, biribirine taban tabana zıt görüş ayrılıkları vuku bulmuştu: Bilhassa, sarhoşluk veren maddelerin yasaklanması (Men–i Müskirat Kànunu), yönetimde şahıs yerine kànun hakimiyeti talepleri ve Lozan'da verilen tavizler meselesi gibi...
Ancak, Meclis'te bulunan üyelerin gruplara ayrılması (I. Grup, II. Grup ve Bağımsızlar) 1 Nisan günü itibariyle tam anlamıyla belirginlik kazanmış oldu.
Zira, o gün seçim kararı alındı ve yeni seçilecek milletvekili listelerine "muhalif grup"tan addedilen bir tek kişinin dahi alınmaması cihetine gidildi.
O zamanki muhalefet kanadının başını Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey ile Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey çekiyordu. Muhalefetin nâşir–i efkârı durumundaki iki buçuk aylık Tan gazetesinin sahibi Ali Şükrü Bey, 27 Mart'ta öldürülmüş, ancak cesedi henüz bulunamamıştı; cesedi, seçim kararının hemen ertesi günü (2 Nisan 1923) bulundu.
Bu yiğit adam, karanlıkta kalan bir kumpasla bertaraf edilirken, onun en yakın arkadaşı olan Hüseyin Avni Bey ile 60 kadar arkadaşı da, üzerleri çizilerek tanzim edilen yeni listeye dahil edilmediler.
İlk Meclis'in muhalefet grubu, böylelikte devre dışı edilmiş oldu.
Muhalefet biter mi?
Bir yerde hükûmet var, Meclis varsa, orada illâ ki bir muhalefet kanadı da olacaktır.
Şayet, çeşitli yöntemlerle bunu yok etmeye, ortadan kaldırmaya çalışsanız da, zaman içinde yine meydana çıkacak ve görevini ifâ edecektir.
Nitekim, 1920'li, 30'lu, 40'lı yılların Ankara'sında da öyle oldu: II. Grup 1923'te diskalifiye edildi, bir yıl sonra anamuhalefet cephesi olarak Terakkiperver Fırkası ortaya çıktı. Onu ezdiler, lider kadrosunu en ağır şekilde cezalandırdılar, 1930'da ortaya Serbest Fırka çıktı. Onu da biçtiler, ancak 1946 şafağında bu kez bir türlü baş edemedikleri Demokrat Parti çıktı.
Darbelerle, muhtıralarla, türlü hile ve desiselerle yok etmeye çalıştıkları bu hareket, zaman ve zeminin şartlarından istifade ile tekrar be–tekrar meydan–ı zuhura çıkıp hayat buldu.
Yakın tarihimizin birçok safhasında ortaya çıkan muhalefet hareketi acımasızca bastırılmış, muhalifler susturulmaya çalışılmış; ancak, bunun sosyal, ya da siyasî hayattan silinmesi mümkün olmamış..
.
"Yakmalı, yıkmalı" Ali Şükrü Matbaasını

Biz de, elimizden geldiğince bu talebi karşılamaya çalışıyoruz. İşte, bugünkü yazı da böylesi bir talebin neticesi olarak ortaya çıkmış bulunuyor.
Batı Anadolu seyahati
Türk Tarih Kurumuna ait kaynaklarda bilgiler ve bunları doğrulayan Karabekir Paşanın "Günlükler"indeki notlar, M. Kemal öncülüğünde üst düzeydeki bir heyetin 14 Ocak 1923'te trenle Ankara'dan Eskişehir'e doğru yola çıktığını gösteriyor.
Bu heyetin içinde, M. Kemal'in yanı sıra Fevzi Paşa, Karabekir Paşa ile Yzb. Cevat Abbas da vardır.
1920 seçimlerinde milletvekili olarak Meclis'e gelen Cevat Abbas, aynı zamanda M. Kemal'in Başyaveridir. 1916 yılı sonlarında yüzbaşı olmuş, kendi ifadesiyle 24 yıl müddetle asker ve politikacı olarak M. Kemal'in yakın hizmetinde bulunmuştur.
Yapı Kredi Yayınları arasında "Günlükler" ismiyle çıkan Kâzım Karabekir'in hatıra notlarının 14 Ocak 1923 tarihli kısmında aynen şu ifadeler yer alıyor:
“Muhaliflerden Ali Şükrü Ankara’ya makine (matbaa) getirmiş... Tan gazetesini çıkaracakmış...
"Gâzi, yanımda Cevat Abbas’a dedi: 'Muhalifler matbaa yapıyor da, siz hâlâ uyuyorsunuz. Yakmalı, yıkmalı...' "Dedim: Paşam, bu tarzda mukabele doğru mudur?” (Age, s. 840.)
Diyaloğun devamı, Günlükler'de yok.
Heyetin seyahati günlerce, haftalarca devam ediyor.
17 Şubat'ta (1923) toplanan İzmir İktisat Kongresinin açılışından sonra, M. Kemal, bir aylık eşi Lâtife Hanımla birlikte Ankara'ya dönerken, Karabekir ise, tâ 1 Nisan gününe kadar yurt seyahatine devam ediyor. (Ara notu: Ali Şükrü Bey, 27 Mart günü katledilerek cesedi gizleniyor. Kayıp ceset, bir hafta sonra bulunuyor.)
Gerisini, yine Günlükler'den takip edelim:
"1 Nisan 1923 Pazar. Saat 9.30 Ankara'ya vardık. Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey kaybolmuş. Giresunlu Osman Ağadan biliniyormuş."
"4 Nisan Perşembe. Öğle vakti Meclis'e gittim. Ali Şükrü Beyin cenaze merasimi yapıldı. Otomobil ile İnebolu tarikiyle Trabzon'a hareket etti... Akşam, Osman Ağanın cesedini Meclis–i Millî'nin kararı mûcibince asmışlar." (Age, s. 856–57.)
Meclis'teki muhalefet cephesinin liderlerinden ve bu cephenin fikriyatını neşreden Tan gazetesinin sahibi olan Ali Şükrü Beyin boğdurulmak sûretiyle katledildiği ve şehir dışında bir bağ evi yakınlarında toprağa gömüldüğü, ancak 3 Nisan günü netlik kazandı.
İşte, aynı gün hissiyatını kaleme alan Karesi/Balıkesir mebusu Hasan Basri (Çantay) Efendi, yazdıklarını "Millet Şehidi" başlığıyla 4 Nisan 1923 tarihli Tan gazetesinde neşrettirdi. Buyurun, o hisli yazıyı birlikte okuyalım...
Millet Şehidi
Sanıyorlar ki kafa kesmekle, beyin ezmekle fikr–i hürriyet ölür. Hey gidi şaşkın hezele!
Saadetin de gayesi vardır, şekavetin de. Birincisinin gayesi niam–i sermedi, diğerininki hüsrân–ı ebedidir.
Ali Şükrü Bey, kelimenin olanca şümûlüyle mutekid, hâlis bir Müslümandı. O, bütün hayatınca fîsebilillah çalıştı.
Kullara değil, Allah'ına tapınarak çalıştı. “Kelime–i hak” uğrunda son merhale–i hayatına kadar çalıştı. Nihayet mesud gayesine ulaştı.
Kalbinde Allah korkusundan başka birşey yer edemeyen insanlar ölümden korkmazlar. Ölümden korkanlar, bu âlem–i fâniden sonra diğer bir âlem–i hakikî ve sermedî de var olduğuna inanmayan gafillerdir!
Ali Şükrü’nün ruh–ı necibini taşıyan hakiki mü'minlere karşı ilân–ı küfr ve harb eden şakî fıtratlerin akıbetini bütün tarihimiz canlı misâllerle haykırıyor ve: Ali Şükrüler–hak gibi–daima yükselmiş, öbürleri ise tarihin lânet–i ebediyesi içinde boğulup kalmışlardır. Ali Şükrü fâciası da bizim için başlı başına bir misâl–i ibret değil midir?
Ali Şükrü, dünyada hakları tamamen ihkak edilemeyen mâsum, mazlûm insanlara, Hakk'a tapanlara has bir dâr–ı naim ve adâlet içinde bugün münteha–i âmâline kavuşmuş bulunuyor. Oh, o gayesine ermiştir. Fakat, bütün bir ümmete matem yaşları döktüren Ali Şükrü’nün kahbe katilleri acaba ne yapacaklar?
Biz bu milletin hakikî temayüllerini temiz ruhunu oldukça tedkik etmişizdir: Bu millet, dinine, kànununa, mukaddesatına hürmet eden insanları–bu hürmette devam ettiregeldikleri müddetçe–sertâc eder. Lâkin, necib hislerini çiğneyen tahakküm ve ceberrut yollarına sapan sefilleri de birden bire sernigûn ve târâc eyler.
Adlarını anmak istemediğim katiller de işte bu kabildendir.
Bu memlekette mütecebbir bir sınıf, bir şahsiyet yoktur. Yalnız ve yalnız millet vardır, hak vardır.
Karesi Mebusu Hasan Basri
***
Tan gazetesi, 5 Nisan günü çıkan son sayısıyla, yayın hayatına vedâ etti.
Yukarıda iktibas ettiğimiz makale ve konuyla ilgili daha geniş mâlumat için, Ahmet Demirel imzasıyla yayınlanan "Ali Şükrü Beyin Tan Gazetesi" isimli esere müracaat ediniz. İletişim Yayınları, 1996 İstanbul.
Bu yazıda ismi geçen bazı şahıslar hakkında daha detaylı bilgileri sunmak arzusundayız.
.
"Damgalama kolaycılığı"na reddiye

* Bir kişi veya konu hakkında keskin, katı, rijit ve klişeleşmiş sözler sarf ederler.
* Takıntılıdırlar, ön yargılı davranırlar.
* Genellikle "Ya hep, ya hiç"çidirler.
* Ucuz kahramanlık ustasıdırlar.
* Çevre ile uyumsuzdurlar. Doğru dürüst bir iş beceremezler. Ancak, başkasını tenkit etmede, basit kusurları bile mercekle büyütmede üzerlerine yoktur.
* Hizmetleri ve doğruları ile değil, başkasına sataşmakla, başkasını karalamakla kendilerinden söz ettirirler.
* Damgalama kolaycılığına saparlar. Ellerinde kirli bir mühür, önüne geleni damgalamakla meşguldürler. Vesaire...
Taze iki misâl
Pazar günkü gazetemizin "Medyadan iktibas" sayfasında da yer aldığı gibi, Radikal gazetesinin başyazarı Eyüp Can'a kısa bir mektup yazdım.
O mektupta, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde son otuz yılda işlenen bütün cinayetlerden PKK'nın birinci derecede sorumlu ve hissedar olduğunu ifade ettim.
Zira, savunduğunu iddia ettiği temel hak ve özgürlükler için demokratik yoldan gideceğine, o tuttu vahşet ve cinayet arenasında boğuşmayı tercih etti. Bu arenada, binlerce ocağın sönmesine, on binlerce mâsumun can ve malının telef olmasına sebebiyet verdi.
Ardından, aynı cinsten itirafçılar çıktı, aynı bünyeden tetikçiler yetişti.
Keza, aynı cinsten Kontra–Hizbullahçılar çıktı, aynı bünyeden Korucu birlikleri yetişti.
Faili mâlum veya meçhûl binlerce cinayet, yine aynı örgütün başlatmış olduğu cinayet zincirinin halkalarıdır.
Evet, hiç tereddütsüz biliyor ve inanıyoruz ki: Şayet PKK, kan ve şiddete dayalı bir çatışma ortamına bilerek ve isteyerek sebebiyet vermeseydi, ne Kemalist diktacılar malzeme bulur, ne kanlı operasyonlar yapılır, ne itirafçılar türer, ne tetikçiler yetişir, ne işbirlikçiler meydan alır, ne Hizbulvahşet hortlar, ne de Koruculuk denen iç yara azgınlaşırdı.
Dolayısıyla, "essebebüke'l–fâil" sırrınca, yani "Kim bir fiile sebep olduysa, onu işlemiş gibidir" prensibince, Türk–Kürt fark etmez, PKK, özellikle bölgede akıtılan bütün kanlardan, işlenen bütün cinayetlerden mesuldür ve bu büyük günah galerisinin ortağıdır, hissedarıdır.
Şimdi, biz bu yöndeki görüş ve kanaatimizi ifade ettik diye, bir Radikal okuru hemen tutup "İşte Türk–Sünnî devletin maşası Kürt" diye damgayı yapıştırmış ve şunları döktürmüş mesajında: "Salihoğlu, Kürt halkının yaşadıklarından 'Türk–İslâm Sentezcisi' devletini ayırarak, adeta onu zemzem suyu ile yıkayarak soyutlamak istiyor..." (E.İ.)
El insaf, el vicdan be yâhû!
Yeni Asya'yı hiç mi bilmiyorsunuz? Yazdıklarımızı hiç mi takip etmiyorsunuz? Hiç mi muhakemeniz yok?
Bizim de otuz beş senedir şerefle içine dahil olduğumuz Yeni Asya'nın en belirgin vasfı, Bediüzzaman Said Nursî'nin Risâle–i Nur ile ortaya koyduğu Kur'ânî ölçü ve prensipler doğrultusunda yayın yapmak ve bu istikamette hizmet etmek değil midir?
Bunu bilmeyecek ne var?
Siz bu ülkede yaşamıyor musunuz?
Artık dünyanın bildiği bâriz bir gerçeği, nasıl olur da siz hâlâ öğrenemediniz?
O Bediüzzaman ki, jakoben Kemalistler tarafından hayat ona zindan edildi. Ömrü sürgünlerde, hapislerde, sürgünlerde geçti. Mezarında dahi rahat bırakılmadı. Hatta, hatıra ağaçlarına dahi tahammül edilmedi.
Biz, 88 senedir işte böylesine ceberrut bir zihniyetle mücadele ediyoruz. Türk, Kürt, Arap... ayrımı yapmadan, bütün bir milletin sosyal, kültürel ve mukaddes değerlerine taarruz eden hunhar bir zihniyet...
Buna rağmen, siz nasıl olur da tutup en çok mücadele ettiğimiz bir zihniyetle bizi özdeşleştirmeye, aynileştirmeye çalışıyorsunuz?
Bu yaptığınız, düpedüz bir "damgalama kolaycılığı"dır, başka birşey değil.
Kaldı ki, biz "Hizbulvahşet" hakkında "Karanlık odakların taşeronu olarak kullanılıyorlardı” dediğimiz halde, siz bunu nasıl görmezden geldiniz de, hemen tam aksi yöndeki damgayı yapıştırıverdiniz.
Belki de, mesajımızı tam okumayıp, o köşe yazısında hakkımızda haksız yere kullanılan "Hizbullah–JİTEM ilişkisini, devlet adına yapılan yanlışları ıskalıyor" ifadelerine takılıp kaldınız, bilemiyorum.
Yine el insaf diyor ve yazdıklarımızı bir kez daha dikkatlice okuyup ona göre yorum yapmanızı tavsiye ediyoruz.
Bir kimsenin, maksadının tam aksi yönünde itham edilmesinin ne derece acı verdiğini, ancak benzer ithamlara mâruz kalanlar bilir.
"Kullanıyorlar, saldırtıyorlar" iftirası
Bugünlerde bir başka vatandaş, kafayı "Pot mu, put mu?" başlıklı yazılarımıza takarak, bizi habire "konuyu tahkik etmemek"le itham ediyor; hızını alamayıp, ayrıca bizim başkası tarafından başka maksatlar için kullanıldığımız iddiasında bulunuyor.
Tabii, kişi iddiasını ispat etmekle mükelleftir. İspat edilemeyen iddia ise, iftiradan da öte gıybete gider ki, öncelikle sahibini yakar ve küçültür.
Bizim açımızdan, ispatı asla mümkün olmayan bu tür iddiaların da, yine "damgalama kolaycılığı"ndan kaynaklandığını düşünüyorum.
Evet, olmayan birşey ispat edilemez. Fakat, kimsede en ufak bir şüphe kalmaması ve umumun bilmesi için ifade edelim ki, bugüne kadar hiçbir yazıyı başkasının dayatması, yahut mecburi yönlendirmesiyle yazmış değiliz.
Her ne yazıyorsak, kat'î surette mâlumatımız ile vicdanımızın ittifakıyla yazıyoruz.
Bunun aksi yönündeki her türlü itham ve iddiayı peşinen reddediyoruz.
.
Kullandığın silâh, döner seni vurur

Bir yandan hissiyatı aklının önünde giden gençleri "ölüm kuyusu"na attırmak için "şanlı, şerefli mücadele" diye propaganda yapacaksın, her taraftan lânet yağmaya başlayınca da dönüp bu yaptığına "kirli savaş" diyerek "Asıl suçlu başkasıdır" imâsıyla günâh sıkletinden kurtulma numaraları çekeceksin.
Evet, son 88 yılın asıl suçlusu Kemalizmdir, derin devlettir, jakobenizmdir, Frengî illetine istinad eden Türkçülük cereyanıdır... Ancak, tutup bu cereyana karşı silâh kullanmak, kuvvet–şiddet metoduna başvurmak, doğrudan doğruya ona hizmet etmektir.
Zira, silâha sarılıp tetiğe her bastığında göreceksin ki, öncelikle vurduğun kişi senin mâsum kardeşin, günahsız arkadaşın, mazlûm dindaşın, saf ve temiz vatandaşındır.
Bu kadar mâsumun kanına girerek bir "ceberut cereyan"ın ekmeğine yağ sürenlerin, insanlık nazarında alkış alması, aferin kazanması beklenemez, beklenmemeli.
Şayet, bir haklı dâvâya hizmet ettiğine inanıyorsan, Gandi gibi, Martin Luter gibi, Üstad Bediüzzaman gibi davranacaksın.
Çünkü, onlar inandıkları dâvâ uğruna mücadele ederken, bir tek mâsuma zarar gelmemesi için âzami derecede dikkat ve hassasiyet gösterdiler.
Kezâ, onlar dâvâları uğrunda ölmeye her an için hazır iken, öldürmeyi ise asla ve kat'a kabullenmediler.
Dâvâlarında samimi olan bu zatlar, mücadelelerine insanlık yolundan ayrılmadan, mâsumlara zarar vermeden, etrafı yakıp yıkmadan, hürriyet ve demokrasi koridorunun dışına çıkmadan devam ettiler.
Sen ise, ey hunhar! Bir yandan tutup "Asimilasyon politikalarına karşı ölün ve öldürün" diye emirler yağdırıyorsun; öte yandan kodese girince de "Aslında biz 'Atatürk milliyetçiliği'temelinde uzlaşabiliriz" diye, sözde "karşı taraf"a yağ çekiyorsun.
İşte bu samimiyetsizlik anlaşılmadığı ve bu ikiyüzlülük fark edilmediği müddetçe, milletçe daha çoook çekeceğimiz var demektir.
Cenâb–ı Hak, insanlarımıza, bilhassa gençlerimize intibah versin, feraset versin, idrak ve uyanış nasib etsin.
Silâh bırakmazsan, olacaklar bellidir
PKK'nın kuruluşunda olduğu gibi, örgütlü/organizeli şekilde silâh patlatma esnasında da, devletin içinden bir karanlık odağın devreye girdiğine olan kanaatimiz tamdır... Ancak, bu örgüt gelişip serpildikçe, iç ve dış destekli daha başka odakların devreye girdiğinden de zerre kadar bir şüphemiz yoktur.
Öte yandan, uluslar arası çapta destek bulan bu örgütün kontrolden çıkıp herkese ve her tarafa zarar vermeye başlaması sebebiyle, devlet bazında geliştirilen yeni stratejiler, yeni politikalar devreye sokuldu. Bu politikaları şu şekilde tasnif etmek mümkün:
1) Halkı canından bezdirecek derecede, bölgeye askerî yığınak yapmak.
2) Özel güvenlik birimlerini devreye sokmak.
3) Düşük yoğunluklu savaş ayarında operasyonlar düzenlemek.
4) Bölge halkından on binlerce vatandaşı silâhlandırarak "korucu ordusu" ihdas etmek.
5) Bölgede potansiyel güce sahip illegal örgütlere destek vermek, aynı kökenden sayılan insanları birbirine kırdırmak.
6) Birtakım menfaatler karşığında itirafçı kullanmak ve tetikçi tutmak sûretiyle faili meçhûl cinayetlere meydan vermek, bir bakıma teşvik etmek, yahut bu cinayetlere göz yummakla, hem terör destekçilerini caydırmak, hem halka umumî bir korku vermek.
Evet, bütün bunların yapıldığı ve kısmen yapılmaya devam edildiği gerçeği, bilhassa Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde yaygın bir kanaat halini almıştır.
* * *
PKK, otuz yıllık ömründe en az otuz bin insanın kanına girdi, en az otuz milyon insanın canına, malına, yahut huzuruna zarar verdi.
Devletle çatışan, koruculardan ve Hizbullahçılardan da hayli muztarip olan bu örgüt, zaman zaman kendi hesabına "ateşkes" dönemleri ilân ediyor.
Son kez ilân etmiş olduğu ateşkes tarihini, önümüzdeki genel seçimlere (Haziran 2011) endekslemiş görünüyor.
Bu örgütün elebaşıları ile sempatizanları, bir yandan da Hizbullahçı geçinen cânilerin hapishaneden salıverilmesinden dolayı duydukları şiddetli rahatsızlığı dile getiriyorlar. Faili meçhûller yeniden hortlayacak, bölgede vahşet tabloları yine sergilenecek diye de, korkularını, endişelerini nazara veriyorlar.
Bu noktada haklıdırlar. Zira, Hizbullahçı geçinenler ve bu illegal örgüt adına iş görenler, beşer tarihinin görüp görebileceği en gaddar, en vahşice cinayetleri işleme hususunda sâbıkalıdırlar.
Dolayısıyla, gerek PKK taraftarları ve gerekse bölgenin masum kesiminden insanların tedirgin ve huzursuz olması gayet normaldir... Bununla beraber, nazara verilmesi ve asla unutulmaması gereken bir diğer realite şudur ki: PKK, kesinkes silâh bırakmadığı ve şiddet kullanma metodunu kat'î sûrette bırakmadığı müddetçe, Hizbullah veya benzeri örgüt faaliyetlerinin de sonu gelmez.
Bunun doğru, hukukî ve insanî bir yol olduğunu söylemiyoruz ve böyle bir iddiada bulunmuyoruz.
Normal bir devlet, bir örgüte karşı bir başka örgütü kullanmaz, kullanmamalı. Şahıs veya örgütlere karşı, devlet kendi gücünü hukuk ve demokrasi içinde kalarak kullanmalı. Normali budur.
Ne var ki, Türkiye'de PKK gibi örgütlerin de dolaylı destek verdiği bir "Kemalist hukuk" anlayışı var.
Bu anlayış, temel hak–hukuk normlarına göre değil, "Kemalist maslahat"a göre hareket eder, aynı kıstasa göre hüküm verir ve hükmünü icra eder. Ama, gel de bu realiteyi anlat, muhakemesini hissiyatının gerisine koyanlara. Osman Baydemir, "Silâhlı mücadele miadını doldurdu" dedi diye, neredeyse aforoz edilecekti.
Bazan ideal başka, realite başka olabiliyor. Burada, realiteye istinaden diyebiliriz ki: PKK, elinden silâhı bırakmadığı müddetçe, başı Hizbullahçılardan kurtulmaz. Dolayısıyla, kendisi mâsum vatandaşları katlederken, tutup "Devlet Kontr–Hizbullahı kullanıyor" diye yakınmasının da bir kıymet–i harbiyesi olamaz.
İdraki yerinde ve aklı hislerine yenik düşmemiş gençlerimizin ve insanlarımızın bu hususu düşünerek hareket etmelerini tavsiye ederiz.
.
Tunus dersleri

Asıl sebep hayat pahalılığı olsaydı şayet, 23 yıllık diktatör Bin Ali, buna geçici de olsa mutlaka bir çare bulur ve ülkeyi terk edip başka diyâra gitmek mecburiyetinde kalmazdı.
Demek ki, temel mesele başka.
O halde, biz de ona bakalım...
Cumhuriyet lâfta, demokrasi yok
Toprağı az, ancak bugün itibariyle nüfusu 10 milyonu aşan Müslüman Tunus halkı, 1950'lı yıllarda sömürgecilikten kurtulmaya çalıştı.
1956'da bağımsızlığını resmen ilân etti. Ancak, bu durum fiilen kurtulduğu ve tam bağımsız hale geldiği anlamına gelmiyordu.
Zira, eski sömürge Fransa, elini bir türlü Tunus'tan çekmiyordu. Bu ülkeyi kendine uydu kılmak, ekonomik ve stratejik menfaatleri için bir üs olarak kullanmak için, daima emir kulu ve fakat dikta ruhlu politikacıların eliyle burayı yönetmeye çalıştı.
Sözde Cumhuriyet vardı; ancak, bu ülkede hürriyet ve demokrasi yoktu. Demokrasinin yerleşmesini, özellikle sömürgeci ruh istemiyordu. Bunu kendi menfaatine uygun görmüyordu.
Ne var ki, koca bir halkı, hele hele günümüzde dikta ile, baskı ile uzun süre idare etmek mümkün değildi.
Ne yaparsanız yapın, ne tür tedbir alırsanız alın, günün birinde baskı ve zorbalık ters tepecek, zulüm ve tahakküm rejimi çatırdamaya başlayacaktı.
Nitekim, öyle oldu...
Tunus'ta yaşanan, aslında çok geç kalınmış bir gelişmedir.
Demirperde ülkelerindeki baskıcı rejimlerin "hâk ile yeksân" oluşu, tâ 1980'li yıllarda başladı. Polonya, Yugoslavya, Romanya gibi ülkelerin göklere yükselen zulüm heykeli, aynı yıllarda yerlebir oldu. Çavuşesku ailesi, canını bile kurtaramadı.
Onun için, diktatör Bin Ali, hiç olmazsa canını kurtardığına sevinsin.
Bu arada, Tunus'taki gelişmelerden, benzer rejimle yönetilen diğer ülkelerin liderleri de kendi paylarına iyi bir ders çıkarmaları gerekir. Aksi halde, dökülecek kanlardan, dünyada da, âhirette de mesul olurlar.
Duâmız onlarla
Dost ve kardeş ülke Tunus'ta, kan dökülsün istemeyiz. Çatışmaların durması, sükûnetin avdet etmesi, huzur ve güven ortamının sağlanması için de duâ ediyoruz.
Bilhassa, hürriyet ve demokrasinin esaslı bir şekilde tesis edilmesini, bütün kalbimizle istiyor ve temenni ediyoruz.
Haliyle, bir büyük nimet kolayca elde edilemiyor. Ayrıca, şerefli dâvâların bedeli ağır oluyor.
Yine de duâ edelim ki, Tunuslu kardeşlerimizin hürriyet nimetine kavuşmaları ve demokrasi dâvâsında muvaffak olmaları için, Cenâb–ı Hak, onlara ağır bedeller ödetmesin.
Ters düşünce, alabora olanlar
Bir zamanlar, bir muhterem şahısa sırf methiye düzmediğimiz için "kıyâs–ı maalfârık" ile bize "Bir Nevval Sevindi kadar olamadınız" diyenler, bu Hanımefendinin o camiaya ters düşmesi ile âdeta alabora oldular. Bu noktada sus pus kesildiler.
Son zamanlarda ise, sırf siyasî tarafgirlik saikasıyla hareket ederek, iki de bir dönüp bize "Bir Ahmet Altan kadar olamadınız" diyenler, bugünlerde yine alabora olmuş durumdalar.
Tarafgir dostlarımız, Başbakan tarafından mahkemeye verilen Altan'ın "Kof kabadayı" başlıklı yazısı ve "Utanmadıktan sonra dilediğini yap" şeklindeki iğnelemelerinden sonra, âdeta küçük dillerini yutar oldular.
Neye uğradığını şaşırdılar. Altan kardeşlerin yanı sıra Gülay Göktürk gibi diğer libarellerin de aynı hedefe ok attığını görünce, şaşkınlıkları bir derece daha ziyadeleşti.
Dileriz, bundan bir ders çıkarır ve bize bir daha "Felan–fişmekân kadar olamadınız" yollu târizlerde bulunmazlar.
"Teşkilât–ı Esâsiye Kànunu", kabul edildikten yaklaşık üç yıl sonra kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de ilk Anayasasını teşkil ediyor.
Bazı maddeleri üzerinde ufak–tefek değişiklik yapılmasına rağmen, Türkiye 1927'lere kadar ağırlıklı olarak yine bu anayasa ile yönetildi.
Daha sonraki yıllarda ise, Anayasa'da öylesine köklü değişiklikler ve çokça yabanî düşen eklemeler yapıldı ki, ilk Anayasa adeta tanınmaz hale geldi.
Meselâ, "Devletin dini, din–i İslâmdır" ibaresinin çıkarılması, laiklik ve CHP'nin amblemindeki alt ok ilkesinin anayasa metnine sokulması gibi...
1960 ve '80 Darbeleri sonrasında ise, Anayasanın hukuk ve demokrasi kanatları süngülenerek perişan edildi.
Zabıt Ceridesi 7. Cilt, s. 336'da yer alan bilgilere göre, 20 Kasım 1921'de kabul edilen Teşkilât–ı Esasiye Kànunun ilk birkaç maddesi şöyledir:
Madde–1) Hakimiyet, bilâ kayd û şart milletindir. İdare usûlü, halkın, kendi mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde–2) İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan BMM'de tecelli eder.
Madde–3) Türkiye Devleti, BMM tarafından idare olunur ve hükûmeti “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” unvanını taşır. (Henüz TC kurulmamış.)
Madde–4) BMM, vilayetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir.
Madde–5) ...BMM azasının herbiri kendini intihap eden vilayetin ayrıca vekili olmayıp, umum milletin vekilidir.
Madde–7 Ahkâm–ı Şer’iyenin tenfizi (Şeriat hükümlerinin icrâsı), umum kavaninin vâzıı, tâdili, feshi, muahede ve sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuk–u esasiye, BMM'ye aittir.
.
Gündem değişirken

Birincisi: İktidar kanadı, bütün gücünü kullanarak, üçüncü kez galip çıkarak iktidardaki konumunu muhafaza etmek istiyor.
İkincisi: Diğer partiler ise, kimi hiç olmazsa Meclis'e girmek, kimi de iktidar olmak için var gücüyle çalışıp çabalıyor.
* * *
Tükiye'de üç kez üst üste tek başına iktidar olmak, sadece ve sadece Demokrat Partiye nasip olmuştur.
1950, 54 ve 57 genel seçimlerinde tek başına iktidar olma şansını yakalayan DP, ne yazık ki üçüncü devreyi tamamlayamadan, alçakça bir darbeye mâruz kaldı.
Aynı şekilde, 1965 ve 69 seçimlerinde tek başına iktidara gelen DP'nin devamı mahiyetindeki Adalet Partisi de, 1971 Muhtırasıyla iktidardan uzaklaştırıldı.
12 Eylül (1980) Darbesinin akabinde kurulan ve 1983'te (vetoların da avantajıyla) tek başına iktidara gelen Özal'ın ANAP'ı, sadece 1987'deki genel seçimde bu başarıyı sağlayabildi. Üçüncü yarışta tökezledi ve erime sürecine girmiş oldu.
Son olarak, "28 Şubat fitnesi"nin hâsıl ettiği menfur şartları avantaja çeviren Erdoğan'ın AKP'si de, iki kez üst üste seçimi kazanarak tek başına iktidar olma şansını/fırsatını yakalamış oldu.
Şimdi ise, son referandumun sinerjisini de kullanarak, üçüncü kez iktidar olma şansını yakalamaya çalışıyor.
Bakalım, önümüzdeki beş–altı aylık süreçte yaşanacak gelişmeler ne gösterecek ve nelere gebe olacak...
* * *
Bizim kuvvetli tahminimize göre, önümüzdeki günlerde, son derece şaşırtıcı, belki de bazılarını şoke edici siyasî ittifak ve hatta iltihak arayışları başlayacak.
Türkiye'de küçüklü–büyüklü yaklaşık kırk kadar parti var.
Bunların bir kısmı çok yenidir. Yeni olmasına rağmen, aralarında toplumda hissedilir derecede rüzgâr estirenler var.
Bir kısım partiler, sadece tabelâdan veya tekil bir şahsiyetten ibaret görünüyor. Bunlardan şan–şöhret, yahut para–servet sahibi olanlar, ittifak sayesinde bir–iki milletvekilliği elde edebilirler.
Bir de, ülke genelinde potansiyel bir güç ve desteğe sahip olan partiler var ki, işte bunlar her an için sürpriz yapabilir.
Bütün mesele, bir ümit ve heyecan dalgasının uyandırılmasına bağlı.
Zira, bu millet, iktidar kanadının sololarından ve bilhassa siyasetteki alternatifsizlikten bıkmış, usanmış durumda. Ortaya ciddî bir alternatif çıksın istiyor.
Bazıları normal görse de, demokrasilerde alternatifsizlikle övünülmez.
Maalesef, günümüzde alternatifsizlikten dolaylı bir de kasılarak övünenlere rastlamaktayız ki, bu durum ciddî bir arızanın işaretidir. Demokrasiyi hakkıyla anlayamama, sindirememe, kabullenememe arızası...
* * *
Gündemin hareketlenmesi, daha doğrusu hararetlenmesiyle birlikte, ortaya yeni birtakım siyasî dengelerin çıkacağı da kuvvetle muhtemeldir.
İktidar, yıpratıcı bir konumdur.
Sekiz–dokuz yıldır zigzaglar içinde yol almaya çalışan mevcut iktidar, hem yıpranmış, hem de kendi hataları sebebiyle, geniş yelpazedeki bazı müttefiklerini kaybetme noktasına gelmiş durumda.
Muhtelif sebeplerin içtimaıyla, Türkiye'de yeni bir siyasî konseptin oluşması kaçınılmaz görünüyor.
Onun yerine komünist arkadaşı J. Stalin geçti.
Stalin, kendine rakip olarak gördüğü aynı komünist komitesi üyesi Leon Troçki'yi Rusya'dan uzaklaştırarak, iktidarını sağlama almaya çalıştı.
Sürgün hayatının bir kısmını İstanbul Büyükada'da geçiren Troçki, daha sonra sığındığı Meksika'da öldü.
Yaklaşık otuz yıl müddetle Sovyet Rusya'sını demir yumrukla yöneten Stalin'in ölüm tarihi ise, 5 Mart 1953.
Büyük benzerlik arz eden bu tablo, tarihin ender rastlantılarından birini teşkil ediyordu.
Gariptir ki, her iki ülkenin liderleri de, bulundukları coğrafyada aynı dünya görüşünü paylaşmak ve aynı cereyana hizmet etmekte birlikte, kendi aralarında gizli bir rekabet vaziyetini takınmışlardır.
Rekabet hali su yüzüne çıkınca da, çatışma kaçınılmaz olmuştur.
Lenin, ölmeden önce Stalin'e dikkat çekmiş ve onun frenlenmesini istemişti. Stalin ise, Troçki'yi son derece tehlikeli bularak, onu hudut haricine çıkmaya mecbur etti.
Tükiye'deki durumun da bununla ciddî benzerlikleri var.
M. Kemal, ömrünün son yıllarında İsmet Paşayı dışlamış, yerine Celal Bayar'ı getirtmişti.
İsmet Paşa ise, ellerine dizginleri tam olarak geçirdikten hemen sonra, önce Bayar'ı, ardından da Fevzi Paşayı harcamıştır.
Rusya'daki komünist liderler, ülkenin geneline hâkim durumdaki Hıristiyanlık diniyle mücadele edip, sosyal hayatı dinî değerlerden tecrit etmeye çalışmışlardır.
Kemalist Türkiye'sinin liderleri ise, doğrudan İslâm dinini hayatın her alanından soyutlamaya gayret etmişlerdir.
.
Tetikçiler ve azmettiriciler

* 1 Şubat 1979'da öldürülen Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi'nin katili M. Ali Ağca idi. Fakat, bu cinayetin kimler tarafından ve ne maksatla planlandığı bir türlü açıklığa kavuşmadı.
* Aynı durum, bundan 18 sene evvel (24 Ocak 1993) öldürülen Cumhuriyet gazetesi başyazarı Uğur Mumcu ile bundan 4 yıl önce katledilen Agos gazetesi başyazarı Hırant Dink (19 Ocak 2007) cinayetleri için de söz konusu. (Hizbulvahşet tabloları da cabası...)
İşte, bunlar gibi ve benzeri mahiyette işlenmiş daha birçok cinayet hadisesi var, yakın tarihimizde...
Hepsinin de ortak özelliği hemen hemen aynı: Tetikçiler belli, azmettiriciler ise meçhûl...
Meçhûlde kalan kısmın neredeyse bütün kusur, ihmal, hata ve günahı, ister istemez devlete yükleniliyor.
Oysa, devlet bir bir şahs–ı mânevidir. Vatandaşlık bağıyla hepimiz ve herkes, bu devlete bağlıyız ve de içindeyiz. Asker, polis, imam, öğretmen, bürokrat, hepsi de devletin memuru olup ilgili kurumlara bağlıdır.
Cinayet ise, tetikçi vazifesini gören ayrı ayrı fertler, şahıslar tarafından işlenir. O şahıs da, başka şahıslar veya odaklar tarafından işletilir, azmettirilir ve nihayet birer cânî haline getirilir.
Bu işin karanlıkta kalan tarafını ortaya çıkarmak, elbette ki devlet ve hükûmet birimlerinin ve bu birimlerin başındaki yetkililerin vazifesidir.
Bu mühim vazifenin şu veya bu şekilde ihmâli, ya da cinayetin aydınlatılmasında gösterilen zaaf sebebiyle, devletin kendisi zan ve töhmet altına sokulur.
Devletin zan ve töhmet altına sokulması ise, en çok tetikçilerin ve bilhassa azmettiricilerin işine yarar. Çünkü, onlar bu sûretle odak noktası olmaktan ve dikkatleri üzerlerine çekmekten büyük ölçüde kurtulmuş oluyorlar.
Hâsılı, hürriyet ve demokrasi yolunda ilerlemeye ve sistemde şeffaf olmaya gayret eden Türkiye'nin önündeki en ciddî handikaplardan biri budur: Tetikçileri azmettirenler bir türlü bilinemiyor, bulunamıyor. Bu cinayetlerden birinin arka plânı tam olarak aydınlatılabilse, kuvvetle muhtemeldir ki, gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.
Refik Saydam, ölüm tarihi olan 8 Temmuz 1942'ye kadar bu makamda kaldı.
İsmet Paşanın Bayar'a büyük hıncı vardı. Çünkü, kendisi hiç istemediği halde, Bayar, M. Kemal tarafından 25 Ekim 1937'de onun yerine getirilmiş ve Başbakan yapılmıştı.
İsmet Paşa, tam 12 yıl müddetle (1925–37) kesintisiz Başbakanlık yaptığı halde, bu makama başkasının getirilmesini bir türlü kabullenemiyordu. M. Kemal'le arası açılınca, o makamı terk etmek zorunda kalmış ve fakat gerine geçen Bayar'dan intikamını almak için de fırsat kolluyordu.
İşte, M. Kemal'in 10 Kasım'da (1938) ölmesi, İsmet Paşa için de fırsatın başlangıcı sayılıyordu. Fakat, o dizginleri tamamen ele geçirmek için bir müddet daha beklemeyi tercih etti.
Bayar ve özellikle Fevzi Paşa sayesinde M. Kemal'in yerine geçen ve koltuğuna oturan İnönü, en yakın dostu Dr. Refik Saydam'ı gizliden Başbakanlığa hazırlamaya çalıştı. Saydam'ın bu işe hazır olduğu kanaatine varınca, hiç beklemeden Bayar'ı dışladı ve yerine onu atayarak Başbakanlığa getirdi.
İsmet Paşanın Dr. Saydam'a bir "can borcu" vardı. Bu can borcunun hikâyesini ise, Can Dündar'ın : 10.11.2001 tarihli köşe yazısından takip edelim...
Pembe Köşk'ün üst katında İsmet Paşa ile Mevhibe Hanım'ın yatak odasında geniş bir yatak ve başucunda da komidin üzerinde eski siyah bir telefon var.
Özden Toker, bize bu "müze ev"i gezdirirken "işte bu telefon..." diyor; "Refik Saydam aradığı gün, bu telefondan konuştular".
O gün İsmet Paşa, ölüm döşeğindeki dostu Atatürk'e bir "veda ziyareti" için bavullarını toplamış, İstanbul'a yola çıkmaya hazırlanıyormuş. Özden Hanım ise hemen yandaki odasında ders çalışıyormuş.
Telefonun çaldığını duymuş. Telefonu annesi Mevhibe Hanım açmış. Paşa'nın kulakları az işittiği için yüksek sesle, telefondaki konuşmaları İnönü'ye iletiyormuş.
"O yüzden ben de duydum ve çok iyi hatırlıyorum" diyor Özden Hanım:
"Refik Saydam 'Paşam' diyordu, 'Biz sizin İstanbul'a gitmenizi kesinlikle istemiyoruz. Bunun sizin için tehlikeli olacağını biliyoruz. Eğer gitmeye kalkarsanız ben trenin önüne yatarım, ancak benim üzerimden geçerek gidebilirsiniz'.
...Saydam bunun üzerine koşarak Pembe Köşk'e gelmiş ve aynı yatak odasına çıkmıştı. Erdal İnönü koridordan geçerken içeriden yine aynı sesi duymuştu: "Paşam, cesedimi çiğnemeden geçemezsiniz!" (www.candundar.com.tr)
Özetin özeti şu: M. Kemal, yakalandığı amansız hastalığın ölümcül olduğunu başındaki doktorlardan öğrenmiş. Yerine ise, İsmet İnönü'nun geçmesini istememiş, Bu yüzden de, onun bir şekilde bertaraf edilmesini istemiş. "Tamam, gereği yapıldı" denildikten sonra da vasiyetnânesini yazmış. Bu vasiyetnâmenin 5. Maddesinde, yetim kalmış diye bildiği İsmet Paşanın çocuklarına para yardımı yapılmasını istemiş.
İşte o 5. Madde: "İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmâl için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır."
.
Karabekir'in Günlükler'i

Karabekir'in hayli renkli sayılabilecek bir kişiliği var: O, daha evlenmeden paşalık rütbesine kadar yükselebilen bir asker, kahramanlık destanları yazan bir kumandan, yetimlere sahip çıkan bir şefkatli idareci, iyi evlât yetiştiren bir baba, iyi bir diplomat (Gümrü Antlaşması), iyi bir yazar, vesaire...
Karabekir Paşanın kaleme aldığı onlarca eseri var. Bir kısmı gasp edildiği için basılamayan bu eserlerin çoğu askerî, siyasî ve tarihî konuları ihtiva ediyor.
Son olarak Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan ve 1500 sayfayı aşan iki ciltlik "Günlükler" isimli eserde, Karabekir'in 1906'dan sonra hayat mâcerası kendi kaleminden anlatılıyor.
Bu eserde, bazı yıllara ait notlar ne yazık ki hiç yer almamış. Demek ki, bulunamamış.
Oysa, Karabekir Paşa hem çok tertipli, hem de kalemi velut bir insan. Kendisi günü gününe yazmış, notlar almıştır; fakat, müzmin muhalifleri tarafından bu notlar ya çalınmış, ya da zaman zaman evine yapılan baskınlar neticesi alıp götürülmüş ve muhtemelen imha edilmişlerdir.
Neyse ki, bu tarihî notların önemli bir kısmı kurtarılarak yayın hayatına kazandırıldı. Buna da şükür diyelim...
Kafkas Cephesi'nden Meclis'e
2 Mart 1919'da Erzurum'daki 15. Kolordu Komutanlığına atanan Karabekir Paşa, 12 Nisan günü Gülcemal isimli vapurla Trabzon üzerinden Erzurum’a doğru yola çıkar. Derhal işe koyulur ve kısa bir zaman zarfında işgal altındaki Doğu vilâyetleri geri alır.
Bilâhare, 22 Haziran 1919'da hazırlanan Amasya Tamimini kabul ettiğini, ardından toplanan Erzurum ve Sivas Kongrelerine katıldığını ve bu kongrelerde alınan kararlara bağlı olduğu anlaşılan Karabekir Paşanı, bu tarihten tâ 1924 yılı başlarına kadar da Mustafa Kemal ile müttefik halde görünüyor.
1924 yılı başlarından itibaren, sadece M. Kemal ile Karabekir'in arası açılmakla kalmıyor, Refet Bele, Cafer Tayyar, Rauf Orbay ve Ali Fuat Paşa gibi Millî Mücadelenin diğer kumandanları da M. Kemal ve yeni ekibi tarafından gayet sert ve keskin bir tavırla dışlanıyor.
Dışlanan ekip bir araya gelerek Terakkiperver Fırkasını kuruyor. Ancak, bunda da başarılı olamayıp, hem siyasetten, hem de askeriyeden uzaklaştırılıyor.
Medreselerin kapatıldığı, Hilâfetin lağvedildiği, Şer'iyye Bakanlığının kaldırıldığı 3 Mart 1924'ten itibaren, meydan bütünüyle M. Kemal ve ekibine kalıyor.
1926'da İzmir Sûikastı bahanesiyle kurulan mahkemede canını zor kurtaran Karabekir Paşa, tarassut altındaki kendi dünyasına çekiliyor ve ancak M. Kemal'in ölümünden sonra (Ocak 1939) siyasete geri dönebiliyor. 26 Ocak 1948'de vefat ettiğinde, Meclis Başkanlığı makamında bulunuyordu.
Günlükler'den iktibaslar.
Yazının bu son bölümünü, Karabekir Paşanın "Günlükler"inden yaptığımız iktibaslara ayıralım...
21 Mayıs 1919: Mustafa Kemal'den ilk şifre: Neden Samsun'a çıkmış? Neden Samsun'da vakit geçiriyor? "Memuriyeti kabul ettim" diyor. Neden daha evvel etmedi? Bu memuriyet nedir? Padişah ve Ferit Paşa'nın birer nefer gibi hizmet edeceğiz diye gazetelerde beyannameleri vardı. Kemal Paşa'yı mukavemet için mi gönderdiler. "Fahrî Yaver–i Padişahî" dediğine nazaran, Padişah tarafından bir vazifedar mı idi?
19 Ekim 1922: M. Kemal’e, (Lozan'daki) Sulh Konferansına Saltanatı lağv ve Hilâfeti Âl–i Osman’da bırakmak sûretiyle ve tam Türk milliyetçiliğiyle gitmekliğimizin faydalarını anlattım.
M. Kemal “Sulh heyetimize baş murahhas (delege) olarak seni gönderemem. Çünkü, sen kafanla hareket edersin. İsmet Paşayı göndereceğim. Çünkü, o sözümden çıkmaz” dedi.
8 Aralık 1923: İsmet’in İstiklal Mahkemeleri ile işe başlamasına esef ettim.
18 Aralık 1923: İstiklal Mahkemelerinin ve şahısların fena tesir ettiğini, eğer hüsn–i iade edilmezlerle eski hafiyelik devrinin başlayacağını söyledim.
14 Ocak 1924: Muhaliflerden Ali Şükrü Ankara’ya makine getirmiş, Tan gazetesi çıkaracakmış. Gazi yanımda Cevat Abbas’a dedi: “Muhalifler matbaa yapıyor da siz hâlâ uyuyorsunuz. Yakmalı, yıkmalı!”
Dedim: “Paşam bu tarzda mukabele doğru mudur?”
1 Ağustos 1925: Mesele, İstiklâl Mahkemelerinin terörüdür. Yarın kimin tevkif edileceği meçhul... Gözyaşı, elemli dövünmeler, kalplerin kanaması... Ömrümüz terörle mi geçecektir?
Cumhuriyet, her dimağda munis, cazip, feyiz–nâk bir kelime olmalıdır. Yoksa dehşet, korkunç, hürriyet–i şahsiyeyi tehlikeye kor, bir umacı gibi yeni neslin zihniyetine nakşolunmamalıdır.
27 Temmuz 1932: İzmir'de Gazi heykeli açıldı. İsmet'in 28 tarihli gezetedeki nutku pek gülünç: "Usûlen her şeyi yapan Gazidir" nakaratıyla dolu! Bir de diyor ki: Fertler milli dâvâya faydalı olmalı ve her halde zararlı olmamaları şartıyladır ki millî rehberden (M. Kemal'den) refah isteyebilirler! (Ne âlâ, Abdülhamid'in prensibini tasvir ediyor, bizim koca İsmet!)
6 Temmuz 1932: Mübadillere (Yunanistan'dan mübadele usûlü ile gelen vatandaşlara) verilen bonoların müthiş ihtikârla (tefecilik, vurgunculuk) kırıldığı söyleniyor. Beş yüz bin liralık bir bonoyu Kılıç Ali Bey elli bin liraya satın almış. Maliyeden tam tahsil etmiş!
.
İslâm âleminde doğum sancısı

Yine Üstad Bediüzzzaman'ın yüz yıl evvel Kürtler'e hitaben söylemiş olduğu "Bir asır sonra meşrûtiyetin hakiki cemâlini göreceksiniz" mânâsındaki müjdeli sözünün, umulur ki bütün İslâm dünyasına şâmil olsun.
* * *
Mısır'da, Tunus'ta, Yemen'de içtimaî sarsıntılara yol açan ve büyük ihtimâlle benzer durumdaki diğer ülkeleri de etkisi altına alacak olan bu yeni hareketlenmenin temel sebebi, hürriyetleri kısıtlayan, demokrasiyi dışlayan, dayatmacı rejimler ve buna dayalı olarak sürdürülen baskıcı uygulamalardır.
Gelinen noktada, iki ihtimâl söz konusudur.
Birincisi: Mevcut diktacı rejimler, yıllardır süre geldikleri baskıları daha da ağırlaştırarak varlıklarını idame ettirmeye çalışacak.
İkinsi: Zulümlü, baskıcı uygulamalara son verilerek, hürriyetçi demokrasinin hakim olmasına çalışılacak.
Biz ikinci ihtimâlin kuvvet bulacağına ve gelişmelerin bu meyanda bir seyir takip edeceğine inanıyoruz.
Zira, açıkça anlaşılıyor ki, toplumlar baskıcı rejimlerle ilânihayet idare edilemiyor. Bir noktadan sonra, sosyal patlamalar kaçınılmaz hale geliyor.
Birinci şıkkın dayatılması halinde ise, patlak veren kitle hareketleri daha şiddetlenecek ve önü alınmaz bir mecraya doğru akacaktır.
Bu hararetli hareketlenme, zaten baskıcı zulümlerin bir aksülâmelidir, bir reaksiyoner tezâhürüdür. Dolayısıyla, baskıları daha da şiddetlendirmenin geçerli bir mantığı olamaz.
Geriye halkın hür iradesine uygun bir yol takip etmek kalıyor ki, bunun çağımızdaki ismi "demokrasi"dir.
Evet, hürriyet koridoru açılmadığı, totaliter rejimlerden vazgeçilmediği ve demokrasiye geçiş yapılmadığı takdirde, adı geçen ülkelerdeki çalkantı da bitmeyecek, hatta şiddetini arttırarak ilerlemeye devam edecek.
Temenni edelim ki, bu yeni süreç, daha fazla zarar–ziyana sebebiyet vermeden nihaî hedefe ulaşabilsin.
1920 yılı başlarında İstanbul'da toplanan milletvekilleri, son Osmanlı Meclis–i Mebûsânı olarak tarihe geçti.
16 Mart'tan itibaren işgal altındaki İstanbul'u terk ile çoğu Anadolu'ya geçen bu mebuslar, aynı zamanda Ankara'daki ilk Millet Meclisini teşkil etmiş oldular.
İşte, bu mebusların İstanbul'daki takdire şâyân icraatlerinden biri, Erzurum ve Sivas Kongresinde geliştirilip kararlaştırılan Misâk–ı Millî'yi bir kapalı oturumda "Ahd–ı Millî Beyannâmesi" adıyla kabul etmesidir. (28 Ocak 1920)
"Millî Yemin" anlamına gelen Meclis'in bu Beyannâmesi, 17 Şubat günü basın yoluyla bütün dünyaya ilân edildi.
"Misâk–ı Millî", Birinci Büyük Harbin sonunu işaretleyen Mondros Mütarekesiyle (30 Ekim 1918) belirlenen sınırlar içinde yaşayan "Osmanlı İslâm çoğunluğu"nun bir ve bölünmez bütünlüğünün kabul edilmesi anlamını taşıyor.
Bu sınırlara Edirne ve Kırklareli'ye kadar olan Trakya Bölgesi ile Anadolu coğrafyasının tamamı dahildir.
Öte yandan, Kıbrıs, Ege'deki on iki adalar ile Kerkük ve Musul'un statüsü, uluslararası hukukla da bağlantısı sebebiyle, daha ilk günden itibaren muğlak kalmıştır.
Bu muğlaklık, Lozan'daki görüşmeler esnasında Türkiye'nin aleyhine olacak bir yönlendirmeye tabi tutulmuştur.
(Daha geniş bilgi için bkz: Nejat Kaymaz, “Misak–ı Millî Üzerinde Yapılan Tartışmalar”, VIII. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1977.)

.
"93 Harbi"nde Edirne Mütarekesi

Osmanlı Devleti, bu savaşta tarihinin en ağır yenilgisini yaşadı. Gerek insan kaybı ve nüfus göçü itibariyle, gerek toprak kaybı ve tazminat borcu itibariyle ve gerekse dahilî siyasetine (Kıbrıs ve Ermeni meselesi gibi...) olan müdahaleler itibariyle, olumsuz sonuçları günümüze kadar yansıyan son derece ağır bir faturayı ödemeye mahkûm olduğumuzun adıdır, 93 Harbi.
Kaçınılmaz sonuç
Tuna Cephesinde (özellikle Plevne'de) kahramanlık destanı yazılmasına rağmen, Osmanlı kuvvetleri, hem Rumeli ve Balkanlar'da, hem de Doğu Karadeniz ve Kafkaslarda Ruslar'a karşı ağır zayiatlar verdi ve peşpeşe mağlûbiyetler yaşadı.
Bu perişaniyetin önemli sebepleri vardı.
* Osmanlı Devleti ihtiyarlamış, başta ordu olmak üzere bazı kurumları köhne bir vaziyete gelmiştir.
* Siyasî cereyanlar ile ifsat komiteleri (masonlar) orduya sızarak, asker neferatı arasına nifak sokmuşlardı. Paşalar, bir birine rakip duruma gelmiş, biri diğerinin yardımına gitmez olmuştu. Rakipler ve muarızlar, yekdiğeri için "Mağlûp düşsün ki, burnu sürtülsün" diye düşünüyordu.
* İngiltere devleti ikili oynuyordu. Bir yandan Rusya'yı kışkırtıp el altından destek veriyor, bir yandan da birtakım tâvizler karşılığında Osmanlı'ya yardım eder bir havada görünüyordu. (Rusları durdurma karşılığında Kıbrıs Adasının hakimiyetini istedi.)
* İyi bir diplomat ve kudretli bir padişah olan Sultan II. Abdülhamid, tahta henüz yeni (1876) gelmiş durumdaydı. Gelişmeleri hakkıyla kontrol etmesi kolay görünmüyordu.
* Avrupa'da revaç bulmuş olan milliyetçilik cereyanı Balkanlar'a sıçramış ve birçok etnik topluluktan müteşekkil olan bu coğrafyayı kasıp kavurmaya başlamıştı.
* Avrupa'nın sömürgeci devletleri, Meşrutî idareye geçmiş olan Osmanlı devletinin bu gidişatından endişeye kapılmışlardı. En büyük korkuları, sömürdükleri İslâm ülkelerinin de Osmanlı'yı örnek alarak hürriyet ve meşrûtiyet mücadelesi içine girmesiydi. Bu sebeple, bizim açımızdan hayırlı sayılan gelişmelere mani olmaya çalışıyorlardı. (I. Meşrûtiyetten hemen sonra 93 Harbinin başlaması ve II. Meşrûtiyetten hemen sonra Balkan ve I. Dünya Harbinin patlak vermesi, tesadüfî değildir.)
Bunlar gibi, işin içinde olumsuz daha başka sebepler de vardı.
Neticede, dokuz aydan fazla süren bu çok geniş cepheli savaşta, Osmanlı'nın mağlûbiyeti kaçınılmaz olmuştu.
Teklif Osmanlı'dan geldi
Yenilgiyi kabul eden Osmanlı hükümeti, bir ateşkes yapmanın çaresini aramaya koyuldu.
Bu maksatla, Rus orduları başkumandanı Grandük Nikola'ya Hariciye Nazırı Server Paşa ile Müşir Namık Paşaya teklif götürüldü.
Grandük ise, Edirne'ye gelmeden herhangi bir cevap vermedi. Rus orduları tâ Yeşilköy'e kadar geldiği için, bu taarruzu durdurmak istemediği intibaını vermek istiyordu.
Bu arada, Sultan Abdülhamid ile İngiltere hükümeti arasında telgrafla irtibat kuruldu.
İngiltere, Kıbrıs Adasının idaresi kendilerine verilmesi şartıyla, Rus taarruzunu durdurmaya çalışacağını iletti.
İngiltere'nin bu talebi kabul edilince, Rusların ilerlemesi Yeşilköy'de durdu.
Bu esnada, Edirne'de görüşen iki devletin temsilcileri 31 Ocak 1878'de bir ateşkes antlaşmasına vardılar.
İkinci adımda ise, barış antlaşması vardı. Diplomatlar, bunun için de Yeşilköy'de biraraya geldi. Burada görüşülen ve kararlaştırılan anlaşma maddeleri, Osmanlı devleti açısından son derece ağır hükümler ihtiva ediyordu.
Sultan Abdülhamid işi ağırdan aldı ve Avrupa'nın sömürgeci devletlerinden ayrı tuttuğu Almanya'yı da yapılacak yeni bir görüşmeye dahil etmek istedi.
Alman Devlet Başkanı Bismark, hadiseye olumlu yaklaştı ve "Osmanlı'ya yardım" şeklinde anlaşılacak yeni bir barış görüşmesi için ortam hazırlamaya koyuldu.
Böylelikle, Yeşilköy Anlaşmasının hükümleri hiç uygulanmadan, Almanya'da imzalanan Berlin Antlaşması devreye girmiş oldu.

93 Harbi sebebiyle, Osmanlı'da henüz emekleme safhasında olan Meşrûtiyet hareketi sekteye uğradı. Meclis kapatıldı. Seçimler iptal edildi. Padişah, en üst merci olarak hemen her meselede tek söz sahibi oldu. Fikir ve siyasî hareketler, istibdat yönetimiyle baskı altına alındı. Bu tarz yönetim ile tâ 1908'lere kadar gelindi. Osmanlı Devleti, katı bir istibdat ile tam otuz yıl boyunca yönetilmeye çalışıldı. Ne var ki, bu baskıcı yönetim, içerden patlamalara yol açtı ve çok büyük zarar verdi.
Benzer bir durum, bugünlerde Tunus, Yemen ve Mısır gibi İslâm ülkelerinde cereyan ediyor.
.
Mübarek'in tercihleri

Ne yazık ki, Hüsnü Mübarek de bu içi boş isim ve resmin ötesine gitmedi, gidemedi.
Oysa, hayat dinamiktir. Kitleler, tatmin olmak ister. Bunun için de, hür iradelerinin hakkıyla yönetime yansıtılması gerekiyor.
Mübarek, bunu bir türlü yapmadı, yapmak istemedi.
Hatayı halkta değil, baştakilerde aramalı. Günahı onlara yüklemeli.
Hüsnü Mübarek, hata ve ihmalini telafi edebilmek veya mevut durumdan en az hasarla kurtulabilmek için, şimdi iki şıktan birini tercih etmek durumunda.
Birincisi: Mısır'ı terk edip gitmek.
İkincisi: Cumhuriyet idaresini tam hürriyet ve demokrasi nimetleriyle güçlendirmek.
Evet, görünen manzara bunu gösteriyor: Hüsnü Mübarek, ciddi ve samimi bir niyetle ülkesinde ya demokrasinin icaplarını tatbik sahasına koyacak, ya da maiyetiyle birlikte Mısır'ı terk edip gitmek zorunda kalacak.
Daha fazla kaos ve kargaşaya meydan ve mahal verilmeden, kardeş Mısır halkının sükûnet bulmasını temenni ediyoruz.

Oysa, o tarihlerde hiçbir camide restorasyon çalışmasının yapıldığı görülmüş, duyulmuş değildi. Hatta, ibadetsiz ve cemaatsiz bırakılan camilerin birçoğu satışa çıkarılmış durumdaydı.
Demek ki, Ayasofya için asıl niyet başkaydı.
Nitekim, gizlenen asıl niyet 1934 yılı 24 Kasım'ında ortaya çıktı. O talihsiz tarihte alınan bir "Bakanlar Kurulu Kararı"yla, yaklaşık beş asırdan beri mâbed olan Ayasofya Camii, fiilen müze haline getiriliyordu.
Meğerse, dört–beş yıllık restorasyon çalışması müddetince, Sultan Fatih'in emriyle yapılan sıvalar itina ile sökülmüş ve eski kilise hali ortaya çıkarılıvermiş.
Ayasofya'ya bu muameleyi revâ görenler, gerçi resmen ve kànunen ismini, hatta statüsünü değiştirememiş, fakat mahiyeti meçhûl bir Bakanlar Kurulu Kararıyla bu mâbed müzeye çevirmiş. (Müzenin fiilen açılış tarihi: 1 Şubat 1935)
Mâbedin resmî ismi gibi hukukî statüsü de, gerek vakfiyesinde ve gerekse tapu kayıtlarında hâlâ "Ayasofya Camii"dir. Kadrolu imamı vardır ve (muvakkat arızalar dışında) hep var olmuştur.
Bu gerçeğe rağmen, Ayasofya, cebrî, keyfî ve gayet sinsice bir muameleye tâbi tutulmuştur.
Acaba, kimi sevindirmek ve kimleri memnun etmek için yapıldı bütün bunlar.
Müslüman Türk milletinin ve İslâm âleminin bu durumdan memnun olmadığı, hatta ziyadesiyle mahzun olduğu kesin.
Demek ki, başkasının keyfine göre hareket edilmiştir. Bu keyfiliğin er ya da geç, ama günün birinde mutlaka sona erdilmesi lâzım.
Keyfiliğe son verecek ve Ayasoyfa Camiini yeniden asliyetine çevirecek olan kimse, gerçi "Fatih" olmayacak, fakat "İslâm kahramanı" unvanını hak edeceği ve kıyamete kadar müminlerin duâsını alacağı şüphesizdir.
Evet, hiç fazla söze hacet yok. Herşey ortada. Ayasofya'nın, o eski izzetli, şevketli hüviyetine yeniden kavuşturulması için bir kahraman bekliyoruz.
Tıpkı, Ezân–ı Muhammedi'yi aslına çevirmede dirayet gösteren Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı...
.
Vasat çizgiye doğru

Nitekim, yaşanan son gelişmeler, meselenin bu noktaya gelip dayandığını gösteriyor.
Mısır, Tunus, Suriye, Yemen ve benzeri durumdaki ülkelerde zuhur eden siyasî ve sosyal mahiyetteki şiddetli sancılanmalar, mevcut hâlin artık muhal ender–muhal olduğunu, bütün İslâm dünyasına ezber ettirmiş oldu.
Bu demektir ki, ya bir "yeni hâl" olacak, ya da "izmihlâl"; başka da bir çıkış yolu görünmüyor.
Baas'a karşı "siyasal İslâm"
Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı'nın mihverinden çıkan Müslüman topluluklar ile daha evvelden Avrupalıların sömürgesi durumuna düşen İslâm ülkelerinin çoğu, İkinci Dünya Savaşını müteakiben yarı bağımsız bir duruma yükseldiler.
Sovyet Rusya ile Avrupa devletlerinin yanı sıra ABD yönetimleri de onları kendi haline bırakmadı.
Her biri ayrı bir müdahale yöntemiyle, onları kendilerine uydu birer ülkeye dönüştürme çabası içine girdiler.
Ne yazık ki, Osmanlı'dan sonra başsız ve sahipsiz kalan bu ülkeler de, ister istemez ecnebi tasallutundan etkilendiler ve çoğu diktatöryal eyilimler sergileyerek Baas denilen Arap sosyalizmine doğru kaymaya başladılar.
Yönetim şekli, ister kraliyet, ister cumhuriyet olsun, hemen hepsi de sosyalizmden etkilendiler. Baştaki idareciler ise, ister kral, ister cumhurbaşkanı olsun, yukarıda ismini zikrettiğimiz devletlerin maalesef etkisi altına girdiler.
Despotlara muhalefet ile onların sistemlerine karşı alternatif bir sistem getirmeye çalışan İhvân–ı Müslimîn isimli cemaat, önce Mısır'da ortaya çıktı. Ardından Suriye ve başka ülkeler...
Yer yer şiddete başvuran bu camianın asıl gaye ve maksadı "siyasal İslâm hareketi" şeklinde anlaşıldı.
Bu mânâda anlaşılan bir hareket ise, üzerine mevcut müstebitlerin kahır ve gazabını çekti.
Netice: Kan ve hüsrân oldu.
Vasat çizgiye doğru
Zaman gösterdi ve ispat etti ki, Müslümanların kurtuluşu, huzur ve refahı, barış ve emniyeti, müfrit Baas zihniyetiyle, kraliyetle ve sair diktacı rejimlerle sağlanamadığı gibi, vasatın öbür cenahında duran "siyasal İslâm" anlayışıyla da sağlanamıyor.
Vasat denen orta yol, hürriyetçi ve cumhuriyetçi demokrasi yoludur.
Bu yol, Müslüman topluluklarda İslâmın dışına çıkmadığı gibi, zıt ve aykırı da düşmez.
Temenni ederiz ki, hariç ülkelerdeki din kardeşlerimiz, daha fazla bedel ödemeden, bu vasat çizgiye bir an evvel vâsıl olabilsinler.

Bu çerçevede tanzim ettikleri Suriye devletinin yönetimine, azınlık durumundaki (nüfusun 1/4'ü) Nuseyrîleri işbaşına getirdiler.
Altmış–yetmiş yıldır Suriye'yi istibdatla yöneten Esed/Esat Hanedanının da bağlı bulunduğu Nuseyrîler, Şiî/Batınî fırkasından bir mezhep olup, Hz. Ali'ye (kv) kutsiyet izafe ederler.
Suriye nüfusunun ekseriyetini ise, Müslüman Sünniler teşkil ediyor.
Sünnilerin içinde en iyi teşkilânma imkânını bulanlar ise, İhvân–ı Müslimîn/Müslüman Kardeşler grubudur.
Merkezi Mısır'da bulunan İhvân–ı Müslimîn Cemiyetinin Suriye kolu, 1970'li yılların başlarından itibaren Nuseyrî rejimine karşı siyasî, ideolojik ve hatta örgütsel muhalefete başladılar. Yer yer şiddete başvurdular ve silâhlı eylemlerde bulundular. Bu durum, onları Esat rejimiyle kan dâvâlı bir hale getirdi.
İhvân–ı Müslimîn'in en kalabalık ve en çok teşkilândığı yer, Suriye'nin Hama şehriydi.
Onların burada güç kazanmasından ve ülke çapında bir ayaklanmayı organize etmesinden endişe eden Hafız Esad, üzerlerine ateş yağdırarak katliâm yapma yolunu seçti.
İşte, bu noktadan hareketle, 2 Şubat 1982'de Hama şehrindeki Sünnî Müslüman Kardeşlerin (dolayısıyla halkın) üzerine havadan ve karadan bombalar yağdırıldı. Ayrıca, yakalananlar da anında idam edildi.
Günlerce sürüp giden bu mezalimin bilânçosu bilinmiyor. Suriye devleti de, bugüne kadar herhangi bir resmî açıklamada bulunmadı.
Uluslararası kuruluşları rakamları ise, birbirini tutmuyor. En kuvvetli tahminlere göre, en az 25 bin Müslümanın orada katledildiği şeklindedir.
Bu korkunç katliâmdan sonra, İhvân–ı Müslimînin Suriye'deki varlığı ve kuvveti büyük çapta sindirilmiş oldu.
.
Yarım asırlık gecikme

Çoğu totaliter rejimle idare edilen bu ülkelerde, hürriyet ve demokrasiye geçiş sürecinde ciddî mânâda aksama ve gecikmeler var.
Kendi hür iradesini konuşturmak ve bunu iktidara yansıtmak isteyen kitleler, artık neredeyse bunalma noktasına geldi.
Hani, bizde "Bıçak kemiğe dayandı" diye bir tâbir var. Mısır ve benzeri ülkelerdeki durum aynen öyle...
Sabır ve tahammül, artık son raddesine gelip dayanmış durumda. Halk, adeta geri dönüşü olmayan bir yola girmiş, bu yolda hiçbir engele takılmadan ilerlemeye devam ediyor.
Bu sürecin ilerlemesi, sağlıklı şekilde neticeye ulaşması ve işleyişin normale dönmesi kolay değil.
Tıpkı, Türkiye'de ve daha başka ülkelerde kolay olmadığı gibi...
Kaide budur: Nimetler, külfetler mukabilinde elde edilir; ayrıca, nimetler daimî bir şükürle devam eder.
* * *
Türkiye'de otuz üç yıl arayla iki kez ilân edilen Meşrûtiyet, ne yazık ki, kanlı ve örtülü tuzaklarla akamete uğratıldı.
Ardından ilân edilen Cumhuriyet de, tam ve mutlak bir istibdada dönüştürülerek, adeta feleğin çarkı tersine doğru işletildi.
İkinci Dünya Savaşından sonra, mecburiyet tahtında demokrasiye geçildi. Ancak, bu süreç de kanlı ve münafıkane darbelerle örselendi.
Buna rağmen, halkın hürriyet ve demokrasi talebi, gitgide diktacı heveslere galebe çaldı.
Diğer İslâm ülkelerine nazaran, Türkiye, yine de ileri bir demokrasi ile yönetilme vetiresini yaşıyor.
Mısır, Tunus, Pakistan gibi kâğıt üstünde de olsa "cumhuriyet" rejimini kabul eden ülkelerde ise, demokratik işleyişe bir türlü geçilemedi, dahası, hürriyete intıbak edilemedi.
Bu noktadan bakılınca, en az yarım asırlık bir gecikmenin olduğu görülür.
Bu gecikmenin telâfisi, hem çabuk olmaz, hem de kolayca olacak gibi değil.
Bölge ve dünyadaki konjonktürün de, bu gelişmeye elverişli olması gerekiyor.
Dünyada hürriyet ve demokrasi rüzgârları, önü alınmaz bir kuvvetle esmeye devam ediyor.
Bölgedeki konjonktürel durum ise, bambaşka bir durum arz ediyor.
Kraliyet yönetimleri, Mısır, Tunus ve benzeri ülkelerdeki halk hareketinden son derece rahatsız ve tedirgin.
Zira, gayet iyi biliyorlar ki, bu ülkelerde hürriyet ve demokrasi yönetime hâkim olursa, kendi saltanatları da tehlikeye girecek ve krallıkların bir bir sonu gelecek.
Bizde "Rüzgâra doğru tükürülmez" diye bir darb–ı mesel var.
Arap ve İslâm ülkeleri, halk iradesine dayalı rüzgârların önünde durmamalı, totaliter rejimleri sürdürme inadını göstermemeli.
Aksi halde, bundan hem kendileri büyük zarar görür, hem de ülkeleri...
Önce, bölgede sıkıyönetim ilân edildi. Ardından, Menemen'de özel yetkili bir askerî mahkeme kuruldu.
Sıkıyönetim komutanlığına F. Altay Paşa, Divân–ı Harp Mahkemesinin başkanlığına ise meşhûr Mustafa Muğlalı Paşa getirildi.
Esrarkeş Derviş Mehmet ve birkaç adamı dışında, ağırlıklı olarak İzmir ve Manisa çevresinden toplanarak Menemen'e getirtilen zanlılar hakkında yapılan sorgulamanın ardından, mahkeme safhasına geçildi.
İlk mahkeme, 15 Ocak'ta yapıldı. Mahkeme, bir–iki hafta zarfında neticelendirildi ve elliden fazla maznun cezaya çarptırıldı.
Maznunlardan 28'i hakkında idam cezası verilmişti. Cezaların infazı için, Meclis'in onayı gerekiyordu.
İşlemler hızlandırıldı. Mahkemenin kararı, derhal Meclis'e intikal ettirildi. Meclis Adalet Komisyonu, görüşüp kabul ettiği mahkeme kararını 2 Şubat günü Meclis Genel Kuruluna götürdü. Meclis, aynı günü bu kararı tasdik etti. Sıra, cezanın infazına gelmişti.
Nihaî karar, bir gün dahi bekletilmeden, hemen infazlara geçildi. Çoğunluğu mâsum olan 28 vatandaş, 3 Şubat (1931) günü idam edildi. (Cumhuriyet gazetesi, 04.03.1931)
İdam edilenlerin arasında Hayimoğlu Jozef isimli bir Yahudi de vardı. Bunun yegâne suçunun, çok kısa bir süre önce kapatılan muhalif parti Serbest Fırkanın üyesi olduğu hakkında bilgiler var.
Şovmen Mehmet Ali Erbil'in dedesi olan bu şahıs, Erbilli Şeyh Esat Efendinin oğludur.
Esasında, Esat Efendi de idamlıklar listesine dahil edilmişti. Fakat, yaşı 65'i geçkin olduğu için, ona 24 yıl ağır hapis cezası verilerek, yerine oğlunun idam edilmesi cihetine gidildi.
Elli–altmış maznun hakkında on gün bile araştırma yapmadan, çoğu hakkında idama varan kararlar vermek, hukuken de, vicdanen de anlaşılır gibi değil.
Doğru tarihin koordinatları ise, bu hadisenin önceden tasarlanmış bir tertip, bir kumpas olduğunu haber veriyor. Dindarları sindirmek için, derin katmanlarda tasarlanarak uygulamaya sokulan bir kumpas.
.
Uğursuz Allenby'in ayak izleri

Meselâ, bugün insanlarımızın acaba yüzde kaçı, işgalci İngiliz kuvvetlerinin mağrur kumandanı General Allenby'in Kudüs, Şam, Halep, İstanbul ve Kahire'de yaptıklarını biliyor?
Bugün acaba kaç kişi, bu gaddar kumandan ile Suriye–Filistin Cephesindeki Yıldırım Ordularına (4., 7., ve 8. Orduları) kumanda eden Mustafa Kemal arasındaki münasebetin asıl mahiyetini biliyor?
Keza, bugün kaç insanımız Suriye'deki "Nablus Hezimeti"nin içyüzünü biliyor?
Ne yazık ki, cevabı kitleler tarafından bilinmeyen daha yığınla sorular var...
Biz de burada kendi imkân ve kabiliyetimiz ölçüsünde, tarihimizin, bilhassa yakın tarihimizin bilinmesi gereken, ancak pek bilinmeyen hakikatlerine projektör tutmaya çalışıyoruz.
General Allenby, İstanbul'da
M. Kemal yönetimindeki Filistin–Suriye Cephesini "yıldırım" hızıyla çökerten İngiliz general Allenby, 7 Şubat 1919'da İstanbul'a geldi.
"İşgal Orduları Kumandanı" sıfatıyla İstanbul'a gelir gelmez, ayağının tozuyla Osmanlı Hükûmetine nota verdi, ardı ardına muhtıralar verdi: "Şunu şöyle yapın; bunu böyle yapmayın!" diyerekten...
Bu işgalcinin İstanbul'daki marifetleri bununla da sınırlı değil.
Ne aciptir ki, General Allenby'in SadrâzamTevfik Paşaya yaptığı telkinlerden birinin M. Kemal Paşa ile ilgili olduğuna dair kuvvetli rivâyetler var.
Bir tanesi Halide Edib'e (Adıvar) de dayandırılan bu rivâyetlere göre, Tevfik Paşa ile görüşen Allenby, Mondros Mütarekesi şartlarının yerine getirilmesi için, M. Kemal Paşanın özel yetkilerle donatılarak, "asayiş ve düzeni sağlamak" üzere Anadolu'ya gönderilmesini teklif ediyor.
Daha çok yabancı kaynakların bildirdiğine göre (İngiliz savaş belgeleri), M. Kemal ile Allenby, 1918 yılı sonlarında Filistin–Suriye Cephesinde görüşüp tanışmışlar. Aralarında çatışıyormuş gibi görünmelerine rağmen, Allenby'in M. Kemal'i takdir ettiği ve ona güvendiği için, onun Anadolu'ya özel yetkiyle gönderilmesini istiyor.
Zaten, netice de öyle oluyor. Zira, İngilizlerin onay vermeyeceği kalabalık bir subay heyetinin Bandırma Vapuruyla işgal altındaki İstanbul Boğazı'ndan geçmesi imkân ve ihtimâl dışıdır.
Fatih'ten intikam alıyor
Kudüs dahil Filistin topraklarını işgal eden General Allenby, 11 Aralık (1918) günü Şam'a gelip "Kudüs Fatihi" Selahaddin–i Eyyübî'nin türbesine gidiyor ve ayağıyla mezarına basarak şunları söylüyor: "Kalk Selahaddin. Bak, biz yine geldik!"
İşte, bu mağrur kumandan, aynı edâ ile İstanbul'a gelip bu kez Sultan Fatih'e nispet yaparcasına, at üzerinde şehri turlayarak, işgal rüzgârıyla "Hey Fatih! Bak, biz yine geldik" havasını estiriyor.
Sultan Fatih'e, Sultan Selahaddin'e bu derece kin kusan, Filistin topraklarını Yahudilere peşkeş eden bu gaddar generalin, bir Osmanlı paşasına duyduğu yakın ilgi ve itimadın sırrı bir türlü anlaşılamadı gitti.
İsrail'de Allenby sevgisi
İstanbul'dan Kahire'ye giden işgal kuvvetleri komutanı General Allenby, Osmanlı'dan kopan Müslüman ülke ve toplulukların tekrar geri dönmemesi, yani Türklerle bir daha ittifaka girmemesi için, bölgede vargücüyle çalışmaya koyuldu.
Bölgede yaptığı ilk icraatlerden biri, Arap kökenli kabile reislerini Türklere ve Osmanlılara karşı İngiliz saflarına almak oldu. Arapların bir kısmını Osmanlıya düşman etti.
İkinci büyük icraati ise, Filistin topraklarını tedricî bir sûrette Yahudilere açmak oldu.
Evet, 1917'den itibaren işgal edilmeye başlanan Filistin toprakları, bir daha Filistinlilere iade edilmedi.
Bu mukaddes beldelerdeki işgal, istila ve Yahudilere peşkeş faaliyetine Birinci Dünya Savaşı esnasında başlandı ve kademeli şekilde demografik değişikliğe gidilerek, İkinci Dünya Savaşı sonrasına gelindiğinde, bu toprakların üzerinde bir Yahudi devletinin kurulmasını sağlamak için, gerekli bütün tedbirler alındı ve tamamlandı.
İşte, 1948'de kurulan İsrail devletinin temel harcını atan General Allenby ismi, bugün de İsrail'de en çok sevilen bir İngiliz subayıdır.
Nitekim, İsrail'deki önemli bazı noktalara onun ismi verildi.
Meselâ, Tel Aviv'deki bir ana caddenin ismi "Allenby Street"tir.
Keza, İsrail ile Ürdün arasındaki Şeria Nehri üzerinde geçiş noktasını teşkil eden köprünün ismi "Allenby Köprüsü"dür.
Bu ve benzeri işaretlerden de anlaşılıyor ki, General Allenby, İsrail'de ve bilhassa Yahudiler arasında çokça sevilen bir isim.
Anlaşılmayan nokta ise, bu İngiliz generalinin Yahudilere duyduğu sevgi ve yakınlığın sırrı...
(Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz: "General Allenby'nin Hatıratı", Yrd. Doç. Faruk Yılmaz; Kitap Yurdu, 2003, ISBN:9758736183)
.
76'da tahta geçti, 76'sında vefât etti

Birkaç misâl vermek gerekirse:
1) Aynı yılın Mayıs ayında askerî darbe yapılarak, Sultan Abdülaziz tahttan indirildi. Kısa bir süre sonra da, intihar süsü verilerek katledildi.
2) Bu son derece ağır ve kasavet verici şartlar altında tahta oturtulan Sultan V. Murad'ın ruh sağlığı bozuldu ve o makamda ancak 93 gün kalabildi.
3) Sultan Abdülhamid, aynı yılın Ağustos ayı sonunda tahta geçti.
4) Bir heyet tarafından hazırlanan Kànun–i Esâsî (Anayasa) kabul edildi.
5) Meşrûtiyet ilân edildi. İki meclisli (âyân ve mebûsân) parlamento açıldı ve I. Meşrûtiyet dönemi böylece başlamış oldu.
Meşrûtiyet, 30 yıl askıda kaldı
Sultan II. Abdülhamid, Meclis'teki bazı nahoş hallerden duyduğu rahatsızlık ve bilhassa 1877'de patlak veren "93 Harbi" sebebiyle, Meclis'i kapattığını ve Meşrûtiyet sistemini askıya aldığını ilân etti.
Meşrûtî sistem, bütün mücadelelere rağmen, tam 30 yıl müddetle askıda kaldı. Temmuz 1908'de Meşrûtiyet, hürriyetle birlikte yeniden ilân edildi.
Herşey yoluna girdi, herşey güzel bir seyir takip ediyor derken, âniden bir kargaşa başladı ki, bunun hakiki mahiyeti halen de vuzûha kavuşturulabilmiş değil.
13 Nisan 1909'da İstanbul'u kana bulayan ve sokakları, meydanları kaotik bir atmosfere döndüren "31 Mart Vak'ası", dehşet verici bir cuntacı darbeye bahane teşkil edip zemin hazırlamış oldu.
"Hareket Ordusu" ismini alan ve bambaşka bir şekle bürünen Selanik merkezli Üçüncü Ordu, gözünü tam mânâsıyla karartmış bir şekilde İstanbul üzerine yürüdü.
Bu ordunun kurmay kadrosundaki subayların tamamı Selânik kökenliydi.
Meclis Başkanı Talat Paşa, bu orduya mebusların bağlılığını bildirdi ve duruma vaziyet etmek üzere orduyu şehir merkezine dâvet etti.
Aynı esnada sıkıyönetim ilân edildi. Askerî mahkeme kuruldu. Ahrarlar ile İttihad–ı Muhammedî mensupları tutuklanarak bu mahkemeye sevk edildi.
Neticede, mazlûmlardan onlarca kişi idam edilirken, yüzlercesi de çeşitli ağır cezalara çarptırıldı.
Niçin karşı konulmadı?
İstanbul üzerine emirsiz ve izinsiz şekilde gelen Hareket Ordusuna karşı koymak için, Sultan Abdülhamid'in elinde yeterince asker ve mühimmat vardı.
Bilhassa, İstanbul'un ve saltanatın güvenliğini korumak için kışlalarda tutulan tâlimli Avcı Taburları ile Padişahın "Hassa Ordusu", yer yer çapul sürüsünü andıran Hareket Orsuna rahatlıkla karşı koyabilir, onun ileri harekâtını pekâlâ durdurabilirdi.
Hatta, zahirî tabloya göre, İstanbul halkının da hiç hazzetmediği bu Selanik Ordusu darmadağın edilebilirdi.
Sultan Abdülhamid ise, kuvvetle karşı koyma yolunu tercih etmedi ve olup bitenleri adeta bir teslimiyet ve sükûnet–i hâl içinde durup tâkip etti.
Yani, fiilî mânâda herhangi bir harekette bulunmadığı gibi, bulunma niyet ve teşebbüslerine dahi muhalefet etti.
Tarih kaynaklarına ve şimdiye kadar yapılan yorumlara göre, Sultan Abdülhamid'in Hareket Ordusuna karşı gelmemesi ve elindeki askerî kuvvetle mukabele cihetine gitmemesinin birinci ve en büyük gerekçesi şudur: "Askeri birbirine kırdırtmamak ve kardeş kanı akıtmamak..."
Oysa, saltanat ve hakimiyet gerçeği, normalde rekabet, iştirak, ortaklık, müdahale ve mukabil harekete izin vermez.
Padişahların hemen tamamı, kendi tahtını ve saltanat idaresini tehlikede gördüğü anda, elindeki kuvvetleri hiç çekinmeden kullanmış ve mukabil cepheyi çökertme cihetine gitmiştir.
Nitekim, Sultan II. Abdülhamid'in dedesi Sultan II. Mahmud da aynısını yapmış ve meselâ Yeniçeri Ocağını çok kanlı baskınlar sonucu söndürmüştür. Bu ocağa mensup binlerce askeri öldürtmekten, boğdurtmaktan, denize attırmaktan çekinmemiştir.
Demek ki, Sultan Abdülhamid'in Hareket Ordusu hakkındaki tavrında "normalin dışında" bir hâl ve durum var ki, benzeri hiç görülmeyen bir muamelede bulunmuştur.
Acaba nedir, bu anormal durum...
Gayr–ı resmî tarih kanalıyla gelen rivâyetlerden biri şöyledir:
Çok takvalı bir şahsiyet olan Sultan II. Abdülhamid'in keşif–kerâmet sahibi Şazelî tarikatından bir şeyhi, bir mânevî mürşidi olduğu biliniyor.
Padişah, Hareket Ordusu hakkında mürşidine danışıyor. Bu orduya karşı koyup koymama hususunda, şeyhinin fikir ve kanaatini öğrenmek istiyor.
O mübarek Şazelî şeyhi ise, yapmış olduğu muhavereden sonra "sultan mürid/derviş padişah" makamında gördüğü Sultan Abdülhamid'e şunları söyler: "Selanik'ten gelen bu orduya mukabele etme. Ona galip gelemezsin. Zira, o ordunun içinde Deccal var. Deccal ise, kuvvet yoluyla mağlup edilemez diye rivâyet var."
Şair Rıza Tevfik de, "Sultan Abdülhamid'in ruhaniyetinden istimdat" ile yazdığı o meşhûr şiirin bir kıt'asında, Hareket Ordusunu alkışlayanları "Deccal'a zil çalan böyle milletin" diyerek, hem bir tılsımı fâş etmiş oluyor, hem de alkışa devam edenlerın ıslâhını gayr–ı kàbil gördüğünü beyan ediyor.
Şunu da ifade edelim ki: Yukarıdaki rivâyet, kesinlik kazanmış herhangi bir bilgiye, belgeye dayanmıyor.
Eldeki bilgi ve belgeler, Sultan Abdülhamid'in Hareket Ordusuna niçin mukabele etmediği sorusuna tatminkâr bir cevap teşkil etmediği için, bu meselenin mutlaka başka mânevî sebepleri vardır diye düşünerek, şifahî tarikle gelen bu bilgileri, bir "kanaat–i kalbiye" neticesi sizlerle paylaşmış olduk. Dayatma diretme yok, ısrar yok. Kabul edip etmek serbest.
Âhirzamanın dehşetli şahısları ile kuvvet ve siyaset yoluyla mukabele edilmemesini tavsiye eden kudsî rivâyetler ise, katiyyen vardır ve sahihtir.
.
Aynen tahmin ettiğimiz gibi

"Niye yüzde 58 gösteriyorum? 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumda, yüzde 58'lik bir kesim Türkiye'nin demokratikleşme noktasında 'evet' oyu verdi. Şimdi biz bu yüzde 58'lik kesimin oyunu alabiliriz."
AK Parti yetkilisinin yapmış olduğu bu açıklama, bizi zerre kadar olsun şaşırtmadı.
Dahası, tam da tahmin ettiğimiz türden bir açıklama oldu.
Biz tâ aylar öncesinden, hatta 12 Eylül referandumundan da aylar öncesinden (meselâ Temmuz 2010'da) yaptığımız yorum ve değerlendirmede bu noktaya bâriz şekilde dikkati çekmiş ve iktidar partisinin bu referandumun neticesini yaklaşan genel seçimlere tahvil etmeye çalışacağını söylemiştik.
Yapılan bu tarz açıklamalar, bizim tahmin ve kanaatimizi aynen teyid ediyor.
Esasında, iktidarın akıl hocalarından Fehmi Koru da, referandumdan hemen sonraki bir yazısında yüzde 58'e dikkat çekiyor ve iktidar kanadının bu oy oranını "konsolide oylar" şeklinde değerlendirebileceğini söylüyordu.
İktidar mensuplarının aklı da bu fikre yatmış olmalı ki, referandum hasılatını parti menfaatine dönüştürme meyli içine girmiş bulunuyorlar.
Pekçok kimse, bunu elbette ki normal karşılayacaktır.
Hatta, "Ne var bunda canım? Hangi parti olursa olsun, böyle bir fırsatı tepe tepe kullanmaya çalışır" diyenler de olabilecektir.
Lâkin, bizim bu tür hatırlatmamızdan rahatsızlık duyanların, yahut yadırgayanların olması bizi asla şaşırtmaz.
Yine de, burada birkaç noktayı hatırlatmakta yarar var.
* Referandum propagandası esnasında, hemen her yerde söylenen bir sözün hülâsası şudur: "Bu refarandum, bir parti meselesi değil. Bunda bir siyasî menfaat durumu söz konusu değil. Bu, doğrudan doğruya bir demokrasi mücadelesidir."
* Bütün kuvvetiyle referanduma asılan iktidar cenahının lider kadrosu, sık sık yöneltilen bir soruya şu mânâda cevaplar veriyorlardı: "Referandumda 'evet' diyen herkes bizim partidendir veya bizim partimize geçecektir tarzında bir iddiada bulunmuyoruz. Referandumda her partiden seçmenin 'evet' demesini bekliyoruz ve ortaya çıkacak "evet" oranını genel seçimde kullanmayı düşünmüyoruz."
Evet, 12 Eylül'e kadar söylenen sözler bu minvâl üzereydi.
Şimdi ise, söylenmiş o sözler adeta unutulmuş görünüyor.
Vaktiyle, demokrasi için, hukuk için, insan temel hak ve hürriyetleri için yapıldığı söylenen referandumun hasılatı, daha şimdiden genel seçim hesabına tahvil edilmeye çalışılıyor.
Oysa, referandumda "evet" diyen vatandaşların tamamı AK Partili olmadığı gibi, olmayı da düşünmeyerek "evet" demiştir.
Şimdi tutup, o yüzde 58'lik kitlenin tamamını iktidar tarafı veya seçmeni gibi lanse etmeye kalkışmak, bize göre hem etik değil, hem de "evet" oyu kullananları rencide edici bir mahiyet arz ediyor.
İktidar yetkililerinin, bu hususta daha dikkatli, daha hassas davranmaları gerekir diye düşünüyoruz.

1961 yılı Eylül ayı ortalarında üç "demokrasi şehidi"nin idamından sonra ise, genel seçimlerin yapılması kararı alındı.
Bu arada, kapatılan Demokrat Partinin yerine 11 Şubat 1961'de kurulan ve DP'nin misyonunu üstlenmiş görünen Adalet Partisi de yaklaşan seçimlere hazırlanmış durumdaydı.
Ne var ki, ihtilâl komitasının başına sonradan monte edilen Org. Cemal Gürsel, 3 Eylül (1961) günü parti başkanlarını makamına çağırdı ve onlara tehditvâri şu tavsiyelerde bulundu:
1) 27 Mayıs harekâtını zedeleyici konuşma yapılmayacak,
2) Eminsular (ordudan atılan subaylar) Hâdisesini deşmeye çalışmayacak,
3) Kapatılan Demokrat Partiyi hiçbir şekilde övmeye çalışmayacaksınız!
Aslında, bu tehditlerin tamamı öncelikli olarak Adalet Partisine yönelikti.
AP'nin başında, aynı zamanda Kurucu Genel Başkan olan Ragıp Gümüşpala vardı.
Kısa bir süre Genelkurmay Başkanlığı da yapan Gümüşpala, darbeye muhalif bir general olarak biliniyordu.
Genel seçimler, 15 Ekim 1961'de yapıldı. CHP tek parça olarak seçime katıldığı için, yüzde 36.7 oy oranıyla birinci parti gelirken, DP'nin oyları ise üç parçaya bölünerek, AP yüzde 34, CKMP ile YTP herbiri yüzde 14 civarında oy aldılar.
AP kurucu lideri Gümüşpala'nın 1964'te vefat etmesi üzerine yapılan parti olağanüstü kongresinde Süleyman Demirel genel başkanlığa seçilmiş oldu.
.
Hilâfet'e karşı harp oyunları

Millet Meclisi'nin bu tasarrufuna karşı, hiçbir yerde ve hiçkimseden ne ciddî bir itiraz geldi, ne de tehlikeli bir muhalefet hareketi görüldü.
Son padişah Sultan Vahdeddin, Meclis'in bu kararından sonra yurdu terk ederek, hazin bir sonla noktalanacak olan gurbet yolculuğuna çıktı.
1923 yılı sonlarında (29 Ekim) Cumhuriyet ilân edildiğinde, Hilâfet'in mânâ ve makamı da muhafaza olundu. Tâ ki, 1924 yılı Şubat'ına kadar.
TTK yayınları ve Karabekir Paşanın "Günlükler"i başta olmak üzere, yakın tarihimize dair pekçok kaynak, M. Kemal'in 14 Şubat 1924'te İzmir'de olduğunu ve burada başlatmayı düşündüğü "Harp Oyunları" için yüksek rütbeli paşaları İzmir'e çağırdığını gösteriyor.
Zaten, bu gerçeği gözler önüne seren gerçek fotoğrağlar var; harita etrafında toplanmış paşaların resim tablosu var.
Bunlar, az–çok bilinen şeyler.
Pek bilinmeyen, hatta bazı noktaları zifirî karanlıkta kalan, lâkin fevkalâde ehemmiyet taşıyan birkaç husus var ki, bunları bir bir dikkat nazarlarına sunmak gerekiyor.
İşte o önemli noktalar.
İsmet Paşa yan çiziyor
1924 yılı Ocak ayı başında Latife Hanımla birlikte İzmir'e giden M. Kemal, burada planlayıp başlatmak istediği "Harp Oyunları" meselesini görüşmek üzere, 9 Şubat'ta İsmet, Fevzi ve Kâzım (Özalp) Paşaları da İzmir'e çağırır.
Gariptir, bu gidişattan Karabekir Paşanın haberi dahi olmaz. Bilâhare öğrenir ve kendisi de gitmeye karar verir.
Bu tuhaf durum hakkında "Hatırat"ında şu bilgileri verir, Kâzım Karabekir:
"Daireye gittim. Hayrettir ki, bu sabah İsmet ve Kâzım (Özalp) Paşalar İzmir'e gittikleri halde, hiçbiri haber vermedi. Teşyie (uğurlamaya) gidemedim.
"İsmet'in bana karşı ilk yan çizmesi!
"İzmir'de harp oyunu var..." (Günlükler, s. 906)
Olağanüstü bir durum var
Karabekir Paşa, aynı eserinde 13 Şubat akşamı yatsı vakti İzmir'e vardığını ve 14 Şubat'ta ise Harp Oyunları meselesi hakkında önce malûmatlar, brifingler, ardından da bir dizi emirler verildiğini ifade ediyor: Askerin toplanması, mıntıkaların tesbiti, stratejilerin tatbiki için 24 saat süre veriliyor.
Karabekir'in tâbiriyle "Erkân–ı Harbiye–i Umumiyenin hazar mesaisi..."
(O gece İsmet Paşa ile başbaşa bir görüşme yapan M. Kemal, Hilâfetin kaldırılması hususunda mutabık kalır.)
Ertesi günün mesaisi daha da yoğunluk kazanır.
TTK'nın hazırlayıp yayımladığı TC Kronolojisi'ndeki bilgilere göre, 15 Şubat'ta İzmir Orduevi'nde M. Kemal başkanlığında yapılan toplantıda Harp Oyunlarının açılış merasimi yapılır. Açılışta konuşan M. Kemal, şunları söyler: "Arkadaşlar! Ehemmiyet ve ciddiyetle beyan ederim ki, Türkiye Cumhuriyeti, mukaddes tanıdığı istiklâl ve hakimiyetini müdafaada müsamahakâr olamaz." (Age, s. 408)
Siyasî ve askerî mütalâalar
Kâzım Karabekir, "15 Şubat 1924 Cuma" tarihli günlüğünde ayrıca şunları yazar:
"Askerî mahfilde içtima. (Orduevinde toplantı) Vaziyet–i siyasiye münakaşası.
"Haricî vaziyetimiz hakkında İsmet Paşanın beyanatı.
"Benim mütalâatım: On yıl harp ihtimâli yok gibidir. Sonra, İtalyanlar silâhlanacak. Almanlarla anlaşarak Arnavutluku işgale kalkarlar. Sonra Tunus." (Günlükler, s. 907)
Bütün bunlar, her ne kadar dünyadaki siyasî ve askerî gelişmeler hakkında bir nevî öngörü mahiyetinde anlaşılmakla birlikte, meğerse asıl mesele başkaymış...
Hilâfetin lağvı için askerî nümâyiş
Karabekir Paşa, o tarihte günlerce devam eden "Harp Oyunları"nın asıl maksadını, yine aynı eserinin aynı sayfasında şu sözlerle vüzûha kavuşturuyor: "Harp oyununda maksat, Meclis'e karşı Hilâfetin lağvı için nümâyiş imiş! Sonradan anlaşıldı."
Evet, sonradan (3 Mart'ta) anlaşıldı ki, İzmir'de startı verilen ve memleketin her tarafında yaygınlaştırılan bu olağanüstü askerî hareketliliğin asıl maksadı, Hilâfetin kaldırılması çabasına yönelik bir manevradır.
İşte bu manevra, başarıyla yürütülmüş ve istenen sonuca da varılmıştır.
Üstelik, bu manevra öylesine kamufleli bir tarzda ve öylesine bir gizlilik hali içinde yürütülmüştür ki, Karabekir Paşa gibi dâhiyâne bir şahsiyet bile, ancak iş işten geçtikten sonra asıl maksadın farkına varabilmiştir.
Tam diktatörlük
Harp Oyunları bittikten sonra, M. Kemal ile diğer paşalar Ankara'ya dönerken, Karabekir Ege taraflarında kalıyor.
Ankara'daki gelişmeleri gazetelerden takip eden Karabekir, günlüğünde şu notları kaydediyor:
"29 Şubat 1924; İzmir'deyim: Millet Meclisi'nde Osmanlı Hanedanının memleketten çıkarılması ve Hilâfetin Meclisçe intihabı (seçimi) müzakere olunduğunu gazetelerde yazıyor.
"3 Mart 1924; Balıkesir'deyim: Valiye, Meclis'in Hilâfet'in (lağvı) hakkında vereceği karar tebliğ olunmuş.
"Yeni Erkân–ı Harbiye Kànunu çıktı. (Tam diktatörlük)." (Age, s. 909)
Bu tarihte, Hilâfet kaldırıldığı gibi, medreseler kapatıldı ve Fevzi Paşa resmen yeni bir statü ile kurulan Genelkurmay Başkanlığına getirilmiş oldu.
Karabekir Paşa, bütün bu olup bitenlerin tam bir diktatörlüğe yol açtığını ifade ediyor.
.
Diktacı sistemlerin sonu

Evet, Mısır'da, sabırlı ve temkinli bir mücadelenin ardından, nice zamandır süre gelen diktacı anlayış, halkın hür iradesinden esaslı bir tokat yedi.
Bu anlayışın dayanmış olduğu iç ve dış payandalar da sarsılmaya yüz tutunca, beklenen âkıbet kaçınılmaz hale geldi.
Yılların diktatörü, otuz senedir gasp etmiş olduğu makamı terk edip gitmek zorunda kaldı.
İsminin Mübarek olması, yaptıklarının da mübarekçe şeyler olduğunu göstermiyordu. Tam aksine, gitgide ceberrutlaşıyordu. Kendinden sonraki yöneticilerin bile, yine kendi neslinden olmasını istiyordu.
Bu ise, Cumhuriyet resmi ve ismi altında, tam diktacı, tam müstebidane bir zihniyetin tezâhürü idi.
Zeki Mısır halkı, şimdiye kadar çok ihtiyatlı davrandı. Ciddî bir hata yapmadı. Yani, daha fazla mâsum kanı dökülmesine meydan ve mahal bırakmadan, hürriyet ve demokrasi yolunda ilerlemeye devam etti.
Bu mühim ve mübarek yolun yarısı kat edilmiş görünüyor. İlermeye engel teşkil eden âzamüşşer, azimli ve ihtiyatlı bir mücadelenin ardından, ana yoldan kaldırılmış bulunuyor.
Şimdi sıra ikinci merhaleye gelmiş durumda.
Hayrın gelmesi, hayır yolunun açılması, hem kolay değil, hem de neticenin kısa sürede hasıl olması mümkün olamayabiliyor.
Onun için, tedricî gitmekte büyük fayda var.
Mısır halkının, mutlak hayra geçmek için, şimdilik "ehvenişer"ri ihtiyar etmesi lâzım. Aksi halde, bir başka âzamüşşerle karşı karşıya gelebilir.
* * *
Mısır'daki gelişmeler, her halükârda gösteriyor ki, diktacı anlayış ve yöntemlerle bir halkı idare etmek veya bir ülkenin tepesinde kazık çakarcasına durmak, artık mümkün değil.
Günümüz diktatörlerinden en dişli, en güçlü, haricî dayanakları en ihtişamlı görünen Hüsnü Mübarek bile, otuz yıldır yapışıp durduğu ve kendine yer edinmiş olduğu o yüksek zirvede tutunamayıp alaşağı olduğuna göre, benzer durumda olanların da tahtı sallantıda demektir.
Dolayısıyla, sıradaki diktacı rejimlerin yıkılması ve müstebitlerin aşağıya yuvarlanması, mukadder bir akıbet olarak görünüyor.
İyisi mi, tokat yemeden, rezil olmadan, izzet ve şereflerini muhafaza ederek insinler. Yoksa, "...bizzarûre düşeceklerdir; hem de müstehak olurlar." (Münâzarât, s.33)
Mısır'da yaşananlardan alınacak daha çok dersler var. Sırası geldikçe, bunlara da temas etmek arzusundayız.
En büyük dileğimiz, halkın hür iradesinin, daha fazla kan dökülmeden ve yeni bir istibdada meydan/mahal verilmeden, ülke yönetimine hâkim kılınmasıdır.
Kızılordunun havadan ve karadan ateşli birliklerle ve en ağır silâhlarla Afgan halkına kan kusturarak başlatmış olduğu bu zâlimane işgal hareketi, tam on yıl müddetle devam etti.
Son işgal birliklerinin Afganistan'dan çekilme takvimi olarak, 15 Şubat 1989 tarihi gösteriliyor.
O dönemde dünyanın ikinci büyük ordusu ve süper gücü olarak gösterilen Sovyet Rusya'nın Kızılordusu, dünyanın belki de en fakir halkından biri olan Müslüman Afganlı mücahitlere karşı sonunda pes etti ve o topraklardan çekilmek zorunda kaldı.
Kızılordu Afganistan'dan çekildiğinde, hemen her taraf yakılıp yıkılmış, yüz binlerce (belki bir milyondan fazla) Müslümanın kanı akıtılmış, milyonlarca sivil vatandaş da ülkesini terk edip başka taraflara göçmek durumunda kalmıştı.
Afgan mücahitlerinin bu kahramanca direnişi, süper devlet Sovyet Rusya'sının ve Kızılordusunun da sonunu hazırlamış oldu.
Bu kanlı hadiseden sonra, Sovyet Rusya dağılma sürecine girdi. Komünist sistemler çökmeye, demirperde yırtılmaya, utanç duvarları yıkmaya yüz tuttu.
Afgan mücahitler, haricî saldırıya karşı, takdire şâyân bir direniş ruhu sergiledi. Müşterek hareketle, azgın düşmanı def etti. İnsan sûretindeki en vahşi canavarın diş ve pençesini kırdı. Onu, perişan halde kaçmaya mecbur etti.
Ne var ki, aynı mücahitler, dahilî meselelerde aynı ruh ve mânâ birliğini sağlayamadı. İşgalcileri bertaraf ettikten sonra, bu kez dönüp birbirlerine düştüler. Aradan yirmi yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, yine de birleşip kaynaşabilmiş değiller.
Onların ihtilâfından istifade eden haricî cereyanlar, az bir kuvvetle büyük tesir icra ederek, orada kendi menfaatleri doğrultusundaki politikaları uygulama safhasına koymuş bulunmaktadırlar.
Dost ve kardeş Afgan halkının düşmüş olduğu bu perişaniyetten kurtulmasının yegâne yolu ve çaresi, ancak aralarındaki ihtilâfı kaldırması ve tam bir ittifakla, ittihatla, imtizaçla hareket etmesiyle mümkündür.
.
Dersim'in arşiv dosyası

Cumhuriyet gazetesinin ortaya çıkarıp bir kısmını yayınladığı arşiv belgeleri, bilhassa 1937–38 yıllarında orada yaşanan insanlık dramının çok cüz'i bir kısmını nazara veriyor.
Ancak, bir fikir vermesi açısından, bu ve benzeri bilgilerin de büyük önem arz ediyor.
Zira, ortaya konan bu bilgilerle, o tarihlerde devrin idarecilerinin Dersim'e ve Dersimlilere nasıl baktığı hususu yansıtılmış oluyor.
Hazırlanan resmî raporlar ve bu raporlar ışığında yapılan değerlendirmelerde, Dersimlilerin Kürtlüğü, Türklüğu, Aleviliği, Sünnîliği, aşiret yapısı gibi hususlar bahis konusu ediliyor ve bu temel dinamiklerin nasıl enterne edilmesi gerektiği hakkında, ortaya sadece ve sadece "şiddete dayalı" çözüm metotları konuluyor.
Açıkçası, oradaki vatandaşların din ve milliyet gibi temel hak ve hürriyetleri göz ardı edilmek sûretiyle, bölgede sükûnetin sağlanması cihetine gidiliyor.
Özetle, insanlık dışı bir zihniyet ve bu zihniyetin tatbik sahasına konulmasıyla, Dersimli insanlarımız, güyâ medenileştirilmeye çalışılmış.
Dehşet veren bir vahşetten nasıl bir medeniyetin çıkmasını gaye edindikleri ise, taplum nazarında hâlâ meçhûl bir nokta.
Karanlıkta kalan bu noktanın bir derece olsun izahını öğrenmek isteyenlere, geçen sene vizyona giren "İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları" ismini taşıyan belgesel filmi seyretmelerini tavsiye ederiz.
LİBYA
Kırk yıllık diktatör Kaddafi, öldükten sonra rahmetle anılmak isyorsa, hiç olmazsa Hüsnü Mübarek gibi davranmalı, daha fazla kardeş kanı akıtmaya sebebiyet vermeden, yönetimi bir an evvel terk edip gitmeli.
Orada durdukça, direnmekte inat ettikçe, kanlı kargaşanın devamına, Libya'nın maddî–mânevî kaybına, bilhassa iç yaranın daha da derinleşmesine sebebiyet verecektir.
Bu da, kendisinin rahmetle değil, lânetle anılması sonucunu doğuracak.
Eğer aklı başına devşirir, ferasetli davranır, öfkesini mantığının gerisinde tutacak bir dirayet gösterebilirse, ne âlâ...
Aksi takdirde, âkıbetinin pek vahim olacağı kuvvetle muhtemeldir.
ERBAKAN
Pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuşan Necmettin Erbakan, bugün ebedî istirahatgâhına tevdi edilecek.
Siyasî yönü eleştiriyle açık olmakla birlikte, şahsî fazileti, hasseten ibadet ve takvâsı cihetiyle, hakkında umumî mânâda bir takdir söz konusu.
Vefâtının "28 Şubat haftası"na denk gelmesi ise, son derece mânidar bir rastlantı oldu.
Bugün değil, ama önümüzdeki günlerde bu konuların tahlil edilmesi kaçınılmaz olacak gibi görünüyor.
Ne var ki, Lozan'daki yabancı delegasyon bununla yetinmiyordu; Türkiye'den daha fazlasını istiyor ve daha başka şeyler yapılmasını bekliyordu.
Onlara göre, Osmanlı idaresinin sonunu getirmek yetmez. Ayrıca, Osmanlı'nın aleyhine geçmek ve Osmanlı'nın temsil ettiği veya hizmetini deruhte ettiği bütün değerlere muhalefet etmek, hatta düşman olmak gerekiyordu.
Özetle, Saltanat'tan sonra Hilâfet'i de kaldırmalı, Osmanlı neslini özvatanından kovduktan sonra, bu neslin altı asır müddetle hizmet ettiği mukaddes değerleri de bir bir ortadan kaldırmalıydı.
Evet, "vahşî Batı" aynen bunları ve hatta daha fazlasını istiyordu.
Bu isteklerin, bilhassa "Gizli Lozan Antlaşması"nda yer aldığını, geçen zaman ve gelişen hadiseler ortaya koymuş oldu.
* * *
Birinci Lozan görüşmesinden dönen İsmet Paşa, Latife Hanımla birlikte İzmir'den dönen Mustafa Kemal ile Eskişehir istasyonunda buluştular ve aynı kompartımanda başbaşa Ankara'ya geldiler. (20 Şubat 1923)
Yol boyunca, Lozan'da Türkiye'den istenen şeyler konuşuldu. Tamamı kabul edildi. (Büyük Doğu, 29. Sayı)
Birlikte Ankara'ya dönen mebus paşalar, Meclis'i olağanüstü toplantıya çağırdılar. Meclis'te Lozan'daki görüşmelerle ilgili olarak peşpeşe "gizli celse"ler yapıldı. (21–27 Şubat 1923)
Millet Meclisi'nin I. Devre 4. Toplantı senesinin açılışı ise, 1 Mart günü yapıldı.
Meclis Reisi M. Kemal, açış konuşmasında şunları söyledi: "... Misâk–ı Millî, vatanın haricî düşman karşısındaki vaziyet ve mevkiini tesbit eden mukaddes bir kural olduğu gibi, 1 Kasım 1922 kararı (Saltanatı kaldırma kararı) da milletimiz için dahilî ve daimî bir düşman olan ferdî saltanata (Osmanlı Saltanatı) ve onun temsil ettiği meş'um bir idare şekline tevcih edilmiş mukaddes bir silâhtır." (Zabıt Ceridesi, 28. Cilt, s. 2)
II. Lozan'da Misâk–ı Millî kararlılığı korunamadı. Ancak, Osmanlı aleyhtarlığı meselesinde, Batılıların istek ve beklentilerini de aşacak seviyede ileri gidildi.
Yerden yere vurulan "ferdî saltanat" hususunda ise, sergilenen "tek parti" rejimiyle, dünyada eşi–benzeri görülmemiş bir "dikta idaresi" tatbik sahasına konuldu.
* * *
1 Mart 1923 tarihli Meclis oturumunda, ayrıca şu gelişmeler yaşandı:
* Latife Hanım, o gün Meclis'e gelen ilk kadın oldu. Çalışmaları, dinleyici locasından takip etti.
* Ali Fuat Cebesoy, Meclis İkinci Başkanlığına yeniden seçildi.
* Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, Birinci Başkan Vekilliğine yeniden seçildi.
*Konya mebusu Musa Kâzım Efendi, Meclis İkinci Başkan Vekilliğine seçilmiş oldu
.
Asıl mesele: İnandığını yaşamak (1)

Dahası, mü'min kimselerin zaaflarına yenik düşerek, doğru bildiğini yapmaması, hatta zaman zaman tam tersi bir yönde hareket etmesidir.
Kişi, zarar veren şerli şeyleri biliyor. Fayda veren hayırlı hallerin de farkında. Ancak, buna rağmen yine de zararlı bir yola girebiliyor. Yani, şu fâni dünyanın haram lezzetleri uğrunda, bâkî hayatın serapa saadetini fedâ edebiliyor.
Kısacası, dünya için âhretini bilerek ve isteyerek yakabiliyor.
Bediüzzaman Hazretlerinin bu vahim marazın teşhisine dair veciz sözleri şöyledir: "Bu asrın acip bir hassasıdır ki: Elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder." (Kastamonu Lâhikası, s. 24)
Eskiden koyu cehalet vardı
Eski zamanda küfür ve dalâlet yolunda gidenlerin ekserisi cahildi. İnsanlar, bilmeyerek dalâlet vâdisinde yürüyor; farkına varmadan günah deryasına dalıyordu.
Aynı cehalet sebebiyle, dalâletten çıkış yolu bilinemiyor, bulunamıyordu.
Bu zamanda ise, kişilerin çoğu ne yaptığının, nasıl bir yolda gittiğinin gayet farkında.
Nitekim, bu farkındalığın bir tezâhürü olarak, yakın çevremizde bulunan pekçok kimseden şu tarz sözler duymaktayız.
* Bu yaptığımın aslında hem günah, hem zarar verici olduğunu biliyorum. Ama, yine de nefsime hakim olamıyorum. Yapmaya devam ediyorum.
* Biliyorum, namaz kılmak, oruç tutmak iyidir, güzeldir. Ama, işte tembellik, ihmâlkârlık, nefsine düşkünlük...
* Canım, biz de biliyoruz neyin doğru, neyin yanlış olduğunu. Biz de biliyoruz neyin günah, neyin sevap olduğunu. Ama, sıra bunlara uymaya ve uygulamaya gelince, durum değişiyor maalesef.
* Dünyanın fâni olduğunu, haram olan lezzetlerin elem verdiğini, burada yapıp işlediklerinin âhirette karşılığı olduğunu biliyoruz ve buna inanıyoruz. Ama, gel de bunları nefsine kabul ve tatbik ettir... İrade göstermek, nefsine hakim olmak, kolay iş değil.
* Güzel ahlâk nedir, kötü ahlâk nedir biliyoruz. Ahlâkı düzgün olanları, doğrudan, dürüstlükten ayrılmayanları takdir de ediyoruz. Ama, bunları kendimizde uygulamaya gelince, bir hayli zorlanıyoruz. Maalesef, bunları bihakkın yapamıyoruz.
Evet, herbiri birer itiraf sadedinde olan bu tarz sözleri etraftan çokça duymak mümkün.
Demek ki, bu zamanın insanları, cehalet ve bilgisizlik sebebiyle şerli, günahlı yolda gitmiyor.
Bugün için isteyen herkes, istediği her türlü bilgiye ulaşabilir, her türlü mâlumata sahip olabilir. Ortada ciddiye alınacak hiçbir engel yok. En büyük engel, kişinin kendi ihmali, zaafı, tembelliği, tenperverliği, irade zayıflığı, devekuşu misâli tavırları, nefsine düşkünlüğü, vesairedir.
En tesirli hizmet
Yukarıdaki bilgiler ışığında anlıyoruz ki, bu zamanda doğruları bilmek ve bunları anlatmak yetmiyor.
Ayrıca ve bilhassa, inandığımız doğruları kendi hal ve tavırlarımızla göstermek, izhar etmek gerekiyor. Ki, bu zamanda yapılabilecek en tesirli hizmet, bu metotla ancak mümkün olabiliyor.
Bu noktada, yine Üstad Bediüzzaman'ın kudsî kaynaklara dayalı pekçok sözünden bir–iki vecizesini hatırlayalım:
*
*
Mâdem ki, bu zamanın en dehşetli bir hususiyeti, inandığını yaşamamak, hatta tersini yaşama cihetine gitmektir, o halde biz de asıl mesele olan "inandığını yaşamak" konusunda tahşidat yapmaya devam edelim, inşaallah.
Bu fırsatçılık hevesiyle, ilk iş olarak nisbeten ılımlı görünen Fethi Okyar kabinesi, verilen güvensizlik oylarıyla (60'a karşı 93 oyla) iktidardan düşürüldü. (2 Mart 1925)
Okyar'ın yerine İsmet Paşa tek aday olarak ortaya çıktı. Hemen, Meclis'teki şahinlerden müteşekkil bir kabine kurdu ve güvenoyu alarak icraata başladı.
İsmet Paşa, ilk iş olarak, Şeyh Said Hadisesine mahsus olarak iki İstiklâl Mahkemesini kurdurdu. Biri Ankara, diğeri Diyarbekir'de görev yapacak olan mahkeme heyetinde görev yapacak şahıslar Meclis tarafından tesbit edildi.
Bu mahkemeler, yapılan alelusûl yargılamaların neticesinde, 47 maznun hakkında idam kararı verirken, yüzlerce vatandaşı da en ağır cezalara çarptırdı. Uygulanan özellikle sürgün cezalarının bir kısmı, öylesine trajik tablolara sahne oldu ki, unutulması kàbil değil.
Şeyh Said Hadisesini fırsata dönüştüren Ankara'nın ekâbirleri tarafından yapılan en büyük haksızlıklardan biri de, muhalif görünen siyasetin ve medyanın susturulması oldu.
Zoraki bağlantılar kurularak, ilk muhalefet hareketi olan Terakkiperver Fırkası kapatıldı ve mensupları hakkında akla durgunluk veren baskı yöntemleri devreye sokuldu.
Kezâ, yeni Ankara'nın diktacı siyasetine muhalif fikirler yaydıkları bahanesiyle, İstanbul'daki gazetelerin çoğu kapatılarak yayın hayatlarına son verildi.
Yayını devam eden gazeteler ise, sadece iktidarın borazanlığını gönüllü şekilde sürdürenler oldu.
.
Asıl mesele: İnandığını yaşamak (2)

Anne–babalar, çocuklarının nazarında en tesirli el kitabı gibidir. İstisnalar hariç, ekseriyetle kızlar annelerini, erkek çocuklar ise babalarını örnek alırlar.
Çocukluktan gençliğe adım attıklarında ise, ayrışma, farklılaşma, hatta yer yer zıtlaşma emâreleri görünmeye başlıyor.
Bu farklılaşma, çoğu anne ve babayı tedirgin ve huzursuz ediyor. Zira, on beş yaşına kadar gözü gibi baktıkları, elbebek–gülbebek büyüttükleri evlâtlarının elden gittiği, kontrolden çıktığı hissine kapılıyorlar.
Ne var ki, gençlik devresinde yaşanan bu farklılaşma, hakikat noktasında her zaman kötü, fenâ, zararlı değildir.
Çünkü, bazı ebeveynler, çocuklarına bilmeyerek de olsa yanlış eğitim veriyorlar. Yahut, çocuklara hangi yaşta hangi eğitimin verilmesi, kademeli olarak hangi tür bir muamelede bulunulması gerektiğini bilemiyorlar.
Bilemedikleri için de, çoğu zaman aksî tesir yapacak bazı söz ve davranışlarda bulunuyorlar.
Bu durumda, o çocuk, ya içine kapanık sorunlu bir ruh hali içinde büyüyor, ya da bir türlü dizginlenemeyen haylazın teki olup çıkıyor.
Böylesine dengesiz yaklaşımlarla büyütülen bir çocuk, bülûğ çağı denilen on beş yaş sınırını geçtiğinde, ebeveynine cehennem azabı yaşatacak davranışları sergilemeye başlıyor.
Eğitimsizlik, ya da yanlış bir eğitim anlayışıyla on beş yaşına kadar büyütülen bir çocuğun, o saatten sonra ıslâhı veya düzgün bir mecrâya sokulması hayli zor ve müşkil bir hadisedir.
Üstad Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinde, terbiye–i İslâmiye ile yetiştirilmeyen bir çocuğu on beş yaşından sonra ıslâh etmeye çalışmanın, adeta gayr–ı müslim birini Müslüman etmek kadar zor olduğunu nazara veriyor.
"Fakat, bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû–i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük numunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat–ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. 'Oğlum paşa olsun' diye bütün malını verir; hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat–ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken, dâvâcı ediyor. O çocuk, 'Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?' diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye–i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı, lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder."
Son derece düşündürücü olan bu ifadeler, bize evlât yetiştirmenin, onu İslâmî ahlâk ve fazilet dairesinde terbiye etmenin ne derece ehemmiyetli olduğunu hatırlatıp ders veriyor.
Bu mânâdaki hakikatli derslere devam etmek ümit ve temennisiyle...
O dehşetli günde, sadece Hilâfet kaldırılmadı. Aynı zamanda, bin küsûr yıllık mâzisi olan Medreseler kapatıldı. (Mukabil olarak, Tevhid–i Tedrisat Kànunu çıkarıldı.)
Dahası, Şer'iye, Evkàf ve Erkân–ı Harbiye Vekâletleri (Bakanlıkları) kaldırıldı. Bunların yerine, tamamiyle diktacı bir anlayışa köle ve hizmetkâr bir statüye dayalı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı ihdas edildi.
Bütün bu icraatların dışında, ayrıca bir başka vakıaya imza atıldı ki, bunun mahiyetini düşündükçe, insanın vicdanı sızlıyor.
O da şudur ki: Saltanat kaldırılırken, Osmanlı Hanedanına mensup kimselere pek dokunulmamış iken, Hilâfetin kaldırılması esnasında ise, bu müstesna ailenin bütün efradına karşı yüz kızartacak cinsten bir cinayet irtikâp edildi.
Kundaktaki bebeklerine varıncaya kadar, Osmanlı neslinden gelen 600 civarındaki nüfusun sınır dışı edilmesi, yine aynı tarihte alınan Meclis kararları içinde yer aldı. (1924 yılına ait Zabıt Ceridesi, 7. Cilt, s. 69)
Ne yazık ki, bu karar derhal tatbik sahasına konuldu. Altı asır müddetle bu vatana ve millete hâlisane hizmet etmiş olan bir hanedan, en çirkin, en vahşî bir sûrette yerinden yurdundan edilerek, perişaniyet içinde sefâlete, hatta zillet içinde ölüme doğru sevk ediliyordu.
Bu nasıl bir nankörlüktür, anlamak mümkün değil.
Bu bed muamele, Hilâfetin kaldırılması kararıyla bağlantılı olarak düşünüldüğünde, o mânâ ve makama hizmet eden Osmanlı'dan âdeta merhametsizce bir intikam alınmak istendiği kanaatini doğuruyor.
Son olarak şunu söylemek mümkün: Cumhuriyet'in mutlak istibdat şeklinde tatbik edildiği 3 Mart 1924 Türkiye'sinde, ancak 300 yılda yapılabilecek bir siyasî icraat, bir tek günde tatbik ve tahakkuk ettirildi. (Bu noktada, "O dehşetli şahsın bir günü bir senedir" meâlindeki rivâyetle bağlantı kurulabilir.)
.
Asıl mesele: İnandığını yaşamak (3)

İman ve irşad dairesi içine girenleri günah noktasında en fazla zorlayan damarın kaynağı "ikinci nefs–i emmâre"ye gidip dayanıyor.
Birinci nefs–i emmâre, kişiyi imân ve hidayet dairesine girip girmeme noktasında zorluyor. Kişiyi dinden–imandan soğutup dünyaya sevk etmeye, günah deryasında daldırmaya, yahut dalâlet vâdisinde koşturmaya çalışıyor.
Cüz'î iradenin sarfından sonra devreye giren Cenâb–ı Hakk'ın küllî iradesiyle nefs–i emmâresini yenen ve hidâyete mazhar olan insan, bu kez ikinci bir nefs–i emmârenin daha şedit olan hile ve desiseleriyle karşı karşıya geliyor.
İşte, bu ikinci nefs–i emmâredir ki, bir mü'mini inandıklarını yaşatmamaya, hatta inandıklarının tam tersi bir istikamete sevk etmeye çalışıyor.
Üstelik, silâhları daha kuvvetli, mühimmatları daha tesirlidir, bu ikinci nefs–i emmârenin...
Birinci nefs–i emmâre, imana gelip teslim olurken (mutmainne iken), bütün silâh ve edevâtını damarlarda, asablarda, sinir sisteminde yerleşik durumda olan "ikinci nefs–i emmâre"ye devrediyor.
Üzeri kamufleli olan bu korkunç silâh ve mühimmat ise, inanan kimsenin bünyesi içinde âhir ömre kadar varlığını muhafaza ediyor. Üstelik, çoğu kez akıl ve iradeyi bile dinlemeyerek hükmünü icra etmeye çalışıyor.
İşte, zamanımızın en dehşet verici hâlini yansıtan bu vaziyet, mü'minleri müthiş bir sıkıntı, azap ve ıztırabın cenderesine sevk ediyor.
Kişi, hayretler içinde kendi kendini sorgulamaya başlıyor: "Fesübhanallah! Ben ki, bütün iman rükünlerine inanan ve kendimi her türlü günahlardan sakınan bir insanım. Nasıl oluyor da, imansızların hayatına özeniyorum, onların din ve ahlâk dışı yaşayış tarzlarına meyletmeye çalışıyorum? Bâzan da, o günahkârlık batağına saplanıyorum..."
Bu durum, aslında birincisinden daha şiddetli olan ikinci nefs–i emmârenin varlığından haber veriyor.
Çoğu kimse, bu hakikatin farkında olmadığı için, bocalayıp duruyor.
Öyle ki, eskiden bazı büyük zâtlar dahi düştükleri bu durumdan şekvâ etmişlerdir.
İşte, aşağıda okuyacağınız iktibaslar, hem bu hususun, hem de tâ başından beri nazara vermeye çalıştığımız sıkıntının hem teşhisi, hem de tedâvisi noktasında muazzam bilgileri ihtivâ ediyor.
Kâinatı hiddete getirecek günahlara giren imân ehlinin, bu dehşetli vaziyetten kurtulmasının çare ve çıkış formülleri üzerinde durmaya önümüzdeki hafta da inşaallah devam edelim.
Müslüman Kürtlerin medâr–ı iftiharı olan Selâhaddin–i Eyyûbî, aynı zamanda bütün ehl–i İslâmın sevip hürmetle yâd ettiği efsanevî bir kahramandır.
Onun 55 yıllık ömrüne sığdırdığı birçok kahramanlık destanı vardır. Bunların başında ise, kalabalık Haçlı ordularını dize getirip, 88 yıllık Latin Krallığına son vererek Kudüs'ü yeniden fethetmesi gelir. (Ekim 1187)
Bu arada, Selâhaddin–i Eyyûbî'nin hayranlık uyandıran bir yönünü de hatırlamak gerekiyor: Eyyûbî İslâm Devletinin kurucusu da olan Sultan Selâhaddin, 1193 yılında hastalanır. Yıllarca süren savaşlar sebebiyle bedeni yorgun düşmüş, vücudu yara–bere içindedir. Mart ayı başlarında ölüm döşeğine yatar.
Vefat edeceğini hissedince, yardımcılarını çağırır ve onlara şunu emreder: "Kapımın önündeki devlet bayrağını indirin. Onun yerine kefenimi bayrak yapın. Son nefesimi verinceye kadar da, kefenim orada dursun."
Ayrıca, bu işe memur edilen bayraktarın da, bütün ahâliye işittirecek şekilde şu sözlerin ilân edilmesini vasiyet eder: "Ey ahâli! Şu gördüğünüz kefen, Sultan Selâhaddin'in dünyadaki fetihlerden geriye kalan tek sermayesidir. Onun âhirete götüreceği bundan başka bir malı–mülkü yoktur."
İşte böyle bir insan, Namık Kemâl ve Mehmed Âkif'in tâbiriyle "Şark'ın en sevgili sultanı" olma liyâkatına şüphesiz mazhar olmuştur.
.
Asıl mesele: İnandığını yaşamak (4)

Zaman zaman hepimiz, vesvese, şüphe, tereddüt, evham, ihmal, tenbellik gibi marazî virüslerin saldırılarına mâruz kalabiliyoruz.
Bu saldırılar, zaman ve zeminin şartlarına veya kişinin o anki ruh haletine göre, bir hayli etkili de olabiliyor.
İnsanın mahiyetinde bulunan ve âhir nefese kadar tesirini devam ettiren nefis, heva, heves gibi şeytanî duygu ve dürtüler de, hariçten gelen saldırılara çanak tutma vasifesini görüyor.
Dikkatli ve müteyakkız davranılmadığı taktirde, kişin zayıf bir anında çöküş, yahut yıkım gibi fecî haller zuhur edebilir.
Ol halde, durum ne olursa olsun, şartlar ne kadar ağır ve baskın gelirse gelsin, yine de havlu atmamalı, pes etmemeli.
Şartların ağırlaşmasını, cihadın şiddetine, imtihanın ne derece çetin olduğuna hamlederek, dirayetli davranmalı, irade kuvvetini göstermeli.
Bilinmeli ki, her insan "Âlem–i asgarında cihad–ı ekber ile mükelleftir."
Yani, herkes kendi küçük dünyasında büyük mücadele vermekle yükümlüdür.
İnsan, bu müthiş mücadelenin birinci etabında "birinci nefs–i emmâre", ikinci etabında ise "ikinci nefs–i emmâre" ile karşı karşıya geliyor.
Bunlardan en gaddarı, en dehşetli olanı, şüphesiz ikincisidir. Zira, direnişini ve etkisini son ana kadar devam ettirme imkânına sahiptir.
Bu da, şu teklif, terakki ve imtihan ve dünyasında, bir hikmete binâen, insanın mahiyetine derc edilmiştir.
"Tam bir fedâilik"
Peki, bu durumda ne yapmalı, nasıl bir hazırlık içinde olunmalı ve ne tür bir savunma refleksi içinde bulunulmalı?
İşte, meselenin can alıcı noktası da bu olsa gerek.
Bir önceki yazının sonunda yer alan şu iktibas, aslında arayış içinde olan bizler için muazzam bir projektör vazifesini görüyor: "Bu ikinci nefs–i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslâh olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına fedâ etsin. Ve Risâle–i Nur’un erkânları gibi, herşeyini, enaniyetini bıraksın." (Kastamonu Lâhikası, s. 180)
Buradan şunu anlıyoruz ki:
1) İkinci nefs–i emmârede şuursuz kör hissiyat var.
2) Bu karakteristik özelliği sebebiyle, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor.
3) Dolayısıyla, kusurunu anlayamadığı ve iradeyi dinlemediği için, ıslâh da olmuyor.
O halde, ne yapmalı, nasıl etmeli?
İşte, bu duygunun vermiş olduğu zararı asgariye indirgemenin yolu olarak, şu mühim noktalar nazara verliyor:
1) Ya hastalık gibi tokatların, musîbetlerin verdiği elemler sayesinde, kişi dersini alır, ıslâh olur. Ki, bu dahi Rahman'ın fazlındandır. Cezayı bâkî âleme tehir ettirmiyor.
2) Ya da, irade kuvvetiyle, kişi tam bir fedâilik tavrını sergileyerek ve her hissiyatını ulvî maksadına fedâ ederek hakikat dersini alarak ıslâh olup felâh bulur.
Yukarıda geçen şu "tam fedâilik" tâbirini düşününce, Nur dairesi içinde hatırıma hep şu isimler gelir: Süleymanlar, Feyziler, Hafız Aliler, Hoca Sabriler, Tahiriler, Zübeyirler, Çalışkanlar, Isparta, Denizli ve İnebolu kahramanları...
1923'te kurulan Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partisi olan TCF, halktan büyük ilgi gördüğü halde, ne mahallî, ne de genel seçimlere girme fırsatı bulamadan kapatılmıştı. Üstelik, yöneticileri de–idam dahil—en ağır cezalara çarptırılmıştı.
Aradan beş yıl geçti ve bu kez de SCF (Serbest Fırka) denemesi yaşandı.
Bu parti de, halkın büyük teveccühüne mazhar oldu. Mahallî seçimlere iştirak hazırlığında iken, bu parti de kapatıldı. Ondan sonra, tâ 1945'e kadar hiç kimse ortaya çıkıp da bir parti kurma cesaretini gösteremedi. Zira, baskıcı zulümkârlık had safhaya varmıştı.
Demokratik devletlerin baskısıyla, Türkiye 1945'te çok partili sisteme geçmek mecburiyetinde kaldı.
Bu meyanda, ilk olarak Millî Kalkınma Partisi kuruldu. Bu partinin başında dindar, muhafazakâr, milliyetçi diye bilinen kimseler vardı. (Nuri Demirağ, Hüseyin Avni Ulaş, Cevat Rifat Atilhan...)
Bilâhare, Millet Partisi, İslâm Demokrat Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisi gibi oluşumların başında da siyasetle uğraşan bu şahıslara, millet o tarihte pek teveccüh göstermedi.
1950 seçimlerinde ise, ortaya bambaşka bir durum ve tablo çıktı.
Türkiye, geçmişte hiç görülmediği şekilde ve ölçüde, hür ve serbest seçimlere sahne olmuştu.
Hürriyete, demokrasiye susamış insanlarımız için, mükemmel bir fırsat çıkmıştı.
Bu fırsatı kaçırmak istemeyen ehliyetli vatandaşlar, milletvekili aday adayı olmak için, birbiriyle yarışırcasına siyasete yöneldi.
Genel seçimlerin 14 Mayıs'ta yapılması üç ay önceden kararlaştırılmıştı.
7 Mart'ta (1950) seçilip milletvekili olmak isteyen aday adayları listesinde, adeta bir patlama olduğu fark edildi. Müracaatta bulunanların sayısı on binlerle ifade edilir bir hale geldi. (Meselâ, sadece Elazığ'da 600 vatandaşın aday adayı olduğu tesbit edildi.)
Oysa, o tarihte yekûn 487 milletvekili seçilecekti. Seçim yarışına da üç parti (CHP, DP, MP) ile bağımsız adaylar katılacaktı.
Fakat, demokrasi havasını teneffüs etmek isteyen milyonların teveccühü, aday adaylarını da hareketlendirmiş ve onları siyaset yoluyla hizmet etmeye sevk etmişti.
Neticede, seçime katılan partilerin oy oranları şu şekilde gerçekleşti.
DP: % 52,68
CHP: % 39,45
MP: % 3,11
Bağımsızlar: % 4,76
.
İtikat–amel tersleşmesi

Muhatabınız ise, buna rağmen ikna olmuyor, size mesafeli duruyor, ya da aksi istikamette gidiyorsa, bu durumun muhtemel iki–üç sebebi olabilir.
Birinci ihtimal: Muhtabınız pasif ve lâkayt bir karaktere sahiptir. Nemelâzımcıdır. Gerçekleri önemseme, dikkate alma ve istifade etme gibi bir derdi yoktur.
İkinci ihtimal: Karşınızdaki kişi sizinle aynı dünya görüşünü paylaşmıyor. Belki de zıt paraleldeki düşüncelere sahiptir. Dolayısıyla da, size uyum sağlamıyor, aykırı bir tutum sergiliyor.
Üçüncü ihtimal: Muhatabınız ikna olmuştur. Sizinle aynı kanaati, aynı dünya görüşünü de paylaşıyordur. Fakat, sizin üslûp ve ifade tarzınızdan, yahut hâl ve davranış dilinizden menfi şekilde etkilenmiştir. Bu da, haliyle muhatabınızı tedirgin etmiş, şüpheye düşürmüş, yahut zihnini çatallaştırmış olmalı ki, sizden uzak durmayı tercih ediyor.
İşte, bu yazının asıl konusu da budur.
* * *
Evet, bir fikri beyan eden kişinin, inandıklarıyla, yani kendi öz değerleriyle sergilemiş olduğu tavır ve hareketleri arasında bir problem, bir uyumsuzluk hali varsa, bu vaziyet, muhataplarında alerjiye, aksi tesir uyandırmaya pekâlâ sebebiyet verebilir.
Zira, orta yerde ve haliyle muhatabın iç dünyasında bir "itikad–amel zıtlaşması" vaziyeti şekillenmeye başlar ki, bu durum çekici değil, düpedüz itici bir tesir uyandırır.
Bu vehametin örneklerine birçok sahada, birçok hususta rastlamak mümkün.
Burada, bir tek örnekleme ile yetinelim.
Meselâ, siz bir arkadaşınıza mütemadiyen hürriyetten, meşrûtiyetten bahsedip demokratlıktan dem vuruyorsunuz. Üstelik, samimi kanaatinizi mantığın terazisiyle de tartarak ortaya koymaktasınız.
Kardeşiniz veya arkadaşınız, buna rağmen sizden olumsuz şekilde etkileniyorsa, sizinle uyum sağlamayıp uzak durmayı, hatta fiiliyatta sizinle aykırı gitmeyi tercih ediyorsa, hem onda, hem sizde tarifi zor bir problem var demektir.
Sizdeki problem, muhtemelen şudur: Siz hürriyeti müstebidane bir edâ ile anlatıyorsunuz. İnandığınız hakikatleri, muhatabınıza mülayemetle, kavl–i leyyin ile değil, adeta başına vura vura, yahut kafa–göz yara yara anlatıyorsunuz. Belki de, üslubunuzu öfke, hiddet, şiddet eseri sözlerle süslemişsinizdir.
Yani, itikadınız ile ameliniz arasında bir uyumsuzluk, bir tenakuz hali belirmiş olabilir. Ki, böylesi bir durum, muhatabın önce kafasının karışmasına, sonra da ürküp kaçmasına, dahası başka adreslere yönelmesine—maazallah—sebebiyet verebilir.
Biz hakikati ivazsız, garazsız şekilde anlatmalı; ancak, insanları kaçırtmamaya da son derece dikkat ve hassasiyet göstermeliyiz. Zira, adam kaçırtmanın vebâli büyüktür.
Muhatabın bu noktadaki problemi hakkında ise, şunlar söylenebilir: Evvelâ, bu bir nasip meselesidir. İkincisi, söylenen doğruları içine ya tam anlamıyla sindirememiş, ya da anlatan kişin yanlış tavırlarındaki hata ve kusuru hakikatin ruhuna, özüne fatura etme cihetine giderek, daha büyük bir yanlışın içine düşmüş.
Cenâb–ı Hak, bizleri inandığımız doğruları hakkıyla yaşamayı ve başkalarına da o doğrulara lâyıl bir ifade ve üslûp ile anlatma kabiliyetini nasip etsin.
O zamanki başkent Petersburg'ta "Kadınlar Günü" vesilesiyle 8 Mart 1917'de adeta bir ihtilâl provası sergilendi.
O günkü Rusya'da, iktidar henüz Menşeviklerin (gelenekçiler) elindeydi.
Bolşevikler (yenilikçiler/devrimciler) ise, her fırsattan istifade ile halkı ayaklandırarak iktidarı ele geçirmeye çalışıyorlardı.
İşte, bu maksatla yürütülen faaliyetler içinde en çok yankı uyandıranı, kadınların sokağa dökülmesiyle yapılan yürüyüş ve nümâyiş hareketleri oldu.
Rusya'nın bu iç sancılarla kıvranması, bu devletin Dünya Savaşından çekilmesini netice verdi.
Bu da, savaştan bunalan Osmanlı'ya bir derece nefes aldırmış oldu. Hiç olmazsa, azılı düşmanlarından biri çatışmayı bırakmış, kendi başının derdine düşmüştü.
Ne var ki, kan döküldükçe, itirazlar daha da yükselmeye ve isyanlar çok daha geniş alanlara yayılma istidadını gösterdi.
Neticede şiddet yöntemi ters tepti, hatta bir başka şiddet hareketini doğurdu.
Bolşevikler de, Menşeviklere karşı acımasız eylemlerde bulundular, binlerce insanın hayatını söndürdüler.
Aynı yılın Ekim ayına gelindiğinde ise, Çarlık idaresinin daha fazla dayanacak gücü kalmadı. İktidardan düşen Menşeviklerin yerine Bolşevikler geldi.
Bolşevikler, koca Rus coğrafyasındaki hemen bütün kavimleri Komünist (Sovyet Sosyalist) bir idarenin istibdadı ile yönetmeye koyuldular.
Komünist idare ise, yaklaşık yetmiş senelik bir ömürden sonra (1980'lerde), çatır çatır yıkılmaya yüz tuttu.
.
Dersim'de zamanaşımı

Evet, bu vatanda bundan yetmiş sene evvel on binlerce mâsumu hedef alan korkunç bir katliâm yapılmış. Havadan ve karadan ölüm kusan bombalarla, kendi öz vatandaşımız yok edilmeye çalışılmış. Üstelik, aylar süren bu saldırılar esnasında, büyük–küçük, kadın–erkek, genç–ihtiyar ayrımı hiç yapılmadan, topyekûn bir can ve mal telefatına sebep olunmuş.
Ama, gel gör ki, bu vahşet tablolarına sebebiyet verenlere karşı, iç kànunlar çerçevesinde hiç birşey yapamıyorsunuz.
Dâvâ açsanız bile, netice alamıyorsunuz.
İşte bunun delili, izahı, ispatı...
Geçen sene, annesini, babasını ve kardeşlerini "Dersim katliâmı"nda kaybedenlerden iki–üç vatandaşımız "insanlığa karşı suç işlendiği" iddiasıyla yargıya başvurdular.
Bu mânâda başvuruda bulunanlardan biri de Efo Bozkurt isimli vatandaştır.
Lâkin, yakın zamanda (dâvânın açıldığı) Tunceli Hozat adliyesinden gelen "red kararı", içinde bulunduğumuz acı gerçeğin bir ifadesi mahiyetini taşıyor.
Dâvâ için yapılan başvuru, "kovuşturmaya gerek olmadığı" gerekçesiyle reddedilirken, dâvâ dilekçesinde ifade edilen "insanlığa karşı suç" iddiasının da "Dersim 38" için uygulanamayacağı belirtiliyor.
Ne tuhaf değil mi?
Ortada hakikaten bir "insanlık suçu" vardır; ancak, iç hukuk anlayışına göre böyle bir suç yoktur. Dolayısıyla, bu maksatla dâvâ da açılamazmış...
Peki, ne olacak bu durumda?
Dâvâ sahipleri, ister istemez bu karara itirazla beraber, ayrıca Türkiye'nin imza koyduğu uluslararası hukuk yolunu da alternatif olarak düşünmek durumunda.
Yani, buradan bir netice çıkmazsa, muhtemelen AİHM'e gidilecek ve insanlık nâmına yapılan meşrû mücadele devam edip gidecek.
Bu mücadelenin asıl gayesinde ve temel hedefinde mal–mülk, para–pul yoktur, olmamalı da...
Yapılan mücadelenin hedefi, mâdem ki insanlık adınadır, o halde, insanlık suçu işleyen bir zihniyetin, evvelâ tesbit ve ilân edilmesi, ardından da mutlak surette tarih ve insanlık vicdanı nazarında mahkûm edilmesi gerekir.
Acaba, böyle bir neticenin hâsıl olmasından kim korkar, kim çekinir, kim gocunur?
Demek ki, bu noktada hâlâ tedirgin olanlar ve bu tarz dâvâlardan rahatsızlık duyanlar vardır ki, iç hukuk yolları tükeniyor, sürdürülen mücadele burada bir çıkmazın içine giriyor.
Yine de ümidi kaybetmemeli ve meşrû zeminlerdeki mücadeleye sonuna kadar devam etmeli: Tâ ki, insanlık suçu işleyen bir zihniyet, insanlık önünde hakikaten suçlu olduğu anlaşılana kadar...
.
Umumî inkişâfa doğru

Bunları tek tek, isim isim zikretmeye gerek yok. Birçok yerde gördüğümüz, yakînen şahit olduğumuz şevke medar, fıtrata, hakikat mesleğine muvâfık parlak hizmet tablolarını burada sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Her şey gibi, camiamız ve camiamızın deruhte etmiş olduğu hizmetler de fıtrî "tekâmül kànunu"na tâbidir.
Geçmişteki bazı ayak bağlarına takılıp alâka–i kalbe değmeyen birtakım tenkitlerle uğraşmak yerine, istikrarlı inkişâfa medar olan "fıtrî meyelân"a bakmak, hizmet heyecanını uyandıran noktalara hasr–ı nazar etmek, ihlâslı, sadâkatli dâvâ adamının şiârı olsa gerektir.
Dâvâ arkadaşını tenkit edip durmak, mâzide kalmış nahoş bazı durumlara takılıp kalmak, kime ne kazandırır?
Kalbi karartmak, ruhu daraltmak, fikrî inkıbaza sebebiyet vermekten başka...
O halde, fıtrî meyelâna uyarak, ulvî, kudsî hizmetleri nasıl inkişâf ettirebileceğimize bakmak, en doğrusu.
Özeleştiri yapmak, konuları mihenge vurmak, meseleleri akıl süzgecinden geçirip sorgulamak, elbette ki hakikat mesleğinin icaplarındandır.
Fakat, hak ve hakikat nâmına bunları yaparken, bünyeyi tahrip etmemeye, yara kaşıyıcısı durumuna düşmemeye, şevkleri kırmamaya, heyecanları söndürmemeye âzami derecede dikkat ve hassasiyet göstermek icap eder.
Aksi halde, engel teşkil eden dalları keselim derken, baltayı dizine vurmak gibi olur.
Bu fıtrî ölçüler ve ulvî hakikatler ışığında, âcizane gördüğüm manzara şudur: Seyahatte bulunduğumuz hemen her yerde, hizmetlerimiz, tekâmül kànununa muvafık şekilde inkişaf ediyor.
Meselâ, okuma oranında bir hayli yükseliş var. Küçük–büyük, camiamızın hemen bütün fertlerinde kitap vesair mevkutelerin ferden ve müştereken okunması, ciddî bir meleke halini almış.
Okuma grafiğinin yükselmesi demek, aynı zamanda "umumî inkişâf" demektir.
Keza, umumu alâkadar eden hizmet üniteleri, birçok yerde "ferdî inisiyatif"ten heyet ve meşveretin inisiyatifine ifrağ etmiş görünüyor.
Meşveret ruhuna istinad ile, tam bir sahibiyet şuuru hâsıl olmuş.
Meşveret ise, "ferd–i vahit"ten çok daha metin ve kuvvetli olan "şahs–ı mânevî"ye dayanır.
Şahs–ı mânevî havuzu içinde kalarak, hak yolunda hizmet etmek, bizler için usûl itibariyle "olmazsa olmaz" şartlarından biridir.
Esasında, bu sûretle yapılan iş ve hizmetler, "taksimü'l–âmâl" kaidesince ve müzahametsiz bir şekilde paylaşılmış oluyor ki, bu metotla yapılan hizmet, bizleri "mukavemetsûz" olan fıtrî meyelâna sevk ediyor.
Şükürler olsun, tevakkuf hali bitiyor ve hemen her yerde fıtrî mânâ paralelinde sevindirici bir meyelân görünüyor.
Birinci Dünya Savaşında (1914–18), Osmanlı'nın karşısındaki cephede iki güçlü devlet vardı: Rusya ve İngiltere.
Millî Mücadelenin yaşandığı dönemde ise (1918–1923), İngiltere'nin düşmanlığı katlanarak devam ederken, Rus hükûmeti dost bir konuma geçti.
Moskova hükûmeti, İstiklâl Harbi süresince Ankara hükûmetini destekledi. Bol miktarda silâh ve para yardımında bulundu.
Bu süreçte Türkiye'nin Rusya'yla olan dostluğunun sebebini "Düşmanın düşmanı düşman kaldıkça dosttur" prensibiyle açıklamak mümkün.
Rusya, İstanbul'dan başlamak üzere Türkiye'nin tamamını işgale hazırlanan İngiltere'ye muhalif bir politika gütmekteydi. Büyük Savaş'ta müttefik olan bu iki ülke, şimdi karşı karşıya gelmiş durumdaydı.
Bu gelişmenin yanı sıra, günün tarihi itibariyle de, son derece dikkat çekici bir rastlantı vardı ki, kısaca buna da değinmek istiyoruz.
Bir yıl arayla 16 Mart
Türkiye'ye yönelik İngiltere'nin alenî düşmanlık tavrı ile Rusya'nın dostluk antlaşması, bir yıl arayla aynı güne rastladı: 16 Mart.
1920 senesinin 16 Mart sabahı Şehzadebaşı'ndaki karakola silâhlı baskın düzenleyen işgalci İngiliz kuvvetleri, henüz yataklarında bulunan askerlerimizi süngüleyerek altısını şehit edip on beşini de ağır şekilde yaraladılar. Aynı gün, İstanbul fiilî işgale uğradı. Saltanat, Meclis, hükûmet, askeriye ve sair bürokratik işleyiş, bütünüyle işgal kuvvetlerinin kontrol ve denetimi altına girdi.
* * *
Tam bir sene sonra, yani 16 Mart 1921'de ise, Moskova'da biraraya gelen Ankara hükûmeti ile Rus hükûmeti temsilcileri arasında "Moskova Antlaşması" parafe edildi.
Bu antlaşmaya göre, Türkiye Kafkasya'da Rusya'nın işini zorlaştıracak teşebbüslerde bulunmayacak, buna mukabil Yunan ve İngiliz kuvvetleriyle mücadele eden Ankara hükûmetine her türlü para, silâh ve mühimmat yardımı yapılacak.
İşte, bu antlaşmadan hemen sonra Rusya'dan Trabzon limanına altın para ile birlikte gemiler dolusu silâh ve mühimmat sevkiyatı gerçekleştirildi.
Bu silâhlar savaşta, paralar ise asker ve memur maaşının ödenmesinde kullanıldı.
* * *
Moskova Antlaşmasını gerçekleştiren Rus heyetinin başında Dışişleri Bakanı Çiçerin vardı. Türkiye delagasyonu ise şu isimlerden müteşekkil idi: Bekir Sami Bey, Ali Fuat Paşa, Dr. Rıza Nur ve Yusuf Kemal Bey.
Kars Antlaşması
Moskova Antlaşmasını pekiştiren ve Kafkasya'daki diğer hükûmetlerin iştirakini de sağlayarak Türkiye'nin Şark sınırlarını kesin hatlarıyla belirleyen bir başka antlaşma da aynı yıl içinde Kars'ta yapıldı.
Kars'ta 13 Ekim 1921'de imzalanan bu antlaşmaya Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Sovyet Rusya'nın temsilcileri de katılmak sûretiyle imza koymuşlardır.
.
Çanakkale Zaferi yalanlarına dair

Dahası, milyonlarca insanımızın nazarında yanlış bilinen, hatta kasten empoze edilen yalan–yanlış noktalar var.
Meselâ, Çanakkale Zaferi ile M. Kemal arasında ısrarla bağlantı kurulmasına çalışılması ve sanki bu zaferin kazanılmasına onun bir dahli varmış gibi resmî beyanlarda bulunulması gibi.
Yıllar yılı empoze edilen bu tarz bilgi ve söylentilerin tamamı yalan ve gerçek dışıdır.
Zira, inkârı mümkün olmayan tarih kayıtlarında açıkça belirtildiği üzere, savaşın ilk gününden tâ Çanakkale Zaferi'nin kazanıldığı 18 Mart 1915 tarihine kadar olan süre içerisinde, M. Kemal, Çanakkale'de olmadığı gibi, savaş bölgesinde dahi değildir. Onun Eceabat'a varması dahi, zaferden günler sonrasına tekabül ediyor.
Şöyle ki: Ekim 1913'ten Ocak 1915'e kadar Sofya Ateşemiliterliği görevinde bulunan M. Kemal, 18 Mart'ta kazanılan Çanakkale Deniz Zaferinden beş gün sonra yarbay rütbesiyle Maydos'tan bu bölgeye (Eceabat'a) ancak intikal ediyor. Bölgeye intikal ettikten sonra da, Alman general Liman Von Sanders'in emrinde olmak üzere Gelibolu muharebelerine iştirak ediyor. (Bkz: MEB Yayını, İ. A., I. Cilt, s. 722–23)
Bu durumda, her yıl 18 Mart'ta kutlanan Çanakkale Deniz Zaferinin zorlamalı tevillerle M. Kemal'a mal edilmesine çalışılması, tarihin gerçekliğiyle zerrece bağdaşmıyor.
Evet, M. Kemal denizci olmadığı gibi, 18 Mart'ta kazanılan Çanakkale Deniz Zaferinde de herhangi bir dahli söz konusu dahi değildir. 23 Mart'ta Eceabat'a varmış olması, bu gerçeği değiştirmez.
İşgalcilerin kabaran iştahıÇanakkale Savaşının çarpıtılan bir başka yüzü de, işgal ve istilâ için Boğaz'a yüklenmiş olan İngilizler'e bakıyor.
İngilizler, birçok yerde olduğu gibi, Çanakkale Cephesinde de kendi vatandaşından ziyade, kendisine bağlı, ya da sömürge durumundaki ülkelerin askerlerini kullanma cihetine gitmiştir.
Avustralya'dan, Yeni Zelanda'dan (ANZAC), hatta sömürge hinterlandına giren Afrika ve Hindistan'dan (bir kısmı Müslüman) on binlerce asker toplayarak cepheye sevk etmiştir.
Savaş esnasında, ayrıca cepheye yeni yeni asker sevkiyatı yaptırabilmek için de, bilhassa basın ve haberleşme yoluyla yoğun bir propaganda faaliyeti yürütmüş.
İşte, resim yerinde görmüş olduğunuz illüstrasyon, söz konusu propagandalardan sadece bir tek nümunedir.
Bu tarz örneklerin sayısı çoktur. Yapılan bu tarz yalan–yanlış
Evet, işte bu da yabancıların yalancı yüzüydü. Ülkelerine, habire yalan–yanlış haberler geçiyor ve medyayı da bu istikamette kullanıyorlardı.
Bizdeki diğer yalancılar
Ne gariptir ki, aynı dönemde bizdeki Turancı İttihatçılar da aynı tarz üzere gitmekten çekinmemişlerdir. Kafkas Cephesindeki fâcia yüklü çöküş haberlerinin yayınına yasak getirmiş, dahası Turancılık hayaliyle gencecik vatan evlâtlarını bu cephedeki ölüm cenderesine sevk edip durmuşlardır.
Öyle ki, cephede çöküş üzerine çöküş yaşanırken, o günün İttihatçı gazetelerinde Türk askerinin Ortaasya'ya doğru ilerlediği ve Turan hayalinin gerçekleşmek üzere olduğu yönünde haberler çıkıyor, yorumlar yapılıyordu.
Harpte "hile"ye cevâz vardır. Fakat, bu tür bilgilendirmelerin "harp hilesi"yle bir alâkası yoktur.
Yalan haberler ve uydurma bilgilerle kendi insanını göz göre maceraya sürüklemenin neresi harp hilesi...
Böyle bir tutum, hilecilik değil, olsa olsa yalancılık hanesine girer ve kendi tarafına zarar vermek hesabına geçer.
Zira, sonradan işin gerçeğini öğrenen insanlarınız, bir yandan sukût–u hayale uğramakta, bir yandan da ciddî ciddî kandırıldığı zannına kapılarak ye'se düşmektedir.
Ki, aynı günlerde Kafkas Cephesine pür heyecanla giden askerlerimiz, bilhassa gazi subaylarımızdan birçoğu, düştükleri hazin durumu hatıralarında açıkça ifade emişlerdir.
O halde, bu sakat anlayışa ne demeli ve bu yalancı yüzlere karşı ne yapmalı?
İslâm literatüründe, yalan bir "lafz–ı kâfir" olduğu gibi, sahte bilgilerle aldatmaya çalışmak da İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz.
Bile bile yalan söylemek ve bilhassa başkasını yalan yere yanlış yola sevk edecek kadar bu işi ileri götürmek, acaba sahtekârlık ve ikiyüzlülük değil de nedir?
.
Nevrûz, Veysel, toprak, tevazu...

Nevrûz şairi Veysel
21 Mart (1973), aynı zamanda toprak, çiçek, bahar ve Nevrûz şâiri olarak da bilinen Âşık Veysel'in de vefat günüdür.
Küçüklüğünde çiçek hastalığından görme melekesini kaybeden, ömrü boyunca âmâ yaşayan ve tahminen seksen yaşlarında vefat eden Sivas Şarkışlalı Âşık Veysel Şatıroğlu, âşıklık (ozan) geleneğinin de en güçlü temsilcilerinden biriydi.
Kendi sahasında ise, ender bir şairdir, denilebilir.
Çeşitli konularda şiirler yazıp türküler okuyan Âşık Veysel'in en çok bilinen eseri "Kara toprak" üzerine dillendirdiği güzellemedir.
Dillerde dolaşan bu uzun şiirin bir yerinde ise, bolluk–bereket timsâli olan toprağı, "tevazu ve mahviyet" mânâsıyla da irtibatlandırıyor.
Toprağa ne yapsan, ne desen, ona ne kadar hırçın ve haşin davransan da, sana kibirli şekilde değil, yine tevazu ve tebessümle karşılık veriyor.
Sen ona kazma ile vurursun, üzerini belleyip çapalarsın, elinle, yahut tırmıkla yüzünü çizip yırtarsın, ama o seni yine de gül ile karşılar ve bostan ile mükâfatlandırır.
İşte, toprağın bu mânâdaki cömert ve mütevazı yönünü şu mısralarla tarif ile tasvir ediyor, şair Veysel:
Adem'den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyve yetirdi
Her gün beni tepesinde gezdirdi
Benim sâdık yârim kara topraktır
Karnın yardım, kazma ile bel ile
Yüzün yırttım, tırnak ile el ile
Yine beni karşıladı gül ile
Benim sâdık yârim kara topraktır
İşkence yaptıkça, bana gülerdi
Bunda yalan yoktur, herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sâdık yârim kara topraktır
Esasında birçok şair, toprak ile tevazu duygusu arasında sırlı bir mânâ bağlantısı kurmuş, vukûfiyetleri ölçüsünde bunu dile getirmişlerdir.
İşte, bu ince mânâyı "atışmalı muamma" tarzında birbirine suâl sorup cevaplayan iki şairden mânidar sözler.
Karslı âşık Murat Çobanoğlu, Erzurumlu ozan Âşık Reyhanî'ye şu mânâ yüklü mısralarla sesleniyor:
Dinle şu sözümü sen ey Reyhanî!
Ben bir ağaç gördüm dalsız budaksız,
Üstüne bir kuş konmuş kolsuz kanatsız,
Onu bir dev yedi dilsiz dudaksız,
Acep böyle gizli hal var mı sende?
Âşık Yaşar Reyhanî, şöyle mukabelede bulunuyor:
İnsanoğlu dünyaya gelir dalsız budaksız,
Ölünce mezara gider kolsuz kanatsız,
Onu yiyen topraktır dilsiz dudaksız,
Evet azizim, böyle gizli hal vardır bende.
Yakın tarihlerde vefat eden bu her iki ozanımıza da Cenâb–ı Hak'tan rahmet ve mağfiret dileriz.
Risâlelerde toprak ve tevazu bağlantısı
Nevrûz'un toprakla doğrudan bir münasebeti var. Toprağın da tevazu duygusuyla aynı paralelde bir mânâ bağlantısı mevcut.
Bu sırlı hakikate, Nur Risâlelerinde de şahit olmaktayız.
Bediüzzaman Hazretleri, Kastamonu'da iken yazdığı bir lâhika mektubunda, bu hususla alâkalı olarak şu veciz ifadeyi kullanıyor: "Said, tam toprak gibi mahviyet ve terk–i enaniyet ve tevazu–u mutlakta bulunmak şarttır; tâ ki Risâletü’n–Nur’u bulandırmasın, tesirini kırmasın." (Kastamonu Lâhikası, s. 18)
Demek ki, son derece güçlü, kuvvetli, bereketli bir unsur olan toprak, aynı zamanda tevazuun da bir nevî göstergesi mahiyetini taşıyor.
Toprakla bağlantılı daha başka ulvî mânâlar ve kudsî hakikatler de vardır ki, bunun da tesirli bir izâhını Mesnevi–i Nuriye'deki bir "İ’lem"de görüyoruz.
Konuyu, bu "İ’lem"deki hakikattar ifadelerle noktalayalım: "İ’lem eyyühe’l–aziz! Kur’ân–ı Mucizü’l–Beyan, büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihyâ–yı arz ve toprak unsuruna nazar–ı dikkati celb ettiğinden, kalbime şöyle bir feyiz damlamıştır ki: Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda isal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlık–ı Semavat'a daha yakın bir yoldur. Zira, kâinatta tecelli–i rububiyet ve faaliyet–i kudrete ve makarr–ı hilâfete ve Hayy–u Kayyûm isimlerinin cilvelerine en uygun, topraktır. Nasıl ki, arş–ı rahmet su üzerindedir; arş–ı hayat ve ihyâ da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir aynadır." (Age, s. 203)
.
Diktatörler velinimettir (!)

Dahilde musibet hükmünde olan aynı diktatörler, hariçteki menfaat zebunları için ise, kelimenin tam mânâsıyla birer velinimet gibidirler.
Zira, o saldırgan menfaatperestler, koca bir milleti kandıramayacaklarını ve o milletin iradesinin tecelligâhı olan hür bir meclisi (şûrâyı) oyuna getiremeyeceklerini gayet iyi bildikleri için, despot şahısları hedef seçerek gayelerine ulaşmaya çalışırlar.
Evet, günümüz zalimleri, bir milletin fertleriyle tek tek uğraşma cihetine gitmezler. O işin çok zahmetli, hatta imkânsız derece olduğu açıktır.
Fakat, bir şahısla uğraşmak, onu tava getirmek, onu istenilen tarafa yönlendirmek, nisbeten çok kolaydır.
Adamın kılcal damarından girer, beyin kıvrımlarında dolaşır, nabzını ölçer, hatta bütün hissiyatını tercüme ederek, ona istediği mumalede bulunabilir.
Hâsılı, şahsı istediği şekilde oyuna getirdikten sonra, kendi yapacaklarına da kılıflar giydirerek, asıl hedefine doğru sür'atle harekete geçer.
Dün Irak'ta yapılan budur; bugün Libya'da sergilenen de aynı şeydir.
Hâl böyle iken, tutup saldırgan zalimlere ağız dolusu küfretmek, neyi halleder? Menfaat zebunlarına lânet yağdırmak, bize hangi menfaati temin eder?
Tamam, yerine göre, elbette bunlar da yapılmalı. Tam bir izzetlilik içinde zalimin yüzüne tükürmeli.
Ancak, istilâcı ecnebilere küfür ve lânet, tek başına netice almaya kâfi gelmez. Üstelik, mevcut sıkıntıyı da izâle etmez.
O halde, öncelikle ve özellikle yapılması gereken iş, hukuk ve meşrûiyet ölçüleri içinde kalarak dahilî istibdatla mücadele etmeye, diktatörlerin önünü kesmeye, totaliter rejimlerin sonunu getirmeye çalışmaktır.
Çünkü, bunlar ayakta ve hayatta kaldığı müddetçe, hariçteki zalimlerin hevesleri kesilmeyecek, hatta iştahları kabarmaya devam edecektir. Dolayısıyla da, fırsatları da kollayıp saldırıya geçmekten çekinmeyeceklerdir.
Diktatörlerin yalakası olur
Mütecâviz zalimlerin işini kolaylaştıran bir başka durum da şudur: Despot şahısların ve müstebid liderlerin etrafındaki adamlar da ekseriyetle yağcı, müdahaneci, yalaka tiplerdir.
Bunlar, zayıf karakterli, silik şahsiyetli oldukları için, başkaları tarafından da kolaylıkla satışa gelebilirler.
Ayrıca, emir kulu oldukları diktatöre doğruları olduğu gibi aktarmazlar, hatalarını yüzlerine söylemezler; öte yandan, güce taptıkları için de, karşılarında daha kuvvetlisini gördüklerinde, ya anında saf değiştirir, ya da ikili oynamayı tercih ederler.
Bunlardan da hayır gelmeyeceği için, totaliter yapıyı bütünüyle ortadan kaldırmaya ve hür iradeye dayalı bir demokratik yapıyı ihyâ etmeye çalışmak, vatan ve millet için yapılabilecek en makbul bir hizmet olsa gerektir.
Üye sayısı bugün itibariyle 22'ye çıkan bu birlik, ilk başta şu 7 üye ülke tarafından kuruldu: Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Irak ve Yemen.
Daha sonraki yıllarda, birliğe katılan diğer üye ülkelerin isimleri şöyle: Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Cibuti, Fas, Filistin, Katar, Komor, Kuveyt, Libya, Moritanya, Somali, Sudan, Tunus, Umman.
Arapların kendi aralarında bu çapta ilk kez teşkil etmiş oldukları bu siyasî birliğin yeterince aktif olduğu, inisiyatif kullandığı ve yabancı tesiri altında kalmaksızın Araplara hizmet ettiği söylenemez.
Buna rağmen, yine de varlığı yokluğundan evlâdır denilebilir... Evvelâ, bu birliğin ortaya çıkış şatlarına bakmak gerekiyor.
Arap Birliği, İkinci Dünya Savaşının sonlarına gelindiği bir dönemde kuruluyor.
1945'e gelindiğinde, Avrupa'nın sömürgeci gaddar devletleri, altı yıldır devam eden beşer tarihinin bu en dehşetli savaşında, büyük kayıplar vermiş, takattan düşmüş, dolayısıyla sömürgeler (müstemleke) üzerindeki kontrol ve hakimiyetini kaybetme noktasına gelmişlerdi.
Nitekim, bu tarihe kadar sömürge durumdaki Arap (ve diğer İslâm) ülkelerinin çoğu, 1945'ten itibaren bağımsızlıklarına kavuştular.
Ne var ki, bu durumlarına yine de tam bağımsızlık denemezdi. Arap ve sair Müslüman ülkeler, İkinci Dünya Harbinden sonra ecnebilerin tahakküm ve tasallutundan tam da kurtulma sürecinden geçerlerken, ne acıdır ki, bu kez kendi içlerinden çıkan diktatörlerin tahakküm ve istibdatları altına girdiler.
Bu dahilî diktadörler de, maalesef yine ecnebilerin kukla ve oyuncağı olma durumundan kurtulamadıkları için, elde edilen başarı "yarı bağımsızlık"tan öteye gidemedi, gidemiyor.
İşte Arap Birliğini oluşturan genel tablo ortada: Üye ülkelerin hemen tamamı, kralların ve kraliyetten de beter totaliter rejimlerin baskısı altında bulunuyor.
Bu da, hem dahilî sıkıntıların devamına, hem de haricî saldırıların celbine sebebiyet veriyor.
Haricteki ecnebi devletler, otoriter despotları oyuna getirmede ve başında bulundukları ülkelerin kaynaklarından sinsice yararlanma plânını tatbik etmede per mahirdirler.
Libya halkı, şu an itibariyle, barbar yönecitiler ile vahşi saldırganların ayakları altında can ve mal telefatına maruz kalmış durumda. Tıpkı, Müslüman Irak halkının sekiz sene evvel düştükleri durum gibi..
Irak, 19 Mart 2003'te işgal güçlerinin saldırısına mâruz kalmıştı; Libya ise, tam da sekiz sene sonra aynı gün (19 Mart) benzer mahiyetteki bir saldırıya mâruz kaldı.
Irak ve Libya'daki tablolar arasında, şaşırtıcı gelen daha başka benzerlikler de var.
Netice: Ay ve gün itibariyle aynı tarihlerde teşekkül eden Arap Birliği, ne yazık ki, yaşanan gelişmeleri çaresizlik içinde seyretmekten başka birşey yapamıyor. Türkiye'nin tavrı ise, daha evvel olduğu gibi şimdi de "ikircikli" şekilde görünüyor: Halka yönelik hamasî söylemler başka türlü oluyor; dışarıya yönelik "zımnî destek" mahiyetindeki tutumlar başka türlü gidiyor.
Allah, encâmımızı hayreyleye..
.
İlk cunta cinayetinden günümüze...

Ailesinin şikâyeti üzerine emniyet birimleri tarafından yapılan araştırmalardan da ilk günlerde herhangi bir netice alınamıyordu.
Sonunda, elde edilen deliller bir bir toplandı ve Ali Şükrü Beyin Çankaya Alay Muhafız Komutanı Topal Osman tarafından katledildiği anlaşılmış oldu.
Bu cinayette maşa olarak kullanılan şahıs resmî makamlarca tesbit edildi gerçi; lâkin, maşayı kimin kullandığı hususu meçhul kaldı ve hâlen de meçhûl durumda.
İşte, bu husus son derece önemli ve düşündürücü bir nokta.
Sizce de öyle değil mi?
Kim bu Ali Şükrü Bey?
Ali Şükrü Bey, son Osmanlı mebusuydu; aynı zamanda Büyük Millet Meclisinin kurucuları arasında yer alan ilk mebuslardan biriydi.
Trabzon milletvekiliydi. Eylül 1920'de Millet Meclisi tarafından kabul edilen içki–fuhuş yasağı ile ilgili "Men–i Müskirat Kànunu" taslağını hazırlayan heyetin başında geliyordu.
Takvâlıydı, kuvvetli iman sahibiydi.
Hürriyet ve demokrasi taraftarıydı.
Bununla beraber, Hilâfetin kaldırılmasına karşıydı.
Aynı şekilde, Lozan Konferansı esnasında yapılan gizli pazarlıklara, hele hele din ve mâneviyattan taviz verilmesine şiddetle muhalefet ediyor, dahası, bu fikirde olan muhalefet cephesinin de başını çekiyordu.
Keza, Bediüzzaman Said Nursî'ye hürmetkârdı; onunla samimi dost ve arkadaştı.
Nitekim, onun mebuslara hitaben kaleme alınmış olan 10 maddelik "Beyannâme"sini kendi matbaasında bastırıp neşretmişti.
Aynı şekilde, muhtevasında Arabî Tabiat Risâlesinin de bulunduğu "Hubâb" isimli risâleyi yine kendisine ait olan matbaada tabettirmişti.
Ali Şükrü Bey, yine hürriyet ve demokrasi inancı gereği, farklı düşünce ve kanaatlerin hayat bulması için, kendi imkânlarıyla TAN ismiyle bir gazete çıkarıyordu.
Ne var ki, yukarıdan beri sıralaya geldiğimiz hizmet ve meziyetleri, onun muhalifleri tarafından birer cürüm ve cinayet addedilerek, Ali Şükrü Bey çoktan hedef tahtasına konulmuştu bile...
Bu müstesna şahsiyeti öldürmek, hem kendisini, hem de siyaset ve neşriyat hizmetini yok etmek isteyenler vardı.
Vardı da, bundan kendisinin hiç haberi yoktu.
Yani, muhaliflerini biliyor, tanıyordu da, bunların kendisini öldür(t)ecek derecede vahşileşip gaddarlaştığını hiç, ama hiç düşünmüyordu.
Lâkin, kendisi hakkında gizlice kurulan tertip ve plânlar, son derece vahimdi.
Bu vahâmetin boyutları sonradan anlaşılacaktı.
Gerçi, hadisenin gerçek mahiyeti hâlâ anlaşılabilmiş değil. Ama, hiç olmazsa kanaat teşkil edecek bazı bilgi ve belgeler peyderpey ortaya çıktı.
Ortaya çıkmayan kısımlar ise, tabulara takılmış durumda.
Aradan 87 yıllık bir süre geçmiş olmasına rağmen, hiçkimse çıkıp da bu tabuya dokunamadı, onu yerinden kımıldatamadı.
Dünden bugüne, yahut
bugünden düne gitmek
Ne gariptir ki, bugün gücümüz 7–8 sene evvelki cunta faaliyetlerini deşifre etmeye ve zanlıları mahkeme huzuruna çıkarmaya az–çok yetiyor da, yaklaşık doksan yıl önceki bu ilk cunta cinayeti üzerindeki sır perdesini aralamaktan dahi korkar ve çekinir bir durumdayız.
Sadece tetikçinin bulunmuş olması ve akabinde öldürülmesi, cinayetin asıl mahiyetini aydınlatmaya yetmez, yetmiyor, yetmemeli...
O cinayetin tetikçisi olarak ilân edilen Giresunlu Topal Osman, elbette ki bu işi tek başına plânlayıp yapmadı, yapamazdı da.
Hiç şüphesiz, bu cinayetin ayrıca plânlayıcıları ve azmettiricileri vardı.
Vardı da, kim veya kimlerdi?
İşte, bu sorunun resmî cevabı yoktur, ya da yok zannedilsin isteniyor.
Oysa, siyasî maksatlı cinayetler, sadece tetikçinin bilinmesi veya bulunmasıyla aydınlatılamaz. Hadisenin arka plânına da mutlaka projektör tutmak lâzım.
Aksi halde, hem karanlık cinayetlerin arkası kesilmez (nitekim kesilmedi), hem hakimiyet hakkıyla milletin olmaz, hem de adâletin yerini bulması mümkün hale gelmez.
İşte, bu nâhoş durum bundan yaklaşık doksan yıl evvel işlenen Ali Şükrü Bey cinayeti için geçerli olduğu gibi, o günden bugüne kadar işlenen benzerî mahiyetteki diğer bütün cinayetler için de geçerlidir.
O halde, gerçek mânâdaki aydınlatmaya, karanlıkta kalan bu ilk halkadan başlanmalı.
Gerisi, emin olun çorap söküğü gibi gelir.
Aksi halde, sadece patinaj yapılmış olur. Akıntıya kürek çekme kabilinden, zaman, emek ve enerji kaybı olur.
Dahası, zihinler çatallaşır da, insanlarımız haksız ve gereksiz yere birbirini kırma cihetine gider.
Tıpkı, Ali Şükrü Bey cinayeti sebebiyle, Trabzon ve Giresunlu mâsum, ilgisiz ve günahsız vatandaşların birbirini kırması, yahut birbirine soğuk davranması gibi...
İnsanlarımızın böylesi bir duruma sokulmuş olması, bizce işlenen ilk fiilî cinayet kadar, belki de ondan daha vahim ve vahşi ikinci bir cinayet hükmünü taşıyor.
.
Bir Kürt niçin Kemalist olur?

Daha ötesi, bir Kürd'ün tutup Türkçülük yapması, hele hele hararetli bir Atatürkçü kesilmesi ise, cidden izahı zor ve müşkil bir mânevî musibet hali olsa gerektir.
Ne yazık ki, böyleleri az değil. Dün olduğu gibi, emsâllerine bugün de rastlamaktayız.
Diyarbekirli Kürt Ziya (Gökalp), hem Türkçü–Turancı bir şöhret, hem de en ateşli Kemalistlerden biri olarak göçüp gitti bu dünyadan. (1875–1924)
İlk başlarda (1908'den önce) Kürtçülükle uğraşan, maksadına nail olamayınca Türkçülüğe yatay geçiş yapan, Türkçülüğün Esasları'nı yazan ve bu minval üzere gitmekle M. Kemal'in gözüne giren eski İttihatçı "Kürt Ziya", hayatının son yıllarını da CHP mebusu olarak geçirdi.
Bu arada, M. Kemal'in de onun için "Fikrimin atası" dediği rivâyet ediliyor.
Bu vâdide koşan sadece Kürt Ziya değildir. Onun selefleri, yakın tarihimizde ve hatta günümüzde hiç eksik olmadı.
Kemalizme taparcasına bağlı olan eski Maarif Vekillerinden "Tevhid–i Tedrisatçı" Vasıf Çınar ile tarihçi geçinen "Türkçe İbadet"çi Cemal Kutay, birbirinin kuzenleri olup Osmanlı'ya isyan eden Cizreli Kürt Bedirhan Ağanın torunlarıdır. (Ne tuhaftır ki, bu iki kuzenin, bir de Kürtçülük yapan ve hatta İngiliz destekli Kürt–Teâli Cemiyeti kurucusu olan başka kuzenleri de var: Süreyya ve Celâdet Bedirhan gibi...)
Bu konuya niçin girdik?
Günümüzde "Atatürkçü" deyince akla ilk gelen isimlerden biri olan Toktamış Ateş'in son yazısını okuyunca, yukarıda zikrettiğimiz hususlar birbir canlanıverdi hafızamızda.
Aslen Konya Cihanbeyli Kürtlerinden diye bildiğimiz Toktamış Hoca, TÜSİAD'ın önce açıklayıp sonra da geri adım attığı anayasadaki değişmez maddelerle ilgili çıkışını değerlendirirken, "köklü bir biçimde itiraz edeceğim iki nokta var" diyor ve bunları şu şekilde sıralıyor: "Bunlardan biri, daha önceki anayasa metinlerinde değiştirilemez olarak değerlendirilen özelliklerden sadece rejimin Cumhuriyet olduğunun alınması. Ve ikincisi de 'Atatürk ulusçuluğunun' metinden çıkarılması." (Bugün, 29 Mart 2011)
Bir sonraki yazısında özellikle ikinci nokta üzerinde duracağını belirten Toktamış Ateş'in başka zaman sarf etmiş olduğu "Atatürkçülük"le ilgili aşağıdaki ifadeleri de bir hayli dikkat çekici geldi bize.
Soru: Sizce de Atatürk Hazret–i Muhammed’e hayran mıydı?
Cevap: Hayrandı. Ayrıca ben Atatürk’ün samimi bir Müslüman olduğuna da inanırım.
Soru: ‘Müslüman ateist’ olamaz mı?
Cevap: Olabilir... Şöyle diyeyim: Kimliğinde Müslümanlık vardır, ama şekil şartlarını yerine getirmez. Öyle bir Müslüman tabiî... Namaz kılarken çekilmiş hiçbir fotoğrafı olmadığını biliyoruz.
Soru: Namaz kıldığını biliyor muyuz?
Cevap: Bilmiyoruz. Belki odasına çekildikten sonra kılıyordur, kim bilir...
Soru: Kılsa bilinirdi herhalde?
Cevap: Doğru. Kılsa, bir namaz takkesi, bir seccadesi olurdu.
Soru: Mustafa filminde Meclis’in açılışı öyle bir verilmiş ki, sanki Atatürk Müslümanları kandırıyor...
Cevap: Evet. Takiyye yapıyor sanki.
Soru: Önce Cuma namazı kılınıyor. Sonra kurbanlar kesiliyor... Gerçekten de siyaseten yapmış olamaz mı bunları?
Cevap: Hayır. Siyaseten yapılmış bir şey değil bu. Atatürk orada samimî olarak Cuma namazından sonra Meclis’i açıyor...
***
Röportaj, bu minval üzere uzayıp gidiyor. Söz konusu M. Kemal olduğunda, bütün bataryaları ateşleyen ve olanca gücüyle savunmaya geçen Toktamış Hocanın söyledikleri hakkında özellikle aklıma takılan iki nokta var.
Bir: "Samimî Müslüman"lığın ölçüsü, delili nedir, ispatı nasıl yapılır?
İki: Kürt kökenli bir entelektüel, nasıl "samimî Atatürkçü" olabilir?

diye ağlayan yavrular
Kayseri'de büyük yas var. Eylül 2009'dan beri kayıp olan üç mâsum yavrunun kemikleri daha yeni bulundu da, hiç olmazsa birer mezara kavuştular.
Şu dehşetli zamana bakın ki, yıllardır kayıp ve âkıbeti meçhûl durumda olan daha yüzlerce genç kızımız, evlâdımız, mâsum yavrularımız var.
Bu hâl, başlıbaşına bir hicrân yarasıdır.
2009 yılı Ramazan Bayramında kaybolan Kayserili çocukların fecî akıbeti belli olunca, yüreği dağlanmış anne ve babaları bir kez daha yıkıldılar.
Zira, şeker toplamaya çıkan o çocukları evine hapsettikten sonra, türlü işkencelerle onları öldüren sapık, cesetlerini götürüp bir meçhûle gömmüş.
Evlâtlarının çok vahşiyane ve tamamen insanlık dışı bir muamele ile öldürüldüğünü öğrenen bir çocuğun annesi, yere yıkılmış halde—duyabildiğim kadarıyla—feryâd û figân ederek şunları söylüyordu:
"Âh yavrum, âh canım yavrum...
"Dövülürken çok ağladın mı yavrum...
"Bıçaklanırken 'Anne! Anne!' diye bağırdın mı yavrum...
"Can verirken 'Anne! Anne!' diye sayıkladın mı yavrum..."

Hele hele, evlâdı olan ve bilhassa evlât acısını yaşayanlar, bu duyguyu daha çok hisseder.
Yine de, Allah, böylesi bir evlât acısını hiçbir anne–babaya yaşatmasın. Velev ki, düşmanımız bile olsa...
Bütün Kayseri halkına ve elbette ki evlâdını toprağa veren acılı ailelere Cenâb–ı Hak'tan sabırlar dileyerek taziyetlerimizi sunuyoruz.
.
Kasaplar Deresi ve ötesi

Darbe anayasasının referanduma sunulmasından hemen sonra (7 kasım 1982), bilhassa "red/hayır" oylarının hissedilir derecede fazla göründüğü sandık bölgelerine, türlü bahanelerle oparasyonlar yapıldığını gayet iyi biliyoruz.
Gözaltına alınan, işkencelere maruz kalan ve bir kısmı sakatlanarak ancak kurtulabilen bazı şahitler halen hayattadır.
(Hemen hatırlatalım: O tarihlerde PKK'nın terör eylemleri henüz başlamış değildi. Darbecilerin gözünde "fikir suçluları" diye ilân edilen kimseler vardı.)
Onların anlattıklarına göre, yakalandıktan sonra önce Siirt'e götürülmüşler. Gözleri bağlı şekilde, günlerce aç–susuz bırakılmışlar. Ve meselâ, 1983 Şubat'ında dışarıdan buzlu kar topakları getirilerek, sırtlarında ve omuzlarında eritilerek işkenceden geçirilmişler.
"Fikir suçlusu" diye gözaltına alınanlara haftalarca bu tarz muamele yapıldıktan sonra, önlerine üç seçenek konulmuş:
1) Elektrikli işkence.
2) Hadım etme.
3) Kasaplar Deresine gönderilme.
Üçüncü şık, ölüm cezası anlamına geldiğini gözaltındakilerin tamamı biliyordu. Zira, burası çoktandır bu isimle anılır olmuştu. Ama, darbecilerin korkusundan kimsecikler birşey diyemiyor, birşey yapamıyordu.
Kasaplar Deresine gitmemek için, birinci ve ikinci şıkkı kabul edenlerden on üç kişilik bir grub, on yedi günlük işkencenin ardından, yine gözleri bağlı şekilde cemselerle Siirt'in dağlık bir bölgesine götürülerek tenha bir araziye bırakılırlar.
Onlara, "Araba sesi kayboluncaya kadar sakın ola gözlerinizi açmayınız!" diye de emir verilir.
Bizzat görüştüğüm bir zanlı şunları anlattı: "Uzaktan kurşuna dizileceğimizi zannediyorduk. Neyse ki, motor sesi kayboldu ve gözlerimizi açtık. İnanın birbirizimiz tanıyamaz hale gelmiştik. Yaklaşık üç haftadır aç, susuz, traşsız, banyosuzduk. Üstelik, türlü işkencelerden geçmiştik. Şimdi de, nerede olduğumuzu, nereye bırakıldığımızı ve hangi yöne doğru gideceğimizi bilmiyorduk. Neyse, bir tarafa doğru yöneldik ve uzun yürüyüşlerden sonra bir dağ köyüne vardık. Köylüler bizi görünce korkuya kapıldılar. Zira, per–perişan bir haldeydik."
Bu acı gerçeği bugün anlatmıyoruz. Yıllarca önceki bir yazımızda da bilvesile buna temas etmiştik.
Aynı konu, şimdi bir kez daha gündeme geldi. Ciddî tedbirler alındıktan sonra, Kasaplar Deresindeki toplu mezarların açığa çıkarılması isteniyor.
Temenni edelim ki, öyle olsun. Canilerin, darbecilerin, cuntacıların yaptığı hiçbir cinayet gizli kalmasın.
Birkaç hatırlatma
Bu arada önemli birkaç hatırlatmada bulunmak istiyoruz.
1) Korkunun dağları sardığı o devirde, darbecilere alkış tutan ve onların hazırlatmış olduğu darbe anayasasının kabulü yönünde meddahlık yaparak din kardeşini bile kırmaktan çekinmeyen ihvanlar, hiç vakit kaybetmeksizin bir nefis muhasebesinde bulunsunlar, darbecilerin hatırına kırdıkları kimselerle helâllaşsınlar ve bilhassa o gaddar zalimlerin—bir kısmı yeni yeni ortaya çıkan—bîhadd û hesap zulümlerine şerik olmaktan bir an evvel kurtulmaya çalışsınlar.
2) Kasaplar Deresi cinayetleri ve sâir faili meçhûl cinayetlerin de dahil olduğu "devlet adına" işlenmiş zulümler hakkında doğru lâflar eden bazı Kürt vatandaşlarımız, bugün sergilemiş oldukları hareketlerinin de doğru olup olmadığını şöyle iyi bir kontrolden geçirsinler.
Zira, düne dair şeyleri doğru konuşup, bugün yanlış hareketlerde bulunmak, "hakkın istismarı" anlamına gelir.
Dün bir asker veya polis haksızlık yapmışsa, cinayet işlemişse, bunun faturasını tutup bugünkü meslektaşlarına kesmek ve onlarla çatışma cihetine gitmek, doğru bir hareket olamaz.
Dahası, bu, vaktiyle yapılmış bir yanlışa karşı, tutup ikinci bir yanlışa düşme halini yansıtır ki, bu metotla işin içinden çıkmak ve hayırlı neticelere ulaşmak âdeta imkânsız hale gelir.
Hakka, hukuka inanan ve hak nâmına hareket eden kimse, birin günahını bir başkasına yüklemez. Birinin suçuyla bir başkasını cezalandırmaya kalkışmaz.
Aksi takdirde, bunun adı "hak arayışı" olmaz; belki, hakkı istismar ile meseleyi çıkmaza sokmak anlamına gelir.
Hissiyatıyla hareket edenlerle aklını başkasının cebine koyanları bahsimizden hariç tutuyoruz. Hitabımız, vicdanı sâlim, aklı başında ve sadece gerçeğin peşinde olanlaradır.
Diyarbakır ve çevresinde 11 Şubat'ta (1925) başgösteren ayaklanma (kıyam) hareketini bastırmak için, âcilen iki olağanüstü tedbir alındı.
Birincisi, operasyonel askerî harekât.
Diğeri ise, İstiklâl Mahkemelerinin kurulması.
Bu arada, Fethi Okyar kabinesi düşürüldü, yerine sertlik yanlısı İsmet Paşa kabinesi kuruldu.
İsmet Paşa kabinesinin isteği üzerine, Meclis'ten iki yerde İstiklâl Mahkemesinin kurulması kararı çıkarıldı.
Biri Ankara, diğeri Diyarbakır'da kurulması kararlaştırılan İstiklâl Mahkemelerinin başkan ve üyelerinin tesbitinden sonra, derhal çalışmalara başlandı. (Zabıt Ceridesi, 2. Devre, 15. Cilt, s. 198–225)
Bu süreçte son derece dikkat çeken bir nokta da şudur: 31 Mart (1925) günü Meclis tarafından alınan bir kararla, İstiklâl Mahkemelerinin vereceği idam cezaları hakkında, ayrıca bir başka
Meclis, böylelikle idam cezalarının infazı hakkında nihaî onay mercii olmaktan da çıkarılmış oldu.
Meclis'e yapılan bu baypastan sonra, artık bütün iş "mahkeme çetesi"nin keyfine bırakılmış oldu.
Muhalefet susturuldu
Ankara'daki mahkeme, ilk iş olarak henüz yeni kurulmuş bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF) hedef tahtasına koydu.
Mahkeme başkanının emriyle, gerek parti merkezinde, gerek şubelerinde ve gerekse parti yöneticilerinin ev ve işyerlerinde aramalar yapıldı. Üstelik, bu aramalar ânî baskınlar şeklinde gerçekleştirildi. (Hakimiyet–i Milliye Gazetesi, 15.04.1925)
Şeyh Said Hadisesi bahanesiyle muhalefeti susturmayı, hatta yok etmeyi hedef alan devrin hükûmeti, adâleti emellerine âlet ederek TCF'nin yanı sıra muhalif gördüğü gazeteleri de birer birer kapattırma cihetine gitti.
Mahkemenin infaz yetkisi
Diyarbakır merkezli kurulan Şark İstiklâl Mahkemesi ise, usûlen yapılan duruşmaların ardından, Şeyh Said ile birlikte 47 kişi hakkında verilen idam cezası, yine aynı mahkemenin kararıyla hemen oracıkta infaz edildi.
Ardından, açılan geniş bir çukura toplu halde gömüldüler.
Mezarları, hâlâ meçhûl vaziyette.
Bu nasıl bir kin, öfke ve husumet halidir ki, orada sergilenen tablo ile gelecek nesillere de sirayet edecek bir fitne rüzgârı estirilmiş.
Öyle ki, idam edilenler arasında hadise ile uzaktan yakından alâkası olmayan, hatta ayaklanma esnasında bölgede dahi bulunmayan kimi maznunlar da vardı.
Meselâ, Osmanlı Şurâ–yı Devlet Reisliği de yapmış olan Seyyid Abdülkadir bunlardan biriydi. Buna mümasil, listede haksız yere idam edilen daha başka şahsiyetler de var.
Ve, bu şahsiyetlerin hemen tamamı, hem Dünya Harbi esnasında, hem de Millî Mücadele safhasında Türk kardeşleriyle birlikte hareket etmişlerdir. Üstelik, birçoğu gazi olup, yakınlarını da cephede şehit vermişlerdir.
Demek ki, bu kimseler, durduk yere hır çıkarıp ayaklanmış falan değiller. O dönemi iyi tahlil etmek lâzım.
Bir de şu tuhaflığa bakın ki: Bugün 40 mâsumu öldüren bir tek kişinin dahi idam edilmesinin kabul edilmediği Türkiye Cumhuriyeti'nde, vaktiyle toplu idam ve toplu mezar vak'asına resmen rıza getirilmiş ve bu ajite edici azim hatanın telâfi edilmesi cihetine de bir türlü gidilmiyor, gidilemiyor.
Hiç şüphesiz, mücadele metodu itibariyle Şeyh Said'in bir yanlışı, yani içtihadî bir hatasından söz etmek mümkün.
Buna mukabil, o devrin rejim anlayışıyla ve bu anlayışısın uygulama biçimiyle, insan olarak, bilhassa Müslüman olarak ülfet ve münasebet peydâ etmek mümkün değildir.
Neticede, iki yanlıştan bir doğru çıkmamış ve binlerce mâsum insanımızın kanı heder olmuştur. O hadiseden sonra taraflarca sürdürülen din ve unsuriyet düşmanlığı ise, fintekârlığın daniskası olmuştur.
Bazı kesimler tarafından hâlâ körüklenmeye çalışılan bu fitneyi söndürmek, bugün itibariyle en büyük bir hamiyet–i diniye ve vataniye vazifesi haline gelmiştir.
.
İttihatçıların seri cinayetleri

Ayrışma ve kopmaya doğru
Evveliyatı 1865'lere kadar gidip dayanan Yeni Osmanlılar'ın devamı mahiyetinde ortaya çıkan kısa sürede şöhret bulan Jön Türkler hareketinin mensupları, zaman içinde fikren ve siyaseten iki ana gruba ayrıldı:
1) İttihat–Terakki Cemiyeti. (İttihatçılar)
2) Teşebbüs–i Şahsî ve Adem–i Merkeziyet Cemiyeti. (Ahrarlar)
İttihatçılar
İbrahim Temo, İshak Sükûtî, Dr. Abdullah Cevdet gibi şaibeli ve dine muarız isimlerin fikrî cihetiyle öncülük ettiği İttihat ve Terakki, asıl kuvvetini halktan değil, daha çok tıbbiye ağırlıklı askerî kanattan alıyordu.
Karakterinde olan cunta, cinayet ve komitacılık oyunu, onların vazgeçilmez bir alışkanlığıydı. Balkan Komitacıları, Makedonlu Komitacılar gibi isimlerle şöhret bulmuşlardı.
Bununla beraber, zaman içinde kimi muteber isimler bu cemiyete dahil oldu. Enver ve Niyazî Beyler gibi...
İttihatçılar, yapılan hemen her kongre neticesinde kısmî kadro değişikliği yaşadı. Ancak, yine de partinin ana karakteri pek değişmedi.
Bunlar, işbaşına geldikleri veya ülkeye hükmettikleri 1908–1918 tarihleri arasında on yıllık süreçte, memleketi düçâr ettikleri harp belâsı dışında, ayrıca muhalif gördükleri vatandaşlara yönelik olarak da sayısız cinayete imza attılar.
İttihatçıların bozuk kısmı, 1920'lerin başında kurulan CHP'nin himayesi altında siyasî hayata devam ettiler.
Ahrarlar
Daha önce Jön Türkler hareketi içinde yer alan, ancak 1902'de diktacı ve merkeziyetçi anlayıştan uzaklaşarak, hürriyetçi fikirleri ağır bastığı için tüzel kişiliklerini "Ahrar" şeklinde ilân eden bu hareketin fikrî öncülüğünü Prens Sabahaddin Bey yaptı.
Zaman içinde, bu hareketin içine Hasan Fehmi, Mizancı Murat Bey gibi parlak, mutedil fikir ve neşriyat adamları da dahil oldu.
1908'de yapılan ilk seçimde, Sadrazam M. Kâmil Paşa bu partinin listesinden mebusluk için aday oldu.
Ahrardan olan kimseler, 31 Mart Vak'asının yaşandığı tarihe kadar da hükûmette faal durumundaydılar.
Ancak, hükûmetteki icraatleri çok kısa sürdü. Türlü entrikalarla devrildiler ve çeşitli cezalara çarptırıldılar.
)
* * *
Meşrûtiyetin ilân edilmesi yolunda müşterek hareket eden İttihatçılar ile Ahrarlar arasında, esasında çok derin fikir ayrılıkları vardı.
Bu ayrılık noktaları—yukarıda da kısaca temas edildiği gibi—tâ 1902 ve 1907 yıllarındaki kongrelerde iyice su yüzüne çıkmış, ancak yine de iş kopma raddesine gelmiş değildi.
Ne zaman ki, hürriyet ve ardından Meşrûtiyet ilân edildi (Temmuz 1908) ülke genel seçim sürecine girdi, bu iki eğilim arasında da çetin bir mücadele dönemi başlamış oldu.
İttihatçılar, komitacılık tabiatlarının gereği, ülke genelinde adeta terör estirerek 1908 seçimlerini kazandılar.
Ahrar–ı Osmaniye Fırkasından aday olanlar ise, İstanbul dahil, ülkenin hiçbir bölgesinden mebus çıkaramadılar.
Buna rağmen, gerek Ayan Meclisinde, gerek sivil hayatta ve gerekse bürokraside yetişmiş devlet adamlarının çoğu yine de Ahrar'a meyilli idiler.
Bu sebeple, seçimden sonra kurulan hükûmetlerde Ahrarlarla aynı veya paralel fikirde olanlar yer aldılar ve iş başına geldiler.
İttihatçılar, bu durumdan son derece rahatsız oldular. Hükûmetin emirleri altında olmasını, her dediklerinin eksiksiz şekilde yerine getirilmesini istiyorlardı.
Hükûmetin Ahrar'dan olan üyeleri ise, bu gayr–ı meşrû isteklere karşı direniyor, zorbalara boyun eğmiyorlardı.
Ahrarlar'ın ayrıca güçlü bir medya desteği vardı. Mizan gazetesi, Serbestî gazetesi, Sada–yı Millet ve son olarak Volkan gazetesi de İttihatçılar aleyhindeki neşriyat kervânına katıldı.
Fikirde zayıf duruma düşen İttihatçı komitacılar, işi şiddete dökme ve silâhlı mücadele yöntemiyle netice alma yoluna girdiler.
Komitacıların ilk cinayet vak'ası, Serbestî gazetesinin sahibi ve başyazarı olan Hasan Fehmi'nin katledilmesi oldu. (6 Nisan 1909)
Üstelik, bu cinayet, tam da Ahrar'a dost olan İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin resmî kuruluş tarihinin (5 Nisan) hemen ertesi günü işlendi.
Galata Köprüsü üzerinde vurulan Hasan Fehmi, her ne kadar bir faili meçhûl cinayete kurban gitti gibi görünüyor olsa da, halkın mutlak ekseriyeti bu işin arkasında İttihatçılar olduğuna inanıyordu.
Bundan dolayı da, Hasan Fehmi Beyin cenaze merasimi, İttihatçılar aleyhinde çok büyük bir gösteriye sahne oldu.
Böylelikle hava gerildikçe gerildi ve 13 Nisan'da kanlı, nümâyişli, kaotik "31 Mart Vak'ası" patlak verdi.
Komitacılar, öldürmeye devam etti
İttihatçı darbeciler, Hasan Fehmi'den sonra da cinayet işlemeye devam etti. Kendilerine muhalif gördükleri diğer gazete yazarlarından Ahmet Samim ve Zeki Bey gibi tanınmış şahsiyetleri de katlettiler.
Aynı zihniyetin mensupları, muhaliflerini ezdikten ve kendilerince muhalefeti susturduktan sonra, bu kez kendi içlerinde "çıkıntı yapan adamlar"a yöneldiler.
Kendi adamları olup tâ Sadrâzamlık makamına kadar getirdikleri Mahmut Şevket Paşayı öldüren, İttihatçılardan başkası değildir.
Keza, defalarca istifanın eşiğine kadar gelen kapasiteli Sadrâzam Said Halim Paşayı sonunda pes ettirip iktidardan uzaklaştıran, yine İttihatçılardan başkası olamaz.
Hâsılı, fikren zayıf ve çürük olanlar, milletin hür iradesine dayanmak yerine, karanlık işler çevirme ve cinayet işleme gibi insanlıktan uzak yolları tercih ederler.
Partiye dönüştürülmemeli
Evet, hiç şüphesiz "İttihad–ı İslâm" ile İttihad–ı Muhammedî" müşterek ve birbirine paralel bir mânâyı ifade ediyor.
Ne var ki, 1909'da İstanbul'da kurulan İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin bir siyasî cemiyet şekline dönüştürülmesi yönündeki arzu ve çabaları fark eden Üstad Bediüzzaman, bundan nihayet derecede korktuğunu söyleyerek, gerekli teşebbüslerde bulunmakta gecikmez.
O zamanki gazetelerde (Volkan) neşrolan ve bilâhare eserlerinde de yer alan bu meyandaki bazı ifadeleri muhtelif risâlelerde yer almaktadır.

.
Suriye'den Fas’a bağımsızlık günü

7 Nisan günü ise, iki İslâm ülkesinin bağımsızlık yıldönümü olarak tarihin kayıtlarına geçti.
Bunlardan biri Fas, diğeri ise Suriye'dir.
FAS'ın durumu
Fas, Berberî asıllı Müslümanların ülkesidir. Endülüs hakimiyetinin sona ermesiyle birlikte, kademeli şekilde Avrupa'lı sömürgeci devletlerin hakimiyeti altına girdiler.
Kuzey kesimini İspanyollar, Güney bölgelerini ise Fransızlar işgal edip, bu topluluğu sömürge haline getirdiler.
Bununla birlikte, Fas, bağımsızlığına ilk kavuşan Müslüman ülkelerin içinde yer aldı.
1946 senesinin 2 Mart'ında Fransa'nın, 7 Nisan'da ise İspanya'nın sömürgesi olmaktan çıkan ve bağımsızlığını ilân eden Fas'ta, ne yazık ki bugün bile bu iki ülkenin etkisi bâriz şekilde görünüyor.
Meselâ, Fas'ta resmî dil Arapça olmasına rağmen, fiiliyatta kullanılan dil Kuzey'de ağırlıklı olarak İspanyolca, Güney kesiminde ve daha da yaygın şekilde Fransızcadır.
Dolayısıyla, Fas'ın 1946'daki bağımsızlığı, tam bağımsızlık değildir. O tarihte sömürgecilik sona ermiş, yerine yine dışa bağımlı bir kraliyet sistemi gelmiş ve fakat gerçek anlamda bir hürriyet ve istiklâliyet ortamı henüz oturmamıştır.
Suriye'nin durumu
Suriye, 1918'de Osmanlı'dan koptuktan sonra, 1920'den 1946'ya kadar Fransız idaresi altında kaldı. Aynı yılın 7 Nisan'ında Fransa'dan ayrıldı ve bağımsız bir devlet oldu. (Hatay vilâyeti de 1939'a kadar Suriye topraklarıyla birlikte yine Fransız hakimiyeti altında bulunuyordu.)
Suriye, bağımsızlıktan sonra kısa bir süreliğine (1958–61) Mısır'la ittifak ederek Birleşik Arap Cumhuriyeti'ne dahil oldu.
1967'de yaşanan "Altı Gün Savaşları"nda Golan Tepeleri'ni İsrail'e kaptıran Suriye'nin rejimi resmen "Cumhuriyet" olmasına rağmen, diğer bazı İslâm ülkeleri gibi burada da kraliyetten beter bir sistem hakimdir.
Bugün de yaşanan şiddetli sancılanmanın asıl sebebi budur.
Mısır gibi, Fas ve Suriye'nin de tam bağımsızlığın yanı sıra, tam hürriyet ve demokratik bir sisteme kavuşması lâzımdır ki, bu ülkenin toplulukları huzur ve barış içinde yaşayabilsin. Ve illâ, sıkıntıdan kurtulamazlar.
.
“Hâkimiyet milletin” oldu mu?

1 Nisan (1923) günü itibariyle, katilin Topal Osman olduğu anlaşıldığında ise, Meclis'teki gruplar arasında ipler kopma noktasına geldi.
Zira, Ali Şükrü Bey, oldum olası M. Kemal'in muhalifi ve Meclis'teki en güçlü rakibi idi. Müskiratın yasaklanması (Eylül 1920) ve Lozan'la ilgili hususlarda (Şubat 1923) pek şiddetli münakaşaları olmuştu.)
Üstelik, Ali Şükrü Beyi katleden kişi, M. Kemal'in emri ile hareket eden Çankaya Muhafız Alayı Komutanıydı.
Ayrıca, M. Kemal'in daha iki buçuk ay evvel onun hakkında söylemiş olduğu şu söz, tarihin kayıtlarına geçmişti: “Yakmalı yıkmalı, Ali Şükrü Matbaasını!” (Bkz: Karabekir'in Günlükleri: 14 Ocak 1923)
Bütün bu hususlar, mebusların nazar–ı dikkatini celbettiği için, azmettirici olarak şüpheler M. Kemal'in üzerinde odaklanıyordu.
Üzerinde yoğunlaşan şüpheleri dağıtmak ve dikkatleri başka tarafa yönlendirmek isteyen M. Kemal, "Meclis Reisi" sıfatı ile ülkeyi genel seçim atmosferine sürükleme plânını devreye soktu.
Mebusların çoğu Ali Şükrü Bey cinayetinin derdi ve telâşesi içindeyken, keza, tetikçi olduğu anlaşılan Topal Osman'la silâhlı müsademe hali yaşanırken, M. Kemal ve arkadaşları 1 Nisan günü itibariyle genel seçim kararı aldılar.
2 Nisan günü, Ali Şükrü Beyin cesedi, bir bağ evi yakınlarında toprağa gömülü halde bulundu. Naaşı, şehir merkezine getirildi ve 4 Nisan günü Meclis'te öğle vakti yapılan cenaze merasimi ardından, otomobil ile İnebolu'ya, oradan da gemiyle Trabzon'a götürüldü.
Aynı günün akşamı Topal Osman'ın cesedi Meclis–i Millî'nin kararı gereğince, Meclis kapısında asıldı. (Age, s. 856–57)
Üzerine giden askerî tabur ile çatışmaya giren Topal Osman, yaralı olarak ele geçirilmişti. Ancak, kendisinin kimin tarafından kullanıldığı anlaşılmasın ve bu meyanda bir itirafta bulunamasın diye, her ihtimale karşı kafası kesilmişti. Câni, bu sebeple boyundan değil de, ayağından asılmak durumunda kaldı.
8 Nisan tarihli "Dokuz Umde"
Türkiye seçim atmosferi içine girince, Ali Şükrü cinayeti ve cinayetin sorgulanması gibi hususlar da, haliyle bir derece tavsamış oldu.
İşte tam bu esnada, M. Kemal, yine Meclis Reisi yetkisiyle 9 maddelik bir beyannâme yayınladı. (8 Nisan 1923)
O dönemde "Dokuz Umde/İlke" başlığıyla neşredilen bu seçim beyannâmesi, aynı zamanda Anadolu ve Rumeli Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti'nin bir nevî seçim bildirisi mahiyetini taşıyordu.
Bu bildiride özetle şu hususlar nazara veriliyordu:
* Hakimiyet milletindir.
* Asayiş temin edilecek.
* Adâlet sisteminde reform yapılacak.
* Askerlik süresi kısaltılacak.
* Savaşlar sebebiyle harabeye dönen ülke yeniden inşa edilecek.
* Sağlık, sosyal, sınaî, ulaşım, eğitim, iktisadî alanda halk yararına politikalar uygulanacak.
* * *
Beyannâmedeki vaatlere rağmen, mebuslar gibi halk da şüphe ve tereddüt içindeydi.
Zira, yeni devletin merkezinde halkın gözde bir temsilcisi katledilmiş, buna mukabil, her ne kadar cani tesbit edilip cezalandırılmış ise de, hadisenin arka plânı yine karanlıkta kalmıştı.
Bu da, haliyle tedirginlik uyandırmaktaydı. Bundan sonra ne olacağı bir türlü kestirilemiyordu.
Seçim kararı üzerine yapılan konuşmalar
"Seçimi yenileme" teklifi üzerinde, Meclis'te o gün bir hayli dikkat çekici konuşmalar yapıldı.
İşte o günlerin Meclis ortamında tanınmış mebusların yapmış olduğu konuşmalardan bazı bölümler...
Hariciye Vekili İsmet Paşa: "Sizden aldığımız yetki ve esaslara dayanarak, dahilde ve hariçte sulhün devamı için, hükûmetçe de milletin iradesine müracaat etme kararı gayet yerinde olmuştur."
Lazistan mebusu Ziya Hurşit: "Zannederim, evvelce böyle bir teklif verilmişti de, Paşa Hazretleri bunun reddine taraftar olmuştu."
İzmit mesubu Sırrı Bey: "Paşam, bunu bizzat 20 gün evvel teklif etmiştim ve bizzat zat–ı âliniz aleyhinde bulunmuştunuz."
Lazistan mebusu Ziya Hurşit: "Neyse, şimdi artık itiraz eden yok. Seçimi yenileme teklifini müttefikan kabul ediyoruz."
Erzurum mebusu Hüseyin Avni: "Efendiler! Meşrûtiyetin (demokrasinin) bahşettiği hakların en mümtazı, seçim hakkıdır. Meclis bugün karar versin ve hemen tanzim yapılsın. Fakat, seçim (intihap) ne sûretle yapılacaktır? Yine eski saltanat devrindeki gibi olacaksa, tanzimi yine hükûmet yapacaksa, o da nafiledir?"
Meclis Reisi M. Kemal: "Akadaşlar! Türkiye Devletini kuran Türkiye halkında taçlar yoktur, diktatör yoktur ve olmayacaktır. Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve milletin başında hiçbir kuvvet, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır, o da hakimiyet–i milliyedir."
(Bütün bu bilgiler için bkz: Nutuk ve Zabıt Ceridesi, I. Devre, Cilt 28, s. 283–295)
* * *
Seçim kararı esnasında yapılan konuşmalar, yukarıda iktibasen okuduğunuz minvâl üzere idi.
Ancak, gelişmelerin seyri bambaşka oldu. Yenilenen seçimlerle birlikte, II. Grup diskalifiye edildi. Türkiye, demokrasi yolunda değil, tek parti diktatörlüğünün koridorunda yolunda devam etti.
Muhalif hiçbir partiye, ne seçim hakkı tanındı, ne de hayat hakkı.
Türkiye, tâ 1950'ye kadar tarihte eşi benzeri görülmedik bir şiddetli istibdat ile yönetilmeye çalışıldı.
Dolayısıyla, 1924'ten 1950'ye kadar "hakimiyet milletin" olmadı, olamadı.
.
Sevr'den sonra Lozan

Ortalık kaosa döndü.
Her kafadan bir ses çıkmaya başladı.
Gerek İstanbul ve gerekse taşrada "gücü yeten yetene" bir hal aldı.
İşte, tam da bu ortamda belli başlı üç cereyan ortaya çıktı ve toplum üzerinde hakimiyetini tesis etmeye yöneldi.
Bunları şu şekilde sıralamak mümkün:
1) Mütarake (ateşkes) şartlarını bahane ederek, İstanbul ve diğer vilâyetleri işgale yönelen Avrupalı (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) kuvvetler.
2) Hayatını vatan ve milleti müdafaa etmeye adayan Millî Mücadele kuvvetleri.
3) Otorite boşluğundan istifa ile mazlûm halkı haraca kesen, yer yer Millî Kuvvetlerle de çatışmaya giren sergerde çeteler.
Mücadelenin kızıştığı günler
Kaotik ortam, peşi sıra yaşanan şu gelişmelerle birlikte Türkiye coğrafyası daha da gerilerek karmakarışık bir vaziyet aldı:
1) 16 Mart 1920
İstanbul Şehzadebaşı Karakolu'na gece vakti yapılan kanlı baskınla askerlerimiz şehit edilirken, o gün Meclis, hükûmet ve devlet bürokrasisi bütünüyle işgal kuvvetlerinin denetim ve kuşatması altına girdi.
Kaçabilenler, Anadolu'nun yolunu tuttu. Kaçamayıp işgale muhalefet edenler ise, birbir tutuklanıp cezalandırılmaya başlandı. Yakalanan elebaşıların çoğu İngiliz denetimindeki Malta Adasına sürgün edildi.
2) 11 Nisan 1920:
Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi tarafından Anadolu'daki Harekât–ı Millîye aleyhine bir fetvâ yayınlandı.
İngilizlerin baskısıyla Halife Sultan Vahdeddin'in ve Sadrâzam Ferit Paşanın da onayını alan bu fetvâ, "Fetvâ–yı Şerîfe" başlığıyla 11 Nisan 1920 tarihli "Takvim–i Vekayi" ile "Peyâm–ı Sabah" isimli gazetelerde neşredildi.
Bu fetva metninde, Anadolu ve Rumeli'deki Millî Mücadele taraftarları, Halifeye karşı gelen ve kendi başına hareket eden "fenâ kimseler" olarak tarif ediliyordu.
Ayrıca, Halifenin buyruğu olmaksızın bu kimselerin vergi yahut asker toplamasının da şeriata aykırı olduğu nazara veriliyordu.
İstanbul merkezli bu tarz fikirlerin broşür ve gazeteler yoluyla etrafa duyurulması ve yayılması neticesinde, Anadolu'daki iç isyanlar ve çete savaşları daha da kızıştı.
3) 10 Ağustos 1920:
Fransa'da Sevr Antlaşması imzalandı.
Paris yakınlarındaki Sevr banliyösünde imzalanan anlaşmaya, Osmanlı hükûmeti delegasyonu ile işgalci devletlerin temsilcileri katıldı.
Osmanlı heyetinin başında ise, "damat"lıktan başka Osmanlılıkla ve hatta İslâmlıkla ciddî bir alâkası bulunmayan, üstelik hem kukla, hem de Frenkmeşrep bir şahıs olan Sadrâzam Ferit Paşa vardı.
O tarihte fizikî ve hukukî olarak da yürürlüğe konulamayan Sevr Antlaşmasına göre, bugünkü Türkiye toprakları paramparça ediliyordu.
Müslüman Türklere sadece Orta Anadolu'da az bir toprak veriliyor, geri kalan kısımlar işgal güçleri arasında parsel parsel taksim ediliyordu.
Bu arada, Ermenilere Doğu Anadolu Bölgesi peşkeş edilirken, Kürt nüfusu ise kaale bile alınmıyordu.
Lozan, Sevr'in devamı
Ne yazık ki, Sevr planı, üç sene sonra Lozan'da tamamlandı. Türkiye, maddeten değil; ancak, mânen paramparça edildi. Gizli Lozan ejderhası, mukaddes değerlerimizin erkânına ilişti; bin yıllık İslâm medeniyetini yıktı ve milyonlarca insanımızın ebedî hayatını mahvetti.
Bediüzzaman Hazrerleri, Birinci Şuâ'da tefsir ettiği âyetlerin 28.'si olan Tevbe Sûresi 32. âyetin asrımıza bakan işarî ve remzî mânâsına bakarak özetle şu yorumlarda bulunuyor:
* Avrupa zâlimleri, devlet–i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle, 1324'te (1908) müthiş bir sûikast plânı yaptılar. Onlara karşı Türkiye hamiyetperverleri de, aynı tarihte hürriyeti ilân etmeleriyle o plânı akîm bırakmaya çalıştılar.
* Aynı zalimler, maatteessüf, altı–yedi sene sonra (1914), yine aynı sûikast niyetiyle Harb–i Umumî ile netice almaya çalıştılar.
* Harb–i Umumî neticesinde (1918) ve Sevr Muahedesinde (1920) Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini icrâ etmek için yine plânlar yaptılar. Bu plânlarını akîm bırakmak için, bu defa Türk milliyetperverleri yeni hükûmet kurup Cumhuriyeti ilân etmekle mukabeleye çalıştılar.
* Bütün bu herc û merc içinde Kur’ân’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Risâle–i Nur Müellifi de Rumî 24’te (1908) ve Resâili’n–Nur’un mukaddematı 34’te (1918) ve Resâili’n–Nur’un nuranî cüzleri (Âyetü'l–Kübrâ gibi) ve fedakâr şakirtleri 54’te (1938) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor.
* Şimdi İslâmlar içinde nur–u Kur’ân’a muhalif hâletlerin ekserîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir. (Şuâlar, s. 619)
Bu bilgilerden anlıyor ve kanaat getiriyoruz ki, Sevr'in fazlası katmerli bir şekilde Lozan'da karara bağlanmış ve yeni Türkiye bozuk Avrupa'nın muzahrafat çöplüğü haline döndürülmeye çalışılmıştır.
Evet, zalimler Sevr'in rövanşını Lozan'da aldı. Tıpkı, 1915'te geçemedikleri Çanakkale Boğazını 1918'de ellerini kollarını sallayarak geçmeleri gibi. Tıpkı, işgal yıllarında (1918–22) statüsüne dokunamadıkları Ayasofya'yı 1934'ten sonra mâbed olmaktan çıkartılıp içinde çalım yapa yapa dolaşmaları gibi.
Ek Bilgiler
* Şeyhülislâmın Millî Mücadele aleyhindeki fetvâsının geçersiz olduğunu beyan eden Dârül–Hikmet âzası Bediüzzaman Hazretleri, mukabil bir fetvâ neşrederek Harekât–ı Milliyeye destek vermiştir. (Bkz: Tulûat isimli eser)
* Aynı şekilde, Hutûvât–ı Sitte isimli eserini gizlice tabettiren Bediüzzaman, işgalcilere karşı âlimleri, medrese talebelerini ve halkı şuurlandırmaya çalışmıştır.
* Gariptir, Dürrizâde Abdullah Efendi ile Damat Ferit Paşa, aynı sene (1923) içinde gurbet elde öldüler. (Birincisi Hicaz, diğeri Fransa'da.)
* 1920 yılı sonlarında Dürrizâde'nin yerine geçen Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi de, ne yazık ki yine işgalci İngilizlere yakın durdu, hatta İngiliz Muhipleri Cemiyetine dahil oldu. Bir süre mebusluk da yapan M. Sabri Efendi, 1954'te Mısır'da vefât etti.
.
Vak'a bahane, darbe şahane

İşte, son darbe olarak tarihe geçen 12 Eylül Darbesi bu şekilde gerçekleştirildiği gibi, bugünkü konumuz olan Selânik Ordusunun (3. Ordu, Hareket Ordusu) 1909 yılı Nisan'ında yapmış olduğu kanlı ihtilâl de aynı mantık düzenbazlığı ile tahakkuk ettirildi.
Darbe ihanettir
Milletin iradesini hiçe sayarak iktidara müdahale eden darbe hareketleri, vatan ve millete karşı işlenen birer ihanet ve cinayet hükmüne geçer.
Kimi bilerek, kimi de bilmeyerek bu ihanet ve cinayete iştirak eder.
Fakat, netice değişmez. Olan vatana, millete, devlete olur.
Demokratik rejim içinde yapılan her bir darbenin, ülkeyi 30–40 yıl geri götürdüğüne şüphe yoktur.
Zira, devletlerin hayatında ancak 30–40 yıl içinde sağlanabilen nizam ve intizam, bir anda yıkılıp yerlebir ediliyor. Birikimler, tecrübeler adeta sıfırlanıyor.
Dolayısıyla, her şeye yeniden ve sıfırdan başlanmak durumunda kalınıyor.
Darbelerle hasıl olan zararın en büyüğü ise, zihinlerin sarsılması ve halkta bir zihin kargaşasının meydan almasıdır.
Ayrıca, sevdikleri ve destek verdikleri kimselerin perişan edildiğini gören halkta, siyasete karşı bir soğukluk, bir güvensizlik hali meydana geliyor.
Bu da, yerini korkuya, ümitsizliğe, karamsarlığa bırakıyor.
İşte, bütün bu maddî ve mânevî tahribata sebebiyet veren darbeler, elbette ki millete karşı tam bir ihanet hükmüne geçer.
Tıpkı Hareket Ordusunun, tıpkı 27 Mayıs ve 12 Eylül cuntalarının yaptığı gibi...
Hareket Ordusu "Meşrûtiyet elden gidiyor" diye, diğerleri de "Anarşi var, kardeş kavgası var, ülke elden gidiyor" bahaneleriyle darbe yaptılar.
Oysa, bütün bu bahane ve gerekçeleri hazırlayanlar da darbecilerden başkası değildi.
Önce tehdit ve sûikastler
1908 Temmuz'unda ilân edilen II. Meşrûtiyetin daha birinci senesi dolmadan, "bozuk İttihatçılar", cunta faaliyetini başlattılar bile...
Yıl sonuna doğru yapılan genel seçimleri kazanmış olmalarına rağmen, Meclis dışında kalmış bir muhalefetin varlığına dahi tahammül edemez oldular.
Muhaliflerini önce tehdit ederek yıldırmaya çalıştılar.
Bunda muvaffak olamayınca, bir adım daha ileri giderek cinayetlere başladılar.
Siyasî muhaliflerin yanı sıra fikrî muhaliflerini de susturma, hatta ortadan kaldırma eğilimi içine giren İttihatçı komitacılar, ilk cinayeti 6 Nisan 1909'da Galata Köprüsü üzerinde işlediler.
İttihatçılara muhalif, Ahrar Fırkası ile İttihad–ı Muhammedî Cemiyetine dost görünen Serbestî gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Efendi faili meçhûl bir cinayete kurban gidince, ortalık gerildikçe gerildi.
Merhûmun cenaze merasimi ise, kelimenin tam anlamıyla İttihatçılara karşı bir gövde gösterisine dönüştü.
Esasen, bu gelişme cuntacıların ve komitacıların istediği gibi oldu.
İttihatçılara karşı kin ve öfke damarı kabardıkça kabaran dindar kesimlerin galeyanı, günden güne artarak devam etti.
Bu galeyan ve öfke seli, nihayet 13 Nisan (Rumî 31 Mart) günü patlama noktası geldi ve kontrolsüz şekilde patladı.
Bir yandan sivil kitleler sokaklara dökülürken, bir yandan da İstanbul'un güvenliğinden sorumlu Avcı Taburlarında isyan hareketleri başladı.
Bu arada, söz ve yazılarıyla askerlere nasihat eden Bediüzzaman Hazretleri, sekiz taburun isyandan vazgeçmesini sağladı.
Buna rağmen, diğer taburlardaki askerler başlarındaki subayları (zabitler) kışlaya hapsederek, onlar da sokaklara döküldüler.
Provokatif eylemler
Manzara, böylelikle ürkütücü, endişe verici bir vaziyet aldı.
Cadde ve meydanları dolduran asker–sivil karışımı kalabalık, başsız ve kontrolsüz bir şekilde "Yaşasın Şeriat!" sloganlarıyla ortalığı inletiyordu.
Karşılarına çıkan bir İttihatçının, hele hele "Şeriat aleyhtarı" olarak bilinen bir şahsın canını kurtarması hiç de kolay değildi.
Öyle ki, içinde mebusların dahi bulunduğu kimi şahıslar, başkası zannedilerek öldürüldü, yahut linç edildi.
Bu kanlı kargaşa hali, birkaç gün devam etti. İnsanlar, mahkemesiz ve muhakemesiz bir şekilde vuruluyor, dövülüyor, canından ediliyordu. Üstelik, kimsenin kimseyi dinlediği de yoktu.
Doğrusu, bütün bu yaşananların üzerinde ciddi soru işaretleri vardı?
Aklı başında olan bir dindarın, bu anarşik ortamı tasvip etmesi mümkün değildi.
Demek ki, işin içinde gizli bir tertip, bir kumpas, bir provokasyon hali vardı. Buna ise, hiç âlet olunmaması gerekiyordu.
Nitekim, Said Nursî de öyle yaptı. Kimseye lâf anlatmanın mümkün olmadığını görünce, artık nasihat etmeyi de bırakmış ve hiç olmazsa kendini âlet ettirmemek için, merkezden ayrılıp Bakırköy (Mekriköy) taraflarına çekilmiş.
Bu hususla alâkalı olarak, bir ay kadar sonra (Mayıs 1909) çıkarıldığı Divan–ı Harb–i Örfî Mahkemesindeki müdafaasında şunları söyler: “Mart'ın 31'inci günündeki dehşetli hareketi, iki–üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi (istekleri) işittim. Anladım ki, iş fena, itaat muhtell (bozulmuş), nasihat te'sirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin itfasına (söndürülmesine) teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim Kürdler gâfil ve safdil... Ben de bir şöhret–i kâzibe ile görünüyordum. Üç dakikadan sonra çekildim. Mekrîköy'üne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı; zaten elbisem beni ilân ediyor, şöhret de beni büyük gösteriyor. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos’a (Yeşilköy) kadar tek başıma olsun mukabele ederek ispat–ı vücud edecektim. Merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedihî olacaktı, tahkike lüzum kalmazdı."
Darbe ve idamlar
Bes belli ki, İstanbul'daki kargaşa halini hem kızıştıran, hem de bunu bahane ederek darbe yapan Selânik Ordusunun asıl maksadı "Meşrûtiyeti kurtarmak" falan değildi.
Bazı subayların da bilmeyerek âlet olduğu bu darbe hareketi sonrasında, yüzlerce mâsum haksız yere zarar gördü. Kimi asıldı, kimi sürüldü, kimi de cezaevini boyladı.
Ardından, Sultan Abdülhamid devrildi. Saltanat, zahiren yine Osmanlı'da kaldı, lâkin ipler Selaniklilerin eline geçti.
İpler ne zaman ellerinden çıkacak gibi olduysa, her defasında yine darbe yaparak saltanatlarını sürdürdüler. Bu saltanat, halen de tam mânâsıyla ellerinden alınabilmiş değil. Ayasofya'nın hâli, bunun bâriz bir göstergesidir.
.
Siyaset tabana oturmalı

Seçime 18 parti ile yüzden fazla bağımsız adayın iştirak edeceği ifade ediliyor.
Şu anki tabloya bakılarak, yüzde 10 seçim barajını ancak üç partinin aşabileceği yönünde tahminler yürütülüyor.
Buna rağmen, seçim gününe kadar siyasette mevcut dengeleri değiştirecek veya yeni denklemler oluşturacak bazı gelişmeler de yaşanabilir.
Siyaset sahası, her an için sürpriz gelişmelere gebedir. Mâzide birçok vukuatı vardır. Demek ki, aynı şey imkânat dahilindedir.
* * *
Bu yazıda üzerinde durmak istediğimiz asıl mesele ise, parti üyesi aday listelerinin tabana oturup oturmadığı, dolayısıyla bunun demokratik erdemliliğe uygun olup olmadığı hususudur.
Bu noktayı da yazının sonlarına bırakarak, evvela genel tabloya bir bakalım...
Türkiye'de, şeklen de olsa elbette ki demokrasi vardır.
Dahası, diğer İslâm ülkelerine nazaran, demokratik işleyiş noktasında Türkiye yine en önde, en ileri seviyede görünüyor.
Ancak, yine de bununla iktifa etmek olmaz.
Ayrıca, ülkemizde zahiren tam olarak görünmeyen ve mahiyeti tam anlaşılmayan dehşetli bir "derin istibdat" realitesi vardır ki, böylesi bir habis ervâha hiçbir İslâm ülkesinde rastlayamazsınız.
Özetle, diğer İslâm ülkelerindeki istibdat kişiyi canından ederken, bizdeki Nemrudâne istibdat ise, kişiyi imânından ediyor.
Ve, bu menhus istibdat var iken, Türkiye'de gerçek anlamda bir hürriyet ve demokrasinin varlığından söz edilemez.
* * *
Siyasî partilerin milletvekili aday listelerine ve bu listelerin tanzim edilme şekline bakınca bir daha gördük ki, bizdeki demokrasi maalesef rayına oturmuş değil.
Hemen hiçbir partide tam olarak önseçim yapılmadı. "Temayül yoklaması" adı altında, sadece ve sadece "demokrasi oyunu" oynandı.
Hemen bütün listeler, parti liderleri tarafından son şeklini almış görünüyor.
Acaba, bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır?
Adayları kendi memleketlerinde, kendisini en yakından tanıyanların iradesiyle seçmeyen, seçtirmeyen bir anlayışın, acaba demokratik erdemlilikle bağdaşır bir yönü olabilir mi?
Kendi içinde bile demokrat olmayan bir siyasî parti, ülkenin demokratikleşmesi yönünde acaba ne ölçüde ciddî, samimi ve güvenilir bir performans gösterebilir?
Seçilecek bütün adayların Ankara'daki parti merkezinde ve özellikle de parti liderinin nihaî son söz sahibi olması yöntemiyle belirlenmesinin övünülecek bir tarafı var mı, Allah aşkına?
Bu durum "Amaaan boş ver. Bütün partiler aynı tarzda hareket ediyor, hepsi aynı hatayı işliyor" denilecek kadar basit değil.
Seçmeni âdeta enayi yerine koyan bu tür yaklaşımlara razı olmak "Tencere dibin kara; seninki benden kara" derekesine razı olmak anlamına gelmez mi?
İşte, bütün bu hususları esaslı bir şekilde düşünmek durumundayız.
Hiç olmazsa, bu noktadaki eksiğimizi–kusurumuzu görebilmeli ve tekrarlanan hataları gönül rızasıyla kabullenmemeliyiz.
Aksi takdirde, demokrasinin erdem ve icapları değil, arıza ve hastalıkları meydan alır.
Binlerce yolcu kapasiteli en büyük geminin hem de ilk seferinde batması, bütün dünyada şok tesiri meydana getirdi.
Bu hadise, ayrıca dünya denizcilik tarihinin unutulmaz bir fâciası olarak kayıtlara geçti.
Dev bir gemiydi, en büyük transatlantik özelliğine sahipti.
Avrupa ile Amerika arasında sefer yapacak olan en güvenilir yolcu gemisi diye reklâmı yapıldı.
Mağrur İngilizler, bu gemiye "Batmaz" lâkabını takmıştı.
Hatta, bir kısmı o derece ileri gitmişti ki, "Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz" diye böbürleniyordu.
Ama, Allah'ın hikmetine bakın görün ki, bu dev transatlantik, 2201 yolcusuyla çıktığı dahi ilk seferine batarak, Atlas Okyanusunun karanlık sularına gömüldü.
Doğrusu, normal şartlarda batmaması için de hemen her türlü tedbir alınmış, eldeki bütün imkânlar adeta seferber edilmişti.
Bu geminin yapımı üç yıl kadar (1909–12) sürdü. İnşasında yaklaşık 11.500 insan çalıştı.
Uzunluğu 260, genişliği ise 28 metre idi. Geminin ağırlığı ise, 66 bin ton civarında 3500'ün üzerinde bir yolcu kapasitesine sahipti.
Yolcularıyla birlikte İngiltere'den ayrılan ve New York'a (ABD) doğru yol alan gemi, Kuzey Atlantik'te (Atlas Okyanusu) gece vakti bir buzdağına (aysberg) çarptı.
Hızını almış şekilde buzdağına çarpan Titanic, önce ikiye ayrıldı, ardından okyanusun derin ve de serin sularına gömülerek battı.
Bu arada, yolcuların bir kısmı filikalar sayesinde kurtulmayı başardı. 1500'den fazla kişi ise, çaresizlik içinde boğularak kayboldu.
Dehşet uyandıran bu fâcia neticesinde İngilizlerin gururu bir derece kırıldı mı bilinmez; ancak, her ne olursa olsun, insanoğlu hangi seviyeye gelirse gelsin, yine de Yaradan'a karşı gurura kapılmamalı ve kul olduğunu asla unutmamalı.
Bu sırdandır ki, Osmanlı hükümdarları asırlar boyunca söylenen şu sözü büyük bir ihtiramla dinlediler: "Gururlanma padişahım! Senden büyük Allah var."
Böylelikle, 20 yıla yaklaşan "günün tarihi" köşesinde şimdiye kadar yer almış en taze haberi de okumuş olacaksınız.
Efendim, aşağıda okuyacağınız mesaj Hindistan'dan geldi. Mesajın sahibi, gazetemizin de yazarlarından olan aziz dâvâ arkadaşımız Vehbi (Kara) Horasanlı.
Kendisi Bahriye'den emekli olup gemi kaptanlığı yapmaktadır.
Dünyanın bir ucunda internet üzerinden okuduğu dünkü yazımız üzerine, yakın zamanda başından geçen benzer bir hadiseyi bize yorumlu haber olarak bildiriyor.
Kendisine büyük geçmiş olsun diyerek, mesajını aynen aktarıyoruz.
"Latif Ağabey, Titanik'le ilgili bugünkü yazınız gibi bir olay, benim de başıma geldi.
Aynen Titanik gibi benim gemim de battı.
Allah'a şükür, personelime zarar gelmeden sâhil–i selâmete çıktık.
Hadise şudur: 29 Mart 2011 günü Hindistan'ın güneyinde gemim karaya oturdu.
İki defa ikaz etmeme rağmen, vardiyada bulunan 2. kaptan iskele tarafına dönmemişti. Biz ise kıyıya yakın mesafede seyrediyorduk.
Yemekte iken, bu üzücü olay oldu. 2. kaptana "Niçin dönmedin?" dediğimde "Döndüm, ama yeteri kadar dönememişim" cevabını aldım.
Her ne ise, insanın kaderinde ne varsa ondan kaçma imkânı yok. Demek ki, bu musibeti yaşayacaktık. Rabbim daha büyük belâlardan korusun.
Mâlumunuz, yeni kitabım çıkmıştı. "Kaptanın Seyir Defteri: Altı Ayda Altı Kıta" isimli bu kitapta, şöyle usta kaptan, böyle tecrübeli kaptan deyip duruyordum.
Al sana usta kaptanı! İşte bak, gemisini karaya oturttu.
Aynen bunun gibi, bu dünyada gurur ve kibirin ne derece kötü bir şey olduğunu bir kez daha anlamış oldum.
Gerçi kitabımda "İyi kaptan yoktur, şanslı kaptan vardır; zira insanın başına her şey gelebilir" diye not düşmüştüm.
Nitekim, aynen öyle oldu. Gayr–ı ciddi bir 2. kaptan yüzünden önce karaya oturduk; sonra da gemimiz battı.
Gemimiz bir hafta süreyle kurtarma timinin kontrolü altındaydı. Ama, çok ağır davrandılar ve 4 Nisan günü şiddetli fırtına sonucunda gemi karaya oturduğu yerden hareket ederek sürüklendi ve kırılarak battı.
Şükürler olsun, personeli batmadan birkaç gün önce filikalarımız ile tahliye ettim ve en son olarak gemiyi kendim terk ettim.
İnsanın kaptanı olduğu geminin batması kötü bir durum. Resimleri gördüm, içim bir tuhaf oldu.
Ama dedim ya, kaderde ne varsa o olur. Rabbim beterinden bizleri muhafaza etsin diyor, işlerinizde kolaylıklar dileyerek duâlarınızı bekliyorum."
Vehbi Horasanlı
.
Despotik yönetimler tarihe karışıyor

Bu hegemonik yönetimlerin mazisi, yer yer iki asrı buluyordu.
Üstelik, hemen hiçbir ülkede ciddî bir mücadele azmi görülmüyordu. Toplumlar sindirilmiş, korkutulmuş, çoğu da cahil bırakılmışlardı. Tâ ki, ecnebiye mukavemet edecek, işgalcilere mukabelede bulunacak bir kuvvet ve takatı kendilerinde göremesinler.
İşte, bu perişaniyet hali, İkinci Dünya Savaşının son bulduğu 1945'lere kadar devam etti.
* * *
Hem merkezi, hem de ağırlıklı kısmı Avrupa'da cereyan eden II. Dünya Savaşında, insanlık tarihinin en büyük can ve mal kaybı yaşandı.
Beş–altı sene zarfında (1939–45) on milyonlarla ifade edilebilecek sayıda insan ölürken, Avrupa'nın en mâmur şehirleri bile harabeden farksız bir duruma geldi.
İşte, beşer tarihinin bu en dehşetli sarsıntısına maruz kalan Avrupa'nın sömürgeci devletleri, 1945'ten sonra, ister istemez kendi başlarının derdine düştüler. Sömürgeleri durumunda olan devletleri ve toplulukları idare ve kontrol etmede büyük ölçüde zaafa düştüler.
Bu ise, Müslüman topluluklar için bulunmaz bir fırsat olmuştu.
Afrika, Ortadoğu, Hindistan ve Okyanuslar üzerindeki İslâm ülkeleri bu tarihten sonra birer birer uyanarak bağımsızlık meş'âlesini yaktılar.
Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Sudan, Suriye, Pakistan, Endonezya ve sair ülkeler, sömürgesi durumunda bulundukları despot devletlere başkaldırarak, hürriyet ve istiklâliyete kavuşma çabası içine girdiler.
Yoğunluklu olarak 1946–56 yılları arasındaki bu mücadeleler neticesinde bir mesafe kat edildi. Lâkin, yine de tam hürriyet ve bağımsızlık seviyesine gelinemedi.
Sömürge idaresinden sonra, ne yazık ki, bu kez yerli ve bir kısmı kukla durumundaki despot idarecilerin baskısı altına girdiler.
Çoğu krallık ve bazıları cumhuriyet nâmını almakla beraber, halkın hür iradesi yine de yönetim kademesinde tecelli etmedi.
* * *
Kraliyet tarzındaki despotik yönetimlerin üzerinden de yarım asırdan fazla bir süre geçtikten sonra, aynı Müslüman topluluklarda yeni bazı kıpırdanmalar başgösterdi.
Esasen, bu kaçınılmaz bir gelişmeydi.
İnsanları uzun müddet militer, totaliter ve despotça sistemlerle idare edemezsiniz. Bir gün bir yerde mutlaka patlak verecektir.
Nitekim öyle oldu.
Şu sıralar, aynı kategorideki İslâm ülkelerinde çeşit çeşit patlamalar yaşanıyor.
Toplum, baskıcı rejimlerle yönetilmek istemiyor. Kendi hür iradesinin yönetime yansımasını, devletin bütün kurum ve kuruluşlarıyla kendilerine hizmetkâr olmasını talep ediyor.
Hem insanî, hem İslâmî bir mahiyet arz eden bu talepler, dünya ve insanlık nazarında da haklı, mâkul ve makbul görüldüğü için, günden güne kuvvet kazanarak daha gür bir sadâ ile seslendirilmeye devam ediyor.
Bundan geri dönüş olmaz, olmamalı.
Uyanan, intibaha gelen beşer, esir ve köle olmak istemediği gibi, şahıslara dayalı totaliter sistemlere karşı da adeta isyan ediyor.
Bütün bu gelişmeler, aslında "serbestiyet ve malikiyet devri"nin başladığını gösteriyor.
Vatandaşlar, hükümetleri kendi hür iradeleriyle belirlemek istediği gibi, geçim ve maişet noktasında da, hak ve adâlet ölçüleri içinde bir muamele istiyor.
Görünen o ki, İslâm ve insanlık âlemi, yüz yıllardır sürüp gelen despotik zihniyet ve yönetimleri bir daha dirilmemek üzere hayatından söküp atmaya çalışacak.
Esasen, dünya huzuru ve barışı için, başka bir çıkış yolu da görünmüyor.
Tabiî, bu tarihin bir de evveliyatı ve sonrasındaki gelişmeler var ki, hayli dikkat çekici görünüyor.
* * *
Bugünlerde yaşadığı rejim krizinden adım adım çıkmaya çalışan Mısır'da, bundan altmış sene önce de bir başka rejim krizi yaşanmış ve kraliyetten cumhurî sisteme geçiş yapılmıştı.
Yeni sistemin adı "cumhuriyet" olmasına rağmen, yönetimdeki uygulamalar, kraliyet şartlarından daha ağır, daha despotça bir anlayışın hükmettiğini gösteriyordu.
Zirâ Nasır, daha evvelden birlikte hareket ettiği İhvân–ı Müslimin mensuplarını da baskı altına alıp sindirerek, meydanda ne rakip, ne ortak hiç kimseyi bırakmayarak, Mısır'da tam diktatöryal bir yönetim kurdu.
* * *
Hem Arap milliyetçisi, hem de sosyalist fikirleri olan Nasır, 1940'lı yıllara kadar da kraliyet yönetimine bağlı bir subaydı.
Bu yıllarda ise, askeriye içinde milliyetçi görüşe sahip kafa dengi bazı kişilerle grup hareketi içine girdi. Zekeriya Muhyeddin, Abdülhakim Amir ve Enver Sedat gibi subaylarla yakınlaşıp gizli Hür Subaylar Cemiyetini vücuda getirdi.
Bu subaylar, bir süre sonra hem kraliyet sistemine, hem de Mısır'daki İngiliz hakimiyetine karşı gizliden gizliye bir faaliyetin içine girdiler.
Bu arada, ilk Arap–İsrail Savaşında (1948–49) da aktif görev alarak Filistin'de fiilî çatışmaya girdiler.
* * *
Hür Subaylar Komitesinin kurucu üyelerinden biri olan Nasır, 1951'de yarbaylığa yükseldi.
Rütbesiyle birlikte askeriyede tesir gücü de artan Nasır ve arkadaşları, nihayet 1952 yılı Haziran'ında kansız bir darbe yaparak idareye el koydular.
Bu askerî komite, General Muhammed Necib'i devlet başkanlığına getirdi. Ancak, perde arkasında hükmeden şahıs yine Nasır oldu.
Nitekim, ancak iki yıl kadar Necib'in başkanlığına tahammül gösterebilen Nasır 18 Nisan 1954'te bir iç darbe ile onu da devirerek kendini Cumhurbaşkanı ilân etti.
Böylelikle, dışa karşı milliyetçi, iç politikada ise tam despotça bir yönetim kuran Cemal A. Nasır (tıpkı bizdeki İttihatçılar gibi. Zaten, onun ismi de İttihatçı Cemal Paşaya izafeten konulmuştu), Mısır'da yeni bir rejim anlayışının hakimiyet devresini başlatmış oldu.
Nasır, 1970'te ölünce, yerine arkadaşı Enver Sedat geldi. 1981'de bir sûikastle öldürülen Sedat'ın yerine ise Hüsnü Mübarek geçti.
Bakalım, Mübarek'in yerine kim gelecek ve Mısır nasıl bir rejim anlayışıyla yönetilecek.
.
İstanbul boğulmak üzere

Her gün yaşayanlar bilir ki, çoğu vakit, şehrin bir yakasından diğerine geçmek, neredeyse yarım güne mal oluyor.
Keza, çalışan nüfusun çoğu, günde yaklaşık üç saatini trafikte harcıyor, yahut ulaşım sıkıntısı çekerek geçiriyor.
Bu da, yarım mesaiye tekabül eden bir zaman ve enerji kaybı demektir.
Azalmak bilmeyen trafik sıkıntısı, sınıfları itiş–tıkışlı eğitim cenderesi, gece yarısı bile âcil servislerde uzun kuyrukların oluştuğu sağlık fâciası, cadde ve sokaklarında artık rahat yürünemez hale gelen nüfus kesafeti, sağlıksız yapılaşmanın yol açtığı betonlaşma kâbusu, gitgide artan işsizler ordusu ve sâir sıkıntılar yetmiyormuş gibi, şimdi yeni nüfus göçlerine zemin hazırlayacak, hatta teşvik edecek yeni büyük şehirlerin kurulması fikri, kusura bakılmasın ama huzurlu ve medenice bir hayata hasret kalmış İstanbullular için hiç mi, hiç cazip gelmiyor.
Ana arterleri, ana yolları, hatta otobanları dahi tıkanma ve kilitlenme noktasına gelen İstanbul'da yeni şehirler kurmak yerine, neden harabeye dönmüş ve depreme karşı dayanıksız durumdaki evlerin, binaların onarılması cihetine gidilmiyor?
Kezâ, İstanbul'a doğru yeni göç katarlarını sevk etmek yerine, bu tür çabalar için başka alternatifler niçin düşünülmüyor?
Yeni ve modern şehir projeleri, nüfusu göç ettirmeden tahakkuk ettirilemez mi?
Hayat, insanları yerinden–yurdundan ayırmadan güzelleştirilemez mi? Yani, hayatı yerinde güzelleştirmek mümkün değil mi?
Türkiye'nin üç tarafı denizlerle kaplı. Deniz ulaşımı dahil, kara ulaşımı, demiryolu ve hava ulaşımının sağlanabileceği Türkiye'de yaklaşık 40–50 şehir veya şehirleşmeye müsait yer var.
Bütün bunlar görmezden gelinerek, zaten boğulma derecesine gelmiş bulunan İstanbul'daki hayatı büsbütün çekilmez hale getirecek projelerden söz etmek, bize cazip gelmediği gibi, aksine çok tuhaf göründü.
Bize göre, devletin yapacağı yeni ve büyük yatırımların taşraya ve Anadolu'ya kaydırılması çok daha hayırlı olacaktır.
Zira, işsizlik, geçimsizlik, huzursuzluk veya güvensizlik sebebiyle, Anadolu'nun pekçok köy ve kasabasından büyük şehirlere göç dalgaları yaşandı.
Göç veren yerler, daha da ıssız bir hale geldi. Buralarda modern tarım ve hayvancılık işi teşvik görmesi gerekirken, maalesef daha da geri gidildi ve ilkel usûllerle yapılan çiftçilik tablolarına bile rastlanılmaz oldu.
Avrupa'nın modern ve gelişmiş ülkelerinde, adeta şehirde ne varsa köylerde de temin edilebilir durumda.
Türkiye'de ise, belki iki yüz milyon nüfusa yetecek derecede geniş ve bereketli tarım arazisi var; buralar, her türlü sebze, meyve, hububat ve hayvancılık sektörünün gelişmesine müsait; sanayi ve yüksek teknolojinin geliştirilmesi hâkeza; ama gelin görün ki, bu kuvvetli potansiyel kendi haline bırakılıyor da, varsa yoksa büyük şehirleri bir kat daha büyütecek yeni yatırımlar, yeni yerleşim projeleri gündeme getiriliyor.
Yoksa, bütün bunlar, büyük şehirlerin "büyük oy deposu" şeklinde görülmesinden mi kaynaklanıyor?
Eğer öyle ise, bu tür düşünceler daha da vahim bir seyir takip ediyor demektir.
Dolayısıyla, bundan bir an evvel vazgeçilmesini, yeni yatırımların ise, fıtrî nüfus yoğunluğunun bulunduğu veya mekânın, muhitin çok daha müsait olduğu bölgelere kaydırılmasını tavsiye ederiz.
Oysa, Millî Mücadelenin ilk şanlı direniş hareketlerinden birisi burada sergilenmişti.
Mondros Mütarekesinden hemen sonra, yani 5 Kasım 1918'de "Kars Millî İslâm Şurâsı Merkez–i Umumisi" teşkil edildi. Bu şurânın şubeleri ise, başta Ardahan olmak üzere yakın merkezlerde de hızla teşekkül ettirilidi.
Yaklaşık altı ay müddetle bu bölgeyi Rus, Ermeni, Gürcü ve İngiliz işgalcilerine korumaya çalışan Kars Millî İslâm Şurâsı, Nisan 1919'dan itibaren dayanılmaz derecede sıkıntılı günler geçirmeye başladı.
Devlet ve hükûmet merkezinden buraya hiçbir yardım yapılamıyordu.
Etraf, bütünüyle işgalci güçler tarafından kuşatılmış durumdaydı.
Şark Cephesine (15. Kolordu) gönderilen Kâzım Karabekir, 20 Nisan'da Trabzon'a ancak ulaşabildi.
(30 Nisan'da Erzurum'a doğru hareket ediliyor. Uzun süren çalışmaların ardından, işgalcilere karşı taarruz harekâtı başlatılıyor.)
13 Nisan 1919'da Kars ve çevresinin idaresini ele geçirdiğini duyuran İngiliz işgal kuvvetleri, Millî İslâm Şurâsı merkezine baskın düzenleyerek 12 kişiyi tutuklattı.
Tutuklananlar önce Batum'a, ardından Malta Adasına sürgün edildiler.
Ardından, Müslüman nüfusa yönelik katliâmlar başladı.
Sahipsiz, çaresiz ve imkânsız duruma düşen Kars çevresindeki Müslümanlar, 19 Nisan'da başlayan Ermeni istilâsına da teslim olmak durumunda kaldı.
Ermeniler, hem Ruslar'dan cesaret, hem de İngilizlerden kuvvet alarak, her tarafta katliâma giriştiler.
Bu arada, Hıristiyan Gürcüler de, aynı yöntemlerle Ardahan ve Posof'u ele geçirerek, onlar da savunmasız ve perişan durumda kalan Müslüman halka kan kusturmaya başladılar.
Böylelikle Kars, Ardahan ve çevresinde aylarca sürecek olan kanlı işgal süreci başlamış oldu.
Bölgenin işgali, Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Millî Kuvvetlerin 30 Ekim 1920 tarihinde gerçekleştirdiği püskürtme harekâtına kadar devam etti.
Ayyıldızlı bayrak, Kars Kalesine Besmele–i Şerife ile o gün yeniden çekildi.
.
Demokrasi varsa, çare var demektir

Bazı şehirlerde yapılan şiddet gösterileri ve bir anda ortalığın savaş alanına çevrilmesi, hissedilen karamsarlık havasını daha da koyulaştırdı.
Mâsum geniş vatandaş kitlesi, haksız ve de gereksiz yere endişeli bir bekleyişin cenderesine doğru sürüklendi.
Canıyla, malıyla zarara–ziyana sokulanlar da cabası...
Hadiselerin patlak verdiği Salı günkü boğucu hava akşam saatlerine kadar devam etti.
Her nedense, akşam saatlerinden itibaren, tedricî olarak bir iyimserlik havası esmeye başladı.
Bu hava, merkezi demokrasi olan erdemli platolardan gelen ümit verici esintilerdi.
Ertesi gün, ferahlık veren bu esintinin daha da ziyadeleştiği görüldü.
Cumhurbaşkanı Gül'ün devreye girmesiyle de, korku ve endişenin yerini ümitli bir bekleyiş aldı.
Şimdi, dalgalı ve çalkantılı süreçte yaşanan hadiseler zincirinin birkaç fotoğraf karesine bakarak, konuyu toparlamaya çalışalım.
Şiddete yuh; demokrasiye alkış!
Her şeye rağmen, Türkiye'de iyi–kötü bir demokrasi vardır.
Dahası, insanlarımızın ekseriyeti hakikaten hürriyet ve demokrasinin erdemine varmış, özümsemiş bulunuyor.
Bu seviyeyi küçümsemek, hele hele yok farz etmek hakkaniyetle bağdaşmadığı gibi, büyük nankörlük olur.
İşte bakınız...
BİRİNCİSİ: Bir–ikisi müstesna hemen bütün siyasî partiler, YSK'nın veto kararını doğru bulmadı, onaylamadı. Hatta, yanlış, keyfî ve son derece tehlikeli bulanlar oldu.
Üstelik, bu farklı siyasî görüşe sahip olanların hemen tamamı, BDP'nin siyasî ve ideolojik tarafından hiç, ama hiç hazzetmez, hatta nefretle bakar.
Buna rağmen, BDP'nin desteklediği adayların veto edilmesine şiddetle itiraz ettiler ve bu maksatla bir çare arayışı içine girdiler.
Şayet, ülkede yerleşmiş bir demokrasi kültürü olmasaydı, hiç şüphe edilmesin ki, verilen tepkiler ve hadisenin seyri başka türlü olurdu.
Bu durumu, herkesin tam görünmesi ve iyi okunması lâzım.
İKİNCİSİ: BDP'li protestocuların arasına sızmış olan provokatörlerin şiddete tevessül ederek etrafı yakıp yıkmalarına rağmen, halkımız yine de itidâlini bozmadı ve en önemlisi yine sağduyu ile hareket etti.
Eminiz ki, terör örgütüne sempatiyle bakan bu partinin fikriyatından nefret eden, keza sergilenen şiddet eylemlerine lânet okuyan çoğu vatandaşımız dahi, bağımsız adayların seçilme haklarının ellerinden alınmasına sıcak bakmadı, yapılan vetoları doğru bulmadı.
Şayet, bu ülkede az da olsa tekâmül etmiş bir demokrasi erdemliliği olmasaydı, diğer vatandaşların çoğu vetoya uğrayan milletvekili adayları için "Oh olsun!" demekle de kalmaz, daha ileri boyutlarda reaksiyonlar gösterirdi.
ÜÇÜNCÜSÜ: Tahminlerin aksine olarak, bu meselede en geri plânda duran Başbakan'ın suskunluğuna rağmen, anamuhalefet partisi başkanı, diğer parti temsilcileri, Meclis Başkanı ve son olarak Cumhurbaşkanı'nın duyarlı davranarak devreye girmesi ve bütün bu kesimlerin adeta elbirliğiyle bir çıkış yolunu aramaya koyulması, elbetteki memnuniyetle karşılanmalı.
Demokratik olgunluk olmasaydı eğer, herhalde bunların tutumları da başka türlü olurdu.
DÖRDÜNCÜSÜ Bu arada, siyasî konjonktürün bir zaafını da nazara vermek durumundayız.
Bu cihette öyle bir anlayış var ki, vakt–i zamanında bir türlü hazırlık çalışması yapılmaz, muhtemel pürüzler önceden giderilmez; öööylece beklenip durulur. İllâ bir kriz çıkacak, mekanizma kilitlenecek, yumurta kapıya gelip dayanacak, iki ayak bir papuca girecek, hatta dananın kuyruğu kopma noktasına gelecek, ondan sonra bir çare ve çıkış yolu aranmaya başlanacak.
Ne tuhaftır ki, Cumhurbaşkanlığı seçimi konusu da aynen öyle olmuştu. Meclis kilitlendikten, Meclis iradesi AYM tarafından bloke edildikten sonra, ani ve hızlı bir kararla, "Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi" konusu gündeme getirildi.
Şimdi yaşanan siyasî sıkıntıya da, tıpkı 2007'deki Cumhurbaşkanlığı seçimi krizi gibi bakarak ferahlık duymak, daha mâkul bir yaklaşım tarzı olsa gerektir.
Evet, hiç endişe edilmesin ki, Türkiye'de var olan demokrasinin gücü ve olgunluğu ölçüsünde, yine demokrasi içinde kalarak mevcut sıkıntıların da üstesinden gelinecek.
O halde, şiddete başvurmaya, etrafı yakıp yıkmaya, mâsum insanların hakkına girmeye hiç hacet yok.
Bazı yönüyle Mehmed Akif'e de benzetilen İkbâl, 1873'de Pencap eyaletinde dünyaya geldi.
Ailesi dindar ve ehl–i tasavvuf kimselerdi.
Bu sebeple, İkbâl'in ilk eğitimi Kur'ân–ı Kerim oldu.
Daha sonra medresede eğitim görmeye başladı. Arapça ve Farsça dersler aldı. Edebiyatla da yakından ilgilendi.
Lahor'da yüksek tahsilini tamamladıktan sonra, Doğu Dilleri Fakültesine hoca olarak tayin edildi. İlk şiirleri de bu dönemde yayınlanmaya başladı.
Bilâhare İngiltere'ye gitti. 1905'de Londra'daki Chambrich Üniversitesi'nin felsefe ve iktisat bölümünden mezun oldu. Londra'da üç sene kadar kaldı. Burada Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesinde hocalık yaparken, bir yandan da İslâmî konularda konferanslar verdi.
Buradan da Almanya'ya giderek, Münih Üniversitesi'nde felsefe dalında doktora yaptı. 1908'de ülkesine döndüğünde, yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.
Hürriyet ve bağımsızlık üzerine yazdığı coşkulu şiirler, Hindistan'daki İngiliz sömürgesi olmuş Müslümanların intibaha gelmesine vesile oldu.
Aynı heyecan dalgası, Pakistan'ın kuruluşuna ve bağımsızlığına da büyük hizmet etti. İkbal, bilhassa bu yönüyle M. Akif'e çokça benzetilmiş.
.
Raman Dağında petrol sevinci

Bugün Batman il sınırları içinde bulunan Raman Dağının yüksekliği 1300 metre civarında.
Bu bölgede petrol bulunduğu ümidiyle, 1934 yılından itibaren jeolojik etütler yapılmaya başlandı.
Beş yıl kadar devam eden etütler neticesinde, 24 Temmuz 1939 tarihinde burada ilk sondaj çalışması yapıldı.
"Raman–1" adı verilen bu kuyunun derinliği 1042 metreye ulaştığında, ümit verici bir petrol damarı bulundu.
Bu dağda bulunan ham petrol, aynı zamanda Türkiye'nin ekonomik ve ticarî anlamdaki ilk petrolü olma özelliğini de taşıyordu.
1052 metrede tamamlanan kuyudan düzenli ilk pompalama çalışmasına 3 Haziran günü başlandı.
Bu kuyudan elde edilen ham petrolün günlük miktarı, yaklaşık 10 ton civarındaydı.
Petrol bulmanın sevinciyle faaliyetlerine hız veren TPAO, Raman Dağının muhtelif noktalarında sondajlama çalışmasına başladı.
Kısa sürede, petrol fışkıran onlarca kuyu açıldı.
İlk başlarda bir köy hüviyetinde olan Batman (İluh köyü), elde edilen petrol ve burada kurulan rafineri sayesinde hızla gelişti.
(Batman, sırasıyla 1950'de bucak, 1957'de ilçe ve 1990'da da il oldu. Bugün itibariyle nüfusu 350 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.)
* * *
Batman Rafinesinin inşaatına 1948 Temmuzunda başlandı ve aynı yılın Kasım ayında 200 ton arıtma kapasiteli ilk üretime geçildi.
1951'de Garzan bölgesinde de petrol sahasının bulunmasıyla birlikte, Batman Rafinerisinin kapasitesi de genişletildi ve yıllık üretimi 330 bin tonu aşan modern bir rafineriye dönüştürüldü.
Batman il sınırları içinde bulunan Raman ve Garzan çevresi, Türkiye'nin en çok petrol üreten bölgesi olma özelliğine sahip.
Buradan elde edilen ham petrolün bir kısmı Batman Rafinesinde arıtılırken, bir kısmı da boru hatlarıyla İskenderun Körfezine (Dörtyol) pompalanıyor. Buradan da, gemilerle (Kırıkkale'ye yine boruyla) Türkiye'nin başka merkezlerinde kurulmuş bulunan rafineri tesislerine gönderiliyor.
* * *
Raman ve Garzan bölgesinde elde edilen petrol, Türkiye genelinde elde edilen petrolün yaklaşık yüzde altmış–yetmişine tekabül ediyor.
Bugün itibariyle, yüzlerce kuyudan yıllık milyonlarca varil petrol üretilmekte.
Petrolün net üretim miktarı sürekli olarak değişiyor. Zira, eski kuyuların bir kısmı kapanırken, bir taraftan da yeni yeni kuyular açılıyor.
Türkiye geneli için belirtilen rakamlara göre, yıllık üretim iki buçuk milyon ton civarında.
Bu miktar, ihtiyacın ancak yüzde 8–9 kadarını karşılamakta. Geri kalan büyük kısım ise, petrol üreten muhtelif ülkelerden ithal edilmekte.
.
Nükleer patlamayla kıyâmet kopar

Bilançosu hâlâ tam olarak bilinmeyen bu nükleer felâketten milyonlarca insan etkilendi. Yüz binden fazla insan öldü, yüz binlerce kişi yaralanıp sakatlandı, milyonlarca insan da bu fâcianın yol açtığı sebeplerle hastalandı, yahut yıllar sonra hastalanma riski altına girdi.
Çernobil kadar tehlike arz eden nükleer santrallere, bugün dünyanın hemen her yerinde rastlamak mümkün.
Bunları bir kıyâmet alâmeti şeklinde düşünmek mümkün.
Büyük hadise
Bir hadisenin büyüklüğü ve ehemmiyeti, o hadisenin zamana ve mekâna olan etkisiyle ölçülür.
Eskiler bunu "zamanda tesir, mekânda şümûl" diye târif etmişler.
Yani, meydana gelen bir hadise, ileriye dönük olarak ne kadar çok seneyi ve ne kadar geniş bir coğrafyayı etkisi altına alıyorsa, o hadisenin mahiyeti de o derece büyük ve ehemmiyetli olarak kabul edilir.
Bu açıdan bakıldığında, nükleer patlamaları "büyük hadiseler" kategorisi sıralamasında liste başı maddeler arasında görmek mümkün.
Nükleer enerji, ister reaktörlerin bulunduğu yerde patlasın, isterse havadan atılarak patlatılsın, netice değişmiyor. Yani, her iki halde de müthiş tahribat yapıyor, patladığı yerde adeta canlı namına birşey bırakmıyor, hayatı bütünüyle söndürüyor.
1945'te Hiroşima ve Nagazaki'de patlatılan atom bombaları ile 26 Nisan 1986'da Çernobil'de patlayan nükleer reaktörlerın hasıl ettiği neticeler gibi...
Yüzlerce Çernobil var
Bu patlamalar, bir yönüyle kıyâmet habercisi gibi.
Kıyâmetin alâmetlerinden söz eden rivâyetlerde, ayrıca "Duhan'ın çıkışı"ndan bahsedilmiş
Duman anlamına gelen "Duhan"ı bazı âlimler, kıyamete yakın vakitte ortalığı kaplayacak ve toplu ölümlere sebebiyet verecek zehirli gaz, toz, duman şeklinde yorumlamışlar.
Bu tarz yorumlar ise, öldürücü nükleer gazlarla büyük ölçüde örtüşüyor.
1945'teki patlamalarda yüz binlerce insan öldü. 1986'daki nükleer felâketten milyonlarca insan zarar gördü. Geçen ay Japonya'daki zelzele sebebiyle bir nükleer santralde meydana gelen patlama, bütün dünyayı korkutup endişelendirdi.
* * *
Çernobil felâketinin üzerinden tam tamına 25 sene geçti. Ancak, bu patlamanın bölge ve dünya çapındaki zararlı etkileri hâlen devam ediyor.
Bir de düşünün ki, bugün dünyada en az Çernobil kadar potansiyel tehlike arz eden yüzlerce nükleer santral var.
Bunların bir şekilde patlaması halinde, hiç tereddütsüz kıyametin kopması derecesinde bir felâket yaşanacak ve yeryüzünde hayat bitmiş olacak.
Meselâ, İkinci Dünya Savaşı gibi bir çılgınlık hali zuhur ederse, nükleer silâhların kullanılması ve enerji maksatlı nükleer santrallerin saldırıya uğraması kaçınılmaz olacak gibi görünüyor.
Çernobil fâciasının boyutları
Ukrayna'nın Çernobil kentindeki Nükleer Reaktöründe 25/26 Nisan 1986 gecesi meydana gelen nükleer kaza, 20. asrın en büyük ve en tehlikeli kazası olarak tarihe geçti.
Patlama sonucu etrafa yayılan radyasyon miktarı normalin 100 bin katına kadar çıktı.
İlk etapta, bölgeden 135 bin kişi tahliye edildi. (Bu sayı daha sonra 400 bine çıktı.)
Patlama bölgesi havadan kum ve toprakla örtülmeye çalışıldı. Ancak, yine de radyoaktif maddenin etrafa ve havaya yayılmasına engel olunamadı.
Kıyameti hatırlatan bu nükleer felâket, sadece Ukrayna’da 125 bin kişinin ölümüne ve sayısız insanın yaralanmasına, sakatlanmasına yol açtı.
Bu kaza, uzmanların gece yarısı yaptıkları bir deney esnasında yaşandı.
Kaza sonrası yaşanan korku ve endişe haliyle bütün dünyayı etkiledi.
Zira, yaşanan patlamayla etrafa yayılan nükleer reaksiyon (radyasyon), çeşitli sebeplerle çok daha geniş bir coğrafyayı etkisi altına altına aldı. Havaya yayılan radyoaktif parçacıklar, rüzgâr ve bulutlar vasıtasıyla dünyanın başka yerlerine de yayılma istidadı gösterdi.
Yağmur bulutlarıyla yere düşen radyoaktif parçacıkların, insanlara, hayvanlara olduğu kadar, bitkilere de zarar verdiği, dolayısıyla, yediğimiz–içtiğimiz ne varsa, hepsinde birtakım yan etkilerin bulunabileceği kuvvetli ihtimal dahilinde.
Düşünün ki, sadece Çernobil'deki nükleer santralın 4. Reaktöründe meydana gelen patlamayla insanlık ve canlı hayatı bu derece bir risk ve tehlike altında kalabiliyorsa, acaba dünyadaki diğer santrallerin patlaması halinde neler olabilir?
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, böyle bir durumda, hiç şüphesiz, ortaya kıyâmeti andıran bir manzara, hatta bir netice netice hasıl olabilir.
Potansiyel tehlike, bu derece vahim ve dehşet verici bir bir durum arz ederken, şimdi de dünya ülkelerinin—silâh depoları bir yana—sadece enerji maksatlı inşa edip çalıştırdıkları nükleer santrallerin nasıl bir yekûn teşkil ettiğine şöyle bir bakalım.
Dünyada halen faal durumda 440 civarında nükleer santralin var olduğu az–çok biliniyor.
Bu santrallerin 105'i ABD'de, 60'ı Fransa'da, 55'i Japonya'da ve 36'sı Rusya'da bulunuyor.
Ayrıca, Rusya'da, Çin'de, Hindistan'da, Güney Kore'de, Japonya'da, ABD'de ve İran'da yekûn onlarca yeni nükleer santralin yapımı devam ediyor.
Yukarıda ismi belirtilenlerin dışında olarak—kronolojik sıraya göre—nükleer santrale sahip diğer ülkeler şunlar: Almanya, Arjantin, Belçika, Birleşik Krallık (İngiltere), Brezilya, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Ermenistan, Finlandiya, Güney Afrika Cumhuriyeti, Hollanda, İsveç,İsviçre, İspanya, Kanada, Litvanya, Macaristan, Meksika, Romanya, Slovakya, Slovenya, Tayvan, Ukrayna.
.
Diktatörlerin gidişi; sömürgenin bitişi

Gerçek olan şu ki, savaşın (II. Dünya S.) birinci derecedeki suçlusu olarak ilân edilen Mussolini'nin âkıbeti pek fecî olmuştur.
Yegâne müttefikinin fecî âkıbetini haber alan Alman diktatör Adolf Hitler de, hemen bir gün sonra hanımıyla birlikte zehir içerek intihar eder.
Bu iki diktatörden birinin linç edilerek, diğerinin ise zehir içerek ölümlü hale gelmesiyle, II. Dünya Savaşı da bitiş sürecine girmiş oldu.
Geriye ise, insanlık tarihinin en dehşetli manzarası kaldı: Harabeye dönen koca şehirler, milyonlarca aç, yaralı, sakat, perişan vaziyetteki insan ve bir tahmine göre asker–sivil yüz milyona yakın can kaybı...
Evvelki savaşın aksine olarak, İslâm âlemi bu dehşet saçan kanlı arenanın dışında kaldı. Avrupa'da ve sair yerlerdeki gayr–ı müslim topluluklar ise, Birinci Dünya Savaşının belki on katı kadar telefat verdiler ve maddeten de zarar–ziyana uğradılar.
Savaşın yayılması
II. Dünya Savaşı, dünya ve insanlık tarihinin en kanlı ve en yıkıcı hadisesi olarak kayıtlara geçti.
Yaklaşık 6 sene süren (1939–45) bu savaşa aktif şekilde katılan büyük ülkeler iki blok halinde karşı karşıya geldiler.
Bir tarafta Almanya, İtalya ve savaşa sonradan katılan Japonya vardı.
Diğer tarafta ise, İngiltere, Rusya (SSCB), Fransa, Polonya ve yine sonradan savaşa katılan ABD vardı.
Bu ülkelerin hemen tamamı, sömürgeciydi. Sömürgeleri de, tâ 1945'e kadar çoğunluk itibariyle Müslüman topluluklardı.
O korkunç savaşta ise, bu sömürgeci devletlerin belleri kırıldı.
Yani, galibin de mağlup olanın da kaybı büyük oldu.
Bunlar, büyük savaştan önce sömürge sahasını daha da genişletme ve etkinleştirme hesapları yaparken, kendilerini bir anda ateş ve barut gayyası içinde buldular.
Savaşın ilk yıllarında Almanya'dan öylesine şiddetli darbeler yediler ki, neye uğradıklarını şaşırdılar.
Evet, tâ yıllar öncesinden savaş sanayiini kuran ve harbe hazırlanan Almanya, savaşın ilk yıllarında galibâne gidiyordu. Meselâ, İngiltere ve Rusya hariç, Fransa, Polonya başta olmak üzere Avrupa'nın hemen bütün hükümetlerini teslime mecbur etmiş ve Nazi ordusuyla o ülkelerin topraklarını zaptetmiş durumdaydı.
Hitler, bir taraftan da, teslim olmakta direnen Rusya ve İngiltere'ye öldürücü darbeler indiriyordu.
Hitler'in ordusu, gerek kara harekâtı, gerek hava bombardımanı ve gerekse paraşütçü birliklerle yapmış olduğu indirme operasyonlarıyla, Rusya ve İngiltere'nin korkulu rüyâsı haline gelmişti.
Savaşın üçüncü yılında (Aralık 1941) Almanya'nın müttefiki olan Japonya'nın Pearl Harbor'daki ABD kuvvetlerini vurması ve bu iki büyük devletin de karşılıklı olarak fiilen savaşa katılmasıyla birlikte, gelişmelerin seyri peyderpey değişmeye başladı.
Son olarak, ABD hava kuvvetleri tarafından Japon adalarına üç gün arayla (6–9 Ağustos 1945) atılan atom bombaları, savaşa nokta konulmasına sebebiyet verdi.
250 bin insanın ölümüne yol açan bu hadiseden sonra, Japonya kayıtsız şartsız teslim olduğunu ilân etti.
Avrupa'da ise, Hitler ve Mussolini hayatta olmadığı için, bu kıt'adaki savaşın sürmesi de mümkün görünmüyordu.
Kaldı ki, Almanya, Hitler'in ölümünden on gün sonra (7 Mayıs) zaten teslim belgesini imzalamış ve ülke topraklarının taksim edilmesine razı olmuştu.
1945 yılı Ağustos ayı sonlarına gelindiğinde, Uzak Doğu'da olduğu gibi Avrupa'da da fiilen ve hukuken İkinci Dünya Savaşı sona ermiş oldu.
Bu şerden çıkan hayır
Savaş boyunca güç–kuvvet kaybeden ülkeler, sömürgeler üzerindeki hakimiyetlerini sürdürmede zorlanır hale geldiler.
Onların zaafa düştüğünü fark eden müstemleke durumundaki topluluklar ise, hürriyet ve bağımsızlık mücadelesine giriştiler.
Afrika, Orta Doğu, Hindistan ve Uzak Doğu'daki Müslüman ülkelerde 1946'da başlayan hürriyet ve istiklâl mücadelesi, ileriki yıllarda kısmî başarılar gösterdi.
1956'ya gelindiğinde, onlarca ülke yeniden bağımsızlığını kazanır bir seviyeye geldi. Hitler ve Mussolini, dolaylı da olsa İslâma hizmet etmiş bulundular.
Bir bakıma, onlar "Allah'ın kılıcı" oldular. Allah'ın takdiriyle, bu kılıçlar önce büyük ve cebbar zalimleri vurdu; sonra da dönüp sahiplerini vurdu, kırdı.
Müslüman topluluklarına gelince...
Ne yazık ki, onlar tümüyle ne sömürgecilerin tahakküm ve müdahalesinden kurtulabildiler, ne de onların desteklemiş olduğu yerli kukla diktatörlerin baskısından kendilerini kurtarabildiler.
Bir cihette bağımsız gibi oldular; ancak, bir yandan da başlarına krallar, müstebidler, darbeciler gelip çöreklendiler.
Kırk–elli yıl da böyle geçti.
Şimdi gelinen noktada, Müslüman toplumlarda kâmilen bir hürriyet ve demokrasi aşkının ateşlendiğini görmekteyiz.
Bugünlerde yaşanan bu hararetli hareketlenme, onları inşaallah bu maksada ulaştırmada hakiki bir vesile olur ümidindeyiz.

.
Kanal İstanbul üzerine çeşitleme

İki sene sonra hafriyata başlanıp 2023 yılında tamamlanmasının plânlandığı söylenen bu "muhayyel proje"nin lehinde bulunanlar kadar, aleyhinde konuşanlar da var.
Ancak, bugünkü mesele bu projenin lehinde veya aleyhinde olmak meselesi değil.
Önemli olan, bu projenin rasyonel, ciddî, tutarlı, ekolojik ve morfolojik yönden sakıncalı, uygun zamanlı ve faydası zararından üstün olup olmadığı gibi hususlardır.
Meselenin, bir de "uluslar arası antlaşmalar" boyutu vardır ki, bunun da ayrıca ele alınması gerekiyor. (NOT: 1923 Lozan ve 1936 Montrö Boğazlar Antlaşması. Bu antlaşmalara göre, yabancı gemiler boğazlardan serbest, yani ücret ödemeden geçer. Ücret, sadece klavuz kaptan talebi gibi ek yardımlar için ödenir.)
Bütün bu hususları bilmeden ve düşünmeden konuşan nâehil kimseler, sadece "boşboğazlık" etmiş olurlar ki, bunun kendilerine dahi bir faydası yok. Boşuna çene çalmış olurlar, o kadar... ("Boğazlar hakkında boşboğazlık" için bkz: Tarihçe–i Hayat, s. 416.)
Tarihe nasıl geçecek?
Başbakan'ın ortaya atıp isimlendirdiği "Kanal İstanbul" projesi, şayet hedeflendiği gibi 2023'de hayata geçirilebilinirse, bu bir "harika proje" vasfıyla tarihin kayıtlarına geçer.
Aksine, türlü mâniler çıkar, şartlar veya imkânsızlıklar el vermez, hayalden hakikate geçilmez, yani iş realize edilemez ise, adı üstünde okunduğu gibi "Zaten bir 'çılgın proje' idi" denilerek, mesele kâğıt üzerinde kalmaktan öteye gidemez.
Gündem oluşturan ve büyük sansasyonlara sebebiyet veren bu projenin siyasî ve medyatik imkânların sınırlarını zorlayan bir sunum ile açıklanmasına ilâveten, "zamanlama faktörü" de son derece düşündürücü bir nokta olarak gözüküyor.
Proje, rahat ve geniş bir zamanda açıklansaydı, yorum ve değerlendirmeler de elbette ki bugünkünden farklı olurdu.
Ancak, bu fevkalâde maliyetli "çılgın proje"nin ilânâtını tutup seçim atmosferinin alabildiğine kızıştığı bir zamana özellikle denk getirmeye çalışırsan, meselenin rengi de değişir. Yani, işin mânâ ve mahiyeti başka türlü telâkki edilir.
Gönül ister ki...
Arzu başka, irade başkadır.
Meselâ, gönül arzu eder ki, İstanbul Boğazı gibi üç tane daha güzel boğaz manzaramız olsun ve işlerlik kazansın.
Gönül ister ki, Karadeniz'le Marmara dört koldan birbirine sarılsın.
Bir tanesi var zaten, paraleline üç tane daha kurulsun. Meselâ:
Biri, tamam Kanal İstanbul olsun.
Biri, Kanal Kocaeli (veya Körfez) olsun.
Biri de Kanal Haliç olsun.
Üstelik, kokuşma, kirlilik, taaffün bitsin; her taraf tertemiz hale gelsin.
Kolay olacaksa, faydası zararına üstün gelirse, kim istemez böyle olmasını.
İstemeyenler, bilhassa istemezükçüler her zaman olur; ancak, onların fazla bir kıymet–i harbiyeleri yoktur. Birinci ve İkinci Boğaz Köprülerine muhalefet etmede olmadığı gibi...
Bu noktada, diğerlerine nisbeten çok daha rasyonel olacak bir arzumuzu daha ekleyelim: Kanal Saroz.
Evet, Karadeniz'den Marmara'ya 50 km'li sorunlu, şaibeli, netameli, uluslar arası hukuk ve ticarî geçiş yönü itibariyle de cazibesi olmayan bir kanal açmak yerine, Karadeniz'den Saroz Körfezine uzanan tarafta 70 km'lik bir kanal açmak, çok daha kârlı ve mantıklı görünüyor.
Böyle bir kanal, deniz ulaşımı itibariyle çok daha kısa ve kestirmeden bir yol olur. Yabancı gemilerin çoğu, ücretli de olsa bu yolu tercih eder.
Hem her iki Boğazın, hem Marmara'nın trafik yükü hafifler. İstanbul da büyük ölçüde bundan istifade eder. Su havzaları zarar görmez, fazladan büyük köprüler inşa etmeye gerek kalmaz. Çevre, hava ve gürültü kirliliği büyük oranda ortadan kalkar. Vesaire...
GAP yüzüstü sürünürken...
Otuz küsûr yıllık GAP, Türkiye'nin ilk ve en büyük "millî proje"sidir. İçinde haricî kaynak, yabancı borç kredisi yoktur.
Yeni barajı ve milyonlarca hektarlık alanı ihtiva eden bu proje tam kapasite çalıştığı takdirde, Türkiye'yi hemen her yönüyle rahatlatan, hatta kanatlandıracak seviyeye kadar yükseltebilen bir inkişâfa medar olur.
Bugün itibariyle, ne yazık ki ancak yüzde 20 kadarı rantabl hale getirilmiş bulunuyor.
On yıldan fazla bir zamandır, adeta rölantide bırakılmış durumda.
İşte, öncelikli yatırımı buraya yapmalı ve otuz yıl önce başlatılmış olan bu muazzam projenin tamamlanması cihetine gidilmeli.
Hem ekonomik yönden, hem işsizlik ve nüfus göçü itibariyle fayda sağlayacak olan, hatta bir cihette altın yumurtlayan bir tavuk gibi olması kuvvetle muhtemel olan GAP'ı kendi halinde bırakarak, çılgın veya muhayyel projelere yönelmek, doğrusu bize fazla ciddî ve mâkul bir strateji mahiyetinde görünmüyor.
O halde, mâkul ölçülerde düşünmeye devam diyoruz.
Lâf salatası kabilinden, "Bizim listemizde başörtülü aday var"; "Yok, bizde daha çok başörtülü aday var" diye çığırtkanlık yaptılar.
Beyler, şayet başörtülü aday seçilirse, siz ona olduğu gibi sahip çıkabilecek misiniz?
Yoksa—tıpkı 12 sene evvel olduğu gibi—yine onu sahipsiz, desteksiz mi bırakacaksınız? Yahut, daha da vahimi, onun da başını açtırma zilletini mi irtikâp edeceksiniz?
Şimdi, gelin de "Hey gidi ikiyüzlü siyaset!" demeyin...
Ne yazık ki, günümüz siyaseti yalana, hileye, vefâsızlığa, sadâkatsizliğe revaç vermiş durumda.
* * *
Siz yine şu iki yüzlü siyasete bakın görün ki, sırf başörtüsü yüzünden Merve Kavakçı'ya diklenenlerin başı ve sözcüsü olma görevini gönüllü olarak üstlenen ve Meclis kürsüsünden "Lütfen, bu hanıma haddini bildirin!" diye bağıran Bülent Ecevit'e öfke kusan, ateş püsküren kimi şahıs ve gruplar, "Ecevit–Haberal ilişkisi" söz konusu olduğunda ise, bir anda tuhaf bir tavır değişikliği içine giriyor, Ecevit'i "melek", Dr. Haberal'ı da "şeytan" gibi görmeye başlıyor.
İşte böylesine ilkesiz, tarafgir ve garazkâr bir siyasetten, şeytandan kaçar gibi kaçarak Allah'a sığınmak en iyisi, en doğrusu, en hayırlısı olsa gerektir.
.
Fatih'i Ayasofya ile anmak

Her ne kadar zehirlenerek katledildiği şeklinde rivâyetler varsa da, bu tür bir iddiayı doğrulatacak delillere rastlanılmış değil.
Padişahın hangi maksatla ve ne tarafa doğru sefere çıktığı tam olarak bilinemiyor. Zira, Fatih'in bizzat kendisi çıkmış olduğu bu son seferin hedef ve maksadını özellikle gizli tutmuş, bilinmesini istememiş.
Vefat ettiğinde, 50. yaşına henüz yeni girmişti. Dünyadan gidişi bir cihette erken sayılıyordu. Fakat, ömrünün son otuz yılını öylesine çetin savaşlarda geçirmişti ki, bedeni bir haylı yıpranmış, yorgun düşmüştü.
Buna rağmen, son nefesini yine bir sefer yolculuğu esnasında verdi.
Sultan Fatih'in vefatı, bir müddet gizli tutuldu. Sebep, devletin dirlik ve düzeninin zarar görmemesi, şehzadeler arasında bir saltanan kavgasının yaşanmaması.
Fakat, ne yazık ki bu kavga kaçınılmaz oldu. Bayezid ile Cem arasında uzun süren kanlı bir saltanat mücadelesi vuku buldu.
* * *
Fatih Sultan Mehmed'in üç erkek evlâdı vardı: Mustafa, Bayezid ve Cem.
Mustafa, erken yaşta vefat ettiği için, geriye büyük kardeş Bayezid ile Cem kalmıştı.
İkisinin de anneleri ayrıdı.
Sultan Fatih vefat ettiği esnada büyük oğlu Şehzade Bayezid Amasya'da, küçük oğlu Cem ise Konya'da vali olarak bulunuyordu.
Babalarının vefat haberi, her iki şehzadeye de ayrı kollardan ulaştırıldı. İşin garibi, hem Bayezid'e, hem de Cem'e padişah ilân edildikleri şeklinde gizli/açık bilgiler gönderildi.
Böyle olunca da, hakimiyet mücadelesi kaçınılmaz hale geldi.
Şehzade Bayezid'e "devlet erkânı" imzasıyla ve alenî şekilde bilgi gönderilerek saltanat merkezine âcilen gelmesi istendi.
Şehzade Cem'e ise, sadece Fatih'in son Sadrıâzamı Karamanî Mehmet Paşa tarafından, o da gizli tutulmak kaydıyla yazılı bilgi gönderilerek, gelip tahta geçmesi istendi.
Bu iki zıt yönlü talep, koca Osmanlı Devletini bir büyük badirenin eşiğine getirdi.
Devlet erkânı ile askerî cenahın (Yeniçeri) söz birliği ettiği kararın aksine hareket eden Sadrazam Mehmet Paşanın gizli oyunu fark edilir edilmez, hemen aynı gece içinde konağına baskın yapılarak öldürüldü.
Ardından, İstanbul'a doğru harekete geçecek olan şehzadelerin gelmesi için birtakım hazırlık çalışmalarına başlandı: Bu çalışmalardan biri Sultan Bayezid'i merasimle karşılamak; diğeri ise, Sultan Cem'i kuvvet yoluyla durdurmak şeklinde oldu.
Gariptir ki, Osmanlı devlet erkânı, bir yandan kardeşler arasındaki saltanat kavgasına hazırlanırken, bir yandan da Fatih Sultan Mehmed için yapılacak olan cenaze merasimi hazırlıklarıyla meşguldü.
Fatih'in naaşı, günler süren gizlilik hali ve ardından yapılan cenaze merasimi ardından, Fatih Camii haziresine defnedildi.
Kardeşler arasındaki mücadele ise, aralıklı şekilde yıllar yılı devam etti. Her defasında mağlup düşen Cem Sultan, sonunda yurdu terk etmek ve Haçlı kuvvetlerine sığınmak durumunda kaldı.
Ayasofya bir nişanedir
Sultan Fatih'in 30 yıl müddetle (1451–81) hayret ve hayranlık uyandıran birçok hizmeti, buluşu ve zaferleri vardır. Bunları burada saymakla bitiremeyiz
Çağ kapayıp, yeni bir çağ açma hüviyetindeki hadiselere imza atmak, çok nadir kimseye nasip olmuş.
Sultan Mehmed, bir kudsî rivâyetin müjdesine mazhar olmak için, "Ya ben İstanbul'u alırım, ya İstanbul beni" diyerek, "azm û cezm û kasd" eymeliş bir şahsiyet.
Neticede, bu gayesinde muvaffak oldu. Bu muvaffakiyetin bir mânevî nişanı olarak da, Ayasofya'yı Camiye tebdil ederek, bu kendi hususî vakfiyesine dahil eyledi: "Ben burayı cami/mescid eyledim. Kim ki, bu vaziyetini değiştirirse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâteni üzerine olsun" diyerek de, yenilmez–yutulmaz cinsten kayıtlarla mukayyet kıldı.
Yapılan bu muazzaman tebeddülât, aynı zamanda fethin bir sembolü olarak da bütün dünyanın nazarında kabul gördü.
Günümüzde ise, karşımızda melül–mahzûn bir Ayasofya duruyor.
1933'lerde restorasyon bahanesiyle ibadete kapatılan bu fetih sembolü cami, bir daha da ibadete açılmadı.
Fatih'in ruhu ise, bu durumdan şüphesiz ki muazzeb olmakta.
Aradan seksen yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, kimse çıkıp da bu meselede—bırakın Ayasofya'yı açmak—ağzını bile açmıyor, açamıyor.
Ama, sıra Sultan Fatih'i anmaya (3 Mayıs), yahut sıra İstanbul'un Fethini anmaya gelince, çok kimse çıkıp konuşuyor, nutuklar atıyor, ahkâm kesenler oluyor, keza bir dizi şenlikler–şölenler düzenleniyor, vesâire...
Kusura bakılmasın, ama Ayasofya'sız yapılan bu etkinliklerin hiçbiri tat vermiyor.
İlgililere, yetkililere bu konuda tavsiyemiz şudur: Ayasofya meselesini hiç olmazsa gündemden düşürmeyin ve bu mâbedin ibadete açılacağı günü hasretle beklediğinizi dilinizden ve gönlünüzden asla çıkarmayın.
Bin Ladin, Mehdi'yi göremeden gitti
Amerika'daki 11 Eylül saldırıları (2001) sebebiyle tam on yıldır her yerde fellik fellik aranan, ancak bir türlü bulunamayan Usame bin Ladin, nihayet vurularak etkisiz hale getirildi.
"Öldü mü, sağ mı, gömüldü mü, nereye ve ne şekilde gömüldü?" şeklindeki spekülasyonlara girmeden, şimdilik sadece "etkisiz hale getirildiği" noktasıyla iktifa ederek, bu vesileyle bir hususu nazara vermek istiyoruz.
Eski dostlarımızdan bazıları, Bin Ladin'e çok büyük makamlar, vazifeler yüklemişlerdi.
Binlerce insanın katlinden sorumlu tutulan ve kahredici "İslâm–terör" bağlantısını dünyanın gündemine getirten Usame için, bu eski dostlar "Hz. Mehdi'nin ordu komutanı" diyorlardı.
Yine, onlara göre Bin Ladin, Hicrî 1432'de (yani bu sene içinde) başında bulunduğu ordusuyla Filistin'e gelecek ve Kudüs'te sancak–ı şerifi dikerek İslâm devletini kurduğunu ilân edecekti.
Üstelik, Mehdiyet kılıncıyla kâfirleri asıp kesecek ve onu hiçbir kuvvet durduramayacaktı.
Son haberler, bize bunları da hatılattı.

.
Sürgünde ölen bir yalnız adam: Napolyon

Hayatında öylesine iniş–çıkışlar, öylesine düşüş ve yükselişler yaşadı ki, hayret etmemek elde değil.
Meselâ, Büyük Fransız İhtilâli (1789) zamanında sıradan bir genç subay iken, kısa zamanda en gözde asker konumuna geldi. Generalliğe kadar yükseldi ve ordunun başına geçti. Ardından, "Birinci Konsül" yapıldı. 1804'ten itibaren de, aynı anda hem Fransa'nın İmparatoru, hem de İtalya'nın Kralı sıfatını kazandı.
Ve, hayatının son demini ise, okyanusta küçük bir adada yalnız geçirmek durumunda kaldı.
İşte, "Nereden nereye..." dedirten bir hayat mâcerasının dönüm noktaları..
Zirveye tırmanış süreci
İmparator olduktan sonra "Napolyon I" unvanını kazanan Bonapart, 1769'da Korsika'da doğdu.
1785'te askerî akademiyi bitirerek, topçu alayına üsteğmen rütbesiyle atandı.
Fransa'ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren Korsikalıları mağlup eden jakobenlerin içinde yer aldı.
İhtilâl döneminde ve sonrasında eski kralcılar ile İngiliz kuvvetlerine karşı bir topçu komutanı olarak başarılı bir mücadele vermesi, onun tuğgeneral rütbesine terfi etmesini sağladı. (1793)
1796'da İtalya'daki Fransız ordusunun başkomutanı oldu. Buradaki Avusturya kuvvetleriyle mücadele etti.
1798'da ise, Fransa'da "Direktörler dönemi" başladı. Tam bu esnada, Napolyon İngilter'nin istilâ edilmesiyle görevlendirildi.
Napolyon ise, farklı bir strateji uygulamayı tercih etti. Ona göre, İngiltere'yi zaafa uğratmanın yolu, Akdeniz'deki ticaret yolunu kesmek ve Ortadoğu'daki hakimiyetini sona erdirmek, en etkili yöntem olacaktı.
Nitekim, aynısını yapmaya yöneldi. Donanmayla meşhûr "Mısır seferi"ne çıktı. Önce Malta'yı İngilizlerden geri aldı. Ardından, İskenderiye bölgesi ve Nil Vadisindeki İngiliz kuvvetleriyle şiddetli çatışmalara girdi.
İlk büyük yenilgi
Napolyon, Mısır'daki İngiliz kuvvetlerine karşı giriştiği ilk taarruz harekâtında kısmen başarılı oldu. Ama, istediğini tam olarak elde edemeyince, bu kez Suriye taraflarına yöneldi.
Hedef ve maksadı, Asya'nın içlerine doğru ilerlemek ve dünya hakimiyetini elde etmekti.
Ne var ki, Suriye'de karşılaştığı mukavemet, bütün hesaplarını alt üst etti.
Şubat 1799'da, Akka’da Cezzar Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleriyle şiddetli bir çatışmaya girdi.
Napolyon, hayatındaki ilk ağır ve kesin yenilgiyi işte burada tatmış oldu.
Perişan bir vaziyette Mısır'a geri dönmek zorunda kalan Napolyon'un tarihe geçen şu sözü, orada yaşamış olduğu hayal kırıklığını veciz bir şekilde özetliyor: "Şayet Akka’da durdurulmamış olsaydım, belki de bütün Doğu coğrafyasını ele geçirecektim."
Ordusunu Mısır'da bırakan ve aynı yıl içinde Paris'e dönen Napolyon, 9 Kasım 1799'da yaptığı bir hükümet darbesiyle Fransa tarihinde yeni bir dönemi başlatmış oldu.
Anayasayı değiştirdi. Kendini I. Konsül ilân etti. Bununla iktifa etmedi. 1801'de İtalya'yı da tümüyle ele geçirince, imparatorluğa giden yoldaki en güçlü adımı atmış oldu. Nitekim, 1804'te kendini I. Napolyon olarak hem Fransa İmparatoru, hem de İtalya Kralı olarak ilân etti.
Böylelikle, Fransa'daki "Birinci Cumhuriyet" dönemi kapanmış oldu.
Çöküşe doğru
Napolyon'un bu konumundan ciddi şekilde endişeye kapılan İngiltere, Rusya'nın da dahil olduğu Avrupa devletleri arasında ittifaklar teşkil ederek, Fransa'nın önünü kesme hesaplarını yapmaya koyuldu.
Her iki tarafta da yeni kuvvet dengeleri ve koalisyonlar kurularak, yıllarca sürecek savaşlara zemin hazırlandı.
Bu arada, Fransa ve müttefiklerine mukabil olarak, Rusya'nın yanı sıra Prusya (Almanya) da İngiltere'nin müttefiki oldu.
Taraflar arasında yaşanan kanlı savaşlar neticesinde, Napolyo'nun güçleri günden güne erimeye başladı.
Öyle ki, 1814'teki savaşlarda, düşman orduları Paris kapılarına kadar gelip dayandı. Bu esnada Napolyon, imparatorluk tahtını bıraktı ve hemen ardından Elbe Adasına sürgüne gönderildi.
Bir ara sürgünden kaçarak tekrar Paris'e gelerek kuvvet toplayan Napolyon, 7 Mart 1815'te tahtına geri döndü.
Bu gelişmeden şiddetle rahatsız olan İngiltere, Napolyo'nun üzerine büyük bir kuvvet göndererek, onu Waterloo'da bozguna uğrattı.
Oradan Paris'e dönen ve Amerika'ya kaçma hazırlığı yapan Napolyon, İngiliz kuvvetleri tarafından yakalandı ve bu kez Atlas Okyanusu üzerindeki Helena Adası'na sürgüne gönderildi. Napolyon, işte bu ikinci sürgün adasında son nefesini verdi.
.
İtalya'da terörü bitiren gelişmeler


