Misâk-ı Millî, günümüzde bağlamından koparılarak ulus-devlet kurulmasıyla sonuçlanan bir ulusal kurtuluş savaşı programının aşaması olarak sunulmaktadır.
Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Misâk-ı Millî arasında, Arap çoğunluğun ayrılmasından sonra geride kalacak olan halkın tarifi ve çeşitli etnik unsurların birbirlerine nasıl davranacaklarının belirlenmesi açılarından ciddî bir devamlılık olduğu açıktır. Öte yandan, Misâk-ı Millî ile bu kongre kararları arasında, en kritik noktada bir ayrılık vardır: Misâk-ı Millî, Erzurum ve Sivas’ın aksine, Osmanlı ülkesinin sınırları olarak Mondros Mütarekesi sınırlarını kabul etmiyordu!
Dolayısıyla, Misâk-ı Millî’nin, “ulusal kurtuluş savaşı programının” planlı adımlarından biri olduğu ve “esaslarının” o kongrelerde belirlendiği yolundaki resmî tarih görüşü ancak Misâk-ı Millî’nin Mondros Mütarekesi’nin çizdiği sınırlardan farklı sınırlar tahayyül ettiği olgusunu bastırmakla tedavüle sokulabilirdi. Resmî tarih kitaplarında yapılan da bundan başka bir şey değildir.
Mustafa Kemal’in mesafeli duruşunda ise Misâk-ı Millî’nin somut ve savunulabilir sınırlar çizmemesinin muhakkak ki bir payı vardı fakat onun bütün görüş ayrılıklarının buradan kaynaklandığını düşünmüyorum. Bu noktayı irdeleyebilmek için Misâk-ı Millî’nin, tasavvur ettiği ülkenin yaşayabilmesi için olmazsa olmaz koşullarını da dünyaya ilân ettiğini hatırlamak ve birtakım sorular sormak durumundayız.
Bu soruların nirengi noktası Misâk-ı Millî’nin, ileride bir ulus-devlet kurulmasını hedefler bir şekilde bir “ulusal kurtuluşu” öngörüp öngörmediği hususudur. O dönemin kaynaklarında “millî mücadele”, “istiklâl-i millî”, “meclis-i millî” gibi kavramlar bol bol geçiyor ama Misâk-ı Millî’yi kaleme alanlar hakikaten de bir ulus-devlet kurmak peşinde miydiler ve o hedefe ulaşmak için mi mücadele ediyorlardı? Misâk-ı Millî’nin millîsi, ulus-devletin millîsi ile aynı şey miydi?
Gerek kongre beyannameleri gerekse Misâk-ı Millî’nin, işgal altındaki Arap topraklarının ayrılmasından sonra geriye kalan ve bölünmez bir bütün oluşturacak olan ülkeyi Osmanlı İmparatorluğu olarak gördükleri açıktır. “Câmia-i Osmanî”, “Osmanlı vatanı”, “Memalik-i Osmaniye”, “Devlet-i Osmaniye” gibi ifadeler bu noktayı net bir şekilde gösteriyor. Bu ülkenin siyasî kaderini elinde tutacak “millet” ise, “bilcümle anasır-ı İslâmiye”, “bilcümle İslâm vatandaşlar”, “İslâm ekseriyet-i kahiresi”, “Osmanlı İslâm ekseriyeti” ibarelerinden görüldüğü üzere Müslüman Osmanlı’lardan oluşuyordu. Bu belgelerin hiçbirinde Müslüman bir etnik grubun adı ayrıca geçmez. Gayrimüslim Osmanlı vatandaşları ise belirli hakları olan azınlıklar olarak tanımlanmıştı ve ülkenin siyasî kaderinde herhangi bir rol oynamaları beklenmiyordu.
Anadolu’da şekillenmekte olan Millî Hareket’in sözcülüğünü yaptığı bu Osmanlı İslâm ekseriyetinin, ülkelerinin gelecekteki sınırlarından başka birtakım siyasî talepleri de vardı. Millî Hareket, “saltanat / imparatorluk”, “hilafet” ve “payitaht” konularında ne diyordu? Erzurum, Sivas ve Misâk-ı Millî beyannamelerine bakalım:
“2. Osmanlı vatanının tamamiyeti ve istiklâl-i millimizin temini ve makam-ı saltanat ve hilafetin masuniyeti için Kuva-yı Milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.” (Erzurum)
“2. Camia-i Osmaniyenin tamamiyeti ve istiklal-i millîmizin temini ve makam-ı muâlla-yı hilâfet ve saltanatın masuniyeti için Kuva-yı Milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak, esas-ı katidir.” (Sivas)
“4. Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve Payitaht-ı Saltanat-ı Seniye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehriyle Marmara denizinin emniyeti her türlü halelden masun olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının ticaret ve münakalat-ı âleme küşadı hakkında, bizimle sair bi’l-umum alâkadâr devletlerin müttefikan verecekleri karar muteberdir. (Misâk-ı Millî)
Sarahatle görüldüğü gibi, bütünlüğü sağlanması gereken vatan, Osmanlı vatanı ve korunacak “ulusal”/ millî bağımsızlık, Osmanlı bağımsızlığı idi. Ayrıca, hilafet ve saltanat makamları korunuyordu. Misâk-ı Millî’de biraz dolaylıydı, İslâm Hilafetinin ve imparatorluğun merkezi olan İstanbul’un güvenliği temenni ediliyor, ancak bu koşulla boğazların ticarete açık olacağı söyleniyordu ama bu vesileyle hilâfetin ve saltanatın da Misâk-ı Millî’nin kırmızı çizgilerinden olduğu ilân edilmiş oluyordu.
Peki, Mustafa Kemâl’in, bu yukarıdaki manzara ile bir sorunu olur muydu? Yukarıdaki ilk iki madde ile sonuncusu arasındaki bariz bir farkı şimdilik atlayarak görüşümü belirteyim: 1919- 20 için sorulursa hipotetik gibi görünebilecek bu sorunun 1927 için cevabı, kesinlikle, “Vardı, hem de çok” yönünde. Bunu da öyle uzaklardan değil, Mustafa Kemal’in Nutuk’undan biliyoruz.
Mustafa Kemal orada, hepsi de birkaç yıl öncesinin yakın tanığı olan dinleyicilerine 1919’un koşullarını ve farklı kurtuluş arayışlarını anlatmaktaydı. Buna göre, İngiltere himayesi ve Amerika mandası talep ederek Osmanlı Devletinin bölünmesini engellemek ve bir bütün olarak korumak isteyenler ve bir de “kendi başlarını kurtarmaya” çalışarak yerel seviyede kurtuluş arayışlarına girenler vardır. Sonrası şöyle:
“Efendiler, ben, bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü, bu kararların istinad ettiği bütün deliller ve mantıklar çürüktü, esassız idi. Hakikat-ı hâlde, içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklâli, padişah, halife, hükümet, bunlar hepsi medlûlü kalmamış birtakım bimânâ elfazdan ibaretti.
Nenin ve kimin masuniyeti için kimden ve ne muavenet talep olunmak isteniyordu?
O hâlde ciddî ve hakiki karar ne olabilirdi?
Efendiler, bu vaziyet karşısında bir, tek karar vardı. O da hâkimiyet-i millîyeye müstenid, bilâkaydüşart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek!”
Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife eğer böylesine anlamsız, boş lâflardan ibaret idiyse Mustafa Kemâl’in, Misâk-ı Millî ve hatta diğer kongre beyannamelerine iyi bir gözle bakmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz çünkü hepsi de bu “bimânâ” ve ömrünü tüketmiş, desteksiz kurumların korunması taleplerini ilân etmişti!
Tabii ki bu sözlerin, saltanatın ve hilafetin kaldırıldığı bir çağda söylendiği ve Mustafa Kemal’in kendi bulunduğu 1927 yılından geriye bakarak geçmişi anlamlandırdığı ileri sürülebilir. Böylesi bir ihtimali teorik olarak hiç dışlamamakla birlikte o kanaatte değilim. Bunu da Mustafa Kemal’in “İşte, daha, İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur” demesine dayandırmıyorum. Mustafa Kemal Paşa’nın bu sözlerinde samimi olduğuna şahsen inanıyorum ama bir tarihçi olarak salt sonradan yapılmış bir beyana dayanmaktansa döneminin belgelerine dayanmayı ve o beyanı döneminde doğrulayan veya yanlışlayan belgelerin olup olmadığını sorgulamayı yöntem açısından daha sağlam buluyorum.
Sorunlu “Türk” kelimesini bilerek bir yana bırakırsak, var mıydı gerçekten, daha 1919’da, hâkimiyet-i milliyeye dayanan ve kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir devlet kurma çabaları? Bu da bizi, iki kongrenin beyannameleri ile Misâk-ı Millî arasındaki, biraz önce atladığımız, çok önemli diğer farka getiriyor. Erzurum’da, milletin, “hiçbir irade-i milliyeye istinad etmeyen hükümet-i merkeziyemizin”, vatanın bölünmesi ve çökmesi tehlikelerine çare olamayacağına inandığı söylenir. Dahası, irade-i milliye dayanmayan bir hükümetin keyfî kararlarına milletçe itaat edilmeyeceği belirtilir. Sivas’ta da, eğer Osmanlı hükümeti herhangi bir dış baskı karşısında ülkenin bir kısmını terk etmek zorunda kalırsa “makam-ı hilâfet ve saltanatla vatan ve milletin” korunması ve bütünlüğünü sağlayacak her türlü tedbirin alındığı belirtilir. Her ikisinde de Kuva-yı Milliye’yi etken ve millî iradeyi hâkim kılmanın esas olduğu vurgulanır.
İlginçtir, Osmanlı ülkesinin bütünlüğü ve millî bağımsızlığın sağlanması ile hilafet ve saltanatın korunması millî iradenin hâkim kılınması hususuna bağlanmıştır. Dolayısıyla, 1919 yılının beyannamelerine bakılarak “yeni bir Türk” devletinin kurulacağı kesinlikle söylenemezse bile vurgunun “millî irade” üzerinde olduğu söylenebilir. Saltanat ve hilafetin yaşayabilmek için millî iradeye ihtiyaçları varsa, aynı irade her ikisini de kaldırabilirdi, değil mi? Bu kongre kararlarının 1921’deki Teşkilât-ı Esasî’nin ilk maddesi olan “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” ilkesine temel teşkil ettiği, onun da sonraki Cumhuriyet rejiminin habercisi olduğu düşünülürse, Mustafa Kemal’in 1927’deki sözlerini Anadolu’da yeni bir yönetimin belirmesi bağlamında değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla, Mustafa Kemal’in salt 1927’deki sözlerini değil, 1919’dan itibaren hareketlerini dikkate alırsak kafasında gerçekten de bir ulus-devlet kurma projesi olduğunu söyleyebiliriz.
Ne var ki, Misâk-ı Millî bu projenin bir aşaması veya parçası değildi. Beyannamenin hiçbir yerinde “irade-i millîyeye” herhangi bir gönderme olmadığı gibi hilafet ve saltanat makamlarının korunması da “irade-i millîyeye” bağlanmamıştı. Her ikisi de millî iradeden bağımsız olarak varsayılmıştı. İstanbul ve Marmara’nın her türlü tehlikeden korunması temennisiyle hilafet, saltanat ve hükümetin de korunacağı düşünülmüştü. Mustafa Kemal’in bu yaklaşımla ideolojik düzeyde ne kadar çok sorunu olacağı aşikârdır. Başka bir deyişle, Misâk-ı Millî, ulus-devlet kurmak yolunda bir çaba olmayıp, Arapların ayrılması fikrinin kabulünden sonra geride kalanı yine bir imparatorluk ve ahalisini yine Osmanlı olarak tutmak yolunda yapılmış bir son dakika girişimiydi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, kendinden önceki kongre beyannameleriyle aynılaştırılarak belli bir ölçüde sahiplenilmiş fakat bununla mütenasip olmayan bir şekilde de önemsizleştirilmiştir.
.20/11/2016 02:26
Mandanın sırtındaki kız nasıl eğildi?
Musul üzerindeki “Osmanlı egemenliği”, bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisinden bile daha uzun ömürlü olmuştu.
Osmanlı İmparatorluğu ve İtilâf Devletleri arasındaki mütareke 30 Ekim 1918’de Mondros’ta imzalandığında Musul kent merkezi ve Musul vilâyetinin büyük kısmı hâlâ Osmanlı askerî kontrolü altındaydı. Sadece, Musul’a bağlı olan Kerkük 26 Ekim tarihinde İngiliz ordusunca işgal edilmişti ki bu da, Musul’daki 6. Ordu komutanı Ali İhsan [Sâbis] Paşa’nın verdiği çekilme emrinin sonucunda olmuş, İngilizler, boşaltılmış şehre direnme görmeksizin girmişlerdi.
Ali İhsan Paşa, asıl amacının, mütarekenin her an beklendiği bir ortamda, “tedricî oyalama ve çekilme” savaşları yaparak Musul’u elde tutmak olduğunu hatıratında etraflıca anlatır. Askerî vaziyetin iyice kötüleştiği bir anda İstanbul’dan “ferahlatıcı” bir telgraf alır, mütarekenin imzalandığını bildiren telgraf “yıldırım” gibi yetişmiştir. Böylece, İngilizler, en stratejik hedeflerine, Kayyara’daki petrol kuyularına ulaşamadan ateşkes imzalanmış olur.
Ne var ki, Ali İhsan Paşa’nın protestolarına rağmen Britanya ordusu ileri harekâtına devam etmiş ve 4 Kasım günü süngülü bir vaziyette kentin önünde bekleyen Osmanlı birlikleriyle yüz yüze gelmişti. Bu sıkışık durumdayken İstanbul ile yazışan Ali İhsan Paşa’ya Sadrazam ve Harbiye Nazırı İzzet Paşa çatışmaya girmemesini ve mecburiyet durumunda çekilmesini bildirince aslında yapacak bir şey kalmamıştı.
Ali İhsan Paşa yine de 6 Kasım günü İngilizlerin Irak Komutanı William Marshall ile bizzat görüştü ve Musul’un işgalinin meşru olmadığını anlatmaya çalıştı. Marshall ise önce Mondros’un 16. Maddesi uyarınca tüm 6. Ordu’nun teslimini istedi, bu kabul edilmeyince de İtilâf Devletlerinin her müşkül durumunda imdadına koşan meşhur ve sihirli 7. Madde’yi öne sürdü. Musul, stratejik açıdan önemli olduğu için işgal edilecekti. General Marshall, İngiliz filosunun İstanbul’u işgalinin de aynı maddeye dayandığını ve bunun Osmanlı hükümetince kabul edildiğine dikkat çekti. Ali İhsan Paşa, “Bu doğru lâkırdı ve mantık mucebince biz de Musul’u terk zaruretini kabul etmiştik” diyor ama hemen belirtelim ki askerî bir işgal, Musul üzerindeki Osmanlı egemenlik hakkının devredilmesi gibi bir anlama gelmiyordu aynen İstanbul’da gelmediği gibi...
Nitekim 10 Kasım’da başlayan fiilî işgale karşın Musul üzerindeki “Osmanlı egemenliği”, bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisinden bile daha uzun ömürlü oldu. Şöyle ki, bu egemenlik, saltanatın 1922’deki ilgasıyla önce TBMM Hükümeti’ne, Cumhuriyet’in ilânıyla da Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiş ve ancak 1926 Ankara Antlaşması’yla Britanya mandası altındaki Irak’a devredilerek son bulmuştur.
Tabii ki o noktaya da çok kolay gelinmemişti. Türkiye’nin ısrarlı plebisit isteklerini ve Musul’un kaderinin Musul ahalisi tarafından belirlenmesi tekliflerini Britanya’nın reddetmesi üzerine Lozan Konferansı’nın tümden tıkanma tehlikesi belirmiş, dolayısıyla “dostane” bir çözüme ulaşmaları tavsiyesiyle mesele Britanya ve Türkiye’ye havale edilmişti. Haziran 1924’te Haliç Konferansı denen toplantılar sonuçsuz kalınca dokuz aylık bu süre zarfında çözüm gelmedi ve sorun, kararlaştırıldığı gibi Milletler Cemiyeti’ne götürüldü.
Milletler Cemiyet’i, 29 Eylül 1924’te sonradan kullanılacak olan bir sınır tesbitinde bulunarak Irak ve Türkiye arasında bir “statüko hattı” çizdi ama sorunu çözemedi. Tarafsız ülke temsilcilerinden bir komisyon oluşturulmuştu ama Britanya’nın Milletler Cemiyeti’nde tartışılmaz bir ağırlığı vardı. Dolayısıyla eski Macar Başbakanı Kont Teleki’nin başkanlığındaki komisyon şeklen tarafsızlığını korusa ve yasal olarak Türkiye vazgeçinceye kadar bölgenin Türkiye egemenliğinde olduğunu kabul etse de esas olarak, özellikle de sınır konusunda, Britanya’nın tezlerine yakın duran 93 sayfalık bir rapor yazdı. Rapor bölgenin bölünmeksizin Irak’a bırakılmasının daha yerinde olacağı yönündeydi ve eğer bir bölünme olacaksa Küçük Zap suyunun çizdiği hattın sınır olmasını ve sulama meselesinin çözümü için Diyale yöresinin kesinlikle Irak’a bırakılmasını tavsiye ediyordu.

Kısaca komisyonun önerdiği şartlı bir devirden başka bir şey değildi. Bu şartların Irak’a yönelik olduğu ve Irak’ı daha uzun yıllar Britanya mandası altında tutmak için tasarlanmış bulunduğunu söyleyelim. Bunlara göre Irak 25 yıl daha Milletler Cemiyeti, pratikte, Britanya mandası altında kalmalıydı. Bölgedeki Kürt nüfusun kendi dillerini kullanabilmelerine ve Kürt memurların tayinine imkân tanınmalıydı. Burada hemen not edeyim ki raporda Türkçe’nin geçmemesi Türkiye’nin hâlâ egemen devlet olarak görülmesinden kaynaklanıyordu. Komisyona göre, o sırada yürürlükte olan Britanya- Irak antlaşması 4 yıl sonra sona erdirilirse ve bundan dolayı Milletler Cemiyeti kontrolü ortadan kalkarsa ve Kürtlere belirli yerel yönetim garantileri verilmezse, halkın çoğunluğu Arap değil Türk egemenliğini isterdi. Böyle bir durumda “tartışmalı arazinin” Türkiye egemenliğinde kalması çok daha avantajlı olurdu.
Milletler Cemiyeti Konseyi 16 Aralık 1925’te toplandı ve bu raporu dikkate alarak Irak lehine karar verdi. Burada ilginç olan nokta ise, uzmanlığı Musul meselesi üzerine olan Uğur Sipahioğlu dostumuzun dikkat çektiği gibi Türkiye, raporu protesto etmiş ve bu toplantıya katılmamıştı. Raporda, Türkiye’nin egemenlik hakkı teslim edildiği ve Türkiye devredinceye kadar Musul’un yasal açıdan Türkiye’nin egemenliğinde kalacağı belirtildiği için Milletler Cemiyeti kararı kadük kalmaya mahkûmdu. Britanya’nın Irak adına tekrar müzakere masasına oturmasının nedeni tam da buydu.

Türkiye kamuoyunun Musul’u o sıralarda tam bir “millî mesele” olarak gördüğünü de not edeyim. Meselâ, 8 Ağustos 1925’te Karagöz’de çıkan meşhur bir karikatürde, Cemiyet-i Akvam kapısına ilerleyen ve sağrısında “İngiliz Mandası” yazısını ve sırtında “Musul” kızını taşıyan insanımsı yüzlü bir manda gösterilmiş. (Bu tipin adı Kikirik’tir) Gazi de kızın elini tutarak engellemeye çalışıyor. Alt yazı, “İngiliz Mandası O kapıdan Giremez!” şeklinde. Karagöz ise “Nafile çalışmayın efendiler, bu kız üzerinde iken bu manda o kapıya giremez. Verin bize kızı o gitsin gideceği yere!” demekte.
Hamaset seviyesi yüksek bir yazı için de 18 Ekim 1925 tarihli Resimli Gazete’ye bakalım; başlık “(Musul) u Yeni Bir (Mısır) Hâlinde Bırakmayacağız!” şeklinde. Yazısı ise şöyle: “Osmanlı İmparatorluğu zamanında halkımızın asabı gevşetilmiş, hisleri uyuşturulmuştu. Bu zaaftan istifade ederek Mısır’a senelerden beri hâkim olan İngilizler aynı siyaseti şimdi Musul hakkında tatbik etmek istiyorlar. Fakat mayası türlü felâket hamuruyla yoğrulmuş yalçın bir kaya gibi yekpare bir millet hâline giren Türkler saltanatın pelte kıvamındaki idaresini atmış ve kendi iradesine hâkim olmuştur.” İlginç bir nokta ise resmi yayınlanan Cevat [Çobanlı] Paşa’nın bu geç tarihte bile “Musul ve havalisi kumandanı” olarak anılmasıdır. “Musul’a icabında ilk girecek olan şanlı süvarilerimiz” ise temsili çizimde gösterilmiş…
5 Haziran 1926’da Türkiye ile Birleşik Krallık ve Irak arasında imzalanan Ankara Antlaşması’na gelince; bugün hakkında görüş beyan edenler ve yazılar yazanlar metnini açıp okuyorlar mı çok kuşkuluyum. Şöyle ki, Ankara Antlaşması’nın, Musul’daki Türkmen ve Kürtlerin azınlık haklarını, dillerini, kültürlerini ve özel mülkiyet haklarını Milletler Cemiyeti’nin raporu doğrultusunda koruma altına aldığı yaygın olarak tedavülde dolaşıyor, bir yazar diğerinden bu noktayı aynen alıyor ve Türkiye’nin bugün Musul’da uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları olduğu konusunda delil olarak kullanıyor. Aynı şekilde, Ankara Antlaşması’nda sınırın bir çizgi olarak değil, 75 kilometre derinliğinde bir sınır bölgesi olarak tarif edildiği yazılıp çiziliyor.
Maalesef Ankara Antlaşması’nda Türkmenler veya Kürtlerin azınlık hakları konusunda tek bir kelime bile yok. Türkmenler, yukarıda değindiğim sebepten ötürü Teleki raporunun sonuçlar kısmında da anılmıyor. Sınır tabii ki iyi belirlenmiş bir çizgi olarak gayet ayrıntılı tarif edilmiş. Antlaşmanın 1. Maddesi, Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 tarihli kararında kabul ettiği ve “Brüksel hattı” olarak bilinen sınırı esas alıyor. Yalnız Alamun ve Aşuta (bugün isimleri farklı) arasındaki yolun Türkiye tarafına bırakılmasıyla Türkiye lehinde ufak bir düzeltme var. Öte yandan, sınırın sadece bir tarafında değil her iki yanında 75 kilometre olmak üzere 150 kilometre derinliğinde bir “hudut bölgesi” tanımlanması söz konusu. Antlaşmanın 2. Kısmında, 6. ve 13. maddeler, Türkiye ve Irak’ın komşuluk ilişkilerini nasıl düzenleyecekleri ve bu özel hudut bölgesinde hangi kuralların geçerli olacağı hakkında.
Bu maddelerin, Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullanırken uluslararası hukuk alanında elini güçlendireceği olgusu başka bir konu ve müstakilen ele almak gerekir ama Ankara Antlaşması’nın ta 1918 yılından beri sürüncemede olan Musul meselesini “bir şekilde” çözdüğüne ve tam bir egemenlikten vazgeçme antlaşması olduğuna herhalde şüphe yoktur. Türkiye’nin, Britanya’nın tüm tezlerini niçin olduğu gibi kabul ettiği, ondan da öte Musul’daki Türkmenler ve Kürtler için niye hiçbir özel düzenleme yaptırmadığı da muhakkak ki üzerinde düşünmeye değer. Kesin olan bir şey var ki, Ankara Antlaşması, uluslararası hukukun tanıdığı bir belge olmak hasebiyle, 1920’de hiç de iyi formüle edilmemiş ve Osmanlı Parlamentosu’nun tek taraflı bir beyannamesi niteliğinde olan Misâk-ı Millî ile de, Milletler Cemiyeti’nin, Türkiye’nin itirazlarından ötürü uygulamaya konmamış kararıyla da kıyas edilemeyecek kadar önemlidir.
.27/11/2016 01:24
Ders kitaplarından öğrenilen Misâk-ı Milli
Bugünün Türkiyesi’nde çok önemli bir “kurucu belge” olduğu kanaati artık bir nas hâline gelmiş olan Misâk-ı Millî ders kitaplarında nesillere nasıl anlatılmıştı?
isâk-ı Millî’nin ne deyip demediğini önceki yazılarımda irdelemeye çalıştım. Bunu yaparken de beyannamenin asıl metnini dikkate aldım. Kısaca hatırlatayım: Misâk-ı Millî bir ulus-devlet kurma projesi değil, işgal altındaki Arap çoğunluk toprakları ayrıldıktan sonra geriye kalanı yine imparatorluk ve yine Osmanlı olarak yaşatabilme çabasıydı. Misâk-ı Millî ile daha önceki Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları arasında ise başta sınırlar ve o sınırlar içinde neyin âmil ve hâkim olacağı konuları olmak üzere hayatî ehemmiyeti haiz farklılıklar bulunmaktaydı.
Bu yazıda ise Misâk-ı Millî’nin nasıl olup da zaman içinde artan bir ivmeyle bugünkü konumuna geldiğini konu edineyim diyorum. Nasıl olmuş da Misâk-ı Millî, ulus-devlet kurulmasıyla sonuçlanacak bir ulusal kurtuluş savaşı programı olarak tescillenmiş ve “Türk vatanı”nın sınırlarını belirleyen bir belge muamelesi görmeye başlamış? Bunu da sanırım en iyi, Misâk-ı Millî konusunun tarih derslerinde nesillere nasıl öğretildiğine bakarak görebiliriz.
Bu konudaki hükmümü ise baştan söyleyeyim: Uzak veya yakın geçmişin pek çok konusunda olduğu gibi Misâk-ı Millî konusu da tüm Cumhuriyet dönemi boyunca tarihî olgular ve gerçekliklerden kopuk, dolayısıyla da akademik kalitesi gayet düşük bir şekilde öğretilmiştir. Bunun doğal sonucu ise, herkesin olguları ve verileri istediği gibi çarpıtabildiği, istediği haritayı çizebildiği, tarihî gerçeklikle taban tabana zıt yorumları çekincesizce yapabildiği bir vasatın oluşması olmuştur. Çok basit fakat içiçe geçmiş iki soru sorarak konuya geçeyim: Misâk-ı Millî “Türk vatanının” veya modern Türkiye’nin sınırlarını çizmiş ise neden ortalıkta gezinen Misâk-ı Millî haritaları, Türkiye’nin gerçek sınırları ile aynı değil ve daha da önemlisi, bunlar birbiriyle niye uyuşmaz? Misâk-ı Millî ders kitaplarının anlattığı gibi bir belgeyse, nasıl olur da kimi haritada Bulgaristan’ın yarısı, kiminde Ermenistan’ın tümü onun çizdiği söylenen sınırlar içinde olur? Nasıl olup da Kıbrıs, Girit, bütün Ege adaları bu haritalarda yer alır? Niçin bazı haritalarda, ancak 1939’dan sonra Türkiye’ye katılan Hatay’ı da kapsayacak şekilde şimdiki Suriye-Türkiye sınırı aynen Misâk-ı Millî sınırı olarak verilip sonra Irak’ta geniş topraklar bu sınırlar dâhilinde gösterilir? Peki, hâl böyleyse, Misâk-ı Millî, Türkiye’nin sınırlarını çizmiştir denecek bir durum var mıdır?
Muhakkak ki Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’u bir tarih kitabı değildir ama Türkiye’de tarih, özellikle de inkılâp tarihi yazımını derinden etkilemiştir. Mustafa Kemal’in, Nutuk’taki Misâk-ı Millî yaklaşımı aslında çok dikkat çekicidir. Şöyle ki, orada, İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı üyelerini, kendi yakın arkadaşları da dâhil olmak üzere, “imansız, cebin, cahil, nankör, hodperest” gibi çok ağır sözlerle eleştirirken onların kabul ettiği Misâk-ı Millî’yi belirli bir ölçüde benimseyip sahiplenmektedir. Milletin ülkü ve amaçlarını kapsayan kısa bir programın ilk müsveddelerinin Ankara’da yapıldığını söyledikten sonra “İstanbul Meclisinde bu esaslar, hakikaten toplu bir surette tahrir ve tesbit olunmuştur” diyor ama Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarını tartıştığı gibi asla tartışmıyor.
Mustafa Kemal’in Mebusan Meclisi’ne kızgınlığını sadece kendisinin orada gıyabında başkan seçilmemesi ve Müdafaa-i Hukuk yerine “Felah-ı Vatan” adında bir grup kurulmasıyla açıklayamayız kanaatindeyim. Misâk-ı Millî beyannamesinin sınırlar konusunda Anadolu’ya uymamasını ve daha önceki iki kongrenin, “Kuva-yı Milliyeyi âmil, irade-i milliyeyi Hâkim” kılma kararlarına uzaktan yakından benzer bir ilkeyi kabul etmemiş olmasını da dikkate almamız gerekir. Mustafa Kemal’in bunlara rağmen Misâk-ı Millî’yi ibra etmesi ve sahiplenmesi ise belki Milli Mücadele’nin her aşamasına hâkim olduğunu göstermek ve Ankara’nın müsveddelerinin dışına çıkıldığını kabul etmemek saikleriyle açıklanabilir. Buna Misâk-ı Millî’nin rehabilite edilmesi demek de mümkündür ama bu rehabilitasyonun çeşitli bedelleri olmuştur.
Misâk-ı Millî’nin orijinal metnini ciddî surette tahrif eden ve o metni ancak bu şekilde resmî çizgi ile uyumlu bir hâle getiren Tarih IV ders kitabının bugünlere kadar uzanan bir etkisi vardır. Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da toplanması kararını ve onun üyelerini Nutuk ile birebir uyumlu bir şekilde eleştiren bu kitap; Misâk-ı Millî’nin daha önceki kongre kararlarıyla aynı olduğu yolundaki hilâf-ı hakikat iddiayı 1931’de veciz bir surette şöyle ifade etmişti:
Erzurum ve Sıvas Kongreleri esasatının Meclis kararı olmak üzere ‘Misakı Millî’ suretinde ilânı bu son Osmanlı Meclisinin yegâne müspet bir işi olarak telâkki edilebilir.”
Bu şekilde belirlenen resmî çizgiyi tabii ki başka yayınlarda ve ders kitaplarında da rahatlıkla izleyebiliyoruz. Meselâ, 1933 tarihli ve Orta Mektep 3. Sınıf için hazırlanan Tarih III ders kitabı biraz daha basitleştirerek aynı şeyi söylüyor:
“İstanbul meclisi, Mustafa Kemalin Erzurum ve Sıvas Kongrelerindeki kararlara uygun olarak yaptığı programı ‘Misakı Millî’ adıyla kabul etti. 28 Kânunusani 1920.”
Aynı ifadeler Yusuf Hikmet Bayur’un 1934 tarihli ders notlarında da vardır. Dikkat çekici bir nokta ise bu resmî yayınların, Misâk-ı Millî’nin içeriğine hiç girmeyişidir.
Yalnız, “Büyük Erkânıharbiyece” tüm ordu için kabul edilen ve yine 1934 tarihli olan Askerin Ders Kitabı adlı kitapta, Misâk-ı Millîye daha sonraki yıllarda anakronistik olarak atfedilen bazı değerlerin atfedildiğini açıkça görüyoruz:
“İstanbuldaki yabancılar ise 1920/2. Kânununda açılan ve (Millî misak) denilen Türkiye cümhuriyetinin bugünkü sınırlarını ve istiklâlini isteyen andı kabul eden mebusan meclisini 16/Mart/1920 günü dağıtmışlar, askerlerimizi gece uyurken süngülemişler, ve artık İstanbulu resmen işgal ettiklerini ilân etmişlerdi.”
Son Osmanlı Mebusan’ı, bir cumhuriyet, onun bağımsızlığı ve sınırları yolunda bir talepte bulunmuş olsaydı gerçekten de tuhaf olmaz mıydı?
Enver Ziya Karal’ın 1944 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’ni biraz hızlıca geçip günümüze yaklaşmaya çalışayım. Eski tahrifatı ve tezleri sadakatle tekrarlayan bu kitapçığın konumuz açısından önemi ise Felah-ı Vatan grubuna hakaretler etmekten vazgeçmesidir. Tarafsız bir dille sadece, “Mebuslar Felâhı Vatan grupu adiyle bir grup yaptılar. Bu grup ‘Misakı Millî’ denilen vesikayı hazırladı ve meclise kabul ettirdi” diyor.
1950’lerden başlayarak ders kitaplarında, orijinal belgedeki “Osmanlı”, “Osmanlı İslâm ekseriyeti”, “Devlet-i Osmaniye” türü ifadelerin giderek artan oranlarda “Türk” ve “Türkiye” kelimeleriyle karşılandığını ve hilafet ve saltanat referanslarının ise kaldırıldığını söyleyebiliriz. Meselâ 1956 tarihli ve Nurettin Ormancı ile Ali Ekrem İnal’ın Tarih Orta 3 kitabında, “Mütareke sınırları içinde kalan Türk vatanı hiçbir suretle bölünmez bir bütündür” deniyor. Saltanat, hilafet ve Osmanlı hükümetinin merkezi olma özelliklerinden hiç bahsedilmeyen İstanbul (ve Marmara)’da tanınması gerekli olan ise “Türk egemenliği”. Sadece, bir maddede, nasılsa kalmış bir “Osmanlı” kelimesi var, o da Osmanlı devletinde azınlıkların haklarının tanınacağı maddesi. Himmet Akın ve Çağatay Uluçay’ın 1960’ta yine Orta III için hazırladığı kitap ise bu hususta daha titiz, Osmanlı kelimesi hiç geçmiyor!
Hamza Eroğlu’nun 1982’de tüm üniversiteler için kabul edilen ve 150.000 adet basılan Türk İnkılâp Tarihi de öyle, aktardığı Misâk-ı Millî metninde hiçbir Osmanlı referansı yok. Orijinal metnin “Osmanlı İslâm ekseriyeti” dediği yerde o, “Türk ve İslâm çoğunluğu” diyor. Kendinden önceki Cumhuriyet dönemi akademik çalışmalarının bir muhassılası niteliğindeki şu satırlarını alıntılayayım:
“Misâk-ı Millî Beyannamesi, her şeyden önce millî ve bölünmez bir Türk ülkesinin sınırlarını çizmiştir. Misâk-ı Millî ile Türkler, tam bağımsızlık şuuruna erişmişler ve millet olarak asgarî haklarını istemişlerdir.”
Günümüzde Orta Okul ve Ortaöğretim için kullanılan kitapların da bu tarih öğretimi geleneğini başarıyla sürdürdüklerini söylemeye bilmem lüzum kaldı mı? Ama bakın, tavşanın suyunun suyu hesabı eski dogmaları bile harfiyen tekrarlayamıyorlar. Ersun Balcılar, Murat Kılıç ve Yunus Kurt’un yazarları olduğu ve 2016-2017 yılından itibaren 5 yıl süreyle Ortaöğretim için ders kitabı olarak kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük kitabına inanacaksa gençlik, Misâk-ı Milli şöyle diyormuş:
“Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalandığı tarihte düşman ordularınca işgal edilmemiş olan Arap memleketlerinin durumu halkın serbestçe vereceği oya göre belirlenmelidir”.
Hadi ilk maddeyi, tabii ki doğru olmayarak ama neredeyse bir asırlık tarihyazım geleneğinin etkisinde “Mondros Ateşkesi’nin imzalandığı gün düşman işgaline uğramamış yerler bir bütündür, bölünemez” diye verdiler, o geleneğin doğruca aktarabildiği bir maddeyi düzgünce yazamamak ne demek oluyor? Felaket değil katmerlenen felaket! “Misakımillinin kabulüyle ulusal sınırlar belirlendi” türü klişeler ise tabii ki berdevam…
Velhasıl, ne somut sınırlar çizmediğini öğretiyoruz, ne Osmanlı bağlamına oturtabiliyoruz, ne vakitsiz verilmiş azamî bir taviz belgesi olduğunu irdeliyoruz, ne de Erzurum ve Sivas Kongre kararlarından radikal farklılıklarını tartışıyoruz… Boşverelim konu-komşunun şu yöresinin bu yöresinin Misâk-ı Millî sınırları içinde sanılmasını, bu milletin bu öğretim sayesinde ay yüzeyindeki birkaç kraterin Misâk-ı Millî’ye dâhil olduğunu düşünmemesine şükredelim.
.
Havada uçuşan klişeler
Geçmişi kendi görüşünü desteklemek için bir veri deposu olarak gören tarih yaklaşımları ancak aksiyomatik klişeler üretir.
Son yazılarımda sıkça değindim; 1920’deki Misâk-ı Millî beyannamesinde ve ondan önceki Erzurum ve Sivas kongrelerinde hâlâ Osmanlılık adına hareket ediliyordu. Hatta Mustafa Kemal Paşa, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’nin reisi sıfatıyla, 30 Nisan 1920’de, “Osmanlı milleti” vekillerinin emriyle Meclis’ten seçilen bir icra heyetinin memleketin idaresini ele aldığını dünyaya tebliğ ediyordu. Bağımsız ve hür bir devlet hâlinde kutsal hukukunu savunma azminde olan millet de hâlâ Osmanlı milleti idi.
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta ise, hukuk ve vatandaşlık açısından öyle olmasa bile, gayrimüslimlerin bu “siyasî Osmanlı milleti” içinde görülmedikleridir. Bunu sadece Milli Mücadele dönemi belgelerindeki “Osmanlı İslâm” vurgusundan anlamıyoruz. Ne kongre delegeleri, ne son Osmanlı Mebusan’ı ne de Büyük Millet Meclisi üyeleri arasında gayrimüslimler vardı. Bir anlamda 1856 Islahat Fermanı’ndan beri gelişmekte olan Osmanlı uygulamalarının öncesine gidilmiş, yakın zamanlardaki krizlerin hiçbirinde, meselâ Balkan Harbi’nde, olmayan bir şey olmuş ve Osmanlı gayrimüslimleri siyasî alandan bütünüyle dışlanmıştı. Dolayısıyla, Milli Mücadele döneminde, son devirler Osmanlısı’nda görülmeyen derecede bir İslâmîlikten söz etmek veya “Osmanlı Milleti” kavramının bir kez daha yeniden kurgulandığını söylemek pek yanlış olmaz kanaatindeyim.
Yeni baştan keşfedilmiş bu İslâm-Osmanlı kimliğinden “siyasî Türk” kimliğine geçiş ise hakikaten başdöndürücü bir süratte olmuştur. Misâk-ı Millî beyannamesinin üzerinden henüz tam bir yıl geçmeden, 20 Ocak 1921’de TBMM’de kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, devletin adının artık resmen “Türkiye” olduğunu ilân etmekteydi. Üçüncü maddesi aynen şöyledir: “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti ‘Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ unvanını taşır.” Bu anayasa, Türkiye’de asıl siyasî gücün nerede olduğu hususunda da şüpheli bir nokta bırakmıyordu: “Hâkimiyet bilâ kayd u şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir (Madde I).” Dolayısıyla Erzurum ve Sivas kongrelerinin “Kuva-yı Milliyeyi âmil, irade-i milliyeyi Hâkim” kılmak kararı anayasal bir statü kazanmıştı.
Bu sürecin “terminus ad quem”i (bitim noktası) ise hiç şüphe yok ki TBMM’nin saltanatı ilga ettiği 1 Kasım 1922 tarihidir. Devletin, siyasî kimliğin ve tabii ki vatandaşlığın adlarının kendisinden türediği bir hanedanın saltanatını halk egemenliği gücüne dayanarak ilga etmek muhakkak ki çok önemliydi. Osmanlı saltanatı ilga edildikten sonra kimsede “Osmanlıyım” diyecek mecal kalmaması da normaldir. Böylece, Osmanlılık tüm anlamlarıyla birlikte hızla daralmış ve Türkiye sınırları içinde “Osmanlı” denince sadece Osmanlı hanedanının kendisi kasdedilir ve anlaşılır olmuştu ki o da ancak 3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılmasına kadar devam etti.
Osmanlı’nın Türkiye’ye dönüşümünün siyasî hikâyesi kuşbakışı böyle elbette ama bu dönüşümün kimlik ve zihniyet açılarından bakılarak yorumlanması veya anlamlandırılması hususlarında tam bir karmaşa var. Daha ziyade “Osmanlı” ve “Türk” kavramlarına birtakım değerler atfeden klişelerin tahakküm altına aldığı bir keşmekeşten söz etmek daha doğru olur sanırım. Aralarında bir önem veya öncelik sırası pek gözetmeksizin ve birbirleriyle çelişip çelişmediklerine bakmaksızın bu basmakalıp fikirlerden bazılarını özetleyeyim: Osmanlılar kendilerinin Türk olduğunu bilmezdi. Osmanlılar kendilerini Türk olarak görmezdi. Kendilerine ehl-i islâm, gazi, Müslüman derlerdi. Türkler bütün Osmanlı asırları boyunca hep aşağılanmıştır / Osmanlı Türkleri hep hor görürdü. Osmanlı, ‘Türk’ deyince ‘köylü’ demek isterdi. Osmanlı, Türklere ‘Etrâk-ı bî-idrâk’ (anlayışsız Türkler) derdi. Osmanlılarda son zamanlara kadar millî bir şuur gelişmemiştir, ancak 19. yüzyılda bir kımıldanış vardır. Son zamanlarda da gelişmemiştir, bu ancak Cumhuriyetle olmuştur. Türk kimliği bilinci hatta Türk milletinin kendisi Cumhuriyet döneminde icat edilmiştir. Türk kimliği ancak o zaman seçilmiş ve oluşturulmuş bir kimliktir. Osmanlı’da millet bilinci yoktu ümmet bilinci vardı. Amma… Misâk-ı Millî’yi imzalayan ekipte ani bir ulusal bilinç berraklaşması vardır…
Tarihî tecrübe anlamındaki geçmişi sadece bugünkü duruşunu ve kendi görüşünü desteklemek için bir veri deposu olarak gören bu tür bir yaklaşımın tam aksi şeyleri söylüyormuş gibi yapan ama aynı yöntemi kullanması açısından ona çok benzeyen bir ikizi veya daha iyisi, aynadan yansıyan bir sureti de var tabii. Eh, o da, teorik bir noktadan hareketle, yukarıdakilerin tam tersini söylüyor işte. Türkler, tarihî kayıtların tutulmaya başladığı devirlerden, hatta ondan önce bile, hep bir millet/ulus olarak yaşamışlardır. Çeşitli coğrafyaları, hanedanları ve dönemleri aşan bir ulus bilincine sahiptirler. Osmanlı tarihi, Türk milletinin tarihinin bir cüzüdür. Osmanlılar da bu kadim milletin bir parçasıdır. Bunu hep bilmiş ve gurur duymuşlardır.
Muhakkak ki istisnaları var ama birinci gruptaki klişeleri Türkiye’de nedense hem disiplin olarak tarihin hem de tarihî bir kategori olarak “ulus”un “inşa” edilmiş varlıklar olduğunu düşünenler benimsiyor. Buna kısaca “inşacı” (constructionist ve/ya constructivist) yaklaşım diyebiliriz. Bilerek kısa tuttuğum ikinci gruptaki klişeleri ise insanların yaradılıştan beri “uluslara” ayrıldığına, ulus hâlinde yaşadıklarına ve bu ulusların huyunun suyunun değişmediğine inananlar benimsiyor. Buna da “kadimî” (primordialist) yaklaşım diyebiliriz.
Osmanlı söz konusu olduğunda iki yaklaşım arasında, herhalde Osmanlı tarihinin bu ülkede “inşa” ve okullarda vaz’ ve vaaz ediliş tarzından ileri gelse gerek “şaşırtıcı” örtüşmeler görmek de olası. Meselâ, tarih boyunca Türklerin millet/ulus şeklinde bir siyasî teşekküle sahip olduğunu ve öyle örgütlendiklerini varsayan, daha somut konuşursak, 6. Yüzyıldaki bir kabile konfedarasyonunun “millet” olduğunu düşünen bir primordialist, “milliyetçilik” akımları karşısında Osmanlı devletinin nasıl yıkıldığını hikâye ederken şöyle bir kurguya başvurabiliyor:
“19. Yüzyılda Batı’dan gelen milliyetçilik akımları önce Balkanlar’daki, sonra Anadolu’daki gayrimüslimleri etkiledi. Daha sonra da Türk olmayan Müslümanlar etkilendi. Hepsi imparatorluktan kopmak için çalışmaya başladı. Son olarak Mekke Şerifi önderliğindeki Araplar ayaklandı. Türklerin millî şuuru da ancak ondan sonra uyanmaya başladı.”
E, hani kadimî devirlerden beri “Türk milleti” diye bir varlık vardı? Hep millet olarak yaşıyorlardı da millî şuurlarının uyanması için (bu da ilginç bir metafordur) herkesin dağılıp gitmesini mi beklediler? Gerek imparatorluk dönemindeki, özellikle kültürel (ama o kadarla sınırlı da değil) Türk milliyetçiliğini, gerekse de 1850’lerden itibaren ciddî olarak yeni bir millet, “Osmanlı Milleti”nin ortaya çıkmasını sağlayan “Osmanlıcılık” ideolojisinin de bir tür milliyetçilik, resmî bir milliyetçilik olduğu gerçeklerini hiç dikkate almayan şu yukarıdaki tarz tarih tezleri ve onların kurdukları kronolojiyle esastan bir ayrılığım var. Bu kurgu, okullaşmanın ve okuma yazma oranlarının düşük olduğu ve genellikle de çöl veya dağlık bölge olmaktan dolayı içine kapalı olan çeperdeki topluluklarda, neden imparatorluğun payitahtı veya liman kentlerinden daha önce bir millî bilinç oluşması gerektiğini açıklamıyor. Dahası, çeperdeki toplulukların da modernist Osmanlı devletinin merkezileştirici politikalarına tepki verebileceğini hiç hesaba katmıyor. Tek bir gazetenin bile çıkmadığı ve okuyan-yazan kamuoyunun sözkonusu olmadığı bir aşiret toplumu olan Hicaz’da ne diye, yüzlerce matbaanın faaliyet gösterdiği ve onlarca gazetenin çıktığı İstanbul’dan daha önce bir “millî intibah” hadisesi yaşansın ki? Bahusus, Arap kültürel milliyetçiliğinin merkezleri olan Beyrut veya Şam, savaşın sonuna kadar Osmanlı’ya sadık kalmışken?
Satırlar arasında epey bir şeyler söyledim ama bendeniz bu “inşacı” ve “kadimî” yaklaşımlar karşısında nerede duruyorum? Hemen baştan belirteyim ki tarih disiplininin kendisi belirli metodolojiler içerisinde belli oranlarda bir “kazı”, “söküm” ve “inşa / yeniden inşa” faaliyetine izin verse de tarihçiliğin “münşiyâne” bir faaliyet, tarihin de külliyen bir inşa olduğunu, hele hele bu ülkede cesurca dile getirildiği gibi kurgudan ibaret olduğunu düşünmüyorum. Ortalıkta bu modele çok yaklaşan pekçok “eser” olduğunun veya kurgusal eserleri tarih sananların bulunduğunun da farkındayım ama en azından hedef bu olmamalı. Hâl böyle olsaydı roman yazar, “tarih” diye sunardım!
Bir siyasî örgütlenme biçimi olarak “ulus”un ise, bir kaçınılmazlık olmamakla birlikte tarihî gelişmenin belli bir evresinde, modernite ile birlikte ortaya çıktığını yine tarih disiplini sayesinde biliyorum. Siyasî sadakatın odak noktası olarak milletin/ulusun ortaya çıkışının ve oradan yola çıkarak siyasî bir ideoloji olarak milliyetçiliğin belirmesini belki 17. Yüzyıldaki İngiliz ve özellikle de 18. Yüzyıldaki Fransız Devrimleri’ne kadar geri götürebiliriz ama sanırım II. Ramses, Kleopatra veya Bumin Kağan zamanlarına gidemeyiz. Milliyetçilik ideolojisinin, bulduğu ve yöreden yöreye değişkenlik gösteren malzemeden milleti oluşturması herhâlde ciddî bir inşa faaliyetidir ve modern zamanlara özgüdür. Hiçbir şey değilse geçmişi anlamaya çalışırken değişiklikleri (ve devamlılıkları) yakalamaya veya tesbit etmeye çalışan bir tarihçi olarak kendime primordialist diyemem. Öte yandan yukarıda sıraladığım ve ancak bağlamlarından koparılmış birtakım yarı-gerçekleri ihtiva eden tüm klişeler ile çok ciddî sorunlarım var.
.11/12/2016 05:59
İstiklâl Harbi nasıl bir savaştı?
Daha döneminde “İstiklâl Mücadelesi” ve “İstiklâl Harbi” gibi isimler kullanılmıştı ama bu bir koloninin, “Ana Ülkeye” veya kolonizatör ülkeye karşı verdiği bir bağımsızlık savaşı değildi.
açiz yazarınız elbetteki tarih pazarının değnekle dolaşan muhtesibi veya onun antik Yunan dünyasındaki ağabeyi agoranomos değil. Bu agoranın nomos’u başka tarihçilerden ne kadar soruluyorsa tabii ki ondan da ancak o kadar soruluyor. Dolayısıyla bu konuda herhangi bir yanılsamam yok. Üstelik bazıları irtihâl-i dâr-ı beka eylemiş meslek büyüklerimin “Kendi işine baksın” veya “Kendi araştırmasını yapsın” öğütleri de kulaklarımda çınlıyor.
Çeşitli nedenlerle eleştiri kültürü zayıf kalmış, kurallı eleştiriden pek hazzetmeyen ve bunun bir yansıması olarak bilim alanında bile yeterli şüpheci tavırları geliştirmemiş bir toplumda eleştirel olmamak için o kadar çok gerekçe bulunabilir ki… Böyle düşünmüyorum. Düşünmediğimi de bir değil iki kitap yazarak örnekledim sanırım. Münekkitlik olmadan müdekkiklik de olmaz. Öğütlere itirazım da hep bu noktadan oldu: “Ama ben zaten kendi işimi yapıyorum, bu da işimizin bir parçası. Ama bu da kendi araştırmam…”
Bu vadideki en büyük sıkıntı argumentum ad hominem (şahsîyat) yapıyor olarak algılanmak veya o şekilde sunulmak çünkü aslında eleştiri filan istemeyenlerin de en büyük eleştiri-savar silahı bu: “Şahsîyat var… Garezi var…” dediklerinde akan suların duracağını sanıyorlar. Tarih-Lenk’i yazarken çok kıvranmıştım. Yazarların şahsiyetlerine, kimliklerine, inançlarına, dünya görüşlerine, hayat tarzlarına, biyolojik ve/ya sosyal cinsiyetlerine, kurumsal aidiyetlerine bilerek kayıtsız kalmış, sadece ürettikleri metinler ile ilgili olduğumu anlatmaya çalışmıştım. Sayın Ali Birinci’ye gönderme yaparak söyleyeyim, ne yaptıysam bu hususta hepsi Tarih Uğrunda…
Neyse ki bu kez takıldığım iki kısa metnin ikisinde de bu sıkıntı yok. Birinci metin benim yazılarıma ilişkin yapılmış anonim bir okuyucu yorumu; ortada şahsiyet yok ki şahsiyat yapabileyim! Diğeri ise hiç tanışmadığımız bir köşe yazarının, Verda Özer’in 6 Aralık tarihli yazısının bir kısmı. Bu iki alakasız ve kabil-i kıyas olmayan metni benim zihnimde beraber değerlendirmemi sağlayan ise geçmişe ve daha spesifik olarak İstiklâl/Kurtuluş Savaşı’na ilişkin hükümleri.
Okurumun dedikleri, imlâsına dokunmaksızın şöyle: “Yazılarınızı dikkatle takip edince çıkartılabilecek direk idda edilmesede öne sürülen tez kurtuluş savaşını ingilizlere sığınarak geçici olarak ülke dışına çıkan bir padişahın organize ettiği gizli direniş hareketi olarak görmek.” Düşüncelerimi çekinmeden söylememi, bu fikirlerin tartışılmasında fayda olduğunu söylüyor. “Böylece resmi tarih diye tamamı ile red ettiğimiz tarih anlayışının ne kadar yanlışlarla dolu olduğunu açıkça ve sanki o tarihin yanlışlarla dolu olduğunu söylemeyi engelleyen yerleşik düzen varmış gibi konuşmayız” diyor ve olduğumuz gibi görünmenin erdeminden bahsediyor.
Türkiye’de resmî tarihin tahrifatları ve geliştirmiş olduğu tuhaf tarih tezlerinin geniş kesimlerin geçmiş algısını etkilediğini, dahası okullarda öğretilen tarihe karşı toplumda büyük bir güvensizliğe neden olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama madalyonun bir de diğer yüzü var. “Alternatif tarih” yaklaşımlarının gerekli olarak daha doğru olduğunu kim söylüyor ki? Yağmurdan kaçarken sakın doluya tutulmayalım? “Tarihin resmî tarihin dediği gibi değil de böyle” olduğu temel tezini işleyen ve tarihî olgular, gerçeklikler ve vesikalardan bağımsız olarak üretilmiş ve genelde komplo teorileri fasilesine sokabileceğimiz ucubelerin bu kadar rağbet görmesi de sanırım resmî tarihin yarattığı tahribat kadar büyük bir sorundur.
Okurumun söylediklerine gelirsem; birincisi, etik durum; burası kolay, şimdiye kadar asla “Şu veya bu canib ne der?” türü kaygılarla düşüncelerimi gizleyerek yazmadım. Yazdıklarımda ne görüyorsanız, o. Neyi, niçin düşündüğümü açıkça yazdım ve bana bunları düşündürten belgeleri, kayıtları ve referansları okuyanla paylaştım. Ben de naçizane, ahlâk olmadığında ilmin de olmayacağını düşünenlerdenim. Okurumuz o açıdan müsterih olsun. İkincisi ise okurumun İstiklâl Harbi, Kurtuluş Savaşı veya Milli Mücadele gibi değişik isimlerle andığımız tarihî olaylar silsilesi hakkındaki düşünceleri. Üstelik bu düşünceleri dikkatli bir okumayla benim yazılarımdan çıkardığını söylüyor ki sırtıma bir sorumluluk yükü binmiş gibi hissediyorum.
Bakın, sosyal bilim filan diyoruz ama tarihin de sunduğu sınanabilirlik ve dolayısıyla yanlışlama imkânları var. Millî Mücadele’nin bütün temel olguları biliniyor. Bunlar hakkında farklı yorumlar yapmak elbette ki mümkündür. Ayrıca, yeni araştırmalar sayesinde yeni verilerin de gün yüzüne çıkması her zaman için muhtemeldir ama değişmeyeceği kesin olan temel olgulardan söz ediyorum. Herhangi bir tarih tezini götürüp kendileriyle çakıştıracağımız ve sınayacağımız olgulardan…
Kimmiş o İngilizlere sığınarak yurtdışından gizli direniş organize eden padişah? Fantastik ama ters bir şeyler yok mu bu kurguda? İngilizler de işgalcilerden olduğuna göre bir padişah nasıl hem onlara sığınıp hem direniş organize edebiliyor? Dahası bu dışarıya çıkışın “geçici” olduğu söylendiğine göre, Kurtuluş’tan sonra geri dönmüş olması gereken bir padişah bu. Okurumuz söylemiyor ama Vahideddin’den başka bu portresi çizilen padişahı uzaktan yakından andırır kimse yok. Onun İngilizler’e sığındığı tarih ise belli: 17 Kasım 1922. Yani, Millî Mücadele’nin bütün çatışmalarının sona erdiği, TBMM ordusunun İstanbul’da bulunduğu, İsmet Paşa’nın görüşmeler için artık Lozan’da olduğu ve tabii ki saltanatın da ilga edildiği bir tarihtir bu. Vahdeddin’in Millî Mücadele’deki rolünü tartışırsınız, o ayrı konu, ama onun yurtdışındayken, sona ermiş bir Kurtuluş Savaşı’nı hem de “gizli direniş” şeklinde örgütlediğini söyleyemezsiniz. En azından ben, yerleşik düzen değil, tarih disiplini izin vermediği için bunları söyleyemem. Okuruma, bir umutla, bu kez de yazılarımı dikkatsizce okumasını salık vermekten başka çare yok.
Özer’in yazısına gelince; Özer, bir seyahat sonunda Türkiye ve Meksika arasında bir karşılaştırma yaparak pek çok benzerlikler buluyor. Askerî darbelerden çekmeleri, her ikisinin de köprü ülke konumunda bulunmaları gibi.
“Vakti zamanında her iki ülke de birer imparatorluktu (Osmanlı/Aztek). Önce yabancı güçlerce istila edildiler (Müttefik Güçler/İspanyollar). Sonra da bağımsızlıklarını kazanıp ulus devlete evrildiler.
İki ülkenin de kendi özüne yaklaşımı ikircikli. Bir yanda Türk kimliği inşasında Ortadoğu ve Osmanlı’ya karşı konan mesafe. Meksikalıların da kendi özleri olan Mayalara yukarıdan bakışı. Türklerin ‘Ortadoğulu muyuz, yoksa Avrupalı mı’, Meksikalıların da ‘Latin Amerikalı mı, Amerikalı mı yoksa Maya mıyız’ sorusunun oluşturduğu kimlik krizi…
(…) İki ülkede de bağımsızlık sonrası devrimle yukarıdan aşağıya aşılanan değerler, halk tabanında tam anlamıyla özümsenmedi. Ve orduları demokratikleşme karşısında direnç gösterdi.”
Özer’in Türkiye-Meksika kıyaslamaları bu kadar değil ama benim asıl takıldıklarım tarihle ilgili yargılar. Elbette ki Özer’in bir tarihçi olmadığını biliyorum ayrıca başka disiplinlerden profesyonellerin de tarih tartışmaları yapmalarına itirazım yok fakat tarih disiplininin bu kadar yıllık birikimine asgarî seviyede bir uygunluk da beklememeli miyiz acaba?
Özer’in geliştirdiği tezlerin çok ayrıntılı bir eleştirisi yapılabilir ama kısaca söyleyeyim: Osmanlı-Türk modernleşme tarihini öğretirken Osmanlıların, kolonileştirilerek değil, kolonyal olmayan bir patikadan, kendi yöneticilerinin tasarrufuyla moderniteye ulaştıklarını söyleriz. Özer’de ise bu ayrım yok. Bilâkis, Meksika’nın kolonileştiricileri olan İspanyollar ile Müttefik Güçler eşitlenmiş görünüyor. Bir yanda Cortés ve 1519’dan itibaren başlayan bir süreç ile Meksika’nın kolonileştirilmesi ve Yeni İspanya hâline gelişi, diğer yanda Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra mağlup Osmanlı’nın kısmî işgali… Ama her iki ülke de bu “yabancı güçlere” direniyor ve “bağımsızlıklarını kazanıp ulus devlete” evriliyorlar. Bu anlatımda “Müttefik Güçler”e kolonyal güç statüsü verildiğini ve bağımsızlığın da herhalde onlardan kazanıldığını düşünmek durumundayız.
Evet, daha gününde “İstiklâl Mücadelesi”, “İstiklâl Harbi” isimleri kullanılmıştı ama bu bir koloninin, “Ana Ülkeye” veya kolonizatör ülkeye karşı verdiği bir bağımsızlık savaşı değil, Eski Dünya’nın eski imparatorluklarından biri olan Osmanlı’nın bağımsızlığına halel geldiği/geleceği görüşüyle girişilen bir mücadeleydi. Bir ülkenin işgalden kurtuluşu ile bir koloninin bağımsızlığı arasında herhalde fark olmalıdır. Kısacası, Türkiye’nin durumunda “bağımsızlık kazanmak” veya “bağımsızlık sonrası” denebilecek bir durum yok. Muhakkak ki imparatorluktan ulus-devlete dönüşüm ve rejim değişikliği vardı ama bir imparatorluk iken savaştaki yenilgiden sonra cumhuriyetlere dönüşen Avusturya-Macaristan’ın durumu neydi ki?
Bu işin bir de Meksika cephesi var. İspanya’ya karşı Bağımsızlık Savaşı’nı, siyasî bir grup olarak çoktan silinmiş olan Aztek’ler veya yerli nüfusun göreli olarak küçük bir kısmı olan Mayalar değil, İspanyol soylu Meksikalılar gerçekleştirmişti. 19. Yüzyılda İspanya yabancı bir güç değil, Meksika’nın Ana Ülke’siydi. Bugün de ortada bir Aztek veya onlara karşı İspanyol conquistador’lar (fatihler) ile işbirliği yapan Mayalar’ın kurduğu bir ulus-devlet yok. İspanyol kolonizasyonunun tüm mirası bütün Latin Amerika’da sadece diliyle, kültürüyle ve kalabalık İspanyol kökenli toplulukları ile değil çeşitli olumsuzluklarıyla birlikte yaşıyor. Yerli halklar ve Avrupa soylu göçmenlerin torunları arasında büyük uçurumlar var. Türkiye’de ise memleketin kovboyu ile kızılderilisi aynı olduğu için hiç olmazsa böylesi dertler yok.
.18/12/2016 03:16
I. Murad: İnşallah Ana Türk erliğin gösterem
“Etnik bilinç” diye bir olguyu yazılı kayıtların tutulmaya başlandığı zamandan
beri görmekteyiz fakat bunu, ulus kavramı ile aynı göremeyiz.
Laboratuvar koşullarında tekrarlanabilir deneyler yapamayan, dolayısıyla da kesin öngörme niteliğine sahip olmayan tüm sosyal bilim disiplinlerinde olduğu gibi tarihte de anlamak için varsayımlar geliştirmek, tartışmak ve tabii ki yorumun vazgeçilmez bir yeri var. Eh, bu tartışmaların da bir modası var. Söylemler oluşuyor, zaman içinde o söylemler ve tartışmalarda kullanılan terimler değişiyor sonuçta ciddî paradigma çeşitlenmeleri görüyoruz. Bugün, hemen her gün rastlayabileceğimiz ve dolayısıyla kanıksayarak veri aldığımız türden “milletin inşası”, “ulus-devlet inşa etme süreci” ve bağlantılı olarak “ulusal kimlik inşası” gibi nitelemeler, eğer dönemlerinde kullanılmış olsaydı en başta o inşa faaliyetlerinin aktörlerini şaşırtırdı gibime geliyor.
Daha önce değindim, tarihin kendisinin külliyen bir inşa olduğunu katiyen düşünmüyorum ama ben de “millet”in, modern zamanlara özgü bir inşa faaliyeti sonucu ortaya çıktığını ve geçmişteki her sosyal-siyasî örgütlenme biçiminin “millet” olarak görülemeyeceğini düşünüyorum. Kimlik konusu biraz daha karışık çünkü tarihsel koşullara bağlı olarak, modernite öncesinden gelen bir etnonim, milletin de adı olabilir ki bu yazıda ele almak istediğim konu da bu.
Konuya geçmeden kısaca not edeyim; tabii ki milletin ve onun oluşturucu ideolojisi milliyetçiliğin bir coğrafyada, modern zamanların tam olarak hangi diliminde ortaya çıktığını tesbit etmek de önemlidir ve tarihçinin görevleri arasındadır. Ben meselâ, Türk (Osmanlı değil) milliyetçiliğinin ana gövdesinin ve en temel fikirlerinin henüz Osmanlı döneminde, hem de genelde düşünülenden çok önceleri şekillenmeye başladığı ve Cumhuriyet’e çok olgunlaşmış bir şekilde devredildiği kanısındayım. Böyle olmasaydı Cumhuriyet’in kurucuları nasıl Türk milliyetçisi olabilirdi ki?
“Kadimî” ve “inşacı” ekollerin milletin ve milliyetçiliğin tarihine nasıl yaklaştıklarına değinmiştim. Kadimî ekol tarihin her döneminde bir Türk Milleti’nin varlığından şüphe duymazken “inşacı” düşünce bunun çok yeni bir icat olduğunu savunur. Her iki yaklaşımın da belgede görmediğini görme veya tam aksine gördüğünü görmezden gelme yahut anlamlandıramama gibi tezahürleri olabiliyor ki bunlardan bir kısmı enikonu tahrifat seviyesindedir. “Sadeleştirmelerde” çok sık rastlıyoruz; orijinal metnin her “Osmanlı” veya “Ehl-i İslâm” dediği sistematik olarak “Türk” kelimesi ile karşılanıyor. Bir kezinde çok gülmüştüm, kendi kadimî önyargısıyla metne bakan “mütercim” bütün “Müslim ve Müslüman”ları Türk yapmış ama metinde gerçekten de “Türk” kelimesi geçtiğinde, aslında hiç beklemediği için “terk” diye okumuştu!
Bazı inşacı-modernistlerin de, sanki eski bir metinde salt “Türk” kelimesinin geçmesi sözkonusu dönemde bir Türk Milleti’nin varlığını da otomatik olarak gerektirirmişçesine bir endişe ile karmaşık açıklamalara giriştiklerine ara ara tanık oluyoruz. Bir eski metinde, “Türk” kelimesini gördüğümüzde bunu muhakkak “köylü” veya “Türkçe konuşan” şeklinde okumamız gerektiği yolundaki öneriler veya Osmanlıların kendileri için sadece “Müslüman” veya “gazi” nitelemelerini kullandıkları, “Türk” atfı yapanların ise hep gayrımüslimler olduğu şeklindeki zorlama açıklamalar bu türdendir.
Bir kronikte, yazar tarafından seslendirilen gayrimüslimlerin kendi otantik sesleriyle konuştuklarını varsaymak için nasıl bir sebebimiz olduğu veya elimizde, hangi seslerin otantik, hangilerinin yakıştırma olduğunu ayırt etmek için ne gibi kıstaslar bulunduğu sorularını bir kenara koyalım, ama gerçekten de Osmanlılar kendilerine hiç Türk demezler miydi? Çok sık vurgulandığı üzere böyle bir bilinçleri 19. Yüzyıla kadar yok muydu? Yahut tam aksine, eğer vaziyet böyle değilse, ne demeliyiz? O zaman da bu tür ifadeler Osmanlılarda bir Türk Milleti bilinci olduğunu mu kanıtlar?
Tabii ki bu tür soruların cevaplarını almak için tarihî metinlere gitmek durumundayız. Bugünkü tartışmanın konusu itibarıyla,
20. Yüzyıl başına, Türk milliyetçiliğinin iyice kök saldığını bildiğimiz bir döneme ait olan metinlere, hatta 19. Yüzyılın ortalarında “Türk Milleti” gibi kategorik netlikte bir formül geliştiren bazı Tanzimat dönemi Osmanlı yazarlarının metinlerine değil, çok daha öncesine gitmemiz gerekiyor.
15. Yüzyılın en çok bilinen kronikçilerinden Aşıkpaşazâde Ahmed Aşıkî, çok daha erken bir dönemi, Osmanlıların, Gelibolu’dan Trakya’ya ilk geçtikleri zamanları anlatırken, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın adil yönetimini gören halk için “Ve çok köyler bu Türk kavmını gördüler. Müslüman oldular” diyor. Atından düşerek ölen şanssız şehzade için yazdığı manzum övgüde de Türk atfı vardır:
“Süleyman geldi dünyaya Süleyman
Ki kâfir devletine vermez aman
Bıraktı velvele kâfir eline
Ki Türk’ün oldu bu devr ü zaman”
Doğrudan Osmanlı hanedanından bir şehzadeye ilişkin kullandığına göre Aşıkpaşazâde’nin “Türk” derken herhangi bir küçümseme içinde olduğunu söyleyemeyiz değil mi?
Hemen aynı sayfada, bu kez herhangi bir övme bağlamında değil gayet bitaraf bir şekilde “Konur Hisarı’nın tekfuruna Kalakonya derler idi. Haylı bahadır kâfir idi. Türk kim Rumeli’ne geçti, ol kâfir hiç at arkasından inmedi” demekte. Osmanlıların Gelibolu geçişini anlattığı bir pasajda kastettiği “Türk” de onlardan başkası olmaz herhalde diye düşünüyorum. Uzatmayayım ve Aşıkpaşazâde’nin Osmanlılara sürekli olarak “Türk” dediğini, aslında, eserindeki “Türk” atıflarının “Osmanlı” atıflarıyla kıyas edilemeyecek kadar çok olduğunu söylemekle yetineyim.
Peki, en dar anlamıyla Osmanlı’nın, yani Osmanlı hanedanından birilerinin, yönettikleri ahalinin bir bölüğüne değil de kendilerine Türk demişliği var mıdır? 1389’daki I. Kosova Savaşı’ndan bir asırdan fazla bir zaman sonra meşhur Cihan-Nümâ’sını yazan Mehmed Neşri Efendi’ye göre var ve bu kişi savaşı kazanan I. Murad’dan başkası değil. İslâm öncesi Türk tarihi hakkında efsanelerle karışık da olsa değerli bilgiler veren ve eserin başlangıç cümlesi, “Etrak ki vardır, esnaf-ı kesiredir” (Türklerin çok değişik grupları vardır) olan Neşrî de, aynen Aşıkpaşazâde gibi Türk kelimesini Osmanlılar için hiç çekincesiz kullanmaktadır.
Kosova Savaşı’nın öncesindedir. Sırp Kralı’nın meydan okuması üzerine yanına iki oğlu Yakup ve Bayezid Çelebileri de alan I. Murad sefer yollarındadır. Biraz oyalanınca Sırp Kralı bir elçi göndererek alaylı bir mesaj iletir: “Üşde ben hazıram. Üç aydan berü. Eğer ki kanlı dahi olsa, gelmelü olaydı. Eğer er ise gelsün uğraşalım.” [Sırp Kralı’nın Eski Anadolu Türkçesi’ndeki tavır ve ustalığına dikkat, H.E.] Pür-gazab bir Sultan Murad şunları der:
“Eğer elçiye ölüm olsaydı, fil’hal seni depelerdim. Ol melun bunun gibi lâf ü güzâf ursa, acebmi ki İslâm kılıcın görmemişdür. Kimse tabancasını yemeyen, kendü tabancasın demürden sanur. Ve kedi karanu evde kendüyi arslan tevehhüm eder. İnşallah ana Türk erliğin gösterem.”
15. Yüzyıl Türkçesi diye anlamazlık etmiyorsunuz değil mi? Bir tek “tabanca”, sandığınız şey olmayabilir… Elin içi, ayası ve elin içiyle vurulan darbe demek. Elde tutulan küçük ateşli silahla henüz ilgisi yok yani… Hünkâr, Türk erliğini göstermek için Kosova’yı beklemiyor. Hemen mükemmel silahlı, zırhlı askerlerine at bindirerek elçiye gösteriyor. Onun ise ağzı pek lâf yapıyormuş ki kendi askerlerini övmüş ve “Her bir erimiz bin Türk’e tıpdur” [denktir] demiş ama canını zor kurtarmış… Hikâye uzun…
“Erkek ise gelsin savaşalım” diyene “Ona Türk erliğini gösteririm inşallah” denirse ne denilmiş olunur? Murad, “Bir görün bakalım benim askerlerim ne âlâ köylülerdir” mi demiş oluyor şimdi? Hani, “Türk”, bağlamından bağımsız olarak her daim “köylü” anlamına geliyorsa? Bu epik sözlerin gerçekten de Murad tarafından söylenip söylenmediğini bilmiyoruz tabii… Nihayetinde hadiseden çok sonra bir müverrih aktarıyor. Önemli olan, o sırada hüküm sürmekte olan padişahın, II. Bayezid’in atasının bu sözleri söylemesinde Neşri’nin bir beis görmemiş olması. “Türk erliği” olumlu çağrışımlar yapıyor ki hiç çekincesiz kullanmış.
Başka bir 15. Yüzyıl kaynağı olan ve Cem Sultan’ın Avrupa maceralarını anlatan Vakıat-ı Sultan Cem’in ise, Cem’in yakın adamlarından biri tarafından yazılmış çağdaş bir eser olması hasebiyle daha sağlam bir nakil yaptığını kabul edebiliriz. Orada da Fransız soylularından biri Cem Sultan’a niçin Paris’i ziyaret etmediğini sorunca “Biz anda nice varalım idi ki Riga Fransa [Fransa Kralı] şehrine Türk ayağın basduğın istemezmiş ben hod bir mahbus kişiyin benüm elimden ne gelür?” cevabını almış. Meğerse Rodos Şovalyeleri böyle kandırmış Cem’i. Aynı eser yazarının, efendisi Cem için “Türk Beği’nin oğlu” nitelemesini kullandığını da belirtelim.
Günümüzde tekrarlanıp duran birtakım klişelerin tarihî kayıtlarla çakıştırılmaya tahammülü olmadığını vurgulamak için bu kadarı iktifa eder sanırım. Osmanlıların “Türk” kelimesiyle iddia edildiği gibi bir sorunları olmadığı aşikâr ama bu durum ne anlama geliyor? Buradan yola çıkarak “İşte Osmanlılarda Türk milleti bilinci” diyebilir miyiz? Uzun konu ama kısa cevap, “hayır”. Yazılı kayıtların tutulmaya başlandığı zamandan beri “etnik bilinç” diye bir olgu hep vardı. Bunu, üstelik henüz icat edilmediği çağlarda, ulus kavramının yerine koyamayız. İkisini aynı göremeyiz. Öte yandan Anthony D. Smith’in zamanında yaptığı gibi ulusların etnik orijinlerini tartışmak ise her zaman için mümkündür.
.
Savaş beyi takipçiliğinden imparatorluğun tüm halkına Osmanlılık
Osmanlı aidiyeti zamanla genişleyerek imparatorlukta bulunan
herkesi kapsayan bir üst kimlik hâline gelmiştir.
“Osmanlılar” dediğimizde 14. Yüzyılın hemen başlarından 20. Yüzyılın ilk iki onyılı boyunca mevcut olmuş siyasî bir teşekkülden söz ediyoruz. Elbette ki daha kesin tarihler önermek, siyasî bağımsızlığı, gelenek icabı 1299’dan veya merhum İnalcık hocamızın yaptığı gibi 1302 Bafeon Savaşı’ndan başlatmak ve Osmanlı hükümranlığını saltanatın ilgası olan 1 Kasım 1922’ye kadar getirmek mümkündür. Bunun bir de tarih açısından fevkâlâde az bilinen ve Ertuğrul “Gazi”nin beyliğinin tamamı ile Osman Bey’in beyliğinin bir kısmını kapsayan bir bağımsızlık öncesi var. Hatta 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin şeklen de olsa Timurluların hâkimiyetini tanımasından dolayı bu bağımsızlığın Fetret Devri’nde ve biraz daha sonrasında ciddî bir rahne aldığı da söylenebilir.
Bugün bu konulara girmek değil niyetim. Daha ziyade, bu uzun süre içinde Osmanlı kimliğinin geçirdiği değişiklikler, kazandığı yeni anlamlar, bu anlamların sonuncusunun odak noktasına alınmasıyla oluşturulan ve adına “Osmanlıcılık” dediğimiz resmî milliyetçilik çeşidi ve bu resmî milliyetçilik karşısında özel olarak Türk milliyetçiliğinin durumu hususlarına değineceğim.
Çağdaşı olan Bizanslı tarihçi Pahimeres adını “Atman” olarak veriyor ama biz onu hep Osman diye bildik. Devletin kurucusunun o olduğuna en büyük kanıt, babasının adıyla tanınan bir “Ertuğrullu” hanedanı ve devletinin olmaması… Avrasya dünyasında adet olduğu üzere, bir hanedan ve devlet, kurucusunun adı ile anılırdı. Nasıl ki Selçuklular, adlarını Selçuk Bey’den, Âl-i Cengiz [Cengiz Oğulları] Cengiz Han’dan almışsa. Nasıl ki Karamanoğulları’nın bir kurucu Karaman’ı, Saruhanoğullarının bir Saruhan’ı varsa, mantıken Orhan Bey’den başlayarak Osmanoğlu veya bunun muadili bir Âl-i Osman veya İbn Uthman da söz konusu olmuş olmalıdır. Osman henüz hayattayken kurduğu beylikten ve kendisini izleyenlerden nasıl bahsedildiğinin tarihî belgesi bugün elimizde yok. Muhtemelen o zaman da herhalde yine “Osmanlı” (veya Osmanîler) deniyordu.
Öte yandan nisbeten erken devirlerden itibaren bu konularda belgeye dayanarak bir şeyler söyleyebilecek durumdayız. Emir Süleyman’ın ölüm tarihi olan 1410’dan önce yazıya aktarılan Topkapı Sarayı Oğuznamesi’nde açıkça “Oğlancıkların ağlatmayan, Tavukların Banlatmayan/Nakusların çaldırmayan Osmanoğlu” diyor. Hıristiyanların çocukları ağlayamıyor, tavukları ses çıkaramıyor ve kiliselerinde çanları çalınamıyormuş. Hepsi bir gürültü yapıp da Osmanoğlu’nun dikkatini çekmek korkusundan olsa gerek. Costanzo de Ferrara’nın Fatih’i gösteren madalyonlarından birinin üzerinde de Türkçe olarak (Latin alfabesiyle tabii) “Sultani Mohammeth Ochtomani Uguli Bizantii Inperatoris 1481” yani “Sultan Muhammed Osmanoğlu, Bizans İmparatoru, 1481” yazıyor. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok. Bu hanedandır. Hanedanın adı olarak bugüne kadar yaşamıştır.
Yine Emir Süleyman’ın ölümüyle yarıda kesilmiş olması büyük ihtimal olan, yazarı Ahmedî’nin ölümünden dolayı da 1413’ten sonra yazılmadığı kesin olan en erken ve manzum Osmanlı tarihinde de, meselâ Orhan’ın adaletini överken “Osmanîler” deniyor:
Kanda [nerede] kim Osmanîler adli ola
Orada adl-i Ömer nişe [nice] anıla
Osmanlıların adil olduğu yerde Hz. Ömer’in adaleti nasıl anılırmış? Başka bir yerde ise şöyle diyor Ahmedî:
İşbu sözden kim sana etdüm beyân
Bilünür Osmanîler hâli ayân
Âl-i Osmanun çün ihlâsı oldı hâs
Buldılar Hak hazretinde ihtisâs
Osman’ın kontrol ettiği topraklara onun devrinde ne dendiğini bilmiyoruz fakat sonraki dönemlerde kendi adıyla, “Osman ülkesi” olarak anılmıştır. Buna da sayısız referans bulunabir ama ben iki tane ile yetineyim. Neşrî’ye göre Ankara Savaşı’ndan sonra kaçarak Tokat’a giden Çelebi Mehmed, memleketin işgale uğramasından dolayı çok üzülür ve şöyle der: “Ey diriğ memleket-i Osman’a ki, düşmanun atı ayağı altında helâk ola.”
Vâkıat-ı Sultan Cem’e göre ise Papa’nın, Cem Sultan’ın Macaristan üzerinden kardeşi Bayezid üzerine gitmesi yolunda bir önerisi varmış. Cem, Macaristan’dan Macar askeriyle ehl-i İslâm üzerine gitmesi gerektiğini, öyle olursa da “ol yerin” ulemasının kendisinin küfrüne hüküm vereceklerini söyler ve öneriyi reddeder. “O yerin” neresi olduğunu da sarahatle Cem Sultan’dan takip edelim: “Ben hod dinimi cihân saltanatına vermezim Osman memleketi kanda kaldı”. Kısaca, “Osmanlı memleketini değil dünyayı verseniz dediğinizi yapmam” diyor.
Eşyanın tabiatı gereği en erken dönemler için bir şey diyemesek de bu kadarı bile Osman Bey’in adının kurduğu hanedan ve devlette yaşadığını, yönetilen ülkenin de o hanedanın mülkü olması hasebiyle Osmanlı ülkesi olarak anıldığını gösteriyor. Burada tartışmamız açısından kritik soru, kimlere Osmanlı dendiği veya Osmanlı memleketi içinde yaşayan herkese Osmanlı denilip- denilmediğidir.
Osman Bey zamanında, bir savaş şefi olmasından ötürü onun en yakın takipçileri kimlerse onlara Osmanlı deniyordu herhalde. Kendi kardeşleri, yeğenleri, akrabaları, içine doğduğu klan, nökerleri, beyleri, yoldaşları, köleleri ve diğer bağımlıları idi Osmanlılar. Oğlu Orhan’dan başlayarak “Osmanoğlu” hanedanı ortaya çıktığında da bu resimde büyük bir değişiklik olmadığını söyleyebiliriz. Sadece yeni katılımlarla “Osmanlı kapısının” giderek büyüdüğünü söylemeliyiz. Ama Memleket-i Osman’daki herkes Osmanlı mıydı sorusunun cevabı tabii ki hayırdır.
Gayrimüslimlerin kesinlikle Osmanlı sayılmadığını, ne zaman Osmanlı sayıldıklarını çok iyi bildiğimiz için kolayca söyleyebiliyoruz ama yönettikleri topraklarda yaşayan Müslümanların hepsinin “Osmanlı” sayılmadıklarını da en azından bir dönem için söyleyebiliriz. Arabistan veya Kuzey Afrika çeperlerindeki Müslüman topluluklar bir yana, Anadolu’daki Müslüman ve hanedanla aynı dili konuşan herkesin de Osmanlı sayılmadığına delalet eden pek çok kanıt var. “Şalvarı şaltak Osmanlı/Eyeri kaltak Osmanlı” veya “Osmanlı tavşanı arabayla avlar” türü sözlerden sızan, Osmanlının kendini bu insanlardan ayırması kadar o insanların da Osmanlıyı başka bir kimlik olarak gördükleridir.
Kısaca, bütün o “klasik” dönem boyunca, Osmanlı kelimesinin anlamının oldukça dar olduğunu ve yönetici seçkinlerle sınırlı kaldığını söyleyebiliriz. Öte yandan bu kimliğin zamanla genişlediği ve imparatorluğun Müslüman ahalisinin katmanları arasında giderek yayıldığı ve benimsendiği de önemli bir olgudur ve mutlaka dikkate alınmalıdır. Dahası bu genişleme Müslümanlarla da sınırlı kalmamış ve Osmanlılık kavramının gayrimüslimlere de teşmil edilmesiyle yeni bir “Osmanlı Milleti” icat edilmiştir ki imparatorluğun son demlerine kadar etkisini bütünüyle yitirmeyen ve “Osmanlıcılık” dediğimiz resmî milliyetçilik ve ideoloji de bu fevkâlade önemli dönüşüme dayanır.
Tanzimat Dönemi’nin ikinci safhasını başlatan 1856 tarihli Islahat Fermanı’nda “Osmanlı Milleti” formülü kullanılmasa da padişah, “vatandaşlığın yürekten bağlarıyla birbirine bağlı” (revâbıt-ı kalbiyye-i vatandaşî ile birbirine merbut) olan bütün tebaa-ı şâhânesinin her şekilde mutlu olmasını arzuladığını söylemektedir. Burada din ve mezhep ayrımı yapılmaksızın bütün Osmanlıların kastedildiği açıktır ki bu da Tanzimat’ın “bilâ tefrik-i cins ü mezheb” diye özetleyebileceğimiz Osmanlıcılık ideolojisiyle büyük bir uyum içindedir. En dikkat çekici husus ise bu ifadelerin kullanıldığı 1856 yılında kimin Osmanlı sayılıp sayılmayacağını gösteren bir vatandaşlık tanımının yasal olarak henüz yapılmamış olmasıdır.
Yasal durum ancak 28 Ocak 1869’daki “Tabiiyet-i Osmaniye Kanunu” ile netleşti. Doğrudan atası olması hasebiyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık hukukunu da etkileyen bu kanunla kimlerin Osmanlı olduğuna, Osmanlı uyrukluğunun nasıl kazanılacağına ve yitirileceğine dair düzenleme yapıldı. Ayrıntısına girmeyelim, konumuz açısından önemli olan nokta, bu kanunla birlikte imparatorluk ahalisi arasında en ufak bir inanç veya etnik ayrım yapılmaksızın, modern-anayasal eşit ve teritoryal vatandaşlık anlayışı çerçevesinde herkesin vatandaş olarak kabul edilmiş olmasıydı. Dolayısıyla herkes Osmanlıydı. Hatta kanun, Osmanlı sınırları içinde ikamet eden herkesi Osmanlı tabiiyetinde kabul etmiş, ancak kendisinin yabancı bir devletin uyruğunda olduğunu ispat edenlere Osmanlı muamelesi yapılmayacağını hükme bağlamıştı. Ana ve babası Osmanlı olarak doğan her çocuk veya sadece babası Osmanlı olan çocuklar Osmanlıydı.
Bu kanunla “ecnebi” kelimesi de kaçınılmaz olarak yeniden tanımlanmış, dinî-etnik aidiyeti ne olursa olsun, imparatorluk sınırları dışından gelen kişilerin Osmanlı uyrukluğunu nasıl kazanacaklarının kuralları konmuştu. Başka bir deyişle, imparatorluk içindeki herkes dinî veya etnik aidiyetlerine bakılmaksızın eşit Osmanlılar olarak görülürken, sınırlar dışından gelen bir kişinin Müslüman veya Türk aslından olması onu otomatik olarak Osmanlı yapmaya yetmiyordu. Kanunun arkasındaki bu düşünce tarzının Osmanlıcılık resmî ideolojisiyle ilişkisi açıktır. (Son dönem Osmanlısının tabiiyet sorunları hakkında bkz, İbrahim Serbestoğlu, Osmanlı Kimdir?)
Böylece, başlangıçta sadece bir savaş şefinin takipçilerine (comitatus) ad olan Osmanlılık zaman içinde kapsamını genişletmiş ve imparatorlukta yaşayan herkesin üst kimliği hâline gelmişti. Osmanlı devletinin resmî bir milliyetçilik ideolojisi ve ona uygun bir vatandaşlık hukuku geliştirmesinin imparatorluktaki dinî-etnik bütün sorunları çözdüğü ise tabii ki iddia edilemez. Bu hususta, gayrimüslimlerin nasıl ikna olmadıkları ve ayrılıkçı çabalardan vazgeçmedikleri sıkça tekrarlanır. Müslüman ve Türk Osmanlıların bu resmî milliyetçilik ideolojisine olan tepkilerinden ise pek bahsedilmez. Bu da beni, sorup da cevaplandırmadığım soruya getiriyor. Acaba, Osmanlıcılığa karşı Müslümanlar ve özelde Türkler ne tür tavırlar geliştirmişti. Mecburen devam edeceğiz.
.xxxxxxxxxx
.01/01/2017 01:28
Osmanlıcılık ve Türkler
Osmanlı devletinin resmî ideolojisi Türk milliyetçiliğini dışlıyor muydu?
Osmanlı aidiyetinin zamanla, imparatorluğun bütün ahalisini kapsar bir üstkimlik hâline geldiğini konuşuyorduk. Daha doğrusu, “Osmanlıcılık” adını verdiğimiz resmî ideolojinin tüm gayreti, etnik ve inanç farklılıklarının üstüne çıkarak “Osmanlılık” ekseninde yeni bir kimlik ve “Osmanlı” adı altında yeni bir millet oluşturmaktı.
Bu resmî milliyetçilik projesinin ne kadar başarılı olduğunda ise, nereden, ne zaman ve nasıl baktığınıza bağlı olarak, rivayet muhteliftir. İmparatorluk, bu ideolojinin her türlü resmiyet seviyesindeki mevcudiyetine rağmen dağılmaktan kurtulamamış mıdır? Yoksa milliyetçilikler çağında ve Batı’nın şedit bir biçimde Yeni Kolonyalizm yaptığı bir zamanda bu ideolojiye yaslanarak ömrünü mü uzatabilmiştir? Osmanlının sonunda ortadan kalkarak Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüştüğü muhakkak ama bu imparatorluğun resmî ideolojisinin ve iç düzeninin iflasından mı kaynaklanmıştı, yoksa I. Dünya Savaşı’nın dayattığı doğal olmayan bir ölüm müydü? Dahası, Osmanlıcılık her durum ve koşulda Türk milliyetçiliğini dışlayan veya onun karşısında bir ideoloji miydi?
Bu soruların cevaplarının çok düz olamayacağının farkındayım ama herhangi bir cevaplama çabasında bilinmesi elzem olan husus, imparatorluk ahalisinin bu resmî ideolojiyi ne kadar benimsediğidir. Burada ise hiç değilse Türkiye’de, yerleşmiş kanaatler var. Osmanlıcılık ideolojisinin gayrimüslimlere hiç hitap edemediği ve onların arasındaki milliyetçilik cereyanlarını önleyemediği, Müslümanların değişen oranlarda destekledikleri, özelde Türklerin ise “kendi aleyhlerinde olmasına rağmen” bu ideolojiyi canla başla savundukları yolundaki görüşler sıkça tekrarlanır. Türklerin tavrı, Osmanlı döneminde Türk olduklarının bilincinde olmadıkları veya ancak Osmanlılık ve Osmanlıcılıktan kurtulduktan sonra Türk milliyetçiliğine başladıkları teziyle açıklanır. Bu yaklaşımın, imparatorluğun dağılmasını açıklarken önerdiği bir de kronoloji var: Önce gayrimüslimler, sonra Türk olmayan Müslümanlar en sonunda, herkesin ayrılıp gittiğini gördükten sonra, bir nev’i çaresizlikten dolayı, Türkler milliyetçilik yapmaya başlamış. Hâliyle, Osmanlı da, Türklüğü önceleyen ve dışlayan bir kimlik olmaktadır. Osmanlı’nın gitmesi gerekir ki Türklük onun yerine geçebilsin!
Her türlü genellemede olduğu gibi bunların da sorunlu olduğunu ve tarihî gerçekleri açıklama güçlerinin düşük olduğunu düşünüyorum. Evvela, yukarıda özetlemeye çalıştığım düşünce çizgisi ancak Osmanlı’nın ortadan kalktığı veya kalkmaya yüz tuttuğu bir dönemde geliştirilebileceği için, tanım gereği, geçmişi kendi gününden geriye doğru okumakla tutturulabilecek bir çizgidir. Meselâ, Yahya Kemal, İleri gazetesindeki 24 Nisan 1921 tarihli “Ders” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Cedlerimiz Osmanlı namını doğru kullanırlardı, hükümete bir hizmetle bağlı olmayan Türkler ve bütün ümmet-i Muhammed bu unvanı taşımazdı. (…) Tanzimat paşaları, Avrupa’ya o yarım yamalak vukuflarıyla, devletin bütün tebaasını yoğurup yeni bir millet imal etmeye savaştıkları zaman, eserleri olan ucubeye bu unvanı taktılar. Bu mübarek unvanı tabii Müslümanlar benimsediler, lâkin Hıristiyanlar üzerlerine bile alınmadılar (…).
Eğer bu Osmanlı unvanı sadece bir unvan bahsinden ibaret kalsaydı yanmazdık; yazık ki Midhat Paşa gibi ayârı halis Türkleri bile cazibesine kaptırdı da, kırk seneden beri içinden çıkamaz bir işe girdik. (…) Ancak âhır zaman ulemasının Osmanlılık hülyasında bizler, biz Müslümanlar yandık. Son asırda kaybettiğimiz en mühim şey bu millî idraktir. Diğer milliyetler ‘Osmanlılık’ siyasetini bir fırsat saydılar, var kuvveti bazuya vererek bir millî kütle oldular (…) Seksen senelik bir lâf olan ‘Osmanlılık’ siyaseti mütarekeden sonra bütün çehresiyle sırıttı, Hıristiyan ekalliyetlerin bâ-muahâde ayrıldıktan sonra ise yâdı bile gülünç olur.”
Millî Mücadele’de Ankara’dan yana bir yazar olarak Yahya Kemal’in temel kaygısının siyasî olduğunu ve “Osmanlı” sisteminin iflas ettiğini göstermeyi amaçladığını söylemeliyiz. Fakat kaçınılmaz olarak geçmiş ile ilgili yargılarda da bulunmaktaydı. 23 Mart 1921’deki “Yuvaya dönüş” başlıklı yazısı da “saltanat” (imparatorluk) ve onun resmî ideolojisi Osmanlıcılık aleyhine şairane ve güçlü tesbitlerle doludur:
“Saltanat hayatından millet hayatına dönüş bazı unsurlara öyle ağır görünür ki ya Romalılar gibi dönmektense ölürler yahut da İspanyollar gibi döner lâkin eski saltanatın altın rüyasına dalar, yarı ölü, yarı sağ yaşar, bir türlü yeni bir hayata giremezler. Biz Türkler bugün talihin bu merhalesinde bulunuyoruz (…)
Eğer Osmanlı saltanatı son zamanlara kadar üç kıta-i arz üzerinde oturabildiyse, asıl temeli olan Türk milletinin zararına oturdu! (…) Hakikatte Avrupa büyük saltanatının ülkesinde ticaretini işletiyor, paşalar istikraz ediyor, Türklere sonsuz hudutları bekletiyorlardı. O iyi günleri ananlar ‘Ne iyi günlerdi’ dedikleri zaman sormalı: ‘Evet çok iyi günlerdi. Lâkin kimler için?’ Evet, o iyi günlerde Türk milleti bir kapı halkının saadeti için hem hâlini feda ediyordu, hem de istikbâlini…(…) Türk milleti adını bile sevmeyen bir kapı halkının saltanat siyaseti uğrunda hiçbir zaman kendine ait olmayan ülkeleri müdafaa etmek için asırlarca ordular çıkardıktan sonra, İzmir’de Yunan düşmanı karşısında kendi öz vatanını müdafaa etmek için ordusuz kaldı.”
Temsil niteliğinin yüksek olduğunu ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’na ve Osmanlıcılık ideolojisine bakışı iyi yansıttığını düşündüğüm için genişçe alıntıladım ama Osmanlıcılık ideolojisini değerlendirirken, Osmanlı ile siyasî bir zıtlık döneminde geliştirilen bu görüşlerden çok, o ideolojinin, çalışır bir durumda olduğu zamanları dikkate almanın daha doğru olacağı aşikârdır. Burada ilginç olan, bir kriz dönemi sırasında geliştirilen görüşlerin nasıl sabitleştikleri ve kalıcı hâle gelebildikleridir. Geçmişe daha serinkanlı bakan ve kendisini birtakım şablonlar ile kısıtlanmış görmeyen günümüz tarihçiliğinin, Yahya Kemal’in yazılarında tecessüm eden bu görüşlerden daha farklı Osmanlıcılık değerlendirmeleri yapacağı ise izahtan varestedir. Mesela, Michelle U. Campos’un 2011 tarihli çalışması, eşit ve hür vatandaşlık kavramına dayanan Osmanlılık fikrinin Filistin gibi bir bölgede ne denli kök salmış olduğunu vurguluyor. “Osmanlı Kardeşler” adlı bu çalışma, Osmanlıcılık düşüncesinin, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudileri aynı kolektif kimlik altında birleştirmek hasebiyle, Britanya işgalinden sonra Filistin’e hâkim olan çatışma kültürüne karşı geçerli olabilecek bir alternatifi ta 1917’ye kadar nasıl yaşattığını bizlere gösteriyor. (Bkz. Ottoman Brothers. Muslims, Christians, and Jews in Early Twentieth-Century Palestine)

Dolayısıyla, Müslüman Osmanlıların ve Türklerin, Osmanlılık düşüncesine, artık o imparatorluğun çöktüğünün tebellûr ettiği bir zamanda değil de daha öncesinde nasıl yaklaştıklarına bakmak daha isabetli olur sanırım. Burada da belki ilk söylenmesi gereken, sonradan şekillenen birtakım görüşlerin aksine, en azından bazı Osmanlıların, kendi Türklükleri ve Osmanlı aidiyetleri arasında bir tezat görmedikleri, bazıları içinse bu kimliklerin birbirinin yerlerine kullanılabilir durumda olduklarıdır.
Mesela, renkli bir kişilik olan Jön Türklerden Ubeydullah Efendi, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’ndan sonra şöyle demekteydi:
“Benim gazete çıkarmaktan maksadım hadisat ve vukuat-ı rûz-merrenin benim efkârımda hâsıl ettiği tesiri söylemektir (…) Ben Müslümanım, Türküm, Osmanlıyım, Memleket-i Osmaniye denilen memleket ahalisindenim. (…) Ben beş seneden beri Amerika ve Avrupa’da seyahat etmekteyim. Bu memleketlerde neşrolunan ceraid ve resaili görüyorum. Bu matbuatın muhteviyatının yüzde doksan dokuzu Müslümanları, Türkleri, Osmanlıları, Memâlik-i Osmaniye ahalisini cihanın en alçak milleti, en vahşi kavmi, en rezil halkı olmak üzere tasvir ediyor.”
Ubeydullah Efendi herhalde ülkesinde etnik ve dinî aidiyet açısından başkalarının da olduğunun farkındaydı ama burada Osmanlı’ya aidiyetini kendi Müslüman-Türk kimliği üzerinden kurguladığı dikkat çekiyor. Saray’a yazdığı bu mektupta II. Abdülhamid’in de “nesl-i pâk-i Etrak’den” (Türklerin temiz soyundan) geldiğini vurgulamasının ise imparatorluk döneminde şekillenmekte olan Türk milliyetçiliği açısından bir önemi olsa gerektir.

Esasen bu 1897 savaşının münhasıran Türk veya Osmanlı-Türk milliyetçiliği üzerinde ciddî bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Mehmed Emin’in [Yurdakul] bu savaş dolayısıyla yazdığı ve “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur” şeklinde başlayan meşhur şiirinin, bugün sunulduğu denli bir istisna olmayabileceği yolunda kanıtlara sahibiz. Mesela, Alemdar Yalçın’ın 30 sene kadar önce yayımladığı ve yine Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında halk için yazılmış olan anonim bir destanda şu ifadeler vardır:
“Mülkümüze temel atan arslandır
Ertuğrul’un oğlu Sultan Osmandır
Osmanlılık bize andan nişandır
Türkler için ölmek gavgada şandır
Sultan Hamid bizim gazi babamız
Sayesinde sağlamlaşır yuvamız
(…)
Kuzu gibi gören Türk’ü aldanır
Ateşe saldır da bak ne canlanır
Yunan iş görecek tüfektir sanır
Gözü olan buna nasıl inanır
Osmanlı Milleti gelmez şakaya
İndirir lobudu hemen kafaya.”
Türk ve Osmanlı kelimelerinin birbirlerini pekiştirerek kullanılmalarındaki kolaylığa bakarak diyebiliriz ki Yahya Kemal’in tabiriyle “Osmanlılık siyaseti” yani Osmanlıcılık ideolojisi Türk milliyetçiliğini gerekli olarak dışlamıyor; Türk milliyetçiliği, devletin resmî ideolojisine kolayca eklemlenebiliyordu. Osmanlı devletinin “bilâ tefrik-i cins ü mezheb” diye özetlediğimiz resmî siyaseti, imparatorluğun son demlerine kadar terk edilmemişken bunun yapılması fevkalâde önemlidir. Osmanlıcılık ideolojisinin sanıldığından daha girift ve çok hücreli olduğu anlaşılıyor. Nitekim Cemal Paşa gibi bazı Osmanlı siyasetçileri, Osmanlıcılığın Arap milliyetçiliğine de elvereceğini düşünmüşlerdi. Hâl böyleyse acaba gayrimüslimler canibinde vaziyet nasıldı, meselâ hem Rum milliyetçisi hem Osmanlıcı olmak mümkün müydü?
.08/01/2017 01:17
Muallim Naci: Var yeri gitsem ‘Mezar-ı Türk’e dek
Resmî Osmanlıcılık ideolojisinin aksine, Osmanlı kimliğinin gayrimüslimleri kapsamadığını düşünen Osmanlılar da vardı.
Türkiye tarih yazıcılığında yerleşik ve yaygın bir damar, adına Osmanlıcılık dediğimiz resmî milliyetçilik projesini imparatorluk halkları arasında bir tek Türklerin, kendilerine Türk dememe pahasına ve sorgusuz sualsiz sahiplendiklerini, Türk olmayan Müslümanların, en azından kendi siyasî maceralarına giriştikleri zamana kadar, desteklediklerini ama gayrimüslimlerin hiçbir zaman benimsemediklerini savunur.
Bu husustaki en “ikna edici” alıntılardan biri, Meşrutiyet Meclisi’nde Serfiçe mebusu olan Yorgo Boşo Efendi’den yapılır ve “Benim Osmanlılığım, Osmanlı Bankası kadardır” dediği aktarılır. Osmanlı Bankası’nın sermayesinde Osmanlı payının aslında sıfır olduğu ve Boşo Efendi’nin kariyerine sonradan Atina parlamentosunda milletvekili olarak devam ettiği “uygun” bir şekilde tahattur olunursa gayrimüslim ahaliden hiç değilse “Rumların”, Osmanlılık hakkındaki tutumunu anlamış oluruz, öyle mi ? Hele bir de Ziya Gökalp’in, meşhur “Vatan” şiirlerinden birinde, hayâl ettiği ülkeyi tasvir ederken “Meb’usânı temiz, orda ‘Boşo’ların sözü yok” dediği de resme eklenirse hükmümüz iyice perçinlenir herhalde… Maalesef, tarihçi olarak, tarihî realitenin şu yukarıdaki manzaraya göre inanılmaz derecede girift, karmaşık ve çok katmanlı olduğunu söylemek durumundayım.
Tanzimat devletinin çeşitli dertlere deva olması umuduyla geliştirdiği Osmanlıcılık ideolojisine, imparatorluk içinde muhakkak ki farklı tepkiler olmuştu. İmparatorluktaki çeşitli etnik-dinî toplulukların veya belli bir yörenin tepkileri tabii ki tarihçiler, tarih sosyologları ve antropologlarca çalışılabilir, nitekim çalışılıyor da. Fakat ben müsaadenizle, yine Müslüman kesim ve o kesimin de kendilerini Türk olarak gören kısmının bazı tepkilerini irdeleyeyim diyorum. Osmanlıcılık ideolojisini geliştirenlerin bizatihi bu gruptan olmaları, bu grup içinden birilerinin de çıkıp bu “bilâ tefrik-i cins ü mezheb” Osmanlıcılığından farklı tavırlar almamalarını gerektirmiyordu. Bunun saptanması ise hem Osmanlıcılığın hem de daha spesifik olarak Türk milliyetçiliğinin tarihinin çalışılmasında elzemdir diye düşünüyorum.
Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslim ve Müslimler arasında hukukî eşitliği sağlaması hasebiyle 1856 Islahat Fermanı’nın Osmanlıcılık ideolojisinin en önemli belgesi olduğu tartışılmaz sanırım. Bu ferman, 18 Şubat 1856’da Topkapı Sarayı Arz Odası’nda vüzera, ulema, patrikler, metropolitler, hahambaşı ve Rum Milleti’nden bazı önde gelenlerin hazır olduğu bir törende okunduğunda tarihçi ve hukukçu Ahmed Cevdet Efendi de oradaydı. Sonraların meşhur Cevdet Paşa’sına göre o gün hava “fevkalâde puslu” idi, Zekiye Sultan vefat etmişti… Fermanın okunmasından küçük bir grup dışında kimse mutlu olmadı.
Hadiseyi yıllarca sonra, 1878’de, vakanüvislikteki halefi Ahmed Lûtfi Efendi’ye yazdığı tezkirede ayrıntılı olarak anlatan Cevdet Paşa tam bir gam ve kasvet manzarası çiziyor. “Bu fermanın hükmünce teba’a-i müslime ve gayr-i müslime kâffe-i hukukta müsavi olmak lâzım geldi. Bu ise ehl-i islâma pek ziyade dokundu” diyor. Birçok Müslüman şöyle söylenmeye başlamışlar:
“Âbâ ve ecdadımızın kanıyla kazanılmış olan hukuk-ı mukaddese-i milliyemizi bugün ga’ib ettik. Millet-i islâmiyye millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Ehl-i islâma bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür.”
Yani, İslâm Milleti üstünlük hukukunu yitirdiği için pek çok Müslüman çok kederliymiş. E, bu durumda hukukî eşitlik kazanan diğer “milletlerin” sevinçli olması beklenebilir. Nitekim Cevdet Paşa da “Teba’a-i gayr-i müslime ise ol gün raiyyet silkinden çıkıp millet-i hâkime ile tesavi [eşitlik] kazanmış olduklarından anlarca bir yevm-i meserret idi” demekte. Ne var ki, kendi cemaatleri içindeki ayrıcalıklı konumlarını yitiren gayrimüslim din adamları hiç hoşnut olmamış. Gayrimüslimler arasındaki eşitsizlik hiyerarşisi bozulduğu için memnun olmayanlar da varmış. Bazı Rumlar, “Devlet bizi Yahudilerle beraber etti. Biz İslâm’ın tefevvukuna [üstünlüğüne] razı idik” demişler.
Velhasıl, o gün Islahat Ferman’ı okunurken hazır olanların çoğu asık suratlıymış. Sevinen birileri varmış ama onlar da şunlarmış:
“Ancak bizim ziyy-i islâmda [Müslüman kılığında] bulunan birtakım alafranga çelebilerin yüzlerinde eser-i beşaşet [sevinç] görülüyordu ve bu makulelerden birtakım yadigârlar [ın] dahi ‘Teba’a-i gayr-i müslime ehl-i islâm içine yayılıp mahalleler mahlût [karışık] olıcak emlâkimizin fiyatı terakki ve medeniyet tevessü eder’ dedikleri ve bu veçhile izhar-ı memnuniyet ettikleri işitildi ve görüldü.”
Paşanın “göz tanıklığı” bu kadarla sınırlı değil ama kâfidir. 1856 Islahat Ferman’ı gibi önemli bir reform belgesi sadece “birtakım alafranga çelebiler”i mi memnun etti veya onlardan birinin bırakacağı tanıklık acaba nasıl olurdu gibi noktaları hızlıca geçeyim. Hatta eldeki en kesin gerçeğin Ahmed Cevdet Paşa’nın, 1878’de, berbat bir dönemden geriye bakarak Islahat Fermanı’nı esefle anması olduğunu baştan teslim edeyim.
Peki, ama Cevdet Paşa “Millet-i Hâkime” derken ne kast ediyordu ve bunun Osmanlıcılıkla ilintisi nedir? Paşa’nın, toplumu dinî temelde bir tasnife tabi tutup, Müslümanlara yasal anlamda üstünlük tanıyan klasik Osmanlı devlet anlayışının terk edilmesinden muzdarip olduğu ve dolayısıyla da Islahat Fermanı’nın hukukî altyapısını sağladığı türden bir Osmanlıcılık düşüncesine karşı olduğu söylenebilir. Eh, millet-i hâkime dediği de açıkça söylediği üzere İslâm Milletidir…
İlginç olanı şu ki, Paşa’nın başka yerlerde de kullandığı üzere bir “millet-i hâkime-milel-i mahkûme” formülü, klasik dönem Osmanlı’sında hiç görülmüyor. Daha da ilginci ise, Paşa’nın kendi dönemindeki Avrupa imparatorluklarında (ve milliyetçilik çağında), imparatorluğun kurucu ve “asıl halkı” bir tarafta ve “tâbi halklar” diğer tarafta olacak şekilde sınıflandırmalar yapılmasının gayet yaygın olmasıdır! Rus İmparatorluğu’nun baskın ırkı/unsuru Ruslardır, Avusturya-Macaristan’da Alman ve Macar olmak üzere iki “efendi ırk” vardır, kalan Slavlar tâbi halklardır gibi…
Sorumu çevirip bir daha sorayım: Bir milliyetçilikler çağında, Avrupa milliyetçilik akımlarını bilen, neyin ne olduğunun farkında olan, kendisi de daha 1854 yılında, “Arap ve Türk Milletleri” gibi bir ifade kullanmış olan Cevdet Paşa, “millet-i hâkime”yi, “Millet-i İslâmiye” diye eski terminolojiyi kullandığı zamanlarda bile nasıl kurguluyordu acaba?
Bu sorunun cevabı, Cevdet Paşa’nın kaleminden çok net bir şekilde verilmiştir. Cevdet Paşa’nın Millet-i İslâmi’yesi, içindeki Türk unsurunun “unsur-ı aslî” olduğu bir millettir. Dolayısıyla da her “millet-i hâkime” dediğinde bu gerçeği göz önünde tutmak gerekir. II. Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında, onun arzusuyla ve Tezakir ile aynı sıralarda fakat çok daha açık bir dille yazmış olduğu Maruzat’ında bu konuda kıymetli referanslar bulunmaktadır. Bir tanesini zikretmekle yetineyim. Cevdet Paşa; eskiden, Karadağ sınırındaki Arnavutların, o sınırı pekâlâ koruduklarını ve galip durumda olduklarını söylüyor ve Bâb-ı Âlî’nin artık Arnavutları yoluyla istihdam edemediğinden ötürü düzenli ordunun o hudut mevkilerine yerleştirilmesinden yakınıyor ve aynen şöyle diyor: “Hâlbuki Devlet-i Aliyye’nin unsur-u aslîsi olan Türkleri böyle yerlerde çürütmek revâ değil idi.” İmparatorluğun klasik devirlerinde böyle bir unsur-ı aslî sözünün hiç telaffuz edilmediğini peşinen söyleyeyim.
Cevdet Paşa’nın tabii ki kendisini Osmanlı gördüğünü fakat bu Osmanlılığı, Müslümanlığa dayandırdığını ve devlet ile milletin esas unsurunu da Türklerin oluşturduğunu düşündüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Böyle bir Osmanlılık algısının, Tanzimatçıların getirdiği resmî ideolojiden farklılıkları aşikârdır. Dahası, Cevdet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nda kesinlikle bir istisna değildir. Kızı Fatma Aliye’nin üstadı Ahmed Midhat’ın Osmanlı algısı da hemen hemen aynı yoldaydı. L’Orient gazetesi sahibi Nikolaidis Efendi hakkında “[B]ir iyi adamdır. Sâdık-ı devlet” diye düşünür ama aynı kişi için “Nikolaidis olmakla herife gerçekten Osmanlı diyebilir miyiz? Çünkü Rumdur” demeyi de ihmal etmez. Dönemindeki pek çok Osmanlı yazarı gibi Ahmed Midhat’ın da “Müslüman”, “Osmanlı” ve “Türk” kelimelerini birlikte veya birbirlerinin yerine kullandığını da not etmiş olayım. Meselâ, Fatma Aliye’yi Avrupa’dan gelecek eleştiriler hususunda uyarırken, “Avrupa tarafından acı bir itiraza dûçar olur iseniz bizim Türk itirâzâtına benzemez” diyor.
Devletin resmî ideolojisi ve vatandaşlık kanunu ne derse desin “Osmanlı” adının ve kimliğinin her şeyden önce Müslümanlar ve hatta öncelikli olarak Türkler için kullanılması gerektiğini düşünen, başka bir deyişle “gerçek Osmanlıların” kimler olup- olmadığını konu edinen örnekleri çoğaltmak tabii ki çok mümkün. Ben yine çok uzaklara gitmeksizin, bu kez Ahmed Midhat Efendi’nin damadı Muallim Naci’nin 1891’de kaleme aldığı ve ancak ölümünden sonra yayımlanan meşhur Gazi Ertuğrul Bey Manzumesi’nden bir alıntı yaparak bitireyim:
“Zikre şâyândır Fırat’ın
her yeri
Ben ki bir Türküm
unutmam Caber’i
Türk olan nimet-şinâs
olmak gerek
Var yeri gitsem ‘Mezâr-ı Türk’e dek
Ey Mezâr-ı Türk!
Safvethânesin
Hâbgâh-ı şahsın, şâhânesin
İftihâr et ey sarây-ı manevî*
Şâh-ı Türkân sende
olmuş münzevi
(…)
Ey Süleyman Şâh!
Minnetdârınız
Şâkir-i evlâd-ı feyz âsârınız
Oldu ihlâsınla fahr-i dûdman
Oğlun Ertuğrul
gibi bir kahraman
Aferin Ertuğrul’a yârânına
Aferin Ertuğrul’un
Osmanına!
Şânımız Osmansız
olmaz şanlıyız
Bunca milyon halk hep
Osmanlıyız
Vâkı’a Osmanlılıktır şânlılık
Bilmeli ammâ nedir
Osmanlılık!”
*Ramazan Kaplan’ın neşrini kullandım, Mehmed Ata Bey’in İktitaf’ında “fezâ yı-manevî” diye geçiyor.
.15/01/2017 02:22
Cevdet Paşa: Nefer Hasan Yüzbaşı Hristo’ya itaat edecek mi?
Başta padişah olmak üzere, son dönemlerdeki bazı Osmanlıların gözünde Türk unsurunun ayrıcalıklı bir yeri olduğu görülüyor.
Osmanlı bürokratı ve daha sonra, 1913’te Arnavutluk devletinin bağımsızlığını ilân eden bir Arnavut milliyetçisi olan İsmail Kemal Bey, hatıratında, Midhat Paşa’dan söz ederken onun, imparatorluğun tüm “ırklarına” karşı eşitlik hisleri beslediğini söyler. Ona göre, Midhat Paşa, “baskın ırka” (dominant race) herhangi bir ayrıcalık tanımayan ve “diğer ırklara” karşı da bir önyargı taşımayan belki de tek “Türk devlet adamı” imiş.
Her hatırat metninde olduğu gibi İsmail Kemal Bey’in hatıratının da sübjektif olduğunu, dahası bu hatıraların, Osmanlıcılık dediğimiz resmî ideolojinin artık onun için hiçbir şey ifade etmeyen bir zamanda, Arnavutluk’un bağımsızlığından sonra yazıldığını hemen söylemeliyiz. Ayrıca, “ırk” derken, döneminin eğilimleri uyarınca, etnik grup veya en fazla, milleti kastettiği de bellidir. Bu kayıtlarla da olsa ve tabii ki herhangi bir temsil derecesi atfetmeksizin, İsmail Kemal Bey’in değerlendirmesini, Türk olmayan bir eski Osmanlının, Osmanlıcılık eleştirisi olarak yine de dikkate almalıyız diye düşünüyorum. Mübalağa faktörünü de bir kenara koyarsak ne dediği gayet basit; Türk asıllı Osmanlı devlet adamlarının, imparatorluktaki diğer etnik gruplara karşı bir üstünlük hissiyle baktıklarını söylüyor. İşte bu temel teze uzaktan yakından malzeme olacak bir şeyler var mı, bakmaya değer.
Her şeyden önce, İsmail Kemal Bey’in hatıratındaki bu “baskın ırk” ibaresinin, Cevdet Paşa’nın mucidi olduğunu düşündüğüm “millet-i hâkime” kavramının birebir çevirisi olduğunu ileri sürebiliriz. Cevdet Paşa için, millet-i hâkimenin çekirdeğini ise Türk unsuru teşkil ediyordu. Paşanın, II. Abdülhamid’in saltanatının başlarında ve sadece onun için kaleme aldığı mahrem raporlardan veya arzlardan oluşan Maruzat’ının, kamusal alanda izlenen resmî çizgiden önemli farklılıklar gösterdiği açıktır.
1864 Haziran’ında Derviş Paşa ve meşhur Fırka-i Islâhiye ile birlikte çıktıkları “Kozan Seferi” ve arka planı hakkında Cevdet Paşa, bu eserinde değerli bilgiler verir. Bu seferin amacı bölge üzerinde merkezî hükûmetin doğrudan denetimini sağlamaktı. Kozan’a yapılan seferin, imparatorlukta kimlerin askere alınacağı gibi bir tartışmayla ilintili olması ise şaşırtıcı değildir. Buna göre, Fuad Paşa’nın başkanlığında “havass-ı vükelâ”dan oluşan bir encümende gayrimüslim Osmanlıların da askere alınması konusu ele alınmış. Cevdet Efendi’nin de görüşü sorulmuş.
1856 Islahat Fermanı’nda gayrimüslim Osmanlıların da askerlik yapacakları açıkça söylenmesine rağmen bu, o sırada henüz hayata geçirilmemişti. Bu projeye muhalif olan kanadın hemen bütün görüşlerini Cevdet Efendi’nin o toplantıdaki itirazlarında toplu olarak görmekteyiz. Ona göre, gayrimüslimlerden asker alınır ve bunlar Müslüman askerler ile karışık olursa, her taburda bir imam bulunduğu gibi papaz da bulunmak durumundaymış. Tek bir Hıristiyan mezhebi söz konusu olsa mesele yokmuş ama gerçek öyle olmadığı için zor olurmuş. Cevdet, “Yahudiler de haham ister. Bir taburda bir sürü ruhanîler bulunmak lâzım gelir. Müslümanların ramazanı, hırıstiyanların eyyâm-ı muhtelifede perhizleri var. Böyle mahlût [karışık] bir heyet nasıl idare olunacak?” diye sormuş.
Dahası, “kumandanların başı sıkıldığı zaman askerin ırk-ı hamiyetini [hamiyet damarını]” harekete geçirirler, dayanmaya teşvik ederler ve “fevkalâde fedakârlığa” sevk etmek için “belâgat-ı askeriyeye” başvururlarmış. Müslümanlar üzerinde en etkili olacak sözler, “Ya gaza ya şehadet, haydi din-i mübin uğruna çocuklar” sözleriymiş. Peki, karışık bir taburun binbaşısı askeri gayrete getirmek için ne diyecekmiş? Cevdet Paşa’nın kendi sorusuna cevabı şöyledir:
“Vakıa Avrupa’da gayret-i diniye yerine gayret-i vataniye [milliyetçilik] kaim olmuş. Lâkin bu da feodalite asırlarının inkızâsından [bitmesinden] sonra çıkmış ve anların çocukları da küçük iken bu sözü işiterek pek çok senelerden sonra ‘vatan uğruna’ kelâmı, efrâd-ı askeriyelerine tesir eder olmuştur. Amma bizde ‘vatan’ denilirse askerin köylerindeki meydanlar hatırlarına gelir. Biz şimdi ‘vatan’ sözünü ortaya koyacak olsak, mürur-ı zaman [zamanın geçişiyle] ile bizde de efkâr-ı nâsda [insanların fikirlerinde] yer ederek Avrupa’daki kuvveti bulacak olsa bile gayret-i diniye kadar kuvvet alamaz. Ve anın yerini tutmaz. Husûlü de çok vakitlere muhtaç olur. Ol vakte kadar ordularımız ruhsuz kalır. Bir de nefer Hasan kendisini ölüme sevk edecek Yüzbaşı Hristo’ya bir dar vakitte itaat eyleyecek mi?”
Cevdet’in itirazları bu kadar değil ama kâfidir. Kendi milliyetçilik anlayışından dolayı gayrimüslim Osmanlıların askere alınmasına karşı çıkarken Osmanlı ülkesinde milliyetçilik ve vatan duygularının gelişmediğini öne sürmesinde bir istihza sezmek de mümkündür ama asıl önemli olan Cevdet Paşa’nın hadiseye sadece kitlelerin seferber edilmesi açısından yaklaşmasıdır. Seküler cinsten bir milliyetçilik bir gün Avrupa’daki kadar güçlense bile din gayretinin yerini tutamayacağına göre getirilmesine de lüzum yoktu herhalde.
Anlatımdan çıkarsanabileceği üzere Âlî ve Fuad Paşaların da aralarında olduğu muarızları ise çok manidar bir çıkış yapmışlar: “Pek âlâ, amma, kur‘a dâireleri [askere alma bölgeleri] pek daraldı. Böyle giderse biz kendi kendimize biteceğiz.” Paşalar, tabii ki imparatorluğun, Asakir-i Mansure’nin kurulmasından, hatta daha öncesinden beri büyük bir derdi olan yalnız belli yöreler ve gruplardan asker alınması gerçeğini hatırlatıyor ve soruna insan kaynakları açısından yaklaşıyorlardı ama şu “biz” dedikleri ne oluyordu acaba?
Bunu yüzde yüz bir kesinlikle bilmek mümkün görünmüyor ama Cevdet’in cevabına bakarak güçlü bir tahminde bulunulabilir:
“Evet, şimdi devlet, ‘ur abalıya’ meselince hep ahali-i muti‘a [itaatkâr ahali] üzerine yükleniyor. Böyle giderse unsur-ı asliyemiz olan Türklere günden güne zaaf geliyor. Hâlbuki bizde tensikat-ı askeriyeden müstesna çok yerler var. Anlar taht-ı inzibata alınırlar ise kur‘a dâireleri tevessü eder [genişler] ve unsur-ı aslîmiz olan Türkler hayliden hayli nefes alır. İşte Bosna bir numunedir.”
Cevdet Efendi, daha sonra Kozan, Gâvur Dağı, Kürt Dağı, Akça Dağ ve Dersim yörelerini isimleriyle zikrederek bu bölgelerin denetim altına alınmalarıyla “ahali-i muti‘a” nın yükünün çok hafifleyeceğini ve bu oluncaya kadar da gayrimüslimlerden asker alınması meselesinin enine boyuna düşünülerek bir çözüme ulaşılacağını söyler.
Cevdet’in Bosna’dan söz etmesi hiç tesadüfi değildi çünkü bir önceki görevi olan Bosna müfettişliği sırasında, o zamana kadar asker vermeyen Bosna’dan, masrafı oraca verilmek üzere iki alay oluşturmayı başarmıştı. Kozan ıslahatı işinin üzerine kalması da bu şekilde oldu. Asıl yapmaya çalıştığının ise gayrimüslimlerin askerliği meselesini mümkün olduğu kadar geciktirmek olduğu söylenebilir. Bu arada biz de, kamuya açık hiçbir Osmanlı resmî belgesinde zikredilmeyen bir noktayı, Türklerin asıl unsur olduğunu öğrenmiş oluyoruz!
Her zaman için, bu fikirlerin sadece Cevdet Paşa’ya ait olduğu, resmen zikredilmemelerinden öte, gayrı resmî olarak da imparatorluk dâhilinde etkilerinin sınırlı bulunduğu tartışılabilir. Belki. Ama son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda böyle bir damar olduğunu biz daha başka kaynaklardan da biliyoruz. Selim Deringil, Hicaz Vali ve Kumandanı Osman Nuri Paşa’nın 1885 tarihli bir raporunda “unsur-ı aslî” den Türkler ve Anadolu ahalisini anladığını yazdı. Aransa başkaları da bulunur herhalde. Ha, bir de Sultan II. Abdülhamid var…
Abdülhamid’in başkâtiplerinden Tahsin Paşa, 1930- 1931 yıllarında Milliyet gazetesinde tefrika edilen ve 1931’de kitap olarak basılan anılarında gayet kategorik bir şekilde şöyle diyor:
“Sultan Hamid devrini yaşamış ve Hünkâr’ı yakından tanımış olanların malûmudur ki Sultan Hamid iki şeyden pek korkardı. Bunların biri borç, diğeri de unsur-ı aslîye halel gelmek idi. Onun nazarında aslî [unsur, HE] Müslüman Türkler idi. Umûr-ı siyâsiyede nokta-i nazarı bu idi. (…) Sultan Hamid’in evhamı kendi şahsının ve saltanatının muhafazası endişesinden mütevellid olmakla beraber unsur-ı aslî olan Türk milletine halel gelmesi ve bu unsurun zayıflayıp diğer anasırın dâhilde ve hariçte gördükleri teshilât ve muavenet ile idare-i hükûmete nâfiz [etkili] olmaları onu korkuturdu.”
Yine Tahsin Paşa’ya göre, Abdülhamid, Avlonyalı Ferid Paşa’nın sadrazamlığının (1903- 1908) sonlarına doğru Kanûn-ı Esâsî’yi yeniden yürürlüğe koymak istemiş, hatta yeni bir Kanûn-ı Esâsî yapılması için çalışmalar başlatmış. Ferid Paşa’yı görevden almayı ve Said Paşa’yı yeniden sadrazam (yedinci kez) yapmayı düşündüğü bir esnada Tahsin Paşa’ya şunları söylemiş:
“Neme lâzım benim Ferid Paşa, Said Paşa; bunların biri gitmiş ötekisi gelmiş bunun hiç ehemmiyeti yok; bir hükümdar için lâzım olan şey memleketin menfaatidir. Eğer bu menfaat kanûn-ı esâsînin ilânında ise o da yapılıyor; fakat iyi tatbik olunur mu, Türk’ün menfaati mahfûz kalır mı, burasını kestiremiyorum.”
Türk milliyetçiliğinin çok yükselişte olduğu bir dönemde Abdülhamid’e atfedilen bu tutum ve sözlere hâliyle belirli oranda bir şüpheyle yaklaşılması kaçınılmazdır. Nihayetinde bunlar, döneminde ve Abdülhamid’in kendisi tarafından değil, 1930’larda ve bir başkası tarafından dile getiriliyor. Ahmed Cevdet Paşa’nın veya Osman Nuri Paşa’nın 1870’ler ve 1880’lerde yazdıkları elimizde olmasaydı Tahsin Paşa’nın bu tanıklığına gerçekten de büyük bir şüphe ile bakardık. Oysa hem bunlar, hem de Abdülhamid döneminden kalma başka belgeler ve o dönemde izlenen bazı politikalar Tahsin Paşa’ya epeyce bir inanılırlık kazandırıyor.
.22/01/2017 02:13
Yusuf Akçura: Filvâki iş muvaffakiyetsizlikle bitti
Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset’te Türkçülüğü savunmaktan çok Osmanlıcılığa karşı çıkıyordu.
Osmanlı devletinin resmî ideolojisi olan ve etkisini ta Misâk-ı Millî’nin kabul edildiği zamanlara kadar tamamıyla yitirmeyen Osmanlıcılık hakkında Müslüman-Türk kesimden gelen çeşitli görüşlerden söz ederken, bu ideolojinin en şiddetli eleştirilerinden birini yapmış olan Yusuf Akçura’yı atlamak olmaz herhâlde.
Yusuf Akçura, bu eleştirisini Rusya’da bulunduğu bir sırada, Jön Türklerden Ali Kemal Bey’in Kahire’de çıkardığı ve kendisinin okuru olduğu Türk gazetesinde 1904 baharında yapmıştı. Bu yazı serisine Ali Kemal’in cevabı ve Akçura’nın arkadaşı olan Ahmed Ferid [Tek] Bey’in de her ikisine birden cevabı, 1907’de Mısır’da ve Meşrutiyet’ten sonra da, 1911’de İstanbul’da kitapçık olarak yayımlandı. Sadece Yusuf Akçura’nın makalesinin adıyla, Üç Tarz-ı Siyaset diye meşhur olan risale budur ve aslında üç ayrı metin vardır. Üçünün yazarlarının da Paris Siyasî Bilgiler Okulu (Ecole Libre des Sciences Politiques) mezunu olması ise bu tartışmanın ayrı bir özelliği idi. Bu risale, Enver Ziya Karal’ın değerlendirmelerini içeren bir önsözle birlikte ve yer yer çok yetersiz kalan bir sadeleştirme şeklinde Türk Tarih Kurumu tarafından 1976’da yayımlanmıştır. Ben Osmanlıca aslını kullanmayı tercih ediyorum.
İmparatorluğun son dönemlerinde aydınların, tabir caizse bir tür kimlik alışverişine çıktıkları bir zamanda bu kimliklerden hangisinin veya hangilerinin imparatorluğun izlemesi gereken siyasetin merkezine oturtulacağı konusu hâliyle çok ilgi çekiyordu. Fazla dağılmaksızın, dönemin bir “üçlüler” veya teslisler önerme ve tartışma dönemi olduğunu da kısaca belirteyim. Hüseyinzâde Ali’nin [Turan], 1906-1907’de geliştirdiği “Türkleşmek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak”, Ziya Gökalp’in 1918’de son şeklini verdiği Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak formüllerini hatta Ahmed Ağaoğlu’nun 1919’da Malta esareti sırasında kaleme aldığı ama ancak 1928’de basılan Üç Medeniyet çalışmasını hatırlayalım. Üç Tarz-ı Siyaset’in bütün bu tartışmaları başlatmakta muhakkak ki çok önemli bir yeri vardır.
İlginç bir nokta ise, Akçura’nın, Hüseyinzâde Ali veya Ziya Gökalp’in aksine herhangi bir sentez önermemesi, bilâkis, üç ayrı siyasetten birinin seçilmesi gerektiğini vurgulamasıdır. Bunlar, Osmanlı hükûmetine tâbi çeşitli milletlerin asimile edilip birleştirilerek bir Osmanlı milleti oluşturulması (Osmanlılık), Panislamizm (Tevhid-i İslâm) yapılarak bütün Müslümanların siyaseten birleştirilmesi ve “ırk üzerine müstenid bir Türk millet-i siyasiyesi teşkil etmek” idi. Akçura’nın bu sonuncu siyaseti “Tevhid-i Etrak” olarak adlandırmasından da anlaşılacağı üzere kafasındaki siyasî Türk milleti oluşturulması fikri Pantürkist bir modele dayanmaktaydı.
Daha da ilginç olanı ise, genellikle sanıldığı ve sunulduğunun aksine Akçura’nın bu makalesinde Türkçülüğün en iyi çözüm olduğu yolunda açık bir tercihte bulunmamasıdır. Tabii ki Türkçülüğün esaslarını belirlemek gibi bir şey de yapmıyor. Benzer bir gözlemi Tevhid-i İslâm hususundaki sözleriyle ilgili olarak da yapabiliriz. Osmanlı devleti için hangi siyasetin daha yararlı ve uygulanabilir olduğunu artı ve eksileriyle tartıştığı bir makalede söz konusu siyasetleri tanımlamaya girişmek veya manifestolarını ilân etmek gibi kaygıları olamayacağı ileri sürülebilir. Fakat Akçura, diğerleri için yapmadığını Osmanlıcılık siyaseti için yapıyor ve dahası çok kesin hükümler veriyor. Öyle ki makalenin asıl amacının Osmanlıcılığı bir seçenek olarak aradan çıkarmaya ve üç siyaseti ikiye indirmeye yönelik olduğu kolayca ileri sürülebilir. Nitekim Akçura, ulaştığı sonucu şöyle özetlemişti:
“Mütalâat-ı ânifeden [yukarıdaki görüşlerden] şu neticeler çıkıyor: Millet-i Osmaniye ihdâsı Devlet-i Osmaniye için fevâidi müştemil [faydalar içeriyor] ise de, gayr-ı kabil-i tatbikdir. Müslümanların veya Türklerin ittihadına müteveccih siyaset, Devlet-i Osmaniye hakkında, siyyân [eş] denebilecek menâfi [faydalar] ve mehaziri [sakıncalar] muhtevidir. Tatbikleri cihetine gelince, suhulet ve müşkilât yine aynı derecede denilebilir.”
Yusuf Akçura’nın Osmanlıcılık siyaseti hakkında böylesine kesin bir yargıya ulaşmasını neye yormalıyız? 1904 yılında bile imparatorluğun resmî ideolojisi (dahası hukuk düzeni) Pantürkizm veya Panislamizm değil, hâlâ Osmanlıcılık olduğu için, Akçura’nın gayet bilinçli bir şekilde var olan siyaseti eleştirdiği ve bunu sürdürülemez olarak gördüğü açıktır. Akçura, mevcut siyasetle iki mutasavver siyaseti karşılaştırıyor ve var olan siyasetin uygulanamaz olduğuna karar veriyordu. Başka bir deyişle, Osmanlıcılık (belki Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisi de) Akçura’nın gözlerinde çoktan ömrünü tamamlamıştı ve dolayısıyla gelecekte uygulanabilir bir hâli yoktu. İş, bunu Osmanlılara anlatmaktaydı. Önce, Osmanlıcılıktan ve Osmanlı milleti oluşturma projesinden ne anladığını yazdı.
Buna göre, Osmanlı milleti oluşturma arzusu büyük bir idealizm içermiyordu. Aslı, Osmanlı memleketindeki Müslim ve Gayrimüslim ahaliye aynı hakları ve siyasi görevleri bağışlamak ve yüklemek, aralarında tam bir eşitlik oluşturmak, düşünce ve inanç konusunda serbestlik sağlamak ve böylece ahaliyi aralarındaki din ve soy anlaşmazlıklarına rağmen yekdiğerine karıştırıp benzeterek Amerikan milleti gibi ortak vatanla birleşmiş bir yeni millet meydana çıkarmaktan ibaretti.
“Daha ne olsun?” denebilir tabii ama anlaşılan o ki Akçura, Pancermenizm ve Panslavizm gibi “büyük fikirlerin” deveran ettiği bir çağda, bütün bu zor işlere sadece Osmanlı devletinin mevcut sınırlarıyla korunması amacıyla girişilmesini pek “yüksek bir ümide doğru teali” etmek olarak görmemişti. Osmanlıcılık, onun için ancak yerel bir ideolojiydi. “Ekseriyeti İslâm ve bir kısm-ı mühimi Türk olan bir devletin beka ve tezayüd-ü kuvvetinde bilcümle Müslümanlar ve Türkler için fayda olmakla beraber, bu meslek-i siyasi onlara doğrudan doğruya taalluk etmiyordu; bu cihetle hudud-ı Osmaniye haricindeki Müslümanlar ve Türkler bununla o kadar meşgul olamazlardı, mesele bir mesele-i mahalliye ve dâhiliye idi” diyor.
“Fayda” açısından meseleye baktığı ve üç siyasetin her biri için artı ve eksileri tarttığı bölümdeyse şu soruyu sormaktadır: “Osmanlı Milleti teşkili, Memalik-i Osmaniye’yi şimdiki hudutlarıyla muhafaza için yegâne çaredir. Fakat Osmanlı Devleti’nin hakikî kuvveti şekl-i hazır-ı coğrafîyesini muhafaza etmekte midir?” Burada, Osmanlıcılık siyasetinin o sırada ve bahsettiği amaç için tek yol olduğunu teslim eder görünse de hem Osmanlı Devleti’nin gelecekte dünya siyasetinde oynayabileceği rolden dolayı bu siyaseti yeterli bulmuyordu hem de elde edilecek sonucun, başarılı olunması durumunda bile Osmanlı Türkleri için kötü olacağını savunmaktaydı.
Ona göre, Osmanlı memleketi ve Osmanlı milleti düşünceleri etrafında bir “millet-i muhtelite” oluşursa tüm unsurlar gibi Türkler de eriyecekti. Osmanlı Türkleri, ancak ilk “sergerdeleri” Osman’ın adının vatan ve millete atfedildiğini ve “anaları ve babalarının himmetiyle” meydana gelen imparatorluğun daha fazla parçalanmadığını görmenin manevî faydasıyla yetineceklerdi. Kaldı ki, nüfusunun çoğunluğunu Müslim veya Gayrimüslim, “eski milel-i mahkûmeden” insanların oluşturacağı bu “serbest devlette” bu eski mahkûmiyeti hatırlatan Osmanlı adının bile ortadan kalkması ihtimali vardı!
Üstelik Akçura, başarılı olması olmamasından herhalde daha kötü olacak olan Osmanlıcılık ideolojisinin uygulamada son derece başarısız olduğu düşüncesindeydi. Osmanlıcılığın ileride uygulanıp uygulanamayacağını tartışırken, bunun için geçmişteki başarısızlığın tahlil edilmesi gerektiğini söylüyor ve tam beş tane sebep sayıyordu. Bunlara göre, Osmanlı “terkib ve imtizacını” evvelâ Müslümanlar, özellikle Osmanlı Türkleri istemiyordu çünkü “altı yüz yıllık hâkimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar mahkûm görmeye alıştıkları reaya ile müsavat derecesine ineceklerdi”. Bunun en görünür bir sonucu tekellerine aldıkları memurluk ve askerliğe reayayı da iştirak ettirmek olacaktı. İkinci olarak İslâm dini de istemiyordu çünkü inananlarının gerçek çıkarlarını “maddî ve beşerî bir nokta-i nazardan gözeten bu kuvvetli din, Müslim ve Gayrimüslimin tamamen müsavat hukukunu kabul etmiyor, daima zimmîleri ikinci kademede bırakıyordu.”
Üçüncü olarak, hepsi son zamanlarda çok ilerleyen ve geçmişte bağımsız hükûmetleri olan Gayrimüslimler de istemiyorlardı. “Müslümanlar ve bilhassa Türkler o istiklâli bitirmiş, o hükûmetleri mahvetmişti. Osmanlı hâkimiyeti altında ise, iddialarına nazaran, ekseriya adalet değil zulüm, müsavat değil hakaret, rahat değil azab görmüşlerdi. Malları, hatta haysiyet ve namusları bile bazen bazen paymâl edilmişti…” Akçura’ya göre “bunlara mazilerini, hâllerini, haklarını, milliyetlerini” öğreten “On dokuzuncu asr-ı milâdî” olmuştu. Bazıları doğrudan bağımsızlıklarını kazanmıştı. Bazılarının ise belki çıkarları Osmanlı milletinin oluşmasındaydı ama onlar da meseleye soğukkanlı bakacaklarına hislerine tâbi oluyorlardı. “Hiç birisi, ama hiç birisi istiklâl-i mazilerinin celladı kıyas ettikleri bir kavim ile beraber, onunla karışarak, eriyerek bir millet-i cedide husule getirmeye razı değildi.”
Meşhur fıkradır, kadı, kâtibine “Yaz” deyince berikinden “Yazamam efendim, kırk çeşit özrüm var” cevabını almış ve birincisinin mürekkebin bitmesi olduğunu öğrenince, “Boş ver kalan otuz dokuzunu” demiş ya... Ben de artık Akçura’nın diğer sebeplerine ayrıntısıyla girmeyeyim ve sadece Rusya ile onun “hâdimi ve pişdârı” birtakım Balkan ülkeleriyle Avrupa kamuoyunun bir kısmını da Osmanlıcılığın düşmanları arasında gördüğünü söylemekle yetineyim de Akçura’nın kendisi bu resimde neredeydi?
Osmanlıcılık düşüncesinin gerçekten karma bir millet oluşturmaya mı yönelik olduğu yoksa çeşitli din ve etnik kökenlere sahip toplulukları bir üstkimlik altında ve çokkültürlü bir imparatorluk düzeni içinde yaşatmayı mı amaçladığı gibi önemli bir soruyu bir kenara bırakırsak, Akçura’nın söylemeye dili varmıyordu ama o, aslında kendi döneminde bir realite olan Osmanlı İmparatorluğu düşüncesine karşıydı. Sonuçta, Osmanlı ülkesinde bulunan, Osmanlı okullarında eğitim gören ve Osmanlı matbuatını okuyan herkesin, her gün görebileceği “Osmanlı vatanı” ve “Osmanlı milleti” sözleri bilinmeyen bir gelecekte kullanılması tasavvur edilen birtakım muhayyel ibareler değildi ki…
.29/01/2017 02:53
Hiç tarz-ı siyaset veya hepsi
Ali Kemal’e göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda Akçura’nın üç siyase tarzından hiçbiri uygulanmamıştı.
Bir okurumuz geçen haftaki yazım üzerine Karar’ın sitesinde şu yorumda bulunmuş:
“Akçura’nın makalesinin çok eksik bir okuması. Akçura, her üç tarzın “dışarda” kimleri rahatsız ededeceği (sic) meselesiyle çok ilgilidir. Müslümanların birliği derseniz hangi devletler rahatsız olur, Türklerin derseniz hangileri... Yani, dünya güç dengelerini tahlilinin merkezine yerleştirir. Tercih belirtmekte zorlanmasının bir sebebi de budur. Rus ya da İngiliz harbi istemekle suçlanabilirdi. Tüm bunlara değinmeden, dönemin konjonktürünü aksettirmeden sadece metin üzerinden seçmece alıntılarla fikir tarihi yorumlanamaz. Hakan Bey’in diğer yazılarında da benzer kusurlar yaygın malesef (sic) i.”
Gerek ham malzemeye gerekse üretilmiş metinlere hep eleştirel bakılmasını savunmuş biri olarak eleştirilmeye hiçbir itirazım yok. Bilim böyle ilerler. Sonuçta naçiz bir uygulayıcısı olduğum tarih disiplini de bu kuralın dışında değil ki… Eleştiri iyidir. Yalnız ufak bir husus var: Eleştirinin doğru olması gerekiyor.
Okurumuz, Üç Tarz-ı Siyaset makalesini toptan alıntılamamı bekleyemeyeceğine göre aslında başka bir şeyler söylemek istiyor da moda ifadeler kullanarak kibarlık ediyor galiba. Ben, eksik mi anlamışım önümdeki makaleyi? Eh, olabilir. Her anlama çabası biraz eksik olmaya mahkûmdur. Başkası da, söylediğine kanıt göstermeyi içeren belirli bir metodoloji çerçevesinde buna dikkat çeker, ilim de böyle böyle ilerler. Ama hayır, okurumuz bunu söylemiyor. Beni, bir tarihçinin işlememesi gereken en temel günahları işlemekle suçluyor. “Konjonktürü” aksettirmiyorum. Bağlamı dikkate almıyorum. Dahası, “işime gelen” (!) alıntıları yapıp, işime gelmeyenleri örtbas ediyorum… Yoksa niye “seçmece alıntılar” yapayım ki? Bakın, işte bunu, bilinçli bir çarpıtma yapmayı asla kabul etmiyorum.
Aynı vasatta kısaca cevap verdiğim gibi, Akçura sadece Panislamizm ve Pantürkizm arasında yapılacak bir tercihte zorlanıyordu. Osmanlıcılık düşüncesinin iflas ettiğini ve gelecekte de buna dayanan bir siyasetin uygulanamayacağını olabilecek en kesin ifadelerle söylemekteydi. Benim o yazıda vurguladığım da buydu. Akçura’nın Osmanlıcılık siyaseti lehine olan, ama benim diğer yazılarıma da musallat olan böyle “seçmece alıntılar” yapmak kusurundan ötürü görmezden geldiğim sözleri nerededir acaba?
Akçura, söz konusu üç siyasetin uygulanabilir olup olmadığını bir kâr-zarar analizi yaparak tartışırken tabii ki haricî faktörleri de dikkate almıştı. Okurumuz, Akçura’nın tereddüdünü bunlara bağlıyor ve onun İngiliz veya Rus harbi ister bir konuma düşmek istemediği varsayımında bulunuyor. Olabilirlik sınırları içinde bir varsayımdır bu diyelim. Demek ki Akçura, dış konjonktürü iyi okuyabilmektedir. Peki aynı şeyi “iç konjonktür” için de söyleyebiliyor muyuz?
Tarih gibi bir sosyal bilimde aynı olgulara birbirinin zıddı değerler atfetmek olağan işlerdendir. Yusuf Akçura’nın Osmanlıcılık eleştirisine, “Ta 1904’te hadiseyi görmek” gibi bir “ileri görüşlülük” de atfedilebilir, “İmparatorluk battıysa onun gibi muhalifler yüzünden battı” gibisinden bir “emperyal düşünce karşıtlığı” da… Bunları yapmaktan kaçınarak soruyorum: Akçura, İngiltere’nin ve Rusya’nın potansiyel rahatsızlıklarını dikkate alırken Osmanlı devletinin ve en azından bazı Osmanlılarınkini neden dikkate almamıştı? Eğer, Balkan Savaşları, peşinden I. Dünya Savaşı ve Mondros Mütarekesi bile Osmanlılık düşüncesini 1920 yılına gelindiğinde hâlâ ortadan kaldıramamışsa, Akçura’nın tezleri, Osmanlı dâhilinde, henüz 1908 İhtilâl’i bile yaşanmaksızın, nasıl karşılanırdı dersiniz?
İsterseniz soruyu “Nasıl karşılanmıştı?” olarak düzeltelim. 1908’in Aralık ayında Arminius Vambery’ye yazdığı bir mektupta, Türk gazetesini “i‘lâ-yı fikr-i Osmani” (Osmanlı düşüncesini yaymak) ve “Müdafaa-yı hukuk-ı Osmaniye” için çıkardıklarını söyleyen Ali Kemal Bey, daha 1904’te nasıl bir tepki vermişti, bakalım. Tuttukları yolu ilk sayılarında belirtmelerine rağmen hâlâ kendilerinden açıklama beklendiğini söyleyerek şöyle diyor:
‘Üç Tarz-ı Siyaset’ unvanıyla nüsah-ı sabıkamızda neşr edilen bir bend-i mufassalda ise Tevhid-i Etrak, İttihad-ı İslâm, Milliyet-i Osmaniye diye tavzih eyledikleri meslek-i muhtelifeden hangisini tervîc [revaç kazandırmak] ettiğimizi anlayamadıklarını beyan ediyorlar. Öbür izahata girişmeden evvel, şu beyanata cevaben demek isteriz ki bizim için Türk’ü İslâm’dan, İslâm’ı Türk’ten, Türk ve İslâm’ı Osmanlılıktan, Osmanlılığı Türk’ten, İslâm’dan ayırmak, vahdeti teslis eylemek muhaldir. Hayalimize gelse bile fikrimize yerleşemez.”
Bu güçlü “biz” savunusunun, Üç Tarz-ı Siyaset’in basıldığı gazetede yapıldığını ve o gazetenin de II.Abdülhamid’in muhalifi bir Jön Türk gazetesi olduğunu göz önünde tutmakta sanırım fayda vardır.
Tartışmanın taraflarının “Osmanlılık” hatta “Türk” dendiğinde aynı şeyleri mi anladığı ise mühim bir sorudur. Osmanlılık düşüncesini, içinde tüm etnik unsurların eriyeceği yeni bir millet teşkil etmek olarak gören Akçura, risalesinin sonunda üç siyasetten hangisinin uygulanacağına dair sıkıntısını Türk gazetesinin de çözemediği yolunda bir serzenişte bulunmuş, gazetenin ismine bakarak “o cevabın da Türklük siyaseti olacağını zan eylemiştim” demişti. Asıl hayâl kırıklığına uğradığı noktaysa, Türk’ün haklarını savunacağı, düşüncelerini aydınlatacağı Türk’ün “ ancak Devlet-i Osmaniye tebaası olan bir Garp Türkü” olduğunu görmek olmuştu.
Ali Kemal ise, bütünüyle hayâlî olarak nitelediği diğer iki siyaset bir yana dursun, Akçura’nın tarif ettiği gibi bir Osmanlılık siyasetinin de Osmanlı İmparatorluğu’nda hiçbir zaman uygulanmadığı görüşündeydi.
“Yoksa hiçbir padişahımız, hiçbir vezirimiz, hâkimimiz ne karib ne de baid bir mazide, hatta ne de hâlde, ne ittihad-ı İslâm, ne milliyet-i Osmaniye, ne tevhid-i Etrak mesleğine vakf-ı say eylemedi. Sultan Mahmud’dan, Reşid Paşa’dan, ta Âli ve Fuad Paşalara, Midhat Paşa’ya kadar bütün o eâzımın [büyüklerin] hiçbiri Bulgar’ı, Rum’u, Sırb’ı, Ermeni’yi, Ulah’ı, Maruni’yi, Keldani’yi fıtrat-ı milliye-i Osmani’ye sokmak hayâl-i muhaline sapmadı.”
Ona göre bunun sebebi, Osmanlı devlet adamlarının, Fransız İhtilâli’nden sonra uyanmaya ve kendi kimliklerini aramaya başlayan bütün bu milletleri “öyle vahdet-i milliye-i Osmaniye’ye temsile” kalkışmanın “yangına körükle gitmek demek” olacağını bilmeleriydi!
Ali Kemal’in kendisinin de defalarca kullandığı “Osmanlı Milleti” formülünden habersiz olduğu veya salt bir tartışmayı kazanmak uğruna bunu inkâra yeltendiği tabii ki düşünülmemelidir. Buradaki anahtar kelime “temsil” yani asimile etmektir. O, Osmanlıcılık siyasetinin, böyle bir asimilasyon peşinde olmadığını dahası bunun imkânsız olacağını düşünüyordu. Yapılmaya çalışılan, Osmanlı yönetimini, Avrupa’nın yeni fikirlerine uyacak bir şekle sokarak “gerdiş-i siyaset-i devrandan” (dönemin siyasî dönüşümlerinden) yararlanmak ve bütün bu kavimlerin Osmanlı uyrukluğunda kalmasını sağlamak gibi makul ve doğal bir işti. Çeşitli din ve etnik unsurlara mensup gruplara eşit vatandaşlık hakları sağlayarak imparatorluğun mevcut sınırlarıyla devam etmesini amaçlayan siyasî bir projeydi. Kimsenin, ama özellikle saydığı gibi Gayrimüslim unsurların asimile edilerek “Osmanlı millî fıtratına” sokulması girişimi değildi. Dolayısıyla, Ali Kemal’in “Osmanlı” anlayışının, Müslüman-Türk kesimden pek çok kişide olduğu gibi bir “asıl Osmanlılık” tasavvur ettiğini ve bunun merkezine de Türkleri ve Müslümanları yerleştirdiğini söylemeliyiz.
İslâm ittihadı ise hiçbir zaman kuvveden fiile çıkmayan bir garip tasavvurdu. Teşebbüse değer bile bulunmamış, gerçeğe uymaz, hayâle sığmaz, boş bir şey olduğunu söylüyor. Bunun için Osmanlı’nın, her biri kalabalık Müslüman tebaaya sahip olan Fransa, İngiltere ve Rusya’nın hepsine birden aynı anda meydan okuyacak hatta galip gelecek güce sahip olması gerekirdi. “Hâlbuki biz galebe, tehacüm şöyle dursun, tahaffuz [korunma], tedâfü’ [savunma] için çareler arıyoruz, arıyoruz da bulamıyoruz… Rumeli’nin Müslümanlarını muhafazaya muktedir değil iken Hindistan’dakileri teshire [ele geçirme] kalkışmak en coşkun bir hayâle bile sığmaz ahlâmdandır [düşlerdendir]”. Ali Kemal’in “Tevhid-i Etrak” siyaseti için söyledikleri de benzerdir:
Neyi, kimi tevhid eyliyoruz? Tarih bir tarafa dursun, bir kere lütfen coğrafyaya, ahval-i âleme atf-ı nazar-ı ibret buyurulsun (…) [C]ihanı ne kadar alt üst etmek, hiç olmazsa koca Rusya devletini gövdesinden ne derece kırmak lâzımdır, düşünülsün. İlahi, Tatarlar ile, bir nev’i Türklerle meskûn iken Kırım’ı muhafaza edemedik de şimdi bütün Asya’nın Türklerini tevhide mi çalışacağız?”
Pantürkist olmayabilir ama Ali Kemal’in çok ciddî bir modernist- milliyetçi yönü de bulunmaktaydı. Türk, ona göre, mazi ve meziyet sahibi bir kavimdi. 605 yıllık bir saltanatın kurucusu ve sahibiydi. Savaşlarda hâlâ “fıtrat-ı mümtazesini” ispat edebiliyor, Avrupa medreselerinde “cihan irfanında” temayüz edebiliyordu. Kısaca, yönetiminde, toplum hayatında sorunları olsa da bunlar yaratılışından değil çevrenin, “şarka bu suretle gömülmesinin” sonuçlarıydı. Eğer, Türkler fert olarak ilerler ve güçlenirlerse onların oluşturduğu toplum da yükselirdi ki Türk gazetesinin yapmaya çalıştığı da buydu. Türkler, ancak topluca “zevalden” kurtulduktan sonra Akçura’nın ortaya attığı siyasetleri düşünebilirlerdi. Bu konudaki daveti ilginçtir: “…Milliyet-i Osmaniye’nin vahdetini, İslâm’ın ittihadını, Etrak’ın tevhidini mi, ne istiyorsan iste, fakat bu maâlîye (derin fikirler) ermek için evvel emirde gel, bizimle çalış!”
Velhasıl, çok sonraları vatana ihanet suçlamasıyla işgal İstanbul’undan kaçırılan ama yargının önüne çıkarılmaksızın linç ettirilerek öldürülen bu önemli Osmanlı yazarı için, Müslümandı ama Panislamist değildi; Türk, hatta Türk milliyetçisiydi ama Pantürkist değildi; Osmanlı ve Osmanlıcı idi ama bütün kimliklerin eritilip yeni bir millet oluşturulması anlamında Osmanlıcı değildi diyerek bitireyim
.05/02/2017 03:18
Siyasî oportünizme övgü
Ahmed Ferid Bey, imparatorlukta asimilasyona yönelik bir Osmanlıcılık siyasetinin uygulandığı kanaatindeydi.
Yusuf Akçura’nın, “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinin başlattığı tartışma, beklenebileceği gibi Osmanlı geçmişi hakkında değerlendirmeler içeren bir tartışmaydı. Taraflar izlenecek politikayı konuşuyorlardı elbette. Ama tezlerini savunurken de sık sık “tarihe” müracaat ediyorlardı. Meselenin bir kısmı kavramlar üzerinde anlaşamamalarıysa önemli bir kısmı da geçmişte neyin nasıl olduğu, hatta olup olmadığı hususunda farklı noktalarda durmalarıydı.
Akçura’ya göre Osmanlıcılık düşüncesinin siyasî alanda bir karşılığı yoktu ve uygulanamaz durumdaydı. Bütün mesele, gelecekte “Tevhid-i Etrak” ve “İttihad-ı İslâm” siyasetlerinin hangisinin izleneceğinde düğümleniyordu. Ali Kemal ise bir yandan bu üç siyasî tarzın dayandığı varsayılan İslâm, Osmanlı ve Türk kimliklerinin birbirlerinden ayrılmaz olduğunu, diğer yandan da, Akçura’nın tarif ettiği şekliyle o üç siyasetin hiçbirinin o zamana kadar uygulanmamış olduğunu savunuyordu.
Bu tartışmaya 1904 Haziran’ında, Akçura’nın Harbiye ve Erkân-ı Harbiye Mekteplerinden yakın arkadaşı Ahmed Ferid Bey [Tek] de katıldı. İkisi de II. Abdülhamid’e muhalefet ettikleri gerekçesiyle kendilerini sürgüne götüren Şeref vapurunda bulunmaktan dolayı “Şeref kurbanları” olarak bilinen grup içindeydi. Trablusgarb’da kısa süreli bir sürgünlükten sonra Fransa’ya kaçmış ve Ulûm-ı Siyasiye Mektebi’nde okumuşlardı.
Ahmed Ferid, Türkleri birleştirmek siyaseti hariç diğer ikisinin Osmanlı’da uygulandığını düşünüyor ve yalnızca “bazı tarih ve ulûm-ı içtimaiye bigânelerini ikna edebilecek” konumda gördüğü Ali Kemal’i ise kıyasıya eleştiriyordu. Türkleri birleştirmek siyaseti, henüz bir fayda getiremezdi ama “Siyaset-i İslâmiye” ve hele hele “Siyaset-i Osmaniye” böyle değildi. Birincisi, zamanın padişahının ideali görünüyordu, ikincisi ise son asırdaki bütün devlet adamlarının hareketlerindeki hedef idi.
Abdülhamid’in Panislamizm siyaseti uygulayıp uygulamadığı çok tartışılmış, verilen cevaplar kavrama atfedilen değere bağlı olarak değişmiştir. Fazla dağılmaksızın, Abdülhamid’in siyasî bir İslâm birliği peşinde olmadığı yolundaki görüşün ağırlıkta olduğunu belirtelim. Padişahın bir muhalifi olarak Ahmed Ferid’in “İttihad-ı İslâm” yolunda yapılanları özetleme şekli de bu yorumu destekleyecek niteliktedir.
Şöyle ki, padişah, temsilciler göndererek, dışarıda yayın yaptırarak, dünya Müslümanlarının sevgisini kazanmaya ve onların makam-ı hilafete kalben bağlanmasına çalışıyormuş. Osmanlı ülkesini ziyaret eden Müslümanları iyi karşılıyor, İslâm dünyasının önem verdiğini düşündüğü kişileri yanına alıyor ve “Hicaz’ın muhafazasını Anadolu’nun hıfz ve müdafaasına tercih” ediyormuş. Bu katalog içinde, padişahın, cahil Müslümanların saf duygularını okşaması, İslâm’ın görünen kurallarına riayet etmesi, “memleketin taassub-ı dinîyesini muhafaza için her köşeye bucağa hocalar” göndermesi ve “mektep programlarını tedrisat-ı diniye” ile doldurması da var. İslâm birliği siyasetinin o sırada uygulanmakta olduğuna dair saydığı kanıtlar bunlardan ibarettir. Dahası “Bilemeyiz, bugünkü bir Osmanlı padişahı, bu hususta daha fazla nelere teşebbüs edebilir” dediğine göre o da daha ötesine gidilemeyeceğini düşünüyordu.
Dolayısıyla, “Gerek ittihad-ı İslâm, gerek Türklerin tevhidi siyasetleri bu gün bir gaye, bir gaye-i siyasî, bir hedef, bir hedef-i aslîdir. Her ikisinin kabul ve takibi hâlinde de o tasavvur ettiğiniz harblerin hiçbirine teşebbüs olunmayacaktır” diyerek Ali Kemal’i, Akçura’nın Panislamizm ve Pantürkizm hakkında söylediklerini anlamamakla suçlaması hâliyle ilginç olmaktadır.
Ahmed Ferid’in düşüncelerinin, istemeye istemeye de olsa, Panislamizm ve Pantürkizm siyasetlerinin henüz kabul edilmedikleri ve izlenmedikleri noktasında, eleştirdiği Ali Kemal ile örtüştüğünü söyleyebiliriz. İkisi arasındaki asıl büyük örtüşme ise, çok önemli bazı farklara rağmen Osmanlıcılık siyaseti, daha doğrusu o siyasetin hayatiyeti konusundaydı. Burada, Ahmed Ferid daha tutarlı bir argüman sergilemiştir:
“Millet-i Osmaniye teşkili siyasetine gelince… Lâkin hayat-ı millîmizi tanzime, umur-ı idaremizi tensîka teşebbüs edeliden beri bütün harekâtımız, bütün emellerimiz bunu istihsale mevkuf oldu. Tanzimat-ı Hayriye budur…”
Osmanlıcılık siyaseti, ona göre, eldeki en iyi seçenekti ve iflas etmiş olmaktan çok uzaktı. Akçura’nın en yakın arkadaşını bile ikna edemediği görülüyor. Ahmed Ferid, bu anlamda, Ali Kemal’e daha yakındır.
Ondan ayrıldığı nokta ise, içerik hususundadır; Osmanlıcılık bağlamında ciddî bir asimilasyon yapıldığını savunmaktadır. Asimilasyon tanımlaması şöyledir: “Temsil, lisân-ı siyasîde, millet-i hâkimenin gayri ahaliyi dinen, lisânen, ahlâken, vicdanen millet-i hâkimeye benzetmektir.” Başarılı olunması durumunda, aynı millî hislere sahip, birbirleriyle tamamen eşit fertlerden oluşan bir ‘millet-i vahide’ olurmuş.
Asimilasyonun ne olduğu konusunda her üçü de benzer düşünürdü sanırım, yalnız Akçura, beyhude bir gayret olduğunu, Ahmed Ferid tek çare olduğunu, Ali Kemal ise öyle bir şeye kalkışılmadığını söylemekteydi! İşin ilginci, “Millet-i hâkime” dediklerinde de esas unsurunun Türkler olduğu bir çoğunluğu anlıyorlardı ama bu hâlihazırdaki farklı duruşlarına engel olmadığı gibi zaman zaman kesişen sonraki hayatlarında da (mesela Ali Kemal ve Ahmed Ferid, II. Damad Ferid Paşa kabinesinde beraberdi) öyle olacaktı.
Ahmed Ferid’in de tarif ettiği türden bir millet oluşturmanın güçlüklerinin farkında olduğunu söylemeye lüzum yok. Eskiden en geçerli asimilasyon şekli olan dinî temsilin medenîleşen kavimler arasında artık bırakıldığını, yerini dilce temsilin aldığını ve edebiyat birliğinin, din birliğinin yerini tutabilir bir duruma geldiğini ileri sürüyor. Çokuluslu bir yapıya sahip olup halkını asimile etmeye çalışan hükûmetler de, özellikle memleketin “resmî dinine” yakın inançlı ahalisini kazanmaya çalışırmış. Millet-i hâkime, diğer milletlerin arasına göç ettirilirmiş. “Milel-i mahkûme”nin dili, edebiyatı baskı altına alınarak gelişmesi önlenir ve hükûmet, kendi dilini, gücünün yettiği her vasıta, özellikle mekteplerle umumi lisân hâline sokmaya çalışırmış. Bütün bu baskılara karşılık verebilen bir millet çıkarsa o zaman da “imkân dairesinde o milletin ecânibe [yurtdışına] muhaceretini teşvik etmekten başka çare” kalmazmış. “Bu da mümkün olmazsa bilmelidir ki, o millet muhafaza-i mevcudiyete, yaşamaya ve belki iddia-i istiklâle namzettir” diyor.
Dönemin sosyal Darvinist düşüncelerinden etkilenen pek çokları gibi, Ahmed Ferid’e göre de Osmanlı devletinin son bir asırlık ömrü “cidâl-i hayat” dediği bu mücadele ile geçmiştir. Şaşırtıcı olan, Osmanlı devletinin Tanzimat’tan beri bu saydığı asimilasyon yöntemlerinin birçoğuna başvurduğunu söylemesidir. Anadolu ve Balkanlar’da Müslümanlığın yayılması, “o hiç Millet-i Osmaniye ile uğraşmadığı iddia olunan padişahlarımızın” dinî asimilasyona olağanüstü riayet ettiklerini gösteriyormuş!
Ama bu Tanzimat’tan önceymiş… Tanzimat, Ortaçağ adetlerinin bırakılması demek olduğundan, bu dönemde hukuk ve idare yönünden asimilasyonla uğraşılmış. Tanzimat’tan önce Osmanlı tebaası birbirine eşit ve birleşik olmayıp “her ırk, her din başlı başına idare” olunurken “teceddüd siyasiyunu”, “İhtilâl-i Kebir’in müsavat kaidesini” kendilerine siper edinerek bu ayrılığı gidermeye çalışmışlar. Islahat Fermanı, patriklerin siyasî iktidarını azaltmak, adlî işleri karma mahkemelere yöneltmek, Hristiyan okul ve kiliselerini “teftiş altına almak” gibi “milel-i muhtelife hayat-ı siyasiyesini tahdit” eden düzenlemeler yapmış. Aynı şekilde, memleketin özellikle Gayrimüslimlerle meskûn yerlerine Müslüman muhacirler iskân edilmiş. Osmanlı hükûmetinin devamlı uğraşlarından biri ise okullar ve dil olmuş. 1869 Maarif Nizamnamesi, ilkokullar dâhil tüm Gayrimüslim okullarında Türkçe öğretilmesini mecbur kılmış. 1876 Kanun-ı Esasî’si de Osmanlı ülkesinde yaşayan herkesi birleştirmeye ve karıştırmaya ve bunlardan bir Millet-i Osmaniye oluşturmaya ve bu millete “Türkçeyi lisân-ı resmî ve millî yapmaya” yönelik imiş.
Neticeten, üç siyaset içinde en esaslısının, en kolay uygulanabilecek olanının bu tarif ettiği şekliyle Osmanlıcılık olduğunu anlıyoruz. Diğer ikisi Osmanlının hayat mücadelesinde ancak birer destek veya “muavin-i harp” olabilirmiş. Ahmed Ferid, “Siyaset-i Osmaniye, bilakis Osmanlı devletinin en kavî zırhı, en büyük silah-ı müdafaası, en doğru hedefidir” diyor. Akçura’ya hak verdiği nokta ise Osmanlı’nın hem mevcut sınırlarıyla korunup hem de bu sınırlar dâhilindeki halkının tamamını “Osmanlı, Türk yapmak” hususunun olanaklı olmaması…
“Fakat siyaset fiiliyattır, hayattır. Binaenaleyh bunda katiyet, mükemmeliyet, tamamî aranmaz. Türkiye tekmil hudutlarını, tekmil tebaasını muhafaza edemeyecek, geri kalan tebaanın hepsini Türk yapamayacak, farz edelim. Ne zararı var? Ne olursa olsun, oldukça kavî, elân yaşayan bir millet var ya! İşte onun hayat ve faaliyeti pahasına muhafaza ve müdafaa edeceği hudud Memâlik-i Osmaniye, onun imkân dairesinde temsil edeceği ahali Millet-i Osmaniye’dir. Biz tekmil elimizdekini müdafaa ve temsile, siyaset-i Osmaniyeyi takibe hasr-ı efkâr eyleriz. Muvaffak olduğumuz kadarı bize kalır, kalmayanı gider; hükm-i kader veya ilca-yı kanun-ı tabiat deriz, gaib etmekliğimiz muhakkak olan şeylerden başka hiçbir şey gaib etmeyiz, fakat kazanabilirsek ancak bu yolda, bu meslekte kazanırız.”
Diğer etnik grupların asimile edilerek Türk yapılmasını içeren bu ifadelerin Osmanlıcılık siyaseti savunulurken yapıldığına dikkat çekelim. Ahmed Ferid’e göre gittikçe uyanmakta olan İslâm âlemini hilafet vasıtasıyla Osmanlı toplumuna bir dayanak noktası yapmaya çalışmak ve İslâmiyet’i, “Tevhid-i İslâm”ın şaşaalı adı altında, Osmanlı çıkarlarına hizmet eder bir duruma getirmek de hiç faydasız değildi. “Türk siyaseti” ise gelecekte İslâm birliği siyaseti işe yaramadığında “bize” bir destek olurdu. Ferid Bey’in bitirme sorusunu aynen alayım: “Bilmem umur-ı siyasiyede opportuniste’likten daha doğru, daha faydalı bir meslek var mıdır?” İttihat ve Terakki, imparatorluğu yönettiği zamanlarda bu üç siyasî mütefekkirden hangisi görüşlerinin revaçta olduğunu düşünmüştür dersiniz?
.12/02/2017 03:11
Şu Kayı Boyu efsanesi
Oğuz kabile jeneolojisine göre bir boy Gök Alp’den gelirse Kayı olamaz
Malum okulların müfredatı değişiyor. Şimdi bakınca görülmeyen nice ayrıntıyı ancak kitaplar yazılınca görebileceğiz. Meselâ, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu konusu anlatılırken yine o kadim Kayı Boyu efsanesini tarihî bir gerçek gibi işleyip öğrencilere belletecek mi tarih ders kitapları? Bülent Arı’nın bir tebliğinde dikkat çektiği üzere Osman Bey’in hiçbir tarihî kaynakta bahsedilmeyen annesinin adının “Hayme Ana” olduğunda da ısrar edecekler mi?
Bunları henüz bilmiyorum ama bu Kayı Boyu efsanesinin toplumda ne denli yerleştiği aşikâr bir gerçek ve bunda tarih eğitimimizin rolü herhâlde efsaneyi çıkaran eski Osmanlı kroniklerinden daha büyüktür. Osmanlıların, Kayı olmalarının ne önemi vardır gibi bir soruya kafa yormak yerine belletileni amentü gibi tekrarlamak, eleştirel bakanlara veya hafif bir şüphe belirtenlere mukaddesata dil uzatmış gibi tepki vermek olağan hâllerimizden.

Yedi sekiz yıl önce bir televizyon programında Osmanlı’nın Kayı’dan olduğunu söyleyen kaynaklar kadar olmadığına işaret eden kaynakların da mevcut olduğunu dolayısıyla bu hususta bu kadar emin olmamak gerektiğini söylemiştim. Günlük bir gazetede nedense müstear adla yazan bir tarih-şinâs, bunu diline dolamış, Osmanlı’nın Kayı boyundan gelmediği yolundaki bu “hatama” özel bir önem atfetmiş ve aşırı cehaletime yormuştu. Yani ilk mektep okuyan çocuklar biliyordu da ben bilmiyordum. Şimdi de, mitinglerde, kitlesel toplantılarda gök zemin üzerine boy damgalı nev-icat “Kayı bayraklarının” sil baştan keşfedilmiş bir kimliği vurgulamak için nasıl bir şevkle dalgalandırıldığına veya “Kayı Obası” maceralarını Uzak Doğu filmlerinden fırlamış kostümlerle canlandıran dizilerin-filmlerin gördüğü rağbete bakarak efsanenin her zamankinden daha canlı olduğunu söyleyebilirim. Osmanlı Kayı’dır. Şüpheniz mi var?
Fuat Köprülü
Evet var. Sadece benim değil bütün bir ilim camiasının… Hep oldu. Anadolu topoğrafyasında Kayı isimli 94 yer ismi tesbit eden ve Oğuzlar hakkındaki çalışması hâlâ aşılamayan merhum Faruk Sümer’in çok ciddî şüpheleri vardı. Hatta efsanenin bugün belki Türkiye’deki gücünü herkesten daha fazla borçlu olduğu Fuat Köprülü bile ilim hayatının bir noktasında, sonradan bu konuda kendisiyle açıklaması güç bir tartışmaya giriştiği Paul Wittek gibi düşünmüştü:
“Nitekim ben de bir zamanlar P. Wittek’in yukarıda hulâsa ettiğim düşüncelerinden farksız mülâhazalara dayanarak, ‘Osmanlı sultanlarının Kayı’lardan olmadığı ve bunun, sonraki müellifler tarafından hususî bir maksatla uydurulduğu’ mütalâasında idim; ve daha 1925 yılında bu fikrimi kısaca ortaya atmıştım.”
Fikrini niçin değiştirdiğini açıklayarak Wittek’e cevap veren 1943’teki Köprülü’dense bence, 1925’teki Köprülü’nün görüşleri isabetliydi. Dahası, Köprülü’nün yeni hiçbir belge veya kayıt bulunmaksızın görüşlerini değiştirmesi ve mevcut kaynakları çok üstünkörü, hatta bilgi saklayacak surette seçerek kullanması çok sorunludur. Neydi mesele, dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.
Yalnız, tarihî gerçekler karşısında efsaneleri parlatırmış türü bir izlenim uyandırarak Köprülü’ye bir haksızlık yapmak istemem. Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei Mes’eleleri adlı çalışmalarında, Osmanlı’nın Kayı boyundan olmasının Osmanlı’nın kuruluşu açısından önemli olmadığını defalarca vurgulamıştır: “Osmanlılar’ın Moğol cinsinden olmayıp Oğuzların Kayı boyuna mensub olması, yukarıda söylediğim gibi, hâdiselerin tarihî yürüyüşü üzerinde hiçbir suretle müessir olmamıştır.”
Israrla söylediği budur. Dolayısıyla, tartıştığı Wittek’in, Osmanlı’yı küçük bir kabilenin kurmuş olamayacağı yolundaki görüşüne aslında pek de uzak durmaz. Ona göre, Osman Gazi, “Bizans hudutlarında yaşayan ehemmiyetsiz bir Kayı oymağının” beyidir:
“Lâkin, vaktiyle de ısrarla söylemiş olduğum gibi, devletin kuruluşunda, bunun hemen hiçbir te’siri olmamış ve Osmanlı Beyliği’nin siyasî tekâmülünde, hatta ilk safhalarda bile, hiçbir tribal te’sir kendini göstermemiştir. İşte bundan dolayıdır ki, imparatorluğun kuruluşundaki maddi ve mânevi her türlü âmilleri birer birer tetkik ederken, bu büyük hâdisede hiçbir rolü olmayan bu tribal menşe’ mes’elesinin ehemmiyetsizliğini açıkça tebarüz ettirmekten hiç çekinmemiştim.”
Öyleyse, Köprülü’nün, Osmanlıların gerçekten de Kayı boyundan olduğuna dair kesin tarihî deliller bulduğunu ve kendisi bir önem atfettiğinden değil salt tarihî bir olguyu saptamak uğruna Kayı savunusuna giriştiğini veya böylesi delillerin yokluğunda güçlü karinelere dayanarak mantıkî argümanlar ileri sürdüğünü düşünmek durumundayız. Fakat biraz önce de söyledim, böyle bir şey de meydanda yok!
Köprülü’nün kaynak değerlendirmesi ve bir grup kaynağı başka bir gruba tercihi bilâkis fevkalâde sıkıntılıdır. Ona göre, Ahmedî’nin İskendernâme’si, anonim Târih-i âl-i Osman’ların birçoğu, Behcetü’t-Tevârih, Âşıkpaşazâde Tarihi ve Oruç Bey Tarihi gibi birtakım vekâyinâmeler, Osmanlıların sadece Oğuz’lardan olduğunu söyler ve hangi boydan geldiklerini tasrih etmez. Fakat II. Murad döneminde yazılan Yazıcıoğlu Ali’nin Selçuknâme’si, Edineli Ruhî ve Lûtfî Paşa Tarihleri ve İdrîs Bitlisî’nin Heşt-Behişt’i Osmanlı hânedânının ve maiyetindeki kabilenin Kayı’lardan olduğunu açıkça söyler.
Gerçekten de Yazıcıoğlu Ali’nin büyük ihtimalle 1423 yılında kaleme aldığı Tevârih-i Âl-i Selçuk’da Osmanlı hanedanının, Oğuz boylarının en “ulusu” olan Kayı’dan geldiği vurgulu bir şekilde söylenmektedir. Wittek de zaten bu noktaya dikkat çekerek 15. Yüzyılda ortaya çıkan bu rivayeti şüpheli bulmuş, başka kaynaklarda farklı rivayetler olduğunu, ancak Yazıcızâde’nin eserinden sonra II. Murad’ın sikkelerinde Kayı damgası kullanıldığını ve Osmanlı hanedanının Kayı olmayı benimsediğini söylemişti.
Köprülü, neden Yazıcızâde’deki kaydı, bununla açıkça çelişen diğer kayıtlara tercih ettiğini söylemiyor. Hoş, bununla açıkça çelişen kayıtlar olduğunu da söylemiyor ki. Belki Yazıcızade’nin adlı adıyla “Kayı” diye yazması ve Osmanlı hanedanının bir kararsızlık ve belirsizlik döneminden sonra nihayet Kayı’da karar kılması birer sebeptir. Belki de kendisinin, Kayı efsanesinin, Osmanlı hanedanının Kayı boyunun hangi aşiretinden (Karakeçili) olduğuna varıncaya kadar “yeniden hatırlandığı” Abdülhamid döneminde eğitim görmüş olması bu tercihte rol oynamış olabilir.
Köprülü’nün Osmanlı’nın Kayı’dan olduğunu ispatlamak uğruna serd ettiği mantıkî deliller de hiç kuvvetli değil. Osmanlı sultanları kendilerine “yalandan bir silsilenâme uydurmak isteselerdi”, Selçuklu hanedanını yetiştiren Kınık kabilesine mensup olduklarını iddia ederlermiş. Köprülü, üstelik Oğuz boyları hiyerarşisi içinde Gün Han’ın “büyük oğlu” Kayı’nın en prestijli boy olduğunu kendisi de kabul ettikten sonra, Osmanlıların başka bir hanedanın mensup olduğu kesin olan boya neden aidiyet iddia edeceklerinin hiçbir açıklamasını yapmamıştır. Kendi bağımsızlığı ve siyasî meşruiyetinin peşinde olan bir hanedanın 15. Yüzyılda, çoktan ortadan kalkmış ve hiçbir meşruiyeti mevcut olmayan bir hanedanla aynı boyu iddia etmeleri bilâkis tuhaf olmaz mıydı?
Aynı şekilde, “Eğer Osmanlılar bunu hiç yoktan uydurmuş olsalardı, o sırada Anadolu’da bulunan Kayı aşiretine mensup oymaklar, hattâ diğer aşiretler buna inanmayacaklardı. Çünkü, XV. Asır başlarında Anadolu’da henüz kabile an’anelerini saklıyan göçebe kabileler pek çoktu...” diyor. “Gerçeği bilenler varken nasıl bir uydurmaya gidilebilir?” şeklinde özetleyebileceğimiz bu akıl yürütmesi de hiç ikna edici değil. Evvela yöntemsel bir itiraz: 15. Yüzyılda, Anadolu’daki göçebelerin şu veya bu yoldaki Osmanlı iddiasına nasıl bir tepki verdiklerini gösteren bir veriye sahip değiliz ki… Belki feci hâlde karşı çıkmışlardır, belki de Anadolu’nun en güçlü hanedanının kendileriyle aynı boydan olduğu iddiasından gurur duymuşlardır. Tabii burada bir de iç tutarsızlık var, boy yapılarının çözüldüğü ve göçebelerin gittikçe marjinalleştiği bir dünyada, (hani hiçbir tribal tesir yoktu) Osmanlı hanedanı böyle göçebe bir kamuoyunu niye dikkate alacaktı ki?
Gelelim, Kayı’dan başka bir boyu işaret etmelerini Köprülü’nün görmezden gelerek bastırdığı diğer kaynaklara. Yazıcızâde’den de eski olan Ahmedi, Bitinya ucuna sefer yapan hayalî bir Selçuklu sultanı Alâaddin’i anlatırken, “Gündüz Alp, Ertuğrul anınla bile / Dahi Gök Alp ü Oğuzdan çok kişi/Olmuş idi ol yolda anın yoldaşı” diyor. Ertuğrul’u biliyorsunuz, Gündüz Alp de aileden, aslında Osman’ın gerçek dedesinin adı. Peki, Gök Alp dediği kim oluyor? Ben bağlama ve Oğuz referansına bakarak belirli bir seferde bulunan bir kişinin değil de Gök Alp [Han] kolundan Oğuzların kastedildiğini düşünüyorum. Yanılabilirim tabii ki.
O zaman yanılma payım sıfır olan başka bir örnek vereyim. Aşıkpaşazâde, “Devrümde olanı defter etdüm / Oğuzdan olan Gök Alpa gitdüm” diyor. Gök Alp yine çıktı mı karşımıza? “Yok bu da açık değil” derseniz “Gök Alpun nesli Osman gör ne kopdı” ifadesi nasıl? Uzatmayayım, Aşıkpaşazâde, Osmanlı soyunun son kertede kimden geldiğini anlatırken “Elhâsıl Gök Alp neslidür kim Oğuz Han oğlıdur” diyor. Zaten eserinin başında verdiği hayâlî silsilede de “Gök Alp ibn-i Oğuz” diye açıklık var. Oğuz Han’ın oğlu olan bir Gök Alp! Oğuz kabile jeneolojisine göre bir boy Gök Han/ Alp’den gelirse, istese de Kayı olamaz. Peki, Fuat Köprülü bu jeneolojiyi bilmiyor muydu ki Kayı rivayetinin, diğer rivayetle “tezat” teşkil etmediğini “sadece onu tamamlayıcı” olduğunu söyleyebilmişti? Ama bunu yapabilmek için evvela başka kaynakların diğer boyları işaret etmediğini sadece genel olarak Osmanlı’nın Oğuz’dan olduğunu söylediklerini yazmak gerekir ki o da öyle yapmıştı zaten
.19/02/2017 02:53
Ah şu Kalın Oğuz...
Büyük bir kabile konfederasyonu içinde etnik homojenlik aramamak gerekir
Bir konum belirlemesi yaparak başlayayım. Ne daha önce, ne de geçen haftaki yazımda “Osmanlılar Kayı Boyundan gelmiyor” dedim. Sadece kaynakların bir kısmının, Kayı rivayetini desteklemediğini dolayısıyla da Osmanlıların Kayı olduğu hususunda bu kadar emin olacak bir şey olmadığını söylüyorum. Tabii ki Kayı’dan başka bir boyu işaret eden o kaynakların dediğini de hemen kabul edecek bir durum yok. Dolayısıyla, Kayı rivayetini tarihî bir gerçeklik olarak kabul etmek ve sunmak yöntem açısından ne kadar sorunluysa aksini savunmak da öyledir. “Gün Han-Kayı” rivayetinin kesin bir yargı olarak sunulmasına itiraz edip de “Gök Han- dört oğlundan biri” diye özetlenecek bir diğer rivayeti hiç sorgulamaksızın bir başka kesin yargı olarak ileri süremem. Ama önce iki Oğuz rivayeti olduğunu ve bunların Köprülü’nün söylediğinin aksine birbirini tamamlayıcı değil, efsane gereği, birbiriyle çelişir durumda olduğunu tesbit etmek gerekiyor. Sonra tartışırız.

Oğuz ensâb geleneği veya kabile jeneolojisine göre bir boy Gök Han’dan gelirse Kayı olamaz dedik. Ne olacağı da İlhanlı tarihçisi Reşideddin’in Câmi’üt-tevârih’inden beri tüm kaynaklarda açık: Ya Bayandur [Bayındır], ya Beçene [Peçenek], ya Çavuldur [Çavundur, Çavdar] ya da Çepni. Gök Han soyundan geliyorsanız bunlardan biri olmak durumundasınız. İşte Ahmedi’nin ima ettiği Aşıkpaşazâde’nin ise açık açık söylediği Osmanlıların atası Gök Alp budur.
Şu boydan değil de bu boydan gelmenin siyasî-ideolojik önemine döneceğiz ama sanırım önce Oğuz efsanesini biraz irdelememiz gerekiyor. Oğuz-nâme ve Oğuz Destanı da dediğimiz bu efsane bize iki koldan ulaşmış bulunuyor. Birincisi, tam olarak ne zaman yazıldığı bilinmeyen ama içindeki Arapça-Farsça kelimelere bakılırsa İslâmî dönemde yazıya aktarıldığı anlaşılan Uygurca ve tek nüsha Oğuz-nâme’dir. Yazıcızâde’nin 1423’te bu esere yaptığı göndermeden yola çıkarak bu tarihten önce yazıldığını kolayca söyleyebiliriz.
Şemalar Faruk Sümer’den alınmıştır, diğeri ise 17. Yüzyıl, Kayı damgalı Osmanlı at alınlığı...
İkinci versiyon ise Reşideddin’in 1318’deki idamından birkaç yıl önce yazdığı Câmi’üt-tevârih’in içinde bulunuyor ve Zeki Velidi Togan tarafından Türkçeye aktarılmıştır. Uygurca Oğuz-nâme çok değerlidir ama maalesef sonu eksiktir. Kaşgarlı Mahmud da 1074’te Oğuzları 22 boy olarak gösterip damgalarını veriyor fakat boylar arasındaki jeneolojik ilişkiyi vermiyor. Dolayısıyla, Oğuz Destanı’nın en gelişkin şeklini, sözlü ve yazılı kaynaklara (belki Uygurca Oğuz-nâme’ye de) dayanan Reşideddin’de görmekteyiz. Anadolu’da Yazıcızâde’ye, Orta Asya’da Ebulgâzi Bahadır Han’a kaynaklık eden rivayet budur.
İşte bu rivayete göre Oğuzların efsanevî atası Oğuz Han’ın bir eşinden “Bozoklar” denilen üç büyük oğlu (ağalar) ve diğer bir eşinden de “Üçoklar” denilen üç küçük oğlu (iniler) olmuş. Siyasî olarak üstün sayılan Bozokların en büyüğü Gün Han, diğerleri Ay Han ve Yıldız Han’dır. Üçoklar ise Gök Han, Dağ Han ve Deniz Han’dır. Her bir oğlun ise dörder tane “oğlu” vardır ki bunlar da 12’şer boylu sağ ve sol kol olmak üzere toplamda 24 Oğuz boyunu verir.
Gün [Güneş], Ay, Yıldız, Gök, Dağ ve Deniz adında “oğulları” olan bir “babanın” bu dünyada gerçekten yaşamış bir insan değil mitolojik bir karakter olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Bu aşırı simetrik kabile örgütlenmesinin kosmografik bir temele oturtulmasını da evrenin düzeninin kabilelere yansıtılması arzusu olarak görmek gerekir. Merkezinde güneşin olduğu, heliocentric bir örgütlenmedir bu. Reşideddin, bu örgütlenmenin bir insanın eseri olduğunu söylüyor. Ona göre Yengikentli Irkıl Hoca adlı akıllı bir kişi Oğuz Han döneminden sonra, onun oğlu Gün Han’a şöyle demiş:
“Siz altı oğulun, Tanrı’nın izniyle her birinizin dörder taneden yirmi dört evlâdınız var. Olabilir ki onlar sonradan birbirleriyle çekişirler. Bunun çâresi, her birinin rütbesi, mesleği, adı ve lâkabı kararlaşsın; her birinin bir nişanı ve tamgası olsun. Bununla bilinip tanınsınlar ve hiçbirinin diğeriyle bir çekişmesi olamasın. Onların evlâdının da her biri kendi yerini bilsinler. Bunu yapmak devletin devamlılığı ve uruğunuzun iyi nâm kazanmasının gereğidir.”
Gün Han’ın onaylamasıyla da 24 çocuğun her birine bir lâkap, hayvanlarına vurmaları için birer damga ve birer de ongun vermiş.
Efsane tabii ki bu… Yine de bize bir şeyler söylüyor olmalı. Meselâ, daha önceden “torunları” da içeren bir teşkilatlanmanın henüz bulunmadığını, dolayısıyla onların birbirine karşı konumlarını belirleyen lâkap, damga, ongunların henüz tasarlanmadığını anlıyoruz. Zaten Reşideddin de Oğuzların, Oğuz Han hayattayken sadece Üç Ok ve Bozok olarak ayrıldığını söylüyor.
Bu örgütsüzlük dönemi ne kadar sürmüş acaba? Yardımımıza yine Reşideddin koşuyor. Oğuz Han’ın “bin yıl ömür sürdükten sonra vefat” ettiğini söylüyor. Dedim ya efsane. Hem Oğuz’un bin yıl yaşadığını söylüyor hem de büyük oğlu ve halefi Gün Han’ın babasının ölümünden sonra 70 yaşında Han olduğunu ve 70 yıl başta kaldığını… Boş verin, etten kemikten bir insanın bin yıl yaşayabilmesini, “Oğuz” döneminde bu kabile örgütlenmesinin bulunmadığı faslı önemli. Reşideddin’in zamanında ise Oğuz kabileleri çoktan dörtlü gruplara ayrılmış. Her birinin adları, damgaları ve kutsal yırtıcı kuşlarının (ongun) yanı sıra, herkesi bir araya getiren büyük şölenlerde sunulan at etlerinin hangi parçasını kimlerin yiyeceği bile belirlenmiş. Aynı babadan gelen her dört boy için ongunun ve şölende yiyecekleri etin aynı olduğunu söyleyelim. Meselâ Gök grubu boyların, Bayındır, Beçene, Çavuldur ve Çepni’nin hepsinin kuşları sungur, yiyecekleri et “sol karı yağrın”.
Kaşgarlı Mahmud’un sadece 22 Oğuz boyu zikretmesi ve bunların da yalnızca damgalarını vererek ongun ve etlerinden bahsetmemesi çok dikkat çekicidir. Ya Mahmud’un bu örgütlenmeyi bilmediğine veya daha sonra yapıldığına işaret eder. Ben, Mahmud’un mütebahirliğini dikkate alarak, onun kendi döneminde böylesi kosmografik atalara sahip, simetrik bir boy örgütlenmesi olmuş olsaydı bunu kaçırmayacağını düşünüyorum. Haydi, dilimin altından baklayı çıkarayım, tarihî kaynaklarda Oğuz’un altı oğlunun ismiyle müsemma “ata kabileler”, mesela bir Gün veya Gök kabilesi hiç görülmediğine göre, bir aşamada boy birliğinin içindeki kabilelerin, belki de tam simetriyi sağlayacak şekilde eksikliklerinin tamamlanarak, yeniden düzenlendiğini ve kendilerine evrenden muhayyel atalar tayin edildiğini sanıyorum. Yani efsanenin anlattığının tersi, önce atalar değil, çeşitli kabileler vardı ve kendilerine böyle bir geçmiş oluşturdular. Büyük ihtimalle de bu mükemmel örgütlenme gerçek hayatta 24 boylu bir konfederasyona karşılık gelmiyordu ve sadece kâğıt üzerindeydi. Irkıl Hoca mı bilmem, boyların bir arada yaşama arzusunu vurgulamak isteyen birileri eğer simetri gerçek olsun diye kendileri resen boy oluşturmadıysa, mevcut boyları destanda 24’e tamamlayarak böyle bir düzenleme yapmıştı.
Söz uzadı ama şunu söylüyorum: Oğuz Han’dan ve oğullarından önce kabileler yani Oğuz vardı. Tabii ki öyleydi çünkü Oğuz, zaten kabileler demek. Macar Türkolog Gyula Németh, Oğuz’u kabile anlamındaki “Ok” kelimesine, şimdilerde kullanılmayan bir “z” çoğul ekinin getirilmesiyle “kabileler” olarak açıklamıştı. En fazla bilinen Oğuz Yabgu Devleti’nin formatif etkisinden dolayı kelimenin zaman içinde bizatihi etnik bir anlam kazandığı ve Orta Asya’nın batısındaki çeşitli kabilelerin ortak adı hâline geldiğini biliyoruz ama bir zamanlar, sadece “kabileler” anlamı vardı. Böyle olduğu düşünülünce birbirinden zaman ve muazzam mekân ayrılıklarıyla ayrılan her “Oğuz” oluşumunun gerekli olarak aynı gruba mensup olmayabileceğini kabul etmek durumundayız. Başka bir deyişle, kaynaklardaki “Üç Oğuz”, “Sekiz Oğuz” veya meşhur “Dokuz Oğuz” isimlerinin üçlü, sekizli ve dokuzlu kabile birliklerine denk geldiğini düşünmeliyiz. Bu da sanırım “Oğuz” kelimesinden dolayı her Oğuz grubunu tek ve aynı grup olarak düşünüp, mekân farklılıklarını açıklayamamaktan veya hayalî göçlerle açıklamaktan daha doğru bir yaklaşımdır.
Oğuz, önceleri sadece “kabile” demekse “Oğuz” deyince bir etnik ayniyetin de aranmaması gerektiği ortaya çıkar. Hele ki söz konusu olan 20 küsur kabilelik büyük bir boylar birliği, Dede Korkut’taki ifadesiyle “Kalın Oğuz” ise… Nitekim mevcut literatür, Kaşgarlı ve Reşideddin’de “Oğuz” boyları arasında sayılan Eymür ve Bayındır’ın daha önce Kimek konfederasyonuna dâhil ve Tatar-Moğol kökenli oldukları, Alka Bölük [Alka Evli] boyunun bir ihtimal Yağma veya Karluk’lara mensup bulunduğu ve bir ara Kıpçaklar tarafından tutsak alındığı ve Orta Asya’nın Keltlerle akraba Hint-Avrupalı halkı Toharların, yakın bir adla, Döğer olarak Oğuz konfederasyonuna girdikleri gibi dikkat çekici bilgiler içeriyor. Türk, Moğol ve Hint-Avrupalı olarak daha şimdiden üç ayrı etnik köken buluyor muyuz? Tabii ki aynı siyasî-sosyal birlik içinde uzun süre bir arada olmanın etkileri oldu, bugün kimse Toharca konuşmuyor ama isterseniz, Anadolu’ya gelmezden önce etnik homojenlik vardı düşüncesiyle şimdiden vedalaşalım. Bu arada, Peter Golden gibi Türkologlar, Dokuz Oğuz birliğinin Çinceye aktarılırken “Oğuz” kelimesinin korunmadığını ve “Dokuz Soyadı/Sülale” olarak çevrildiğini haber veriyorlar. Osmanlı’ya ve Yazıcızâde’ye de geleceğiz inşallah.
.
Mehmed Neşrî ne diyor?
Osmanlı’da Oğuz destanını ve kabilelerin jeneolojik ilişkilerini en iyi bilenlerden biri tarihçi Neşrî’ydi.
Geçmiş, tarih ve hafıza kavramlarının aralarında bir ilişki olduğu muhakkak. Bunlardan geçmiş ve tarihi birbirlerinin yerine kullanmak ise yaygın bir alışkanlık. Oysa tarih, geçmişin birebir aynısı değil, istesek de olamaz. O yüzden bazı tarihçilerin, çalışma alanları olan geçmiş hakkında kestirip atmaları hep tuhafıma gitmiştir. Birkaç defa da söyledim galiba, “masanın üzerine vurulan bir yumruk kesinliğindeki” bir tarih anlayışından ve o anlayışın gerektirdiği otorite tavırlarından pek bir şey anlamıyorum. Tarihçi de olsa bir kişi, bin sene öncesini kesin bir şekilde nasıl bilebilir ki? İşte bu noktada, bir tür hafıza alternatifi veya yapma bellek olarak “tarih” devreye giriyor. Ömrümüzün sınırlarını ve doğal hafızamızın maluliyetlerini tarih ile aşmaya gayret ediyoruz. Fakat nasıl biliyoruz tarih vasıtasıyla geçmişi?

“Kaynaklar” diyelim kısaca. Ama onların da sorunları var, hem de çok. Tarihle uğraşmanın büyük bir kısmı bu kaynakları tasnif etmek, iç ve dış kritiklerini yaparak sahiciliklerini tesbit etmek, tarihlendirmesini yapmaya çalışmak, kimin, kimler için hangi koşullarda ve ne amaçla ürettiğini anlamaya çabalamakla geçiyor. Kaynağı, o eleştiri süzgeci dediğimiz nesneye tâbi kılıyor ve yeni öğrendiğimiz bilgi parçalarının eski bildiklerimizle ilişkisini kurmaya çalışıyoruz. Disiplinin “zanaat” kısmı diyelim.
Bunlara riayet etmeye gerek duymaksızın “sanat” faslına geçen amatörce çalışmalardan çok uzak bir çalışma, hem de doğrudan Oğuz Kağan Destanı adı altında meğerse birkaç ay önce Tufan Gündüz dostumuz tarafından yayınlanmış. Gündüz, Reşideddin Oğuznâmesi’nin yeni bir çevirisini yapıyor ve Uygurca varyant ile Yazıcızâde’ki “Oğuz Kağan’dan öğütler” kısmını günümüzün Türkçesiyle veriyor. Bu kaynak yayınına notlar ve toparlayıcı bir önsöz de eşlik ediyor. Bir solukta okudum ve gerekli notları aldım. Bazı hususlarda farklı düşünüyoruz ama çok yararlı bir çalışma olmuş.
Ne diyorduk? Ahmedi’de ve çok daha belirgin bir şekilde Aşıkpaşazâde’de Osmanlıların kabilevî orijinlerine ait başka bir rivayet vardı. Tarihçiler kaynaklarını değerlendirirken, yazarın yazdığı konu hakkında yeterince bilgili olup olmadığını da gündeme getirirler. Aşıkpaşazâde, hangi boyun hangi atadan türetildiği yolundaki efsaneleri yeterince bilmiyor ve meselâ “Gök Alp nesli” derken Gün Han ile bir karıştırma mı yapıyordu? Olabilir mi hakikaten şöyle bir şey? Sanmıyorum ama Aşıkpaşazâde’nin metninde Oğuz destanını, değişik Oğuz boyları arasındaki jeneolojik ilişkiyi ve hiyerarşiyi doğrudan konu edinen herhangi bir kısım da yok. Sadece, eserinin başında verdiği hayâli Osmanlı jeneolojisinde Gök Alp, babası Oğuz ve onun da babası Kara Han’ın adları geçiyor.

Peki, bunları çok iyi bildiği kesin olan bir başkası da vurgulu bir şekilde Gök Alp diyorsa? İşte bunun için de Kitâb-ı Cihan-Nümâ adlı eserini yine II. Bayezid döneminde veren Mehmed Neşrî’ye müracaat etmek yeterlidir. Bugünkü ölçülerle yaklaşırsak, adını hiç anmadığı için Aşıkpaşazâde’nin eserini iktibasdan çok intihal ettiğini söyleyebileceğimiz Neşrî, aslında bilim ve tarih felsefesi üzerine kafa yoran, Arapça, Farsça ve Türkçe kaynakları kullanan ve bunlar arasındaki uyuşmazlıkları gidermeye çalışan bilgili bir tarihçiydi. Kullandığı bazı orijinal kaynakların bugün kaybolmuş olmasından dolayı, eseri, özellikle Karahanlılar için artık birincil kaynak niteliği taşımaktadır. Tartıştığımız konu açısından ise, Ahmedi ve Aşıkpaşazâde’nin yanı sıra Reşideddin ve Kayı rivayetinin ilk destekçisi Yazıcızâde’yi de kullanmıştı.
Hayatın, gerçi ilmin sebebi olduğunu ama âlemlerin yaratıcısının ilmi, hayatın sebebi kıldığını söyleyen ve bunu “Zira hayat bilâ-ilm memattan eşeddür” (Zira ilimsiz hayat ölümden zordur) sözüyle açıklayan Neşri’nin Oğuz destanı ve jeneolojisi üzerine geniş bir bilgisi vardır. Eserinin birinci bölümü “Evlâd-ı Oğuz Han ve Ensâb-ı Oğuz Han Beyanındadır” başlığını taşır. Oğuz destanını güzelce özetlemiştir. Oğuz Han’ın ölümünden sonra başa geçen Gün Han’ın, kendisine hiçbir işte karşı çıkmamaları için kardeşlerinin arasında damgayı koyduğunu söylüyor. Gün Han’ın ölümü üzerine de yerine büyük oğlu Kayı Han geçmiş. Babası ve dedesinin yolundan sapmamış, pek çok ülkeye akınlar yapmış. Saltanat, nesilden nesile onun çocuklarının elinde kalmış fakat “zamanla meysereden [sol kol] Salur bin Dağ Han bin Oğuz nesline intikal” etmiş ve bunlarla Fars Kisraları arasında, Hazreti Muhammed zamanında, cahiliye döneminde büyük savaşlar ve katliamlar olmuş. Bunun, Batı Türk Kağanlığı zamanında Sasanilerle yapılan savaşlardan bir iz olması çok mümkün ama orada duralım.
Görüldüğü gibi, Neşrî’ye göre Gün Han- Kayı kolu, Oğuz’un en büyük oğlunun koludur ve çok uzun bir süre yönetim de onların elinde kalmıştır. Ne var ki, Neşrî, göçebe Türk imperium’unda üstünlüğün Oğuz hanedanının başka dallarına geçebileceğinin de farkındadır. Üstelik Salur boyu, saltanatı devralan tek boy değildir. Başka bir yerde de kaynaklarından aktarma yaparak, “Bi’l-külliye saltanat-ı Türk Han, selâtin-i Selçukiyye’ye intikal etti. Bunlar meyseredendür. Kınık bin Dingiz [Deniz] Han ibn-i Oğuz neslindendür” diyor.
Dolayısıyla üstünlüğün hep Gün Han- Kayı’da kalması gibi bir durumun söz konusu olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dede Korkut destanî hikâyelerinde de Hanlar Hanı’nın, Gök Han kolundan Bayındır olduğu fakat asıl gücün Dağ Han kolundan Salur Kazan Bey’de bulunduğu bir düzen resmedilmektedir. Fazla dağılmaksızın, bu kaynakta Bozoklar’a Taş [Dış] Oğuz, Üç Oklar’a İç Oğuz dendiğini ve siyasî üstünlüğün, Reşideddin’in aksine, hep İç Oğuz’a ait olarak gösterildiğini kaydedelim. Dede Korkut’un sonuncu destanı, “İç Oğuza Taş Oğuz Asi Olup Beyrek Öldügi Boy” adını taşır.
Peki, yazdığı Osmanlı tarihini uzak bir coğrafya ve zamandaki Oğuz destanıyla başlatan ve hem Gök Han hem de Gün Han rivayetlerini içeren kaynakları kullanan Neşri’nin kendisi bu hususta ne diyordu? “Şol vakıt ki Sultan Mahmud bin Sebüktekin, Âl-i Selçuk’ı yüz bin miktarı etrâkle Horasan’a geçürdi idi, Âl-i Selçuk’a müntesib olan etrâkden Gök Alp Han evlâdından tavarlu ve rızklu bir tâife bilâd-ı Ermeniyye’den nevâhi-i belde-i Ahlat’a nüzûl idüp yüz yetmiş yıl mikdarı tâ Cengiz Han hurucuna dek anda kaldılar.”
Moğollar, İran’a saldırınca bu göçer evli Türklerin başı olan Kaya Alp oğlu Süleyman Şah, kendine bağlı elli bin evi alarak Anadolu’ya göç etmiş. İşte, Ertuğrul’un babası ve Osman Bey’in dedesi olan kişi bu Süleyman Şah’mış.
Her iki rivayeti ve tabii ki Oğuz boyları jeneolojisini iyi bilen Neşrî’nin Yazıcıoğlu’nun Kayı görüşüne itibar etmemiş olması, üstünlüğün Kayı’dan sonra Üçoklardan Salur ve Kınık boylarına geçtiğini bilen biri için çok da şaşırtıcı olmasa gerektir. Yazıcıoğlu’na geleceğiz, ama bu soy- boy konusunun belirli bir önem taşıdığı 15. Yüzyılda, Kayı olmanın gerekli olarak bir avantaj sağlamadığını belirtelim ve Behcetü’t-Tevârih yazarı Şükrullah’ın tanıklığına da yer verelim.
Şükrullah, 1449’da, II. Murad tarafından Karakoyunlu Hükümdarı Cihanşah’a elçilikle gönderilmiştir. Cihanşah, bir gün ona, Sultan Murad’ın kendisinin hem ahret kardeşi hem de akrabası olduğunu söylemiş. Bunu kanıtlamak için de kendi tarih okuyucusu Mevlana İsmail’in çağrılmasını ve “Oğuz tarihi”nin getirilmesini istemiş. Moğol yazısıyla yazılan bu kitaba göre, Oğuz’un Gök Alp, Yer [Dağ] Alp, Deniz Alp, Gün Alp, Ay Alp, Yıldız Alp adlı altı oğlu varmış. Cihanşah şunları söylemiş: “Kardeşim Sultan Murad’ın nesebi Oğuz oğlu Gök Alp’e ulaşıyor. Gök Alp oğulları, Kızıl Boğa oğlu Kaya Alp oğlu Süleyman Şah oğlu Ertuğrul’a kırk beşinci göbekte erişmiştir. Kara Yusuf’un [kendi babası] nesebi ise kırk birinci göbekte Deniz Alp’e erişmektedir (…) Kardeşim Sultan Murad’ın nesebi bizim nesebimizden ağadır. Gökle denizin arasında fark olduğu gibi.”
Önce Timur, sonra da Akkoyunlular karşısında Osmanlı’ya dayanan Karakoyunluların, gerçek hayatta tanıdıkları Osmanlı üstünlüğünü, Oğuz ensâb geleneğinin sağladığı kolaylıklar sayesinde kâğıt üzerinde de tanımakta bir sıkıntıları olmazdı herhalde. Bu anekdotta ilginç olan şu ki Cihanşah, Osmanlıların mensup olduğu spesifik boyu zikretmediği gibi kendi boyunun adını da vermiyor. Sadece efsanevî atalar Gök Han ve Deniz Han’dan bahsedilmesi maksudun hâsıl olması için yeterli olmuş görünüyor. Bu durumun nedenleri hakkında ancak bazı tahminler ve yorumlar yapabiliriz. Belki, 15.Yüzyılın yarısında, bir zamanlar anlamlı olan boy aidiyetlerinde bir çözülme ve bununla birlikte gelen bir ilgisizlik ve bilgisizlik söz konusudur. Belki de bir kayıt sorunudur ve Şükrullah bu kadarını kaydetmeyi kâfi görmüştür.
Öte yandan, Cihanşah’ın, Osmanlı kroniklerinde kaydedilen Osmanlı atalarının bazılarını sayması, Osmanlı geleneklerinden haberdar olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, Gök Alp’ten bahsetmesi de o geleneklerin bir yansıması olabilir. Moğol harfli Oğuz tarihinin ise Uygurca Oğuznâme olma ihtimali yüksek. Eğer öyleyse burada söz konusu olanın da destanî bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Her hâlükârda, Şükrüllah, diplomatik nezakete halel getirmemiş ve “Bizde farklı rivayetler de söyleniyor” yollu bir şey dememişe benziyor. Belki o da bilmiyordu.
.05/03/2017 01:36
Yazıcızâde: Kayı soyu varken özge boy hanlarının soyuna padişahlık değmez
Bu 15. Yüzyıl müellifi Bizans ucunda küçük bir Oğuz evreni tahayyül etmişti.
Osmanlıların Kayı Boyu’ndan geldiğini ilk kez telaffuz eden ve bilinçli bir şekilde işleyen Yazıcızâde Ali’ye geldik nihayet. Önce ne dediğine, sonra da bunları niçin demiş olabileceğine bakacağız. 15. Yüzyılın ünlü diğer iki Yazıcızâdesi olan Mehmed ve Ahmed Bican’la ilişkisi belli olmayan yazarın hayatıyla ilgili pek az bilgi vardır. Eserini tenkitli bir şekilde yayına hazırlayan Abdullah Bakır’ın belirttiği üzere II. Murad tarafından elçilik göreviyle Mısır’a gönderilmiş olması mümkündür.
Bakır’ın Tevârih-i Âl-i Selçuk adı altında yayına hazırladığı bu eserin tam yazılış tarihi de karanlıktır. Metinde ebced hesabıyla düşülen bir tarihten yola çıkılınca Hicrî 827/1423-24’te yazılmış olma ihtimalinin büyük olduğu söylenebilir. Öte yandan, Akkoyunlu Kara Osman’ın [Kara Yülük] oğullarına olan bazı öğütlerini aktarırken ondan “merhum” diye bahsetmesi, Kara Osman 1435’te öldüğüne göre, bizi bu tarihten sonrasına getirecektir. Ali’nin çeşitli tabakalardan oluşan bu hacimli eserine ara ara dönüp ekler yapmış olması tabii ki mümkündür.
Yazıcızâde, eserindeki Selçuklu kısımlarını Ravendî’nin ve daha yoğun olarak da İbn Bibi’nin eserini Farsçadan çevirerek, Oğuznâme kısmını ise Reşideddin’e dayanarak oluşturmuştur. “Bunların nesebleri (…) Uygur hattıyla Oğuz-nâme’de yazılmıştır” ifadesinden Uygurca Oğuznâme’yi de görmüş olduğunu, en azından ondan haberdar olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Reşideddin’in anlatımını tercih ettiği açıktır.
Tevârih-i Âl-i Selçuk yalın bir çeviri değil, bir uyarlamadır. Kaynaklarındaki bazı kısımlar çıkarıldığı gibi çeşitli eklemeler de yapılmıştır. Konumuz açısından, çıkarmalardansa eklemeler daha önemlidir ve bunlara bakarak, Yazıcızâde’nin eserine ne gibi ideolojik işlevler yüklediği ve hizmetinde olduğu Osmanlı hanedanının meşruiyetini güçlendirmek amacıyla ne gibi tasarruflarda bulunduğunu görebiliriz.
Yazıcızâde’nin, Osmanlıların Kayı’dan olduğuna dair referanslarına bakalım. Ona göre, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat (1220-1237), Oğuz töresini, Oğuznâme’yi ve diğer tarih kitaplarını iyi bilen bir sultanmış. Askerini ve kanunlarını Oğuz töresince düzenler ve Oğuz töresini esas alarak hükmedermiş. Şöyle diyor:
“Sultan Alâeddin çeriyle kendözi Konya’dan Sultanuyunı’na [Sultanönü, Sultan Höyüğü] geldi. Küffarı yağı olduğu sebebiyle uç tarafına teveccüh etti. Tatar geldüğin işidicek kendi geri döndü. Ucu Hüsameddin oğlanlarına ve Kayı’dan Ertuğrul’a ve Gündüz Alp’a ve Gök Alp’a ısmarladı.”
Bu pasaj, Osmanlı’nın Kayı’dan geldiğine delil olmak bir yana anlattığı temel olay ve onun kahramanı açısından bile çok sorunludur. Şöyle ki I. Alâeddin Keykubat’ın bu yöreye, Moğolların gelmesiyle yarıda kesilen bir seferi yoktur. Osmanlı kroniklerinde Sultan Alâeddin’in geri dönmesine neden olan Moğolların Bayıncar Noyan idaresinde olduğunun belirtilmesine bakılarak bu sultanın Birinci değil Üçüncü Alâeddin Keykubat (1298-1302) olduğu yolunda bir tevile gitmek de çok güçtür ve tarihî gerçeklerle uyum içinde değildir. Zavallı III. Alâeddin Keykubat’ın, Bitinya ucuna sefer yapacak hâli mi vardı?
Yazıcızâde’nin kendi çağında dolaşımda olan rivayetlerden birini, büyük ihtimalle Ahmedi’den alarak, üstelik orada olmayan Kayı ve Çoban Oğulları eklemelerini yaparak I. Alâeddin Keykubat’ın yaşam öyküsüne monte ettiğini kolayca söyleyebiliyoruz. Zira kaynağı olan İbn Bibi’nin verdiği Keykubat’ın hâl tercümesinde ne bu sultanın, Sultanönü yöresine bir seferinden bahsediliyor, ne Ertuğrul’dan ne de Kayı’lardan bahis var. Ne de Oğuz töresini iyi bildiğine dair herhangi bir gönderme bulunuyor ki zamanında Faruk Sümer de bu hususa dikkat çekmişti.
Yazıcızâde, Reşideddin Oğuznâme’sine de ekler yapmıştır. Bunların en önemlisi Oğuz Han’a atfettiği bir vasiyetnamedir. Buna göre, Oğuz Han, ölmeden önce oğullarına öğütler vermiş. Bunlara uyulursa onların soyları dünya durdukça padişah olur, uyulmazsa düşmanları zafer kazanırmış. Oğuz, öğütlerin tutulmaması durumunda
olacakları söylemiş: “Her bir boy bir iklime düşe; Tacik [İranlılar] ve oturak ile karışalar, boylu boyunu ve sünüğünü unutalar.”
Bunun, meşruiyetini bozkır- göçebe geleneklerinden alan bir siyasî yapı için bir karabasan olduğu anlaşılıyor. Boy birliği dağılır, insanlar hangi boydan geldiğini bilmez ve soyunu unutur. Yerleşikler ve İranlılar ile karışmak da bir felâkettir. Padişahlık böylece gider. Nitekim Yazıcızâde biraz ileride Oğuz’a daha açık söyletiyor: “Ve daim göç edeler, oturak olmayalar.” İşin ilginç yanı, Osmanlılarla siyasî rekabet hâlinde bulunan Akkoyunlu Kara Osman’dan da aynı yolda nasihatler aktarması: “Olmasın ki oturak olasız ki beylik Türkmanlık ve yörüklük edenlerde kalır”.
Yazıcızâde’nin idealize ettiği bu durumun, Moğol sonrası dünyada, özellikle Doğu Anadolu ve İran’daki Karakoyunlu ve Akkoyunlu konfederasyonlarındaki yönetici elitin göçebe asıllı olmaya verdiği önemi yansıttığını hemen söyleyelim. 15. Yüzyılda Osmanlı ülkesindeki gerçek durumdan bağımsız olarak, eğer Osmanlı sultanları ülkelerini o taraflara doğru genişletecektiyse o dünyanın geleneklerinden ve kurallarından haberdar olmaları da iyi olurdu herhâlde.
Yazıcızâde’ki anlatıma geri dönersek, Reşideddin’de bulunmayan bir halk hikâyesine başvuran müellifimiz, Oğuz’a, çocuklarından aldığı okları altıya kadar rahatlıkla kırdırır. Oğuz, sonra her birinden birer ok alır, on ikişer okluk iki deste yapar, birer iple bağlar ve kırmalarını ister. Kıramazlar. Kıssanın hissesi meydandadır:
“İşbu temsil delilince gerektir ki biri birinize uyup vasiyetim mucebince Gün, han ola! Anın ardınca oğlu Kayı han ola. Madem ki Kayı soyundan han var ola, Bayat han olmaya; meğer kendi boyuna beğ ola. Kayı han olıcak Bayat sağ kol beğlerbeğisi ola. Ve sol kol beğlerbeği Bayındır’dır. İşbu tertipçe ağa varken ini ağalık etmeye, yani ulu kardaş var iken kiçi kardaş beğ olmaya.”
Bu hikâyedeki bir mesaj, birlik olmanın önemi ise diğeri de birliğe kimin hükümdarlık edeceğidir. Dolayısıyla tahta çıkış yöntemi hakkında da bizlere bir şey söylüyor. Hanlık, büyük kardeş diye hep Kayı’nın soyunda kalacaksa, küçük yaşta bir Kayı şehzadesi, yaşça kendisinden büyük ama aileleri kıdemsiz soylardan gelen diğer boy
beylerinin üzerinde yükselerek han olacaktır ki bunun da bir tür primogeniture (ilk doğan) kuralı olduğunu söyleyelim. “Kayı”nın kendi içinde hangi kuralın geçerli olduğu ise çok açık değil.
Yazıcızâde’nin sözü Osmanlı’ya getirmesi ise çok ustacadır:
“Atasından sonra çok zaman Kayı hanlar hanı oldu. Pes bu delil ve erkânca (…) padişahımız Sultan Murad bin Mehemmed Han ki eşref-i âl-i Osman’dandır padişahlığa ensab ve elyakdır. Oğuz’un kalan hanları uruğundan belki Çingiz Hanları uruğundan, dahi mecmuundan ulu asl ve ulu sünükdür, şer ile dahi, örf ile dahi. Türk hanları dahi kapısına gelip selam vermeye ve hizmet etmeye layıktır.”
Burada Osmanlı padişahlarının Kayı oldukları açıkça söylenmiyor ama diğer Oğuz hanları soylarına göre ve hatta Cengiz Han’ın sülalesine göre bile “hanlar hanı” olmaya herkesten daha layık olmalarından anlıyoruz ki Oğuz’un kıdemli sülalesine / boyuna mensupturlar. Öyle görülüyor ki başlangıçta sadece “hanlık” yeterken ve diğer Oğuz sülaleleri ancak “bey” olabilirken zamanla hanlar çoğalmış ama o zaman da “hanlar hanı” diye bir kategori icat edilmiş. İşte, Yazıcızâde’nin aktardığı Oğuz vasiyeti de Türkçe okuyabilen herkese ispatlayabilirdi ki Osmanoğulları’nın siyasî meşruiyet ve üstünlük mücadelesinde böylesine bir artısı vardır! “Tarih”e kim lüzumsuz demiş ki?
Yerimiz daralıyor ve tabii ki tartışma daha bitmedi ama Yazıcızâde’nin iyice cesur bir çabası daha var. Onu da alayım. Anadolu’da, İlhanlı egemenliğindeki Selçuklu idaresinin sonlarına doğrudur ve Gazan Han, birtakım karışıklıklardan sonra sultanlığı Feramûrz oğlu III. Alâeddin Keykubat’a vermiştir ama onun da başı Moğollarla belaya girer. Güya, bu varlığı ile yokluğu belli olmayan Alâeddin zamanında Osman “han” seçilir.
“Bu esnada uç etrafından haber vardı ki Kayı’dan Ertuğrul oğlu Osman Bey’i uçtaki Türk beyleri derilip kurultay edip Oğuz töresin sürişip han diktiler diyu. Ol hikâyet bu minval üzerineydi ki uçtaki Türk beyleri, ki Oğuz’un her boyundan uç etrafında Tatar şerrinden korkup yaylar ve kışlarlardı (…) Fi’l-cümle ol illerin beyleri ve kethüdaları cem olup Osman Bey katına geldiler ve meşveret kıldılar. (…) ‘Kayı Han hod mecmu‘ Oğuz boylarının Oğuz’dan sonra ağaları ve hanlarıydı. Ve Gün Han’ın [sic] vasiyetin[c]e Oğuz töresi mucebince (…) Kayı soyu var iken özge boy hanlarının soyuna hanlık ve padişahlık değmez. Çün şimden geri Selçuk Sultanlarından bize çare ve medet yoktur, memleketin çoğu ellerinden çıktı, Tatar üzerlerine gereği gibi müstevli oldu. Çün merhum [sic] Sultan Alâeddin dahi size safa nazar olmuştur. Siz han olun ve biz kullar sultanımız hizmetinde bu tarafta gazaya meşgul olalım’ dediler. Osman Beğ dahi kabul etti. Pes mecmu‘ örü durup Oğuz resmince üç kere yükünüp baş kodular.”
Yazıcıoğlu, Osman Bey’in bir savaş şefi olarak akranlarının arasından sivrilmesini Oğuz geleneğine yaslanarak izah ediyor. 1300 civarında Bitinya ucunun ne derecede bir Oğuz mikro kozmosu olduğu tartışılabilir elbette ama bu anlattığı dünyanın inanılırlığına gölge düşüren de yine kendisi. Yukarıdaki dramatik canlandırmadan sonra, “Ol zamanlarda Oğuz töresinden bakiye var idi. Şimdi ki bigi [gibi] top unutulmamış idi” diyor. Herhalde, 1400’lü yılların Osmanlılarına, o sözünü ettiği Oğuz dünyasının artık mevcut olmayışını bir şekilde açıklamak gerekiyordu.
.12/03/2017 03:33
Ne içindeyiz bozkırın, ne de büsbütün dışında
Kayı veya değil, en erken Osmanlı kaynaklarında hiçbir boydan olaylar örgüsü içinde bahsedilmemektedir.
Değerli Orta Asya tarihçimiz İsenbike Togan’ın Sarıca Toplantıları çerçevesinde yaptığı bir konuşmayı hatırlıyorum. 1993’ün sonu veya 1994’ün başı olması gerek. Togan, konuşmasında ilginç bir noktaya temas etmiş ve Orta Asya dünyasında ta Kök Türklerden modern zamanlara gelinceye kadar “han” unvanı kullanan bütün hükümdarların sadece iki hanedana, Aşina ve Cengiz hanedanlarına mensup olduklarını söylemişti.
Gerçekten de Timur gibi bir cihangir bile Cengiz soyundan olmadığı için kendine “han” diyememiş, ancak Cengiz soylu bir prensesle evliliği yoluyla o hanedana bir mensubiyet iddia edebilmiş, unvanları arasına “güregen”i (güveyi, damat) ekleyerek ve birtakım Çağatay prenslerini kukla hanlar olarak tutmak yoluyla Ulus Çağatay’ın hükümdarı olabilmişti. Aynı şekilde Kırım’daki Giray hanedanından tutun 20. Yüzyıl başına kadar Türkistan’ı yöneten tüm hanlar Cengiz Han soyundan gelmedir.
İşte, bozkırların Cengiz Han’dan önceki han ailesi de Aşina’ydı. Tarihçilerin, sülale listelerinde geçen “kara” sıfatından dolayı “Karahanlı” lâkabını uygun gördüğü ama kendilerine gerçekte böyle bir isim vermeyen, dolayısıyla da kaynaklardaki adıyla yani “Türk Hakanlığı” olarak adlandırılması daha yerinde olan hanedanın da bir Aşina / Afrâsyâb bağlantısı vardı (Bkz. Ömer Soner Hunkan, Türk Hakanlığı. Karahanlılar).
İlginçtir, 13.Yüzyıl başlarına kadar yaşayan bu hanedan, Büyük Selçukluların siyasî olarak üstünlüğünü kabul etmiş olmasına rağmen, Selçukluların kendileri “han” unvanını almamış veya alamamışlardı. Bu, Selçukluların içinden çıktığı Sir Derya Oğuz devletinin “kağanlı” bir devlet olmamasıyla ve sadece “yabgulu” bir devlet olmasıyla ilişkilendirilebilir ve Oğuz yabgularının Aşina sülalesiyle bağlantılı olmamasına yorulabilir. Selçuklular bu kısıtlayıcı durumu, fethettikleri yerleşik İslâmî dünyanın “sultan” ve “padişah” gibi unvanlarını alarak aşmış görünüyor.
Osmanlılar ise çok başlardan en sonuncu padişaha kadar “han” unvanını rahatça kullanmışlardır. Bunu, yukarıda bahsettiğim konuşmasında, “Peki, Osmanlılar nasıl olup da bu iki hanedana mensup olmadıkları hâlde ‘han’ unvanını hep kullanabilmişlerdi?” diyerek İsenbike Hanım’a sormuştum. O da, “Osmanlılar, Orta Asya dünyasına o kadar uzaktı ki istediklerini dediler, etraflarında itiraz edecek kimse yoktu ki!” cevabını vermişti.
Orta Asya dünyasından fizikî uzaklık ve tabii ki Orta Asya siyasî meşruiyet geleneklerine göre davranan ve ona göre de davranış bekleyen bir baskı grubunun mevcut olmaması yani çeşitli anlamlarıyla bozkırın dışında olmak Osmanlı hanedanının işini kolaylaştırmış olabilir. Öte yandan Tanpınar’ın ünlü dizelerinden mülhem, Osmanlıların, bozkırın büsbütün de dışında olmadıklarını söyleyebiliriz. Bunun veraset usulü gibi başka tezahürleri de var ama burada sadece “han”a yoğunlaşalım.
Ahmedi’nin ikinci hükümdar Orhan Bey’in ismi etrafında bir kelime oyununa girerek “Ol [Osman Bey] ölicek yerin aldı Orhan / Ana dedi ehl-i kerâmet: Ur [vur], han!” demesinden bile erken Osmanlı toplumunun “han” olmaya bir değer atfettiğini çıkarsamak mümkündür. Aşıkpaşazâde ise Osman Gazi’yi nökerleri ve beyleri olan bir han olarak anlatmaktadır. Hatta Aşıkpaşazâde’nin, Osmanlı hükümdarının bir han olarak portresini çizmek için büyük bir gayret içinde olduğu söylenebilir. Ancak savaş şefi olmakla, gazayla gelebilecek ve biraz da soy ve sopla desteklenecek bir unvandır bu. Han olmayı sürekli olarak savaş bağlamlarında zikretmesi bize böyle düşündürüyor.
Ona göre Osman Gazi, Karacahisar’ı aldıktan sonra (1288) Germiyan’dan gelerek kasabaya yerleşen göçmenler Cuma namazı kılmak istemiş ve kendilerine bir kadı atanması talebinde bulunmuşlar. Bu dileklerini de onlara imamlık yapan Dursun Fakih, Osman Gazi’ye iletmiş. Osman da “Size ne gerekiyorsa öyle yapın” demiş. Dursun Fakih, “Hanım! Sultandan izin gerektir” deyince Osman Gazi’nin çok öfkelendiğini görüyoruz:
“Bu şehri ben hod kendi kılıcım ile aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki andan izim alam. Ona sultanlık veren Allah bana dahi gazâ ile hanlık verdi (…) Ve ger minneti şu sancak ise ben hod dahi sancak götürüp kâfirler ile uğraştım (…) Ve ger ol, ben Âl-i Salçukvan der ise, ben hod Gök Alp oğluyum derin. Ve ger bu vilâyete ben anlardan öndin geldim der ise, Süleyman Şah dedem hod andan evvel geldi.”
Osmanlı kroniklerinin hemen hepsinde bulunan Selçuklu’dan Osmanlı’ya düzgün geçiş veya Osman’ın meşruiyetini Selçuk sultanından aldığı yolundaki görüşlerle taban tabana zıt bir resimdir bu. 13. Yüzyılın büyük isyancısı Baba İlyas’ın soyundan gelen Aşıkpaşazâde ile Selçuklu hanedanı arasındaki kan davasını ve dolayısıyla Aşıkpaşazâde’nin Selçuk karşıtı önyargılarını fazla karıştırmayalım ama söylediği açık. Bu sözlere bakarak, Osman’a “asi” demek bile mümkün olurdu, tabii bulunduğu ucu gerçekten bir Selçuklu sultanı yönetiyor idiyse! Cuma hutbesinin kimin adına okunacağı hâkimiyetin kimde olduğunu anlamaya yarayan en kestirme göstergelerden biri olduğu gibi, bir yere kadı atamak da ancak meşru yöneticinin ayrıcalığıydı. Kısaca, Osman’ın bağımsızlık iddiasını Aşıkpaşazâde böyle anlatıyor , “Ve ol kavim razı oldular. Kadılığı ve hitâbeti Dursun Fakı’ya verdi. Cuma hutbesi evvel Karaca Hisar’da okundu” diyor.
Başka bir yerde de Osman Gazi’nin bütün teşebbüslerinde başarılı olduğunu gören “gaziler” ona gelir ve “Hanımız! Elhamdülillah kim kâfir mağluptur ve ehl-i İslâm galiptir. Çünkü senin gibi hanımız var gayretli. Şimdiden sonra durmak câiz değildir” der.
Görüldüğü gibi Aşıkpaşazâde, han olmayı, en azından eş değerde bir meşruiyet kaynağı olarak sultan olmanın bir alternatifi gibi sunuyor. Epeyce ironiktir, Selçukluların, bozkırda meşru olarak tanınan han sülalesinden gelmedikleri için kendilerine sultan diyerek yeni meşruiyet kapıları açmasının tam aksi yönünde bir süreç işlemiş ve o unvanı zaten kullanan birileri olduğu için kendilerine sultan diyemeyen Osmanlılar yeniden han unvanına başvurmuş görünüyor. Etrafta herkesin “han” olarak kabul ettiği bir sülalenin olmayışı, dahası kimsenin “o kadar eskileri” hatırlamaması Osmanlıların bu unvanı sahiplenmelerini kolaylaştırmış olmalıdır.
İşte Oğuz efsanesi tam da bu noktada devreye giriyor. Metninin her yerinde olduğu gibi Aşıkpaşazâde burada da Osmanlıları götürüp Oğuzların Gök Han soyuna bağlıyor. Geçen hafta ise Yazıcızâde’nin o çok formel, o çok kitabî bir şekilde anlattığı üzere uçlarda bulunan Oğuz boylarının kurultay yaparak, Gün Han’ın oğlu Kayı’dan olması hasebiyle Osman’ı nasıl han seçtiklerini yazmıştım. Evet, Yazıcızâde “Kayı” diyor, anlattığından bağımsız olarak öyle olması da bir ihtimaldir ama 1300 dolaylarında böyle, her Oğuz boyunun katılımı ve kurultay yoluyla Batı Anadolu’da bir han seçilebilmesini tasavvur edebiliyor muyuz? Osmanlının Kayı’dan olduğunun nasıl bir bağlam içinde, hangi inanılırlıkta söylendiğinin hiç önemi yok mu?
Pek çok tarihçinin vurguladığı üzere Osmanlıların Kayı’dan geldiği iddiası ancak meşruiyetini Orta Asya- Bozkır geleneklerinden alan diğer devletlere karşı ideolojik bir işlev görmesinden dolayı bir önemi haizdir. Burada da Yazıcızâde’de açıklıkla görüldüğü gibi iki ayrı seviye var. Birincisi, gerçekten kabile konfederasyonu olan Karakoyunlu ve özellikle Akkoyunlu hanedanlarına karşı, onların boylarından daha soylu bir boy / atadan gelindiğini iddia etmekti. İkincisi ise, Cengiz Han’dan meşruiyetini alan Altınordu ve Timurlu gibi devletlere karşı efsanevî ve dolayısıyla daha eski bir bozkır geleneği ile donanarak prestij kazanmak ihtiyacıydı ki merhum Halil İnalcık’ın belirttiği üzere Timurluların durumunda bu Osmanlı bağımsızlığının savunulması anlamına geliyordu. Eğer, iki yüz küsur yıl önceki Cengiz’in hanedanından gelmek siyasî meşruiyet ve yönetme hakkı sağlıyorsa, ondan daha eski, ta Hazreti İbrahim zamanına giden Oğuz Han’ın, hem de büyük oğlunun soyundan gelmek bir hanedana daha büyük meşruiyet sağlamalıydı.
Burada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nokta ise şudur: Akkoyunlular, yine Gök Han kolundan Bayındır Han’ın soyundan geldiklerini iddia ediyorlardı ama Akkoyunlu konfederasyonu (ve sonra imparatorluğu) içinde gerçekten de Bayındır diye bir boy vardı. Üstelik de bu, beyin, sonraları da sultanın içinden çıktığı boydu. Aynı şekilde Karakoyunlu hanedanının da dayandığı kendi kabilesi, büyük ihtimalle Yıva boyundan gelen Baharlular vardı. Bunların muadili olarak Kayı veya değil, en erken Osmanlı kaynaklarında olaylar örgüsü içinde hiçbir boydan bahsedilmemesi, tek bir komutanın bile boy aidiyetinin zikredilmemesi fevkalâde ilginçtir. Osmanlı’da göçer asıllıların toplumda ayrıcalıklı veya yönetici sınıf olduğuna dair herhangi bir emare de yok.
Sonuç olarak, Osmanlıların içine doğduğu dünyanın, boy birlikleri ve tek tek kabile yapılarının çözüldüğü bir dünya olduğunu ve Osmanlı devletinin başka bir boyla rekabet hâlinde kurulmadığını söyleyebiliriz. Ancak bir yandan kendilerinin doğuya doğru ilerleyerek boylar dünyasıyla temasa gelmeleri, diğer yandan da “boylar dünyasının” Timur’un 1402 yılındaki hamlesiyle ta Bursa’ya, Osmanlının kalbgâhına dek girmesi hiç değilse siyasî propaganda seviyesinde durumu değiştirmiş görünüyor. Başka bir deyişle, kendileri fiilen bozkırın dışında olmakla beraber bozkır dünyasının terimleriyle meşruiyetlerini sağlayan diğer devletlere karşı rekabet edebilmek ve ayakta durabilmek için Osmanlılar da o dünyanın kurallarına göre oynamak gerektiğini düşünmüşlerdi. Bu konudaki en büyük yardımcıları ise tarihleri ve kültürleriydi.
.19/03/2017 01:28
Osmanlıdan bu yana sistem değişikliği arayışları
Osmanlı anayasa tarihini 1808’deki Sened-i İttifak ile başlatmak bir gelenek olmuştur ama daha geriye gitmek de mümkündür.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerini kapsayan son iki küsur yüzyıla bakıldığında hemen yapılabilecek bir gözlemle başlayayım: Anayasal arayışlar olarak da görebileceğimiz bütün sistem değişiklikleri veya sistem değiştirme çabaları iç ve dış büyük siyasî olayların ve onların yarattığı dönüşüm ve kırılmaların peşinden gelmiştir. Savaş, iç savaş, ayaklanma, darbe gibi büyük siyasî olayların hemen arkasından sistem değiştirme çabalarına girişilmiştir. Bu çabalardan bazıları başarılı ve uzun ömürlü olmuş, bazılarının ömrü ise ürettikleri esas belgenin üzerindeki mürekkebin kuruma süresi kabilinden kısa olmuştur.

Başarılı veya başarısız, irili ve ufaklı bütün bu sistem değişikliklerinde değişik taraflar arasında ve değişen oranlarda bir mukavele unsuru, bir kavilleşme görmek de mümkündür. İşte bazıları adları ve sanlarıyla gerçekten de anayasa olan ve bireyin haklarıyla ilgili düzenlemeler de getiren bu sistem değiştirme girişimlerindeki anayasallık vasfı, temelde bu mukavele / sözleşme unsurundan kaynaklanmıştır. Mukavelenin, yeminler veya karşılıklı yeminler ile sağlamlaştırıldığı, bir muahede şeklini aldığı da görülmektedir.
Osmanlı anayasa tarihini 1808’deki Sened-i İttifak ile başlatmak artık bir gelenek olmuştur. Hemen akla gelebilecek bir kaynak olduğu için zikredeyim, merhum Suna Kili ve merhum Şeref Gözübüyük’ün Türk Anayasa Metinleri adlı derlemesinin alt başlığı “Senedi İttifaktan Günümüze” şeklindedir. Aynı şekilde, yine merhum Bülent Tanör’ün Osmanlı- Türk Anayasal Gelişmeleri (1789- 1980) başlıklı çalışmasında da, anayasal gelişmelerin reform düşüncesiyle ilgisi açısından her ne kadar III. Selim döneminden kısa bir bahis varsa da, belge analizini o da Sened-i İttifak ile başlatıyor.
Bu yaklaşıma temel olarak bir itirazım yok; Sened-i İttifak’ı ben de anayasal nitelikleri olan bir mukavele olarak görüyorum ama zaman içinde biraz daha geriye gidilebileceği ve içlerinde mukavele / muahede yani sözleşme unsurları da barındıran bazı tarihî olayların ve hatta bazı esas belgelerin Sened-i İttifak’ın gölgesinde kaldığı kanaatindeyim. Burada Sened-i İttifak öncesinden başlayarak söylediklerimi açmaya çalışacağım, ama önce yazımın başındaki gözlemi biraz daha ete kemiğe büründürmek isterim.
On sekizinci yüzyılın sonlarından başlayarak hızlıca bakalım: Nizam-ı Cedit herhâlde az bir sistem değişikliği değildi; Avusturya ve Rusya ile savaşların başarısızlıkla sonuçlanması ve ordunun artık çarpışamayacağını bir mahzar ile padişaha bildirmesinden sonra, 1792’de geldi. Hüccet-i Şeriyye, 1807’de Kabakçı Mustafa Ayaklanması adıyla bilinen ve Nizam-ı Cedit’i sona erdiren ayaklanma- darbeden sonra, kaleme alınan ve ondan önceki sisteme iman tazeleyen bir mukaveleydi. Bir tür Osmanlı Magna Carta’sı olarak selamlanan Sened-i İttifak, 1808’de Alemdar Mustafa Paşa’nın sekbanlarıyla İstanbul’u işgal etmesi ve Nizam-ı Cedit karşıtlarını ezip sadrazamlığa el koymasından sonra; ayanlar, merkezî bürokrasi, ulema ve padişah arasında yapılan bir sözleşmeydi.
1839 Gülhane Hatt-ı Hümayun’u (Tanzimat Fermanı), Mısır Meselesi ve ürettiği krizlerin tavan yaptığı bir esnada ve Koca Hüsrev Mehmed Paşa’nın hükümet darbesi sonrasında ilân edildi. 1856 Islahat Ferman’ı Kırım Savaşı’nın doğrudan sonucuydu, Paris Barış görüşmelerine gidilmeden çıkarıldı. 1876 Kanun-ı Esasî’si, Anadolu’da kıtlık, Rumeli’nde ayaklanma, şiddetli bastırma ve savaş ortamında, bir değil iki padişahın tahttan indirilmesinden sonra getirildi. Kanun-ı Esasî’nin padişaha verdiği büyük yetkiler ise ancak başka bir ayaklanma ve tahttan indirmeden, yani 31 Mart vakasından, sonra, 1909’daki “tadiller” ile törpülendi ki bu büyük değişikliklerden sonra ortaya çıkan ürüne eskisiyle olan farkını vurgulamak için “Muaddel Kanun-ı Esasî” denebilir.
Osmanlı devletinin gelecekte alacağı şekil üzerine tek taraflı bir beyanname olan ve birey hakları hakkında bir şey söylemese de grup hakları hakkında yaptığı açık tesbitlerden dolayı yine “Magna Carta” ya benzetilen Misâk-ı Millî ise mütareke döneminin ağır şartları altında ilân edilmişti. 1921 Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu, Millî Mücadele döneminde olağanüstü yetkili bir ihtilâl meclisinin ürünüydü. Yeni bir anayasa olan 1924 Teşkilât-ı Esâsî’sinin ne kadar büyük bir kırılma ve dönüşüm sonucu ortaya çıktığı da ortadadır. 1961 Anayasa’sı, 1960 darbesinden sonra ve nihayet, 1982 Anayasa’sı ise 12 Eylül 1980 darbesinden sonra geldi.
Sadece basitçe sıralamak bile uzun sürüyor değil mi? Tabii ki bu sistem değişikliği çabalarının hepsinin tamamen aynı koşullar altında vuku bulduğunu veya değişiklik yapmak isteyen grupların aynı veya benzer niyet ve zihniyette olduğunu iddia edecek değilim. Kendileri de büyük dönüşümler getiren Islahat Fermanı ve 1924 Anayasa’sı nispeten daha istikrarlı zamanların ve olağan hâllerin ürünü gibi duruyor ama onlar da işte Kırım Savaşı ve İstiklâl Harbi gibi iki büyük ve dönüştürücü savaşın ardından geldi. Tamamıyla asude zamanların ürünü olmadıkları aşikâr. Diğerlerindeki olağanüstülük oranı ise hakikaten göz çıkarıyor.
Bu çeteleye güncel bir not düşmek kabilinden söyleyeyim; 15 Temmuz darbe girişimi kepazeliğinden sonra bugün fevkalâde önemli bir sistem değişikliğini içeren bir anayasa referandumuna gidişimiz de yukarıdaki genel resimle uyumlu görünüyor. Bazı “gelenekleri” aşmayı tercih etmiyor gibiyiz. Neden? Normal bir zamanda, sağlam bir kafayla sakince düşünerek bir sistem değişikliği yapamıyor muyuz? Neyse, değil tarihçilerin, yargının bile henüz hüküm vermediği bir vak’a ve tabii ki henüz gerçekleşmemiş olduğu için akıbeti belli olmayan bir halkoylaması hususlarında tarihçi olarak fazla bir şeyler söyleyemem. Bütünüyle “teorik” bir noktadan bakınca görünen budur. Ayrıca, dünyadaki büyük sistem değişikliklerinin en önemlilerinin de, mesela Amerikan ve Fransız devrimleri gibi çalkantılı ve kargaşalı büyük siyasî- sosyal olaylardan sonra yapıldığını belirtmekte fayda var.
Sened-i İttifak öncesine gelince, Nizam-ı Cedit’in neresinde görüyorum sahi kendine anayasallık atfı yapabileceğimiz bir gelişme, kimlerin hangi hakları (bir kez daha) teminat altına alınmış, nerede var bir sözleşme unsuru, kim kiminle ahitleşmiş? Tamı tamına bir yıl oluyor, bu sayfada “Vüzerâ Kanunnamesinin ne günahı vardı?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Nizam-ı Cedid döneminin ilk icraatlarından biri olan Vüzera Kanunnamesi, Osmanlı ülkesindeki herkesin kanı, canı, malı ve ırzının korunması hususunda bütün valileri uyarıyor, üstelik bunu Müslim- gayrimüslim farkı gözetmeksizin yapıyordu. Başka bir deyişle, Tanzimat Fermanı’na sonraki nesillerin gözünde anayasallık atfı kazandırmada çok önemli olan ve yapılacak kanunların dayanacağı “mevâdd-ı esâsiye” (esas maddeler) olarak orada zikredilen “emniyet-i can ve mahfûziyet-i ırz ü namus ve mal” maddelerini aynıyla Vüzera Kanunnamesinde de görmekteyiz. Bu temel teminatları vermenin, doğal hukuktan gelen insan haklarını güvence altına alarak devlet ve tebaası arasındaki bağları güçlendireceği ve bu anlamda bir sosyal sözleşme oluşturacağı ileri sürülebilir.
Bunun ötesinde, kanunların kimler eliyle, nasıl bir yöntemle yapılacağı ve “yasayıcılar” olarak işlev gören kişilere ne gibi dokunulmazlıklar veya teminatlar verildiği ve herkesin esas belgeye ve kanunlara olan sadakatinin nasıl sağlanacağı hususları da önemlidir. Gülhane Hattını bu açıdan incelemek herhalde müstakil bir yazının konusu olur ama Nizam-ı Cedit ile kıyas amacıyla kısaca belirteyim; Tanzimat’ın kanunları hazırlayan ana kurumu Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’dir [Meclis-i Vâlâ]. Abdülmecid, orada ve “Bâb-ı Seraskerî Dâr-ı Şûrâsında” [Dâr-ı Şûrâ-i Askerî] toplanacak üyeler ve devlet adamlarının hepsinin fikirlerini “hiç çekinmeyip serbestçe söyleyerek” kanunları hazırlayacağını vurguluyor. Bu kanunlara karar verildikçe padişahın hatt-ı hümâyûnuyla onaylanacaklarını ve yürürlüğe gireceklerini söylüyor.
Bütün bu düzeni kuran esas belge / anayasa makamındaki Gülhane Hattına karşı (ve dolayısıyla ona dayanarak yapılacak olan kanunlara da) herhangi bir harekette bulunmayacağına dair padişah “ahd ü misak” edecekti. Bu anlamda da padişah, kendi fermanı ile kendi otoritesini sınırlamış oluyordu. Yine aynı şekilde bütün ulema ve vükelâya da Hırka-i Şerif odasında yemin ettirilerek sadakatlerinin sağlanacağı düşünülmüş ve bu “kavânin-i şer’iyeye” karşı çıkanların cezalandırılacağı belirtilmiştir. Burada da herkesin hakkettiği cezanın “hiç rütbeye ve hatır ve gönüle bakılmayarak” icra edileceği söylendiğine göre hukukun üstünlüğünün vurgulandığını söyleyebiliriz. Böylece, kanun yapma işinin bir grup profesyonele havale edilmesinin de ilim dünyasının ilgisini çektiğini belirtip burada bırakayım.
Nizam-ı Cedit ile olan bağlantılara daha doğrusu Nizam-ı Cedit’in her veçhiyle Tanzimat’ın öncülü olduğu noktasına gelince, yukarıda bahsettiğim Vüzera Kanunnamesinde değil ama Nizam-ı Cedit döneminde çıkarılan pek çok kanunda gayet ilginç ifadeler görmekteyiz. Bu ifadelerin başında söz konusu olan kanunun “ittifak-ı ârâ” (oybirliği) ile kararlaştırıldığının belirtilmesi gelmektedir. O dönemde, imparatorlukta kanun yapan bir kurum mu varmış? Kimlerin oybirliği ile yapılıyormuş kanunlar? Mesela, topçu ocağı için yapılan kanunun mukaddimesi aynen şöyledir: “İşbu kânûnnâme-i hümâyûnum ittifak-i ârâ-yı ‘ulemâ ve erbâb-ı şûrâ ile tertîb ve tanzim ve pesendîde-i mülûkânem olmağla ilâ mâşâllâhü te‘âlâ düsturü’l-‘amel tutulmak üzere iktiza eden mahallere kayd oluna ve kânûnum olmağla bir vakitde hilâfına cesaret vukû‘a gelmeye mugâyiri hareket eder olur ise haklarından geline.”
Buradan anlıyoruz ki, kanun yaparken oybirliğine ulaşması gerekenler bazı âlimler ve kendilerine “erbâb-ı şûrâ” denilen bir grupmuş. Padişah da onaylayınca kanun yürürlüğe giriyormuş. Dolayısıyla padişahın kanunları tek başına geçirmediğini hatta kanun yapan yasayıcı gruptan farklı bir konumda, icra makamı olarak ortaya çıktığını da söyleyebiliriz. Devam edeceğiz.
.26/03/2017 02:48
Bir yeraltı Tanzimatı mıydı Nizam-ı Cedit?
Tanzimat fermanından önce kendi otoritesini sınırlayan, bunun için de bir grup ile sözleşen ve teminat veren bir padişah görüntüsü, Osmanlı tarih yazımı için yabancıdır.
Nizam-ı Cedit döneminde yayımlanan kanunnameler bir grup ulema ve “erbâb-ı şûrâ” adıyla anılan kişilerden oluşan bir heyet tarafından “oybirliği” usulüyle hazırlanmaktaydı. Gerçekten de bu dönemde çıkarılan kanunlara baktığımızda; “ittifâk-ı ârâ ile bu kânun-ı cedidi vaz‘eyledim” veya “işbu ittifâk- ârâ ile karâr-dâde olan nizâm-ı müstahsen (işbu oybirliğiyle karar verilen güzel düzenlemeler) türü ifadeleri sıkça görmekteyiz.
Tabii ki son kertede kanunları onaylayan ve yayımlayan yürütmenin başı olan padişahtı fakat yasama işinin özel bir kurula bırakılması ve bu kurulun da kanunları “oybirliği” ile kararlaştırdıklarının açıkça söylenmesi, hem padişahın keyfî bir şekilde yönetmediğinin vurgulanması hem de imparatorlukta daha kapsamlı bir güçler ayrımına gidildiğinin gösterilmesi bakımlarından önemlidir.
Bazı kanunnamelerde adeta kanunların hangi yöntemle hazırlandığı veya karar verme süreci de anlatılmaktadır. Meselâ, 1793 tarihli İrâd-ı Cedit Hazinesi Kanununda barış zamanında sefer için hazine biriktirmenin ne denli önemli olduğu vurgulanmakta ve “gerek şimdiye değin ittifâk-ı ârâ ile tanzimine ibtidâr olunan (başlanan) ve gerek bundan böyle bi’l-müzâkere cümlenin ittifâk ve istisvabıyla (onaylamasıyla) tedarikine himmet olunacak zevâ’id-i menâfi‘ (ziyade menfaatler)” den söz edilmektedir. Demek ki kararların oybirliği ile alındığı bir yasama mekanizmasından söz edilebileceği gibi bunun yöntemi de katılımcıların hepsinin tartışarak bir sonuca ulaşmaları ve onay vermelerinden geçiyordu. (Bkz. Yunus Koç ve Fatih Yeşil, Nizâm-ı Cedîd Kanunları, 1791- 1800)
Kanunnamelerden öğrenilebilecekler ise hâliyle sınırlıdır çünkü bu tür belgelerin gayrişahsî bir dili ve yapısı vardır. Dolayısıyla daha fazlası için başka tür belgelere, arşiv vesikalarına ve bir anlatı içeren vekâyinâmelere (ve diğerlerine) başvurmak gerekir. İşin aslına bakılacak olursa, modern tarihçilik, merhum Enver Ziya Karal’ın Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları. Nizam-ı Cedit çalışmasında dikkat çekmesiyle, III. Selim’in ıslahatını bir grupla birlikte yaptığından ta 1946 yılından beri haberdardır. Karal’ın “ıslahat ekibi” adını verdiği bu gruba, başka tarihçilerin “gayrı resmî ıslahat partisi” veya “Selim’in mutfak kabinesi” dediği de vakidir.
III. Selim döneminde devletin Yeniçeri ve Nizam-ı Cedit olmak üzere, bir değil iki merkezî ordusunun bulunması ve Anadolu ile Rumeli defterdarlıklarının yanı sıra İrâd-ı Cedit defterdarlığının kurulmasıyla beraber hazine bütünlüğünün bozulması, yani iki maliyenin mevcudiyeti gibi tezahürlerle kendini gösteren çatallanmanın bir de idarî boyutu olduğu söylenebilir. Ben de naçizane, bunlara bakarak bir yerlerde, III. Selim için “iki devletli sultan” nitelemesini kullanmıştım. Zira dönemin özellikle Avrupa kaynaklarından başlayarak, padişahın, sadrazam ve divan-ı hümayundan başka bir de bir “iç kabinesi” olduğu veya bir camarilla’nın devleti yönettiği konusunda pek çok kayıt mevcuttur. Belki, belki de gerçekten öyleydi, şimdilik müsaadenizle o tartışmaya girmeyeyim.
Öte yandan, III. Selim döneminde kanunları ve yönetmelikleri hazırlamakla görevli bir “yasayıcılar” grubunun mevcudiyeti ve bu grupla, padişah arasındaki ilişkilerin şekli bu “iç kabine” rivayetlerinin hiç değilse bir kısmını açıklayabilir. Şimdi, Karal’a, III. Selim’in kendileriyle yeminleşerek sözleşme yaptığı bir ıslahat ekibinin varlığını ve Nizam-ı Cedit’in “bir ıslahat partisinin programı” olduğunu düşündüren kaynağa yakından bakalım.
Daha ziyade Topkapı’daki Yayla veya Aydın Kethüda camiinin imamı olan yazarından dolayı Yayla İmamı Risâlesi olarak tanınan bu kaynağın diğer adı Tarih-i Vekayi-i Selimiyye’dir. Yazarının adı ve yazılış yılı bilinmemektedir. Fakat hikâye ettiği olayların 1810 Haziranına kadar geldiğine bakılırsa o sıralarda yazılmış olması mümkündür. Bugün maalesef tek nüshadır. Yazarının yeniçeriler için kullandığı “sersem bir taife” ifadesinden onlar için de pek olumlu düşünmediği söylenebilirse de Nizam-ı Cedit aleyhtarlığı çok daha ağır basmaktadır. Tamamı Fahri Ç. Derin tarafından Tarih Enstitüsü Dergisi’nin Ekim 1972 sayısında yayımlanmıştır. Karal’ın alıntısındaki okuma eksikliklerinin hemen tümünü tashih eden bu yayında da bütün risaledeki en kritik kelime diyebileceğim bir kelime tam okunamadan, kuşkulu bir hâlde kalmıştır. Beyazıt Kütüphanesindeki asıl nüshayla karşılaştırmama rağmen o kelimeyi ben de okuyamadım. “Tek bir kelimeden ne olacak?” diyebilirsiniz belki, ama o kelimenin Nizam-ı Cedit’i hazırlayan kurul veya grubun adı olarak geçtiğini söylemeliyim.
Yazar, anlattığı olayların tanığı olduğunu ve bazı dostları ile mütalâa ettikten sonra risalesini kaleme aldığını söylüyor. Amacı, Nizam-ı Cedit’in ortaya çıkışını, “asker-i şâhane” adıyla ordu düzenlenmesini, yeniçerilerin olaylarını, “hükûmet ordusu” nun Rumeli’ne çıkışını ve aynı yıl (başarısızlıkla) geri dönüşünü ve Alemdar Mustafa Paşa vakasını anlatmakmış.
Yayla İmamı’na göre, bir grup devlet adamı ve ulema, aralarında gizlice konuşarak hazırladıkları Nizam-ı Cedit’i III. Selim’e söylediklerinde “meşreb-i hümâyûnlarına gayet muvafık” geldiği için herkese açıklanmasını istemiş. Bu grubun başı olan ulemadan İbrahim İsmet Beyefendi, bunun üzerine Selim’i uyarmak gereği duymuş. Hazırlanan nizamın güzel olduğunu ve kolayca ortaya çıkarılabileceğini ve “ilâ âhırü’d-devrân düstûrü’l- amel” olacağına hiç şüpheleri olmadığını söylemiş. Fakat öyle zamanlar olabilirmiş ki devlet-i âliye darmadağın, padişahın tacı tahtı perişan olma noktasına varırmış. O zaman “ziyade cesaret” gerekirmiş, padişahın asla korkmaması ve “verilen nizam-ı cedidin aksine dair amel etmemesi” şartmış. Nizam-ı Cedit aleyhine birisi bir şey yazarsa ona iltifat etmemeli ve kanunlarını bozacak emirler vermemeliymiş.
Yayla İmamı’nın İbrahim İsmet Beyefendi’ye atfettiği sözlerin hepsi gelecekte Nizam-ı Cedit’i bekleyen zor günlerle ilgili değil, bazıları da grubun çalışma şekli, iç işleyişi ve doğrudan padişahla olan ilişkileri üzerinedir:
“[H]er bir madde taht-ı rabıtaya vâz’ olundukta lâyıhaya dâhil olan bu on nefer kullarınız beynimizde (aramızda) meşveret edip hülâsasını Şevketlü Efendimiz’e takrir ve tahrir eylediğimizde (söyleyip yazdığımızda) asla muhalefet buyurmayıp mucibince hatt-ı hümâyûn keşide kılıp…”
Yani, Nizam-ı Cedit’in her bir kanunu düzenlendikçe on kişilik kurul aralarında görüşüp, sonucu padişaha iletecekmiş. Padişah da asla karşı çıkmayıp onay vermeliymiş.
Dahası da var, padişah, “Bakayım vekil-i mutlakıma ifade edeyim” dememeli, sadrazama bile “sır” vermemeliymiş. Böylece grubun söylediklerinin gerçekleşmesine izin verilmesi “şirâze-i nizâm ve dibâçe-i intizâm” dan, yani işin esası imiş. Buna karşılık onlar da, kendi çocuklarını bile “mahrem-i esrâr” etmeyecek, konuştukları maddeleri gizli tutacaklarmış. Eğer “bu lâime (?) lâfzıyla isim verilen on neferden” biri vefat ederse, hepsinin “re’y-i ittifakıyla” devlet adamları ve ulema arasından seçkin, akıllı ve uygun birini seçeceklermiş. Eğer padişah da bu şekilde taahhüt ederse, yapılacak kanunlar düstûrü’l- amel olurmuş.
III. Selim de bu söylenenleri beğenmiş ve “Sizler Devlet-i âliyemde her birleriniz müntahab ve mücerreb (seçkin ve denenmiş) kullarım olmağla her ne ki re’yi görürseniz makbul-ı hümâyûnum olup” diyerek söz vermiş (ahd buyurur). Gruptakilerin kendisine sözlü ve yazılı erişimine izin verdiğini söyleyerek onlardan da gayretli ve dikkatli olmalarını istemiş. Bu şekilde bir taahhütte bulunarak “ahd ü aman” etmiş.
Hikâye böyle ama bunu nasıl anlamalı ve yorumlamalıyız? Osmanlı İmparatorluğu’nda, Venedik Cumhuru’ndaki meşhur Onlar Konseyi gibi bir yapılanma mı varmış? Karal, bu kurulun Selim tarafından kurulduğunu söylüyor ama Yayla İmamı’nın anlattıklarından bu sonuca ulaşamayız. Selim, bu kurulu pekâlâ daha önceki padişahlardan tevarüs etmiş de olabilir. Üyelerinin kayd-ı hayat şartıyla görev yaptıklarını ve dahası, yeni üyelerin eski üyeler tarafından seçildiklerini göz önünde tutarsak kurulun otonom bir yapı olduğu ortaya çıkar. Bir kısmı rical, bir kısmı da ulemadan oluşan bir kurul… Meşveret ederek, yani müzakere ve danışma yöntemiyle çalışıyor, oybirliği ile karar alıyor.
Gizli bir kurul olup olmadığını söylemek zor. Sadece, çalışma yöntemlerinin gizlilik içerdiği açık. Onlar, kurulda geçenleri kendi evlatlarına bile söyleyemeyeceklermiş. Buna karşılık da padişah, kurulun meşvereti sonucu kendisine gelen kararı, sadrazama bile bildirmeyecekmiş. Dolayısıyla, “Mutfak kabinesi” veya “İç kabine” söylentileri bu bağlamda hiç şaşırtıcı değil. Buradaki bağlam, Nizam-ı Cedit’i oluşturacak kanunların ve yönetmeliklerin tek tek yapılarak onay için padişaha iletilmesi. Buna bakarak, kurulun yasayıcılardan oluştuğunu söylemek mümkündür. Bundan başka bir işlevleri de var mıydı, meselâ, kendi yaptıkları ve sultana onaylatarak düstûrü’l- amel ettikleri yani yürürlüğe koydukları düzenlemelerin uygulanmasıyla da bir alakaları var mıydı?
Çok önemli bir husus ise bu grubun, padişah ile olan ilişkileri. Kendilerinden çıkan bir kanun veya düzenlemeye padişahın hiç karşı çıkmadan onay vermesini şart koşuyorlar. Padişah da bunu kabul ediyor ve onlara “ahd ü aman” veriyor. Neyi kararlaştırırlarsa “makbul-ı hümâyûnu” olacağını söylüyor. Buradaki “ahd” gruba verilen söz ise “aman” da işlerini yaparken kendilerine dokunulmazlık verildiğini gösteriyor. Tanzimat fermanından önce kendi otoritesini sınırlayan, bunun için de bir grup ile sözleşen ve teminat veren bir padişah görüntüsü, Osmanlı tarih yazımı için yabancıdır.
Karal’ın her iki seferinde de “lâyıha” diye okuduğu, Derin’in ise bir seferinde “lâyıha” diye okuduğu diğerinde “lâime?” diye okuyarak kuşku belirttiği kelimeye gelirsek; “lâime”, çekiştirme veya serzeniş anlamları olan bir kelime. Böyle bir gruba ad olması güç görünüyor. Üstelik Osmanlıcasından onu bile okuyamıyorum fakat bir seferinde kuşku beliriyorsa, diğerinde de öyle olmalıdır. Başka kaynaklardan yola çıkarak, bu kelimenin günlük hayatta hep kullandığımız, Batı kaynaklı bir kelime olması ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyip bitireyim.
.02/04/2017 02:58
Hüccet-i Şer’iye 1807: Unutulmuş bir sözleşme
III. Selim döneminin her yönüyle kapandığını resmen ilân eden bu sözleşme uzun ömürlü olmamıştır.
Osmanlı belgelerinin ve kaynaklarının kullandığı dil ne olursa olsun, Osmanlı padişahlarının, kendilerinden aşağıda bulunan herkese eşit ve çok uzak bir mesafede durduklarını ve yönettikleri tebaalarından erişilmez yüksekliklerde konumlanmış yöneticiler olduklarını düşünmemek gerekir. Böyle bir imaj her dönem için tartışılabilir ama 18. Yüzyılın sonundan itibaren manzara kesinlikle böyle değildi. Devir, bir antlaşmalar/muahedeler ve mukaveleler devriydi ve padişahlar, güçlerini artırabilmek, istediklerini daha etkin bir şekilde hayata geçirmek ve bazen de tahta çıkabilmek veya salt orada kalabilmek için çeşitli ittifak ve/ya uzlaşma arayışlarına giriyordu. Yönettikleri toplumdaki çatlakları onarabilmek ve ülke dışından gelen tehditlere gereği gibi cevap verebilmek de onlar için bir sebep olabiliyordu.
Bir tarafında daima padişahların bulunduğu bu muahedelerin aktörleri, muahedeler arasında ortak gruplar bulunsa da değişiklik gösterebilmekteydi. Bu da tabii ki padişahın, muahedesinde kimleri veya hangi grupları ağırlıklı olarak muhatap aldığıyla ilgilidir. Her hâlükârda bu çeşitli muahedelerin bazı acil sorunlara çözüm bulma çabaları olduğu kadar, bu dönemde artık toplumdaki sistem değişikliği arayışlarına karşılık geldiğini de söyleyebiliriz. III. Selim’in, birtakım ulema ve bazı devlet adamları ile yaptığı “muahede”, kamuya açıklanmadığı için, şimdilik bunların en karanlıkta kalanı ve en az bilinenidir, neticesi Nizam-ı Cedit olmuştu.
Tarih yazımında, kendisinden bir yıldan fazla bir süre sonra yapılan Sened-i İttifak kadar iyi bilinmese ve tartışılmasa da III. Selim’in tahttan indirilmesi ve Nizam-ı Cedit’in sonlandırılması üzerine yapılan 31 Mayıs 1807 tarihli Hüccet-i Şer‘iyye de böyle bir sözleşmedir. Tarafları, henüz iki gün önce tahta çıkarılan IV. Mustafa ve Yeniçeri Ocağı olarak görünmektedir. Değerli hocamız Kemal Beydilli, çeşitli Osmanlı kroniklerinde sureti verilen bu belgenin Osmanlı arşivlerinde bir nüshasını bulmuş ve bir makaleyle birlikte yayımlamıştır. Bu yayın sayesinde bugün, Kabakçı Mustafa dâhil, bu sözleşmeyi imzalayanların tam listesini görebiliyoruz. Kroniklerde ise bu liste ya hiç yoktur; hüccetin sadece metni verilmiştir veya eksiktir; Ocak adına imzalayanlar yoktur, sadece, çoğu ulemadan olan büyük rütbelilerin adları verilmiştir.
Beydilli’nin dikkat çektiği üzere Hüccet-i Şer‘iye, Osmanlı kroniklerinde “hüccetü’l-acûbetü’l-menkıbe” veya “hüccet-i garibe” gibi şaşkınlık bildiren ibarelerle nitelenmektedir. Olaydan yarım asır kadar sonra yazan Cevdet Paşa ise tüm hadiseyi 1807’de bir padişahın zorla tahttan indirildiği, diğerinin çıkarıldığı ve Nizam-ı Cedit’in “çekirdeğinin” isyancılar tarafından ezildiği büyük olayların, kendi deyişiyle “fetretlerin” bir parçası olarak görmektedir. Cevdet Paşa, daha önceleri de böyle büyük karışıklıklardan sonra olaylara karışanlara teminat verilmesinin imparatorlukta âdet olmuş olduğunu belirtmektedir. Ama ona göre “böyle alay tertip olunarak zorbalar ile muahede senetleri mübadele olunmak emsalsiz bir bidat” olduğundan dönemin “ukalâsı” tarafından o zaman bile çirkin görülmüş.
Padişahları yeryüzünde kimselerle anlaşmaya ve uzlaşmaya ihtiyaç duymayan kişiler şeklinde sunan ve ancak ilahî ilham ve destekle ülkelerini yönetir olarak gösteren kimi Osmanlı kronikçi ve tarihçilerinin merkez yönelimli hükümleri belki şaşırtıcı değildir. Fakat bu tür görüşler, Hüccet-i Şer‘iyye’nin sözleşme yönünü en erken teşhis eden ve onun, padişahın “mutlak gücünü” sınırlandırmak amacıyla, o gücü “paylaşmaya eğilimli sınıflarla” varılan bir uzlaşma olduğunu düşünen merhum Niyazi Berkes’i de etkilemiş görünüyor. Ona göre bu sözleşme hem şeriata hem de kanuna aykırıdır; “gelenek bakımından bidat, hukuk bakımından temelsiz”dir. “Belgenin biricik önemi, Osmanlı geleneği açısından gerçekten bidat olan bir durumu belgelendirmiş olması; ona siyasal değil, dinsel bir temel iddiasını ilk kez ortaya atmasıdır” diyor.
Görüldüğü gibi, Berkes de Cevdet Paşa gibi “bidat” diyor. Ne var ki aynı şeye “bidat” dediklerini sanmıyorum. Hatta bir adım ileri giderek, Cevdet Paşa’nın neyi “emsalsiz bidat” olarak gördüğünü pek kestiremeyen Berkes’in bir anlamlandırma çabasına giriştiğini ileri sürebilirim. Hüccet-i Şer‘iyye’nin padişah ve “kul”/yeniçeriler arasında yapıldığından hareketle şu yorumu yapıyor:
“Fakat biliyoruz ki, Osmanlı rejiminin daha iki yüz yıl öncesinden beri bozuluşunun sonucu olarak gerçekte yeniçeriler artık kul değildirler. Bu bakımdan asıl bidat kul olmayanların kul sayılması biçiminde çıkmış ve önceden bulunmayan bir durum anlamına gelen bidat, yeniçerilik örgütünün kendi içinde başlamıştır.”
Beydilli ise Hüccet-i Şer‘iyye’nin, isyan ettikleri için kendilerinden hesap sorulacağı endişesiyle hareket eden yeniçerilere, artık itaatli olmaları koşuluyla verilen bir garanti, bir “afvnâme” olduğunu vurgulamakta ve Berkes’in aksine, padişahın otoritesini sınırlamak için yapılmış bir girişim olduğu hususuna pek itibar etmemektedir. Hoş, Berkes de padişahın otoritesinin bu mukaveleyle tam olarak nasıl sınırlanmış olduğunu, padişahın hangi yetkilerine bir sınır çizildiğini fazla tartışmamıştır. Ancak, sözleşmenin getirdiği “yenilikleri” sayarken “(a) devlet, dinin ‘bilinenin uygulanması, istenmeyenin önlenmesi’ kuralına dayanacak” demek suretiyle padişahın otoritesinin şeriatla sınırlandırılacağı şeklinde anlamaya müsait bir imada bulunmuştur. Genel olarak doğru olan ve metnin gidişinden zaten çıkarılabilecek bu yorumunu ise maalesef Hüccet-i Şer‘iyye metnini eksik anlamasına borçluyuz. Metinde ne dendiğine ayrıntılı olarak eğileceğiz ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki orada devlet idaresinin bu kurala dayanması gerektiği yolunda, böyle bir ifade yok. Ancak askerlerin, devlet adamlarının “hilâf-ı şer‘ ü kanun” bazı hareketleri görüldüğünde (yani kriz veya uzlaşmazlık zamanlarında), ulemadan görevlerini yapmalarını ve “emr-i [bi’l]-ma‘rûf ve nehy-i [ani’l]- münker” kaidesini uygulayarak doğru söylemeye gayret etmelerini istediği söyleniyor. Ne var ki, Beydilli de, “ilk defa olmak üzere kâğıda dökülmüş ve bir hüccet şeklinde tanzim edilmiş” olan bu af belgesinin “yeni bir uygulama” olduğu görüşündedir:
“[İ]ki nüsha halinde kaleme alınan bu belgenin, bir nüshası Bâbıâli’de ve diğeri Yeniçeri Ocağı’nda kalmak üzere merasimle mübadele edilmesi ise, buna emsali olmayan bir olay özelliği katmaktadır (…) devrin kaynaklarında (…) yadırganmış ve devletin isyancılarla yaptığı ve teati ettiği bir mu‘ahede ve bir mukavele olarak kabul edilerek uygunsuz görülmüştür.”
Genç kuşak Osmanlı tarihçilerinin en çalışkanlarından Aysel Yıldız’ın, Kabakçı Mustafa Ayaklanması üzerine çok değerli bir çalışma olan kitabı bugünlerde yayımlandı (Crisis and Rebellion in the Ottoman Empire: The Downfall of a Sultan in the Age of Revolution). Temel olarak III. Selim’i tahttan indiren ayaklanmayı inceleyen bu orijinal çalışma, 1632, 1703 ve 1730 yıllarındaki ayaklanmalar sonrasında da benzer belgelerin hazırlandığını söyleyerek Hüccet-i Şer‘iyye’yi tarihsel bir bağlama oturtuyor.
Yıldız’ın hatırlattığı üzere ve “esnaf-ı tarihten” Abdi’ye göre, Kabakçı İsyanı’ndan bir önceki ayaklanma olan Patrona Halil vakasında da, 12 Ekim 1730’da, görev başında olmayan ulema tarafından bir “hüccet-i şer‘iye” hazırlanmış. Dahası I.Mahmud buna, “Yedlerine ita olunan hüccet-i Şer‘iyesi mucebince amel oluna” diye hatt-ı hümâyûn yazmış ve onaylamış. Yeniçeriler de bu “ahd ü misak” üzerine, “kavl ü karar” ederek, devlet işlerine karışmamaya ve karışan olursa cezalandırılmak üzere zabitlerine teslim etmeye söz vermişler. Burada da talep, cezalandırılma kaygısıyla yeniçerilerden geliyor, yine bir hüccet-i şer‘iyye hazırlanmış, sicile kayıt olunmuş ve padişahın hattıyla onaylı olan nüshası Baş Muhasebe kalemine konulmuş.
Yıldız, bu anlamda 1807 Hüccet-i Şer‘iyye’sinin de bir af belgesi, bir amanname olduğunu ama aynı zamanda hükümdar ve kendi kulları arasındaki bir antlaşma olması hasebiyle hukukî imalarının da ihmal edilemeyeceğini söyleyerek hem Berkes hem de Beydilli’ye hak veriyor ve şöyle diyor:
“Öte yandan, 1807 belgesi incelendiğinde basit bir af belgesinden daha karmaşık olduğu görülür. Sultanın kendisi tarafından taahhütte bulunulmuştu. Her şeyden önce bu, padişah ile onun memurlarını ve asileri karşılıklı sözlerle birbirlerine bağlayan resmî bir belgeydi. Böylece, herhangi bir çıkar grubunun üzerinde olması gereken hükümdar, müzakerelere girmiş ve bu belgeyi üreten süreçte taraflardan sadece bir tanesi olmuştu. Bu nokta, merkezin hukukî ve yürütme gücünü, özellikle, siyasî otorite için çok hayatî olan cebir tekelini zayıflatması bakımından çok önemlidir.”
Katılıyorum ama Yıldız da burada şekil yönünden bir analiz yapıyor, içeriğe girmiyor. Sadece mütekabiliyet ve mukavele esasları üzerinden ve tabii ki padişahın/merkezin gücünün gölgelenmesi açısından olaya yaklaşıyor. Hüccet-i Şer‘iyye’nin sisteme ilişkin taleplerini ve şartlarını dikkate almıyor. Gerçekten de Hüccet-i Şer‘iyye sadece, cezalandırılacaklarından korkan yeniçerilerin ileride sultanın emirlerine uyacaklarını ve kendi görevlerinden başka bir şeye karışmayacaklarını taahhüt etmeleri karşılığında kendilerine bir teminat verilmesi ve bu taahhüdün de doğrudan padişah tarafından yapılmasından ibaret bir muahede miydi? Yoksa Osmanlı siyasî sisteminin nasıl olması gerektiği, bu sistemde padişahın yerinin ne olduğu ve beklentileri karşılamayan sultanları neyin beklediği gibi konularda bazı esaslar koyuyor ve bu bağlamda birtakım saptamaları da içeriyor muydu? Eh, bir miktar söylemiş gibi oldum, bendeniz de bu Hüccet-i Şer‘iyye’nin iki taraf arasında basit bir muahededen çok daha fazlası olduğunu ve araya çok daha önemli bir şeyler sıkıştırıldığını düşünmekteyim. Yeniçerilere teminat verilmesi hususu işin gerçekten de bir parçasıydı ama galiba küçük bir parçasıydı.
Sened-i İttifak aslında merkezi güçlendirmek için tasarlanmıştı
Padişah sözleşmelerinin içinde, sözleşme niteliği açıkça öne çıkarılarak, hukukçular, tarihçiler ve diğer sosyal bilimciler tarafından en çok tartışılanı 7 Ekim 1808 tarihli Sened-i İttifak’tır. Herhangi bir sıra veya öncelik gözetmeksizin, bir şekilde Sened-i İttifak’ı tartışmış veya hakkında görüş beyan etmiş isimlerden aklıma gelenleri bir çırpıda yazayım: Enver Ziya Karal, Halil İnalcık, Niyazi Berkes, Şerif Mardin, Bülent Tanör, Ali Akyıldız, Kemal Beydilli, Stanford Shaw, Bernard Lewis, Carter Findley, Sina Akşin, İsmail Hami Danişmend, İlber Ortaylı, Server Tanilli, Selçuk Özçelik, Hayatti Hazır, Tarık Zafer Tunaya, Orhan Aldıkaçtı, Sıddık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı, Yavuz Abadan, Bahri Savcı, Recai Okandan,.. Listeyi uzatmak tabii ki mümkündür. Ayrıca tartışma hâlâ devam ediyor, bu bağlamda genç kuşak tarihçilerden Ali Yaycıoğlu ve Aysel Yıldız’ı hemen zikredeyim. Kaldı ki, Osmanlı tarihçileri Şânizâde Ataullah Efendi’yi ve Ahmed Cevdet Paşa’yı da bu eksik listeye muhakkak eklemek gerekir.
Tartışmaların önemli bir bölümünü, padişahın otoritesinin sınırlanması, hukuk devleti kurulması veya hukukun hâkimiyeti ilkesinin belirmesi ve anayasal yönetime doğru bir adım atılması konuları oluşturuyor. Bu bağlamda Sened-i İttifak’a bir tür Osmanlı Magna Carta’sı muamelesi yapılmasının oldukça yaygın olduğunu ve iki belge arasındaki benzerlik ve farklılıklar üzerine de tartışıldığını belirteyim.
Sened-i İttifak’a merkez- çevre ilişkileri çerçevesinde yaklaşılıp, artık tarihçi veya sosyal bilimcinin kendi meşrebine göre, sözleşmenin taraflarından biri olan âyan hanedanlarının lehinde veya aleyhinde bir tavır belirlenmesi bu tartışmanın olmazsa olmazlarındandır. Üçüncü bir yol olarak, senedin âyan ve devlet veya merkez ve çevre arasında bir uzlaşma belgesi olduğunu hatırlatanlar varsa da Osmanlı tarihçilerinden başlayarak bu tavır genelde âyanın çok aleyhindedir. Âyanın bu sözleşmede çok kârlı çıktığı, padişahın gücünü maalesef âyanlar ile paylaşmak durumunda kaldığı, devletin derebeyler elinde oyuncak olduğu, itibarının çok düştüğü, âyanlar ile muahede yapılmasının bile zül olduğu, onların gücünü tanıdığı ve meşrulaştırdığı için merkezî devletin otoritesinin çok büyük bir darbe aldığı, dolayısıyla Sened-i İttifak’ın Osmanlı merkez otoritesinin zayıflamasında çok önemli bir aşama olduğu veya bu sürecin şahikası olduğu yorumları çok yaygındır. Senedin daha ziyade merkezin çıkarlarına uygun olduğunu düşünen Bülent Tanör gibi araştırmacılar ise azınlıktadır.
Bağlantılı olarak, padişahın böyle bir belgeyi onaylamak istemediği ama mecbur kaldığı için onayladığı ta Osmanlı tarihçilerinden beri dile getirilen bir görüştür. Şânizâde’ye göre, Dârüsaade Ağası Anber Ağa, üst kısmına hatt-ı hümâyûnunu yazması için senedi II. Mahmud’a götürdüğünde, padişahın yüzü asılmış ve yakın adamlarından birinin nedenini sorması üzerine, “Bu kâğıdın ne idüğini bilir misin? Bunu yazanlar kabil-i iştirâk olmayan (ortak kabul etmeyen) saltanat-ı Osmaniye’ye münâfî (aykırı) harekete cesaret etmişler” demiş. Dahası, senedi hazırlayanların hepsinin yakında katledilerek cezalarını bulacaklarını söylemiş.
Bu sözler, olaydan çok sonra, “sözüne güvenilir bir kişiden” aktarılan bir anekdot olmakla beraber Sened-i İttifak’ı hazırlayan ve imza edenlerin başlarına gelenlerden dolayı tamamen yabana atılmaması gerekir. Hemen bütün âyan hanedanlarının gücünün kırıldığı bir dönemde ve devletin resmî vekayinüvisi olarak yazan Şânizâde’ye göre, Alemdâr Mustafa Paşa zamanında “ricâl-i devlet” olarak tanınan ve “isbât-ı vücûd” davasına düşerek ikbâl sarhoşluğu ile sersem olan ve kendinden geçmiş bulunan birtakım kişiler hazırlamış Sened-i İttifak’ı. Başka bir yerde de, “Sened-i Nizâm-ı Devlet tabir ettikleri tertib-kerde-i cumhûr-ı cühela ve mecmua-i mevadd-ı nâ-sezâ” diyor. Yani Devlet Düzeninin Belgesi dedikleri ve bir cahiller topluluğunun düzenlediği yakışıksız maddeler bütünü… Şânizâde’nin ne kadar aleyhtar olduğunu fazlaca vurgulamaya lüzum yok ama onun söylediklerinden bile bu belgeyi bazı devlet adamlarının hazırladığı ve dahi bu belgeyi “Sened-i Nizâm-ı Devlet” [anayasa olarak okuyun] olarak gördükleri anlaşılmıyor mu? Peki, nasıl oluyordu da âyan, hazırlayıcısı bile olmadıkları bu senetten kârlı çıkıyordu?
Şânizâde ve Cevdet gibi merkez tarihçilerinin olumsuz tutumlarının daha sonraki tarih yazıcılığında çok etkili olduğu ve Sened-i İttifak hakkındaki yorumların büyükçe bir kısmını şekillendirdiği açıktır. Hatta sonraki tartışmaların epey bir kısmının, padişahın bu belgeyi imzalamadığı/onaylamadığı veya ona doğrudan taraf olmadığı konuları etrafında dönmesinin nedeni de son kertede, bu Osmanlı tarihçilerinden yansıyan bir “inanmazlık” hissidir: Nasıl olur da bir padişah böyle bir belgeyi onaylar? Öyle görünüyor ki, II. Mahmud’un taşradan (hariçten) gelen âyan ile bir sözleşme yapması, payitahttaki (dâhildeki) yeniçeriler ve ulema ile sözleşmeler yapan daha önceki sultanlar, I. Mahmud veya IV. Mustafa’nın hareketlerinden çok daha uygunsuz bulunmuştu.
Ali Akyıldız’ın Sened-i İttifak’ın bir arşiv nüshasını bularak 1998’de yayımlaması, tartışmaların hiç değilse bu bölümünü bitirmiş, padişahın, sözleşmenin doğrudan bir tarafı olduğu hususunu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermiştir. Dönemin bir antlaşmalar ve sözleşmeler dönemi olduğuna değinmiştim. Nitekim II. Mahmud burada, din ü devletin ve “millet-i beyzâ-yı Muhammediye’nin” diriltilmesinin (ihya) ancak devletin ileri gelenlerinin ittifak etmesi ve kalplerinin uzlaşmasına bağlı olduğunu, bunun da işte bu antlaşmaların (uhûd) ve uğurlu misâkların/yeminlerin (mevâsîk-i müteyemmine) daima uygulanmasına bağıtlı (meşrût) olduğunu söylüyor. Ağabeyi IV. Mustafa’nın yaptığı gibi Allah ve peygamberi anarak yemin etmese bile, “Binâenaleyh işbu ittifak senedinde muharrer (yazılı) uhûd ve şerâyit-i malûmenin bi-fazlillahi te‘âlâ harf-be-harf icrâ ve ifâsına bi’n-nefs zât-ı hümâyûnum müteahhid olmağla” diyerek senedin harfiyen uygulanmasını şahsen taahhüt ettiğini açıklıyor. İstanbul’da ve taşrada “düstûrü’l-amel” tutularak aynen uygulanmasına sadrazamın, şeyhülislâmın, vezirlerin, ulemanın, devlet adamlarının ve âyan hanedanlarının hepsinin dikkat etmesini emrediyor ve Sened-i İttifak’ın hilâfına en küçük harekete kalkışıp, maazallah, “fesh-i ahde” cesaret edeceklerin dünya ve ahirette cezalandırılacakları uyarısında bulunuyor. Bu anlamda da, Sened-i İttifak’ın sürekli olarak uygulamada kalacak ve herkesi bağlayacak bir esas belge olma özelliğinin olduğunu söyleyebiliriz.
Sened-i İttifak, Alemdâr Mustafa Paşa’nın Rumeli kuvvetleriyle İstanbul’u işgali, IV. Mustafa’nın yerine 28 Temmuz 1808’de II. Mahmud’un tahta çıkışını sağlaması ve bir darbeyle sadrazamlığa el koymasını içeren hızlı akışlı bir olaylar zincirinin sonucudur. Nizam-ı Cedit kadrolarından olup da Alemdâr’a sığınan ve “Rusçuk Yâranı” olarak bilinen bir grubun, daha 1806’daki Edirne Vakası’nda Nizam-ı Cedit karşıtı olan bu âyan kökenli paşayı nasıl ikna ettiğini, dahası nereden cesaret alarak birer birer onun yanına sığındıkları gibi konuları tam olarak bilmiyoruz. Her hâlükârda, bu grubun, imzacısı oldukları senedin hazırlanmasında büyük rol oynadıkları aşikâr görünüyor. Alemdâr’ın büyük bir meşveret-i amme için İstanbul’a davet ettiği ve kendilerine bağlı ordularla gelen büyük âyan ve İstanbul’dakiler arasında, bu toplantılarda tam olarak neler konuşulduğunu da bilmiyoruz. Padişah, senedin imzalanmasına yakın bir tarihte, 29 Eylül 1808’de âyanlar da dâhil, katılımcılarla Kâğıthane’deki Çağlayan Köşkü’nde bir araya geldi. Kâğıthane’de toplanan ve adeta bir “kurucu meclis” gibi işlev gören bu meşveretin sonucu Sened-i İttifak oldu.
Bu çok önemli belge, mufassal bir giriş, 7 maddeden oluşan bir şartlar kısmı ve bir de ilginç sonuçtan oluşmaktadır. Girişte, amacın ümmetteki uzlaşmazlık (şikak) ve nifakı ortadan kaldırmak olduğu belirtilir. Herkesin velinimeti olan Osmanlı devleti bir süredir kötüye gitmektedir, “şirâze-i eczâ-yı nizâm” perişan olmuş, devlet adamları arasında ve taşradaki “memâlik hanedanlarının” içinde çeşitli nedenlerden dolayı bencillik ve şikak halleri görülmeye başlamış, devletin kuvvetinin yerini dağılma ve güçsüzlük almış ve saltanatın esası yok olma noktasına varmıştır. Zengin ve yoksul, küçük ve büyük, bütün “millet-i beyzâ-ı Ahmediye” genel bir dermansızlık ve güçsüzlük içindedir. Dolayısıyla geçmiş olaylardan ibret alan ve durumun ciddiyetini anlayan katılımcılar, çatallanmayı ve bölünmeyi birliğe çevirmek amacıyla defalarca toplanarak “ihyâ-yı din ü devlet” için çalışmak üzere birleşmiş ve bağlaşmışlardır.
Senedin içeriğini konuşmaya devam edeceğiz ama şu kadarını söyleyeyim ki birinci maddesine bakıldığında herkes, padişahın gerek şahsına gerekse saltanatına kefil olmakta ve taahhüt etmektedir. Eğer, vezirlerden, ulemadan, devlet adamlarından, âyan hanedanlarından ve ocaklardan açık veya gizli ihanet eden olur ve birisi padişahın emirlerine karşı hareket ederse, gerekli soruşturmadan sonra cezalandırılması konusunda herkes çaba gösterecektir. Bu ittifaka dâhil olmayan bulunursa, bütün katılımcılar zor kullanarak onun da antlaşmaya uymasını sağlayacaktır.
İlk bakışta (bu bakışın biraz saltanatçı olması gerekir) padişah için hakaretamiz görünen bu maddeyi, Fransa’da XVI. Louis’nin, Osmanlı’da III. Selim ve IV. Mustafa’nın öldürüldükleri ihtilaller ortamı içinde değerlendirirsek, Osmanlı’da padişahlığın kurum olarak esas olduğuna karar verilmesi anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Bu da herhâlde Osmanlı hanedanının ve onun etrafında birleşen merkez bürokrasisinin çıkarına aykırı değildi. Merkez yönelimli Osmanlı tarihçileri ve onları izleyenlerin, “derebeyi”, “mütegallibe” vesaire diyerek taşra hanedanları ile onlara bağlı âyanları küçümsemesini ve onların da dâhil olduğu bir sözleşmenin yapılmasını sert ifadelerle yermesini ise boş verin. Devlet, ülke büyüklüğündeki bölgelerde vergi toplama işini kendilerine havale ettiği ve getirdikleri ordular olmazsa savaşlarını yürütemeyeceği hanedanların/âyanların meşruiyetini daha önce hiç kabul etmemiş de ilk kez Sened-i İttifak’ta bunları muhatap alıyormuş gibi yazmak resmî vekayinüvislerin övünebileceği bir hüner olabilir ama bugün, köprülerin altından bunca su aktıktan sonra daha gerçekçi yorumlar yapabiliriz sanıyorum.
.23/04/2017 02:34
Bir merkeziyetçilik anayasası olarak Sened-i İttifak
Merkezin önceliklerini gözeten bu esas belgeyi imzalayanlar arasında Anadolu’nun en büyük âyan hanedanları olan Karaosmanoğulları ve Çapanoğulları da vardı.
Osmanlı merkez tarihçilerinin taşra güçlerine karşı besledikleri önyargılar ve onlara ilişkin kullandıkları dilin etkisinden kurtulduğumuz takdirde Sened-i İttifak’ın aslında bir merkeziyetçilik anayasası olarak tasarlandığını, âyanları yeni ve merkeziyetçi bir sisteme entegre etmeyi hedeflediğini görebileceğimiz kanısındayım. Padişah sözleşmelerine taşra güçlerinin ilk kez katılmasının Osmanlı müesses nizamı açısından, hele ki olaydan çok sonra yazan tarihçilerin dilinde, şok edici bir etkisi olabilir ama bizim bu tepkileri aynen benimsemek ve eleştirel bakmamak gibi bir tutum takınmamız sanırım bir zorunluluk değildir.
Çok formalist bir bakışla bakıp bu sözleşmenin âyanların gücünün zirvesi olduğunu savunsak bile; A-Sözleşme ortada, bir içerik analizi bize ne söyler acaba? B- Sened-i İttifak’tan sonra Osmanlı ülkelerinde merkezileşme mi, âdem-i merkeziyet mi öne çıkmıştır? Kaldı ki “zirve” dediğimizde en yüksek noktayı kast etmiyor muyuz? Sonrası iniş değil midir? Her hâlükârda, 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda baskın eğilim âdem-i merkeziyet olarak tezahür etmiş olsaydı Sened-i İttifak’a da kimse zirve muamelesi yapmaz, olsa olsa bir başlangıç olduğu söylenirdi.
Bazı tarihçiler gibi ben de Sened-i İttifak’ın, dünyayı kuşatan devrimler çağının bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Fakat bu devrimler çağında, taşradan gelmiş çok güçlü bir ordunun başındaki âyan kökenli sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın saltanatı ilga etmek yerine güçlendirerek devamını sağlamaya çalışmasının, dahası bu ilkeyi yazılı bir esas belge hâline getirmesinin son derecede anlamlı olduğunu düşünüyorum. Başka bir deyişle, Osmanlı toplumsal uzlaşmasının güçleri, devrimler çağında padişahlığı ibka etmeye karar vermişti. İşte Sened-i İttifak’ın birinci maddesi bu oluyordu.
İkinci madde ise Osmanlı reformlarının olmazsa olması, hem amacı hem de aracı olan askerlik hakkındadır. Senedin uzlaşmacılarına göre, Devlet-i Âliye’nin bekası ve gücünün artması herkesin varoluş sebebi olduğundan, Osmanlı topraklarından toplanacak olan asker, müzakerelerde kararlaştırıldığı gibi “devlet askeri” olarak toplanacak ve daimî olacaktı. Oybirliği (ittifak-ı ârâ) ile alınan bu kararı “zararlıdır” diyerek değiştirmeye cesaret eden olursa ve ocaklardan itiraz ve muhalefet gelirse bütün taraflar birleşerek bunu önleyecekti. Devletin nereden olursa olsun düşmanı çıktığında hemen karşılamak “esâs-ı nizâmdan” olduğu için bu usule hiçbir zaman karşı çıkılmayacaktı.
Burada, Sened-i İttifak’tan bir hafta sonra, 14 Ekim 1808’de Sekban-ı Cedit adıyla canlandırılan düzenli ordu için bir anlaşma söz konusudur. Bütün kıyamet, zaten düzenli bir ordu oluşturulması meselesinden kopmuyor muydu? Merkez tabii ki bu maddeden çok memnun olurdu. Burada dikkat çekecek bir nokta varsa o da Karaosmanoğlu ve Çapanoğlu’nun düzenli orduya itiraz etmeyerek bir anlamda kendi işlevlerini battal kılmayı ve bunun neticesinde siyaseten güç kaybetmeyi neden kabul ettikleridir. Üçüncü madde de bağlantılıydı; askeri çoğaltmak için vergilere ihtiyaç olması ve bu vergilerin toplanmasında âyanın taahhütte bulunması ve yardımcı olacağını söylemeDördüncü madde yönetimde birlik ilkesiyle ilgilidir ve yönetimin hiyerarşisini korumayı amaçlamaktadır. Padişahın bütün emirleri Sadrazam kanalıyla verilecektir. Böylece herkes “büyüğünü bilip” vazifesinden dışarı çıkmayacaktır. Şu kadarı var ki, eğer sadrazamlık makamından “hilâf-ı kanun” ve taahhütleri bozacak bir emir çıkarsa, rüşvet, irtikap veya devlete zararlı bir davranış gerçekleşirse bu kez bütün taraflar bunu engelleyeceklerdir.
Sened-i İttifak üzerine genelde derinlikli analizleri olan Ali Yaycıoğlu, “Sadrazamın vekil-i mutlak olduğu vurgulanıp devlet emirlerinin ondan çıkacağı söylendikten sonra, paradoksal cümlelerle otoritesi kısıtlanır” şeklinde bir değerlendirmede bulunuyor ama bu kanaatte değilim. Burada, aslında sadrazam ve onun üzerinden padişaha, onların da üstünde kanunun olduğu hatırlatılmaktadır. Dolayısıyla Osmanlıların anladığı şekliyle hukukun hâkimiyeti ilkesine bir gönderme yapılması söz konudur. Merkez seçkinleri ve padişah muhakkak ki böyle bir ihtarın taşradan gelmesine sıcak bakmazdı. Fakat “hilâf-ı kanun” hareketleri, hele rüşvet, irtikap gibi düzensizlikleri onaylayacak hâlleri olmadığı için de bu maddeye itiraz edemezlerdi.
Beşinci madde, padişahın şahsının, saltanatın ve devlet düzeninin korunması için herkes nasıl taahhütte bulunduysa, “memalik hanedanlarının” ve onların altındaki küçük âyanların da devletten emin olmaları ve İstanbul’da bulunan devlet adamlarının da birbirine karşı güven duymaları için karşılıklı kefaletler konulmasıyla ilgilidir. Eğer, hanedanlardan birine, devlet ve taşralardaki vezirlerce veya birbirlerinden, haksız yere (hilâf-ı şart-ı ittihâd bir hareketi zuhûr etmedikçe) bir saldırı olursa bu, uzak yakın denilmeyerek herkesin davacı olması ve bu işe kalkışanın ortak olarak cezalandırılmasıyla önlenecekti.
Hanedanlar ise idareleri altındaki âyan ve eşrafa kefil olacak, onların haklarına saygı duyacaktır. Ancak bu küçük âyanların senede aykırı suç ve hıyanetleri olursa, gereği gibi soruşturulduktan ve sadrazamdan izin alındıktan sonra yerlerine yenileri seçilebilecektir. Aynı şekilde, merkezdeki devlet adamları, ulema ve seçkinlere de herhangi bir yerden “ihanet ve suikast” gelmemesi için garantiler verilmektedir. Cezalandırılmayı gerektiren bir durum yoksa kimseye dokunulmamalıdır. Metin, bir kişinin suçu olursa o suçun herkes indinde aşikâr olmasından sonra cezalandırmanın suçun derecesine göre sadrazamlık makamı tarafından yapılması gerektiğini söylüyor.
Bu madde, taşradaki hanedanların konumlarını sağlamlaştırmak ve bir anlamda onları padişah ve merkezî devletle eşitlemek açısından çok önemlidir. Burada ayrıca, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda karşımıza çıkacak olan suçsuz ceza olmaması ilkesinin de bir öncülünü görüyoruz. Her ne kadar, suçlunun adil bir şekilde yargılanmasına değil de sadece suçun “herkes” tarafından görülmesine göndermede bulunulsa da, âyan veya değil, devletle işi olan herkese bazı temel garantilerin sağlanmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Ne var ki, âyanı en fazla öne çıkaran bu maddede bile merkezî devletin büyük bir üstünlüğü vardır. Bu da kimin Sened’e aykırı davrandığına ve suçlu ilân edileceğine ancak merkezî devletin karar verebilmesiyle ilgiliydi.
Altıncı madde çok nettir. Burada, İstanbul’da ocaklardan veya bir başka taraftan “fitne” çıkarılırsa, hanedanların izin almaksızın gelerek cesaret edenlerin cezalandırılmasına ve “ol ocağın kaldırılmasına” müteahhit oldukları belirtiliyor. Örnek olarak da III. Selim’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan isyanı başlatan Boğaz Kalelerindeki yamak teşkilatının kaldırılması veriliyor. Burada yeniçerilerin açıkça uyarıldığı hatta tehdit edildiği görülüyor.
Yedinci maddede dolaylı da olsa halka gönderme yapılıyor ve reayanın korunmasının esas olduğuna dikkat çekiliyor. Âyan, yönetimleri altında bulunan yerlerin asayişine ve halkın aşırı vergilerle ezilmemesine dikkat edecek ve “vükela” ile taşra hanedanları arasında zulmün giderilmesi ve vergilerin değiştirilmesi konularında yapılacak müzakerelerde nasıl karar verilirse onu da uygulayacaktır. Hanedanlar birbirlerinin denetleyicisi olacak ve padişahın iradesine ve şeriata aykırı bir şekilde zulüm ve haksızlık yapan olursa merkezî devlete haber verecek ve hep birlikte önlemeye çalışacaklardır.
Burada da, devletin vergi toplama gibi temel bir konuda âyanlara yetki devretmesine ve toplanacak verginin miktarına onlarla müzakere ederek karar vermesine bakılarak merkezî devletin çok zayıfladığı gibi bir yorum elbette yapılabilir. Fakat unutulmaması gereken bir husus vardır: Vergi ve asker toplanması gibi konulara modern devletin bakış açısından yaklaşılmamalıdır. Bu dönemdeki Osmanlı dâhil modern öncesi devletlerde, modern devletin tekeline aldığı bu iki konuda çok farklı uygulamalar görülmekteydi. Dolayısıyla, askerin ve verginin birtakım aracılar tarafından toplanması modern öncesi dönemde bir devletin güçsüzlüğüne işaret etmeyebilir. Kaldı ki, Osmanlı taşrasında çok uzun bir süreden beri âyanlar bu iki işlevi yerine getirmekteydi. Bu haklar Sened-i İttifak’la onlara verilmiş değildir. Tam aksine, merkezî devletteki bir hizbin hazırladığı senedi, sonu merkeziyetçiliğe çıkan bir düzenleme girişimi olarak okumak daha doğru olur.
Katılımcılar, “sened-i mutebere” dedikleri bu yedi maddeli sözleşmenin devletin sağlamlaşması ve ihyası için “esas” olduğunu belirterek sürekli uygulamada kalmasını ve bir değişikliğe uğramamasını sağlamaya çalışmışlardır ki bu husus Sened-i İttifak’ın anayasal yönüne gereği gibi ışık tutmaktadır. Bunun için getirilen mekanizma ise ilginçtir ve bilebildiğim kadarıyla Osmanlıda başka bir örneği yoktur. Buna göre, gelecekte sadrazam ve şeyhülislâm olacak kişiler göreve başladıklarında asıl senedi imzalayıp mühürleyecek ve aynen kabul edeceklerdi. Senedin bir nüshası ise padişahın nezdinde duracak ve uygulanmasına nezaret etmekten bizzat o sorumlu olacaktı.
Sened-i İttifak’ın imzalanmasından 5-6 hafta sonra İstanbul’da, Alemdar’ın ölümüyle sonuçlanan bir yeniçeri isyanı patlak verdiği için bu çok önemli esas belgenin bir darbeyle gelip bir isyanla gittiği ve uzun ömürlü olmadığı kolayca söylenebilir. Öte yandan, meselâ Nizam-ı Cedit’in resmen ilga edilmesine benzer bir durum yok, Sened-i İttifak’ın yürürlükten kaldırıldığını gösteren bir kanıta sahip değiliz. Ayrıca merkezî devlet ve Anadolu hanedanları arasındaki ilişkiler II. Mahmud’un onlara karşı tek taraflı olarak harekete geçtiği zamanlara kadar daha bir müddet devam etti. Dahası, imtiyazları yenilenmediğinde ve siyasî güçleri kaldırıldığında da sert bir tepki vermediler.
Alemdar Mustafa Paşa’dan sonra en güçlü âyanlar olan Karaosmanoğlu ve Çapanoğlunun bir merkezileşme senedini imzaladıklarından habersiz oldukları düşünülemez. Senedin uygulanmadığı bir zamanda merkezî devlet tarafından nasıl etkisizleştirildiklerini iyi biliyoruz ama senet uygulanmış olsaydı da onları güçten düşme ve silinme gibi bir kader bekliyordu. Yeni bir merkezî orduya itiraz etmeyecek, vergilerin toplanmasını kolaylaştıracak, senedin içinde defalarca geçtiği üzere padişahın otoritesini her şeyin üstünde tutacak ve saltanatın/merkezin kuvvetinin artmasına çalışacaklardı. Bütün bunları Sened-i İttifak’tan önce fazlasıyla sahip oldukları hatta sonrasında da sahip olmaya devam ettikleri bir meşruiyet için mi kabul etmişlerdi?
.30/04/2017 01:47
Gülhane Hatt-ı Hümayunu da bir ahitleşmeydi
Padişah, ulema ve devlet adamlarının bu esas belgeye yemin etmeleriyle birlikte Tanzimat dönemi başlamış oldu.
Daha çok Tanzimat Fermanı olarak bilinen 3 Kasım 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayununun, Osmanlı sistem arayışları tarihinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Bu önemli belge, sadece yapılacak yeni kanunların dayanacağı ana maddeleri (mevâdd-ı esâsiye) ilân ettiği için değil aynı zamanda bir ahitleşme olduğu için de anayasal nitelik taşımaktadır. Dahası, burada, padişah dâhil tarafların, karşılıklı müzakereler veya pazarlıklardan sonra birbirlerine somut taahhütlerde bulunmaktan ziyade belgenin kendisine sadakat duydukları ve onu ön plana çıkardıkları söylenebilir. Gülhane 1839, kişilerin veya grupların garantörlüğünde bir belge olmaktan çok, padişah dâhil tüm kişilerin üstünde ve bağlayıcılık niteliği yüksek olan bir esas belgedir.
Burada, bu fermanda, nelerin geçmişe yaslandığı, devamlılıkların veya kopuşların nerelerde olduğu sorularındansa; neresinde, nasıl bir ahitleşme özelliği gördüğüm hususunu ele almak isterim. Dolayısıyla da fermanın arka planına ve içerik analizine fazla girmeksizin bir özetle yetineyim.
Gülhane 1839, aynen Sened-i İttifak gibi, eski kuvveti zaafa dönüşen bir Osmanlı portresi çizerek söze başlar, şer‘i kanunlarla (kavânîn-i şer‘iyye) yönetilmeyen bir ülkenin payidar olamayacağı gözlemiyle devam eder. Padişah Abdülmecid, ülkesinin iyi idaresi için bazı yeni kanunların (kavânîn-i cedide) yapılmasının gerekli olduğunu söylemektedir. Bunların özü de, herkes için can, ırz, namus ve mal güvenliği, vergilerin belirlenmesi ve askerliğin düzenlenmesidir. Bu düzenli kanunlar (kavânîn-i nizâmiyye) yapılmadıkça ülkenin güçlenmesi, bayındır ve güvenli olması, rahat etmesi mümkün değildir. Bundan sonra, suçlananların davaları, şer‘i kanunların gerektirdiği gibi açıkça soruşturulup hükme bağlanmadıkça hiç kimse hakkında açık veya gizli, idam ve zehirleme cezaları uygulanmayacaktır. Hiç kimse başkasının ırzına ve namusuna saldırmayacak, herkes malına ve emlâkine serbestçe tasarruf edecektir. Bir kişinin suçunun kesinleşmesi durumunda onun veresesi o suçtan dolayı suçlanmayacak, onun varlıklarına müsadere uygulanması yoluyla miras haklarından mahrum bırakılmayacaktır. Böylece padişah, Müslim- gayrimüslim bütün ahali için bu konularda tam garanti (emniyet-i kâmile) verdiğini ilân etmiş oluyordu.
Gülhane ile Müslüman olanlar ve olmayanlar arasında eşitliğin getirildiği konusundaki yaygın kanaat da tam olarak bu noktadan kaynaklanmaktadır. İster İslâmî geleneğin “zaruriye” ilkelerine, isterse “doğal hukuk” anlayışına gönderme yaparak söyleyelim, bu temel konulardaki garantiler tabii ki Osmanlı toplumunda ilk kez telaffuz edilmiyordu. Mevzu uzun, kısaca not edeyim ki bu garantilerin padişah tarafından bir kez daha teyit edilmesi, Müslüman olan ve olmayanların hukuk önündeki eşitliğinin tanınması anlamına tabii ki gelmiyordu.
Fermana dönersek, gerekli kanunların oy birliği (ittifak-ı ârâ) ile kararlaştırılacağı yerin, üyelerinin sayısı arttırılacak olan Meclis-i Ahkâm-ı Adliye olduğu söyleniyordu. Askerî düzenlemeler ise Dâr-ı Şûrâ yı- Askerî’de yapılacaktı. Üyeler ve devlet adamları haftada iki gün bu meclislerde toplanacak ve düşüncelerini “hiç çekinmeyip serbestçe söyleyerek” yapılacak kanunları tartışacaktı. Her kanun kararlaştırıldıkça onaylanmak üzere padişaha arz olunacak, böylece yürürlüğe girecek ve sürekli olarak düstûrü’l-amel tutulacaktı.
Sened-i İttifak nasıl ki Devlet-i Aliye’nin “te’yîd ve ihyâsı” için idiyse Tanzimat Fermanı ile onun içini dolduracak olan kanunlar da öyleydi. Abdülmecid, fermanda “işbu kavânîn-i şer‘iyye mücerred din ve devlet ve milleti ihyâ için vaz’ olunacak olduğundan cânib-i hümâyûnumuzdan hilâfına hareket vuku’ bulmayacağına ahd ü misâk” edeceğini söylüyordu. Dahası, ulema ve devlet adamları da Hırka yı-Şerif odasına götürülerek yemin ettirilecekmiş. Dolayısıyla, padişah, fermana ve yapılacak olan kanunlara kim karşı çıkarsa, rütbeye, hatır ve gönüle bakmayarak cezalandırılmaları için bir de ceza kanunnamesi düzenlenmesini emrediyordu.
Sonrası biraz ilginçtir, Abdülmecid’e göre işte bu açıklanan keyfiyet, eski usulü bütünüyle değiştirip yenileyecekmiş (usûl-i atîkayı bütün bütün tağyir ve tecdit demek olacağından). Dolayısıyla ferman, İstanbul ve bütün Osmanlı ülkesine duyurulup yayılacağı gibi, ebediyete kadar var oluşuna tanık olmaları için dost devletlerin elçilerine de resmen bildirilecektir. En sonunda ise yine usulden olduğu üzere padişahın ağzından Allah’tan başarı temennisi ve beddua var: “[B]u kavânîn-i müessesenin hilâfına hareket edenler Allahu Teâlâ Hazretlerinin lânetine mazhar olsunlar ve ile’l-ebed felâh bulmasınlar âmin.”
Gülhane Hatt-ı Hümayununu açımlamak amacıyla vilayetlere gönderilen ve resmî gazete Takvim-i Vekâyi’de yayımlanan başka bir fermandan hem Abdülmecid’in hem de ulema ve devlet adamlarının fermanın okunduğu gün ettikleri yeminlerin neye benzediğini öğreniyoruz. Bu fermana göre, Gülhane Meydanı’nda bütün ulema, vükelâ, vüzerâ, diğer devlet adamları, büyük küçük bütün kâtipler, devlet memurları, yabancı elçiler, İstanbul’daki bütün din görevlileri, tarikat şeyhleri, imamlar, hatipler, Rum, Ermeni ve Katolik [Ermeni] patrikleri, hahambaşı ve her esnaf grubunun kethüdaları çağrılarak “cemiyet” ettirilmiş. Padişah da bizzat hazır olduğu hâlde ferman okunmuş.
Padişahın yemini, kendi ağzından şöyledir: “[H]att-ı hümâyûnumda münderiç olan kavânîn-i şer‘iyyenin harf be harf icrasına ve mevâdd-ı esâsiyenin fürûatına dair ekseriyet-i ârâ ile karar verilen şeylere müsaade eyleyeceğime ve hafî ve celî haricen ve dâhilen taraf-ı hümâyûnuma ilka olunan şeyleri kavânîn-i müesseseye tevfik ve tatbik etmedikçe kimesnenin lehine ve aleyhine bir hüküm ve ferman etmeyeceğime ve vaz’ olunmuş ve olunacak kavâninin tağyirini tecviz buyurmayacağıma vallahi…” Yani, Abdülmecid, kendi fermanındaki hususları aynen uygulamaya, oradaki ana maddeler/ilkeler uyarınca yapılacak ve oy çokluğu ile kararlaştırılacak ayrıntılı kanunlara izin vereceğine, konulmuş ve konulacak kanunların değiştirilmesini onaylamayacağına, birileri gizli veya açıktan kendisine bir görüş telkin etmeye çalıştığında, kanunlara uymadığı sürece kimse hakkında olumlu veya olumsuz bir hüküm vermeyeceğine yemin etmiş bulunuyordu.
Seçkin bir grup ulemaya, devlet adamına ve vezirlere padişahın verdirdiğini söylediği yeminde ise, bunların padişahın şahsına, saltanatına, devletine ve millete tam bir sadakat ve doğruluk ile hizmet edecekleri ve konulmuş kanunlara hiçbir şekilde muhalif olmayacakları hususları var. Eğer karşı çıkan olursa, yine Sened-i İttifak’ta olduğu gibi “hiç hatır ve gönüle ve merâtibe (rütbelere) bakmayarak cümlesi davacılık” edeceklermiş. Bu hususlara ve hiçbir zaman, hiçbir şekilde “hıyaneti irtikâb etmeyeceklerine vallahi” diyerek yemin etmişler.
Tanzimat Fermanıyla padişahın kendi gücünü ve yetkilerini sınırladığına sıkça işaret edilir ve bu doğrudur. Şair Şinasi de hamisi ve Tanzimat Fermanını kaleme alan Mustafa Reşid Paşa’yı överken fermanın aynı özelliğine dikkat çekmiştir:
Bir ıtık-nâmedir insana senin kanunun
Bildirir haddini Sultan’a senin kanunun
Fermanda en temel insan haklarının teyit edilmesinin gerçekten de bir azat belgesi olup olmadığını veya özgürlüğün sadece köle olmayış anlamına gelecek bir şekilde kullanılmasını bir yana bırakır ve “had bildirme” deyiminin ikinci anlamı üzerinde durmazsak, Şinasi’nin söylediği budur: Sultan’a bir sınır çizilmiş, güçleri kısıtlanmıştır.
Sultan’ın saltanatı yani otokrasi devam ettiğine göre, bu sınırlanan güçlerin yürütmeyle ilgili olmayıp yasamaya ilişkin olduğunu peşinen söyleyebiliriz. Abdülmecid, tüm kamuya, yasaların artık meclisler / kurullar tarafından hazırlanacağını, buralarda tam bir konuşma hürriyeti (kürsü dokunulmazlığı) olacağını, kendisinin de din, devlet ve millete hayat verecek bu yasalara asla karşı çıkmayacağını, onları veto etmeyeceğini ilân ediyordu. Daha önce bir yazımda kısaca değinmiş olduğum için fermanın içinde yasaların “oy birliği” ile; yemin metninde ise “oy çokluğu” ile yapılacak olduğunun söylenmesindeki aşikâr tutarsızlığa burada yeniden girmeyeyim. Önemli olan, bu fermandan sonra, imparatorluktaki kurulların karar alma yönteminin “oy çokluğu” yönünde değişmesi ve bunun da muhalif olmaya imkân tanıdığı için daha demokratik olduğudur. Kısacası, padişah sadece Gülhane üzerine yemin etmekle kalmıyor, ondan sonra yapılacak kanunlara da hem karşı çıkmayacağına hem de onları harfiyen uygulayacağına yemin ediyordu. Bunun padişahın bir esas belgeye yemin etmesi ve tabii ki hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanması yolunda atılmış büyük bir adım olduğunu vurgulamaya gerek bile yoktur.
Gülhane 1839’un anayasal bir sözleşme olması ulemanın ve ricalin ettiği yeminle de perçinlenmiştir. Burada hâliyle, onların kendi güçlerini kısıtlamaları gibisinden bir durum yoktur ama onlar da hem fermanı hem de daha sonra yapılacak kanunları toplu olarak kabul etmiş ve bir anlamda bütün sisteme sadık kalacakları hususunda yemin etmişlerdir. Fevkalâde dikkat çekici olan bir nokta ise, bu kadar erken bir dönemde, kendisine sadık kalınacaklar arasında “millet” diye bir varlığın da açıkça telaffuz edilmesidir. Siyasi sadakatin odağı olma hususunda padişah ve devleti artık yalnız değildir. Modernleşme açısından burası önemlidir.
Bu milletin kimlerden oluştuğu sorusu ise azim bir sorudur. Sened-i İttifak’ta da, kendisine sadakat yemini edilmese de, en azından pasif olarak bir “millet” lâfı geçiyordu. Orada herhangi bir şüphe yoktu ve o milletin sadece Müslümanlardan oluştuğu çok açıktı çünkü “millet-i beyzâ-yı Ahmediyye” deniyordu. Burada böylesine bir sarahat olmamasına, kelimenin hem fermanda hem de yemin metninde yalın olarak kullanılmasına ve bunun da daha geniş anlamlara açık olması ihtimaline rağmen ben kast edilenin hâlâ sadece Müslümanlar olduğu düşüncesindeyim. Patrik efendiler de davetliler arasındaydı ama kendilerine sadakat yemini ettirilmemişti. Aynen sefirlerde olduğu gibi.
Gülhane’nin önceki sözleşmelerle bağlantısı muhakkak ki ayrıca incelenmeye değer. Burada Sened-i İttifak’la bazı benzerliklere değindim. Tabii ki “ihya”yı amaçlayan ahitleşmeler olmaları, garantiler, saltanata sadakat, askerlik ve vergi konularında örtüşmeler var. Yasama konusu, yasaların nasıl yapılacağı, padişahın yasayıcılara tartışma serbestisi tanıması ve dahası kararlaştırılıp önüne gelen yasalara karşı çıkmayıp onaylayacağı, yani işlevsel olarak yasama ve yürütmeyi ayırma çabaları açısından ise Nizam-ı Cedit’le büyük örtüşmeler var. O kadar ki, Nizam-ı Cedit’e hangi sebeplerden ötürü “Yeraltı Tanzimatı” dediysem, Tanzimat’a da “Yerüstü Nizam-ı Cedidi” diyebilirim. Tanzimat Fermanı’nı hazırlayanların ilândan önce geçirdikleri korkular da bu yüzden miydi acaba?
.07/05/2017 00:45
Tanzimat Fermanı’nın mimarı Islahat Fermanı’na karşıydı
Mustafa Reşid Paşa, Islahat Fermanı’na bir genel meclis tarafından karar verilmesi ve senede bağlanmasının daha yerinde olacağı görüşündeydi.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu Müslüman olan ve olmayan tebaa arasında, hukuk önünde ve siyasî haklar açısından herhangi bir eşitlik getirmemişti. Müslim-gayrimüslim, herkes için teyit edilen can, mal, namus ve ırz dokunulmazlığı gibi temel insan hakları da öteden beri bilindiği ve hatta kanunlara daha önce de konu olduğu için o fermanın bu anlamda da ilk kez getirdiği bir eşitlik yoktur. Daha yalın bir söyleyişle, Osmanlı İmparatorluğunda gayrimüslim tebaanın hukukî ve siyasî durumlarını düzenleyen uygulamalar 1839’da değişmemiş ve 1856 Islahat Fermanı’na kadar aynen sürmüştür. Gayrimüslimlerin zimmî statüsü tüm kısıtlamalarıyla birlikte uygulamada kalmış ve zimmîler kendilerine mahsus olan cizye vergisini ödemeye devam etmiştir.
Hâl buyken ve Gülhane hattı ortadayken, bu fermanla neyin gelip gelmediği hususunda müthiş bir karışıklığın hüküm sürmesi ve dahası Müslim- gayrimüslim eşitliğinin bu fermanla getirildiğinin kemâl-i ciddiyetle ileri sürülmesi hep tuhafıma gitmiştir. Sadece nesiller boyu öğrencilerin ders kitaplarında bu şekilde öğretilmekle kalmayıp çok sayıda bilim insanının da bu yolda görüş belirtmesiyle bu husus bugün, maalesef, söylene söylene artık tam bir mütearifeye dönüşmüştür.
Tarih yazımında hüküm süren bu karmaşayı ta Osmanlı döneminden başlatmak mümkündür ve ayrıca irdelemek gerekir. Burada birkaç örnekle yetinip asıl konuma geçmek isterim. İsmail Hami Danişmend, Gülhane’yi tartışırken, “Tanzimat’ın bu bakımdan zararlı tarafı, ümmet hâkimiyetine bile nihayet veren ‘Ehl-i İslâm ve milel-i sâire’ müsâvatında gösterilebilir” diyor. Ona göre, “Reşid Paşa ile arkadaşlarının en büyük hatası, imparatorluğun temel-taşı olabilecek hâkim bir millet ve hatta ümmet esasını ihmal etmiş yahut hiç düşünmemiş olmaları” imiş.
Genelde isabetli çözümlemeleri olan Bülent Tanör ise kaynağı olan literatürün etkisinden dolayı Gülhane ile Müslim- gayrimüslim eşitliğinin sağlandığı hususunda hiç kuşku duymamıştır: “Böylece, uyrukların eşitliğinin kabul edilmesiyle Müslüman/Müslüman olmayan eşitliği de benimsenmiş oluyordu. Bunun önemi şuradadır ki, GHH’nin [Gülhane Hatt-ı Hümayunu, HE], dini ne olursa olsun herkesi yasa önünde eşit sayması, geleneksel İslam anlayışından kopuş demekti.”
Aynı vadide düşünen Reşat Kaynar da, Engelhardt ve Abdurrahman Şeref’ten alıntılar yaparak Reşid Paşa’nın Müslim- gayrimüslim eşitliğini ilân ettiğine “kanıtlar” getirmektedir. Engelhardt, Gülhane Hattının temel noktaları hakkında, “birçok Müslümanlar bunun ahkâm-ı şer‘iyyeye mugayir olduğunu beyan etmişlerdir; zira bunlara nazaran hatt-ı şerif küffara Müslümanların haiz oldukları aynı hukuku bahş etmekle Sultan Mahmud’un mevki-i tatbike vaz’ına cüret edemediği ahkâm-ı Kur’aniyeye mugayir kanunu ilân ediyordu” diyor (Osmanlıca çevirisinde).
Asıl düşündürücü olan ise İslâmî hukuk ve hukuk tarihi bilgisi çok daha fazla olması gereken Abdurrahman Şeref’in de Tarih Musahebeleri’nde, Gülhane’nin getirdikleri hakkında, yanlışlığı çok aşikâr olan, “Tebaanın bilâistisna nazar-ı kanunda müsavatı”, “müsavat-ı tebaa”, “Tanzimat-ı hayriyenin müsavat-ı tebaayı ilândan maksadı” gibi ifadeler kullanmış olmasıdır. “[Ahâli-i İslâmiyye eser-i taassub olarak müsavat-ı tebaa keyfiyetinden birdenbire hoşlanmamıştı” diyor. Sanki bilerek veya bilmeyerek, Islahat Fermanı ile bir karıştırma, bir muğlaklık var gibi… Abdurrahman Şeref’in bir seri makalesinde ele aldığı Tanzimat Ferman’ı hakkındaki görüşlerinin etkisi sonraki nesillerde de devam etmiştir, ama dediğim gibi bu yanlışlığın arkeolojisini başka bir zaman yapalım.
Mustafa Reşid Paşa’nın Gülhane’de Müslim- gayrimüslim eşitliği peşinde olmadığını ise gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki bu da bizi, asıl üzerinde durmak istediğim konuya getiriyor. Şöyle ki Reşid Paşa, bir gün Müslüman olan ve olmayan tebaanın hukuk önünde eşitliği ve kendilerine tam vatandaşlık hakları verilmesi söz konusu olduğunda var gücüyle karşı çıkmıştı! Gülhane’de kendisinin bu eşitliği ilân etmediğine sanırım bu bile yeterli bir kanıt olur.
1856 yılının başlarında, Kırım Savaşı’nın çatışmalarının durduğu bir sıradaydı. Müttefik devletler ve Rusya, 1 Şubat 1856 tarihli Viyana Protokolü ile barışın hangi esaslar üzerine kurulacağı konusunda anlaşmışlardı. Barış görüşmeleri için Paris’e hareket etmek üzere olan Sadrazam Âlî Paşa, Fransız elçisinin balosunda eski sadrazam Mustafa Reşid Paşa’ya rastladı ve görüşünü sordu. Reşid Paşa eleştirilerini ve görüşlerini ayaküstü Âlî Paşa’ya aktarmakla kalmadı, Saray’a da ayrıntılı ve sert bir yazı yazdı. Reşid Paşa’nın Başkitabet dairesine yazdığı üst yazı ve bu lâyihanın kendisi, hem Cevdet Paşa’nın Tezakir’inde, hem de Cevdet Paşa’nın kendisinden sonraki vakanüvis olan Ahmed Lûtfi Efendi’ye bir nüshasını vermesinden dolayı Tarih-i Lûtfi’de, birtakım farklılıklar ve okuma yanlışlarıyla birlikte mevcuttur.
Reşid Paşa, başkâtibe hitaben, hiç kimseye bir garezi ve hiçbir beklentisi olmadığını vurguladıktan sonra, padişaha, devlete ve “vatan ve millete” zararlı olan şeyleri onaylayanlar babası, kardeşi veya çocukları bile olsa “sadakati” uyarınca [tıpkı Gülhane Hattı için devlet adamlarına ettirilen yeminde olduğu gibi, HE] doğruyu söylemekle yükümlü olduğunu yazıyordu. Kendisinin mahkemeye çıkarılacağını işittiğini, buna hazır olduğunu ve bu görüşlerinden dolayı padişahın gözünden düşmekten endişe ettiğini ekleyerek şimdiden “havası lâtifçe” bir yere gitmesinin irade edilmesini talep ediyordu.
Reşid Paşa’ya göre, karşılaştıklarında Âlî Paşa, Hıristiyan tebaaya dair yapılacak olanlar bir an önce yapılırsa bu konunun barış antlaşmasına girmekten kurtulacağını söylemiş. Reşid Paşa da, Viyana protokolünün dördüncü maddesinin Hıristiyanlar hakkında olduğunu, orada, o zamana kadar hiçbir resmî belgede görülmeyen “hukuk-ı politikıyye” tabirinin bulunduğunu, bunun “ehl-i İslâm ile Hıristiyan tebaayı her hususta müsavat-ı kâmile hâline koyacak bir söz” olduğunu ve protokolün Osmanlı devleti tarafından reddedilmediğini hatırlatmış. Protokol de antlaşma kuvvetinde olduğundan artık antlaşmaya girmekten kurtulabilir mi sorusunun boş olduğunu söylemiş. Devletlerin yapacağı iyiliğin olsa olsa, Hıristiyan tebaaya verilecek olan bu “imtiyazat-ı mezhebiyye ve hukuk-ı politikıyyeyi” orada konu edinmeyerek, imtiyazları ilân edecek olan fermanı zikretmekle yetinmek olacağını eklemiş. Bu ise, fermanı, barış antlaşmasının bir parçası yapacağından, yabancı devletlere bir nezaret hakkı verilmesi ve devletin yüce bağımsızlığının ihlâl edilmesi anlamına gelirmiş.
Reşid Paşa daha sonra, 18 Şubat 1856’da yayımlanan Islahat Fermanı’nın matbu hâlini okuyunca devletin şanını ve bağımsızlığını yaralayacak noktalar gördüğünden bazı kişilerle sohbet sırasında dayanamayarak üzüntü belirttiğini ve mahkemeye çıkmaya hazır olduğunu söylüyor. Protokolün kabulünden başka, devletin iç işlerine ait bir konunun İstanbul’da büyükelçilerin katıldığı konferanslarda ele alınmasının, hatta bu müzakerelerin tutanaklarının bile tutturulmasının devletin bağımsızlığını ve hükûmetin haklarını tehlikeye atacak şekilde “politikaca pek büyük hatalar” olduğunu vurguluyor. Eğer Islahat Fermanı, hangi şekilde olursa olsun antlaşma metninde geçerse bu, hükûmetin bölünmesi (mukaseme-i hükûmet) anlamına gelirmiş. Oysa yapılması gereken Hıristiyanlara, daha önce de olduğu gibi, tedricî olarak ayrıcalıklar vermek ve bunu da özellikle yabancı devletlerin “müdâhale-i resmiyyesi karışmaksızın” gerçekleştirmekmiş.
Reşid Paşa, ihtiyatın elden bırakılmasının nedeninin Avrupa’dan bir övgü kazanmak gibi göründüğünü belirtiyor. Fermanın gerçekte ne anlama geldiğini örtmek için her ne kadar kandırma amaçlı teviller yapılsa da işin aslı “Avrupa’ya bildirildiği üzere (émancipation complète) [azadî-i tam] ve (égalité parfaite) [müsavat-ı kâmile]” meselesiymiş. Yani Hıristiyanlar tamamen serbest ve Müslümanlarla eşit olacaklarmış. Burada hemen not edeyim ki paşanın “imtiyazat-ı mezhebiyye ve hukuk-ı politıkiyye” olarak çevirdiği ibareler protokolün Fransızca aslında droits religeux et politiques (dinî ve siyasî haklar) şeklindedir ve tabii ki imparatorluktan ayrılmayı gerektirecek bir şekilde serbestlik ve siyasî haklar kastedilmemektedir. O durumda zaten Müslümanlarla eşit olunması gibi bir durum söz konusu olmazdı. Reşid Paşa da öyle anlamamıştır.
Öte yandan paşa, anladığına da çok karşıydı. Artık “millet-i hâkime ile milel-i mahkûme beyninde hiçbir gûne fark” kalmadığından acı acı yakınmaktaydı. Bir mecburiyet olmadığı takdirde bu kadar ileri gidilmesini anlamıyor, bir mecburiyet olsa bile bunun devletin “altı yüz senelik rengini tamamıyla zıdd-ı muhalifi olan diğer bir renge koyacak” olduğunu söylüyor ve bunun da Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında “bir mukatele-i azime”ye sebep olabileceği uyarısında bulunuyordu. Müttefik orduları hâlâ İstanbul’da olduğu için payitahtta bir vukuattan korkulmazmış, Rumeli’nde de Bosna ve Arnavutluk’tan başka yerlerde sorun olmazmış ama Şam, Halep, Irak ve Anadolu’nun pek çok yerinde ve Hicaz’da fermanın kötü bir etkisinin olması kuvvetle beklenebilirmiş.
Fermanın ilânı eğer kaçınılmaz idiyse onu da herkese kanıtlamanın güç olmadığını söyleyen Reşid Paşa’nın eleştirilerinin önemli bir kısmı da fermanın yapılma sürecine veya usule aittir. Öyle görünüyor ki paşa, dönüştürücü bir esas belge olma niteliği Gülhane’den çok daha yüksek olan Islahat Fermanı’nın sadece padişah tarafından üstlenilmesinden dolayı çok muzdaripti. Ona göre, bu konu saltanatın eski adetlerinden olduğu üzere bir “meclis-i umumiye konulmuş ve hakikat-ı hâl etrafıyla anlatılmış olsaydı herkes mecnun olmadığından” büyük tehlikeleri savmak için en mutaassıp ve bilgisiz olanlar bile böyle bir fedakârlığı göze alırdı. O durumda, “maslahatın kararı ârâ-yi umumiyenin ittihadıyla olur” ve devlet de her türlü itirazdan ve uygulama güçlüğünden korunmuş olurdu.
Rakibi Damat Mehmed Ali Paşa’nın 1853’te kışkırttığı softalar olayına gönderme yapan Reşid Paşa, o sırada elde bulunan ve oy birliğini, Şeriatın onayını ve padişahın bunlar üzerine çıkarılan iradesini birleştiren “sened-i alenî” sayesinde fesadın atlatıldığını hatırlatmaktaydı. Bu sefer de öyle yapılmış ve elde bir “sened-i kavî” bulunmuş olsa çok daha yerinde olacağını söylemekteydi. Paşa, vükelânın öyle yapmayarak ve sınırlı bir mecliste birkaç kere alelacele toplanarak fermana karar vermelerini ve hele fermanın, vükelâ kararından bile bahis olunmaksızın padişahın iradesi şeklinde yayımlanmasının vükelâlık vazifesine ters olduğunu düşünüyordu. Ona göre vükelâ olanlar “zatlarını meydana koymak ve hâsıl olacak inkisar-ı kulûba (kalp kırıklıklarına) dahi kendilerini karşı tutmak” durumundaymış.
Reşid Paşa, kısaca, bu kadar önemli ve riskli bir fermanın yayımlanmasında padişahı yalnız bıraktıkları için rakibi olan Âlî Paşa ve ekibine yüklenmekteydi, burası açık ama acaba bu fermanla birlikte padişahın Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun oluşturduğu sınırları aştığını da düşünmüş müydü, bunu da akılda tutmakta fayda var. Bir de insan düşünmeden edemiyor, senetler böyle belâları savmaya yaradığı için mi daha önceleri tercih edilmişti?
.13/05/2017 23:50
Batı hegemonyası karşısında yalın risale bir Müteferrika
İbrahim Müteferrika’yı en çok Arap harfleriyle Türkçe kitap basmasından ve biraz da askerî konulardaki reform önerilerinden dolayı biliriz…
Böyle bilmemizde tabii ki bir garabet yok. Müteferrika, matbaanın neden yararlı olduğunu Vesiletü’t- tıbâa adlı risalesinde anlatmış, III. Ahmed’ten kitap basımı için 1727’de izin almış ve matbaasının ilk kitabı olan Vankulu Lügati’ni 1729’da yayımlamıştır. Usûlü’l- Hikem fî Nizâmi’l-Ümem adlı meşhur risalesinde de Avrupa’daki Askerî Devrim’in sonucu olan gelişmeleri, kısaca “nizâm-ı cedid” diyerek Osmanlı toplumuna aktarmış ve “nizâm-ı kadîm” dediği eski askerî yöntemlerin neden artık işe yaramayacağını mufassalca açıklamıştır.
Matbaasında basılan eserlere kısa bir bakış bile bunların bir program veya çerçeve dâhilinde basıldığını, ağırlıklı olarak, dil, tarih ve coğrafya konularında Osmanlı toplumuna mümkün olduğu kadar çok bilgi vermeyi amaçladığını gösterebilir. Bu yazımda, niyetim Müteferrika külliyatının içeriğini konu edinmek değil. Bu konu ve çok daha fazlası için Orlin Sabev’in (Orhan Salih) tereke defterlerini de kullanan mükemmel çalışmasına müracaat edilebilir (Bkz. İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni).
Aynı şekilde İmre Karácson’ın 1910 tarihli Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası makalesinden itibaren İbrahim Müteferrika’nın kimliği üzerine bir şekilde süre gelen tartışmaya da çok kısa değineceğim. Niyazi Berkes, Karácson’un Kalvinist olarak sunduğu Müteferrika’nın aslında teslis görüşüne karşı çıkan bir Unitarian olduğunu savunmuştu ama bugün Baki Tezcan bu konuda yeterli kanıt olmadığını söylüyor. Erhan Afyoncu ve Kemal Beydilli gibi tarihçilerin katkılarıyla Müteferrika’nın Osmanlı toplumundaki hayatı ve faaliyetleri hakkındaki bilgimizin ise arttığını not edeyim ama onun orijinal kimliği doğal olarak hâlâ karanlıkta kalıyor. Müteferrika’nın ihtidasından önceki hayatı ve kimliği hakkındaki bilgilerimiz maalesef çok sınırlıdır.

Bir konuda ise oldukça şanslıyız: Müteferrika’nın siyasî görüşlerini Usûlü’l- Hikem’den etraflıca öğrenebiliyoruz. *1730’daki Patrona Halil ayaklanmasının hemen ertesinde yazılan, 1731’de Sultan I. Mahmud’a sunulan ve 1732’de de basılan bu risale onun en tanınmış eseridir ve “Basmacı” lâkabının ima ettiklerinin ötesinde, onun, matbaacı olmakla kalmayıp, Osmanlı toplumunu derinden etkileyen yazar ve düşünür yönüne de işaret etmektedir.
Ona göre, yakınlarda olan fitnenin çeşitli sebepleri varmış. İlâhî âdet, varoluşun yapısı ve insan medeniyetinin gereği olarak âlemin nizamına halel gelmiş. Fakat tarih kitaplarına başvurulursa, Allah’ın takdiriyle İslâm devletlerinde daha önce defalarca olan karışıklık ve anlaşmazlıkların; din ve devletin hükümlerinin yenilenmesine (teceddüd-i ahkâm-ı din ü devlet), saltanatın gücünün artmasına, şeriat kurallarının tahkim edilmesine, devlet ve milletin işlerinin düzenlenmesine ve tebaanın refaha erdirilmesine (tanzim-i umur-ı mülk ü millet ve terfih-i ahvâl-i raiyyet) ve peygamberin sünnetinin ihya edilmesine (ihyâ-yı sünen-i seniyye-i nebeviye) vesile olduğu görülürmüş. Kendisi de düzenin yenilenmesine dair aklına gelenleri kaleme almış. Nasıl oluyor da, Hıristiyanlar, bahtsız bir millet ve ehl-i İslâm’a göre azlık bir taife iken “bir müddetten beri âleme intişar ile nice nice memâlike istilâ” etmişler ve Osmanlı askerine karşı başarılı oluyorlarmış?
Yaygın siyaset-nâme geleneğine yaslanan Müteferrika’nın, sözü, bu noktada, Osmanlı’da saltanat değişikliğine yol açan bir ayaklanmadan, dünyadaki Hıristiyan yayılmasına ve onların Osmanlı askerine galebe çalmalarının sebeplerine getirmesi ise ustaca ve ilginçtir ve kendisinin Batı hegemonyası karşısındaki antiemperyalist kimliğine dair bir ipucudur. Müteferrika’nın daha teorik seviyedeki siyasî görüşleri üzerinde biraz daha duralım, bu konuya birazdan daha ayrıntılı olarak eğileceğiz.
Müteferrikanın siyaset felsefesi üzerine olan görüşleri, devletin veya siyasî otoritenin varlığına niye ihtiyaç olduğunu açıklarken bir yanda Thomas Hobbes’un diğer yandan da Tursun Bey ve Nasireddin Tusî’ye giden daha eski bir geleneğin görüşleriyle uyum içindedir. Buna göre, tabiatlarında “medeniyet” bulunan insanlar, toplu olarak yaşamayı ister ve her biri bir yönden diğerine muhtaç olurmuş (talib-i içtima ve her biri bir cihetle ahere muhtaç). Fakat huylarının ve inançlarının farklı olmasından dolayı bazıları diğerlerine “zor ve kuvvet sebebiyle ve mâl ü miknet hasebiyle galib” olurmuş. Dolayısıyla, insan topluluğunda çekişme ve kavgayı ortadan kaldırmak maharet isteyen bir işmiş. Yönetici olanlar, adalete rağbetleriyle her kişinin diğerine uzanan elini kısaltır, zulmetmesini engeller ve kendi hakkına razı kılarlarmış.
Fakat sorun o ki, sultanlar, krallar ve Âdemoğulları üzerinde hüküm sürenler din, mezhep, âyin ve meşrep yönlerinden birbirleriyle zıtlık ve anlaşmazlık üzere olup insanları yönetme konusundaki düşünceleri de birbirinden farklıymış. Müteferrika, bu yöneticilerin devletlerinin ve toplumlarının da birbirlerine zıtlık ve aykırılık içinde kurulduğunu söylüyor. Daha sonra ise kendi tercihinin hangisi olduğu hususunda renk vermeksizin monarşi, aristokrasi ve demokrasi ile yönetilen toplumları anlatıyor.

Velhâsıl, Müteferrika’nın insan toplulukları arasında sürekli bir çatışma hâli gördüğünü söyleyebiliriz. Bu da risalesinin büyük bölümünün neden askerlik konularına ayrıldığını açıklar niteliktedir. Dahası, Müteferrika, Batılıların dünya hâkimiyetini ele geçirmelerinin temelinde de askerlik ve askerî teknoloji ile başta coğrafya ve astronomi gibi alanlardaki bilimsel üstünlüklerini görmektedir. Sanırım artık Müteferrika’nın Batı hegemonyası hakkındaki düşüncelerine ve bu hegemonya karşısında aldığı tavra bakabiliriz.
Ona göre Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika olarak dörde ayrılan yeryüzünün “güzide” kısmı Avrupa’dır. Burası Hıristiyanlara ve onların çeşitli milletlerinin krallarına ait bir yerdir. Ayrıca, “Amerika namıyla meşhur Yeni Dünya’dan nice nice memalik” de “ol gürûh-ı mekruha vatan” olmuştur. İslâm milleti ve bahusus Osmanlı devletinin ortaya çıkmasıyla, Avrupalılar Asya’dan ellerini ayaklarını çekmişlerse de sonra yine Doğuya yol bulup, Çin, Hind ve Sind limanlarına girmişler ve pek çok yeri işgal etmişler. Doğu taraflarında çok sayıda bilinmeyen adalar bulup tasarrufları altına almış ve kuvvetlenmişler.
Müslümanlar ise Hıristiyan Avrupalıların hâlinden tamamen gafil imişler ve aldırış etmemişler. Sırf taassuptan dolayı onların krallarının haberleriyle ilgilenmemişler. Devlete suikast üzere içlerinden düşmanlık güdenlerin her birinin hâllerini, güçlerini ve sayılarını bilmek çok önemli iken gaflet olunmuş. Bu da onların azken çoğalmasına, yenilmişken galip gelmelerine, bir “iklime mahsurlar iken, âleme intişarlarına” neden olmuş. Zararlarından kaçınmak için dahi olsa devlet düzenlerinin, ülke yönetimlerinin, kanunlarının ve siyasî yöntemlerinin bilinmesine şiddetle ihtiyaç varmış.
İbrahim Müteferrika, Avrupalıların ihdas ettiği yeni askerlik düzeninin ve harp hilelerinin tam olarak bilinmesiyle İslâm ülkelerinin işgale uğramalarının engelleneceğini söylüyor ve bir uyanma çağrısı yapıyor:
“Ta ki İslâmiyan bu taife-i ehl-i nirânın (cehennemlik taifenin) ahvâlinden külliyetle gafil ve civarlarında olan adâ-yı din ve bed-hâh-ı devlet umurunda bî-vukuf ve câhil olmayıp bu hâb-ı gafletten uyanalar.”
Müteferrika’nın Avrupa yayılmacılığına karşı olan ideolojik karşıtlığının, kendisini Askerî Devrim’in sonuçlarını teşhis etmekten alıkoymadığını peşinen söyleyelim. “Tertib-i askerde resm-i cedid ve âlât ü edevât-ı harbiyyede şekl-i garib zuhuruyla” savaş sanatının yeni boyutlara taşındığını söylüyor ve “bu fenn-i garib ve resm-i acîb ve nizâm-ı cedide rağbet edenler lâ-cerem (şüphesiz) hasma galib oldular” diyor.
“Fenn-i coğrafya”nın ise onun nazarında Avrupalıların dünyaya yayılmasını açıklamak açısından çok önemli bir yeri vardır:
“Zira bu fen sebebiyle heyet-i arz ve mâ’yı (yer ve su küreyi) fehm edip her cânibe revan oldular ve ‘Yeni Dünya’yı bulup mutasarrıf oldular. Ve Hind-i Şarkî’ye (Hindistan) yol bulup, nice nice memalik-i İslâm’a ve gayrıya müstevli olup, kabza-i teshire getirdiler.”
Ona göre, “Yeni Dünya’yı keşf ve tahkik eden Kolon nâm kapudan” yani Colomb astronomi bilirmiş, gece gündüz düşüncesini “fenne” yöneltir, deniz ve kara şekillerini gösteren haritalar çizermiş. Sonunda Hıristiyan milletler ve krallara kıyamete değin unutulmayacak bir hizmet etmiş.
İlginçtir, Müteferrika, Hıristiyanlar için nasıl çoğul olarak “milletler” (milel) diyorsa Müslümanlar için de yine çoğul formu kullanıyor ve “ümmet-i hayru’l-beşer (insanlığın hayırlı ümmeti) olan milel-i İslâm”ın yaşadığı yerlerin Osmanlı ülkeleriyle sınırlı olmadığını hatırlatıyor. Uzak ülkelerde yaşayan, pek çok gruba bölünmüş olan ve çoğunlukla birbirinden habersiz olan Müslümanlar yardımlaşamıyormuş ve niceleri “tasallut-ı küffârda” çaresiz kalmış. İşte, coğrafya fenninin değer kazanmasına himmet edilirse yeryüzündeki Müslüman gruplarının birbirinden haberdar olmasına, “kuvvet-i kalblerine ve ittihâd ü ittifaklarına” vesile olunur ve bu yolla niceleri “dest-i tasallut-ı küffardan” kurtulurmuş. Öyle görünüyor ki İbrahim Müteferrika’ya çok sonraları Panislamizm veya “İttihad-ı İslâm” olarak bilinen düşünce akımının tarihinde de bir yer vermek gerekecek!
Henüz sanayi devriminin başlamadığı bir zamanda ve kolonyalizmin ikinci aşamasıyla birlikte Batının, dünyanın yüzde 85’ini kontrol eder bir duruma gelmediği bir dönemde Müteferrika’daki Batı yayılmacılığına ilişkin bu agâh olma durumu gerçekten ilginçtir. Bu onu bilinçli bir antiemperyalist yapar. “Gaflet uykusu” metaforunu kullanarak yaptığı uyanma çağrısı bilebildiğim kadarıyla türünün ilkidir ve sonraları Namık Kemal’den Süleyman Şükrü’ye kadar çoklarının dilinde aynen yankılanacaktır. Dolayısıyla, İbrahim Müteferrika’nın Usûlü’l- Hikem’deki meselesinin, Batı’nın askerlik ve bilim alanlarındaki üstünlüğünü göstererek Osmanlıyı modernleşmeye ikna etmekten ibaret olmadığı, daha doğrusu bunun kendi içinde bir amaç olmadığını görmek durumundayız. Müteferrika’nın asıl amacı Batı yayılmacılığına ve hegemonyasına karşı koymaktı. Bunun da en iyi Osmanlıyı modernleştirerek ve güçlendirerek yapılacağını düşünüyordu. Ne yazdıysa bunun için yazdı, ne bastıysa bu amaç uğruna bastı. Batının geçmişinde herkes emperyalist olmadığı için, Türkiye tarih yazımında Batılılaşmanın öncülerinden biri olarak tanınan ve tanıtılan bu kişideki Batı emperyalizmi karşıtlığında bir istihza sezmeye de gerek yoktur kanaatindeyim. Bu karşıtlıkta, henüz bir Protestan iken, ülkesi Erdel’in Katolik Habsburglar tarafından işgal edildiğini görmüş olmasının ve aynı Habsburgların, İspanya ve Yeni Dünya’daki serencamını bilmesinin acaba nasıl bir rolü vardı? Bu da başka bir sorudur.
.20/05/2017 23:13
Süleyman Penah Efendi’nin Esbâb-ı Tedbir-i Nizâm-ı Ekâlim adlı risâlesi
Bazı yazarların ve eserlerinin kıyıda köşede kalmak gibi bir kaderleri oluyor galiba. Öyle ki kendi dönemlerinde yeterince bilinmedikleri gibi daha sonraki tanıtma gayretlerine de bir şekilde direniyorlar.
İbrahim Müteferrika’nın bir hayranı olup Hicrî 1200 yılında (1785-1786), Sultan I. Abdülhamid’in saltanatının sonlarına doğru, kendisi de “nizâm-ı ekâlime dair” (iklimlerin, ülkelerin düzeni) bir risale kaleme alan Süleyman Penah Efendi de böyle biriydi. Siyasetname / Nasihatname türündeki eseri, en yetkinlerinden biri olmasına karşın, ne Osmanlı döneminde ne de merhum kütüphaneci Aziz Berker tarafından 1942-43’te Türk Tarih Vesikaları Dergisi’nde aynen yayımlandıktan sonra, Cumhuriyet döneminde gerekli ilgiyi görebilmiştir. Bu, üstelik Sayın Yavuz Cezar’ın önce 1986’da, Osmanlı maliyesi üzerine olan değerli araştırmasında risaleyi kısaca tanıtmasına ve 1988’de de üzerine müstakil ve mufassal bir yazı yazmasına rağmen böyledir. Ben de bu yazımda, Penah Efendi’nin daha önceki araştırmacıların ilgi alanlarına pek girmeyen bir yönüne, emperyal projeciliğine ve toplum mühendisliğine değinmek istiyorum. Ama kendisi ve eseri hakkında en temel konularda bile hafif tertip bir karmaşa hüküm sürdüğü için önce bir miktar oyalanmamız kaçınılmaz görünüyor.

James Stuart, Stuart Erechtheum’u çizerken. Osmanlı Mora’sından bir görünüş, 1751.
Mehmed Süreyya anıtsal eseri Sicill-i Osmanî’de, Penah Efendi’nin Mora’da, Tripoliçe’li İsmail Efendi’nin oğlu olarak 1153’te (1740-1741) doğduğunu söylüyor. Penah, daha sonra İstanbul’a gelip divan kâtibi olarak Küçük Mustafa Paşa’nın hizmetine girmiş. Hacelik rütbesi alarak 1177 Şevvalinde (Nisan / Mayıs 1764) Küçük Tezkireci, peşinden Kethüda Kâtibi olmuş. Aynı yıl azledilerek Magosa’ya, dokuz ay sonra ise Bursa’ya gönderilmiş. Bir süre sonra da Maliye Tezkirecisi olmuş. Mehmed Süreyya “sefer vukuunda Ordu-yu Hümâyûn ile gitti” dediğine göre bu seferin 8 Ekim 1768’de Rusya’ya açılan ve 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile sona eren sefer olması gerekir.
Penah Efendi daha sonra 1183 Ramazanında (Aralık 1769- Ocak 1770) Sipah Kâtibi, 1184’te Mevkufatî, 1185 Muharreminde (Nisan- Mayıs 1771) Süvari Mukabelecisi ve Şevvalde (Ocak- Şubat 1772) Başmuhasebeci olmuş ve izinli olarak İstanbul’a dönmüş. Daha sonraları iki defa şehreminliği yapmış, Anadolu Muhasebeciliğinde ve Süvari Mukabeleciliğinde bulunmuş. 1198’de (1783-1784) “yine” Matbah Emini ve Recep ayında (Mayıs- Haziran 1784) tekrar Anadolu Muhasebecisi olmuş. 10 Zilkade 1200 (4 Eylül 1786) tarihinde ise vebadan ölmüş ve Mahmutpaşa’da gömülmüş. Mehmed Süreyya, tarikatlara intisabı olduğunu, manzum ilahileri ve şiirleri bulunduğunu, oğullarının da Osman [Defterdar, Moralı] ve Yusuf Agâh Efendi [Londra’da ilk daimî elçi] olduğunu söylüyor.
Aziz Berker, Penah’ın, Orloff Biraderlerin 1770’te Mora’da başlattıkları ilk Rum ihtilâli esnasında orada olduğuna dikkat çekerek, Sipah Kâtipliği, Mevkufatîlik ve Süvari Mukabeleciği görevlerini Mora’dayken yapmış olmasının kuvvetli bir ihtimal olduğunu söylüyor ama Mehmed Süreyya’dan gelen bu bilgileri maalesef Penah Efendi’nin kendi yazdıklarından doğrulayamıyoruz. Üstelik kendi mecmuasındaki ifadelerden hiç olmazsa 1765-66’dan beri Mora’da bulunduğunu anlıyoruz. Rusya’nın gönderdiği “Hacı Murad” adlı casusun Manyalılar ve başkalarıyla görüştüğünü, onları bir ayaklanmaya teşvik ettiği hususlarını yerel yöneticilere bir türlü anlatamamış.
Oğlu Yusuf Agâh Efendi’nin 1796’da Tripoliçe’de bir okul ve kütüphane yaptırmış olmasına bakılırsa ailenin o şehir ile bir ilgisi olduğu söylenebilir ama orada bile bir tereddüt var çünkü Penah Efendi kendi mecmuasında “diyarımız Gastun” [Gastouni] diyerek Tripoliçe’nin Kuzeybatısındaki kasabayı işaret ediyor. Ayaklanma başladıktan ve Gastun kuşatıldıktan sonra Penah Efendi ve diğer Müslümanlar 13 Mart 1770’te bir çıkış harekâtında bulunmuş ve perişan bir hâlde Badra [Patras] kalesine sığınmışlar. Penah Efendi’nin ifadeleri kendisinin hep Gastun’da yaşadığı izlenimini veriyor. Gastun naibi olan Ömer Efendi, ihtilalden dolayı mahkemesi 3 aydır gelirsiz kaldığı için Badra’da perişan durumdaki mültecilerin yakasına yapışmış ve 2000 kuruş vermedikleri takdirde “selamet ile çıkarsam cümlenizi birer iftiralar ile Deraliye’ye ilâm ederim” diye tehdit etmiş. Kapıkulu askerinden sipahların ordu ile birlikte olması gereken kâtibinin Kuzeybatı Mora’daki Gastun’da ne işi vardı, hadi onu geçeyim ama oldukça yüksek rütbeli bir bürokrat olan Sipah Kâtibi’nin imparatorluğun başkentinde, bir kasaba naibi kadar nüfuzu olamayacağına doğrusu pek aklım kesmiyor!
Kısacası Penah’ın kendi yazdıklarıyla Mehmed Süreyya’nın verdiği tarihler uyuşmuyor. Hatta Penah kendi babasının adını bile, İsmail değil, Süleyman olarak veriyor. Hâl böyleyken bunun bazı yayınlarda hâlâ dikkate alınmadığını görmekteyiz. Her hâlükârda Mehmed Süreyya’nın yazdıklarının daha fazla araştırma yapılmasını gerektirdiği aşikârdır ama hiç olmazsa ondan kaynaklanmayan hatalardan birine dikkat çekerek bu bahsi kapatayım. Aziz Berker, her nasılsa zühul etmiş ve Mehmed Süreyya’yı referans göstererek Penah’ın İstanbul doğumlu olduğunu söylemiştir. Tabii ki Mehmed Süreyya böyle demiyor ama Yavuz Cezar ve Kayhan Atik gibi sonraki araştırmacıların da bunu aynen tekrarladıkları görülüyor.
Penah Efendi’nin yazdıklarının niteliği ve yazım tarihi hakkında tedavülde olan bilgilerde de epeyce bir karışıklık var. Aziz Berker, yazım tarihi olarak 1769’u vermiş ama “risale”nin en sonundaki ikinci zeylin de 1778 tarihli olduğunu belirtiyor. Yavuz Cezar, “1769’u izleyen yıllarda yazılmış olması gerektiği bilinmektedir” diyor. Kayhan Atik ise 1770-1780 tarih aralığını veriyor. Oysa bu konuda herhangi bir belirsizliğe gerek yoktur çünkü Penah Efendi, metnin içinde yıl 1200’ü (1785-86) gösterdiğinde “kâşanesinde” bir köşeye çekilmişken “esbab-ı tebdir-i nizam-i ekâlimin” (Ülkelerin Düzeni Üzerine Önlemlerin Araçları) yazımına giriştiğini ve “işbu Mora seferinin risalesine zeyl olarak” eklediğini açıkça belirtmektedir.
Dahası, Penah’ın söylediklerinden anlıyoruz ki aslında bir değil iki risale yazmıştır. Birincisi Mora İhtilâli üzerinedir, ikincisi ise “ülkelerin düzeni” hakkındadır. “Sefer-i Mora bu makamda nihayet bulmağla acizâne nizam-ı ekâlime dair tertib olunup zeyl-i evveliyat-ı risale-i çâkerânemdir” diyor. Sefer-i Mora veya Mora seferi dediği risalesini tabii ki daha önce kaleme almış olabilir. Fakat onun önsözünde de “nizam-ı ekâlime dâir mevadd-ı saire zeyline cesaret olunmağla” dediğine göre 1785-1786’da yeniden gözden geçirmek veya yeniden yazmak fırsatı da olmuştu. Sefer-i Mora’nın bitiş tarihini de (1200’ün sadece bir ayı 1785’te olup 11 ayı 1786’ya rastladığı için) büyük ihtimalle 1786 olarak görmek durumundayız. Bunu böylece tesbit ettikten ve ortada iki ayrı risale olduğunu söyledikten sonra Penah Efendi’nin yazdıklarında daha fazla bir tutarlılık göreceğimiz aşikârdır.
Dolayısıyla, Sayın Cezar’ın şu değerlendirmesinin bir kısmına katılamıyorum:
“Adından da anlaşılacağı üzere, risâle temelde Mora isyanı ve bu olayın ortaya çıkardığı sorunlarla ilgilidir. Böyle olmakla birlikte, risâlenin tüm içeriği yalnız bu sorunla sınırlı kalmamıştır. Gerçekten, son bölümlerde Penah Efendi, çalışmasının kapsamını birdenbire genişletmiş ve böylece ortaya, imparatorluğun tümüne şâmil sorunları, kendine özgü bir yaklaşımla irdeleyen, ilginç ve değerli bir fikri ürün çıkmıştır.”
Hem bu karışıklıkların bir kısmının, hem de Penah Efendi’nin, belirli bir seferin vekayiinin tutulmasıyla hiç ilgili olmayıp mufassal bir siyasetname niteliği taşıyan bu ikinci risâlesinin, Mora seferini anlatan birincisinin gölgesinde kalmasının bir nedeni ise gerçekten de nispeten basit bir kataloglama ve adlandırma sorunu olabilir.
Aziz Berker, bu [iki] risalenin Millet Kütüphanesinde, Ali Emirî Efendi kısmında “Mora İhtilâli” adıyla kayıtlı bulunduğunu ama asıl adının “Penah Efendi Mecmuası” olduğunu ve sonradan “Mora İhtilâli Tarihi” ve “Mora İhtilâli Tarihçesi” şeklinde bilindiğini belirtmektedir. Gerçekten de onun dikkat çektiği üzere Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri adlı eserinde sadece “Mora İhtilâli Tarihçesi” olarak geçmektedir. Şöyle de ifade edebiliriz: İbrahim Müteferrika’nın meşhur Usûlü’l- Hikem fî Nizâmi’l-Ümem’inin yazması, yine onun, tek nüsha ve yazma başka bir eseriyle, diyelim ki Lehistan sefaretnamesiyle aynı mecmua içinde olsaydı acaba ne kadar bilinirdi? Fakat burada bir haksızlık da yapmak ve bütün kabahati kütüphaneciler ve bibliyografik sözlük yazarlarına yüklemek istemem. Bu çok önemli eserini, onun neredeyse tam yarısı kadar olan Sefer-i Mora’ya ekleyen ve bir bakıma gözlerden kaçıran Penah Efendi’nin kendi payını da unutmamak gerekir sanırım.
Ama ben sizlere Penah Efendi’nin emperyal projeciliğini ve toplum mühendisliğini anlatacaktım değil mi? Heyhat, hukuk kadar değilse de bazen tarihte de usûl, esasın önüne geçiveriyor. Herhâlde bunu artık bu yazıda yapamam, haftaya kaldı. Fakat hiç olmazsa geçtiğimiz haftalardaki Osmanlı’nın sistem arayışları- toplumsal sözleşmeleri yazı serisine buradan bir “zeyl” olsun çıkarabilirim.
Penah Efendi, İbn Haldun’un kulaklarını çınlatırcasına, bir devletin ortaya çıktığı zamanki ve durup oturuştuğu (temekkün) zamanlarındaki hâllerinin aynı olamayacağını söylüyor. Bir devletin yıldızının parladığı ve ülkeler fethettiği zamanlarda askerleri itaat üzere olur, bol ganimet alınırken birbirleriyle dayanışma içinde bulunurlarmış. Yönetici konumunda olanların da askerlerin bazı hatalarını görmezden gelmesi ve askerlerin yöneticilere olan tavırları temekkün vaktinde olmayan işlerdenmiş. Bu, o zamanlara mahsus bir tavırmış. Erbab-ı basiret bu tür bir müsaadeyi caiz görürlermiş. O devlet olgunlaştıkça ve güçlendikçe halkı sefa, rahat peşinde, servet ve ziynet toplamak kaygısında olur, her kasaba ve her köy halkı “iradeleriyle hareket edip her biri bir tavır ve meşreb peyda” edermiş. Yönetilmeleri ve gereken hizmetlerde istihdam edilmeleri güçleşirmiş. Öyle bir devletin yakın bir gelecekte çökeceği açık olduğu için erbab-ı basiret, bunu fark ettikleri gibi yönetilen kalabalık nüfusu “birkaç sınıfa taksim” eder ve belirli şartlara bağlar, ondan sonra da o şartlara krallara varıncaya kadar herkes uyarmış (muayyen şûrûtlara bend ve kemâyenbagi şûrûtlara mülûka varınca riayet eder). Bu düzenin en ufak bir yanına zarar gelmemesi için gerektiğinde başka büyük işlerin hepsini bırakır ve onun devamı için ihtimam eder ve önlem alırlarmış.
Penah Efendi’nin bunları yazarken kafasında hangi toplum düzeninin veya tarihî dönemin olduğunu maalesef bilemiyoruz. Kendi memleketi Mora’nın antik Yunan dönemindeki geçmişine, mesela Cleisthenes ve Solon’un reformlarına mı göndermede bulunuyordu yoksa daha yakın dönemlerde, mesela, Fransa’nın meclis (états généraux) düzenlemelerini mi kastediyordu? Fakat düzenin nasıl sağlanamayacağı konusunda gayet net ve açık bir saptamada bulunuyordu: “Nizam her ne gûne olur ise olsun katl ve nefy ve müsadere ile mutlak olmaz san’at ile olur.”
.27/05/2017 21:22
Osmanlı Avrupası’nda kolonyal esintiler
Aydınlanmacı Penah Efendi’nin, Osmanlı Arnavutları için önerdiği kapsamlı projesini emperyal ve kolonyal bağlamlar çerçevesinde görmek gerekir.
Osmanlı bürokratı Moralı Süleyman Penah Efendi, İstanbul’da, köşesine çekildiği bir zamanda, 1785-1786 yılında, kendisinin Esbab-ı Tedbir-i Nizam-i Ekâlim (Ülkelerin Düzeni Üzerine Önlemlerin Araçları) diye adlandırdığı bir risâle kaleme almıştı. Pek çok açıdan İbrahim Müteferrika’yı kendine örnek alan Penah Efendi’nin bu eseri, Müteferrika’nın Usûlü’l- Hikem fî Nizâmi’l-Ümem (Milletlerin Düzeni Üzerine Bilgelik Usûlleri) adlı eseri gibi temel olarak Osmanlı sisteminin nasıl ıslah edileceğine dair bir siyasetnamedir. Yine de bu iki eserin isimleriyle müsemma olmadığını ileri süremeyiz çünkü her ikisinde de Osmanlı dışı dünyaya ve dönemlerinin uluslararası düzenine ciddî göndermeler vardır.
Penah Efendi’nin dünya bilgisinin bir kısmının, ismen bahsettiği iki Osmanlı yazarından biri (Diğeri tarihçi Naima’dır) olan Müteferrika’dan geldiği görülüyor fakat risâlelerinden kolayca görülebileceği gibi onun daha başka kaynakları da vardı. Mora’daki bazı Rum Ortodoks rahipleri ile iyi ilişkileri olduğu gibi kasabası Gastun’un karşısındaki Zanta Adası’ndan Venedikli dostları da bulunuyordu. “Tecessüs” sahibi bir kişi olarak Penah Efendi, soruyor, öğreniyor ve şüpheciliği elden bırakmıyordu.
Gérôme, Namaz Kılan Arnavutlar.
Mesela, ilk risalesi Sefer-i Mora’da anlattığı üzere, Moskof devleti de, Yeni Dünya’da ve İran ve Hindistan devletlerinin denizcilikle uğraşmamasından yararlanarak Doğu Hint sahillerinde denizaşırı topraklara sahip olan İngiltere, Fransa, İspanya ve Hollanda gibi yapmak istiyordu. Bu amaçla Baltık kıyısında, “Petroburgo” kentini kurmuş, liman ve tersane edinmişti. O da dünyanın o bölgelerine gemi göndermek ve eğer imkân olursa toprak dahi çalmak ve Moskof kavmini ticaret ile ihya etmek peşindeydi. Penah’a göre, 1751-52 yılında Habeşistan’a giden ama Hıristiyan olmalarına rağmen yerli ahali ile uyum sağlayamayan Rum Ortodoks rahiplerini de Rusya harekete geçirmişti. Dönebilen rahiplerden ikisi ile görüşen yazarımızın aklı, bu rahiplerin kendiliklerinden yolculuk zahmetlerine katlanmalarına ve masrafa girmelerine hiç yatmamıştı.
Aynı şekilde, güvendiği ve bir gün “felâh” ve “salâh”a kavuşacağını umduğu bir Rum rahip dostu, Yunanca fenleri bitirdikten sonra Latin ve İtalyan dillerinde de fen tahsil etmek amacıyla Nemçe (Avusturya) taraflarına gitmiş ve 15 yıl kaldıktan sonra 1192’de (1778) geri dönmüş. Buluştuklarında, Penah, kötü yönetimden dolayı Rumeli taraflarından kaçarak Avusturya tebaalığına giren ve sayıları o yıla kadar 500,000’e ulaşan Osmanlı reayasının geri getirilip getirilemeyeceğini sormuş. Rahip dostu “Devlet-i Aliyye’nin sadık ve gayretkeşi olmakla” ağlayarak buna imkân olmadığını söylemiş.
Hemen not edeyim ki Penah’ın Rum ruhban sınıfıyla olan iyi ilişkileri bu adını vermediği rahip dostuyla sınırlı değildi. 1770 ihtilâlinde bir manastırdaki rahiplerin, saldırı altındaki Müslümanları koruduklarını, olaylar sırasında manastırlarına kapanıp ihtilâle karışmadıklarını ve onlardan zerre kadar kötü bir hareket gelmediğini, devlete sadık kaldıklarını söylüyor. Hatta daha önce de, Osmanlı 1715’te Mora’yı Venedik’ten geri alırken bu rahiplerin, Rum reayasını Osmanlı tarafına çekmek hususunda çok hizmetleri dokunmuş.
Dolayısıyla alçakgönüllü bir tahminde bulunabilir ve Penah Efendi’nin sadece dünya bilgisinin değil, bariz Aydınlanmacı fikirlerinin de hiç değilse bir kısmını, siyasî olarak ihtilâlcilerin yanlarında olmasalar da bu sınıfa borçlu olduğunu ileri sürebiliriz. Hem de 1789’daki Fransız Devrimi’nin henüz patlak vermediği bir zamanda… Evet, Penah Efendi’nin Fransız Aydınlamacılarıyla ve hele onların Avusturya, Prusya ve Rusya’daki tepeden inmeci uygulayıcılarıyla örtüşen pek çok düşüncesi vardı. Bunlar arasında, bir devletin, halkını eğitmesi gerektiğini, devlet dilinin nüfusun her kesimi tarafından kullanılmasının şart olduğunu, dilin basit olması lüzumunu, matbaanın bu hususta göreceği işlevi, sanayinin ve ticaretin geliştirilmesi gerektiğini bir çırpıda sayabilirim. Ayrıca ülkenin parasının dışarıya gitmemesi yolundaki merkantilist fikirlerini, düzenli bir askerî teşkilât yapılmasının sadece savaşları kazanmak için değil ülkeyi kolayca yönetebilmek için gerekli olduğu düşüncesini ekleyebilir ve tüm bunları da bir imparatorluk arkaplanı eşliğinde gündeme getirdiğini, söylediklerinin kolonyalizm ve hatta milliyetçilik bağlamlarında geniş imaları olduğunu ileri sürebilirim.
Penah Efendi, devletlerin üç tane ana işi olduğunu söylüyor. Bunlar, hazinenin korunması (siyanet-i hazine), tebaanın refahının sağlanması (refâhiyet-i reâya ve berâya) ve askerin düzenli olması imiş (nizâm ve rabıta-i asker). Diğer işlerin ise “yok menzilesinde” olduğunu söylüyor. Tabii ki diğer işler de bir şekilde bu üç büyük işlevin parçaları olarak görülebilir ama ben yazının kalanında bu yok menzilesinde dediği işlere eğileyim diyorum çünkü Penah’ın projeci ve toplum mühendisi yönleri buralarda çok net görülüyor.
Penah Efendi’nin bilginin anlaşılır ve ulaşılır olması hususunda matbu malzemeye büyük önem verdiği risâlesinin değişik yerlerinden anlaşılıyor. Ordu düzene konduktan ve bir “nizâm-ı cedide” yapıldıktan sonra, sade bir dille (ıstılâhatdan âri) ve kamunun anlayacağı şekilde bir kitabın yazılıp matbu olarak (basma hattıyla) çoğaltılmasını ve her tarafa yayımlanmasını öneriyor. Böylece nizâmın şartlarını herkes bilir ve ona göre hareket edermiş. Şöyle diyor:
“Frengistan’da föyöta [feuilleton] tabir olunur basma hattıyla havâdis-nâmeler (gazeteler) çıkması mücerred avam-ı nâsı (halk tabakasını) terbiye ve ikaz içindir. Avam-ı nâsı böyle mel’abelerle (eğlencelerle) terbiye ederler.”
Ona göre, Avrupalılar, bu tebaalarını “terbiye” işini kolonilerinde bile becermiş. Bağlam, koloniler ve Batı yayılmacılığı olunca, Penah Efendi’nin basit bir “eğitim verme” veya “halkı eğitme”nin çok ötesinde, yerli halkların dillerinin ve kültürlerinin yok edilerek bir düzene bağlanmalarını kast ettiğini daha açık olarak görebiliyoruz.
Bunu yaparken de döneminin Avrupa-merkezci tavırlarını benimsiyor ve kolonize edilen yerleri herhangi bir “terbiyeden” ve kültürden mahrum olarak görüyor. Aslında, her iki risâlesinde değişik vesilelerle sözünü ettiği üzere Avrupa dışındaki toprakların ahalileri, mesela Habeşistanlılar ama özellikle de Amerika yerlileri veya onun kullanımında, “Amerikan kavmi”, “behaim”den (hayvanlardan) farksızdı ve Penah’ın gözünde ilkelliğin ve vahşiliğin en üst boyutunu temsil ediyorlardı.
O kadar ki, Penah, beğenmediği kişileri doğrudan “Amerikan” olarak niteliyordu. Mesela, Venedikli dostlarından Mora Rum reayasının ayaklanacağı haberlerini aldığında ve nihayet Kasım- Aralık 1769’da bir Rus gemisi Mora açıklarına geldiğinde bile “Mora’da a’yân olacak behâim-i kavm-i Amerikan” ve Mora mütesellimini inandıramadığını söylüyor. Düz bir okuma bize “Mora’da ayan olan Amerikan kavmi hayvanları” gibisinden bir kategori olduğunu söyler. Dönemin pejoratif ağzını bir tarafa bıraksak bile Mora’da ayanlık yapan Amerikan yerlileri herhâlde epey bir karışıklığa yol açar! Aynı şekilde, kuşatılan Badra kalesi ahalisini, şehrin varoşu elde iken kaleye zahire koymamakla suçluyor. Ona göre Badralılar, kaleye zahire koyarlarsa asiler korktuklarını anlar diye “Amerikanca mülahazalarıyla” yani Amerikan yerlileri gibi düşünerek hareket etmişler. Aynı şekilde Osmanlı Arnavutluk’undaki iki sancağın, Delvine ve Avlonya halkının, başkalarıyla görüşüp arkadaşlık etmemelerinden dolayı Amerikan yerlilerinden farksız olduğunu söylüyor (adem-i ülfetten Amerikan kavminden farkları yoktur).
Penah Efendi’nin, Delvine ve Avlonya sancaklarında yaşayanlar başta olmak üzere Osmanlı Arnavutları için önerdiği kapsamlı projesini, kendisinin de gayet bilinçli bir şekilde yaptığı gibi emperyal ve kolonyal bağlamlar çerçevesinde görmek gerekir. Ona göre, Arnavutluk’un her tarafı öyle değilmiş ama Delvine ve özellikle de Avlonya sancakları ahalisi sürekli fesat ve eşkıyalık peşindeymiş çünkü dört yüz seneden fazladır nizâmlarına himmet olunmamış, toprakları da verimsiz olduğu için yağmacılık gibi uygunsuz hareketlere mecbur oluyorlarmış. Penah, siyaseten doğrucu bir dil kullanımının akla bile gelmediği bir dönemde, “Bahusus nizâmlarına murad olunmadığından vahşi ve terbiyesiz bir kavim olup memâlik-i mahrûsaya gidip gelmezler ve ticaret ve sanat nedir bilmezler” diyor. Dahası aralarında sanat ve ticaret kötülenirmiş (Sanat ve ticaret mezmûmdur). Birisi kasaplık veya bakkallık yapsa ayıplanırmış ama kullanılmış nal ve mıh çalmaya çıkmak ayıp değilmiş!
Öte yandan, iyi huyları da varmış. Eğer bir yolcunun yolda başına bir şey gelmez de bir köye ulaşırsa, en yoksul birinin evine bile gitse hemen konuk eder, misafir muamelesi yaparlarmış. Aralarında ehl-i ırz olanlar çokmuş ama eşkıyalık peşinde olanlar ağır bastığından, düzensiz olduklarından ve Osmanlı ülkeleriyle görüşüp dostluk etmediklerinden yol yordam bilmez vahşiler imişler (memalik-i mahrusa ile adem-i ülfet ve ünsiyetten vahşiler olup adâb ü erkândan bîbehre bir kavm). İstenirse nizâm altına alınmaları mümkünmüş.
Penah Efendi’nin “soylu vahşiler” olarak gördüğü Arnavutluk ahalisi için önerdiği temel çözüm onlardan kayıt altında, sıkı denetlenen ve iyi maaş alan yaya ve süvari, askerî birlikler oluşturulmasıdır ama bu yazıda bununla değil, onun “sosyal” projeleriyle ilgiliyim. Yazarımız, Mora’da ve Rumeli’nin birçok yerinde kendisi bizzat görüp tecrübe etmiş ki aralarında yarım saatlik mesafe olan köylerden Rumca konuşanlar yumuşakbaşlı, alçakgönüllü ve itaatli ama Arnavutça konuşanlar dikbaşlı ve kaba oluyormuş. Efendi bunu Arnavutçanın kendisinin sert bir lisan olmasına bağlıyor. Övgü için söylenen sözler bile öfkeli ve sert duruyormuş. Eğer Arnavutça konuşulmazsa bütün sertliklerinin gideceğine ve “tebdil-i ahlâk” edeceklerine hiç şüphe yokmuş çünkü Arnavutça zarafetten nasibini almamış bir dilmiş ve Arnavutlar, “Türkî lisanını” bilmedikleri için sohbetten etkilenmiyorlarmış.
Daha sonra söyledikleri ise, “Hâl böyleyse neden Rumca öğretilmesin? Türkçe de nereden çıktı?” gibisinden bir yorum yapmamızın önünü bütünüyle kestirecek niteliktedir: “Mutlak bir kavm terbiyesi bir devletin tekellüm ettiği lisânı tekellüme muhtaçtır”. Bu, benim gördüğüm, Türkçenin, Osmanlıda devlet dili olduğuna dair en erken bir göndermedir ve Penah Efendi, devlet dilinin öğretilmesini, bir kavmin eğitilmesi ve düzen altına alınmasının şartı olarak görmektedir. Dolayısıyla, Rumca konuşanlar hakkındaki övgü dolu sözleri bir yana, Arnavutların, Türkçe öğrenmelerinin gerekli olduğunu düşünüyordu. Sonuçta Osmanlı devleti Rumca “tekellüm” etmiyordu ki! Bitmedi tabii ki… El-mecbur devam edeceğiz ve göreceğiz bakalım Osmanlı devletini diğer imparatorluklar gibi gören, onlar gibi olmasını isteyen ve dahi kolonyal yöntemler önerenler daha 18. Yüzyılda var mıymış…4/06/2017 01:46
Penah efendi: Bundan sonra Arnavutça konuşulmaya...
Vaktine göre “tuhaf” fikirleri olan Moralı Süleyman Penah Efendi’yle devam ediyoruz. Başta Delvine ve Avlonya sancakları halkı olmak üzere Osmanlı Arnavutları için önerdiği projenin emperyal ve kolonyal bağlamlar içinde görülmesi gerektiği kanaatimi söylemiştim. O vadide biraz daha yürüyelim.
Penah Efendi, çok sonraları “Anglo” emperyalistlerin dünyayı kolonileştirirken kendilerine sermaye yaptıkları “beyaz adamın yükü” (white man’s burden) kavramını bilemezdi. Daha 19.Yüzyılın sonuna çok vardı ve Rudyard Kipling 1899’daki meşhur şiirini yazmamıştı ki… Penah, Fransız emperyalistlerin cevabî kavramı “medenileştirme görevi” (la mission civilisatrice) deyimini de bilemezdi ve onun da kendi diline “vazife-i temdin” olarak çevrildiğini hâliyle görmemiştir.
Anakronizme düşmeye hiç gerek yok, bunları nasıl bilebilirdi ki? Ama önerdiği projenin, bu iki emperyal patikadan hangisine daha uygun düşeceğini sorgulamakta bir beis olmaz herhalde. Birincisi, halkının derisinin rengi beyaz olmayan yerlere medeniyet götürüyor, oraların ahalisini “yükseltmeye” çalışıyor ama asla kendinden saymayarak kendi kimlikleriyle bırakıyordu. İkincisi de yine medeniyet götürüyor ama bu medeniyet yoluyla oraların insanlarının da “Fransız” olabileceğini düşünüyordu.

Gerome, Arnavut muhafız
Dediğim gibi Penah Efendi bunları bilemezdi ama kendi döneminde birinci aşaması çoktan kemâle ermiş olan Batı kolonyalizmi ve dünyada yükselmekte olan Batı hegemonyası hakkında pek çok şey bildiği muhakkaktır. Projesini anlatırken “delillerini” ve örneklerini ağırlıklı olarak Batı ve bilhassa İspanyol kolonyalizminden seçmesini fevkâlâde dikkat çekici buluyorum. Bakın, bugün artık bir efsane olduğunu bildiğimiz Batı kökenli şu hikâyeyi bile bir vesileyle araya sıkıştırıyor:
“İklim-i Amerika’yı İspanya yeniden buldukda sefineler ile atlar götürüp soltatlar [askerler] süvar olup Amerika’yı tutmak için müsâraat (teşebbüs) eylediklerinde kavm-i Amerikan bunları cesed-i vahid (tek beden) kıyas edip soltatlar attan nüzûl (indiklerinde) ettiklerinde görüp mütehayyir oldular (şaşırdılar).”
Bizim efendi yine insaflı, bu efsanenin varyantlarının bazılarında yerliler at ve sürücüsünün tek bir varlık olmadığına hiçbir zaman ayılamıyorlar ve bu garip yaratıktan ödleri koptuğu için Amerika’nın fethi kolaylaşıyor! Penah, hiç olmazsa süvarileri attan indiriyor… Bunu anlatmasına sebep ise her zamanki gibi ıslahat yapılması ve taşraların “nizâm” altına alınması. Bütün Mora da böyle bu hâlde, Amerikan yerlileri gibiymiş.
Arnavutların özeline dönersek; Penah, onların Türkçe bilmemekten dolayı içlerine kapanık yaşadıklarını, ancak kendi eğitimsiz tavır ve tarzlarını bildiklerini (bilâ terbiye tavr ve tarz), başkalarından ve başka diyarlardan anlayış ve bilgi ürünlerini (meta-ı feraset ve irfan) alamadıklarını söylüyor. Böyle olunca sadece kendilerini beğeniyor, kendi karar ve davranışlarını övüyor ve “başka millet ile ülfet” istemeyerek, iyisini de kötüsünü de sadece kendi cinsleriyle beraber işlemek istiyorlarmış.
Bu izolasyon hâlini kırmak ve Arnavutları “düzene” koymak için Penah’ın önerdiği çözüm radikaldir: Arnavutça konuşmak yasaklanaymış! Daha da ilginç olanı ise bu projede dinî inancı devreye sokması ve bunun Arnavutların muteber din âlimleri ve şeyhleri aracılığıyla yapılmasını önermesidir. “Halk, krallarının dini üzeredir” (En-nâsü alâ din-i mülûkihim) sözü uyarınca bu din adamları devreye girmeli ve bundan sonra Arnavutça konuşulmaya imiş! Fazla dağıtmak istemiyorum ama Penah Efendi’nin alıntıladığı sözün, 1555’teki Augsburg Barışı’ndan sonra Protestan- Katolik savaşlarına bir çözüm olmak üzere geliştirilen Cuius regio, eius religio (Kimin ülkesiyse onu dini) ilkesiyle büyük benzerlik gösterdiğini not etmiş olayım.
Arnavutların dillerini değiştirmek birkaç sene gerektirirmiş. “Bu günden sonra kimse isteyerek Arnavutça konuşmayıp Türkçe konuşalar diye şartlanalar” diyor ( Ba’d el-yevm ihtiyarî kimesne Arnabutca tekellüm eylemeyip Türkî tekellüm eyleyeler deyü şartlanalar). Üç beş sene içinde bir miktar Türkçe öğrenildikten sonra zorunlu hâllerde Arnavutça konuşulabilirmiş. Arnavutlar, âlimleri, şeyhleri, bey ve beyzâdeleri ve beylerbeylerinin ihtimamlarıyla kısa sürede kendi dillerini unuturmuş (ferâmûş ederler).
Penah, böylesi konuların eğlence sayılmayıp ciddiye alınması uyarısında bulunuyor ve devleti yönetenlerin, yönettikleri yerlerdeki değişik cinsten insanları (ecnâs-i muhtelife) yola ve düzene koyup, boyunlarına itaat halkasını takmaya sevk ve teşvik etmelerinin kendi dediğinden çok daha fazla ihtimam gerektireceğini söylüyor. Başkalarının tecrübelerinden yola çıkarak başarılı olunabileceğine dair de şöyle diyor:
“Delil, İspanya, Hind-i Cedid’i buldukda ahalileri Arnabudluk gibi değil idi yeri ve göğü fark eylemeyip ne gûne sanatlar ile nizâma bend ettirdiği[ni] inkâra mecâl yoktur. Amerika’dan karılar getirip İspanya’da tezevvüç ve tevellüd eden oğulları babasının ve anasının lisânlarını bilip sonra ol oğlanları Amerika’ya tesyâr (gönderilmek) ve tercümanlık edip müddet-i kalilede (kısa sürede) kavm-i mezbûr lisân-ı Amerika’yı ferâmûş ve lisân-ı Freng’i ele getirdiler.”
Meselenin, Arnavutların eğitilmesinden çok daha fazlası olduğu, dillerini unutturarak kültürel asimilasyona vardığı açıktır. İspanya İmparatorluğu, Arnavutluk’a göre çok “geri” olan Latin Amerika’yı çeşitli ince yöntemlerle düzen altına aldıysa, aynısını Osmanlı niye yapamasın?
Penah Efendi’ye göre böyle bir projeyi hayata geçirmek mümkündür çünkü insanlar yeteneklerine göre sınıf sınıftır. Bazıları bir günün veya bir senenin işini veya ömürleri boyunca olup biten olayları kendi istidatlarına göre bilecektir. Bunlar azınlıktadır. İnsanların çoğu, bulundukları bir toplantıda geçen sohbeti kaydetmeyi ve bir saat sonra aktarmayı bile beceremez. Nuh Tufanı’ndan beri bütün insanlık bu hâlde olsaydı, astronomi, hendese, pusula, barut ve ateşli silahlar, basma ile kitap çoğaltılması ve diğer fenleri kimse bilmezdi diyor. Açıkça söylemiyor ama bilgili olan veya bilimde gelişmiş olanların, olmayanları kolayca yönetimleri altına alabileceği temasını işliyor gibidir. Basiret sahipleri, içinde yaşadıkları devletin devamı için ömürlerini bu gibi konulara hasretmelidir fikrindedir.
Bu resimde Arnavutlara biçilen rolün Latin Amerika yerlilerinin yaşadıklarıyla örtüşen noktaları da var, farklı yönleri de. Tahakküm altına girmek ve yöneticilerin dilini benimseyerek kendi dillerini unutmak hususunda tam bir örtüşme var. Ondan sonrası daha karışıktır. Penah Efendi, Arnavutların nizâma girip, eğitilip Türkçe öğrenmeleri, bir bakıma Türkleşmelerinden sonra onlar için nasıl bir gelecek tasavvur ediyordu acaba? Bu sorunun ipuçları da risâlesinde vardır. Zaten askerlikle içli-dışlı olan Arnavutların, kendi önerdiği şekilde eğitilmeleriyle sadece kendi ülkelerinde veya Mora’da değil tüm imparatorluk çapında yararlı bir unsur olacaklarını düşündüğünü söyleyebiliriz.
1770 ihtilâlinden sonra Mora’nın durumunun iyi olmadığını bilen ve “Mora’nın nizamına inayet buyurulursa gayet isabet olurdu. Zira bir müddetten sonra benî âdemden hali kalacaktır” diyen Penah Efendi, Hıristiyan nüfusun memleketi bırakıp göç etmesini ciddî bir tehlike olarak görüyordu. Arnavutlardan ise mevcut hâlleriyle umutlu değildi:
“Zümre-i Arnabudan memalik-i mahruse ile ticaret ve sair
cihetiyle ülfetleri olmamakla sibâ’dan (yırtıcı hayvanlardan) farkları yoktur. Terbiyeye muhtaçtır. Zira nüfus-ı kesire olmalarıyla seferlerde çok iş görürler. Sebükbâr (yükü olmayan, hareketli) askerdir. Ancak şimdi olduğu gibi bir işe yaramazlar.”
Kısaca, Arnavutluk’un ıslahı için bir yandan Arnavutlardan düzenli asker yazılmasını gerektiren, diğer yandan da Arnavutların eğitilmesi ve Türkçe öğrenmelerini öngören bir proje düşünmüştü. Bu projenin bir de Arnavutları üretici duruma getirmeyi hedefleyen üçüncü ve iktisadi bir ayağı daha vardı. Bu da, Yenişehir kazasının çeşitli kasabalarından kadın ve erkek “erbab-ı sanayiden” ustaların Arnavutluk’a gönderilmesi ve üç sene kadar kalarak oradaki halka astar, boğası, alaca ve diğer cins kumaşların nasıl üretileceğini öğretmelerini içeriyordu.
Penah’ın önünde örnek olarak sunabileceği, İspanya’nın uzak kolonyal tecrübelerinden başka, bir de, ezelî rakibi olması dolayısıyla Osmanlının herhalde daha fazla kulak kabartacağını umduğu Rusya vardı. Rusların, fitne uyandırmak amacıyla Akdeniz Adalarından ve başka yerlerden, bazen de Mora’dan “vafir uşaklar alıp Moskov’a götürüp ilm ü terbiyelerine ihtimam” ettiğini söylüyor. Moskovlu’nun basiret gözleri küfür perdesiyle kapalıyken bu derece özen göstermelerine ama ümmet-i Muhammed’den olanların bu işlere önemsememesinin uygun olmadığına ve Allah’ın da buna rızasının bulunmayacağına dikkat çekiyor.
Ona göre yapılacak iş basittir. Bir zamanlar İspanya’nın Yeni Dünya’da yapmış olduğunu yapmak ve daha yakın dönemlerde de Rusların, Rum çocuklarını eğitmesini ve tabii ki kendi amaçları için istihdam etmesini örnek almak gerekir. Böylece, Penah Efendi’nin, yalnızca Arnavutçanın yasaklanmasını önermekle kalmadığını ve maksudun bu şekilde hâsıl olacağı kanaatinde olmadığını görüyoruz:
“Delvine ve Avlonya, bu iki sancaktan bir miktar uşakları Âsitane-i Aliye’ye getirip surundan hariç bir mahalle koyup kut-i layemût (yaşatacak kadar) tayinatları ihsan ve hocalar tayin olunup, okutup ve Arnabudluk’da teftiş olunup bu iki sancaktan ne kadar bey ve beyzâdeler var ise ve paşazâdeleri, on beş yaşından yukarıları defter edip ve cümlesi bâ-ferman-ı âli Rumeli ve Anadolu, Mısır ve Bağdat’a varınca her ne mahalde vüzerâ ve mirimiran var ise taksim oluna…”
Birinci Abdülhamid devrinde kaleme alınmıştı ama pekâlâ İkinci Abdülhamid devrinde de olabilirdi. Aşiret Mektepleri ile bir yakınlık yok mu bu projede? Üstelik II. Abdülhamid devrinde, Arnavutçaya getirilen kısıtlamaların da bir öncüsü gibi… Benim çok ilgimi çeken bir husus ise, bazı Arnavut çocuklarının İstanbul’a getirilip hocalar tayiniyle eğitilmesi ve Arnavut önde gelenlerinin çocuklarının devşirilerek eğitilmeleri için vezir ve beylerbeyi kapılarına dağıtılması projesinin ilham kaynağı olarak Penah’ın sadece İspanyol ve Rus İmparatorluklarından örnekler getirmesi ve Osmanlı’nın kendi geçmişindeki aşikâr öncü tecrübenin, adı üstünde devşirme sisteminin hiç sözünü etmemesidir. Osmanlı devşirme sistemini adeta yeniden keşfedip hiçbir göndermede bulunmamasının nedeni hakkında ancak bir tahminde bulunabilirim: Devşirme’de, taşradan getirilen çocuklar sisteme entegre ediliyor ama ağırlıklı olarak merkezde görev alıyorlardı. Penah, eğitilen çocukların kendi vilayetlerine geri gönderileceğini açıkça yazmamış ama söylediklerinden öyle anlıyorum ki, o, taşranın kendisini dönüştürmek ve merkeze benzetmek istiyordu. Bu arada söylemeden geçmiş olmayayım, Penah Efendi’nin geliştirmeye çalıştığı model, daha sonraki iki yaklaşımdan herhalde Fransız olanına daha çok benzerdi
.10/06/2017 20:41
Kardeşlik ve özgürlük tamam da eşitlik nereden çıktı?
Osmanlı tarihçisi Şânizâde, Fransız Devrimi’nin etkisiyle İslâmî bir milliyetçilik tasavvur etmişti.
Osmanlı modern tıbbının ve tıp dilinin kurucularından Şânizâde Mehmed Atâullah Efendi aynı zamanda tarihçiydi. Hem de, üstlendiği resmî vakanüvislik görevinin gerektirmediği kadar eleştirel ve analitik bir tarihçiydi. Ne var ki muhtemelen, bir disiplin olarak tarihe duyduğu sadakat ile siyasî güç arasındaki sıkışmışlığını perdelemek için kullandığı seci‘li, musanna ve yer yer kapalı, kinayeli dil, kendi adıyla anılan tarihinin anlaşılmasını güçleştirmektedir.
Şânizâde’nin ilgileri aslında tıp ve tarihin çok ötesine gidiyordu. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn’da ve Süleymaniye Tıp Medresesi’nde eğitim görmüştü. Arapça, Farsça, İtalyanca, Fransızca, Rumca ve Latince bildiği kaydedilmektedir. Çeşitli müderrisliklerde bulundu. Vakanüvisliği 1819- 1825 yılları arasındadır. Aynı zamanda Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi adıyla anılan topluluğun üyesiydi.

II. Mahmud’un yeniçerileri kaldırmasıyla birlikte Bektaşi tarikatını da yasaklamasından Şânizâde de etkilendi. Bektaşilik suçlamasıyla Tire’ye sürgüne gönderildi ve oradan geri dönemedi. Onun için af fermanını getiren görevlinin, “ıtlak” (serbest bırakma) yerine yanlışlıkla “itlâf” diyerek Efendi’nin yere yığılmasına ve kısa bir süre sonra da ölümüne (5 Ağustos 1826) yol açtığı yolunda bir rivayet vardır. Astronomi, astroloji, matematik, şiir diğer uğraşları arasındaymış. Ayrıca tambur çalar, resim ve hattatlık ile ilgilenir, saat yaparmış ve maalesef diyeyim, avcılığı da varmış. (Bkz. Ziya Yılmazer, “Şânizâde Mehmed Atâullah Efendi”, TDV İslâm Ansiklopedisi)
1867-1874 yılları arasında basılan Şânizâde Tarihi bugün Sayın Ziya Yılmazer tarafından hazırlanmış mükemmel bir yayın olarak okuyucusunu bekliyor. Şânizâde’ye göre tarih, ya gerçekten olmuş olayların veya hiç gerçekleşmemiş uydurma hikâyelerin kayda geçirilip aktarılmasından ibaretmiş ve bazı tarihler sadece zanlara dayandığı için bir değer ifade etmezmiş. Bunlar insan aklının hatalarından ve olmamış, gerçek dışı olayların tasavvur edilmesinden dolayı güvenilmez bir durumdaymış. Ona göre; eski tarihlerdeki bazı konuların doğru olup olmadığını olabildiğince araştırmanın ancak tek bir yolu vardır, bu da bazı inkâr edilemez kanıt ve izlerin kalıp kalmadığına bakmaktır. (Tevârih-i ‘atîkada bazı husûsâtın oldukça sıhhatini tahkik etmek içün ancak bir tarik vardır ve tarik-i mezbûr: Bazı mümteni‘ü’l-inkâr delâil ü âsâr kalmışlar mıdır?) Daha sonraki pasajda ünlü Arundel mermerlerinden söz ettiğine göre Şânizâde’nin buradaki “âsâr” kelimesini maddî tarihî eserler anlamında kullandığını da söyleyebiliriz.

Şânizâde Mehmed Atâullah Efendi
Şânizâde’nin gerçeği söylemeyi tarihçilik mesleğinin bir ilkesi ve gereği olarak kabul ettiği görülüyor fakat tarihe faydacı bir bakışla baktığını ve bu faydayı da devlet ve milletin faydası olarak tarif etmekten dolayı birtakım ikilemler içinde kaldığını belirtelim. Bir gerçeğin açıklanmasında devlet ve millet için bir yarar bekleniyorsa orada susmak tarihçi için bir tür töhmetmiş. E, burada herhalde büyük bir sıkıntı olmazdı… Aksi durumlar içinse ortaya bir soru atıyor: “Bir tarihçinin işinin gerektirdiği, bir devlet ve milletin egemenlik namusunun gerektirdiğinden daha büyük, daha geçerli ve tercih edilir midir?” ([B]ir müverrihin vâcibe-i zimmet-i sanatı, bir devlet ve milletin lâzime-i nâmûs-ı saltanatından a‘zam ve andan ziyâde mer‘i ve mültezim midir?)
Çok ilginç, bir padişahın değil, bir devlet ve milletin egemenliğinden bahsediyor ama retorik soruların cevabını beklememeliyiz değil mi? Şu kadarı var ki, sonraki kuşaklara tecrübe ve ibret olacak ve devletin devamını sağlamaya yarayacak gerçekleri söylemekten kaçınarak kâğıt ve mürekkep israfıyla tarihi de bozmamak gerekirmiş. Başka bir deyişle, eğer her şart altında gerçek söylenemiyorsa anlamsız övgü ve avuntularla tarih kitapları doldurulmamalıdır!
Şânizâde’nin sahte tarihçiler dediği tarih yazıcıları içinse gerçekten de sert eleştirileri vardır. Bu “fenn-i celil-i tarihin ne olduğundan henüz haberdar değil iken, müverrih geçinen müteverrihlerin” yazdıklarını meddah hikâyelerine benzetiyor. Bunlar, kamusal tarihini (tevârih-i ammesini) yazmaya soyundukları devlet ve milletin hukukunu, kanunlarını, göreneklerini, ahlâk ve huyunu ve bunlarda olan değişiklik ve dönüşümlerin sebeplerini (esbâb-ı inkilâbâtını) yazacaklarına günlük olayların az bir kısmını yazmakla yetinmiş ve tarihlerini şahısların hikâyeleriyle doldurmuşlarmış.
Anlatımını II. Mahmud’un tahta çıktığı 28 Temmuz 1808’den başlatan Şanizâde, III.Selim döneminin sonundan başlayıp Alemdar vakasıyla sonuçlanan olaylar serisini “fitne” olarak görmekte, kendince bir tahlilini yapmakta, dönemin çeşitli aktörleriyle ve bu arada selefi Asım Efendi’yle bir hesaplaşmaya girişmektedir. Bu bağlamda, her kavmin bir yaradılışı ve her grubun bir seciye ve âdeti olduğunu belirterek söyledikleri ilginçtir. Açıkça kimleri kast ettiğini söylemiyor ama “gafil ve bî-şuurlar” diye tarif ettiklerinin yeniçerileri ve onların ittifak hâlinde olduğu daha geniş bir kesimi işaret ettiğini sanıyorum.
Bunların “terbiye ve ıslahına” tam olarak dikkat edilmemiş, istihdam şekillerine ve kanunları ile nizamlarının tamamlanmasına ihtimam gösterilmemiş. Onlar da galibiyet ile övünmeği bilmiyor ve vatan sevgisinin erdemleri ve millî gayretten (fezail-i hubb-i vatan ve gayret-i milliyeden âtıl) uzak, başıboş geziyorlarmış. Hiç olmazsa, memleketin bolca bulunan boş topraklarında çiftçilik ve ziraatla uğraşarak kardeşlik hakkını yerine getire (ifây-ı hakk-ı uhuvvet) veya ticaret gibi servet biriktirmeye yarayacak faydalı bir iş yapaymışlar. Güya devlet başka, “güzel ittifaklar” (ittifakat-ı hasene) ve toplum (cemiyet) başka gibi düşünerek halkın bütün işlerini ve ülkenin korunmasını devlete ihale edip, sanki “bu millet-i zişân-ı İslâm’a” ve padişaha yardımı başka bir kavim edecek gibi davranıyor ve padişahın emirlerine itaat etmiyorlarmış. Padişah önce şefkat ve adaletle yaklaşmış ama sonunda siyaset kılıcıyla epeyini temizlemiş. İkide bir muhalefet bayrağını açan bu tür kişilerin önde gelenleri, varlıklarının sermayesi olan devleti zayıf düşürecek işlere cesaret ediyor ve devlet içinde devlet (devlet-der-devlet) kurmaya eğilim gösteriyormuş. Onları da devlet dairelerinden dereceli bir şekilde çıkarmadan ve yerlerine sadık ve liyakatli kişiler getirmeden küçük büyük, kimsede gayret gösterecek güç olmazmış.
Sekban-ı Cedid adı altında canlandırılan yeni ordu kurma girişiminin temelsizliğini eleştirirken söylediklerinden Şanizâde’nin memleket sevgisi ve millî gayret (mahabbet-i memleket ve gayret-i milliye) gibi duyguların insanlarda yaradılış eseri olduğunu düşündüğünü anlıyoruz. Fakat eğitim eksikliğinin (noksân-ı terbiyet) getirdiği basiretsizlik ve gafletten dolayı milletlerin çoğunda dağınıklık ve rehavet oluşurmuş. Bu da onları insanlık erdemlerinde kendilerine üstün olan eğitilmiş diğer kavimlere her zaman yenik ve mahkûm bir hâle getirirmiş (anları fazilet-i insâniyyede kendülere faik olan akvam-ı sâire-i mûniseye alelıtlak mahkûm u zebun eylediği). Yapılacak şey “erbâb-ı gabâveti” iyiyi kötüyü anlayacak kadar “erbâb-ı basiret” hâline getirmekmiş ki bu da uzun sürecek eğitimle olurmuş. Osmanlı devletinde ise halk ordunun düzenlenmesi gereği bir yana dursun kendinden bile haberdar değilmiş.
Alemdar Mustafa Paşa’nın ölümüyle sonuçlanan ayaklanmayı anlatmadan önce yeniçeriler için söylediklerinde bu temalara geri dönüyor. Yeniçeriler kendi zamanlarının düzenli, terbiye ve talim görmüş askerleriymiş. Kendilerine benzer talimli ve düzenli askerlere rastlayıncaya kadar kimseye yenilmemişler. Bunda düzenlerinin değişmesinin rolü varmış. “Ehl-i zimmet reâyâdan memluk” olmaları hasebiyle kolayca terbiye edilebilen devşirme çocukların alınması bırakılmış ve “İslâm evlâdından devşirme” alınmış. Fakat serbestliğe alışmış olan Müslümanlara zabitandan kul muamelesi görmek ters gelmiş…
Dolayısıyla yeni bir düzenin gereği herkese açık ama nasıl yapılacağı henüz bilinmiyormuş. Yeniçerilerin ilga edilmesinden kısa bir süre önce yazan Şânizâde’nin önerileri daha uzun vadeli olup eğitime / endoktrinasyona dayalıdır. Onlara insanlık ve Müslümanlığın vecibeleri öğretilmeli, İslâm kardeşliğindeki (uhuvvet-i İslâmiye) erdem ve ulu’l-emre itaatteki menfaat anlatılmalıymış. Bölünme ve nifak bıraktırılarak, “haslet-i gayret-i Millet-i İslâmiyye’deki menfaat” ve imanın özelliği olarak Müslüman vatanı sevgisindeki fayda (hubb-i vatan-ı Müslimin’deki faide) düşündürtülmeliymiş. Padişahın sayesinde emniyet ve serbestiyetin bir ulu nimet olduğu ve bazı İslâm ülkeleri halklarının bir süredir başka milletlerin yönetime altına düşmesinin ne büyük bir musibet olduğu bildirilmeliymiş. Böylece Müslümanların yaradılıştan gelen gayret ve cesaretleri harekete geçirilir ve galip gelmenin koşulu olan itaat ve intizam sağlanmış olurmuş.
Örnekleri çoğaltmak çok mümkün ve Şânizâde “düzenli devletler” (düvel-i muntazama) dediği devletlerin, çeşitli milletlerden oluşan (milel-i mütenevviadan ibaret) devletlerde taraftarlar peyda ederek onları perişan etmeyi bir sanat hâline getirdikleri yolunda çok ilginç başka şeyler de söylüyor. Halklarını eğitemeyen ve “insanlık erdemlerini” harekete geçiremeyen düzensiz devletler ise bunlar karşısında başarılı olamıyormuş…
Burada belki sorulması gereken bir soru, Şanizâde’nin çok vurgulu bir şekilde kullandığı “millet gayreti”, “vatan / memleket sevgisi”, “kardeşlik”, “özgürlük” gibi kavramlardan ne anladığıdır. Ben, çoğu, Osmanlı dünyasının tanıdık kelimeleriyle ifade edilmiş olsa da bunların, Fransız Devrimi’yle yayılması çok hızlanan milliyetçilik çağı düşüncelerinden etkilenerek ve onlara cevaben kullanıldığı kanısındayım. Buna Fransız Devrimi etkisiyle şekillendirmeye çalıştığı bir İslâm milliyetçiliği çabası da diyebiliriz. Başka bir deyişle kelime eskidir ama modern bir bağlamda kullanılmıştır. Mesela, bütün Müslümanlar aynı köy veya kentte doğmuş olamayacaklarına göre “vatan” kelimesini kesinlikle birinin doğduğu yer şeklindeki eski ve dar anlamıyla kullanmamıştır.
Bu noktada Şânizâde’nin doğrudan Fransız Devrimi’nin yaydığı düşünceleri hangi kelimelerle aktardığına bakmak yararlı olabilir:
“Filhakika bu esnalarda Fransız Milleti gibi, ittifâk-ı milliye sebebiyle istikmâl-i sanâyî‘-i harbiyyesi semeresi olarak, mukaddemce gayetde rehâvetlenmiş iken, şimdi fevka’l-memûl kuvvetlenüp, mahabbet-i memleket ve uhuvvet ü müsâvât ve serbesiyyet da‘vâlarıyla: ‘el-Hürriyetü ve’l-mevtü!’ kelâmıyla şedidü’s-savle olmuş bir kavmin, sâir düvel-i müttefika-i meşhûrenin muntazam ve cesim ordularına külliyen hebâ etmek derecelerinde irâs eylediği zarar-ı ‘azimde…”
Yani millî birliklerini kuran Fransızlar, askerî sanayileri sonucu çok güçlenmiş, memleket sevgisi, kardeşlik, eşitlik ve özgürlük davalarıyla ve “Ya özgürlük, ya ölüm” diyerek şiddetle saldırmış ve diğer düzenli devletlerin ordularını bütünüyle yok edecek kadar zarar vermişler. Şânizâde’nin bulaşıcı etkilerinden dolayı Fransız devrimi düşüncelerini aslında pek beğenmese de bir milleti seferber edebilme özelliklerine imrenerek baktığı ve Osmanlı dünyası için birtakım uyarlamalara giriştiği anlaşılıyor da uyarlamaya hiç kalkışmadığı devrimci ilkenin “müsavat” (eşitlik) olmasına ne demeli?
.18/06/2017 00:46
İstimlâk edilmiş topraklarda bir cevelân
Hatırat türündeki eserler kadar olmasa da Osmanlı dünyasından kalan ve başka bir “ben metni” çeşidi olan seyahatnamelerin de ciddî bir yekûn tuttuğunu söyleyebiliriz. Tam bir sayı vermek elbette zor, ben birkaç yüz civarında olduğunu sanıyorum ama hemen ekleyeyim ki günümüzde bir yandan da yenileri bulunuyor ve yayınlanıyor. Her hâlükârda 16. ve 20. Yüzyıllar arasındaki geniş zaman dilimi için, gerek Osmanlı vilayetleri gerekse yakın veya uzak dünya ülkeleri ve yöreleri hakkında tarihçiye zengin malzeme sunan bir Osmanlı “seyahat” edebiyatı söz konusudur.
Kitlesel turizmin söz konusu olmadığı modern öncesi dönemde bu edebiyatı üretenlerin büyük bir kısmının tek veya asıl amaçlarının seyahat olduğunu söylemek tabii ki imkânsızdır. Görevleri gereği ülke içinde ve dışında seyahat eden Osmanlı memur ve asker sınıfından seyahat metinleri yazanlar çoktur. Bazıları, Seydi Ali Reis’in Mir’âtü’l-memâlik’inde olduğu gibi Osmanlı dışındaki ülkelerin tarihi için de birinci derecede kaynak niteliği taşır. Bazıları da, Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Hâlâtü’l- Kahire’sinde olduğu gibi Osmanlı dünyasının bir şehrine ışık tutar. Resmî görevle seyahat eden elçiler ve onların yazdığı sefaretnamelerin bunların içinde ayrı bir yeri vardır. Şair Nâbî’nin Tuhfetü’l-Haremeyn’inde olduğu gibi Hac yolculuklarının anlatıldığı hacnameleri de ayrı bir alttür sayabiliriz.
Esaret ve sürgünlük gibi zorunlu olan hâllere düşen ve kendi istekleriyle seyahat etmeyen Osmanlıların bıraktığı esaretname külliyatı da önemlidir. Bunların içinde Cem Sultan’ın yakın çevresinden biri tarafından yazıldığı için otobiyografik olmamasına rağmen, Osmanlı şehzadesinin Savoy, Fransa ve Papalık İtalya’sındaki Rönesans tiyatrosu-vari sergüzeştini anlatan Vâkıat-ı Sultan Cem muhakkak ki çok önemlidir. Richard F. Kreutel tarafından Arap harfleriyle aynen, merhum Harun Tolasa tarafından da sadeleştirilerek yayımlanan Temeşvarlı Osman Ağa’nın 17.Yüzyılın sonundaki zorunlu ve uzun Avusturya maceralarını anlatan eserini de unutmayalım. Aynı şekilde İnebahtı savaşında esir düştükten sonra Messina’dan Roma’ya seyahat ettirilen, ancak dört sene sonra III. Murad’ın müdahalesiyle geri dönebilen Hindî Mahmud’un, yakınlarda Ahmet Karataş’ça yayımlanan eseri, Sergüzeştnâme-i Hindî Mahmûd da bu türdendir.
19. Yüzyılın erken globalleşmesi ve yolculuk koşullarında sağladığı kolaylık ise seyahat hatta doğrudan turizm amaçlı gezilerde ciddî bir artışa yol açmış, bunun da Osmanlı seyahat edebiyatına yansımaları olmuştur. Burada bu eserleri basitçe alt alta yazmam bile mümkün değil. Sadece, yalnız Ahmet İhsan’ın Avrupa’da Ne Gördüm? Adlı eserindeki gibi doğrudan bir turistin izlenimlerini aktaran kitaplar değil, Mehmed Muhsin’in Afrika Delili’nde olduğu gibi rehberler yazıldığını da not etmiş olayım. Burada belki hatırlanması gereken başka bir husus ise, son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda artan turizm odaklı seyahat edebiyatının yanı sıra bu edebiyata başka amaçlı ve çıkış noktalı katkıların da hâlâ yapılmakta olduğudur. Aklıma hemen, gazetesi tarafından görevle gönderildiği yerlerden yazdığı raporları rahatlıkla seyahatname türüne sokabileceğimiz Ahmet Şerif geliyor ki o külliyat da merhum Mehmet Çetin Börekçi tarafından Anadolu’da Tanin ve Arnavutluk’ta, Suriye’de, Trablusgarp’ta Tanin adları altında yayına hazırlanmıştı.
Süleyman Nazif ise Ahmet İhsan’ın eserinin adını, alfabenin elverişliliğinden ötürü Avrupa’da Ne Kördüm olarak okumayı tercih ediyormuş… Ben de naçizane buradan mülhem, “Avrupa dışı dünyaları konu edinen Osmanlı seyahatnamelerini niye görmüyoruz veya neden ancak bu kadar görüyoruz?” diye soruyorum. Gerçekten de Bernard Lewis’in Müslümanların Avrupa’yı tanımasını konu edinen Muslim Discovery of Europe kitabı başta olmak üzere Osmanlıların Avrupa seyahatleri üzerine epey bir çalışma yapıldı. Hatta bu “Avrupa dışını görmeme” eğiliminin son dönem Osmanlı yayın dünyasında da baskın olduğunu ileri sürebilirim. Mesela, Osmanlı devleti adına Avrupa dışına elçilikle gönderilenlerin yani Fas, Buhara, İran ve Hindistan’a giden elçilerin yazdığı raporlar büyük ölçüde yayımlanmamış ve tarihçilerin ilgisine de mazhar olamamışlardır.
Oysa bir Osmanlının, Avrupa dışı dünya hakkında nasıl gözlemler yaptığı, kendi ülkesine anlatmak üzere neleri ilginç bulduğu ve tabii ki oralarda nasıl davrandığına baksak yeni bir şeyler öğrenmiş olmaz mıyız? Meselâ, Batı hegemonyasının tavan yaptığı 19.Yüzyılda, Osmanlı seyyahlarının Batı kolonilerinde ne tür tavırlar geliştirdiklerine dair bir soru sorsak? Ne yapmıştır sahi Osmanlı gözlemcileri dünyanın Batı tahakkümü altına girmiş yörelerinde? En basiti, kendilerini sömürgecilerle mi yoksa yerli ahaliyle mi özdeşleştirmişlerdi? Yoksa daha karmaşık duygular ve tavırlar mı geliştirmişlerdi?
Diyorum ki bu yazının kalanında, 19.Yüzyılda Hint altkıtasında bulunan Osmanlı seyyahlarından Ahmed Hamdi’nin, ilk kez 1882-83’te yayımlanan Hindistan ve Svat ve Afganistan Seyahatnamesi adlı eserinin orijinaline ve büyük torunu Fatma Rezzan Hürmen tarafından 1995’te yapılmış ve bir gömlek sadeleştirilmiş olan neşrine bakarak bu soruların cevaplarını arayalım. Eserini yayımladığı sırada encümen-i teftiş ve muayene reisi olan Ahmed Hamdi Efendi aslen Şirvanlıymış. İstanbul’da medrese eğitimi gören ve sonra kendisi de müderris olan Ahmed Hamdi, II. Abdülhamid tarafından tam ne olduğunu belirtmediği bir “memuriyet-i fevkâlâde” ile halkı Müslüman olan Svat’a gönderilmiş. Daha sonraları da Peşaver şehrinde Osmanlı konsolosu olarak görev yapmış ve zamanında aldığı notları kullanarak bu eserini yazmış.
1877 Temmuzunun sonuna doğru Bombay’a ulaşan Ahmed Hamdi’nin gelişi şehirdeki Müslümanlar arasında ciddî bir olay olmuş. Britanya sömürge yönetimini gücendirmemek için azamî bir gayret sarf etse ve sadece küçük bir grup Müslümanla görüşse bile Cuma namazı için bilerek seçtiği tenha camide yine de izdiham olmuş ve bu kadarı Bombay’daki Britanya yetkililerini irkiltmeye yetmiş. O Cuma akşamı belediye başkanı gelerek kentte artık kalmamasını ve yol masraflarını ve ihtiyaçlarını karşılayacaklarını söyleyerek yolculuğuna devam etmesini rica etmiş. Yanına bir de Farsça bilen Colonel Desborough adlı bir İngiliz subayı katmışlar.
Bu esnada 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşı tüm hızıyla sürmekteydi. Başlangıçta epeyce alarga duran Britanya’nın gittikçe Osmanlı lehine bir tavır benimsemekte olduğunu, Hindistan Müslümanlarının ise halife olarak tanıdıkları Osmanlı padişahı için yardım paraları topladıklarını ve aslında Osmanlı - Britanya ilişkilerinin kötü olmadığını düşünürsek, Müslüman topluluğunun heyecanlanmasını istemeyen Bombay yetkililerinin de kendilerince güç durumda kaldığı anlaşılıyor.

Desborough’nun ise Ahmed Hamdi’ye Britanya’nın resmî görüşlerini anlatmak için elinden geleni yaptığını söyleyebiliriz. Britanya idaresine karşı 1857’de patlak veren büyük ayaklanmanın önemli önderlerinden biri olan Nana Sahib’in Cavnpur’da yaptıklarını seyyahımız önce tamamen Britanya bakış açısından anlatıyor. Nana Rao / Sahib, Cavnpur’daki İngiliz birliğini bir kışlada kuşatmış ve “İngilizlerin otuz altı nefer erkek ve kadın ve çoluk çocuklarını telef” etmiş. Nana, daha sonra aileleriyle birlikte bir askerî hastaneye sığınan İngilizlere saldırmış. Bu zayıf sığınaktaki “ufacık cemiyet Nana Rao avenesinin hücumlarına bahadırâne mukavemet” etmiş. Hikâyenin sonrasında Nana Sahib’in, kuşatılanların Allahabad’da gitmesine izin vermek hususunda nasıl “inek kuyruğu” üzerine yemin ettiği ama sonra sözünü tutmayarak katliam yaptığı anlatılıyor.
Ahmed Hamdi, Cawnpur’da bir anıt görmüş. 1857 için dikilen bu anıtın önünde Desborough ağlamaya başlamış ve ayaklanmacıların eline düşmemek için kendisini su kuyusuna atan genç bir kızın hikâyesini ve kızın general olan babasının, onun saçının telleri kadar ayaklanmacı öldürmek için verdiği sözü aktarmış.
Ahmed Hamdi’nin olayların sadece Britanyalılar cephesinden aktarımıyla yetinmediği ise şu ifadelerinden bellidir:
“Burada merkum Desborough’nun kelâmı tamam olup bizim sairlerinden işittiğimize göre İngilizler erbâb-ı kıyama galebe edince öyle bî-insâfane hareket etmişler ki suçlu suçsuz otuz binden mütecaviz adam[ı] takım takım sıra sıra dizerek üzerlerine toplar ve tüfenkler atarak dut gibi yerlere sermişler ve bunların canlı cansız demeyip, ayaklarına ip takıp süriyerek Ganga nehrine dökmüşlerdir. Hatta ulemadan bir zatın vücudunu gazla mülemma eyleyerek ateş verip yakmışlardır.”
Öte yandan Ahmed Hamdi’nin ilkesel bir noktadan bakıp sömürgeciliğe karşı çıktığını söyleyemiyoruz çünkü bu konudaki ifadelerinde Britanya’nın Hindistan’da ne işi olduğunu sorgulayan bir taraf yok. Sadece gayet kuru bir şekilde ülkenin “istimlâk” edildiğini yani “müstemleke” olduğunu söylüyor. Yerli halkın ona itici gelen bazı geleneklerini İngilizlerin kısıtlaması veya tamamen yasaklamasını ise açıkça onaylar bir tavır içindedir. Mesela, sati âdeti için söylediklerine bakalım:
“Mukaddema (önceleri) Hindulardan biri ölünce zevcesini de onunla beraber hayyen (canlı olarak) ateşte yakarlar idi. İngilizler şimdilerde diri adamı ölü ile yakmayı veya hastayı nehre ilka (atmak) etmelerini şediden yasak etmişlerdir ve böyle hastalar için Hindulardan para toplayarak hastahane dahi yaptırıp bir dereceye kadar medeniyet âdetine alıştırmışlardır.”
Aslında yukarıdaki alıntının biraz sonrasında yazdıkları da ilginç çünkü orada da Britanya sömürge yönetiminin Hindistan’ı yeterince iyi yönetemediği ve yaptıklarının yetersiz olduğunu söylüyor, alıntılamaya değer:
“Vâkıâ İngiltere devlet-i fahimesinin Hindistan’ı zabt ve teshirinden sonra Hinduların bir dereceye kadar âyinlerine vehn ve fütûr târî olmuşsa da ( güçsüzlük ve gevşeklik görünmüşse de) lâkin yine tanzim-i turuk (yolların düzenlenmesi) ve terbiye-i nüfusa kemâli ile teşebbüs olunmuyor. Hâlbuki İngiltere devleti gibi medeni bir devlet bu ana kadar Hindistan’da haylice âsar-ı medeniyet ibrazına çalışacak iken bilakis kendileri bile kadim şehirlerin derûnunda iskân etmeyip haric-i şehirde sayfiyelerde vakit geçirmekte bulunuyorlar”
Ahmed Hamdi’nin İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan karnesine koyacak bir zayıf notu da mali konulardaydı:
Mamafih İngiltere hükûmeti ahaliye bu kadar ağır vergiler yükletmekle beraber bu günkü günde kâffe-i müstemlekâtından senevi yetmiş milyon lira raddesinde bir vâridat tahsil edebilmektedir. Hâlbuki Hindistan’dan bunların istimlâk ettikleri yerlerin zaman-ı kadim vâridatı yüz elli milyon lira raddesinde bulunmuş olduğundan İngiltere hükûmeti vâridat-ı hazırayı eski raddesine getirmek için daima bir çare aramaktadır.”

“Hindistan Seyahatnamesi’nin ilk sayfası”
Yerlilerin ve sömürgecilerinkinden başka üçüncü bir bakışın hâkim olduğu Ahmed Hamdi’nin seyahatnamesinin hakkını tabii ki bu kadarla verdiğimi iddia edecek değilim. Sadece seyahatnamesine, bazılarının Avrupa kaynaklarından alındığı bariz olan birtakım gravürlerin de eklendiğini ve Ahmed Hamdi’nin düz turistleri “âsâr-ı atika seyr ü temâşâsı için seyahat edenler” şeklinde tarif ettiğini belirteyim. Kendisi herhâlde bunlardan biraz daha farklı oluyord
.24/06/2017 22:47
Süleyman Şükrü: Biz yatınca bunlar kalktılar
Bir Osmanlı telgrafçısını 1902-1907 yılları arasında hiç durmamacasına seyahat ettiren saikleri tam olarak bilemiyoruz.
Eğirdirli Karçınzâde Süleyman Şükrü mufassal seyahatnamesini 1907’de, kendisinden hiç de az gizemli olmayan başka bir seyyahın, meşhur Abdürreşid İbrahim’in, Petersburg’daki Elektrik Matbaasında bastırmıştı. Tam adı Seyahatü’l- Kübra. Armağan-i Süleymanî be-Bargâh-ı Sultanî yani Büyük Seyahat. Sultanın Divanına Süleyman’ın Armağanı olan bu eser 2013’te Sayın Hasan Mert tarafından yayına hazırlanmıştır.
Mert, Karçınzâde hakkındaki kısıtlı tartışmaları özetliyor ve onun seyahatlerine II.Abdülhamid’in görevlendirmesiyle çıktığı yolundaki görüşleri aktarıyor. Kendi kanısı, onun “Osmanlı Devleti tarafından görevlendirilmiş bir casus olmadığı yolundadır.” O, bu çıkarımını Süleyman Şükrü’nün İstanbul’da gıyabında yargılanarak hüküm giymesine dayandırıyor. Aynı veri parçasından çıkarak farklı yorumlar yapmak da tabii ki mümkündür. Şöyle ki, hükûmetten kaçan ve daha sonra da yargılanarak ceza alan biri görüntüsünde olmak Karçınzâde için iyi bir sütre olabilir, kendisinin, başta muhalefetteki Jön Türk grupları olmak üzere çeşitli çevrelerin arasına rahatça girmesini sağlayabilirdi. Ayrıca, önce gerçekten ceza almış fakat sonradan Saray’ın istihdamına girmiş de olabilir.

Karçınzâde Süleyman Şükrü Bey
Süleyman Şükrü’nün devr-i âlemini sureta başlatan gelişmeleri hem kendi anlatımından hem de kısıtlı sayıdaki resmî belgelerden takip edebiliyoruz. Bunlara göre, Karesi Posta ve Telgraf müdürlüğü yapan Şükrü, Deyrizor’a sürgün edilir. Orada da hafiyelerin takibinden bunalarak önce Musul’a sonra da sınırın ötesine, İran’a kaçar. Yıl 1902’dir. Daha sonra her gittiği yerde yapacağı gibi Osmanlı elçiliğine gider ve büyükelçi Şemseddin Bey’in İstanbul’a yazarak af edilmesi için tavassutta bulunmasını sağlar. Bundan bir şey çıkmaz. Böylece büyük seyahati başlamış olur. İstanbul’da gıyabında yargılanıp müebbet kalebentlik cezası alması ise İran’a ve sonra Paris’e firar ettiği bilgisinin İstanbul’a ulaşmasından daha sonra, Eylül 1903’tedir.
Her hâlükârda, pasaportu olmaksızın İran’a geçiş yapan, daha sonra da sahte bir pasaportla dolaşmaya devam eden, meşhur Azeri işadamı ve hayırseveri Zeynelabidin Tagiyef’den tutun da Meşveretçi Ahmed Rıza Bey’e kadar çok değişik kişilerle görüşen eylemci bir karakter karşısında olduğumuz açıktır. Öte yandan, eğer seyahatlerinde bir gizli görevi var idiyse bile 1907’de yayımladığı kitabıyla bunu her şekilde ifşa etmişti çünkü burada Jön Türklere ağır ifadelerle yüklenirken II.Abdülhamid için övgü dolu ifadeler kullanıyordu.
İşin doğrusu, her metinde olduğu gibi yazanın kimliği bir dereceye kadar önemli tabii ama asıl önemli olarak metnin kendisini görüyorum. Çeşitli ülkelerde propaganda yapmak ve bilgi toplamaktan daha fazla gizlilik gerektiren işler yapmış Osmanlı memurları herhâlde vardı ama büyük çoğunluğu kamunun önüne bir metinle çıkmadılar! Burada ise elimizde bir metin var. Sonuçta, bugünün Anadolu, Yunanistan, Suriye, Irak, İran, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan, Avusturya, Almanya, Fransa, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Hindistan, Sri Lanka, Hind-i Çin, Singapur, Hong Kong, Çin, Doğu Türkistan, Kırım ve Rusya gibi ülke ve yörelerinde dolaşmış bir yazarı her zaman yakalayamıyoruz ki…
“Seyyah” kelimesini unvan olarak kullanacak kadar benimseyen Karçınzâde’ye göre medeni milletler aklı geliştiren tarih ve coğrafyaya yardımcı yolculuk kitapları (rihletnâmeler) okurmuş. Seyyahların oralarda çok sevildiğini ve kendilerine çok kolaylık gösterildiğini söylüyor. Uygarlığın esaslarını koyan (vâzı’-ı esâs-ı temeddün) ve ilmin kaynağı olan İslâm dinine inanan milletlere mensup herkesin, Kur’an’ın başka kavimlerden insanlarla tanışılması emrini yerine getirmek durumunda olduğunu belirtiyor. Ona göre birisi bu farzı fizikî olarak yerine getirmeye imkân bulamıyorsa seyahatnâmeleri okumaya “dinen mecbur, hikmeten muhtaçtır”. Osmanlılar uygarlık dairesinde ileri adım atan erdemli milletlerden olduğu hâlde (daire-i temeddünde hatve-i terakki atan milel-i fâzıladan) içlerinden, ümmetin fertlerini uyarmak amacıyla dünyayı dolaşma külfetine katlanacak ve mufassal bir seyahatname yazacak himmetli bir seyyahın çıkmadığından yakınıyor. Yabancı dillerden çevrilen yayınlarda ise İslâm dünyasına ait önemli konular yokmuş veya saklı tutulmuş.
Sanırım biz de böylece Karçınzâde’nin düşünce dünyasına bir adım attık. Süleyman Şükrü, yaygın bir İslâm âlemi vurgusuna sahiptir. Osmanlının hilâfet ve saltanatı birleştirmesini büyük bir üstünlük nedeni olarak görmektedir. Osmanlı, bütün İslâm ülkelerini sakinleriyle birlikte kendi bayrağı altında bulundurma yeteneğine hakkıyla sahiptir. Seyyahımız, padişaha sadakat hislerini her fırsatta gösterir. Muhalefette olanlara ateş püskürür. Fakat ilginçtir, kendisi de terakki ve teceddüt düşüncelerini savunur. Neslindeki çokları gibi uygarlaşma onun için de çok önemlidir. Medenî milletlere hayrandır, bunu da saklamaz. Ancak Avrupalıların dünya hegemonyasına karşı çıkar, sömürgeciliklerini ve sadece Müslümanlara değil, dünyanın kalanına olan davranışlarını çok eleştirir. Sıkı bir Batı emperyalizmi karşıtıdır. Ama sömürgeciler kadar “uyuyan” milletleri de eleştirir. Bu eleştirilerinde yer yer bir tür Oryantalizme kaçtığı ileri sürülebilirse de insanların deri renklerini gerilik sebebi olarak görmez. İşte, teceddüt, bu durumdan kurtulmanın çaresidir. Bu kadar değil tabii bir de Türk milliyetçisi yönü var. Hem de nasıl. Türk Tarih Tezi’nden çok önce benzer fikirler geliştirmişti. Türkçeyi zayıflattığını düşündüğü Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiyesinden yanaydı.
Şimdi bu özeti biraz ete kemiğe büründürmeye çalışayım. Ona göre Anadolu’nun ilk sakinleri Milattan 2200 sene önce Irak’tan gelen, Sam soyundan “Lidyun” (Lidyalılar) kavmiymiş. Bunların hemen peşine Orta Asya’dan Yafes soyundan ilk Türkler (Etrâkü’l-evvelîn) gelmiş. Bunlar Midyun (Medler) imiş. Eski Yunanlılar ise tabii ki medeniyetlerini “ilk Türklere” borçlu oluyor:
“Türklerin cihanı sarsmağa başladıkları bu tarihte Atina ve Mora cihetleri insandan hâlî ve sahipsiz bir arazi olup Yunanlıların ismi bile yok idi. Anadolu’nun imarından bir asır sonra şu’bât-ı Etrâktan Belasic [Pelasglar] Asya’dan Mora şibh-i ceziresine (yarımada) geçip altı asra yakın orada ikamet ve icrâ-yı hükûmet etmişler ise de (…) Leh tarafından geldikleri zaman gayet câhil ve nadan olan Yunan-ı kadimde bilâhare görülen fazilet tuttukları diyarın ilk sekenesi Belasicyunun yani Etrâkü’l-evvelîn bakayasının irşadı sayesindedir.”
Tanıdık değil mi? Yalnız hakkını yemeyelim, dünyadaki bütün medeniyetin tek başlarına Türkler tarafından yayıldığını söylemiyor. Eski Mısırlılar, Keldâniler, Fenikeliler de var. Sıkıntısı daha ziyade Yunanlılarla. Diğerlerinin “tevsi’-i maarif ve ümrân-ı bilâda” çalışıp mesutça yaşadıkları bu esnalarda Yunanlılar “rutubetli Lehistan’ın” iğrenç mağaralarında vakit geçiriyormuş.
İran’ın Mazenderan vilayetinde Türkmenlerle karşılaşması üzerine de şu yorumu yapıyor:
“Hanedan-ı Âl-i Osman’ın yani Oğuz Han neslinin buralardan çekilmesiyle kalıb-ı bî-ruh kesilerek kâh Ruslara kâh İranîlere esir olan Türkmenlerin tekellüm, tarz-ı telebbüs (giyinme) ve maişetleri hatta simaları Anadolu sekenesinin aynıdır. (…) Lisanımızın Arapça ve Farisîceden tasfiyesiyle ebnâ-ı Türkün teati-i efkarda suûbet ve tefrikadan tahlis ve tevhidlerine dair âcizâne karaladığım ‘Türkçe Arayanlara Kılavuz’ nam kitap için biraz lügat toplayıp…”
Yani Türkler düşünce alış-verişi yaparken güçlük ve dağınıklıktan kurtulsun ve birleşsinler diye bir kitap yazıyormuş. “Dilimizi yoğaltan Arapça ve Farisîce sözleri atarak ele geçirilen değerli karşılıklar ile açık Türkçe yazılan kılavuz iki yüz yapraktan artık olup bu günlerde basılacaktır” notuyla sade Türkçe kullanımına bir de örnek vermesine karşın, bu kılavuzun basıldığını gösteren bir işaret yoktur.
Kaçar şahları yönetimindeki İran’ın, 1906 meşrutiyeti öncesine dair bir tanıklık sunan Şükrü, hamamların temiz olmayışından tutun da askerlerin “derme çatmalığına” kadar pek çok konuda ülkenin bozuk düzen hâlini eleştirmekteydi. Sokaklarda öküz ciğeri kebabı satmak için karakollarını boş bırakan askerlerin, önünde muhafız olan bir araba gördükleri zaman nasıl görev yerlerine koşuştuklarını ve yetişebildikleri yerde selama durarak dağınık bir görüntü verdiklerini anlatıyor. Bundan da kötüsü ise askerlerin resmî elbiseleriyle amelelik etmesiymiş.

Seyahat-ı Kübra’nın kapak sayfası
Tahran’da bir tanıdığına, çalışan ve çamurlara bulanan askerleri göstererek “Canım birader askerin altmış para yevmiye ile ırgatlık etmesine mademki göz yumuyorsunuz, ameleliğe gidecekleri zaman hiç olmaz ise sırtlarındaki elbise ile başlarındaki armayı çıkarttırınız da kimse anlamasın, namus-ı devleti düşünmeniz lâzımdır. Ecânib size güldükçe âlem-i İslâmiyet kan ağlıyor” demiş. Muhatabı ise askerin çalışmasının aslında yasak olduğunu ama kılıklarını bilerek çıkarttırmadıklarını, böylece asker olduklarını anlayan halkın başkasını çalıştırmaya cesaret edemediklerini çünkü askere erzak ve tayinat verme âdetleri olmadığını söylemiş. Başka bir şaşkınlığı ise mücevherci zannettiği bir yerde İran’ın resmî devlet nişanlarının satıldığını görmek olmuş.
Dolayısıyla Bakü’de görüştüğü Tagiyef, İran’ın durumunu nasıl bulduğunu sorunca “Medeniyet-i hazıranın her türlü terakkiyatına karşı bigâne ve derin uykudadır” cevabını vermiş. Tagiyef’ de Muzaffereddin Şah’tan bekledikleri reformun gerçekleşmediği ve İran’da beş yüz şah değişse de faydası görülmeyeceğini söyledikten sonra “Bu köhne hükûmeti kırıp yeniden kalıba dökmeyince işe yaramayacağı anlaşıldı” yorumunda bulunmuş.
Süleyman Şükrü’nün Hindistan gözlemlerinde ise sömürge yönetimine duyduğu tepki çok net bir şekilde görülüyor:
“Hintlileri mesut İngilizleri kazandırıcı zannedenler Hindistan’a gelerek cereyan eden mezalimi, ahalideki ahvâli müşahede etsinler. (…) Avrupalıların müstemlekelerine doğru atf ettikleri nazar-ı itina paradan başka hiçbir şey üzerine değildir. Halk perişan olmuş, ezilmiş, sefil kalmış, telef olmuş, umurlarında bile değildir. (…)
İngilizler bu hâlden üzgün değil memnunmuşlar çünkü mutlu olmanın, refah içinde yaşamanın yalnızca Avrupalılara mahsus olduğunu düşünüyorlarmış. Şükrü’nün bu noktada “İdare-i adile-i Osmaniye’de gönül hoşluğu ile yaşayıp haricin ahvâline kesb-i vukuf edemeyen umum vatandaşlarımın dikkat ve intibâhları celb olunur” dediğini de belirtelim.
Karçınzâde, Boxer Ayaklanması’ndan sonra Batılı devletlerin askerî işgali altında yaşayan Pekin içinse “pejmürde şehir” diyerek kentin hijyen durumuyla ilgili olumsuz yorumlar yapıyor ve “Eşek ne vakit saz çalar ise Pekin şehri de eski helâ, eski kuburluktan ihtimal o vakit kurtulur. Afyonu ne zaman bırakacaksınız diyenlere deve bez dokuduğunda cevabını veren bir milletten intibâh (uyanış) mı beklenir?” diyor. 11.5 milyon kilometre kare yüzölçümünde, 440 milyon nüfusa sahip “bir emsalsiz saltanat-ı azime” sırf intizamsızlık yüzünden bu hâldeymiş. Dört bin yıllık büyük bir devletin dört tabur muntazam askeri olmamasını doymak bilmeyen Avrupalıların talihlerinin kuvvetine yoruyor. Batı emperyalizmi karşıtlığı çok bariz olan bir alıntıyla bitirelim:
“Bir avuç akvâm-ı garbiyeyi böyle şımartan bilcümle şarklıların daldıkları hâb-ı medid (uzun uyku) değil mi? Biz yatınca bunlar kalktılar. Meydanı müteyakkız ricâlden boş bulup her tarafa saldırmağa yayılmaya başladılar. Bu yağmagirlerin şerlerinden kurtulmak için artık uyanalım.”
.09/07/2017 00:39
Hindistan’da bir reis
Günümüzde “amiral” de dediğimiz oluyor ama kendisinin ve çağdaşlarının dilinde o bir “reis” idi…
Takipçisi olmakla övündüğü Hızır Reis, halefi olduğu bahtsız Piri Reis, Hint Okyanusu’nda kendisi gibi Portekizlilerle didişen Sefer Reis ve ta Açe’lere kadar giden Lutfi Reis gibi bir reis… Kâtibî ve Hint taraflarında Kâtibî-i Rumî olarak da bilinirdi. Korsan denince “derya ilminde mahir” kaptanları anladığı için kendisine korsan denmesine de itirazı olmazdı herhalde… Bize astronomi, denizcilik, ilm-i derya (hidrografi), coğrafya üzerine eserler, Osmanlıca ve Çağatayca olmak üzere şiirler bıraktı. Denizci, coğrafyacı, bilim insanı ve şairdi. Yerinde söylenmiş şiirleri, hazırcevaplığı ve nüktedanlığı ile desteklediği siyasî hünerleri sayesinde pek çok sıkıntılı durumdan kurtuldu. Sohbetinde bulunduğu hükümdarların belli başlıları arasında, Gücerat Sultanı Ahmed’i, Babürlü Padişahı Hümayun’u, Özbek Barak Han’ı, İran’ın Safevi Şahı I.Tahmasb’ı ve hizmetinde bulunmayı hiçbir şeye değişmediği kendi padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ı sayabiliriz. Anladınız tabii ki, Seydi Ali Reis’ten bahsediyorum.
Seydi Ali Reis, bir de Mir’atü’l-Memâlik (Ülkelerin Aynası) adını verdiği bir “mihnetnâme”, kendisinin ve arkadaşlarının sergüzeştini anlattığı otobiyografik bir eser, bir seyahatname yazdı ki seksen küsur varaka dünyaları sığdırdığı için gerçekten de ismiyle müsemmadır. Dediğine göre, neredeyse dört sene süren bir maceradan sağ kurtulan ve Hint taraflarında kalmayı tercih etmeyip de geri dönen yoldaşları, ondan “görülen şehirler ve seyr olunan acâyib ve garâyib” in ve çekilen sıkıntıların anlatıldığı bir kitap yazmasını istemişler ki duyanlar hallerine acısın. Reis de öyle yapmış ve 1557’de, “herkes muttali olmak için rûz-merre kelimat” (herkesin anlaması için gündelik kelimelerle) seyahatnamesini kaleme almış. Çeşitli dillere çevrilen ve Osmanlıca baskısı 1895’te yapılan bu ünlü eser Mehmet Kiremit tarafından 1999’da yetkin bir şekilde ve tenkitli metin olarak yayımlanmış bulunuyor.

Reis, 1553 yılında, kendisinden önce Piri Reis’in atanmış olduğu Mısır kaptanlığına getirilmişti. Devir, Osmanlıların, Hint Okyanusu’nda Portekiz İmparatorluğuyla kapıştığı devirdi (bu rekabetin ayrıntıları için Salih Özbaran’ın eserlerine bakınız). Görev de, daha önceki Mısır kaptanı Piri Reis’in idamına yol açmış belalı bir görevdi. Seydi Ali’nin bazen “Hint kaptanlığı” olarak da adlandırılan görevinin aslında Hint canibiyle bir alakası yoktu ve Basra’da sıkışıp kalmış olan Osmanlı filosunu alarak Mısır’a götürmekten ibaretti. İşler başlangıçta fena gitmediyse de 15 kadırgalık Osmanlı filosu Ağustos 1554’te Maskat açıklarında Dom Fernão de Menezes komutasındaki Portekiz kalyonlarıyla çatışmak zorunda kaldı. Kirman ve Belucistan’ın yerel yöneticilerinden yardım alarak yaralarını sarmaya çalışan Seydi, bir kez daha Mısır’a gitmeyi denediyse de Arabistan’ın güneyindeyken fırtınaya tutuldu ve Hint sahillerine doğru savruldu.
Hindistan’da Gücerat Sultanlığına gitmesini ise belki de, oraya daha önce yerleşmiş ve önemli idarî görevler üstlenmiş olan “Rumî” bir cemaatin varlığına bağlayabiliriz ki bu cemaat, Gücerat’ın Osmanlı hâkimiyetine girmesi için ciddî bir hizip oluşturmuştu (Bkz, Giancarlo Casale, The Ottoman Age of Exploration). Portekizliler, Gücerat’ın Suret Liman’ına kadar takip ettikleri Seydi Ali’nin kendilerine teslim edilmesini isteyince Sultan Ahmed’in veziri ve kendi de Rumî olan İmadü’l-mülk (Yusuf Han), “Biz Padişah-ı Rum’a muhtacız. Gemilerimiz anların benderlerine (limanlarına) varmasa bizim hâlimiz diğer-gûn (başka türlü) olur. Hususa İslâm padişahıdır. Anın kapudanın bizden istemek münasib midir?” cevabını vermiş. Bundan cesaret alan Seydi Ali Reis de “Bre melun, beni bozgun donanma ile buldunuz. İnşallahü’r-rahman an karib-i zaman (kısa zamanda) padişah-ı âlem-penâh devletinde Hürmüz değil, Diyu [Diu] belki Küvve [Goa] dahi size kalmaya” diyerek lâfa karışmış. Portekizli, “Benâdir-i Hind’den (Hint limanlarından) şimden sonra kuş uçmaz” deyince Seydi Ali de “Deryadan gitmek lâzım değil. İnşallah Hak Teâlâ nasib ederse karadan varmak bana dahi asandır (kolaydır)” diyerek yüksek perdeden kestirip atmış...
Bu yazıda kaptanın karalardaki maceralarının hepsini anlatmaya yerim de yok niyetim de. Daha ziyade, seyahatname ve yazarı hakkında birkaç düşüncemi aktarmak ve Rumî / Rum kelimelerinin hangi bağlamlarda kullanıldığına değinmek istiyorum. Yine de kısa bir özet vereyim. Gemilerini ve Rumî adamlarının çoğunu Gücerat’ta bırakan Seydi Ali, kendisine yapılan görev tekliflerini kabul etmez ve Delhi’ye, Babürlü Padişah’ı Hümayun’un yanına gider. Orada Hümayun tarafından çok iyi karşılanır. Belki daha önceden de biraz aşina olduğu Çağatayca’yı şiirler yazıp sunacak kadar iyi kullanmaya başlar. Babürlü padişahının yakın çevresine girer. Ama aklı vatanındadır. Dolayısıyla Hümayun’dan izin alıp “Diyar-ı Rum’a” dönmek için ciddi uğraşlar verir. Hümayun’a usturlabın yapımı ve kullanımını öğretmek için yazdığı Mir’at-ı Kâinat adlı risale ve sunduğu çeşitli şiirler karşılığında bu izni ve yol için gerekli fermanları koparır ama bu arada Hümayun’un merdivenlerden düşerek yaralanmasına ve kısa süre içindeki ölümüne de tanıklık eder.

Çok maceralı bir Afganistan ve Orta Asya yolculuğu yapar. Özbek Han’ına, Kanuni’nin gönderdiği elçi ve Rumî tüfekçiler ile karşılaşır. Özbek hizipler arasındaki savaşta ciddice yaralanır. “Rûmîler bu hâli görüp fakiri bilip Özbeklere kılıç çekip” kendisini kurtarmışlar. İran’a hiç girmeksizin kuzey yolundan Astrahan / Ejderhan üzerinden Osmanlı ülkesine gitmek ister. Ama şehir Ruslar tarafından alınmıştır. Çaresiz Safevi ülkesine yönelir. İki ülke arasında barış olan bir zamana rastladığı için şanslıdır. Sünnilik- Şiilik üzerine akademik birkaç tartışma, bir tutuklanma ve ufak tefek yolculuk vukuatı dışında bir şey olmaz. Şah ile görüşür. Ona da yolunca şiirler sunar ve sonunda izin alarak Bağdat üzerinden Osmanlı ülkesine giriş yapar. 1557 Mayısında İstanbul’a ulaşır ama Kanuni Edirne’de olduğu için ertesi günü tekrar yola çıkarak orada padişahın huzuruna çıkar ve ona yazılmış mektupları iletir.
Mir’atü’l-Memâlik tabii ki öncelikli amacı seyahat olan bir kişinin yazdığı bir metin değildir. Öte yandan yazarının geniş merakı, bulunduğu ülkelerin göreneklerini veya hayvanlarını kaydetmesi ve yolculuk koşulları hakkında bilgi vermesi gibi özellikleri onu tam bir seyahatname yapmaktadır. Ayrıca Seydi Ali Reis’in gittiği her yere mutlaka görevi gereği gitmediğini de kaydedelim. Döneminde gayet revaçta olan türbe veya yaşayan şeyhleri ziyaret için yolunu uzatmasını belki dinî sebeplere bağlayabiliriz ama bunlardan başka öyle gezileri var ki ancak tarihî eserleri görmek isteyen bir seyyahın yapması beklenebilir. Eski Sasani imparatorluğunun önemli kenti El-Medain’i (Ktesifon) ve meşhur Tak-ı Kisra ile diğer harabeleri ziyaret etmesini başka nasıl açıklayabiliriz?
Bahreyn’de dalgıçların denizaltından tulumlarla içilecek soğuk kaynak suyu çıkarmaları, okyanusta gördüğü “iki kadırga uzunu belki daha ziyade” balıklar (balina), “azim yılanlar ve harman mikdarı kaplu[m]bağalar”, Ahmed-âbad yolunda gördüğü ve 14 karış kanat açıklığında olduğunu söylediği yarasalar ve diğer tuhaflıkların diyar-ı Rum’un insanları için ilgi çekici olduğunu düşünmüştü ki kaydetti.
Seydi Ali, kendi ülkesinden farklılık gösteren âdetleri veya sosyal davranışları da bu acayip ve garaip kategorisine sokuyor ama bunları aktarırken sıfatlarla bezenmiş veya değer yargılarıyla fazlasıyla yüklü bir dil kullandığını söyleyemeyiz. “Sati” gibi kendisine çok aykırı gelebilecek bir konuyu anlatırken bile oldukça yalın, neredeyse ansiklopedik veya etnografik bir dil kullanması söz konusudur:
“Biri ölse ölüsü dirisine yüklenip derya kenarına gelip ölülerin ateşe yakarlar. Er ölüp avret kalsa; eğer amelden kalmış olsa, anı yakmazlar ve eğer ere varmağa kabil olsa anı hâh nâ hâh (ister istemez) yakarlar. Avret kendi hüsn-i ihtiyarı ile yansa kavmi sazlar ile şadılıklar ederler. Eğer ehl-i İslâm’dan bir mikdar kimesne cem olup yanmak isterken ellerinden darbî (zorla) alsalar, anların mülkü olur. Ayruk talep etmezler. Anın için padişah canibinden ademler alıp yanarken hazır olurlar ki halk mani olmaya.”
Bu arada, buradan öyle anlaşılıyor ki, Babürlü idaresi de Hinduların bu geleneğine karışmıyor hatta yerine getirilmesini sağlamaya çalışıyormuş.
Seydi Ali’nin pek çok seyyah ile paylaştığı bir düşüncesi ise kendi ülkesini, ziyaret ettiği her yerden daha üstün bulması ve vatanına bir an önce dönmek için derin bir özlem duymasıdır ki bu vatan, Cemal Kafadar’ın da işaret ettiği gibi hakikaten de köy meydanından çok daha fazla bir yerdir. Artık Hindistan’dan ayrılma vaktinin geldiğini düşünen Seydi Ali, Hümayun’a iki gazel takdim ederek izin ister. “Rum tarzı üzere” olanında şöyle diyor:
“Gafil olma, düşdüğün yer Mülk-i Hindustandur
Meyl edip anda kalanlar, cümle ser-gerdândur (başı dönmüştür)
Âlemi geşt eyleyenler (dünyayı dolaşanlar), dediler bi’l-ittifak:
Hak budur, dünyada cennet Milket-i Osmandur (Osmanlı ülkeleri)”
Aynı şekilde Kabil’deyken şehri güzel bulmasına rağmen “Amma cümlesi gözümüze görünmeyip ve bir an vatan arzusu gönülden çıkmayıp” diye gitmek istediğini söylüyor. Mazendaran’da Bistam’da bulunurlarken de yoldaşlarından Ramazan Bölükbaşı rüyasında Bayezid-i Bistamî’nin kırk dervişiyle gelip, “Dua edelim ki Mir Seydi Ali, yoldaşları ile sağ salim vatanına vara” dediğini görmüş. Hazerfen reisimiz, Çağatayca yazdığı şiirlerden birinde de yaptığı yolculukları, ettiği seferleri zikrettikten sonra şöyle niyazda bulunuyor:
“Ya İlahî yine müyesser kıl
Kâtibi bendege (bendene, kuluna) vatan seferin”
Rum şahının eşiğine varıp sürekli yoksul olmanın kendisi için bütün Hint ve Sind’in şahı olmaktan daha iyi olduğunu söylediği şu dizelerini ise Hindistan’ın Çağataylı / Babürlü yöneticilerine gösterdiğine pek emin değilim:
“Şeh-i Rum’un işigide barıp dayim gedâ bolmak
Manga bihrek durur, köp Hind ü Sind’nin şahı bolmakdın”
Seydi Ali Reis, eserinden çıkarılacak hissenin, kişinin, “olmaz havalara ve uzun sevdalara” yeltenmemesi olduğunu, gurbet diyarlarına düşüp “vatandan dûr ve meskenden mehcur” (vatandan uzak ve evinden ayrı) olmaktansa sakin durmasının daha iyi olduğunu söylüyor. Ama eğer öyle bir hâl vaki olsa ve o kişi de Hubbü’l-vatan mine’l-iman gereği “arzu-yı vatan” ederek kendi ülkesine dönse ve padişahın eşiğine yüz sürse, o kişinin yabanda kalmayıp az müddette çok muradına ulaşacağını ve insanlarca sevilip övüleceğinin kesin olduğunu belirtiyor. Diyar-ı Rum konusuna devam edelim ve Reis’in düştüğü sevdanın ne olduğunu da gelecek haftaya bırakalım.
.12/07/2017 15:42
Rum’da son durum
Osmanlı tarihi çalışanlar ara ara işin elifbasına döner ve “Kimdi bu Osmanlılar?” diye sorarlar. Peşinen söylemek gerekiyor ki aldatıcı bir şekilde basit bir sorudur bu. Meselenin bir kısmı, modern devletin adamakıllı tasavvur edip şekillendirdiği biz modernlerden kaynaklanıyor. Modern devletin iyi tanımlanmış sınırları dâhilinde; zorunlu bir şekilde eğittiği, pek çok yerde yine zorunlu olarak askere aldığı, kazancını vergilendirdiği, sağlığıyla ilgilendiği, kaydettiği, eline bir kimlik varakası verdiği, hangi şartlar altında bu kimliğe sahip olup kaybedebileceklerini de güzelce tanımladığı vatandaşlar olarak, modern öncesi insanların da bizimkine benzer net kimlik kategorileri çizmesini bekliyoruz.
Oysa Antik Yunan’ın Atina’sında olduğu gibi vatandaşı olan ile olmayan arasında bugünkü kadar net (ve ancak bir şehir devletinde uygulanabilecek) ayrımlar koyan sistemlerin varlığına rağmen modern öncesi toplumların genelinde vatandaşlık / uyrukluk açısından böyle bir netlik yoktu. Öte yandan onların da kast, sınıf, rütbe, din, etnik köken, dil, kabile üyeliği ve bir şehrin veya yörenin ahalisinden olmak gibi kimliğe yansımaları olan aidiyetleri tabii ki vardı. Modern öncesi dönemde de ülkeler olduğuna göre bir ülkenin ahalisinden olmanın getirdiği bir aidiyet ve bunun kimliğe yansımaları ve çeşitli seviyelerde ifadeleri olmaz mıydı?
Modern milliyetçiliğin Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıktığı konusunda tarihçiler genelde anlaşır ama Fransız Devrimi’nden önce bir Fransa’nın olmadığını, onun da bir kimliği (daha doğrusu çeşitli kimlikleri) bulunmadığını söyleyemeyeceğiz sanırım. Biraz abartarak, bugünkü Fransa toprağında bulunan mağara resimlerinden başlayıp Fransa’nın Kimliği üzerine devasa ama tamamlayamadığı bir çalışma yapan Fernand Braudel’e soracak olursak hiç söyleyemeyeceğiz! Ünlü tarihçinin yapmak istediği Fransa’nın nasıl ortaya çıktığını incelemekti ve tabii ki bırakın mağara dönemindeki insanları, ülkeye adlarını veren Germen kabilesi Frankların bile modern Fransa toplumu ve kimliğine katkıda bulunmak gibisinden bir bilinç ve vizyona sahip olmadıklarını söylemeye gerek bile yoktur.
Bu nokta da bizi yukarıda bahsettiğim aldatıcı basitliğin başka bir veçhesine, doğrudan zaman içindeki değişmelere ve onları yakalayarak değerlendirebilmekteki güçlüğe yani tarihsel sorgulama sürecinin yapısından doğan güçlüklere getiriyor. Olağan işlerdendir; ülkelerin adları ve o adların etrafında şekillenen kimlikler de (kaçınılmaz olarak) değişiyor. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, bugün Sovyetler Birliği diye bir ülke var mı? Olmadığına göre o biraz alaylı “Sovyet insanı” (Homo Sovieticus) tipinden bahsedebilir miyiz veya daha ne kadar bahsedebiliriz? Aynı şekilde Habsburg hanedanın hâkim olduğu bir siyasî oluşuma ait olmaktan dolayı herhangi bir şekilde bir Habsburg kimliği geliştirenlerin bugün izleyicileri var mı? Hanedanın üyelerinden başka kim kendini bu kimlikle tanımlıyor?
Öte yandan tarihsel birikimin zenginliği bize, bunlardan farklı örnekler olduğunu da söylüyor. Bunun için de hiç uzağa gitmeye, hatta bulunduğumuz yerden ayrılmaya bile gerek yok. Milattan yüzlerce yıl önce bir kabile birliğinin şehri, sonra krallık (res privata), daha sonra cumhuriyet (res publica) ve ondan sonra da imparatorluk olan Roma’nın mirası hem ülke adı hem de ondan kaynaklanan bir kimlik olarak, Doğu Roma’nın siyasî bir varlık olarak ortadan kalkmasından sonra bile yüzlerce yıl daha yaşadı. Kendilerine hiçbir zaman “Bizanslı” demeyen ve hep “Romalılar” (Romaioi) diyen Doğu Roma’nın Hıristiyan ahalisinden bahsetmiyorum, orası da tabii ki çok önemli ama genelde Müslümanlar ve özelde Osmanlı Müslümanları arasında yaşamaya devam eden bir ülke adı ve kimlikten, Rum’dan ve Rumî’likten söz ediyorum.
Buna da Cemal Kafadar’ın 2007’de Muqarnas’ta yayımladığı makalesinin Türkçeye çevrilerek, makalenin kendisi kadar hacimli bir girişle birlikte geçen ay bir kitapçık hâlinde yayımlanması vesile oldu. Kendine Ait Bir Roma. Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine adını taşıyan bu çalışma, Salih Özbaran’ın 2004 tarihli öncü çalışması, Bir Osmanlı Kimliği. 14.-17. Yüzyıllarda Rûm / Rûmi Aidiyet ve İmgeleri ile beraber okunmalıdır.
Burada katiyen bir kitap eleştirisi yapmak niyetinde değilim, daha ziyade her iki tarihçinin de dikkatimizi çektiği Rum / Diyar-ı Rum / Rumî kavramlarıyla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum ama elim değmişken söylemeksizin geçmiş olmayayım; Cemal Kafadar’ın makalesinin Fatih Özgüven’ce yapılan çevirisi genelde iyi ve yerinde. Yalnız birkaç yerde orijinalindeki anlamın kaydığını düşünüyorum. Meselâ, orijinalinde, meşhur Emevi halifesinin, “Yazid b. Mu‘awiya” olarak verilen ismi Türkçe metinde, sanırım siyaseten doğrucu kaygıların neticesi olarak “Ezidi kökenli Muaviye” olmuş! Seydi Ali Reis de “kaptan-ı derya” değil, sadece “Mısır kaptanı” idi. Bir de Kafadar’ın kendisi, makalenin içinde değil ama çok önemli soruları ortaya attığı girişinde, Tevârih-i Âl-i Selçuk yazarı Yazıcızâde Ali’yi, Gelibolulu Yazıcızâde Ahmed Bîcan ve Mehmed biraderlerin babası yapıyor ve eserini de “İstanbul’un fethinden birkaç yıl önce” Gelibolu’da yazdığını söylüyor. Bu üç Yazıcızâde’nin bazen kardeş olarak gösterildiğinden haberdarım. Ama kesin olarak bilinen sadece Muhammediye yazarı Mehmed ile Envârü’l- âşıkin yazarı Ahmed’in kardeş olduklarıdır. Onların babaları da Yazıcı Salih olduğuna göre o kadro dolu gözüküyor.
Kafadar’ın sorduğu bazı sorulara gelince; “vatan ve ona mukabil kavramların” tarihiyle ilgili gayet yerinde ve önemli sorular bunlar. “Osmanlıların veya giderek Osmanlı devletinin şemsiyesi altına girecek olan Türkdilli insanların Türklükle ilişkisi neydi? Türkmenlikle, Oğuzlukla, Moğollukla, Taciklikle ilişkisi neydi? Kendilerine ait topraklara ne derlerdi?” şeklinde formüle ettiği soruya cevap olarak “en önemli anahtar kelimeler arasında ‘diyar-ı Rum’ ve ‘Rumilik’ vardır diyor.
Kafadar, milliyetçilik çağında vatan kavramının “eski dar anlamı”nın geliştirildiğinin ve kelimenin “çağdaş siyaset söyleminde başat” bir konumda olduğunun tabii ki farkındadır. Ne var ki, bir tarihçi olarak ulus-devletin ortaya çıkmasından önce kaynaklarda gördüğü “vatan” kullanımlarını “eskiden vatan deyince doğdukları köyü anlarlarmış” klişesine indirgemeye razı değil:
“Peki ama, diyerek tarihçinin burada sorması gerekir, daha önceleri vatan sevgisi sadece insanın doğduğu köy veya kasabaya duyduğu muhabbetten öteye gitmez miydi? On dokuzuncu yüzyıldan önce ‘Hubbü’l-vatan mine’l-iman’, yani ‘vatan sevgisi imandandır’ hadisini (belki de zayıf olduğunu bile bile) zikredenlerin bütün kastı bu muydu?”
Bu soruyu soruyor ve Fenârîzâde Ali Çelebi örneğini veriyor. Çelebi, tahsil için Acem’e gider ama “hubbü’l-vatan galebe çalar ve bilâd-ı Rum’a döner”. Kafadar, “Burada vatan, bırakın köy meydanını, bir şehir veya bölgeden bile çok daha geniş bir aidiyet iklimi çağrıştırır” demekte.
Vatan söz konusu olunca teferruat da hâliyle uzuyor, ama Kafadar’ın uyarıları ve çözümlemeleri önemli, biraz daha devam edelim:
“Şimdi kullandığımız şekliyle vatan fikrinin modern ideolojilere ve siyasetlere has olduğu doğru ve bunu bilmek özcü-köktenci dayatmalara karşı çok önemli, ama şunu da unutmamak kaydıyla: Bir ‘yer’e aidiyet hissi, eski zamanlarda da dar ve sığ bir şey değil, o aidiyetle birlikte savunmacı refleks de öyle, kaybın verdiği acı da öyle. (…) Toprak sınırlarını temel alan ulus-devletlerden önce aidiyet ve asabiyye ifade eden kelimelerin ve bu meyanda ‘vatan’ kelimesinin farklı ölçeklerde ve esnekliklerde ve çoğu zaman hiçbir siyasi çağrışım olmadan kullanılmış olduğu aşikâr. Tam da üzerine oturduğu semantik zeminin bu kayganlığı yüzündendir ki, vatan-yurt konusu ‘eskiden şunu anlarlardı’ diye yekpare bir ‘modernlik-öncesi’ne indirgenemez. Ayrıca gördüğümüz üzere vatan gibi, il gibi, yer gibi mekânsal mecaz ve soyutlamalar ulus-devletler öncesinde ciddi bir duygu yükü taşıyabiliyordu. Bu yüzden zaman zaman, uzaktan ve dolayımlı olsa dahi siyasi bir içerik yüklenebileceklerini de kabul etmeliyiz.”
Peki, uzun seferlere ve seyahatlere çıkan bir nice Osmanlının dönmek için yanıp tutuştukları “bilâd / diyar/ memalik-i Rum/ Rum neresi oluyordu? Bu soruya bağlamlardan bağımsız, her zaman verilebilecek tek bir cevap maalesef yok. “Rum”, Osmanlı yönetimindeki topraklardan en fazla Anadolu’yla özdeşleştirilse bile, böyle bir tanımlama, Salih Özbaran’a “eksik” görünmüştür. Nitekim Cornell Fleischer de, Gelibolulu Mustafa Âli’nin kültürel bir bağlamda “Rum”dan bahsederken Osmanlı devletinin Anadolu ve Rumeli’ndeki çekirdek topraklarını kast ettiği fikrindedir. Cemal Kafadar da şimdi aynı soruyu soruyor:
“Peki, diyar-ı Rum Anadolu mu? Yaklaşık yüz yıldır, bilhassa Türkiye’de tarih üzerine yazanların büyük çoğunluğu için, birinci terimi ikincisiyle karşılamak neredeyse otomatiğe bağlanmış bir alışkanlık. Rum Selçuklu Devleti deyince en azından coğrafi olarak bir örtüşme var, çünkü Selçuklular Anadolu’nun dışına taşmıyor; ama Osmanlı döneminde ‘şüerâ-yı Rum’ Anadolu şâirleri, ‘ulemâ-yı Rum’ Anadolu âlimleri diye çevrilebilir mi? Biyografilerine baktığınızda Balkanlar’da doğmuş, büyümüş ve İstanbul’da kariyer yapmış niceleri var, belki Üsküdar’a geçmek dışında Anadolu’ya ayak basmamış olanları var. Diyar-ı Rum, Balkanlar’ı ve Anadolu’yu kapsayan, ya da belki Tuna’dan Fırat’a kadar uzanan demeli, ve modern çağlarda adını koymakta zorlandığımız bir ‘yer’. Osmanlı Devleti’ni bir Anadolu (büyümüş sonra yine küçülmüş Türkiye) yahut bir Ortadoğu devleti olarak görme ve anlatma eğilimi, o ‘yer’i, bırakın anlamayı, görmemizi bile engelliyor.”
Görülebileceği gibi Kafadar’ın diyar-ı Rum anlayışı da Fleischer ve Âli’ye yakın. Burada Anadolu’dan kesinlikle büyük ama Osmanlı İmparatorluğu’nun bütününden küçük, başka bir deyişle Osmanlı’nın Arapça veya Kürtçe konuşan bölgelerini dışarda tutan bir kültürel coğrafya ile karşı karşıyayız. Bunun daha Doğu Roma ortalıktayken ve Türkler bölgeye göç etmezden yüzlerce yıl önce Ortadoğu halklarının kullanımlarında yer etmiş olan “Rum” adlandırmasıyla da uyum içinde olduğunu söylemek gerekir. Yalnız tüm hikâye bu kadar değil ve kelimenin kültürel coğrafyaları aşan siyasî kullanımları da olmuştur. Babürlü İmparatoru Hümayun’un yaptığı gibi “Rum”u siyasî bir varlık olarak da anlamak da mümkündür. Bunu, aktarmaya zaten niyet etmiş olduğum ama haftaya kalan Seydi Ali Reis’in Hindistan macerasına bırakalım. Bu arada, dipnot kabilinden söyleyeyim ki Kafadar, Osmanlı döneminde diyar-ı Rum ile Anadolu arasında gerekli olarak bir ayniyet olmadığını hatırlatmakta tabii ki haklıdır ama Osmanlı tarih yazıcılığında “diyar-ı Rum” deyince sadece Anadolu’yu anlayan bir damarın varlığı da yüz yıldan çok öncelere gidiyor. Sanırım bir şekilde bunu da konuşacağız.
.16/07/2017 01:24
Yedi iklime hükmeden Padişah-ı Rum
Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde çekirdek bir bölgeyi işaret eden “Rum” kelimesi siyasî bağlamlarda imparatorluğun bütününü nitelemek için de kullanılıyordu.
Seydi Ali Reis’in, Hindistan’ın Babürlü padişahı Hümayun’un yakın çevresine girdiğinden bahsetmiştim. Kendisi padişahtan hiç ayrılmadığını ve onunla gece gündüz konuştuklarını (mübâhase) söylüyor. Bu yakınlaşmada, imparator ve reisin ortak bir şiir zevkine sahip olmasının ve Seydi Ali’nin, Çağatayca, Osmanlıca ve Farsça şiirler söyleyip sunabilmesinin etkisi herhâlde büyüktür. Hümayun, onun şiirlerini takdirden geri durmazmış. Hatta bir seferinde Çağatayca bir gazelini okuduktan sonra Nevâî’yi kastederek, Seydi’ye, “Mir Ali Şir-i Sânî” (İkinci Ali Şir Bey) diye iltifat etmiş. Seydi Ali ise, Nevâî’ye bir ikincinin olamayacağını, “hûşe-çîni” olmaya yani onun arkasından giderek harmanda bıraktığı başakları toplamaya yeteneği olsa başka bir şey istemeyeceğini söylemiş. Hümayun ise üstelemiş ve bu gidişle bir yıl içinde “Çağatay taifesine Mir Ali Şir’i unutturursun” demiş.
Mübâhasenin bir anlamı şundan bundan bahsederek sohbet etmekse bir anlamı da bahse girişmekti. İkisi arasında kibarâne çekişmelerle dolu pek çok sohbet geçtiği anlaşılıyor. Konular da her zaman aşk, şarap ve şiir üzerine değildi. Bazen, deyim yerindeyse “zülf-i yâre” de dokunuyor, siyaset konuşuyorlardı. Hümayun, belki de, ağzından “diyar-ı Rum” kelimelerini düşürmeyen ve Hindistan’da kalması yönündeki her cazip teklifi reddeden Seydi Ali’yi ikna etmek için ona takılmakta veya hafifçe sataşmaktaydı. Günlerden bir gün, “Vilâyet-i Rum mu köpdür (çoktur, büyüktür), yoksa Hindustan mı köpdür?” diye bir soruyu ortaya atmasını bu bağlamda değerlendirmelidir.
Eğer Hümayun, “Vilâyet-i Rum, buradan daha mı büyük, daha mı zengin, padişahı benden daha mı güçlü? Ne var ki gidiyorsun?” makamında bir soru sormuşsa Seydi Ali de bu imayı kabul ederek bilmezden gelmişe benziyor: “Padişahım, Rum’dan murad nefs-i Rum ise, ol Vilâyet-i Sivas’dır, Hindustan çokdur. Amma Padişah-ı Rum’a tâbi olan memâlik ise Hind anın öşr-i aşirince (onda birince) yoktur.” Hümayun, tabii ki kendisini ve ülkesini Osmanlı’nın, merkezi Sivas olan Rum vilayetiyle karşılaştırmıyordu. Dolayısıyla, “murad cümlesidir” cevabını verdi. Seydi Ali Reis’in “ispat” faaliyeti de o zaman başladı. Nasıl olacaktı da, Hindistan, Rum’un onda biri bile etmeyecekti?
Reisin tarih, coğrafya ve astronomi bilgisine başvurduğu görülüyor… İskender nasıl yedi iklime sahip olup dünyaya hükmetmişse, Padişah-ı Rum da öyleymiş. İskender’in ömrü ve saltanat süresi belli olduğuna göre, onun bütün dünyaya hükmetmesi akla aykırıymış çünkü rub’-i meskûn’un (karalar) yüzölçümü “dört bin kere bin ve altı yüz altmış sekiz bin altı yüz yetmiş fersah” imiş. Seydi Ali’nin verdiği bu rakamın (ve arz ve tul sayılarının) sağlamasını yapmayı benden daha ehil olanlara bırakayım ve söylemek istediğinin, İskender’in kısa saltanatı sırasında dünyayı değil fethetmek, gezip dolaşmaya bile vakit bulamayacağı hususu olduğunu vurgulayayım.
Seydi Ali, tartışmasını şöyle sürdürmüş ve İskender için: “Galiba ‘Her iklimden Padişah-ı Rum gibi hissedar olup anın için yedi iklime hükmetti’ denir” demiş. Hümayun, “Padişah-ı Rum’un yedi iklimde hissesi var mıdır?” deyince de taşı gediğine koymuş:
“Evvela Yemen, iklim-i evvelden ve Mekke-i Şerife, iklim-i sâniden ve Mısır, iklim-i sâlisden ve Halep, iklim-i râbiden ve Dârü’s-Saltana-i Mahruse-i Kostantıniyye, iklim-i hâmisten ve Kefe, iklim-i sâdisten ve Budin ve Peç, iklim-i sâbidendir. Bunların her birinde Padişah-ı Rum’un beğlerbeğileri ve kadıları olup hükm ve hükûmet ederler…”
Hümayun’u ikna etmek için aslında bu kadarı bile yeterli olmalıydı ama Seydi Ali bir de Çin hikâyesi anlatarak savunduğu pozisyonu perçinlemek istemiş. Gücerat’ta, Suret limanında tanıştığı Hace Bahşi ve Kara Hasan adlı “sevdâgerler” den (sevdalı, âşık, tüccar, belki maceraperest?) işittiğine göre Vilayet-i Çin’de bayram olduğunda “sevdâgerler” bayram namazını kılmak istemişler. Her taife kendi padişahları adına hutbe okutmak istemiş. “Rum sevdâgerleri” Çin hakanına giderek “Bizim padişahımız Mekke ve Medine ve kıble padişahıdır’” demişler. “Vilâyet-i Çin’de Padişah-ı Rum adına hutbe” okunduğunu aktaran Seydi, “Bu makule ahvâl kimin hakkında olmuştur?” diye sorunca Hümayun da insaf etmiş ve kendi hanlarına ve sultanlarına hitap ederek; “Hak budur ki, rû-yi zeminde padişahlık namı devletlü hûndigârun (hünkârın) hakkıdır. Özgening değüldür” diye kabul etmiş.

Görsel’in açıklaması: Yazıcızâde Ahmed Bican’ın Envarü’l- Aşıkin adlı eserinden şematik dünya haritası veya iklimler diyagramı.
Saded dışına çok çıkmaksızın, Hümayun’un takılmalarına devam ettiğini not edeyim. Bir gün de Kırım Hanı hakkında sorular sormuş. Seydi Ali, ona da saltanatı kendi padişahının verdiğini söyleyince, Hümayun biraz manidar bir şekilde “Ol, sahib-i hutbedir diye istima olunur” (işitilir)” yorumunda bulunmuş. Söylemeye pek gerek yok ki, hutbe, İslâm dünyasında egemenlik işaretlerinden biriydi ve eğer bir yönetici kendi adına hutbe okutuyorsa bu onun bağımsızlığını göstereceği için Hümayun; “Kendi adına hutbe okutuyorsa nasıl olur da saltanatı Osmanlı padişahı verir?” noktasındaydı. Âl-i Cengiz’den gelen Kırım hanları gerçekten de adlarına hutbe okutup para bastırabiliyorlardı. Öte yandan hanların atamaları ise Giray hanedanı içinden olmak kaydıyla İstanbul’dan yapılıyordu. Kısacası Hümayun haklıydı ama Seydi Ali Reis de haklıydı. Hümayun’a verdiği cevap, sahadaki bu esnekliği yansıtacak bir nitelikteydi: “Padişahım, sair padişahlardan padişahımızın külli imtiyazı oldur ki sahib-i hutbe ve sahib-i sikke padişahlık inayet eder.”
Rum tartışmasına dönersek, yukarıda, Seydi Ali ve Hümayun arasında geçen diyalogdaki “Rum”, belli herhangi bir kara parçasını veya Osmanlı İmparatorluğu içinde belirli bir kültürel coğrafyayı değil Rum Padişahı’nın hükmünün geçtiği yerlerin bütününü işaret ediyordu ve dolayısıyla hem Hümayun hem de Seydi tarafından siyasî bir anlamda kullanılmıştı. Bu, tabii ki Seydi Ali’nin zihnî haritasında “Rum” deyince İmparatorluk sınırları içerisinde ayrıca belli bir bölgenin canlanmadığını göstermez.
Cemal Kafadar’ın da dikkat çektiği üzere, uzun seyahatlerinin sonucunda Bağdat’tan Osmanlı ülkesine giriş yapan Seydi Ali, kendini diyar-ı Rum’a gelmiş saymıyor olmalıydı ki Vali Hızır Paşa ile görüştükten sonra “Diyâr-ı Rum’a azm olundu” (gitmeye niyet edildi) notunu düşmüştür. Aynı şekilde Diyarbekir’den yola çıkarak “âstâne-i saadete yüz sürmek ümidi ile Vilâyet-i Rum’a müteveccih” olur. Demek ki Diyarbekir de hâlâ “Rum vilayeti” dışında bulunuyordu. Gerçi Malatya’dan yola çıkarak da bir vilayet-i Rum’a ulaşır ama bu Malatya’nın Vilayet-i Rum dışında kaldığını göstermez çünkü burada vilayet-i Rum’dan kasti Sivas’tır. “Vilâyet-i Rum’a yani Şehr-i Sivas’a gelinip” diyor…
Şu birkaç örnekten de anlaşılacağı üzere Seydi Ali Reis, “Vilayet-i Rum” nitelemesinin çeşitli dar anlamlarından tabii ki haberdardı. İlginç olanı şu ki, yeni bir isme lüzum görmeksizin aynı kelimeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünü için de kullanmıştır. İlk bakışta bu geniş ve siyasî kullanımın özellikle yabancıların bulunduğu bağlamlarda söz konusu olduğu düşünülebilir. Meselâ, İran’dayken de Şah Tahmasb ile görüşürlerken, Şah, “Vilâyet-i Rum’un beğlerbeğilerinin ve ümerasının dirlikleri ne miktar tümen olur?” diye sormuş. Seydi, artık ona da “Sivas’ı mı kastettiniz yoksa hepsini mi?” tarzında bir retorikle karşılık vermemiş ve doğrudan imparatorluğun bütününü kapsayan bir cevap vermiş; “Diyâr-ı Rum’da padişahımızın beğlerbeğilerinin ve ümerasının dirlikleri kendülere mahsustur. Leşkerin her birisinin padişahtan başka dirlikleri vardır” demiş. Yani, diyar-ı Rum’da, askerlerin padişahtan aldıkları kendi dirlikleri, komutanların dirliklerinden başkaymış. Bu dirliklerin hepsi toplansa tümen (10,000 akça) değil, nice bin lek (bir lek, 10 tümen, 100,000 akça) belki nice yüz külür ( bir külür 100 lek) olacağını söylemiş.
Seydi Ali, burada, Rumeli, Anadolu, Mısır, Budin, Diyarbekir, Bağdad, Yemen ve Cezayir’i hiç çekincesizce “diyar-ı Rum”un parçaları olarak sayıyor. Şaha söylediğine göre, Vilâyet-i Rum’un diğer ülkelere göre çok önemli bir farkı bulunuyormuş:
“Özge vilâyetlerin padişahları, hanları ve sultanları ile nöker (asker) kendülerinin olmağla müdara üzere olup Vilâyet-i Rum’da leşker saadetlü padişahımızın olmağla beğlerbeğileri ve ümerası sair bendelerinden madud olup zerre ve şemme emr-i şeriflerinden tecavüz etmek ihtimâl değildir.”
Yani başka ülkelerde komutanların kendilerine bağlı ve merkezî hükûmetten geliri olmayan askerleri olduğu için padişahlar bunlarla iyi geçinmek veya alttan almak durumundaymışlar. Vilâyet-i Rum’da ise asker padişahınmış ve padişahtan ayrıca gelirleri olurmuş…
Biraz önce söylediğim gibi Seydi Ali’nin, sadece yabancılarla konuşurken kestirmeden gidip bütün Osmanlı İmparatorluğu’nu “Vilayet-i Rum” olarak adlandırdığını düşünebilirdik. Ne var ki, Seydi, tamamı Osmanlılardan oluşan hazırun önünde de aynı geniş ve siyasî Vilâyet-i Rum nitelemesini kullanmaktaydı. Mesela, Diyarbekir valisi İskender Paşa ile görüştükten sonra yeryüzünde “ne Vilâyet-i Rum’a muadil bir vilâyet ve ne padişah-ı âlem-penâh hazretlerine ‘adil olur (kıyaslanabilir) bir padişah vardır” diyor. “Leşker-i Rum’a mukabil olur leşker olmak; cihân içinde bir dahi mutasavver değildir” hükmünü verirken de Osmanlı’nın belli bir bölgesinin askerlerini değil, padişahın tüm askerlerini kastediyor. Başka türlü düşünemeyiz. Yoksa, Hak’tan “Vilâyet-i Rum’u âbâd” etmesini ve padişahın ömür ve devletinin uzun olmasını, askerlerinin her zaman zafer kazanmasını dilediğinde bu dileklerden, mesela bazı bölgelerin askerlerinin istisna edilmesini niyaz ettiği gibi bir sonuç çıkardı!
Seydi Ali’nin geçen yazımda sözünü ettiğim, başından gitmeyen o sevdasına gelince; aslında o da konumuzla ilgili. Reisimiz, Hürmüz limanını ve Gücerat’ı, Rum’a ilhak etmek istiyormuş. Kendi ifadeleri şöyle: “Bender-i Hürmüz ve Memâlik-i Gücerat, Vilâyet-i Rum’a ilhak olmak arzusu hatırdan çıkmayıp…” Hem Osmanlı devlet adamlarından bazılarının hem de Gücerat’ın Rumî elitinin desteklediği bu projenin her şeyden önce siyasî bir nitelik taşıdığı aşikârdır. Gücerat’ın veziri İmadü’l-mülk de gemilerinin Rum padişahının limanlarına gidip gelmesinin kendileri için önemli olduğunu söylediğinde, o dönemde Süveyş Kanalı olmadığına göre, başka bağlamlarda Rum’dan sayılmayan Arabistan ve Mısır limanlarını kastediyordu.
Eğer böyle bir ilhak olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek anlamda denizaşırı bir vilâyeti olacak, başka bir deyişle Vilâyet-i Rum, siyasî olarak Hint altkıtasına da yayılmış olacaktı. Ama Seydi Ali Reis’in Gücerat’tan dönebileceği bir Vilayet-i Rum da hâlâ olacaktı. Buna, çekirdek kısmına “Rum” denilen bir siyasî teşebbüsün genişlemesi de diyebiliriz. Diyar-ı Rum’un siyaseten kendine bağlı olan taşrasıyla acaba nasıl bir ilişkisi vardı? Bunlar çeşitli tartışmalar üretmeye teşne verimli konular ama bu yazının da sonuna geldik. Vilayet-i Rum’un siyasî sınırlarının coğrafi ve/ya kültürel coğrafî sınırlarla aynı olmadığını dolayısıyla da genişleyip küçülmeye çok daha açık olduğunu söyleyerek sözü bağlayayım
.23/07/2017 00:20
Müneccimbaşı: Romalıların ülkelerinden birine Rum dendi
Osmanlı tarihyazımında Diyar-ı Rum deyince sadece Anadolu şehirlerini anlamanın tarihini 17.Yüzyıla hatta daha eskiye götürebiliriz.
Son haftalardaki “Rumî” yazılarımda kıyısında köşesinde dolaştığım bir konuya, Anadolu ve Diyar-ı Rum veya kısaca Rum arasındaki ilişkiye geldi sıra. “Rum” denince zaman içindeki değişiklikler bir yana dursun aynı zaman dilimindeki farklı bağlamlarda bile farklı yerler ve mevcudiyetler anlaşıldığı, Anadolu’nun da Antik Yunan’dan beri coğrafyası ve sınırları sabit olmadığı için anlatması pek kolay olmayacak...
Konuya girmezden önce bu karmaşık terminolojiyi özetlemek faydadan ari olmayabilir. Rum, Roma’nın Araplar ve diğer Ortadoğu halkları gözündeki ismiydi. Selçuklular ve Osmanlılar bu ismi ülkeleri için kullanmakta herhangi bir sakınca görmediler. Osmanlı döneminde, bazen “Rumiyye-i Sugra” (Küçük Rum) diye adlandırılan, merkezi Sivas olan bir Rum eyaleti vardı. Bundan çok daha geniş olan ve bugünkü Anadolu’nun büyük bir kısmını kaplayan topraklara da Diyar-ı Rum denirdi. Fırat üzerindeki Rumkale, bu ülkeye güneyden, adı Arz-e Rum (Roma Toprağı) anlamına gelen Erzurum ise doğudan yaklaşmaları yansıtan isimler olup sınırları hakkında basit de olsa bir fikir veriyor. Öte yandan “Rum” kelimesi bütün Osmanlı ülkesi için de kullanılmıştı. “Padişah-ı Rum” deyince böyle anlamak gerekir. Boğazlar ve Marmara Denizi’nin ötesi, yani “esre yaka” (aşağı yaka) diye de bilinen Osmanlı Balkan toprakları da adını yine Rum’dan alarak Rumeli’ydi.
Doğu Roma’nın eski ahalisi olan Ortodoks inançlı Hıristiyanlara da, kendileri için kullandıkları üzere Rum denmeye devam etti. Bir de asıl Roma var. Bu da Osmanlıların gözünde “Rumiyye-i Kübrâ” (Büyük Rum) idi. Mesela, Gelibolulu Mustafa Ali, Roma şehri için, “Rumiyye-i Kübrâ ki hâlâ Rim-Papa şehri demekle maruftur”, İbrahim Müteferrika ise “Rumiyye-i kübrâdır kim bazılar Roma ve bazılar Kızıl Elma tesmiye ederler” diyor.

Dolayısıyla “Rum” dendiğinde bunlardan hangisinin kastedildiğini bağlamdan anlamak durumundayız. “Kayser-i Rum” dendiğinde Batı Roma ve Doğu Roma (Bizans) imparatorları kastedilebileceği gibi Osmanlı sultanı da kastedilebilir! Burada eğer bir isim geçiyorsa ayrım yapmak tabii ki çok kolaylaşır. Mesela Mustafa Ali, kayserin adının “Üstünyano” (Jüstinyen) olduğunu söylemişse, Doğu Roma’dan bahsediyordur… Bu arada, bu vesileyle not edeyim ki Mustafa Ali, Roma’nın Batı / Latin ve Doğu / Yunan imparatorları arasındaki farkı tamamen müdrik olarak yazmaktaydı. Künhü’l- Ahbar’da şöyle diyor:
“Ve kayasıra-i malumu’r-rüsûm, yani ki şehryârân-ı mülk-i Rum (Roma ülkesinin imparatorları olan kayserler) iki taifedir ki, birinin nesli Efrenc (Batı Avrupalı, Frenk) taifesine müntehi olur (ulaşır). Ve bir kısmının hasebleri Yunanîlerde nihayet bulur. Amma Yunanîler muahhar (sonra) ve Efrencîler mukaddemdir (önce).”
Fakat neyin kastedildiğini bağlamdan çıkarmak her zaman kolay olmayabilir.

Bu duruma da en eski Osmanlı kronikçilerinden Aşıkpaşazâde’den bir örnek vereyim. Osman’ın [hayalî] dedesi Süleyman Şah’ın “Rum vilâyetine” en önce gelen kişi olduğunu söylüyor. Acem padişahları [Büyük Selçuklular], elli bin göçer evden oluşan Türkmen ve Tatar’ları onun emrine vermiş ve “Varın, Rum’da gaza edin” demişler. Buradaki Rum, herhâlde Doğu Roma’nın Asya’daki topraklarının hepsidir. Ama “Geldiler. Erzurum’dan Erzincan’a indiler. Erzincan’dan Rum vilâyetine girdiler” dediğinde, çizdiği güzergâhtan dolayı Sivas’a geldiklerini anlamalıyız. Buraya kadar tamam, sonrası ise karışıyor. Gelenler için, “Rum vilâyetinde altı yıl mikdarı yürüdüler. Etrafları fethettiler” dediğinde hâlâ Sivas’ı mı kastediyor? “Bu Rum’un dağlarından ve derelerinden incindiler (…) Gene Türkistan’a azm ettiler” diyerek geri dönmeye niyetlendiklerini ama geldikleri yoldan gitmediklerini, Halep üzerinden dönüş yaparken Süleyman Şah’ın Fırat’ta boğulduğunu hikâye ediyor. O zaman göçer evler etrafa dağılmış. Aşıkpaşazâde, “Bazısı gene Rum’a döndüler (…) Şimdiki halde Rum’da olan Tatar ve Türkmen ol taifedendir” dediğinde de sanırım özel olarak Sivas’ın merkez olduğu Rum bölgesini kastetmiyordu artık. Ama bu sadece bir kanaat…
Anadolu kelimesinin serencamı bundan daha iyi. En azından, herkes kendine göre güneşin doğduğu yere Anadolu dememiş… Doğu Roma’nın idarî bölünmesinde bir Anatolikon thema’sı vardı ve bu, güney iç batı Ege ve İç Anadolu’nun bir kısmına karşılık gelmekteydi. Aynı şekilde Osmanlı’nın merkezi Kütahya olan Anadolu eyaleti de bugünün Anadolu’sunun ancak Batı kesimlerini içermekteydi.
Tabii ki bağımsız yazı konusudur, dolayısıyla hızlı geçeceğim ama Anadolu dendiğinde de bağlama bakmak ve dönemi dikkate almak durumundayız. Mesela, Şemseddin Sami, 1889’da, meşhur coğrafya ve tarih sözlüğü Kâmusü’l-âlâm’ında, Anadolu’nun yüzölçümünün, Ege Adalarıyla birlikte 547,000 kilometre kare olduğunu söylüyor. Kuzey, Güney ve Batı sınırlarının denizlerle belirlendiğini söylediği bu büyük yarımada “memalik-i Osmaniye’nin en mutena” kısmıymış. Doğu tarafından yani karadan olan sınırları ise tam olarak belirli olmamasına rağmen, Kafkas’tan İskenderun Körfezi’ne kadar uzanan dağ silsileleri ve bazı yerlerde Fırat Nehri’nin yatağıyla ayrılıyormuş. “Şarki Cenubu tarafından Kürdistan, Cezire ve Suriye ile mahduddur” demekte. 19. Yüzyıl sonunda hangi vilayetlerin Anadolu’dan sayıldığını da tek tek gösteriyor.
Kısacası, Baba Burnu’ndan başlayıp Nahçıvan sınırındaki Hasret Köprüsü’ne kadar olan bölge geçmişte de Anadolu olarak adlandırılmıyordu. Öte yandan, Osmanlı döneminde bile Anadolu bir coğrafya ve kavram olarak genişlemekteydi ve Anadolu eyaletinin idarî sınırlarının çok ötesine geçilerek daha 17.Yüzyılda bile Fırat boylarına kadar olan toprakların hepsine Anadolu denilmişti. Her hâlükârda, Anadolu’nun genişlemesi Cumhuriyet dönemine kadar uzanan bir süreçtir.
Nihayet asıl soruma geliyorum, peki Diyar-ı Rum ile Anadolu’nun ilişkisi neydi? Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma’da, Diyar-ı Rum kelimesinin yaklaşık olarak bir yüzyıldır otomatik olarak Anadolu ile karşılanmasına itiraz etmiş ve Tuna ile Fırat arasındaki bölgenin Diyar-ı Rum olarak görülmesinin Osmanlı dönemi açısından daha açıklayıcı olacağını belirtmişti. Ben de Diyar-ı Rum ile Anadolu arasında her zaman bir ayniyet olmadığı yolundaki bu hatırlatmayı yerinde bulmuş fakat Osmanlı tarih yazıcılığında “Diyar-ı Rum” deyince sadece Anadolu’yu anlayan bir damarın varlığının da yüz yıldan çok daha eski olduğunu söylemiştim.
Fazla uzağa gitmeden yine Şemseddin Sami’ye soracak olursak, Anadolu’ya eski İslâm coğrafyacılarının verdiği isimdir Rum. “O çok yeni bir kaynak” derseniz, biraz daha geriye gidebiliriz. Tercüme odası elemanlarından Ahmed Hilmi Efendi, William Chambers’dan çevirdiği rivayet olunan 1877 tarihli Tarih-i Umumî’sinin 5. Cildinde, diğer Selçuklu kollarını anlattıktan sonra Anadolu Selçuklularını kastederek “Rum memâlikinde saltanat eden Selçukilere dair” bilgi veriyor. “(Rum) kelimesi bir taifenin ismi olup onların sakin oldukları iklime memalik-i Rum tesmiye olunmuştur. Muahharen Rum memâliki kâmilen Rumlar yedinden çıkıp Türkler yedine geçmiştir” diyor.
Konumuz açısından daha önemlisi ise, Ahmed Hilmi’nin Rum memâlikinin sınırlarını kesin olarak çizmesidir:
“Bu ülkenin hudud-u garbiyesi Akdeniz sevahil-i şarkiyesinin (doğu sahillerinin) bazı mahallinden başlayıp İstanbul Boğazı’na ve Karadeniz’e ve şark tarafı Ermeniye’ye ve cenub tarafı hudud-u Şam ve Cezire’ye ve şimal tarafı Gürcistan diyarıyla Kırım Denizi’ne kadar mümted olup (uzanıp) kürsi-i hükûmetleri Konya ve bazı rivayata göre Antakya veyahut Selaçıka’dan (Selçuklulardan) Sultan Alaaddin’in bina eylediği Alaiye şehridir. Ve Ankara ve Mutasım Halifenin bina eylediği Amuriye yani Anamuriye ve Akşehir ve Kayseriye ve Aksaray ve Herkıle yani Ereğli ve Amasya ve Malatya ve Sivas ve Tokat ve Erzurum ve ol havalide bulunan Anadolu’ya müteallik şehirlerdir ki bunların cümlesi memalik-i Rumdan ad olunmuştur.”
Daha sonra da “Rum memâlikinde yani Anadolu’da hükûmet eden Selçukilerin birincisi bulunan Süleyman bin Kutalmış’ın ahvâline dairdir” diyerek bu hanedanın tarihini anlatmaya başlıyor. Ahmed Hilmi’nin de 19.Yüzyılın milliyetçi yaklaşımlarından etkilendiğini, “Rum ülkelerinde” hüküm süren Selçukluların Rum değil Türk olduğunu söylemeye bir şekilde gerek duyduğunu ve Rum kelimesini Anadolu ile karşıladığını düşünebiliriz.
Fena bir varsayım değil ama bu pasajı ilk okuduğumda “William Chambers diye biri mi yazmış bunları gerçekten?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Harcadığım saatleri hiç özetlemeye kalkmayayım ve kısaca “yazmamış!” diyeyim. Her şeyden önce İskoç yayıncı William Chambers’ın yazmış olduğu bir Genel / Evrensel Tarih kitabı yok. Nitekim Hakan Karateke, 19. Yüzyıl Osmanlı tarihyazımcılığı üzerine olan bir makalesinde Hilmi’nin eserinin bir uyarlama olduğunu ve ilk iki cildini Chambers’ın hangi eserinden aldığının saptanamadığını belirtiyor ve sonraki ciltlerin ise daha önceki Osmanlı kroniklerinden özetlenmiş gibi durduğunu söylüyor. Benim tahminim Chambers’ın yayımladığı ansiklopediden faydalandığı.
Ahmed Hilmi’nin hangi Osmanlı kroniğini “özetlediğini” ise kesin olarak söyleyebilirim. Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin Arapça aslı Câmiu’d-Düvel olan dünya tarihinin Sahâifü’l-Ahbâr fi vekâyii’l-asâr adlı 18. Yüzyıl Türkçe tercümesini… Yaradılıştan 1673 yılına kadar olan dünya tarihini anlattığı bu eserinde Müneccimbaşı “Selçukiye-i Rum” bahsinde bakın ne diyor:
“Rum bilâdı beyanındadır. Malum olsun ki Rum lafzı aslında bir taifenin ismi olup sonra onların meskenleri olan ekâlimden (iklimlerden) bir iklime dahi ıtlak olundu ki nice şehirleri müştemildir (içerir). Bade zaman ol ülke Rum elinden çıkıp Türkmen eline ve sair bazı tevaif ellerine düşmüştür. Bu ülkenin hadd-i garbisi Akdeniz’in bazı sevahiline ve İstanbul Boğazı’na ve Kırım Denizi’ne müntehi olur. Ve Şark tarafı Ermeniye ve cenub semti hudud-u Şam ve Cezire ve şimal tarafı Gürcistan diyarı ve Kırım Denizi ile mahduttur (sınırlanmıştır). Konya şehri bu ülkenin kürsilerinden olup (…) Alaiye şehri ki onu Selaçıka’dan Alaeddin bina kıldı.”
Alıntıyı burada kesiyorum ama Ahmed Hilmi’deki şehirleri aynen Müneccimbaşı da Rum beldeleri arasında sayıyor.
Müneccimbaşı’nın orijinal Arapçasıyla (ve çevirisiyle) karşılaştırmak isteyenler Sayın Ali Öngül’ün yayına hazırladığı Câmiu’d-Düvel. Selçuklular Tarihi adlı çalışmaya müracaat edebilirler. Söz konusu kısmın başlığı orada Fî mülûk er-Rum min âl-i Selçuk şeklinde… Peki, daha fazla devam etmeye gerek yok. “Özet” dediysem lâfın gelişi… Ahmed Hilmi’nin katkısının Anadolu- Rum eşleştirmesinden ibaret olduğu görülüyor. Müneccimbaşı ise Anadolu kelimesini kullanmıyor ama Rum beldeleri olarak saydığı bütün yerler Anadolu’da. Rum kelimesinin, Romalıların/ Rumların ülkelerinden birine ad olduğunu söylemesini özellikle ilginç buluyorum. Acaba bunu, diğer Roma ülkeleri için bu adın kullanılmadığı yolunda bir karine olarak görmemeli miyiz?
Anadolu kelimesinin ise Müneccimbaşı tarafından tarif edilen toprakların hepsi için kullanıldığına dair bağımsız başka kanıtların da olduğunu söyleyerek bitireyim. Mesela Kâtip Çelebi’nin Cihannümâ’sında çoğul olarak “Memâlik-i Anadolu” olarak geçiyor. Kont Marsigli’nin 1732 baskısı meşhur kitabındaki haritaların birinde de herhangi bir iç taksimatı işaret etmeksizin ve Türkçe olarak “Anatol Vilaiete” (Anadolu Vilayeti) yazısı bulunuyor.
.30/07/2017 00:10
İstanbul’un fethinde şehit olan şehzade kimdi?
Belge tek başına tarih değildir. Ancak gerekli eleştiri süreçlerinden geçirdikten sonra kullanılabilir. O zaman da mevcut bilgimize nasıl eklemlendiğine ve neyi değiştirdiğine bakmak durumundayız.
Tarihçilik biraz da iz sürme, ipuçlarını yakalama ve bazen alakasız da görünebilen veri parçalarını bir araya getirme çabası. Bu anlamda dedektiflik ile bir örtüşme olduğu söylenebilir. Hatta tam da bu konuda, Anglosakson dünyasında detektif olarak tarihçiyi konu edinen kitaplar yazılmıştır. Bunların en eskisi ve meşhuru ta 1969’da Robin W.Winks’in editörlüğünde yayımlanan makaleler derlemesidir (Bkz, The Historian as Detective: Essays on Evidence). Yalnız hemen söylemeliyim ki, tarihçi kendisini ne denli bir Holmes, Poirot veya onların karikatür kardeşi Hafiyesi Mahmut olarak kurgularsa kurgulasın; gerçek detektif hikâyelerindeki kesin çözümle gelen “vaka kapanmıştır” mutluluğunu pek tadamaz çünkü ulaştığı sonuç da yeni sorular uyandırmaktadır. Uzun lâfın kısası; bizde temelli olarak rafa kalkan dosya olmaz. Şahsen bir şikâyetim yok, çabanın kendisini sevdiğim için eğlenceli bile buluyorum.
Bu yazıyı neden kaleme aldığıma gelince, Derin Tarih dergisinin şehitler hakkında olan son özel sayısını okuyordum Recep Çelik’in “Parka ve Pazara Teslim Edilen Fethin İlk Şehitliği” başlıklı makalesinin bir noktasında “Aa!” dedim. Rumeli Hisarı Şehitliği ve içinde bulunan dergâh hakkındaki bu yazının tamamını burada konu edinmek niyetinde değilim. Sadece, Günay Kut ve Edhem Eldem’in Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı Mezar Taşları ismindeki mufassal ve yetkin çalışmasına müracaat edilirse hem tek tek bütün mezar taşları, hem de dergâh ve onun kurucusu olduğu rivayet edilen Seyyid Bedreddin’in kimliği hakkındaki sorgulama ve tartışmaların topluca görülmesinin mümkün olduğunu belirtmekle yetineyim.
Beni şaşırtan kısım ise Çelik’in yazısında “Şehit Düşen Şehzade Kimdi?” başlığı altında ayrı bir çerçeve olarak verilmiş. Çelik, burada merhum İbrahim Hakkı Konyalı’nın notlarındaki bir kaydı aktarıyor. Notu şöyle okumuş:
“Rumeli Hisarı Şehitliğinde mezar taşı kitabesi: Tarih-i Sultan Mehmed Han Gazi Hazretlerinin Hisar Kal’ası yürüyüşünde şehid olan Şehzade hazretlerinin ruhu içün ve etrafda medfun şüheda ervahı içün. Fatiha Sene 857.”
Yan tarafta aslının görüntüsü de verildiği için karşılaştırma imkânı var. Sultan kelimesinden önce “tarih” kelimesinin yazılması tuhaf ve bunun “tarih-i sultan…” denerek sonraki kelime grubuna bağlı bir şekilde okunmasında ciddice şüphem var ama sonuçta kaydın ilk kelimesini “tarih” olarak okumak mümkündür. Bunun haricinde bir de bir büyük “düzeltme” var ama onu sonraya bırakıp Çelik’in dediklerine dönelim:
“Konyalı’nın yaşadığı zamanda görüp kitâbesini kaydettiği tarihî mezar taşı henüz bulunamadı. Fakat şehit düşen şehzade acaba kimdi?” diye soran Çelik, Şehitliğin molozlardan temizlenmesi sırasında bulunan kırık bir mezar taşında “El-mâsum Şâh Mehemmed…” yazıldığına dikkat çekiyor ve şöyle devam ediyor:
“Bu bir ipucuydu ama tamamı bulunamadığı için yeterli olmadı. Bu şehzade acaba Sultan II. Mahmud’un 1812’de Rumelihisarı’nda ziyaret ettiği türbedeki zat mıydı? (Ömer Câbi tarihinde, ‘türbesinde medfûn zâtı ba’de’z-ziyare’ şeklinde geçmektedir.) Bu türbe şehzadenin miydi, yoksa Şehitlik Dergâhı’nın bânisi Seyyid Bedreddin Efendi’nin kabri miydi yahut Şüheda Kuyusu muydu veya hepsi birden miydi? Dergâhın hikâyesi kadar garip, halka halka büyüyen sorular…”
Filvaki sorular halka halka büyüyor ama Câbi’deki ifadelerin türbede yatan kişinin bir şehzade olduğunu düşündürtmeyeceği görüşündeyim. Her hâlükârda, önemli olan Konyalı’nın böyle bir not tutması ve bu notun da Şehitlik Dergâhı’da yatan bir şehzadeden bahsetmesi. O taş da bugün kayıpmış. Ama belki de kayıp değildir veya o kayıptır da bir benzerinin nerede olduğu biliniyordur.
İşte o kitabe: “Fatih Sultan Mehmed Han Gazi Hazretleri’nin Hisar Kal’esi yürüyüşünde şehid olan Şehzâde Hazretlerinin ruhu içün Ve etrafında medfun şehidan ruhuçün fatiha Sene 847”
Yazımın kalanı bu konu hakkında ama önce Çelik’in “düzeltmesine” eğilmemiz gerekiyor. Konyalı’nın, kitabenin tarihini çok net bir şekilde 847 olarak yazdığı görülüyor. Bu milâdî 1443-44’e karşılık geliyor. İstanbul’un alınışı ise tam on yıl sonra, 857’de. 1443’te fetih de olmaz, Fatih de. Öyle görünüyor ki Konyalı’nın kayda geçirdiği kitabedeki tarihin 847 olmasının ancak bir zühul eseri olduğunu düşünen Çelik bu tarihin doğrusu olan 857’yi vermiş. Oysa Konyalı’nın yaptığı gibi belgede ne varsa onu vermeliydi. Tarihten öte bir de içerik meselemiz var tabii ki. Onu ne yapacağız? “Hisar Kalesi” dediği neresi ola ki? Fatih’in bu kaleyi fethi esnasında bir Osmanlı şehzadesi şehit düşmüş… Öyle diyor kitabe. Hangi kale, hangi şehzade?
Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, 2003- 2004’te önemli bir sergiye ev sahipliği yapmıştı: Medicilerden Savoylara. Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi. Bilim Komitesi’nde yer aldığım bu serginin hazırlanışına karınca kararınca ben de bir katkıda bulunmaya çabalamıştım. Herhangi bir şekilde başarılı olduğumu ileri süremem. Sebebi de yukarıda yazdıklarımla doğrudan ilgili.
Serginin direktörlerinden Selmin Kangal, hazırlıklar esnasında bana bir kitabenin görüntüsünü göndererek görüş rica etmişti. Floransa’daki Uffizi Galerisi’nden gelecek olan bu mermer kitabede, sene satırı hariç birbirlerinden net çizgilerle ayrılmış dört satır bulunmaktaydı. Sol üst köşesinde okumayı engellemeyen küçük bir kırık bulunan kitabe şöyleydi:
“Fatih Sultan Mehmed Han Gazi Hazretleri’nin
Hisar Kal’esi yürüyüşünde şehid olan
Şehzâde Hazretlerinin ruhu içün
Ve etrafında medfun şehidan ruhuçün fatiha
Sene 847”
Kısa bir raporla görüşlerimi açıkladım. Her şeyden önce kitabe, Fatih döneminde değil çok daha sonra yazılmış gibi duruyordu. İçerik ise daha büyük problemler arz ediyordu. Hisar Kalesi’nin Rumeli Hisar olmaması gerektiğini çünkü Sultanın bu kaleyi 1452’de yaptırdığını ve kalenin hiçbir zaman Bizans egemenliğine girmediğini söyledim. Dolayısıyla “Hisar Kalesi” ibaresinin burada ancak Konstantinopolis surları için kullanılabileceği akla geliyordu.
Şehit şehzadeye gelince, II. Mehmed’den başka Osmanlı tarafında savaşan bir Osmanoğlu yoktu. Öte yandan Orhan adında bir Osmanlı şehzadesi vardı ve savaşta hayatını kaybetmişti ama o da Bizanslıların tarafında savaşmıştı! Kitabe ona niye “şehit” desin? Tarihi ise biliyorsunuz, 847 yılı 1443-1444’e karşılık geliyor. Burada, II. Mehmed’in ilk kez tahta çıkış yılının 1444 olması ve kitabede anlatılan hücumun bu ilk saltanata rastlamış olması düşünülebilirdi ama daha İstanbul’un fethine on yıl varken Şehzade Mehmed’e kim “Fatih” derdi? Dolayısıyla bu kitabenin sahte olduğunu düşündüğümü söyleyerek raporumu bitirmiştim.

Sergi açıldığındaysa ufak çaplı bir burukluk yaşadığımı hatırlıyorum. Bizim kitabe başköşedeydi. Sahte olduğuna dair açık bir uyarı da taşımıyordu. Müzenin müdiresi Nazan Ölçer Hanım’a gittiğimde “Biliyorum, ben de söyledim ama İtalyanlar çok önem veriyorlar, sergilenmesini çok arzu ettiler” cevabını aldım ve uluslararası sergi düzenlemenin de uluslararası diplomasi gibi kendine mahsus birtakım kuralları olduğunu anladım.
Şimdi bakıyorum da Mario Scalini tarafından yazılmış olan katalog girişi aslında o kadar fena değilmiş. Evet, kitabenin sahte olduğu açıkça söylenmiyor ve sergiye gelenler gerçek bir tarihî eser olarak gördüler ama hiç olmazsa katalogda “1. Kitabe. İstanbul, 1453 sonrası (18-19. yüzyıl). Mermer, yeşil zemin üzerine altın harflerle yazılmış. 48.5 x 63 x 3.5 cm. Floransa, Galleria degli Uffizi, env. 1914, no. 622” şeklinde tanımlanmış. Ayrıca, “Epigrafik açıdan bakıldığında, yazıların daha sonraki bir dönemin özelliklerini taşıdığı (…) ve hatta, kentin fethi sırasında Hisar kalesinin Bizans yönetimi altında olmadığı belirtilmektedir (Nazan Ölçer’in bilgilendirmesi)” ifadeleri de mevcut.
Öte yandan İtalyanların gerçekten de sevgili kitabelerinden vazgeçemedikleri görülüyor ve birtakım yanlış bilgiler de bu girişte yerlerini almış. Mesela 847 tarihi için “Bu tarih 1453’e tekabül etmektedir ve bu da, Kostantinopolis’in II. Mehmed tarafından fethinin arifesinde, Boğaz’ın Avrupa yakasındaki Rumeli Hisarı’nın inşa edildiği tarihtir” açıklaması (!) var. Bu katalog girişinden öğreniyoruz ki, bu kitabe Toskana elçilik kâtibi Baron Ignazio de Testa tarafından Floransa galerilerine bağışlanmış. Burası çok önemli, kitabe, 1825-1848 envanterinde de kayıtlı imiş! Aslında kalanı çok önemli değil artık, diplomatımız kitabenin “yerinden çıkarıldıktan sonra yok olacağı kaygısıyla eseri kurtarmış”mış; eser, İstanbul’un alınışı sırasındaki olaylara tanıklık etmişmiş, bunları geçiyorum.
Bugün Uffizi’de olan kitabenin, Konyalı tarafından kaydı alınan kitabeyle neredeyse aynı olduğu görülüyor. “Tarih Sultan Mehmed” diye bir şey olamayacağına göre Konyalı’nın notunda “tarih” olarak okunabilecek kelime de “Fatih”tir. Bunun haricinde benim “şehidan” diye okuduğum kelime Konyalı’da “şüheda”, “ruhuçün” diye okuduğum kelime de yine çoğul olarak “ervahı içün” şeklinde okunmuş. Bu ufak farklılıkları önemsiyorum çünkü Konyalı’nın Şehitlik Dergâhında gördüğü kitabenin, Uffizi’de olandan bir başkası olduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla aynı sahte kitabenin biri 19.Yüzyılda İtalya’ya götürülmüş diğeri ise Şehitlikte kalmış en az iki varyantı olduğunu kesinleştirmiş oluyoruz. Daha şehid kelimesinin aynı kitabede iki ayrı “h” harfi ile yazılmış olması gibi hoşluklar var ama bu kadarı kâfidir.
Bu durumda “şehit düşen şehzade kimdi?” sorusuna da gerek kalmıyor. Kitabeleri 19.Yüzyılda yazan her kimse, Hisar Kalesi’nin (Rumeli Hisarı), Osmanlı yapısı olduğunu bilmiyor ve hücumla alındığını sanıyordu. Üstelik bu hayalî fethin tarihini İstanbul’un alınışından on sene öncesine koymuştu. II. Mehmed’e ise İstanbul’un fethinden sonra verilen unvanını vermekte herhangi bir sakınca görmemişti. Şimdi bu durumu nasıl açıklamalıyız?
Soru büyük, yazının da sonuna geldim. Sadece Şehitlik Dergâhı çıkışlı, birden fazla kopyası olan ve sonradan yazılmış tek kitabenin bu makam taşı olmadığını söylemekte fayda görüyorum. Çelik, yazısını, 1950’li yıllarda kaybolan bir mezar taşını zikrederek tamamlıyor. Bu taşın şâhidesinde “Şehidü’l-feth Mahmud Çelebi ruhuna fatiha” yazıyormuş. Güzel haberi hemen vereyim ki bu taş kayıp değildir. Daha doğrusu iki kopyası kayıpsa da, Kut ve Eldem’in çalışmasından öğreniyoruz ki bir kopyası kavuğu kopmuş bir hâlde günümüze ulaşmıştır. Kut ve Eldem, “Mahmud Çelebi muamması” başlığı altında Mahmud Çelebi’nin kimliğini ve bu taşları etraflıca tartışıyorlar. En kolayca bertaraf ettikleri görüş, Süheyl Ünver’in, Sultan Abdülmecid zamanında Ebubekir Feyzi’nin yazdığı Hülâsatu Ahvâlü’l-Buldan adlı esere dayanarak ileri sürdüğü Mahmud Çelebi’nin II. Mehmed’in oğlu olduğu görüşü. Burada, “…Vakt-i feth-i İslâmbol’da defnolunan şâhzâde-i şehid Sultan Mahmud ibni Fatih Sultan Mehemmed Han” deniyormuş. O sırada 21 yaşında olan II. Mehmed’in İstanbul fethinde şehit düşen bir oğlu mu varmış? Sakın bizim şehzade olmasın bu?
Mahmud Çelebi için dikilen mezar taşlarının ikisini (birini fotoğraftan) inceleme imkânları olan Kut ve Eldem, her iki taşın da Fatih dönemine değil, en erken on beşinci asrın sonu veya on altıncı asrın başlarına tarihlenebileceği kanısındadırlar. Bir de Baltalimanı’na giderken yol kenarında, bir zamanlar, “Mahmud Çelebi 855” ibaresiyle bir üçüncüsü varmış. Daha fazlası da var, “dergâhın kurucu mitosunda” yer alan Şeyh Bedreddin’in mezar taşının da 19. Yüzyılda dikildiğini düşünüyorlar. Kut ve Eldem’den bir alıntıyla bitireyim: “[B]ir dergâhın çoğu zaman unutulmaya yüz tutan ‘gerçek’ tarihçesinin yanında, belirli dönemlerde bazı meşruiyet ve kök arayışlarından doğan kurguların nasıl baskın çıkabildiği kendi başına incelenmeye değer bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır.” Benim de naçizane varsayımım, 19.Yüzyıldaki bu makam ve mezar taşı üretiminin Bektaşiliğin 1826’daki yasaklanması ve sonrasıyla ilgili olduğudur.
.05/08/2017 19:26
Yakınlarda bir Türkmenistan
Akkoyunlu devleti dağıldıktan yüzlerce yıl sonra bile Osmanlı kaynaklarında Fırat’ın doğusundaki bir ülkeye Türkmenlikle ilgili adlar verilmekteydi.
Tarihçilerin bazen bir topluluk veya ülke için, o ülkenin insanlarının kendilerine verdikleri adı kullanmadıkları gibi bazen de adı tarihî kaynaklarda bize kesin olarak gelmeyen topluluklar/ devletler ve onları yöneten hanedanlar için bir ad buldukları da olur. Sanırım, en çok bilinen örneklerden birisi kendisine “Romalı” dan (Romaioi) başka bir şey demeyen Doğu Roma için Avrupa kaynaklarında 15.Yüzyıldan beri Bizans adının kullanılmasıdır.

İlk Müslüman Türk devleti olarak bilinen Karahanlılar ise ikinci kategoriye iyi bir örnek teşkil edebilir. Aslında İdil Bulgar devletinden sonra Müslümanlığa geçen bu devlete “Karahanlı” adı, hakanlarının unvanlarında geçen “kara” sözcüğünden dolayı Rus tarihçi V.V. Grigorev tarafından 1874 yılında verilmiştir. Karluklara dayanan ve yönetici hanedanı güçlü bir ihtimalle Aşına’lardan gelen bu devletin ve onu yöneten hanedanın kendilerine hangi ismi verdiğini tam olarak bilmiyoruz. Bundan dolayıdır ki İslâm kaynaklarında da efsanevî Turan hükümdarı Afrâsyâb ile ilişkilendirilerek “Afrâsyâbiyân” ve “Selâtin-i Afrâsyâbî” gibi isimlerle veya sadece “Hakaniyye” ve “Haniyye” olarak anılmışlardır. (Bkz. Ömer Soner Hunkan, Türk Hakanlığı. Karahanlılar, 766-1212).
Aynı derecede ve nitelikte olmasa da Osmanlı tarihçilerinin de benzer bir keyfî tasarrufu var. Osmanlı ve diğer tüm Batı Anadolu beyliklerine kategorik olarak “Türkmen” demek referanslandırmaya lüzum göstermeyecek kadar yaygın bir gelenek. “Osmanlı, Türkmen beyliklerinden biri” türü nitelemeleri hiç gözümüzü kırpmaksızın bolca kullanıyoruz. Bu kullanımın da bir tarihinin olması gerekir ama ne zamandan beri Osmanlı için Türkmen adı kullanılıyor, bunun tam tesbitini yapamadım. Osmanlının son dönemlerinde belki böyle bir kullanım başlamış olabilir ama esasen cumhuriyetle birlikte yaygınlık kazanmış olduğunu düşünüyorum…
Cümlelerin gidişinden de anlamışsınızdır ki en erken kroniklerden başlayarak Osmanlı kaynaklarında Osmanlının kendisi için Türkmen adı hiç kullanılmıyor. Bu bilgi parçasını, aynı Osmanlı kaynaklarının Osmanlı için Türk kelimesini hiç çekincesiz kullanabildiği ve Oğuzları ata olarak gösterdiği yolundaki verilerle birleştirdiğimizde mesele daha ilginç bir hâle geliyor. Daha fazlası da var ama kendisini bir kez daha rahmet ve minnetle anmamıza vesile olması için merhum hocamız Halil İnalcık ile tam da bu konuda yaptığımız kapsamlı bir sohbetten kısaca bahsetmek isterim.
2006 Aralık ayında hocamızı, öğrencilerimize bir ders vermesi için Sabancı Üniversitesi Tarih Programı olarak İstanbul’a davet etmiştik. Hoca, Osmanlının kuruluşu üzerine üç saatlik bir ders vermekle kalmadı, üniversitenin konumundan dolayı yakın olduğumuz Aydos Dağı’na da çıkmak ve Bithynia bölgesindeki en erken Osmanlı fetihlerinden birini, coğrafyaya tamamen hâkim olan bu stratejik noktada, yerinde anlatmak istedi. Ertesi günü bir minibüse doluşarak çalışma gezimizi başlattık ama maalesef, araba ile ancak bir noktaya kadar tırmanabildik. Artık 90 yaşında olan hocamızı Akşin Somel ile birlikte minibüste bırakarak bizler en tepeye kadar çıktık. Orada kendisini dinleyemedik ama hemen sonrasında Orhan Bey’in yaptığı meşhur Pelakanon Savaşı’nın peşine düştük…
İşte o ziyareti sırasında, ilk günkü dersinden sonra konuşma imkânı bulmuştuk. Erken Osmanlı tarihinin ve kaynaklarının meseleleri derken konu Osmanlının kimliğine geldi. Ben, bu, kendilerine hiç Türkmen demedikleri hususunu açtım. Kaynakların üzerinden gittik. Durdu, biraz düşündü ve “Yok, Osmanlılar kendilerine Türkmen demez” diyerek bu kullanımın biz modern tarihçilere ait olduğunu teyit etti. Merhumun en büyük özelliklerinden biriydi; hakkı gördüğü yerde teslim edebilen bir bilim insanıydı…
Türkmen, tabii ki ilk Müslüman olan Oğuzlara ve bir ölçüde de Karluklara, Farslar ve Araplar tarafından verilen bir ad. İslâmdan önceki Türk kaynaklarında mesela Köktürk ve Uygur yazıtlarında bu isim geçmez. Öte yandan, kelimenin başlangıçta, galip ihtimalle bir dış isim olması Türkmen olarak adlandırılan bazı grupların da zamanla bu ismi benimsemesine ve kendileri için kullanmasına engel olmamıştır. Sonuçta, bugün başta Orta Asya olmak üzere İran, Azerbaycan, Türkiye, Irak ve Suriye’de bu adı kullanan ve bu adı benimseyen milyonlarca insan var.
Burada dikkat etmek gereken bir nokta da şudur; Osmanlı kaynaklarında Türkmen adının Osmanlı için kullanılmaması Osmanlıların gerçekten de Türkmen asıllı olmadıklarını gerekli olarak gösteren bir kanıt değildir. Ola ki Osmanlılar da Türkmen olarak niteledikleri diğer gruplarla mesela Akkoyunlu’larla benzer etnik kökenlere sahip olsunlar. Yine de bu saptamanın getirdiği imaları otomatik olarak görmezden gelme lüksüne sahip değiliz. Hele ki bir zamanların Oğuz Yabgu Devleti dediğimiz siyasî teşekkülü değişik kökenlerden boyların yer aldığı bir konfederasyonsa ve zayıf ihtimal ama Türkmen kelimesi bir iç isimse…
Yukarıda “fazlası da var” demiştim, o da şöyle; Osmanlı kaynakları Osmanlılar için Türkmen adını kullanmamakla kalmıyor, Türkmen’i tutarlı olarak Dulkadırlı, Karakoyunlu ve Akkoyunlu siyasî teşekküllerindeki insanlar için kullanıyor hatta bu ülkelere Türkmenili ve Türkmen diyârı gibi adlar veriyor. Başka bir deyişle, Türkmenliğin bir kısmı bugünkü Türkiye sınırları içinde olmak üzere belirli bir coğrafyası da var. Türkmen diyârı ile Rum (Anadolu) arasındaki sınır, Dulkadır hariç, kabaca Fırat nehrine tekabül ediyor ki bu, tarihçilerin gayet iyi bildiği, Türk dilli göçebeler açısından bakıldığında kaynaklardan gözlemlenebilen ve Türkmen – Yörük adlarına yansıyan bir sınırdır. Yalnız hemen söylemeliyim ki her ne kadar Fırat’ın doğusu için Yörük adı kullanılmasa da Türkmen adına Fırat’ın batısında, hatta Rumeli’nde bile rastlanıyor.
Mesela, Fetret Devri’nin kavgaları sırasında, Musa Çelebi, Rumeli’ne geçip kardeşi Emir Süleyman üzerine yürüdüğünde, Emir Süleyman, Edirne’den çıkıp İstanbul’a geçmek ister. Tarihçi Neşrî, “Meğer ki ol gece karanu gece idi. Bir Türkmen kılavuz tuttu” diye anlatıyor. İşte bu kılavuz, Emir Süleyman’ı bütün gece dolaştırdıktan sonra sabah olunca Düğüncülü diye bir köye getirir. Neşri, o Türkmen kılavuzun, o köyün ahalisi ile aynı soydan geldiğini vurgulayarak, “Andan kılavuz ileri yürüyüp, birkaç kendi ecnâsı Türklere haber etti ki, ‘İşbu kaçıp giden Emir Süleyman’dır. Gafil olman, tutun’ dedi” kelimeleriyle Süleyman’ın katline kadar giden süreci anlatıyor.
En önemli Osmanlı tarihçilerinden Kemal Paşazâde’ye göre ise Türkmen ülkesi ya Dulkadıroğlu Beyliğidir veya Akkoyunlu arazisinin belli bir bölümüdür. Mesela, Fatih Sultan Mehmed’in Mengli Giray’ı Deşt-i Kıpçak’ta, Dulkadırlı Alâü’d-Devle Bey’i ise “Türkmân ikliminde”, kendi dedelerinin topraklarında sultan ettiğini söylüyor. Ama birincisi bunun kıymetini bilirken ikincisi “Türkmân diyarında” asi olmuş. Memluklar ile olan gerginlik sırasında Alâü’d-Devle ve diğer Dulkadır beyleri Amasya’da bulunan Şehzade Bayezit’e sığınmışlar. Alâü’d-Devle’nin kendi ülkesine geri dönmesini ise tarihçimiz itaatsizlik olarak değerlendirip şöyle diyor: “Bir müddetten sonra Alâü’d-Devle Beğ, serkeşlik edip başın aldı çıktı gitti, vardı, Rum serhaddinde Türkmân sınırı üzerinde kendi boyu ile ârâm etdi.”
Bu ifadelerden yola çıkarak Rum ile Türkmen ülkesi arasında bir sınır olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Nitekim bu sınır Kemal Paşazâde’nin başka sayfalarında, ama bu kez Akkoyunlu ülkesi için de karşımıza çıkıyor. Fatih’in Kastamonu’yu elinden aldığı ve karşılığında Rumeli’nde sancak verdiği İsfendiyaroğlu Kızıl Ahmed Bey, bu teklifi kabul etmez ve Bolu üzerinden kaçıp Karamanoğlu İbrahim Bey’e sığınır. İbrahim Bey tarafından iyi karşılansa da Karaman ülkesi “diyâr-ı Rum’un civarı” olduğu için, orada da durmaz. Sonrasını alıntılayayım:
“Hânumân acısı ve baş korkusuyla canına od düşüp iklim-i Azerbaycan’a azm etti; mezkûr İbrahim Beğ yol harçlığı verip yoldaş koşup emn ü âmânla serhadd-i Türkmân’a iletti. Kızıl Ahmed (…) Türkmân-ili’ne düşüp halâs buldu…”
Burada çok daha net görülüyor, Rumili’ni biliyoruz ama yarısı Azerbaycan’da yarısı bugünkü Türkiye sınırları içinde Türkmenili diye bir ülke mi varmış? Kaynağımıza göre öyle. Başka bir seferinde de beyliğinin İshak Paşa tarafından işgale başlandığını gören Karamanoğlu (Pir Ahmed Bey) Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a sığınmak durumunda kalır:
“Pir Ahmed Bey (…) terk-i diyâr edip Türkmân-ili’ne kaçtı; çıktı vardı Azerbaycan’da karar etti, âsitân-ı Hasan Han’da hizmet ihtiyar etti (Hasan Han’ın eşiğinde hizmet etmeyi seçti).
Bu siyasî gerginliğin sonunda Otlukbeli Savaşı’na kadar gittiğini belirtelim ama ondan önce, çok daha batıda Eflatun Pınarı yakınlarında Osmanlı ve Akkoyunlu-Karaman kuvvetlerinin ciddice bir çatışması var. Secili yazmaya ve çeşitli söz sanatları yapmaya meraklı olan İbn-i Kemal’e göre, Fatih’in oğlu Şehzade Mustafa, kendisine yardım eden Davut Paşa ve “Anadolu diyârının dilîrleri” ile birlikte, “Akkoyunlu çerisini allak bullak edip, nâgihân tipiye uğramış koyun sürüsü gibi dereye ve tepeye” dağıtmış. “Ol diyârda bî-tîr ü kemân bir Türk oğlanı, on Türkmân’ı zebun eyledi” diyor.
Kemal Paşazade’nin Osmanlının zaferini bu şekilde anlatmayı tercih ettiğini ve tabii ki Osmanlıyı oksuz yaysız bir Türk genciyle temsil etmekte bir sorun görmediğini söyleyebilir ve arada böylesine sert bir siyasî rekabet olduğu için Osmanlı ve Türkmenler arasına bir ayrım koymasının beklenilir olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, bütün meseleyi siyasî boyuta indirgemenin sorunları olduğunu da söylemeliyiz. Evvela, Akkoyunlular ile arada “il illiği” yani barış olduğu zamanlarda da Osmanlı kendine Türkmen demiyordu. Daha da önemlisi, Akkoyunlu devleti dağıldıktan yüzlerce yıl sonra bile Osmanlı kaynaklarında Fırat’ın doğusundaki bir ülkeye Türkmenlikle ilgili adlar veriliyordu.

Ahmed Vefik Paşa, ünlü Lehçe-i Osmanî’sinde (2. Baskı, 1306- 1888/1889), “Türkmenlik” kelimesini “Erzincan ve Erzurum ve Tebriz tarafları ve Gürgân (Cürcan, Hyrcania, Mazenderan’ın doğusunda) hıtası” olarak açıklamaktaydı. Türkçede aynı ekle yapılan “Arnavutluk” ülke adını hatırlarsak; dahası, Paşanın “Türklük” kelimesinin anlamlarından birini aynı eserde “Türk vilayeti” olarak verdiğini göz önünde tutarsak bu kelimeyi coğrafî bir ad olarak kullandığı daha iyi görülebilir. Türklük kelimesi için verdiği diğer anlamın ise konumuzla ilgisi yok, “saflık” demekmiş.
Osmanlı Encümen-i Dâniş’i üyesi meşhur İngiliz lügatçi James Redhouse da 1890’da “Turkmanistan” ve “Turkmanlik” kelimelerini, “Türkmenlerin ülkesi, Media ve Ermenistan dolaylarındaki vahşi bölgeler” (The land of the Turkmans, the wilder regions about Media and Armenia) ifadeleriyle karşılıyor. Her ikisi de kendi dönemlerindeki siyasî sınırları dikkate almamış oldukları gibi akıllarına Orta Asya’daki Türkmen bölgelerinin gelmemiş olması da dikkat çekicidir. İşte, batı kaynaklarındaki “Turcomania” da budur.
.13/08/2017 01:06
Turcomania ve Palgrave’in kehanetleri
İngiliz oryantalist ve diplomat Palgrave, Doğu Anadolu merkezli bir coğrafyada Türkmenlerin önderliğinde yeni bir ulusun ortaya çıkmakta olduğunu düşünüyordu.
1500’li yıllardan itibaren Avrupa orijinli Anadolu veya Batı Asya haritalarına bakılırsa, Fırat’ın doğusunda bir ülkeye “Turcomania” adının verildiği görülür. Bölge için bu veya benzer isimlerin Akkoyunluların ortadan kalkmasından çok sonraları, ta 19.Yüzyıla kadar kullanıldığını gösteren bazı verilere sahip olduğumuz gibi münhasıran Akkoyunlu kimliğinin de bölgede bir şekilde yaşadığını gösteren bazı bilgilere sahibiz.
Tabii ki bir kimliğin veya adın, o ad altında şekillenen siyasî gücün ortadan kalkmasından çok sonra da yaşamaya devam ettiğini gösteren çok sayıda örnek verilebilir. Aklıma uç bir örnek olarak, 8.Yüzyılda II. Köktürk kağanlığını ortadan kaldıran Uygur konfederasyonunun yönetici klanı olan Yağlakar adının, bugün hâlâ Çin’de bulunan Sarı Uygurlar arasında yaşaması geliyor! (Bkz. Eyüp Sarıtaş, Sarı Uygurlar)
Dolayısıyla meşhur Mark Sykes’ın, 1907’deki Anadolu seyahati sırasında Eğin’in (Kemaliye) biraz kuzeyinde “Avrik” adlı bir köyde “Akkoyunlular” ile karşılaşmasında hayret edecek pek bir şey yok. “Moğolları” andıran simalarıyla köylüler Sykes’ın dikkatini çekmiş. Ama daha önce insanların “ırkını” sorguladığı durumlarda aldığı; “Müslüman”, “Sunni”, “Osmanlı” gibi kendisini öfkelendirerek yüzgeri eden cevaplardan dolayı bir türlü kıyışıp soramıyormuş. Köylülerle ufak bir atıcılık yarışmasından sonra Osmanlı olup olmadıklarını sormuş ve kendini şaşırtan bir cevap almış: “Hayır, biz Uzun Hasan’ın Akkoyunlu Türkleriyiz”. Ne kadar Moğol çehreli olduklarını bilemem ama geçen yazıma eşlik eden fotoğraf işte bu Akkoyunlulara aitti.

Hondius’tan
Bunları yazınca, hem oryantalist çalışmalarda hem de Britanya İmparatorluğu’na hizmette Sykes’a göre daha kıdemli olan Palgrave ve onun Türkmenler için yaptığı kehanetler aklıma geldi ama önce Batı kaynaklarından birkaç Turcomania referansı görelim. Bu referansları 14.Yüzyılın başında kaleme alınan Marco Polo’nun seyahatnamesine kadar geri götürebiliriz. Marco Polo, 13.Yüzyılın sonlarında Ayas’tan (Yumurtalık) Anadolu’ya girdiğinde kendini “Turcomannia”ya girmiş sayıyordu. Konya, Kayseri ve Sivas’ı da bu ülkenin şehirleri olarak gösterdiğine göre, “Turcomannia” dediğinde özel olarak Fırat’ın doğusunu değil, bütün Selçuklu Anadolu’sunu anlıyordu. Belki de Turcomania o sırada henüz Fırat’ın Doğusunda bir coğrafyayı tasvir eder bir hâle gelmemişti. Bu vesileyle, Polo’nun Orta Asya Türkistan’ı için kullandığı Büyük Türkiye (Magna Turchia) adının başka bir yerlerde bir de küçük bir Türkiye olması gerektiğini ima ettiğini not ederek hızla geçiyorum.
Jodocus Hondius’un, 1606’da Amsterdam’da yayımlanan Mercator-Hondius Atlası’ndaki “Turcici İmperii Imago” adlı haritası en çok bilinen Osmanlı İmparatorluğu haritalarındandır. Bu haritada ise Fırat’ın Doğusunda bir Turcomania var. Ama nasıl? Bugünkü Batum’a rastlıyormuş gibi duran bir Bai Burt (Bayburt) bölgesinin doğusunda, Osmanlı sınırı dışındaki Giorgia (Gürcistan) diye bir ülkenin güneybatı altında ve yine Osmanlı sınırı dışında duran Armenia (Ermenistan, Ermeniye) diye bir ülkenin kuzeybatı üstünde. Osmanlı sınırının içindeki Popul. Curdi (Kürt halkı) bu Turcomania’nın güneybatısında kalıyor. Onun da güneyinde ise Aliduli (Alâü’d-Devle’den, Dulkadırlı) ülkesi var. Diarbech (Diyarbekir) ise Aliduli’nin tam doğusunda duruyor!

Keulen’den
Velhasıl, Erken Modern Dönem haritaların hemen hepsinde görülen sorunlar bu haritada da mevcut. Erzurum, bizim bugünkü algımıza göre İran’ın batısındaki bir yerleri kaplıyor. Bingöl ve Bitlis ise Erzurum’un kuzeyinde gösterilmiş. Dahası üzerindeki “Aftamar” yazısından Van Gölü olduğunu düşünebileceğimiz bir göl de Erzurum’un kuzeyine düşüyor. Bunun da kuzeyinde ise bugün alışık olduğumuz şeklinden çok farklı bir Hazar Denizi bulunuyor.
Bu eski haritalardan bir yerin kesin koordinatlarını ve sınırlarını belirleyebilmek hâliyle fevkalâde güçtür. Konumuz açısından önemli olanın, haritalardaki yanlışlıklar değil, çok sayıda haritanın, Ortadoğu’da bir Türkmen ülkesi göstermesi olduğunu sanıyorum ki bu da diğer kaynaklarla uyum içindedir.
Bir zamanlar, sadece Osmanlı İmparatorluğu haritalarında değil, genel dünya haritalarında da Anadolu’nun doğusundan başlayan bir Turcomania vardı. Bu duruma da bir örnek vereyim: Amsterdam’lı haritacı Gerard van Keulen’in 1728 dolaylarında yaptığı dünya haritasına bakarsak, orada da bir Turcomania görürüz. Fırat’ın batısındaki Anadolu’yu “Natolia olim Turcia” (Anadolu, şimdi Türkiye) olarak niteleyen bu haritada Fırat’ın doğusu ayrı bir renge boyanmış. Asya kıtasının parçaları (Asia pars) olarak gösterilen topraklarda bulunan bu yer Asia Minor Asiatica (Asya Küçük Asyası) gibisinden tuhafça bir ad taşıyor. Bölgenin kuzeyinde İran’a da taşacak şekilde bir “Turcomania” yazısı var. Bunun güneyinde “Armenia” ve onun da altında ise “Diarbeck” bulunuyor ki her ikisi de bugünün Irak’ı olabilecek kadar güneye konmuş. “Diarbeck” neredeyse Basra yakınlarında bir yerde… En güzeli ise birbirlerine sınır olan Malatya ile Diyarbekir’in yüzlerce kilometrelik bir mesafeyle birbirlerinden ayrılmaları. Malatya Anadolu tarafında kalmış.
Şükür, haritacılık o zamandan bu yana çok gelişti ama ben konumuz itibarıyla yine 18. Yüzyılda kalayım ve The Gazetteer’s or New-man’s Interpreter adlı coğrafya sözlüğüne bakarak Turcomania’nın peşine düşeyim. Laurence Echard tarafından hazırlanan ve defalarca baskısı yapılan bu sözlük cep boy olduğuna bakılırsa bilgili 18.Yüzyıl centilmeninin daima yanında bulundurması için tasarlanmıştı. Ben 1751 tarihli 17. edisyona bakıyorum.
“Turcomania” maddesine gittiğimde beni kibarca “Bkz. Büyük Ermenistan” (See Armenia Major) başlığına yönlendiriyor. “Ya, şimdilerde yeni ansiklopedilerimiz sözünü etmiyor ama vardı Arap İmparatorluğu’nun öyle bir vilayeti; Osmanlı müellifleri de 16. hatta 19.Yüzyılda bile ‘Ermeniye’ diye bir coğrafî isim kullanırlardı” diyerek o maddeye gidiyorum. Özetle şöyle diyor: Asya’da büyük bir ülke. Küçük ve Büyük diye ikiye ayrılır. Büyük olanı bugün Turcomania ve Churdistan (Kürdistan) olarak adlandırılır. Kuzeyde Moscifi (!) dağları ile Colchis, İberia ve genel olarak Gürcistan denen Albania’dan ayrılır. Güneyde Toros ve Niphates dağları ile Asur ülkesi veya Mezopotamya’dan ayrılır ki buraya bugün Diyarbekir denir. Batı tarafından Fırat Nehri ile Küçük Asya veya Anadolu’dan ayrılır. Doğuda Hazar Dağları (!) ile sınırlanır.
Turcomania’nın şehirlerini ise doğrudan alıntı olarak vereyim:
“Turcomania’nın şehirleri Erzurum, Lars (Kars), Vanshildir (Van ve Çıldır?), Tiflis, Revan, Derbent vesairedir. Bunların bazıları İran krallığına, ama çok daha büyük kısmı Türklere aittir fakat bugün Aladult (Alâü’d-Devle) veya Pegian olarak adlandırılan Küçük Ermenistan tamamen Türklerin idaresindedir.”
Yeni bir konuya atlamak istemem ama Osmanlı müelliflerinin Ermeniye kelimesini kullanmakla kalmadıklarını, Küçük ve Büyük Ermeniye ayrımından da haberdar olduklarını bu vesileyle burada not etmiş olayım. Mesela, Sayın Mahmut Ak’ın yayına hazırladığı ve 1596-1598 yıllarında Osmanlı seyyahı ve coğrafyacısı Âşık Mehmed’in kaleme aldığı ansiklopedik nitelikli anıtsal bir eser olan Menâzirü’l-Avâlim’de Ermeniyyetü’l-ekber ve Ermeniyetü’l-asgar formları kullanılıyor.
Palgrave’e gelince; tam adıyla William Gifford Palgrave (1826-1888), soylu bir İngiliz ailesinde doğdu. Daha çok bir Arabistan uzmanı olarak tanınır, hatta “Arabistanlı Palgrave” olarak adlandırıldığı da olur. Ününü daha ziyade Arabistan üzerine yazdıklarına borçludur. Büyük Çerkes tehciri sırasında Britanya’nın Trabzon konsolosuydu. Arabistan kitabının biraz gölgesinde kalmış ve 1872’de basılmış Essays on Eastern Questions, (Şark Meseleleri Üzerine Denemeler) adlı bir kitabı daha vardır.
Bu kitabın içindeki makalelerden biri, Palgrave’in 1864 yılında görevli olarak dolaştığı ve daha sonra da tekrar ziyaret etmeye fırsat bulduğu Osmanlı- Rus sınır boylarındaki Türkmen ve diğer kabileler üzerinedir. (Bkz. “The Turkomans and Other Tribes of the North-East Turkish Frontier”) Makale, Rus Çarlığı ile derin bir rekabet duygusuyla yazılmıştı ve eğer Britanya harekete geçmezse, Rusya’nın bu bölgede harekete geçeceğini ve olayları kendi çıkarına göre şekillendireceğini savunmaktaydı.
Ona göre, bu bölgede Türkmenlerin önderliğinde yeni bir ulus şekillenmekteydi. Şarkta geçirdiği uzun yıllar boyunca bu bölgelerin üretken güçlerini tamamen kaybedip kaybetmediğini ve buralardan yeni bir millet/ devlet çıkıp çıkmayacağını merak ediyormuş. Bir süre bu sorusu cevapsız kalmış ama ancak Araplar, Suriyeliler, Farslar, Ermeniler ve Hintliler arasında uzun süreler geçirdikten sonra onlardan böyle bir yenilenme beklenemeyeceği sonucuna ulaşmış. İki yıl “Doğu Türkiye” ve Kafkasya’da yaşadıktan sonra ise yeni bir ulusun gelişmesine tanık olarak ikna olmuş ki çok uzak olmayan bir gelecekte, dünyanın o ana kadar bildiğinden farklı bir millet belirecek ve kendi kaderine sahip olacaktır!
Palgrave, “Dünyanın hiçbir yeri bir ulusun beşiği olmaya daha uygun görünmüyor” diye nitelendirdiği bölgenin sınırlarını ise şöyle tanımlıyor: Batıda Kızıl Irmak, güneyde Fırat ve Dicle vadileri, doğuda Orta İran’ın çölleri, kuzeyde ise Karadeniz, Gürcistan ve Hazar Denizi. Buna göre, bu ülke Doğu Anadolu ve Kürdistan’ın kuzeyini, Rus vilayetleri olan Erivan ve Karabağ’ı ve ayrıca İran’ın Azerbaycan vilayetini kapsıyormuş. Bu muhtemel ülkenin merkezinin ise Rusya’dan Türkmen ve Çerkes göçleri, İran’dan yine Türkmen göçleri alan Osmanlının sınırları içinde olacağı anlaşılıyor. Yeni gelenler eskiden beri orada olanlarla, Türkmenler, Gürcüler ve Kürtlerle karışıyorlar, nüfusu arttırıyorlarmış.
Ruslar ise “yeni ve Müslüman bir milliyetin” oluşmasına katkıda bulunuyorlarmış. General Paskieviç zamanında binlerce Ermeni ailesini Kafkasya’ya göçürerek, bilinçsizce ve istemeden de olsa Ermenistan’ı Türkistan’a dönüştürmüşler (“they have converted Armenia into Turkestan”). Dörtte üçü Türkmen olan bu konfederasyonda kurucu ve şekillendirici unsur Türkmenlermiş. Palgrave, “kabile yapılarının altında bir millet / devletin malzemesine sahipler” diye nitelediği Türkmenlerin, Selçuklu, Karakoyunlu ve Akkoyunlu gibi “millî hanedanlar” idaresinde, bu aynı bölgeyi yönetenlerin torunları olduklarını unutmadıklarını söylüyor.
“Yeni bir sınır milleti”nin şekillenmekte olduğuna çok emin olan Palgrave, makalesinin sonunda bu “Türkmen gençleşmesinin” kaderinin ne olacağı sorusunu ortaya atıyor. Birinci ihtimal Rusların bu süreci sonlandırmasıymış. İkinci ihtimal, Osmanlı hükûmetinin akıllılık edip “sahte merkezileşme” politikasını terk etmesi ve bölge halkını kazanmasıymış. Böylece Türk İmparatorluğu Batı karşısında yavaş yavaş çekilir ve dalları tek tek düşerken, doğudaki yeni büyüme ve filizlenme kayıpları fazlasıyla tamir edermiş. Ama siyaseten çekingen Osmanlı yöneticileri bu büyük şansı kaçıracakmış. O zaman da üçüncü ve diğerlerinden hiç de küçük olmayan ihtimal devreye girermiş. O da, kendi geleceğine ve taze kısmetine sahip yeni bir Türkmen hanedanıymış!
Türkmenler ve Kürtler arasındaki birlik ve karışmaya çok önem veren Palgrave, hangisi olursa olsun olacakların Britanya İmparatorluğu’nu yakından ilgilendirdiği kanaatindeydi. Ona göre, İngilizler, Rusların, Orta Asya’daki ilerlemesini kaygıyla izlerken, Kars’tan bir günlük yol olan Gümrü’deki Rus bayrağı Hindistan’a çok daha yakın bir tehdittir. Hindistan’ın zayıf bir noktası olacaksa bu da Mısır’dan sonra Fırat vadisidir. Bütün bunların anahtarını da Türkmen-Kürt bölgesinin sakinleri ellerinde tutmaktadır. “Bu anahtar ellerinden alınmasın diye dostlarımızın elini güçlendirmek ve korumak, eğer zamanında yapılırsa iyi devlet adamlığı olurdu” cümlesinden ve yazısının her tarafından anlaşılıyor ki, Palgrave, üçüncü ihtimalin gerçekleşmesini arzu ediyordu.
.20/08/2017 00:56
Fetihten sonra bir rant kavgası
İstanbul’un imarı ve zorunlu iskânı gibi büyük sosyal sonuçları olan bir konunun, Rumlar ve Türkler arasında çekişmeyi içeren etnik bir boyutu da mı vardı?
Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazâde Ahmed Âşıkî, 15. Yüzyılın sonlarına doğru, dervişlerinin isteğini kırmayarak kaleme aldığı meşhur Tevârih-i Âl-i Osman’ını yazmamış olsaydı ne yapardık bilmem. Osmanlılar hakkındaki en erken rivayetleri derleyen ve Çelebi Mehmed, II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid devirlerindeki olayları da kendi tanıklığıyla birlikte sunan Aşıkpaşazâde’ye bugünün gözlükleriyle bakınca tam bir sivil toplum tarihçisi görürüz.

Hartmann Schedel’den İstanbul görüntüsü, 1493.
O dönemde şehnamecilik ve vakanüvislik gibi resmî tarih yazıcılığı makamları zaten yoktu ama çağdaşı pek çok tarih yazarının aksine Aşıkpaşazâde herhangi bir devlet görevinde de bulunmamıştı. Eserini padişah veya bir devlet büyüğüne sunmak amacıyla veya onların arzusu ve yönlendirmesi üzerine yazdığına dair herhangi bir işaret de yoktur. Osmanlı hanedanını sever ama eleştirilerini yer yer padişaha kadar ulaştırır. Onun eserini okurken başkalarından duymadığımız sesler duyarız. Bana öyle geliyor ki dilindeki yalınlık ve samimiyeti ve o dilin yer yer pek sivrilmesini hep bu sivilliğe borçluyuz.
Aşıkpaşazâde tarihindeki bir bölüm, sahibini, dervişlerine menkıbe anlatan bir şeyh olmanın ötesinde, içinde yaşadığı toplumun kavgasına gürültüsüne karışmış kanlı canlı bir kişi olarak teşhis etmemize elveriyor. Söz konusu bölüm, fetihten önce zaten düşüşte bir kent olan, fetihte ise iyice hasar alan İstanbul’un nasıl tekrar imar edildiği üzerinedir.
Değil bugün, 17.Yüzyılda bile zor inanılırdı ama Fatih, vilayetlere şöyle bir haber göndermiş: “Hatırı olan gelsin. İstanbul’da evler, bağlar, bahçeler mülklüğe gelip tutsun”. Aşıkpaşazâde, “Ve her kim ki geldiyse verdiler. Bu şehir bununla mamur olmadı” diyor. Dediği gibi bu gönüllü iskân yeterli olmamış. Fatih de o zaman her vilayetten, zenginden ve yoksuldan evler sürülmesini emretmiş. Kullar yani görevliler “mübalağa evler sürüp” getirmiş. Gelenlere evler verilmiş. Şehir, mamur olmaya başlamış ama bu kez de evler için “mukata‘a” (yıllık kira) koymuşlar. İnsanlar şöyle itiraz etmiş: “Bizi mülkümüzden sürdünüz, getirdiniz. Bu kâfir evlerine kira vermek için mi getirdiniz?” Aşıkpaşazâde, “Ve bazısı avratın, oğlanın bırakıp kaçıp gitti” dediğine göre Fatih’in İstanbul’u zorla iskân projesi hiç de kolay yürümemiş.
Bu noktada ise Fatih’in emektarlarından Kula Şahin devreye girmiş ve şu nasihatta bulunmuş: “Hay devletli sultanım! Atan, deden bunca memleketler fethettiler. Hiçbirinde mukata‘a vaz‘ etmediler. Sultanıma dahi lâyık olan budur kim etmeye”. Padişah da onun sözünü dinlemiş, mukata‘ayı kaldırmış. Her verilen evin mülk olarak verilmesini emretmiş. Aşıkpaşazâde, hikâyenin mutlu biten bu ilk aşaması için; “Bu vech ile olacak şehir dahi mamur olmaya yüz tuttu. Mescitler yapmaya başladılar. Kimi zaviye, kimi mülkler yaptılar. Ve bu şehrin halı geri iyiliğe döndü” diyor.
Buraya kadarı bazı çağdaş kaynaklarda da bir şekilde var ama Aşıkpaşazâde’nin sonrasında anlattıkları hiçbir yerde olmadığı gibi, kurgusu ve kullandığı dilin uzağından yakınından geçeni de yok çünkü etnik boyutu devreye sokuyor, hem de olanca vahametiyle. Telaffuzu biraz günümüze yakınlaştırarak aynen veriyorum:
“Sonra padişaha bir vezir geldi kim ol bir kâfirin oğlu idi. Padişaha gayetde mukarrib (yakın) oldu. Ve bu İstanbul’un eski kâfirleri bu vezirin atası dostlarıydı. Yanına girdiler kim: ‘Hay! Neylersin’ dediler. ‘Bu Türkler gene bu şehri mamur ettiler. Senin gayretin hani? Atan yurdunu ve bizim yurdumuzu aldılar. Gözümüze karşı tasarruf ederler. İmdi, sen hod padişahın mukarribisin’ dediler. ‘İmdi cehd eyle (çalış) kim bu halk bu şehrin imaretinden el çekeler. Ve geri evvelki gibi bu şehir bizim elimizde kala’ dediler. Vezir dahi eydür: ‘Bu şol mukata‘a kim evvel komuşlar idi, anı geri koduralım. Bu halk dahi mülkler yapmaktan çekileler. Bu şehir ol nesneyle gene haraba yüz tuta. Âhır gene bizim tayfamız elinde kala’ dedi. Bir gün bu vezir padişahın kalbine bir münasebet ile ilka etti. Gene mukata‘a ihdas ettirdi. Ve bu muğvî (aldatan, yoldan çıkaran) kâfirlerin birisiyle bir adı Müsülman kul bile koştular. Ve bu muğvî kâfir her ne kim dediyse öyle etti, anı yazdılar.
Sual: Ol vezir kimdir?
Cevap: Rum Mehmed Paşa’dır kim sonra anı padişah it gibi boğdurdu.
(…) Bu mukata‘a sebebinden halk İstanbul’un imaretinden kaçmaya başladılar. (…) Ve şimdiki bu mukata‘a vardır, mukarrer olmasına ol Rum Mehmedi sebep olupdur.”
Böyle miydi gerçekten? Bu tabii ki teorik olarak bir olabilirliktir. Günümüzde dahi etnik çatışmaların önemli bir kısmı bir yere hâkim olma, başkasının elinden alma veya başkasına bırakmama, hatta bu yolda etnik temizlik yapma gibi hususlardan patlak vermiyor mu? Öte yandan, şu yukarıdaki kurgu fazlasıyla komplo teorisi kokmuyor mu? Tekrar mukataa koydurarak Türkleri şehrin imarından vazgeçireceklermiş, şehir de sonunda onlara kalacakmış. Peki, harap bir şehir kimin işine yarardı? Ayrıca, Aşıkpaşazâde’nin bu tanım gereği gizli olması gereken komplo planlarına nasıl muttali olduğu da bir soru değil mi? Bir de ortalıkta henüz Fatih’in Rum Mehmed adında bir veziri yokken ilk mukataayı kimin koydurduğu sorunu var tabii ki…
Dolayısıyla bu aşamada söyleyebileceğimiz, böyle bir kurgunun gerçekliği veya gerçek dışılığından ziyade, Aşıkpaşazâde’nin hadiseye bir de etnik boyut kattığı ve belki kendi samimi algısının da o yönde olduğudur. Bu da Rum Mehmed Paşa hakkında yazdığı diğer her şeyle büyük bir uyum içindedir. Mesela, Rum Mehmed Paşa, sadrazam ve rakibi Mahmud Paşa’nın, Konya ve Larende’den padişahın emrettiği gibi evler sürmediğini Fatih’e haber vermiş: “ Devletli sultanım! Mahmud sürdüğü evleri teftiş edip gördüm. Ekseri fakirlerdir. Ve hem azdır (…) Ve ganilerin (zenginlerini) sürmedi.” Fatih de bunun üzerine “Var imdi sen dahi göreyim ne yazarsın” demiş ve Karaman’dan sürgün yapma işini ona vermiş.
Aşıkpaşazâde, Rum Mehmed Paşa’nın Karamanlıları sürgünde gösterdiği şiddet ve katılığı da onun intikam duygusuna bağlıyor ve padişahın emrinin dışına çıktığını söylüyor:
“Bu Rum vezir İstanbul’un intikamın almaya gayetde müştak idi kim ehl-i İslâm’ı inciteydi. Bu kez fırsat buldu. Elhâsıl-ı kelâm Larende’den ve Konya’dan ziyade evler almaktan muradı Rum vezirin buydu kim ehl-i İslâm’ın evlerin yıktırıp ve rızkların ve düzenlerin bozdurmak idi (…) Rum Mehmed’in vezaretinin evvelki şeytanlığı buydu kim Mahmud Paşa gibi müdebbir veziri kapısından reddettirdi. Müsülmanlara ezâ ve intikam edeydi. Yani kim İstanbul’un acısını ala.”
Rum Mehmed Paşa’nın sonradan Müslüman olmasının onu Aşıkpaşazâde’nin gözlerinde güvenilmez bir duruma getirdiği görülüyor. Fatih’in 1466’daki Arnavutluk seferinden döndüğünde Rum Mehmed’i vezir yapmasını şu dizelerle eleştiriyor:
Bir aceb Rum vezir oldu gene
Şöyle bil kim uğru (hırsız) girdi bu dine
Adını mümin komuştu han anın
Fırsatın gözlerdi gönülde gene
İhtidanın yaygın olmasına rağmen Osmanlı toplumunda, çeşitli dönemlerde, dönmelere, mühtedilere ve devşirmelere şüpheyle bakan başkalarının olduğunu da bu vesileyle kaydedeyim ama müstakil bir konu olduğu için hiç girmeyeyim.
Aşıkpaşazâde’nin eleştirilerinin sadece bu nokta etrafında döndüğünü ise düşünmemeliyiz. Hatta asıl eleştirilenin Rum Mehmed’i vezirliğe getiren padişah olduğu kolayca görülüyor. Padişahın eleştirildiği tek konu ise asla bu değildir. Asıl meselenin padişahın zulmetmesi olduğunu, Aşıkpaşazâde’nin nesrine göre daha karışık olan nazmından izleyebiliyoruz:
Cihanı mamur eden âdil hanlar
Ve ger (eğer) zulm etse hem döküle kanlar
(…)
Şeriatın nizâmı han elinde
Kodı Hak kim ola şer‘i beyanlar
(…)
Âşıkî yaz menâkıb-ı Âl-i Osman
Ki bu âle (hanedana) duâ ede ayanlar
Ne kim ede kişi, kalmaz yanında
Bulur ya oğul, kız tatlı canında
Meseldir bu sözüm denir ezelden
Yazılır cümle âkil divanında
Ne sanırsın bu halka sen yavuzluk
Komaz bil Hak anı cümle canında
Aşıkpaşazâde burada padişahın şeriatı, düzeni korumakla ve adil olmakla yükümlü olduğunu, zulmederse ülkesinde kan döküleceğini ve halka kötülük (yavuzluk) düşünenin Hak katından cezasını göreceğini söylüyor. Padişahın sözünde durmamasını büyük bir sorun olarak gördüğü ise şu dizelerinden bellidir:
“Televvün (kararsızlık) olsa padişah sözünde
Olur memleketi daim ziyanda
Hususa kim kâfir ola veziri
Zarar ister olur daim imanda”
Bu noktada artık söyleyelim ki Aşıkpaşazâde, padişahın bu “renk değiştirmesinden” veya sözünden dönmesinden dolayı zarar görenler arasındaydı ve fetihten sonra kopan bu “mukataa nizaının” veya günümüz deyimiyle söylersek “rant kavgasının” taraflarından biriydi. “Mescitler yapmaya başladılar. Kimi zaviye, kimi mülkler yaptılar” derken meseleyi fazla şahsileştirmemeye çalışarak kendini kastettiğini sanıyorum. Şöyle ki, suriçinde Aşıkpaşazâde’nin ilk kurucusu olduğu ve Âşık Paşa Camii diye büyük dedesinin adıyla anılan bir camii vardır. Semavi Eyice, Aşıkpaşazâde ile damadı ve müridi Seyyid Velayet’in türbelerini de barındıran bu manzumenin bir parçası olan zâviye / tekkenin 20. Yüzyıl başına kadar ayakta olduğunu söylüyor.
“Mülklere” gelince, o kısmı da Halil İnalcık’tan izleyelim (Bkz. Oktay Özel ve Mehmet Öz, Söğüt’ten İstanbul’a, içinde). İnalcık, İstanbul’un fethine katıldığı anlaşılan Aşıkpaşazâde’ye Unkapanı Çarşısı yakınlarında, ünlü âlim Hocazâde’nin evi yanında büyük bir ev verildiğini belirtiyor. Bu ev daha sonra Kürkçübaşı’nın uhdesine geçmiş ve o da hazineye yıllık, bir altına karşılık gelen 48 akçalık bir mukataa ödemiş. Tarihçimizin yine Unkapanı yakınlarındaki Üskübî mahallesinde bir başka evi ve Saru Demirci mahallesinde de büyük bir konağı varmış ve o da ölümünden sonra, 1519’da Sadrazam Piri Paşa’nın kullanımına geçmiş. İnalcık, 1470 tarihli bir vakıf kaydına dayanarak Aşıkpaşazâde’nin Galata’nın ticaret bölgesinde depoları ve dükkânları olduğunu da söylüyor ve Elhac Hamza mahallesindeki bir dükkân için hazineye ayrıca mukataa verdiğini belirtiyor.
Dolayısıyla, Aşıkpaşazâde’nin Rum Mehmed Paşa ve “İstanbul’un eski kâfirleri” dediği gruba karşı olan düşmanlığının arkaplanında böyle bir çıkar çatışması yatmaktadır. Nitekim İnalcık da, Fatih’in vergi ve emlâk konularındaki radikal reformlarından incinen Aşıkpaşazâde’in Rum Mehmed Paşa’ya olan eleştirilerini bu şekilde açıklamaktadır. Bir rant kavgasını etnik terimlerle ifade etmek mümkün olduğu gibi etnik bir anlaşmazlığın ekonomik bir yönü veya temeli olması da imkânsız değildir. Fakat kesine yakın bir şey var, Rum Mehmed Paşa, İstanbul’un harap hâlde kalmasını sağlamak yolundaki “Bizans entrikasına” katılmamıştı. 1471-72’de Üsküdar’da, cami, türbe, medrese, hamam ve imaretten oluşan bir külliye yaptırmış da… Yok, daha ince bir komplo var idiyse ve Paşa, Anadolu’dan suriçine olan göçleri engelleyebileceği en son noktada engellemek ve Üsküdar’ı kalkındırarak İstanbul’u gölgede bırakmak peşinde idiyse o kadarını bilemiyorum artık.
.27/08/2017 01:08
Fatih’in kentsel dönüşüm projesi
Osmanlı kayıtları, Fatih’in İstanbul’u iskân ve şenlendirme politikalarının büyük mağduriyetlere yol açtığını gösteriyor.
Fatih’in, fetihten sonra İstanbul’un bir an önce imar edilmesi konusunda gayret ettiğini ve hatta sabırsızca davrandığını söyleyebiliriz. Şöyle ki kentin gönüllü göçle kısa süre içinde şenlenmeyeceğini düşündüğü için zorunlu sürgünler yaptırmıştı. Peki, Fatih’in, Aşıkpaşazâde’nin “televvün” (renk değiştirme) kelimesiyle ifade ettiği kararsızlığı neden ileri geliyordu?
Olayların şahidi ve tarafı olan Aşıkpaşazâde’nin anlatımından, kişilerin kullanımında olan binalar üzerindeki özel mülkiyet haklarının tanınması sayesinde kentin mamur olmaya başladığını ama sonra bu binalar için yıllık bir vergi (mukataa) getirildiğini ve durumun tekrar bozulduğunu öğreniyoruz. Üstelik bu, bir değil, iki kez olmuş. Fatih, mukataayı bir kez affetmiş, herkese yine ellerindeki binaların mülkleri olduğunu gösteren “mektuplar” (yazı, belge) verilmiş. Kent toparlanmış ama Rum Mehmed Paşa’nın girişimiyle mukataa tekrar konmuş. Halk da kentin imarından elini çekmiş. Aşıkpaşazâde’ye göre düpedüz kentten kaçanlar olmuş.

Matrakçı Nasuh’tan İstanbul görünümü.
Bu ikinci mukataanın ne zamana kadar yürürlükte kaldığını bilmiyoruz. Yalnız, “bu şimdiki mukata‘a” ifadesinden, Rum Mehmed Paşa’nın 1474’teki idamından sonra ve hatta Aşıkpaşazâde’nin kitabını yazmaya başladığı 1476’dan sonraki bir tarihte, söz konusu düzenlemenin hâlâ yürürlükte olduğunu söyleyebiliyoruz.
Öte yandan, bildiklerimiz kesinlikle Aşıkpaşazâde’nin anlatımıyla sınırlı değil. Evvela, olayların başka bir tanığı olan bir diğer tarihçinin, Tursun Bey’in anlatımı var. Fatih dönemini anlattığı eserini büyük ihtimalle 1490- 1495 arasında kaleme alan Tursun Bey (Bkz, Mertol Tulum, hz., Tursun Bey. Târîh-i Ebü’l-feth) de taraftı ve görevi gereği, Aşıkpaşazâde’nin bulunduğu tarafın karşısında duruyordu.
Tursun Bey’in taraf oluşu, fetihten sonra İstanbul binalarının bir sayımını yapmış olmasından ileri geliyor ki bu sayımın amacı zaten mukataayı koymakmış. Onun anlatımından, bu mukataanın fetihten hemen sonra konulan birincisi olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür ama o sadece tek bir mukataadan söz ettiği için bu konuda kesin bir şey söylemek güçtür.
Ona göre; Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra Rumların boş bıraktığı evlere, halk veya seçkinlerden (âmm ü hâs) kim kendi isteğiyle gelip yerleşirse, “tuttuklu tuttuğu ev mülkü ola” diye buyurmuş. Bay (zengin) ve yoksul her taraftan insanlar gelmiş. Ama memleketlerin kıvamı onlarsız olmayan mal sahibi zenginler / tacirler (mütemevvil hâceler), ihtiyaçları olmadığı için “terk-i vatan” etmemişler. Oysa bu emrin asıl amacı onları getirmekmiş. Dolayısıyla, Fatih’in yeni bir emriyle, “her şehirden ve her memleketten bir mikdâr-ı ma‘dûd, (belirli sayıda) ad ile meşhûr hâceler” gelmiş. Padişah, “[h]âllerine münâsib evler ihsân edip temlik” etmiş ve onlar için büyük bedesten, çarşılar, pazar yerleri ve gelen geçen için kervansaraylar yaptırmış.
Bu şekilde halk çoğalmış ve yerleşmiş ama padişahtan, “bu evler yazılıp, hâlli hâlince mukata‘a va‘z oluna” şeklinde bir hüküm sadır olmuş. Tursun, mülk olarak verilenin bina olduğunu, yerin devlete ait bulunduğunu ve onun da vergisiz olmayacağı gerekçesini zikrediyor (Bu cihetten ki, temlik olunan binadır, yer vakıfdır; bî- mukata‘a olmaz). Bu sayımın yürütülmesi için Fatih, Tursun Bey’in o sırada Bursa Beyi yani subaşısı olan amcası Cebe Ali Bey’i görevlendirmiş. Cebe Ali Bey’in kendi işinden geri kalmaması içinse sayımın, Bursa’da bulunabilmek için tımarını bırakıp amcasının yanına giden Tursun’un eliyle yapılmasını istemiş. Tursun, binlerce zahmet çekerek, ev ev, oda oda, alt katlarıyla üst katlarıyla, bahçesi ve bağıyla kentin binalarını yazdığını söylüyor. Bu konan mukata‘a nedeniyle çok değişiklik olmuş. İçinde bulunduğu eve biçilen parayı ödeyemeyen onu bırakıp durumuna uygun başka bir ev almış.
Bu yazımın sonunda defter tamamlanıp padişaha sunulduğunda, yaklaşık olarak yıllık iki bin fıçılık bir gelir görünmüş ki her fıçıda 50,000 akçe varmış. Bu rakamın yılda 2, 000,000 altın (flori) gibi muazzam bir meblağ olduğunu not edelim. İşte o zaman Fatih, mukataayı yine kullarına ve reayasına bağışlamış ve “mukata‘a münâza‘asından” uzak, insanlara tekrar mülknâmeler verilmeye başlanmış.
Bu anlatımın Aşıkpaşazâde’nin anlatımıyla belli bir oranda uyum içinde olduğu söylenebilir. Farklı olan nokta, tabii ki bu bağışlanan mukata‘anın hiç uygulanmaması ve ikinci bir kez daha getirilmemesidir. Bu şekliyle, Aşıkpaşazâde’deki ilk uygulamayı anlatıyor gibi duruyor. Daha doğrusu tek bir uygulamadan söz ediyor. Bu iki anlatımın nasıl uzlaştırılabileceğini bilmiyorum. Aşıkpaşazâde’nin eserinin yazımı esnasında kendisinin hâlâ vermekte olduğu kira / vergiden habersiz olduğunu söylemek güçtür. Tursun Bey’in hadiseden 30-40 yıl sonra bu iki mukataa uygulamasından birini hiç hatırlamaması bir ihtimaldir ama zayıftır. Öte yandan, Aşıkpaşazâde’nin geri kondu diye yakındığı mukataa uygulamasının da bu muazzam meblağı üretecek bir hâli var gibi görünmüyor. Ola ki, onun bahsettiği iki mukataa uygulamasının ilki Tursun’daki bu olağanüstü uygulama, ikincisi ise sadece devlet malı emlâke kira vermeyi gerektiren, daha rutin bir uygulama olsun.
Fatih’in kararlarını değiştirmesini ise toplumdaki çokları gibi Tursun da tuhaf buluyor, dolayısıyla da bir açıklama getirmeye çalışıyor. Buna göre padişahın sevdiği nedimlerinden birisi uygun bir fırsat kollayıp bu konuyu sormuş. Akıllı olanlardan abes fiil gelmesinin ayıplandığını ve ahdi bozmanın (nakz-i ahd) kötülendiğini hatırlatıp, şahsından hilâfet hükümleri çıkan padişahın bu iki ayıptan münezzeh olduğunu belirterek İstanbul’un yazılmasında şu iki mahzurun neden göründüğünü sormuş. Bunlardan biri gelir getirmeyecek abes bir mukataanın konuşu, diğeri ise “ihtiyarı ile ev tutanın mülkü olsun” dedikten sonra neden sözden dönüldüğü imiş.
Tursun Bey’in Fatih’e atfettiği açıklama gayet sofistikedir. Buna göre, padişah; mukataa koymaktan muradının gelir elde etmek olmadığını, cumhurun işlerini düzenlemek ve değiştirmek (tertib ü ta‘dîl-i umûr-ı cumhûr) ve mala tamah eden kişilerin durumlarını ıslah etmek olduğunu söylemiş. Mülk edinmek tamahıyla yoksul bir kişinin büyük bir ev tuttuğunu (bir denî-mikdâr kimesne bir âlî-mikdar dâr tutmuş) söyleyen padişah, “henüz satmak almak rağbeti yok ki satıp kifâyet edine” diyerek fetih sonrası İstanbul’unda henüz bir gayrimenkul piyasası oluşmadığına işaret etmiş.
Dolayısıyla kısa bir süre içinde o evler ve sarayların bayındır olmaktan çıkıp harabe hâline gelmesinin şüphesiz olduğunu söyleyen Fatih böylece asıl amacı olan şehrin imarının gerçekleşmeyeceğini söylemiş (ta‘mîr ki murâd-ı aslîdir, fevt olur). Dolayısıyla mukataayı koymuş ki insanlar mukataalarını ödeyebilecekleri evleri seçsinler. İstediği değişiklikler olunca da muradı olmayan geliri yine kullarına ve reayasına bağışlamış. Böylece, kendi istediğini elde edince, isteğiyle ev seçenlerin seçtikleri evin kendilerine mülk olarak verileceği yolundaki ilk sözüne de sadık kalmış!
Bu yolla Fatih, ilk sözünü tutmuş olur muydu tartışmasına hiç girmeyeyim, bence olmazdı ama önemli olanın toplumda bir mukata‘a münâza‘ası olduğunu Tursun Bey’in anlatımından da tesbit edebilmemiz. Bu arada, bu anlatımın iç tutarlılık açısından da çok parlak olmadığını not etmiş olayım. Fatih, sonradan getirilen “ad ile meşhûr hâceler”e zaten “hâllerine münâsib evler ihsân” ettiyse, niye böyle bir operasyona girişilmişti ki?
Târîh-i Ebü’l-feth’i kullanan Kemalpaşazâde’nin kendi Tevârih-i Âl-i Osman’ındaki kurgusu ve ifadeleri Tursun Bey’i yakından takip eder ama biraz farklıdır. Yine II. Bayezid döneminde ama dönemin sonlarına doğru yazılan bu eserde, padişahın projesinin, şehrin tamirindense, “sosyal mühendislik” tarafı veya onun sosyal sınıflar arasındaki tercihi ön plana çekilmiştir. Buna göre mukataa konulduktan sonra “yirmi kez yüz bin filori mal-ı senevî” ortaya çıkmış ama sultanın emriyle kaldırılmış. Fatih’e atfedilen açıklama burada şu şekildedir:
“Muradım, emvâl tahsil eylemek değildi, belki ol halka üleşilen emlâki tahsisde (…) ta‘dil etmekti. İşittim ki, denî kimseler âlî saraylara girmişler, sonra gelen ganîler fakîrâne evlerde kalmışlar, maksudum onları tebdil etmekti.”
Dolayısıyla, Kemalpaşazâde de sonu güzel biten bir “hikmet” hikâyesi anlatıyor. Mukataanın ağır yükünden kaçan yoksullar küçük evlere girmiş ve o tuttukları “muteber sarayları” kendi istekleriyle zenginlere vermişler.
Daha Neşri’nin anlatımı var ama bu kadarı kâfidir, burada duralım ve anlamaya çalışalım. Bir tarafta etnik boyutu da olan sert bir mal-mülk kavgasını anlatan Aşıkpaşazâde, diğer tarafta gerek sosyal, gerek idarî birtakım problemlerin “kapitalistçe” yöntemlerle çözülerek mutlu sona erişildiğini ve Fatih’in bir “gentrification” veya “kentsel dönüşüm” projesine imza attığını anlatan diğer tarihçiler var. Burada hemen not edeyim ki diğer tarihçiler, Neşri kısmen hariç olmak üzere Türkleri ve Rumları meseleye hiç karıştırmamaktadır. Bu bir yana, acaba hangi taraf, tarihî gerçekliği daha iyi yansıtıyordu? Mesela, sadece Aşıkpaşazâde’nin anlattığı, evlerini bırakarak kaçan insanlar faslı var. Diğer tarihçiler ise bu derece sert bir tepkiden hiç bahsetmiyor.
Halil İnalcık merhum, 2012’de, İstanbul’un 1455 yılında yapılan bir tahririni yayımladı. (Bkz. The Survey of Istanbul 1455) Bu tahririn yayımlanmasının da ilginç bir öyküsü var. Şöyle ki, eksik olan defterin büyük kısmının fotokopisini Rahmetli Bekir Sıtkı Baykal, yayımlaması için İnalcık’a verir. Defterin orijinali ise bugün Osmanlı Arşivi’nde hâlâ ortaya çıkmış değildir. Yalnız, İdris Bostan hocamız, arşivde, bu defterden koparıldığı anlaşılan bazı sayfalar bulur ve İnalcık’a iletir. Bu bir araya getirmeye rağmen İnalcık, tahrirde hâlâ büyük eksiklikler olduğunu söylüyor.
Bu çok erken tarihli tahrir Galata ve İstanbul’a ait olmak üzere iki kısımdır. Galata bölümünde 860 Muharreminin başlarında yani 11-20 Aralık 1455 tarihinde yapıldığına dair bir kayıt vardır. Galata defterinde, cizye mükellefi olan ve olmayan haneleri, devlete ait binaları ve bunların hangilerinin devlete bir ücret verip vermediğini gösteren kayıtlar vardır. İnalcık’ın belirttiği gibi, binalar için değil ama binaların üzerine yapıldığı arazi için bir mukataa (mukata‘a-i arz-i emîriyye) söz konusudur.
İstanbul kayıtları ise münhasıran, hazine tarafından el konan (mevkuf) binaların bir sayımıdır. Konumuz açısından bizi ilgilendiren bu İstanbul sayımıdır. Bu sayımda, sadece hazinenin suriçinde el koyduğu binaları görmüyoruz. Bunların hangilerinin boş, hangilerinin dolu olduğunu, harap olup olmadıklarını, tahrir anında kimin kullanımında olduklarını ve bazen de devlete yapılacak yıllık ödeme miktarını görüyoruz ama daha da hoşu, tahrir, bu evlerin daha önce kimlerin elinde olduğunu da söylüyor. İşte burada Aşıkpaşazâde’nin bize anlattığı evleri bırakarak kaçma hadisesini bütün yalınlığıyla görmekteyiz. Tek tük “izinle gitmiş” notuna karşılık yüzlerce “kaçmış”, “gitmiş” kaydı vardır. Daha da önemlisi, bu mevkuf evlere mukataa ödemek kaydıyla yerleştirecek insan bulmada bir güçlük vardı ki pek çoğu boş (hâli) olarak kaydedilmiştir.
.03/09/2017 12:38
Şehrin ortasındaki Frengistan
Şükür, etkisi akademik âlemde epeyce kırıldı ama geniş çevrelerde hâlâ öyle veya böyle etkili olan bir paradigma, daha doğrusu iç içe geçmiş iki paradigma var. Bunlara “Gerileme / çöküş” ve “Batılılaşma” paradigmaları diyebiliriz. Ana hatlarıyla şöyle: Osmanlı İmparatorluğu bir noktada Avrupa’dan geri kalmaya başladı. Bu uzun bir süre anlaşılmadı bile. Ancak askerî alandaki yenilgiler, imparatorlukta bazı gözlerin açılmasını sağladı. Özellikle I. Abdülhamid döneminin sonu ve III. Selim’in saltanatının başlarındaki Avusturya ve Rusya savaşlarının yenilgiyle bitmesi üzerine “Biz ne yapmalıyız” görüşüne cevaben Avrupa’nın askerî teknolojisini alma çabalarına girişildi. İlk önce askerî alanda başlayan batı etkisi, öngörülemeyen bir şekilde, orada durmadı, sanatta, mimaride, bilimde, hukukta, edebiyatta, müzikte, kılık kıyafette, velhasıl hayatın akla gelen her alanında etkili oldu.
Böylece toplumda bir çatallanma oluştu. Özellikle “geçiş döneminde” her şeyin, “bir batılı” bir de “doğulu / yerli”si oldu ki buna “alafranga” ve “alaturka” demek de mümkündür. Bir görüş, “alafranga” olan her şeyin “iyi, güzel, ileri ve ilerici”; “alaturka” olanın da “kötü, dökülen, geri, gerici” olduğunu söylerken, diğeri de savunmacı pozisyonlar aldı, “dekadan” olan her şeyin Batı kaynaklı olduğunu söyledi…
Farkındayım, asıllarını da pek bir şeye benzetemiyorum ama bu yukarıdaki halita iyice bir karikatür oldu… Fakat bu düşünce tarzı Türkiye’de hâlâ çok yaygın ve çok fazla sayıda da varyanta sahip. Mesela, geri kalındığının idrak edilmesini 1790’lara değil de tam bir yüz yıl öncesine, II. Viyana- Karlofça dönemine götüren bir çizgi de var. Geri kalmaya bir noktadan sonra başladığımıza göre bunun öncesinde her açıdan Batı’ya üstün olan bir Osmanlı tasavvur etmek ise çok yaygın. Gerilemeye ekonomik bir temel gerekeceği düşüncesiyle hareket edip, bunu mesela ticaret yollarının değişmesine bağlamak, Osmanlının, Yeni Dünya’nın keşfi ve kolonizasyonuna bulaşmayarak büyük hatalar yaptığını söylemek de öyle.
Artık, kendi konumuna, meşrebine, yönelimlerine göre kimisi, Avrupa’nın Yeni Bilimi’ni ıskaladığımız için üç yüz şu kadar yıllık bir gecikme olduğunu söylüyor, dinî düşüncenin göreli bir hâle gelmesinin düşünce özgürlüğü açısından önemini vurgulayanlar, Reformasyon yaşamamanın etkilerine dikkat çekiyor, sanatsal duyarlılıkları yüksek olanlar bütün geriliklerin temelinde Kuzey İtalya’da yaşananın aynısı türünden bir Rönesans’ın yokluğunu öne çıkarıyor. Bütün bunlara karnı tok olup kısaca “Sanayi Devrimi!” diyenler de eksik değil. Bağlantılı olarak, sosyolojik analize devam edip, sorunların büyük oranda tarım toplumu olmaktan ileri geldiğini veya köylülükten kaynaklandığını söyleyenler de var.
Aslında tedavüldeki bütün bu görüşlerin ortaya çıkmasına neden olan evrensel ölçekteki gelişmenin son iki yüzyılda çok belirginleşen Batı hegemonyası olduğu ileri sürülebilir. Bütün bunları, gerekirse erken modern döneme de göndermelerde bulunarak, “Batının yükselmesi” diye bilinen bu olguyu anlamlandırmak veya açıklamak için yapıyor gibiyiz.
Türkiye’nin durumunda bir de kendi tarihyazımı (ve siyaset yapma) geleneklerinden kaynaklanan bir özel katkı da söz konusu. Şöyle ki, Osmanlı tarih yazarları ve bugün artık ak sakallı, pamuk kalpli, bitaraf dedeler tarafından yazılan iyi niyetli devleti kurtarma reçeteleri değil de birilerini öne çekip diğerlerini hırpalamaya veya tasfiye etmeye yönelik siyasî metinler olduğu iyice tebellûr eden nasihatname veya siyasetnamelerde de bir “çöküş / bozulma” teması vardır.
Türkiye’nin durumunda bir de kendi tarihyazımı (ve siyaset yapma) geleneklerinden kaynaklanan bir özel katkı da söz konusu. Şöyle ki, Osmanlı tarih yazarları ve bugün artık ak sakallı, pamuk kalpli, bitaraf dedeler tarafından yazılan iyi niyetli devleti kurtarma reçeteleri değil de birilerini öne çekip diğerlerini hırpalamaya veya tasfiye etmeye yönelik siyasî metinler olduğu iyice tebellûr eden nasihatname veya siyasetnamelerde de bir “çöküş / bozulma” teması vardır.
Bazı kaşların kalktığını ve sahiplerinin “Batı’nın yükselişi ve hegemonyası diye bir şeyler olduğuna göre, demek ki burası da zayıflıyor ve çöküyordu işte!” der gibi baktığını tahayyül edebiliyorum. Dahası, “E, batılılaşma da mı yoktu?” da denebilir. Geçmişte batılıların dönem dönem “doğululaştığı” gibi “batılılaşma” diye bir şey de olabilir tabii ki, yer yer olmuştur da. Fakat “modernleşme” ile kastettiğimiz bütün gelişmeleri ve değişimleri batılılaşma terimi ile karşılamanın pek açıklayıcı olmayacağı kanaatindeyim. Batının kendisinin de modern öncesi dönemi olduğu ve çok önemli birtakım değişimler ve dönüşümler sonucu modern döneme geçildiği için, batılılaşma veya Avrupalılaşma gibisinden bir terimi bu süreci anlatırken kullansaydık, “Batının batılılaşması” türünden totolojiler üretmemiz kaçınılmaz olacağı için bir terim olarak Batılılaşmanın yararlı olduğunu düşünmüyorum. Burası böyle.
Yarın, başka bir dünyanın perspektifinden bakınca nasıl görüneceğini kimseler bilemez ama Batının yükselişi ve hegemonyası da tabii ki tarihî gerçeklikler olarak var. Benim kabul etmediğim Batının yükselişi ve hegemonyası değil, bu yükselişi açıklamak için sunulan sebepler ve de Türkiye özelinde, benim modernleşme olarak görmeyi yeğlediğim gelişmeler için geliştirilen ve yukarıda özetlemeye çalıştığım model.
Evvela, bu model, Osmanlıların etraflarından izolasyon içinde yaşadıkları ve etkileşime kapalı oldukları yolunda bir büyük varsayım içeriyor. Hâliyle bu katatonik vaziyetten silkinmeleri için de büyük yenilgiler yaşamaları gerekiyor. Düşmanın silahını alıp onunla baş edelim derken de, gelişmelerin önünü alamıyorlar ve bir de bakıyorlar ki kılık kıyafette, mimarîde vesaire “batılılaşıvermişler”. E, Osmanlının büyük yenilgileri de 18.Yüzyılda olduğu için bu da işte o sıralarda başlamalı, değil mi? Yukarıda Batı’nın üstünlüğü / yükselişi, Osmanlı’nın da çöküşünü vurgulamak için kullanılan argümanların her birini ayrı ayrı tartışabiliriz tabii ki ama bu yazının kalanında herhalde ancak şu modeli biraz sorgulayabiliriz gibime geliyor.
Aşıkpaşazâde’miz, ahır ömründe Osmanlı tarihini ve menkıbelerini yazmaya koyulduğunda zaman içinde nelerin değişebileceğini hiçbir şey değilse kendi uzun ömründeki tecrübesiyle bilebilecek bir durumdaydı. Bazen, hâlâ bir parçası olduğu dünyanın insanlarına bir zaman yolcusu edasıyla bilgi vermesi biraz da bundandır. Ona göre “burma tülbent” / sarık Orhan zamanında ortaya çıkmış. Divana giden beylerin burma tülbendi olmazsa ayıplarlar, “Divana geldin. Hani burma tülbendin?” derlemiş. Sefere giderken de börk giyerlermiş. Börkün altına da şövküle/ şevküle giyerlermiş.
Kitabın yazıldığı 15.Yüzyıl sonlarında bunun ne olduğunu bilen pek kalmamış ki Aşıkpaşazâde, “Şevküle nedir?” diye bir soru soruyor ve âdeti üzere cevabını da veriyor: “Şevküle bir takyedir (takkedir) kim önü kısa, ardı uzun. İçinde deri kaplarlar idi.” Burma tülbendi anlatmaya kalkışmamasından ise onun hâlâ kullanımda olduğunu çıkarsayabiliriz.
İşte bu noktadan sonra paradigma sarsıcı olarak gördüğüm pasaj geliyor: “Ve dahi Âl-i Osmanın garayibleri çoktur. Fakîr ihtisar ettim. Anın için kim ol zamanda onu iktiza eder idi. Ve bu zamanda âdet bunu getirdi. Zaman-ı evvelde üstadane taraklar ve hürmetli sakallar olur idi. Padişah hışm ettiğinin sakalın kesip eşeğe bindirirler idi. Şimdiki zamanda kendilerinin âdeti eşek oldu. Binip yürürler. Sakalların hod kendi elleriyle keserler. Ve sakal kırkmak âdeti kadimden Firenkten kalmıştır. Firenkten cünüp ışıklar (dervişler) almış idi. Şimdiki zamanda mübah oldu. Avratlar saçın keserler, erler sakalın.”
Öyle görünüyor ki bazı Osmanlılar, Frenk saç-sakal modasını izlemek için Ziştovi Antlaşması’nı beklememişler!
Askerî (veya değil) teknoloji almak için de illa yenilgiye uğramayı beklemek gerekmiyordu tabii ki. Tursun Bey, Fatih’in İstanbul’u almak için yaptığı hazırlıkları anlatırken ordusunda türkî ve frengî zenberekçiler bulunduğunu yazıyor. Tam ifadesi şöyledir: “ve zenberekçiler türkî ve firengî- ki her birinin hadengi, nâvek-i gamze-i cânân gibi” (türkî ve firengî zenberekçiler ki her birinin oku, sevgilinin gamzesinin oku gibidir).
Fatih’in ordusunda Batı Avrupa’dan gelmiş askerler de olabilirdi tabii ki. Hiç kimse yoksa meşhur top dökücü Urban vardı ama ben buradaki türkî ve frengî ifadelerinin, onları kullanan askerlerin etnik aidiyetindense, zenbereklere ait olduğunu düşünme eğilimindeyim. Yani Türk usulü ve Batı usulü zenberekler… Ayrıca, sıfatlar askerlerin etnik durumunu belirtiyor olsa bile Frenk olanların alışkın oldukları kendi silahlarıyla dövüştüklerini ve sonucun fazla değişmeyeceğini varsayabiliriz.
Yine Tursun Bey’den yapacağım ikinci alıntı da ise söz konusu olanın tarz, üslûp olduğuna dair en ufak bir şüphe bile yoktur. Tursun, Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra bir saray yaptığını ve çevresini bir surla çevirdiğini söylüyor:
“Ve bu saray-ı dil-küşâya yine bir sur çektirip, firengî ve türkî, müdevver ü müselles ve envâ‘-ı latife ile musanna burgazlar ile dergâh kapılar ile bir güzel kal‘a düzetti ve kal‘anın suru ile saray duvarının arasını, bağ u bostan ve bahçe ve gülistan eyledi.”
Saray surundaki burgazlar kişi olmadıklarına göre kastedilenin tarz olduğu açık da, yuvarlak ve üçgen şekillerdeki burgazların hangilerinin türkî, hangilerinin frengî olduğunu bilmiyorum. Hiç değilse cümlenin gidişinden, yuvarlak olanların Frenk tarzında olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bak sen, 15.Yüzyıl İstanbul’unda hiç değilse askerî teknolojide ve mimarîde Frenk ve Türk tarzları mı varmış? Sakalların da yine Frenk usulü kırkıldığını Aşıkpaşazâde’den görmüştük. Bu vaziyetin belki, çok sonra olduğunu düşündüğümüz alaturka- alafranga ayrımının bir öncüsü olduğunu bile söyleyebiliriz. Yalnız, Tursun Bey, kesinlikle birini diğerine tercih ederek olumlu veya olumsuz anlamlar yüklemeksizin kullanıyor kelimeleri.
Neyse, belki aransa başka örnekler de bulunur ama bu kadarı tartışmamız için yeterlidir sanırım. Bu bile geç ortaçağların sonunda, erken modern dönemin başlarında Osmanlı toplumunun Batıdan gelen etkilere açık olduğuna işaret ediyor. İzolasyon içinde yaşamayan ve Batıdan bir şeyler almak için Batı ordularına yenilmeyi beklemeyen bir Osmanlı imajı herhalde o bahsettiğim paradigmanın neden geçerli olmayacağını da açıklıyor. Üstelik bu etkilenmeden dolayı Osmanlının moderniteye geçtiğini iddia etmeyeceksek, “batılılaşma” ile modernleşmeyi de kesinlikle ayırmamız gerekiyor. Ne yani, Osmanlılar 14.Yüzyılda Balkanlardan top teknolojisini alıp geliştirdiklerinde modern mi olmuşlardı?
Son olarak bu etkilenmenin daha doğrusu etkileşimin (mesela Macar ve Leh silahlarına baktığınızda da Osmanlı etkisi görürsünüz) kanalları hakkında birkaç şey söylemek isterim. Muhakkak ki savaş, ticaret ve diplomasi kültürler arasındaki etkileşmede her zaman bir rol oynamıştı. Ama burada özel olarak, bu coğrafya üzerindeki Frenk etkisini kastediyorum. Karşılaşma aslında Haçlı Savaşları ile başlar. İlişkiler de her zaman ve her şartta düşmanca olmamıştır. Ahmet Yaşar Ocak hocamızın Babailer üzerine olan çalışmasından hatırlanacağı gibi Selçuklu ordusunda Frenk birlikleri bulunuyordu ve Malya Ovası’ndaki savaşta Babailerin yenilgiye uğramasına katkıda bulunmuşlardı. Ayrıca herhalde merhum Faruk Sümer’in Yabanlu Pazarı’na gelen tüccar arasında Batılılar da vardı. Fatih alıncaya kadar Amasra’nın Cenevizliler elinde bulunduğunu da unutmayalım.
Fakat neden gerilere ve uzaklara gidiyoruz ki? Frenkler, ta Doğu Roma zamanından beri İstanbul’un ortasında, yerliler ile birlikte yaşamıyorlar mıydı? Dolayısıyla yine Tursun Bey’e gönderme yaparak bitirmek uygun olacak. Tursun Bey, kayık ve gemilerin çokluğu sayesinde, sekiz tanesi bir akça eden bir mangır karşılığında Rumeli’nden Frengistan’ın, Frengistan’dan da Rumeli’nin seyredilebilmesinin acayip bir iş olduğunu söylüyor. Bildiniz değil mi, şehrin ortasındaki Frengistan’dan, Galata’dan bahsediyor.
.10/09/2017 00:54
Hünkârım Attila’yı nasıl bilirdiniz?
Osmanlıların kendi kültür dünyalarında, siyasî meşruiyet sağlayacak türden bir referans olarak Hunlar bulunmuyordu.
Tarih sayesinde geçmiş hakkında bir şeyler bilebiliyoruz. Günlük kullanımda tarihi geçmişle aynı sanmak veya geçmişin yerine tarihi ikame etmek sıkça rastlanan davranışlardan. Böyle değil tabii ki. Tarih, bilinçle, seçerek oluşturulan bir geçmiş aktarımı. Modern akademik tarihçilik, gerek geçmişte oluşturulan anlatımları gerekse kendi başlarına bir anlatım (narrative) oluşturmayan tarihsel verileri kullanarak, eleştiri süzgecinden geçirerek kendi, yeni tarih anlatımlarını oluşturuyor.
Bu zihinsel faaliyetin bir sonucu olarak, 19. ve hele 20. Yüzyıldan itibaren insan topluluklarının geçmiş bilgisinde muazzam bir patlama olduğunu söyleyebiliriz. Geçmişin sistematik olarak çalışılması ve tarih bilgisinin artması neticesinde günümüzün insanları, eskinin insanlarına göre geçmiş hakkında çok daha fazla bilgi sahibi oluyor. Örnek verecek olursam, zaman içinde daha yakın bir noktadalar diye Mısır’ın 7.Yüzyıldaki Arap fatihleri, eski Mısır toplumu hakkında bizim bugünkü bilgimizden fazlasını biliyor değildi. Aynı şekilde, aralarında sadece birkaç yüz yıl var diye Selçuklular da Köktürkler hakkında bizden daha bilgili değildi. Katiyyen. Aslında her iki durumda da, bırakın bizden daha bilgili olunmasını, o toplulukların varlığından haberdar oldukları bile çok su götürür. Nasıl mı emin olabiliyoruz? Mısır hiyerogliflerini Champollion’dan, Orhon yazıtlarını Thomsen’den (ikisi de 19.Yüzyılda) önce çözen olmamıştı da o yüzden.

Tarih II kitabından Garbi Hun Devleti ve Avrupa Hun İmparatorluğu.
Eski toplumların, gerek dar anlamda kendi geçmişleri gerekse insanlığın geçmişi hakkında neler bilip bilmedikleri hep ilgimi çeken bir konu olmuştur. Geçmişin nesiyle ilgilenmişlerdi, nasıl bir geçmiş bilgisine ve algısına sahiptiler, dahası nasıl bir “tarih bilinci” geliştirmişlerdi? Tarih ve geçmiş bilgilerinin bugüne göre çok daha kısıtlı olduğuna değindim ama bu hiçbir şey bilmedikleri anlamına gelmiyor tabii ki. Bilakis, bazen tahminlerimizin fevkinde bilgi sahibi olduklarını görmek gerçekten eğlenceli ve şaşırtıcı oluyor.
Lâf uzuyor ama ben aslında bu yazıda Osmanlıların İslâm öncesi Türk tarihi hakkında neler bildiğini konu edinmek, özel olarak da bugün hiç değilse Türkiye’de kadimî Türk milletinin bir parçası oldukları pek şüphe konusu edilmeyen Hunlar ile “tanıştıklarında” nasıl davrandıkları hakkında bir şeyler söylemek istiyorum.
Tabii ki “Hunlar” konusu büyük ve çeşitli açımlamalara müsait. Cumhuriyet dönemi tarih yazımımız, Çin kaynaklarında Hsiung-nu (Şunnu) olarak geçen kavmin, hem Avrupa’nın Hun olarak bildiği kavim ile aynı olduğunu, hem de her ikisinin de Türk olduğunu kabulleniyor. Peşinen söyleyeyim ki bu varsayımlar ihtimal dâhilindedir. Otto J. Maenchen-Helfen gibi dikkatli araştırmacıların bulgularına bakarak özellikle Avrupa Hunlarının Türklüğü varsayımının daha güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Genelde kabul gören görüş, Avrupa Hunlarının Ogur grubu Türkçesi ile konuştuğu yolunda. Bugünkü Çuvaşların da Hunların torunları olduğu düşünülüyor. Hun hükümdarı Uldın’ın adı ancak Çuvaşçada bir anlam ifade ediyor, o dilde “altın” kelimesi “ultın” olarak söyleniyor…
Aslında, Hsiung-nu ve Hun özdeşliği de Fransız Sinolog Joseph de Guignes’in 1758’de yayınlanan eserinden beri tartışılmaktadır. Peki, buradaki ihtiyat payı nereden kaynaklanıyor? Sorun tabii ki hem Hsiung-nu’lardan hem de Hunlardan yazılı olarak hiçbir şey kalmaması. Hsiung-nu veya bizdeki adlarıyla Asya Hunlarından yok denecek kadar, ancak Çince içinde korunan birkaç kelime kalmış. Merhum Talat Tekin, bunlar meyanında bir beytin Türkçe olarak okunabileceği önerisinde bulunmuştu. Avrupa Hunlarından ise Latince kaynaklar içinde birkaç kelime ve oldukça çok sayıda özel isim kalmıştır.
Dolayısıyla cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibisinden bir kesinlikle Hsiung-nu ve Hunların Türklüğünü ve ikisinin aynı olduğunu öne süremeyiz düşüncesindeyim. Söylemeye pek gerek yok ama o zamanki kesinlik de bilimsel anlamda daha çok bilmekten değil, tahayyül kuvvetinden ileri geliyordu. 1931 tarihli, Tarih II Ortazamanlar ders kitabına bakılırsa bu varsayımların, okullarda okutulacak türden tarihî gerçekler olarak sunulduğu görülür.
Hatta Avrupa Hunlarının doğrudan Hsiung-nu’ların devamı olduğu tezini güçlendirmek için olsa gerek, Çin’e yenilen Asya Hunlarından bir kolun, İdil boylarında bir devlet kurduğu teması işlenir. Bu devlete “Garbî Hun Devleti” deniyormuş. Bu muhayyel devlete sonradan bir bayrak uydurulduğunu, bir kurucu bulunduğunu (Panu) ve yaşam süresi için de çeşitli tarihler verilerek “16 Türk Devleti” arasına katıldığını kısaca söylemiş olayım. Bugün de “Batı Hun Devleti” deniyor, arzu ederseniz internetten bayrağını bile satın alabilirsiniz. Sorun şu ki Türkiye’den başka bir yerde böyle bir devletin varlığından kimse haberdar değil!
2010’da Ankara’da tarihçilik üzerine olan bir toplantıda bunu söylemiştim. Ara olunca bir delikanlı nefes nefese gelip, “Hocam, ben başka salondaydım, sunumunuzu dinleyemedim. ‘Batı Hun Devleti diye bir devlet mevcut olmamıştır’ demişsiniz” dedi. “Evet” dedim. Karşımdaki isyan etti ve “Olur mu hocam, ben Batı Hun Devleti üzerine doktora yapıyorum!” dedi. “Hımm, bana o devletten birkaç şahsın ismini sayar mısınız?” dedim. Çocukcağız, “Muncuk, Attila…” diye başlayınca, “Ha, sizin o dediğiniz bizde Avrupa Hun Devleti olarak geçiyor, siz onun üzerine doktora yapıyorsunuz” dedim… Tarih yazımı dediğimiz zihinsel faaliyetin mutlaka tarihî doğruları ortaya çıkararak geçmiş hakkındaki bilgimizi arttırdığını kim söyledi ki?
Osmanlıların, İslâm’dan önceki Türklere ilişkin bilgisine gelince, Arap ve İran tarihçileri ve coğrafyacılarının eserlerine aşina olmaktan dolayı tabii ki pek çok şey bilirlerdi. Mesela, Mehmed Neşri, Kitâb-ı Cihannümâ’sında, İslâmiyet öncesi Türkleri bir bütün olarak tarif etmeye girişir ve çeşitli tarih kitaplarında Türklerin pek çok sınıflara ayrıldığını söyler. Kimi yerleşik, kimi göçebeymiş bu Türklerin. Kimi güneşe, kimi ateşe, kimi puta, kimi sığıra, kimi ağaca ve kimi de taşa taparlarmış… Bazıları da hiç din nedir bilmezmiş.
Neşri, geniş zaman kullanıyor ama anlattıklarından kendi dönemindeki Türkleri değil, çok daha eski bir zamanı tarif ettiği kolayca anlaşılıyor. Mesela, kendi devrinde mevcut olmadığı kesin olan Hazarları isim vermeden de olsa şöyle anlatıyor: “Ve bazıları dahi Yehud’e taklit ederler”. Velhasıl, Türklerin hükümdarlarına hakan denirmiş. İpekler giyip altın taç takarlarmış… Çok ilginçtir, Osmanlıların kökenini Oğuzlara götüren Neşri, onların atalarının bir zamanlar Müslüman olmadıklarını rahatça söylemekte, Türk kelimesini hem İslâm’dan önceki hem de sonraki gruplar için aynı kolaylıkla kullanmaktadır. Dahası, yukarıda özetlediğim pasajında mütenevvi Türklerden bahsederken “Bu taife be-gayet bahadır olurlar” diyor; İslâm’dan önceki Türklere daha az kahramanlık atfında bulunmuyor.
Hunlar ise bir âlem… Eğer “Kun” kabile adı Hunlar ile aynı değilse İslâm kaynaklarında bu adla geçen bir kavim yok. Dolayısıyla, Osmanlının tarih bilincinde de Hunlar diye bir kategori olması zor görünüyor. Ama bir şekilde adlarını bir yazılı kâğıtta görürlerse ne yaparlardı? Sanıyorum buna bir cevap verebilirim.
Sonlardan başlayıp geriye doğru gidelim. Hüseyin Cahit Yalçın, De Guignes’nin meşhur eserini nihayet 1923’te, Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sair Tatarların Tarih-i Umumisi adıyla çevirip yayımladığında Hunların Türk olduğu Osmanlı aydın çevrelerinde epeydir kabul görmekteydi. Mesela, Süleyman Hüsnü Paşa’nın askerî idadilerin ikinci sınıfında ders kitabı olarak okutulmak üzere yazdığı meşhur dünya tarihi, Tarih-i Âlem’de Hunlar, Türkler arasında gösterilir. Elimde kitabın 1876’da yapılan 1016 sayfalık ilk baskısı var. Lise öğrencileri belki duyar da hâllerine şükrederler diye özellikle vurguluyorum…
Süleyman Hüsnü Paşa, bu eserinde, 383. ile 543. sayfalar arasındaki 7. kısmı “Tevaif-i Türk” başlığı altında İslâmiyet öncesindeki Türkler olarak gördüğü çeşitli kavimlere hasretmiş durumdadır. Ona göre, Türkler, dünyanın her tarafına yayılmış ve yönetici olmuş kudretli bir topluluktur ve bu yayılma sırasında eski dünyanın çeşitli kavimleriyle yolları çakışmış, onlarla savaşmışlardır. Paşa, Türk soyunun değişik yerlerde değişik isimler altında tanındığını söylüyor ve “[H]atta Avrupalılar beyninde maruf olan Hunlar da yine Türklerdir” diyor. Hunların kralları Rua ölünce onun yerine geçenler arasında Muncuk’un oğulları “Atila” ve “Bleta”yı ismen zikrediyor ve bu isimleri parantez içinde “Atlı” ve “Balta” diye Türkçe açıklıyor.
Süleyman Hüsnü, Hunları sistematik olarak Türkler olarak işlemiştir ama bu özdeşleştirmeyi yapan ilk Osmanlı yazarı değildir. Ondan önce Ali Suavi, 1868’de Muhbir gazetesinde yazdığı “Türk” makalesinde, “Milad-ı İsa Aleyhisselam’dan 4. Asırda Avrupa’da bulunan ve İstanbul kralını haraca kesen ve Edirne ve Yanya taraflarına hücum eden ‘Huns’ Türklerdendir. Eski Yunanîlerin ‘Huns Ephtalites’ dedikleri yani medeniyetlerine ve hüsn-i ahlâklarına mebni Beyaz Hunlar diye tesmiye eyledikleri kavim Türklerdir” diye yazmıştı. (Bkz. Hüseyin Çelik, Ali Suavî ve Dönemi). Ali Suavi’nin Fransızca bir kaynak kullandığı, hatta ilk seferinde Hun adındaki çoğul ekini de aynen koruduğu görülüyor.
Bir de bunlardan çok önce, bir Osmanlıca kaynakta hem Hunlar, hem de adıyla sanıyla Attila geçiyor. Söz konusu kaynak, Hacı Hamza oğlu Hacı Hasan ve Kâtip Sinan oğlu Ali adındaki iki kişi tarafından meşhur Münşeat sahibi Feridun Bey için 1572’de batı kaynaklarından çevrilen ve uyarlanan Tevarih-i Padişahan-ı Françe adlı eğlenceli bir kroniktir. Muhterem Jean-Louis Bacqué-Grammont’un nezaretinde Fransızcaya çevrilmiş ve Türkçe transkripsiyonu ile birlikte 1997’de yayımlanmıştır. Bu çok değerli eserin burada ancak Hunlar ile ilgili bölümüne değinebiliyorum. Fransa padişahlarının üçüncüsü Merône (Mérovée) adındaymış. “Saçlı Kılâvdîyô”nun (Clodion Le Chevelu) akrabası olan bu kral çok öfkeli ve cesurmuş. Tehlikeli yerlere bizzat gidermiş… Sonrası şöyle:
“Alelhusus Huns taifesi üzere ki bu gün Üngürüs (Macaristan) demekle meşhurdur kim bunların serdarlarına Âtilâ derler idi ki Beledâ padişahının karındaşı idi (…) ve daima askerlerini gün günden artırıp Françe’ye geçip Ôrliyâns şehrinin etrafın alıp kapattılar. Mezkûr Merône Françe padişahıdır, mezbur Vizigôs padişahı Todorık’dan (Theodoric) ve Românîler kapudanı Âkısıyus’dan lâzım geldi ki yardım talep eyleyip Lâvnîkes nam ovada duruşup canibeynden yüz doksan bin adam telef oldu. Ol hinde mezkûr Âtilâ gördü kim bahtı-yârı kalmayıp cümle askerinin ve eri yüz çevirdi kendisi büyük nam eksikliği ile ve askerinin ziyanları ile Üngürüs memleketine sığındı.”
Tabii ki Romalı General Aetius’un, 451 yılında, Frank ve Vizigot müttefikleriyle birlikte Katalaunya Sahrası’ndaki kanlı savaşta Attila’nın ordusunu durdurmasını anlatıyor ama Hunlarla uzaktan yakından en ufak bir yakınlık imasında bile bulunmuyor. Bilakis, Macar Turancılarını gayet memnun edecek bir dil kullanıyor. II. Selim dönemindeki tercümanların zamanında Herbelot, De Guignes gibi Avrupalı oryantalistler henüz meydanda yoktu, 19.Yüzyıldaki Osmanlı yazarlarının aksine modern milliyetçilik akımlarından da hâliyle etkilenemezlerdi. Başka deyişle, aynı bilgi parçası onlarda da olsa, modernlerin “tarih bilinci” ile hadiseye yaklaşamazlardı. Modern devletin tek bir müfredatla öğrencilerin kafasına yerleştirmek istediği türden bir geçmiş algısı da o zamanlar söz konusu değildi. Ama daha da önemlisi kendi kültür dünyalarının referansları içinde Hunlar ve/ya Attila bulunmuyordu.
.17/09/2017 00:18
Hikmet ehli bir kuştur sülün
Çok yönlü Osmanlı entelektüeli Kâtib Çelebi’nin Latinceden yapılma çevirileri de vardır.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı geçenlerde, Samsun’da bin sülünü doğaya salmış. Ne güzel… Çeviriler olmasaydı toplumlar birbirleri hakkında ne bilirdi? Hoş, çevirilerin varlığına rağmen, bazen de onların yüzünden birbirlerini ne kadar anladıkları hâlâ büyük bir soru ama sanırım çeviri diye bir faaliyet olmasaydı insan topluluklarının birbirleri hakkındaki bilgileri birtakım sathî gözlemlerden ibaret kalırdı. Varisleri, insanlığın ortak mirasını çeviriler yoluyla temellük ediyor desek abartmış olmayız.
Osmanlı kültürüne Arapça ve Farsça kaynaklar ve onlar aracılığıyla Yunanca ve Süryanice gibi başka dillerden yapılan tercümeleri doğal olarak görmek gibi bir alışkanlığımız var ama baskın batılılaşma paradigmasının söylemlerinden ve dayattığı kronolojiden ötürü olsa gerek, erken modern dönem başlarında veya daha öncesinde Batı dillerinden yapılan çevirilere şaşırıyoruz.

Katib Çelebi
Geçen yazımda, 16.Yüzyılda Türkçeye çevrilen Tevarih-i Padişahan-ı Françe adlı kaynaktan sadece Hunlar ve Attila açısından söz etmiştim. Başka bir zaman genişçe ele almak isterim. Şu kadarını söyleyeyim ki bu çeviriyi okuyan herhangi bir Osmanlının Fransa algısının ta ilk Franklar dönemine dek genişlememesi ve söz dağarcığının yeni kelimeler ve terimlerle tanışmaması mümkün değildi. Bunların bir kültürden diğerine aktarılması, aktarılırken de aşina bir şeylere benzetilerek tanımlanması tercümanların hünerleri arasında değil midir? Mesela bu kaynak, ilk “Françe padişahı”, Fârâmônd’un (Pharamond) babasının “Françe dükası” olduğunu söyledikten sonra bir derkenar düşerek “Dûka demek boy begi demekdir” diye okurunu aydınlatmaya girişiyor. İlk Franklar için hiç de yanlış bir niteleme değil tabii ki ama “Cambridge Dük”ü unvanına uygulamayalım isterseniz!
Her zaman için, bu eserlerin toplumdaki etkisinin ne kadar olduğunu sorgulayabiliriz. Hele ki bir elyazması kültürü için bu tartışmayı fazlasıyla ayrıntılandırmak mümkündür. Bugün bizlerin haklı olarak yere göğe konduramadığımız anıt-kitapların günümüze bazen tek nüsha olarak geldiğini, bazen o mucizenin de gerçekleşmediğini ve bize sadece efsane kabilinden isimlerinin ulaştığını söylemekle yetineyim. Meşhur Divânı Lügâti’t-Türk, 11.Yüzyıldan günümüze tek nüsha olarak gelen bir kitaptır. Diğer kültürlerde de durum pek farklı değildir. Norman İngiltere’sinin tapu senedi sayılan 1086 tarihli Doomsday Book (Kıyamet Kitabı ) biri taslak olmak üzere sadece iki kopya şeklinde düzenlenmişti.
17.Yüzyılın eşsiz Osmanlı bilim adamı, tarih, coğrafya, bibliyografya, biyografi, ansiklopedik sözlük gibi türlerde çok önemli eserler veren Kâtib Çelebi aynı zamanda iflah olmaz bir bibliyofil yani kitap dostuydu. Yük ile akçe verip (bir yük 100.000 akçe) yine yük ile kitap alırdı. Ağzımdan yel alsın, eğer Divânı Lügâti’t-Türk kaybolmuş olsaydı ancak onun Keşfü’z-zunûn adlı bibliyografik sözlüğünde verdiği referanstan dolayı bu hazineden haberimiz olacaktı!
Kâtib Çelebi’nin kitap sevdasını tetikleyen engin tecessüsüne ise gerçekten de sınır tayin etmek olmaz. Merakı Doğu’yu da kuşatırdı Batı’yı da. Bunu, arkadaşı ve herhalde Latincede hocası da olan Fransız mühtedisi Şeyh Mehmed İhlâsî ile birlikte Latinceden çevirdiği eserlere bakarak rahatça söyleyebiliyoruz. Mehmed İhlâsî’nin gerçek adı neydi, hatta nasıl şeyh olmuştu, nerenin şeyhiydi bilmiyorum. Sadece Kâtib Çelebi’nin kendisi öyle dediği için aynen aldım.
Yakın zamanlarda bir bolluk yaşadık ve bu çevirilerden üç tanesi peş peşe transkribe edilerek yayımlandı. Bunlardan birincisi, Sayın İbrahim Solak tarafından Konya’da bulunan tek yazma nüsha kullanılarak yapılan Târih-i Frengi Tercümesi’dir. Johannes Carion adındaki bir Alman astrolog tarafından eski kroniklerin kullanılması yoluyla hazırlanmış olan bu kitap, kısaca onun adıyla, Chronicon Carionis olarak bilinen kısa bir dünya tarihidir. Carion’un 1537’deki ölümünden sonra, eklemeler de yapılarak çeşitli defalar yayımlanmıştır. Kâtib Çelebi ve İhlâsî’nin hangi baskıyı kullandıklarını tesbit etmek için müstakil araştırmaya ihtiyaç vardır. Ben, 16.Yüzyıl sonunda Cenevre’de yapılan baskılardan biri olduğunu sanıyorum.
İkincisi, yine İbrahim Solak tarafından, Konya’daki Târih-i Frengi ile aynı ciltte bulunan Târih-i Kostantiniyye ve Kayâsıre adlı tercümeden yapılan yayındır. Merhum Orhan Şaik Gökyay, bu eserin, çeşitli Doğu Romalı tarihçilerin eserlerinden yapılan ve 1587’de Frankfurt’ta yayımlanan Historia Rerum in Oriente Gestarum adlı derlemenin İstanbul ile ilgili kısımlarının çevirisi olduğuna dikkat çekiyor.
Üçüncüsü ise Kâtib Çelebi’nin Atlas Minor ve belki bazı başka kaynaklardan da yararlanarak hazırladığı İrşadü’l- Hayârâ ilâ Târih’l-Yûnân ve’r-Rûm ve’n-Nasara adlı eseri olup Sayın Bilal Yurtoğlu tarafından Katip Çelebi’nin Yunan Roma ve Hristiyan Tarihi Hakkındaki Risalesi adı altında yayımlanmıştır. Bu sonuncu yayında eserin Osmanlıca faksimilesi verilmemiştir ama modern Türkçeye çevrilmiştir. İlk iki yayında ise çeviri veya sadeleştirme bulunmamaktadır ama küçültülerek verilmiş ve yetersiz de olsa Osmanlıca metinler mevcuttur. Özellikle ilk iki metin, Gökyay’ın işaret ettiği ve kendisi tarafından da dile getirildiği üzere, Kâtib Çelebi tarafından müstakil eserler olarak düşünülmemiş, diğer eserlerinde kullanılmak üzere çevrilmiştir.
Bu yazının kalanında üç metni birden ele alamam. O yüzden diyorum ki yalnızca Târih-i Frengi Tercümesi üzerine yoğunlaşayım. Kâtib Çelebi, ta antikiteden kalan bazı bilgileri Türkçeye nasıl aktarmış, nasıl bir tarz ü eda ile Osmanlılaştırmış, bunlara bakayım ve bu arada geçen yazımdan türeyen bazı soruları da gözden ırak tutmayayım.
Kimsenin emeğine saygısızlık etmek istemem ama her üç metnin de ama özellikle Solak’ın hazırladığı metinlerin tam akademik yayınlar olmaktan uzak olduğunu söylemek durumundayım. Solak, Târih-i Frengi Tercümesi’ne yazdığı önsözde “muhtemel bütün yanlışların” “okuyucu tarafından hoş karşılanması” temennisinde bulunuyor. Arap harfleriyle yazılmış Avrupa kökenli isimlerin geriye Latin alfabesine çevrilmesinin muazzam bir güçlüğü barındırdığı açıktır. Dolayısıyla naşire bir sempati duymak mümkündür ama sorunu çözmez. Yüzlerce yanlış okuma var çünkü. Bunlar metnin anlaşılmasını çok güçleştiriyor ve yer yer imkânsız kılıyor. Ayrıca, maalesef demek durumundayım; bunların bir bölüğü de Latin kökenli isimler değil, doğrudan Osmanlıca kelimeler.
Yanlış okumaların asıl nedeni, metinde anlatılan olaylara, adları verilen kişilere, kısaca oradaki tarih içerikli malzemeye daha önce aşina olmamakla ilgili gibi duruyor. Fevkalade seçici olmaya çalışarak ne demek istediğimi yine örneklemeye çalışayım. Metnimizde, Kâtib Çelebi, eski İsrail kralları bahsinde “Nabvihud ve Nüzür” diye bir kişiden bahsediyor. Bahsetmekle kalmıyor, “yani Bühtü’n-nasr ki Bâbil padişahı idi” diyerek bu kişinin İslâmî kaynaklardaki adını da veriyor. Bundan sonrası çok kolay ve Buhtu’n-Nasr’a Batı kaynaklarında ne dendiğini bulmak olmamalı mı? “Orijinalinde nasıl yazılmıştı acaba?” diyerek ve büyüteç yardımıyla asıl metne gidiyorum; açıkça Nabuhod o Nuzur / Nozor diye okunuyor ve tabii ki daha çok Nebukadnezar olarak bildiğimiz isim, yani Nabuhodonosor!
Özel isimlerin bu tür yanlış ve/ya eksik okunuşunun gerçekten de ucu var bucağı yok. Ama bir örnek daha vereceğim. Çelebi, Fars kralları bahsinde şöyle diyormuş:
“Sonra Asya pâdişahı olan Karazöz, Siros üzerine asker çeküb Siros mukâbil olub cenk etti, gâlib gelüb Karazöz esir oldu. Siros (…) buyurdu ki, Karazöz’ü diri ateşe yakalar. Karazöz odun üzerine çıkub, ey sülün sülün deyu çağırdı…”
Karazöz’ün Krezüz olarak da okunabileceğini, Siros’un ise bizde Kiros diye bilindiğini söyleyeyim… Biri Lidya diğeri Pers Kralı… Peki, Lidyalı tam yanacakken odun yığınının tepesinde, ne diye “sülün sülün” diye bağırıyor? Bu çok bilinen hikâyeyi burada tekrar etmiyorum. Metnin kalanında aynen anlatılıyor. “Sülün selefde Atina hükemâsından meşhur bir hekim idi” deniyor… İki sayfa sonra da yine Atina bilgelerinden bahsederken “Anların akademi [akdemi olacak] sülündür” deniyor. Atina halkı “sülüne varup” “edâ-ı din” [edâ-i deyn olacak] edemedikleri yani borçlarını ödeyemedikleri için güçlülerin kendilerini köle etmesinden yakınıyor ve bir çare bulmasını istiyorlar. “Sülün dahi güzel kanunlar yazdı. Henüz mevcud ve düstûr-ı ‘ameldir” deniyor metinde… Atinalı Solon diye birini duymuşsunuzdur muhakkak… Krezüs’ü ise Türkçe olarak bir arayın internette. “Krezüs ve Solon” diye otomatik çıkıyor…
Bu çeviri, Kâtib Çelebi’nin diğer metinlerinde de görülen bilgi sağlamlığını bize bir miktar açıklamaktan öte çok da eğlenceli bir metin. Eski Yunan’ın kâhinleri olan Sibilleri açıklarken, “Sibilla bir karının adıdır. Lâkin Yunan arasında nebiye [kadın peygamber] olan karılara ‘ilm [alem olacak] kıldılar, mahsûs ismi oldu” diyor. Bakın Truva Savaşı’nı da nasıl anlatıyor: “Ve bu Troya Cengine zina sebeb oldu. Zirâ Troya padişahının oğlu Paris, Yunan beglerinden Menelâos nâm begin karısı olan Helena’yı kapub götürmüş idi. Yunan begleri ve şehirler halkı tahammül etmeyüb kalkub ittifakla Troya üzerine sefer eylediler.”
Peki, Çelebi çevirdiği metinde Attila’yı görünce ne yapmıştı? Hiç… Aynen kendinden öncekiler nasıl büyük bir bigânelikle yaklaşmışsa aynen öyle… Hunlar için “[B]u merhametsiz kavim az kalub cümle Avrupa’ya ‘azîm afet ve belâ erişdirdi. Anların pâdişahı olan Atilla üçyüz bin askeri Hungarya’dan Cermanya’ya çeküb vâfir nâmdar şehirleri nehb (yağma) ve tahrib etdi” diyor. Attila, İtalya seferinden, Roma’yı almaksızın geri dönüşünün nedeni sorulunca da “[P]apa kurbunda (yakınında) bir kimse suretin gördüm elinde bir kılıç var idi, beni korkudur idi” demiş. Metin, “[P]es Hungarya’ya rücû’ etdikten sonra evlenüb [bir] ‘azim süvr-i [Sûr, düğün, olacak] sultânî eyledi evvelki gecede vâfir şarab içüb nâgâh fücceten mürd oldu” diye Attila’nın ölümünü de anlatıyor. Çelebi’nin ilintisizliğini kullandığı dilden de görmek gayet mümkün. Uzatmaksın şöyle soralım, ölümü anlatılan Oğuz Han olsaydı yine “mürd” oldu der miydi?
Her zaman denebilir ki “Başka ne yapsaydı, nihayetinde çevirmen değil miydi?”. Doğru tabii ama Kâtib Çelebi, çevirdiği metne karşı her zaman bu kadar soğukkanlı değil ki! En azından bir yerde, metin Türklerin aslından bahsederken, onun, yazar Carion’un sesini bastıran öz sesini duyuyoruz. “Türkler Tatarya’dan Asya’ya [Küçük Asya] gelmiş bir taifedir” diye başlayan bu pasajda Türklerin savaşçı ve başkalarına göre daha cesur oldukları için İslâm dünyasını yönetmeye başladıkları anlatılıyor ve “[H]ususen Otamanos Türk, Rodolfus Kayser oğlu evvelki Albertos Kayser’in asrında yani takriben bin üçyüz tarihinde zuhur edüp, kuvvet ve kudret ile iştihar bulmaya başladı ve bu Otaman zamanından beri Muhammed saltanatı Türk saltanatının içine battı” deniyor. Çelebimizin buralara itirazı yok ama metin, “Akıbet ümiddir ki Avusturya neslinden olan padişah bunları def’ eyleye” dediğinde “herze söyler” diyor. “Türklere Gok ve Magok yani Yecüc ve Mecüc derler. Muhammed haşem [hışm olacak] ve gazab manasınadır ve Türk gâret edici (yağmalayıcı) demekdir” ifadelerini de çeviriyor ama Carion’un bunun gibi nice küfriyat (küfür) ve ekâzib (yalanlar) yazdığını söyleyerek “çoğu terk olundu” diyor ve dahasını çevirmeye lüzum görmediğini bildiriyor.
.23/09/2017 23:03
Tekir kızı Pamuk’tan mektup var
DÜN VE GÜN
Son zamanlarına kadar ağırlıklı olarak bir tarım toplumu olan imparatorlukta, o sektördeki belirli bir makineleşmeye rağmen hayvanlar hâlâ en büyük güç kaynağı olduğu gibi kent içi ulaşımın sağlanmasında ve tabii ki yüklerin taşınmasında çok ciddi bir payları vardı. Buna yerleşim birimleri arasındaki yolculuğu ve taşımacılığı ekleyelim. Sivil veya askerî nakliyatın, demiryolu çağından önce karada hemen hemen tamamen hayvanlar ile yapıldığını, I. Dünya Savaşı yıllarında bile “mekkâre kollarının” ne kadar hayatî işlev gördüğünü düşünelim. Ordu ise çok geç zamanlara dek ciddî olarak süvari birlikleri bulundurmaktaydı. Büyük Taarruz esnasında Türk tarafının cidden üstün bulunduğu silah türünün kılıç, dolayısıyla yegâne avantajlı olduğu branşın da süvari olduğunu, bunların da Fahrettin [Altay] Paşa kumandasında nasıl kritik görevler üstlendiğini hatırlayalım… Bunun daha av hayvanları ve avcılık bahsi var, şahinciliği, doğancılığı, kuşçuluğu var, tazıları, zağarları, seksonları, çomarları var… Vahşi ve egzotik hayvanlar kısmı var. Bunlarla ilk kez tanışan Osmanlıların verdiği tepkiler kayıtlara geçmiş… Hediye olarak hayvanlar alınmış, verilmiş…
***
Bu birlikteliğe ve gerek yazılı gerek görsel olsun bunu gösteren belge çokluğuna rağmen, taşımacılık üzerine birkaç akademik makale ve et tedariki üzerine bazı çalışmalardan öte Osmanlılar ve hayvanlar üzerine yapılan çalışmalar yok denecek kadar azdır. Bunun en önemli istisnasını, Boğaziçi Üniversitesi’nde konuyla ilgili olarak düzenlenen iki konferanstan Sayın Suraiya Faroqhi’nin yayına hazırladığı Animals and People in the Ottoman Empire kitabı teşkil ediyor. Ben de diyorum ki bu yazıda bazı Osmanlıların hayvanlarına duyduğu sevgilerini, velev ki işin mizahî ve hiciv boyutu da olsun, aktarmaya çalışayım.
***
Kanunî döneminde, büyük ihtimalle de İbrahim Paşa’nın 1536’daki ölümünden sonra yazan Güvâhî, Pend-Nâme adını verdiği ve Sayın Mehmet Hengirmen tarafından yayına hazırlanan manzum eserinde atasözlerini ve fablları kullanarak öğütler verir, hikmetli kıssalar anlatır. Bunlardan biri, ölen köpeğini kefenleyerek gömen ve onun ruhu için yemek veren bir yörükle bir kadı arasında geçer. Kadılar için “Efendilerde çokdur böyle işler / Kimi açuk boyar kim[i] gizli işler” dediğine göre Güvâhî’nin amacı rüşvet alarak karakuşî işler yapan kadıları eleştirmektir ama bu arada yörüğün köpeğini sağlamca över ve hikâye gereği köpek de bayağıca bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar.

Modern öncesi bütün toplumlarda olduğu gibi Osmanlıların da hayvanlarla bizlere göre çok daha içli dışlı bir hayatları vardı.
“Meğer bir yörügün dinlen oyunun
Var idi bir iti bekler koyunun
Büyük başlu key ulu köpek idi
Kaba kuyruklu tüyi ürpek idi
Katı korkunç idi kuvvetlüyidi
Yoğun âvâzlu vü heybetlüyidi
Üricek dağlara yankulanırdı
İşidüp gönli kurdun bulanırdı
Geçürmiş idi hayli rûzigârı
Peleng ü bebr idi dâim şikârı”
İşte, Alabay mı, Kangal mı, Akbaş yoksa Malaklı mı bilmediğimiz ama bu sürekli kaplan ve pars avlayan yiğit köpek, vade yeter ölür. “Ecel erişip âhir ana nagâh / Vefât etti vü yörük eyledi ah” diyor Güvâhî. Dahası da var:
“Biraz ağlayu yana böyle âhir
Kefen sardı ol iti gömdi zâhir
Koyunlar kesdi pes olup şitâban
Anunçün aş u toy etti firâvân”
Birileri de bu işleri hemen kadıya yetiştirir. Efendi, yörüğü çağırır ve azarlar: “Dedi ey Türk-i ahmak bu işi sen / Ger ettinse neler kılam sana ben”. Yörük ise hazırlıklıdır. Kadıya, ona kötü haberler getirildiğini, sözün doğrusunun kendisinden dinlemesini söyler:
“Dedikleri kimesne kim ölüptür
Siz andan sanmanız kemlik geliptir
İşinde ol katı çâpük kişiydi
Dilâverlikler eylükler işiydi
Bizimle çok zaman idi dururdu
Koyunlar hizmetin hep ol görürdü
Edinmişti özü dahi koyunlar
Geçürdi hizmetinde çok oyunlar”
Yörüğe göre köpeği hastalanınca, köpek kendi davarlarından iki kuzu ve iki erkecin ayrılarak kadıya verilmesini ve kalanının da kesilerek günahlarının affedilmesi için ziyafette yenmesini vasiyet etmiş! İşin aslı buymuş. Kadının, İslâmî olduğu biraz güç söylenebilecek bu vaziyet karşısında hoşgörü kazanması ise pek ani olmuşa benziyor:
“Dedi hayf ana kim hoş kişiymiş
Hemişe kişilikler işiymiş
Anın eyülükleri hep oldu malûm
Acep ne dertten öldü o merhum?”
Yukarıda ölen köpek için düzülen övgülerin yer yer bir mersiye hâline geldiğini söyleyebiliriz. Dahası, Osmanlı edebiyatında doğrudan hayvanlar için yazılan mersiyeler de vardır. Sayın Mustafa İsen, Dile Duran Ölüm. Klasik Türk Edebiyatında Mersiyeler adlı çalışmasına böyle iki mersiyeyi alıyor. Bunlardan 16.Yüzyıl şairlerinden Necati Bey’in ölen katırı için yazdığı “Mersiye-i Ester”i, İsen’in dikkat çektiği gibi “hezl-âmiz” (şaka içeren) bir şiir olduğu ve Necati’nin asıl derdi padişahtan ölen katırı yerine bir at almak olduğu için tabii ki “samimi” bulmuyorum. Evet, “Ne katır bir kara dağ idi miskin/ Geçen bu günki gün sağ idi miskin” diye övüyor ama aynı zamanda şöyle de diyor:
“Ölen ardınca ölmüş yok Necâtî
Katır gitti Hudâ saklasın atı
Bir ölmüş katırı nice öğersin
Dönersin kara bahtına söğersin
Daha binler dolu ıstabl-ı şâhî
Dilersen bozı dilersen siyahı”
Yine aynı asrın şairlerinden olan ve 1535’te ölen Me’âli’nin “Mersiye-i Gürbe”si (Kedi Mersiyesi) ise şairin acısını ve hissiyatını o kadar yoğun bir şekilde yansıtmış ki övgüdeki abartmaları burada şaka olarak almak içimden gelmiyor. Ölen kedisi yerine kimselerden aslan da beklemediğine göre Me’âli’nin salt sevgisini dizelere döktüğünü düşünmek durumundayız. Yerim olsa hepsini alırdım ama birkaç dörtlükle yetinmek durumundayım:
“Çıkdun elden n’edelim ansızun eyvâh pisi
Yandun ölüm odına derd ile nâ-gâh pisi
Hasretâ şîr-i ecel buldı sana râh pisi
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
Kanı ol bebr bakışlu kanı ol şîr-i zaman
Kanı ol vermeyen aslan ile kaplana aman
Kanı ol olduğı evde komıyan hiç sıçan
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
(…)
Serçe tutar gibi tutardı tavukla kazı
Kendü akranı gibi şîr ile ederdi bâzî (oyun)
Nice kâfir sıçan öldürmiş idi ol gâzî
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
(…)
Derisi kakum u semmûr ü vaşaktan yeg idi
Râst idi hüsni gibi hulkı dahi gökçek idi
Kedi sanman anı ol bir ala gözlü beg idi
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
(…)
Kâmil idi hem edeblü idi hem uslu idi
Akıl idi eyü soy idi kişi aslu idi
Receb ayidi vefât etdiği güz faslı idi
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
Ey Me’âli anın öldüğüni kim ağlamaya
Acıyup hasret ile canını kim dağlamaya
Cûş edip kanlı yaşı seyl oluban çağlamaya
N’edelüm âh pisi n’eyleyelim âh pisi
Manzum bir “hirrenâme” de diyebiliriz. Sonuçta kedileri merkeze alan böyle bir edebiyat var Osmanlıda. Niyeyse hemen herkes de bu sevimli hayvanları başkalarını eleştirmek için kullanıyor, adamakıllı dalga geçiyor… Namık Kemâl’in hirrenâmesini, Genç Osmanlıların hiç beğenmediği Mahmud Nedim Paşa’yı yermek daha doğrusu sadrazamlıktan alınmasını kutlamak için yazdığı iyi bilinir. Paşanın/ kedinin başını “idbâr faresi” yani talihsizlik faresi yakmıştır. Paşa’nın gözleri de galiba biraz şehla imiş… Ama bu hicivde bile şairin bazen kendisini kaptırıp güzelce kedi tasvirine giriştiği görülüyor. Teberrüken birkaç dizeyi alıntılayalım:
“Kedimin her gece böbrekle dolardı sepeti
Yok idi nimetinin, rahatının hiç adedi
Çeşm-i şehlâ nigehi fârik iken nîk ü bedi
Sardı etrafını bin türlü adûlar türedi
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi
Keyfi gelse bıyığın oynatarak mırlar iken
Kızdırırsan yüzüne atlayarak hırlar iken
Kuyruğu geçse ele dırlanarak zırlar iken
Sofradan her kedinin def’ini hazırlar iken
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi
(…)
Ne zaman bir tarafa hışm ile saldırsa eğer
Başı kaplan kesilip kuyruğu güya ejder
Hasmını yan bakışı eyler idi zir ü zeber
Yanına uğramamıştı ebedî havf ü hazer
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi
Son olarak, bu sefer mensur bir hirrenâmeden bahsedeyim. Bu da 18.Yüzyılın hezliyat ile meşhur şairi Kâni’nin Pamuk adlı bir kedinin ağzından “Devletlü inayetlü velinimet-i bî-minnetim sultanım hazretleri” unvanlarıyla hitap ettiği birine yazdığı bir arzuhâldir. Arzuhâli alanın sarayının “cinsimizin nasihate ihtiyacı olan kızları” (benat-ı cins-i lâzımü’l-nushumuz) ile dolması temennisiyle başladığına göre bu sultan herhâlde kedilerin sultanı olmalıydı.
Pamuk’un kabahatleri ise o dünyanın kuralları içinde cidden büyük görünüyor. Henüz Mart ayı başlamadan ve mahallenin kızlarından kimse utanmazlık vadilerine girmeden (benat-ı mahallemizden birisi perde-birûnluk vadilerine gitmeden) önce Pamuk, kedi dilinde kullanılan kelimeleri yolunca yordamınca telaffuz etmeyi öğrenmek için beldenin kurrası ve iriyarı, Vanlı bir kedi olan Tekir’le (Kurra-i beldemiz olan Tekir nam ve Vanî muhlis bir gürbe-i cesimü’l-hilka) “mav mav” nağmesini meşk ve talim eylemek gibi vakitsiz bir işe kalkışır. “Beyhude halkın bacalarını yıkıp ve damdan dama sıçrayarak kiremitlerin döküp nice tiryakilerin keyiflerini” mahveder ve nice hastayı gece uykusundan mahrum ederler.
Pamuk, “yabani bir dişi kedi” (hirre-i yabanî) gibi davranıp efendisinden izin almaksızın doğurma ve üreme derdine düştüğü için yeterince bedel ödediğini düşünmektedir, birkaç defa âleme rezil olma derecelerine gelmiştir (birkaç kerre rüsva-yı âlem olma derecelerine vasıl). Ayrıca parsa benzeyen hoş postunun vaşak kürküne eklenmesine ramak kalmıştır! Dolayısıyla artık akıllanmış ve uslanmaya başlamıştır. Efendisi yani kedilerin sultanı da “Kedi ne budu ne?” sözü uyarınca Pamuk’un cismine göre cesim görünen kabahatlerini affetmeli, hatta onun arzuhâlinin üstüne “Kedi sevgisi imandan gelir” (Hubbü’l-hirre min el-iman) vecizesini yazarak onu bu sıkıntılı durumdan kurtarmalı ve statüsünü yükseltmelidir. Emir ve ferman tabii ki padişahındır. İmza ise “Eski Cariyeniz Tekir kızı Pamuk’tan” (Min cariyetiküm el-Kadime, Tekir bint Pamuk) şeklinde atılmıştır. Umarım Pamuk istediğine nail olmuştur. Yok, bu hirrenâme de birilerini eleştirmek için yazıldıysa, o kadarını bilmiyorum artık
.01/10/2017 00:07
Ankara anlaşması ne diyor ne demiyor?
Geleceğin tarihçileri, şu içinde yaşadığımız dönemi yasal veya değil, bir yerlerden ayrılmak amacıyla yapılan referandumların sıklaşmasına bakarak “referandumlar çağı” olarak adlandıracak mı acaba? İskoçya ve Birleşik Krallık referandumlarının yankıları henüz dinmeden, Katalonya, İspanya’dan, IKBY de Irak’tan ayrılmak için referandum adımları attı. Her iki durumda da ülkelerin anayasa mahkemeleri, bölgesel yönetimlerin referandumlarının, ülke vatandaşlarının anayasal haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle yasal olmadığına karar verdi. Dünya devletlerinin ezici çoğunluğunun resmî tavırları da bu yönde tecelli etmek durumuna oldu çünkü Birleşmiş Milletler Şartı’nda “halkların kendi kaderlerini tayin etme” ilkesine bir gönderme var (Madde 1.2) ama bu ulus-devlet hâline gelmiş halklar arasındaki eşitlik ilkesine dayalı dostane ilişkileri geliştirme bağlamında söyleniyor. Bu tartışmayı yaparken aynı BM Şartı’nın üye ülkelerin toprak bütünlüğünü garanti altına aldığını da (Madde 2.4) dikkate almak gerekir.
Bugün yapılması planlanan Katalonya referandumu aslında IKBY referandumundan daha acil sorunlar yaratabilir çünkü Katalonya yöneticileri böyle bir karar çıkması durumunda hemen bağımsızlık ilânında bulunacaklarını söylüyor. 25 Eylül’de yapılan Kuzey Irak referandumu ise bağlayıcı değil. Kürt bölgesi yöneticileri, referandumun hemen bağımsızlık ilânı anlamına gelmeyeceği yolunda açıklamalar yaptı ama bölgenin öznel koşullarından ve pamuk ipliğine bağlı dengelerinden dolayı sahada çok ciddî sonuçların oluşacağını kestirmek zor değil.
Bu sonuçlardan en çok etkilenecek ülkelerden biri olan Türkiye’de yoğun tartışmaların yaşanması çok doğal. Üstelik bu tartışmalar 1918 yılından beri ara ara alevlenen “Musul Meselesi” gibi büyük bir konu arkaplana alınarak yapılıyor. Ben de geçen yılın Kasım’ında yine Musul konuşulduğu bir sırada, “Mandanın Sırtındaki Kız Nasıl Eğildi?” başlıklı bir yazıyla naçizane bu tartışmaya katılmış ve Ankara Antlaşması’nın bu meseleyi nasıl çözdüğünü vurgulamıştım. Aynı yazıda, Türkiye’nin Ankara Antlaşması sayesinde Musul’da uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları olduğunu ileri süren görüşleri eleştirmiş ve antlaşma metninin Musul’daki Türkmen ve Kürtlerin azınlık haklarını, dillerini, kültürlerini ve özel mülkiyet haklarını koruma altına aldığı yolundaki iddiaların antlaşma metni dikkate alınmaksızın dillendirildiğini belirtmiştim.
Bir egemenlik devri antlaşması olan Ankara Antlaşması’nda Lozan ile belirlenemeyen Türkiye- Irak sınırı belirlenmiş, ayrıca iki devlet arasındaki komşuluk ilişkileri düzenlenmiştir. O yazımda, antlaşmanın 2. Bölümündeki maddeleri kastederek, “Bu maddelerin, Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullanırken uluslararası hukuk alanında elini güçlendireceği olgusu başka bir konu ve müstakilen ele almak gerekir” demiştim. Bu yazıda işte bunu yapmaya çalışacağım. Uluslararası hukuk uzmanı değilim ama neredeyse bir asırlık bir antlaşmaya tarihçi gözüyle bakabilir ve metnini anlamaya çalışabilirim.

5 Haziran 1926’da Türkiye ile Birleşik Krallık ve Irak arasında imzalanan Ankara Antlaşması, çok özel bir düzenleme getirmiş ve Türkiye’nin başka hiçbir sınırında söz konusu olmayan bir “hudut bölgesi” tarif etmiştir.
Yine hararetli bir tartışma ortamındayız, aynı metinden bahsederken, bazıları, antlaşmanın Türkiye’ye askerî müdahale hakkı verdiğini, Türkmenlerin haklarının bu antlaşmayla güvence altına alındığını hatta Musul ve Kerkük için bir tür garantörlük hakkı tanındığını ileri sürüyor. Başkaları da değişikliğin, merkezî Irak yönetiminin yerine Kürdistan yönetiminin gelmesinden ibaret olacağını, bağımsızlık ilânının Türkiye’ye yönelik olmadığını hatırlatıyor, “eskimiş” ve üstelik “emperyalist” bir ülkenin zamanında mimarlığını yaptığı bu antlaşma (ve diğerlerinin) Türkiye’ye herhangi bir hak vermediğini veya verse de kullanılmaması gerektiğini ileri sürüyor. Sanırım bu noktaları antlaşma metni temelinde bilmek tartışmanın daha sağlıklı olması açısından faydadan ari olmayacaktır. Sahi, 1926 Ankara Antlaşması tam olarak ne diyor veya demiyordu? Diyorum ki hem Osmanlıcasına hem de sıkıştığım noktalarda İngilizce ve Fransızcasına başvurarak ele alayım. Müsaadenizle, “imhâl”i (gecikme) ihmâl sanan bazı resmî yayınların çevirilerini ise hiç kullanmayayım, çevirileri kendim yapayım!
1926 Ankara Antlaşması ile Türkiye’nin başka hiçbir sınırında söz konusu olmayan çok özel bir düzenlemenin getirildiği açıktır. Modern devlet, sınırları dâhilindeki her noktada hâkimiyetini sağlamış bir devlettir, sınırları da geçirgen değildir. Bu düzenlemenin ise, modern öncesi dönemin hudut boylarındaki şartlara benzer şartların hüküm sürdüğü bir çevrenin ürettiği sorunlara cevaben yapıldığını kolaylıkla söyleyebiliyoruz.
Burada tabii ki sınır çizgisinin kendisinin iyi tanımlanmaması gibi bir olgu söz konusu değildir. Bilakis, antlaşma, Milletler Cemiyeti’nin daha önce kabul ettiği ve “Brüksel hattı” olarak bilinen sınırı esas alıyor. 1. Madde bu sınırın “suret-i katiyede” belirlendiğini, 2. Madde harita üzerinde gösterildiğini ve 3. Madde sınır çizgisinin arazi üzerinde belirlenmesi ve gösterilmesi için bir “tahdid-i hudud” komisyonu oluşturulacağını söylüyor. 5. Madde ise taraflara bir yükümlülük getiriyor: “Tarafeyn-i âkideynden her biri birinci maddede tasrih edilen hatt-ı hududu kat’i ve taarruzdan masun olmak üzere kabul ve bunu tadile matuf her türlü teşebbüsten tevakki etmeyi taahhüt eyler”. Yani sınır çizgisi kesindir, taraflar bunu böyle kabul eder ve değiştirmek için herhangi bir girişimde bulunmazlar. Buradaki “taarruzdan masun” (saldırıdan korunmuş) ifadesinin İngilizce ve Fransızcasında “inviolable” olarak geçtiğini, bunun da ihlâl edilemez, bozulamaz anlamları olduğunu not edeyim.
Bir gün değiştirilmesi hususunda yeni bir anlaşma oluncaya kadar her sınır çizgisi için antlaşmalarda bu tür ifadelerin kullanılması sanırım usuldendir ve tarafların iyi niyetinin daimî olduğunu gösterir. Bu sınır çizgisini ayrıcalıklı kılan ise, yukarıda değindiğim gibi, sınırın her iki yanında, sınıra izdüşümlü olacak bir şekilde, yetmiş beşer kilometre derinlikte, toplam 150 kilometrelik bir “hudud mıntıkası”nın (The frontier zone / La zone-frontière) bulunmasıdır (Madde 10).
Ankara Antlaşması’nın 2. Kısmı “Münasâbat-ı Hasene-i Hemcivarî” (İyi Komşuluk İlişkileri) başlığını taşıyor. Buradaki 6. ve 13. Maddeler arası, bu çok özel hudut bölgesinde, Türkiye ve Irak’ın komşuluk ilişkilerini nasıl düzenleyecekleri hakkındadır. Hemen söyleyeyim ki ne Musul, ne de, tabii ki çok daha güneyde olan Kerkük, bu hudut bölgesi içindedir. Bu anlamda, Türkiye’nin, özel hudut bölgesinin dışındaki bu yörelere, kendiliğinden ve bu antlaşmadan doğan sorumluluklar ve haklar çerçevesinde bir müdahalede bulunması mümkün görünmemektedir. Hükümran devletin, bu durumda Irak’ın, davetiyle ve onunla koordineli olarak yapılacak herhangi bir girişimi ise Ankara Antlaşması tabii ki öngörmemiştir ve bu konumuz dışındadır.
Öte yandan, Türkiye’nin ve tabii ki Irak’ın bu özel hudut bölgesinde çok ciddî sorumlulukları ve hakları bulunmaktadır. Bunların yabana atılacak bir tarafı hiç yoktur. Mandater güç İngiltere’nin Irak’tan çekilmesiyle taraflar Türkiye ve Irak olarak ikiye inmiştir, Barzani veya başka bir grup da, doğal olarak, bu antlaşmanın tarafı değildir.
O zaman kullanılan dilin çok farklı olmasına karşın, tarafların 1926’daki kaygılarının da bugünkülere benzer olduğunu söyleyebiliriz. Bunların temel olarak güvenlikle ilgili ve siyasî olmak üzere iki büyük odakta toplandığı görülüyor. Hiçbir etnik grubun adı kesinlikle geçmiyor ama taraflar, geçirgen bir sınırın üreteceği pek çok sorunun önünü almaya yönelik kararlar almış. Uygulayacakları yaptırımların cinsi ve seviyesi de belirtilmemiş ve ucu açık bırakılmıştır. Mesela 6. Madde aynen şöyledir:
“Tarafeyn-i âliye-i âkideyn bir veya birkaç müsellâh eşhasın civar hudud mıntıkasında yağmagerlik veyahut şekavet icrası maksadıyla vukubulacak istihzaratına yed-i iktidarlarında bulunan bilcümle vesait ile muhalefet etmeyi ve bunların hududdan müruruna mâni olmayı mütekabilen taahhüd ederler.”
Yani, taraflar, silahlı şahısların “komşu hudut bölgesinde” (öteki tarafta) yağmacılık veya eşkıyalık etmek amacıyla yapacakları hazırlıklara ellerindeki bütün imkânlarla karşı çıkmayı ve bunların sınırı geçmesini önleyeceklerini karşılıklı olarak taahhüt etmektedirler. Burada öncelikli olarak amaçlananın, tarafların, sınırın kendi yakalarında böyle bir hazırlığı önlemesi olduğu düşünülebilir ama hudut bölgesinin sınırın her iki yanında olmak üzere tanımlandığı düşünülürse önleme yükümlülüğünün de ortak olduğu söylenebilir. Diyelim ki, Türk tarafı böyle bir hazırlığın kendi tarafında değil de Irak tarafında olduğunu, yani sınırın Türkiye yönüne doğru geçileceğini öğrendi, hareketsiz mi kalacaktı?
7. Madde, tarafların yetkili görevlilerinin, böyle bir hazırlığı haber alır almaz karşılıklı olarak birbirlerini haberdar etmelerini gerektirdiğine göre daha üst seviyede bir işbirliğinin söz konusu olduğu anlaşılıyor. 8. Maddede ise yetkili görevliler kendi toprakları dâhilinde yapılabilecek herhangi bir yağma veya eşkıyalık hareketini karşıya bildirecek ve haberi alan taraf, eşkıyaların sınırı (dönüş yolunda) geçmesini ellerindeki her türlü araç ile önlemeye çalışacaktır.
12. Madde ise fevkalade önemlidir ve imzacı tarafların sadece basit yağmacılığın ve eşkıyalığın engellenmesi veya suç işleyenin karşı tarafa sığınmasının önlenmesi gibi önceliklerin ötesinde, siyasî düzeyde de kaygılara sahip olduğu hususunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Türkiye ve Irak memurları diğer taraf tebaasından olup bilfiil onun arazisinde bulunan aşair rüesa, şeyh veyahut diğer âzası ile resmî veya siyasî mahiyeti haiz her nevi muhabereden istinkâf edeceklerdir.
Tarafeyn-i âkideyn hudud mıntıkasında bir veya diğer devlet aleyhine müteveccih hiçbir gûna propaganda teşkilâtına ve içtimaa müsaade etmeyeceklerdir.”
Bu maddenin ilk kısmı, tarafların, sınırın ötesinde bulunan aşiret reisleri, şeyhleri veya diğer üyeleriyle resmî veya siyasî içerikli herhangi bir yazışma veya haberleşmeden uzak duracaklarını hükme bağlıyor. İkinci kısmı ise uzun erimli olarak düşünülmüş bir yaptırım olup bütün antlaşmanın da en yoruma kapalı hükümlerinden birini oluşturuyor. Antlaşma, “Taraflar hudut bölgesinin kendilerine ait olan kısmında birbirleri aleyhine böyle bir örgütlenmeye izin vermeyeceklerdir” demiyor. O zaten mündemiç. Çok daha fazlasını söylüyor ve iki tarafı birden “hudut bölgesinde” herhangi bir örgütlenmeye izin vermemekle mükellef kılıyor.
Kısacası, taraflar, devletlerin her ikisine birden karşı olması şartını aramaksızın, sadece birine yönelmiş bile olsa, sınırın bir veya diğer yanında değil, bütün hudut bölgesinde, hiçbir propaganda örgütüne ve toplantısına izin vermeyeceklerdir. Mantıken olabileceklerin başlıcalarını sayalım;
1- Türkiye tarafında, Irak onaylı veya onaysız, Türkiye’ye karşı bir örgüt olamaz
2- Irak tarafında, Türkiye onaylı veya onaysız, Irak’a karşı bir örgüt olamaz.
3- Türkiye tarafında, Türkiye onaylı veya onaysız, Irak’a karşı bir örgütlenme olamaz
4- Irak tarafında, Irak onaylı veya onaysız, Türkiye karşıtı bir örgütlenme olamaz.
Buna göre; hudut bölgesinde her iki devlete karşı bir örgütlenme olamaz. Ne Türkiye tarafında olur. Ne Irak tarafında olur. Ne iki tarafta birden olur.
Güncele girmek niyetinde pek değilim ama antlaşma çok açık olarak devletlerin sadece birine yönelik bir faaliyeti yeterli görüp, önleme yükümlülüğünü ise iki devlete birden verdiğine göre, Barzani tarafından “Bağımsızlık ilânı Türkiye’ye yönelik değil” mealinde yükselen seslerin, sınırın hiç değilse 75 kilometre güneyine kadar olan Irak topraklarında pek bir anlamı olamayacağı sarahaten görülüyor
.08/10/2017 00:16
1947 Hudut Protokolü ne diyordu?
Tarihçilerin en temel işlerinden biri zaman içindeki değişiklikleri saptamaktır. Fakat bunu layıkıyla yapabilmek için de devamlılıkların dikkate alınması gerekiyor. Hukukta da bir meriyet meselesi var. Yürürlükten kalkmış, artık geçerli olmayan bir hukuk belgesine dayanarak iş yapamazsınız. En basitinden, dedenizin sattığını bildiğiniz arsanın sandıkta bulduğunuz tapu senedine dayanarak gazeteye satılık arsa ilanı veremezsiniz. Böyle bir bilginiz yoksa da soluğu tapuda alır, durumun ne olduğunu kesinleştirirsiniz.
Yasalar, anayasalar ve uluslararası hukuk belgeleri de böyledir. Öte yandan, belgenin tümü veya bir kısmının hükümleri için “yürürlükten kaldırıldı” denmesi kâfi midir? Kaldırılınca yerine ne kondu diye bakılmaz mı? Belirli bir süre için yapılan basit bir kira kontratı bile süre bitiminde yenilenebiliyor, dolayısıyla eskisi yürürlükten kalksa bile içeriği aynen veya değiştirilerek geçerli olabiliyor da uluslararası bir antlaşma niye bundan mahrum olsun?

Hayır, tabii ki alan değiştirip hukuka yöneliyor değilim. Sadece geçen haftaki yazımın konusu olan 1926 Ankara Antlaşması’nın Türkiye ve Irak arasında tarif ettiği hudut bölgesindeki ilişkileri düzenleyen 2. Faslının sonradan yürürlükten kaldırıldığı yönünde ciddiye alınması gereken görüşler serdedildiği için konuya biraz daha eğilmek lüzumunu hissediyorum.
Evvela, bu antlaşmanın ikinci faslının belirli bir süre için geçerli olacağı belirtilmiştir. Bu da 10 sene olduğuna göre, bu bizi 1936 yılına getirir. O yıl yapılan yeni bir düzenleme olmadığı için, zamanında gerekli girişimde bulunmayan tarafların kira kontratlarının aynı şartlarla, kendiliğinden uzamasına benzer bir durum ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Geçerlilik süresi bitti diye 1926’nın ikinci faslı tabii ki ortadan kalkmamıştır.
Zaten kimse de yürürlükten kalkma tezlerini buna dayandırmıyor. Bu yöndeki görüşleri, Sayın Baskın Oran, 29 Eylül 2017 tarihli Agos’taki “Her Musul-Kerkük Dendiğinde Hortlayan Ulusalcı Yalanları Teşhirimdir” başlıklı yazısıyla sistematik bir şekilde ifade etti. Ben de konumun dışına çıkmamak için müsaadenizle o yazının Lozan ve güncel siyasetle ilgili kısımlarını dışarda bırakarak düşündüklerimi söyleyeyim.
Oran’ın sıralamasındaki 2. Nokta şöyle: “1926 Ankara Antlaşması. Bizi burada Md. 5 ve İkinci Fasıl’ı oluşturan 6. ilâ 13. maddeler ilgilendiriyor. Md.5: “Taraflar sınır hattının kesin ve bozulmaz olduğunu kabul eder, bunu değiştirmeye yönelik her türlü teşebbüsten sakınır.” Bu madde Türkiye ve Irak’ı bağlıyor, ama örneğin Barzani’yi bağlamıyor.
İkinci Fasıl’ı oluşturan 6. ilâ 13. maddelerde ise sadece Kürtlerin hareketlerine karşı her iki tarafın 75 km içinde ortak tedbirler alması var, o kadar. Türkiye’ye tek taraflı müdahale hakkı veren hiçbir hüküm yok.”
Ben de 1926 Ankara Antlaşması’nın Türkiye’ye (ve Irak’a) tek taraflı bir müdahale hakkı verdiğini düşünmüyorum. Fakat bir kez daha tekrarda fayda var; antlaşmada “Kürtler” veya herhangi başka bir etnik grubun adı hiç geçmiyor ve tarif edilen özel hudut bölgesi 75 değil 150 kilometre. 5. Maddenin Barzani’yi bağlamaması hususunu ise Barzani’nin antlaşmanın taraflarından biri olmadığının bir ifadesi şeklinde yorumluyorum. Irak içindeki herhangi bir değişikliğin yasallaşması durumunda sınır herhalde Barzani’yi de bağlardı.
Nitekim Oran, kendi 5. noktasında, “Geri dönüp Türkiye’ye verme meselesi (status quo ante): Tamamen uydurma. Sınır anlaşmaları uluslararası hukukta ‘objektif statü’ yaratır ve bu yüzden de ‘halef devlet’ (ör.Kürdistan) tarafından uygulanmaya devam eder. Komşuların da (ör. Türkiye) itiraz hakkı yoktur. Ayrıca (…) SSCB 1991 sonunda dağılınca yerine kurulanlardan Azerbaycan ve Ermenistan’ın bizimle olan sınırlarına itiraz ettik mi? Barzani Türkiye sınırını ihlal etmedikçe hukuken yapılacak hiç-bir-şey yok” dediğine göre Barzani’nin, 1926’nın getirdiği sınıra uymak yükümlüğünde olduğunu kendisi de kabul ediyor demektir. Tabii ki burada, öncelikle Kürdistan’ın Irak’ın halef devleti olduğunun hem Irak hem de başta komşuları olmak üzere dünya tarafından kabul edilmesi gerektiği gibi bir sorun daha var. SSCB’nin ömrünü tamamlayan bir selef devlet olduğu başta Rusya Federasyonu olmak üzere herkes tarafından tanınmıştı da onun için Sovyet sonrası sınırlara Türkiye veya başkası itiraz etmedi. Irak ise bu noktadan çok uzak görünüyor.

Oran’ın 3. noktasında ise çok kayda değer bir tez dile getiriliyor. Buna göre, 1926 Ankara Antlaşması’nın hudut bölgesini ilgilendiren hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır: “1946 Antlaşması: Bu metin 1926’dan çok daha yumuşak. Tipik Md.4: ‘[Antlaşan Taraflar] Taraflardan birinin ülke bütünlüğüne veyahut hudut dokunulmazlığına karşı herhangi bir saldırma tehlikesi görüldüğünde veya saldırma yapıldığında BM’ye [Birleşmiş Milletler Teşkilâtının yetkili organına] hemen haber vermeyi taahhüt ederler.’
Çok daha önemlisi, buna bağlı 6 Numaralı Hudut Protokolü Md. 25, 1926’nın İkinci Fasıl’daki hükümlerini hükümlerini (sic) kaldırıyor. Dışişleri bakanlığı da yapmış olan seçkin diplomat İlter Türkmen de, tam on yıl önce, 02.10.2007 tarihli Hürriyet’te yazdı bunu: ‘Başka bazı yorumlarda ise Irak ile imzalanan 1926 tarihli anlaşmanın da bize müdahale hakkı verdiği vurgulanıyor. Doğru değil. Kaldı ki o anlaşmanın sınır bölgesinde işbirliğine ilişkin hükümleri 1946 tarihinde akdedilen bir anlaşmayla yürürlükten kaldırılmıştı.’ ”
Türkmen’in bu görüşü dile getirdiği yazısı “Sıcak Takip” başlığını taşıyor ve aslında 28 Eylül 2007’de Irak ile imzalanan terörle mücadele işbirliği anlaşmasını konu ediniyor. Sayın Türkmen’in de “müdahale” derken Türkiye’nin tek taraflı müdahalesini kastettiği yazısının gidişinden anlaşılıyor. Ama evet, aynen Oran’ın alıntıladığı gibi 1926’nın “sınır bölgesinde işbirliğine ilişkin hükümlerini”n 1946’da yürürlükten kaldırıldığını ileri sürüyor.
Bu fevkalade ilginç bir iddia. Ne olmuş mesela? 1926’da tarif edilen özel hudut bölgesi 1946/ 47’de ilga mı edilmiş? İki devletin birine yönelik bir faaliyete karşı ikisinin de ortak önlemler alması yolundaki hükümler yürürlükten mi kaldırılmış? 1926’nın İkinci Kısmı kaldırılmış da yerine ne konmuş? Bu soruların cevabını almak için, Türkmen’in “bir anlaşma” demesini yeterli bulmuyorum ve ben de Oran’ın yaptığı gibi, 29 Mart 1946 tarihinde Ankara’da imzalanan “Türkiye ile Irak arasında Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması”na ve onun 5 Eylül 1947 tarihli ek protokollerine gidiyorum.
6 Numaralı Ek Protokol yani Hudut Protokolü’nün 25. Maddesi gerçekten de “Bu protokol Türkiye ile Irak arasında 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara’da imzalanmış olan Antlaşmanın iyi komşuluk münasebetlerine dair bulunan ikinci bölümünün yerini tutacaktır” diyor. Ben, “Bu protokol, 2. Fasıl’ın hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır” gibi bir ifade görmüyorum ama “yerini tutacaktır” ifadesinin anlamlarını tartışmayı hukukçulara bıraktıktan sonra, içeriğe bakmaksızın, 1926 hükümlerinin yürürlükten kaldırılıp kaldırılmadığını bir tarihçi olarak söyleyemem gibime geliyor.
1926 Ankara 2. Fasıl ve 1947 Hudut Protokolü arasında dikkatimi ilk çeken devamlılık, 1926’da tarif edilen özel hudut bölgesinin aynen devam ettiğini görmek oluyor. Protokolün birinci maddesi şöyle: “Anlaşan Taraflar iki memleket arasındaki hududun her iki yanında 75 er kilometrelik bir bölgede çıkacak ve hudut münasebetlerinin ahengini bozacak mahiyetteki her türlü olay ve anlaşmazlığın çözülmesini, bu Protokolde belirtilen şartlara göre, sağlamak hususunda uyuşmuşlardır.” Şimdi hukuk açısından yürürlükten kalkmış bir hüküm mü oluyor 150 kilometrelik bölge? Dahası, neden iki tarafta yetmiş beşer kilometre olduğunu 1926 Ankara Antlaşması’na bağlamayacak mıyız?
“Hudut Bölgesinde Genel Düzen ve Güvenlik” başlığını taşıyan üçüncü bölümdeki 11. Madde ise şöyle: “Anlaşan Taraflar hudut bölgelerinin öteki Tarafın güvenlik ve ülke bütünlüğüne karşı yönetilecek hareketler için kullanılmasına, herbirinin kendi toprağında kendi takdirine bırakılan, uygun tedbirlerle engel olmayı karşılıklı olarak taahhüt ederler.” Bu ifadeler 1926’ya göre daha nettir. Herkesin kendi toprağında önlemler alacağı açıkça belirtiliyor ama 12. Maddeden de kolaylıkla görülebileceği gibi tarafların, taraflardan birine yönelik faaliyetler hususunda birbirleriyle koordineli hareket etmeleri hatta tam bir uzlaşmayla önlem almaları hükme bağlanıyor:
“Yetkili hudut makamları hudut bölgesinde öteki Tarafın rejimine veya güvenliğine karşı yönetilen eylemlerde bulunmak amacıyla bir veya birkaç şahıs tarafından hazırlıklar yapıldığını öğrendikleri takdirde hemen birbirlerine haber verecekler ve bu hususta elde edebilecekleri bütün bilgileri birbirlerine bildireceklerdir.
(…)
İki memleketten her birinin makamları gerek bu eylemlerin önüne geçmek, gerek faillerin hududu aşmalarını önlemek için bütün faydalı tedbirleri alacaklardır; bu hususta alınacak tedbirler lüzumunda hudut toplantılarında oybirliğiyle kararlaştırılacaktır.”
Bana göre, 1926 ile daha pek çok devamlılık var. Mesela Protokol Madde 23, “Bir Tarafın vatandaşı olan ve aynı zamanda vatandaşı olduğu Devletin ülkesinde oturan şahıslarla öteki taraf resmî makamları yazışma ve konuşma yapmaktan sakınacaklardır” diyor. Bu madde şimdi, 1926’nın 12. Maddesinin ilk bendini yürürlükten mi kaldırıyor yoksa aynı hükmü koruyor mu? Orada da “Türkiye ve Irak memurları diğer taraf tebaasından olup bilfiil onun arazisinde bulunan” şahıslar ile “resmî veya siyasî mahiyeti haiz her nevi muhabereden” kaçınacaklardı da…
Tabii ki ne 1926 ne de 1947 ülkelerden birine tek taraflı müdahale hakkı veriyor. Fakat her ikisine de ortak müdahale hakkı ve yükümlülükleri getiriyor. Üstelik 1947 protokolü, 1926 antlaşmasına göre daha açık ve modern bir dil kullanarak tarafların, “güvenlik ve ülke bütünlüğüne” ve “rejimine veya güvenliğine” karşı yönelebilecek faaliyetlerin birlikte engellenmesini öngörüyor. Bunu böylece belirledikten sonra, burada 1947’nin hangi maddesi 1926’da neymiş egzersizini yapmaya artık lüzum görmüyorum.
Son olarak, Oran 6. noktasında şöyle diyor: “Irak’ın toprak bütünlüğüne zarar gelmemesi” kaydı ise ne 1926’da var, ne de 1946’da. Her ikisinde de sadece “sınır çizgisinin bütünlüğü” ve “hududa riayet” var. Buradan Türkiye’nin müdahale hakkı olduğunu çıkarmak büyük marifet. Böyle şeyler anca ısmarlama yapılabilir, iskarpin gibi. Veya iktidara yalakalık için.” Türkiye’nin tek taraflı müdahalesi hakkındaki görüşlerimi bir daha tekrara gerek duymuyorum ama Baskın Bey’in bu antlaşmalar ve toprak bütünlüğü hakkındaki görüşünde yanıldığını söylemek durumundayım. 1947 protokolünde olan ve yukarıda geçen referanslar bir yana, 1946 Ankara Antlaşması’nın birinci maddesi aynen “Antlaşan taraflar birbirinin ülke bütünlüğüne ve 1926 tarihli Antlaşma ile belirtilmiş ve çizilmiş olan aralarındaki hududa riayet etmeyi taahhüt ederler” diyor.
Hududa riayet muhakkak ki mevcut ama bir de “sınır çizgisinin bütünlüğü”nden değil “ülke bütünlüğü” diye bir şeyden bahsediyorlar. Dahası, Oran’ın kendisinin de alıntıladığı 1946 Ankara Antlaşması’nın 4. Maddesi, taraflardan birinin ülke bütünlüğüne herhangi bir saldırı tehdidi veya saldırı olduğunda BM’e hemen haber vereceklerini kayıt altına almamış mıydı? Tarafların toprak bütünlüklerini korumak için 1946’da, savaştan hemen sonra kurulmuş ve çok ümit veren bir örgüt olarak BM’e güvenip çare olarak görmeleri belki bugünden bakınca oldukça saf bir davranış olarak görülebilir. Ama BM’de veto hakkı olan ülkelerin, herhangi bir BM onayı olmaksızın ülkeleri işgal ederek parça parça ettikleri bir dönem değildi henüz. Başka ne yapacak, toprak bütünlüklerine zarar gelmemesi için daha nasıl bir kayıt getireceklerdi?
.22/10/2017 00:32
Nasihat-nâme değil Sokullu’dan kurtulma eylem planı
1579’dan önce yazılarak III. Murad’a sunulan Hırzü’l-Mülûk, adil ve işler bir toplum yapısına kavuşmak için başta padişah olmak üzere bütün devlet görevlilerinin ve reayanın nasıl davranmaları gerektiğini mümkün olduğunca genelleyerek ve kişiselleştirmeden uzak durarak anlatmaya çalışıyordu ama asıl derdi “Sokullu meselesini” çözmekti. Bu anlamda, bu metne “teorik” bir metin denemez ve zaten anonim yazarı da Sokullu’nun adını açıkça anarak ona olan muhalefetini açığa vurmuştur.
Geçen yazımda, Hırzü’l-Mülûk’un III. Murad’a, Sokullu’nun mallarının ve servetinin müsadere edilmesi yolunu gösterdiği düşüncesinde olduğumu yazmıştım. Paşa’nın gelirlerinin, yeniçerilerin hepsinin maaşına fazlasıyla yeteceğinin söylenmesinin daha başka nasıl bir anlamı olabilirdi ki? Bahusus, yazar, kamu kaynaklı bu servetin Sokullu’nun elinde bırakılmasının bir “israf” olduğunu söylemiş ve padişahı harekete geçmeye davet etmişken… Ne var ki metnin hiçbir yerinde de “Mehmed Paşa katledilsin ve malı miriye zapt edilsin” açıklığında bir ifade yok. Belki de Hırzü’l-Mülûk yazarı, Sokullu’nun katlini önermiyor, sadece Sokullu sonrası için birtakım nasihatler ediyor, “gelecekte bu yanlışlar yapılmasın” uyarılarında bulunuyordu. Bu uyarılarda bulunduğu tabii ki müsellem keyfiyettir de biz Sokullu suikastının arkaplanını konuşuyorduk… “Metin bir bütün olarak değerlendirildiğinde bu ihtimal çok düşüyor” diyerek kanaatimi zaten söyledim şimdi bunun içini doldurmaya çalışayım.
Hırzü’l-Mülûk yazarının çok dikkat çekici bir görüşü vardır: Raşid halifeleri kendi adlarına bağımsız yöneticiler olarak görmüyor ve Hz. Muhammed’in “vezirleri” olarak sunuyor. “Hazret-i Ebu Bekir Sıddık ki Sultan-ı enbiyanın vezir-i azamı makamında yâr-i ‘atiki ve vefâdar refikiydi” diyor. Tabii ki bir unvan olarak “vezir” çok sonraları, Abbasiler zamanında ortaya çıkmıştır ama ilk bakışta bunun, Hz. Muhammed’in hayatındaki durumu ve Hz. Ebu Bekir’in o sıradaki konumunu aksettirdiği düşünülebilir. Ne var ki, yazar, Hz. Ömer’e “vezir-i sânî”, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye de “vezir-i sâlis” ve “vezir-i râbî” diyor.
İşte, bu “vezirlerin” şanları ve heybetleri cihanı tutmuşken onların giydikleri aba ve eski pamuklu kumaştan ibaret imiş (giydikleri pelâs ve bir köhne kirbas idi). Kıssadan hisse, makamın büyüklüğü mal ve varlık ile olmaz, belki padişah ve halifeye sadakatle hizmet etmekle olurmuş. İlk bakışta, tevazu telkin eden, devlet adamlarına gösterişten kaçınmalarını ve büyüklüğü sadece padişaha hizmet ile yakalamayı öneren tipik bir “nasihat” diyebiliriz. Ama yazarımız biraz daha fazlasını söylüyor:
“[İllâ hıyanet ile mevsuf olanlar her ne mertebe âli mansıbda olsalar yine sitâreleri düşkün ve yüzleri kara ve rikâb-ı saltanatta ettikleri hıyanet elbette bir gün aşikâre olur ve her biri şanlarına lâyık ve sezâ olan cezayı bulur.”
Yani, özellikleri hıyanet olanların makamları ne kadar yüksek olursa olsun yıldızları düşkündür ve bir gün ettikleri hıyanet ortaya çıkar ve cezalandırılırlar! Mal ve servet biriktirmeyi anladık da bir de ihanet boyutu mu varmış işin? Neymiş bu ihanetin niteliği? Dahası bu suçlamalar (ve temennilerin) muhatabı Sokullu muydu?

Metin burasını açıkça söylemiyor, sadece bir genel uyarı yapıyor, sadrazam olanların “dünya kiriyle” bulaşığı olmaması gerektiğini, reayanın ve yoksulların işleriyle uğraşmaları ve kamu hazinesini çoğaltmaya bakmalarını (tevfir-i beytü’l-mâl ile mukayyed olup) salık veriyor. Yalnız burada bile, Sokullu’nun kişisel orijinlerine ve devşirme kökenlerine bir gönderme vardır. Yazar, Hak teâlâ’nın inayet ederek, bir kişiyi küfür ve sapkınlık ülkesinden hidayet mülküne çıkarıp İslâm nimetiyle hisselendirmesi ve onu İslâm padişahına vezir yapması saadetinin yeterli olması gerektiğini söylüyor.
Sokullu’nun hangi yöntemlerle hazine arazilerini kendisine temlik ettirdiğini görmüştük. Hırzü’l-Mülûk yazarının en fazla eleştirel olduğu noktalardan biri, devlet görevlilerine ve özelde Sokullu’ya bu arazilerin mülk olarak verilmesidir. Böyle olunca “kılıç tımar” sayısı azalmakta, yani ihtiyaç zamanında fiilen orduya katılarak savaşacak tımarlı sipahi sayısı düşmekteydi. Burada küçük bir parantez açayım ve Yeni Dünya’nın keşfi ve sonra da kolonileştirilmesi nedeniyle Avrupa kıtasına gelen gümüşün, Osmanlı sistemine girmeye başlamasının gerçekten de önemli sonuçlar doğurduğunu, her şeyden önce ekonomide bir parasallaşma yarattığını, bunun da dirlik sistemi üzerinde yıkıcı etkileri olduğunu söyleyeyim. Sokullu’nun, Adriyatik kıyılarında kontrol ettiği, köyler, kasabalar ve iskelelerden Venedik ve başkalarına yapılan tahıl satışı muhakkak ki Sokullu’ya ve sonuçta sisteme nakit getiriyordu ama dirlik sistemini de bir anlamda bozuyor, gelirini azaltıyor, battal ve gereksiz kılıyordu. Reayası mülk araziye ve çiftliklere göç eden tımarların gelirleri ve dolayısıyla besleyebilecekleri asker sayısı düşüyordu. Bunun yarattığı sakıncaları gidermek içinse dirlik değil de nakit karşılığında istihdam edilen yeniçeriler ve diğer askerlerin sayıları artmak durumundaydı. Bu ise daha fazla nakde ihtiyaç gösterecekti.
Hırzü’l-Mülûk yazarının düzeltilmesini istediği temel bozukluk da aslında buydu. Ona göre memleketler ve vilayetler fethetmenin amacı ülkeyi genişletmek ve hazineyi çoğaltmaktı yoksa vezirlere ve diğerlerine temlik etmek değildi. Daha fazla toprak daha fazla sipahiyi beslemek içindi, şahıslara mülk olarak verilmek için değildi. Dolayısıyla önerisi basitti, arazi vezirlere mülk olarak verilmemeliydi:
“Lâzım olan oldur ki min ba‘d vüzeraya ve gayra karyeler ve mezralar ve bilcümle arz-ı mirîden bir nesne temlik olunmak reva buyurulmaya. Eğer bir miktar zamana değin dahi bu minval üzere karyeler ve mezralar temlik olunursa varidat masarife kifayet etmediğinden gayrı kılıç tımar cüz’i kalıp (…) bir taraftan a‘dâ hareket ve hücum eylese mukavemette külli müzayaka ve ıztırab çekilmek lâzım gelir. Asıl münasib olan hiç temlik olunmamak gerek…”
Burada, biraz derinlemesine mi okuyorum, bilmiyorum ama “min ba‘d” (bundan sonra) ifadesini önemli görüyorum. Ne olacaktı da bundan sonra kimseye arazi temlik edilmeyecekti? Dahası o ayrıntılı bir şekilde tarif ettiği “Sokullu düzenine” ne olacaktı ki onun bir sonrası olsun? Öyle sanıyorum ki yazar, Sokullu ve onun kurduğu sistemin ortadan kalkacağı varsayımıyla bu tavsiyelerde bulunuyordu. Aslında bütün önerileri, ancak Sokullu’nun devreden çıkarıldığı veya ortadan kaldırıldığı bir dünyada geçerli olabilirdi.
Hırzü’l-Mülûk yazarı bu hususta büyük bir tutarlılık içindedir. Söylediği her şey, Sokullu’nun yaptıklarını tersine çevirmekle ilgiliydi. Bunun için de ortada bir Sokullu olmaması gerekiyordu. Mesela, sadrazama hiç mülk verilmemesinin en iyisi olduğunu söyledikten sonra eğer verilirse ancak bir-iki köy verilmesini söylemekteydi. Sadrazam tamahtan uzak durmalıydı. Eğer ahireti için bir cami ve imaret yapmak arzusunda olursa padişah buna izin vermeliydi. Ama “müteaddid imaret ve cami yapmaya ruhsat buyurulmaya” idi… Herhangi bir yerde cami ve imarete ihtiyaç olursa vezirler ve diğerlerinin arasından daha önce cami yapmayanlara izin verilmeliydi. Bu ifadeler, ancak Sokullu’nun kendi adıyla anılan çok sayıda külliye yaptırdığı ve bunları ayakta tutmak için de yine çok sayıda vakfa gerek duyduğu bilinirse anlam kazanıyor. Yazara göre reayadan ve başkalarından mal toplayarak böyle külliyeler yapmak “öksüz oğlanın kaftanın arkasından alıp dul avrata geyürmek (giydirmek)” gibiydi. Kısaca yazarımız, Sokullu’nun külliye yaptırmak gerekçesiyle kamu arazilerini veya reayadan edindiği kendi mülk arazilerini vakıf haline getirmesine ve dolayısıyla devletin toplayacağı verginin azalmasına karşıydı ve benzer bir durumun tekrarının önlenmesini istiyordu.
Aynı şekilde ; “Ve hidmet-i vezaret evladı ve tevâbi‘i (bağımlıları) çok kimesneye verilmeyip akvam ve akrabası yok bir akıl ve müstakim kullarına inayet buyurulmak gerektir” dediğinde de aklında Sokullu vardı. Sadrazamın zihni, çocukları ve bağımlılarının geleceği ile meşgul olmamalı, sadece memleket işlerine ve reayanın asayişine bakmalıydı. Sadrazam, “müdebbir-i umur-ı cumhur-ı ümem” (halkın işlerini düzenleyen) olduğu için, kendi başına iş yapıp, kendini beğenmemeliydi. İşlerinde meşveret etmeliydi. Kendisine yüksek saraylar ve çok sayıda binalar yapmak ve köyler temlik ettirmek sevdasında olmamalıydı. Görevleri ehline vermeli, kendine mensup olanların başını “devlet ve izzetle evc-i Süreyya’ya (Süreyya / Ülker yıldızının tepesine) çıkarıp”, başkalarına intisap ettikleri için “mağzubu” olanların (gazabına uğrayanların) gözyaşını akıtmamalıydı. Üstelik sadrazamın hasları “leb-i deryada” değil, Sivas, Halep, Diyarbekir ve Erzurum gibi içerideki beylerbeyliklerinde bulunmalıydı. “Niye?” diye sormuyoruz değil mi? Sokullu’nun hasları (ve mülkleri) deniz kıyısındaydı, o da voyvodaları aracılığıyla tahıl ticareti yapıyordu ya…
Geldik “ihanet” bahsine. Burada dört başı mamur bir komplo teorisi vardır. Hırzü’l-Mülûk yazarına göre padişah-ı İslâm’ın vekili olan kişi ham bir tamaha düşerek, “ashab-ı nar” (cehennemlik) dediği Avrupalıların sayısız akça ve dinarlarını almak hevesindeymiş. Padişah, ne zaman, ya bizzat kendisi giderek veya bir serdar göndererek gaza ve cihada niyetli olsa bu sadrazam (Sokullu), sırf inanmayanları korumak (mücerred kefereyi sıyanet) için çeşit çeşit sebepler beyan edip fütuhat yapılmasını engelliyormuş.
Bu ifadeler, Hırzü’l-Mülûk’un anonim yazarının Sokullu’nun muhalifi olmakla kalmayıp, imparatorluktaki savaş lobisine yakın biri olduğuna işaret ediyor. Dahası, yazar, Sokullu’nun savaştan uzak durma çabalarını sadece Hristiyanları korumak arzusuna bağlamakla da kalmıyor. Ona dinî bir sapkınlık da affediyor: “Neuzu billahi Teâlâ; amma yevm-i miada münkir olanlardan bu mertebeler istib‘âd olunacak değildir”. Buradaki suçlama, “yevm-i miada” yani kıyamet gününe inanmamak, onu inkâr etmek gibi dehrîlik anlamına gelebilecek gayet spesifik bir suçlamadır. Böyle inkârcılardan bu derecede bir ihanet beklemek de olmayacak bir şey değilmiş! Öyle görünüyor ki, siyasî mücadelenin, işin içine dini karıştıracak kadar sertleştiği bir dönemdi. Yazar, bu dediğini desteklemek için geçmişten başka ihanet örnekleri veriyor. Mesela Kanunî’nin Körfös / Korfu seferi sırasında, Venedikliler altın yüklü varillerle dolu bir kalitayı gizlice Ayas Paşa’ya göndermiş ve onun çabalarıyla seferden vazgeçilmiş…
Ona göre padişahın eski usul gözetmesine de gerek yokmuş. Daha tahta çıkmadan vezirleri iyice araştırmalı ve altıncı, yedinci, dördüncü, beşinci “dinlemeyip” hangisi sadrazamlığa uygunsa onu atamalıymış. Yazar, “vezaret hidmetine harem-i şeriften çıkmak lâzımdır denilmeyip”, yani enderundan yetişip yetişmediğine bakmaksızın temiz birinin atanabileceğini de söylüyor ve Yavuz’un sadrazamı Piri Mehmed Paşa örneğini veriyor. Bunu ise yazarın “devşirme vezirler tahakkümüne” bir karşı çıkışı olarak görmek mümkündür.
Her hâlükârda, III. Murad’ı sadrazamdan kurtularak idareyi doğrudan üstlenmeye teşvik eden bir metinle karşı karşıyayız. Yazar “Saltanatın lezzeti dâd u dihiş (ihsan ve bağış, makamların tevcihi) iledir. Beş on yıldan beri dâd u dihiş padişahlardan gidip veziriazam olanlar tasarrufuna düşmüştür” diye şikâyet ediyor ve durumun düzeltilmesini öneriyor. O dediği süre içinde gerçekten de “padişahlar” vardı ama veziriazam bir taneydi. O da yazarın açıkça adını verdiği gibi “bilfiil sadrazam” olan Sokullu’dan başkası değildi. Çoğul formu kullanması kimseyi yanıltmamalı.
.29/10/2017 00:34
Meğerse Yeniçeri ocağını Kanuni kurmuş
Tam adı Hulâsatü’l-Kelâm fî Reddi’l-Avâm olan ama daha çok “Koca Sekbanbaşı Risalesi” adıyla tanınan eser bir yönüyle köklü nasihat-nâme edebiyatına yaslansa da aslında siyasî bir propaganda metniydi. Döneminin konuşma diline yakın canlı bir dille kaleme alındığına bakılırsa, III. Selim’in uygulamaya koyduğu Nizam-ı Cedid’i, Osmanlı seçkinlerindense, geniş halk kitlelerine anlatmayı hedeflemişti. Hatta amacı, “bir müddetten beri” “kendi üzerlerine hiç lâzım olmayan sözlerle kahvehane ve berber dükkânları ve meyhanelerde” devleti çekiştiren ve kötüleyen “avâm-ı nas”ın dediklerini çürütmek olduğu için bir bakıma bir karşı-propaganda metni bile denilebilir. Halk için bir nasihat-nâme de diyebiliriz.
Devletin nizamının bozulmasına zaten bu durum sebep olmuş. Görünürde Müslüman olup aslında “mesele-i taharetlerinden habersiz” olan manav, bakkal, kayıkçı, balıkçı ve hamal türü birtakım insanların devlet işlerini konuştukları için tedibi, hatta “nizam-ı âlem için siyasetleri” (idamları) gerekse de “hasbeliktiza” yaptıkları görmezden geliniyormuş. Yine de onların bu edepsiz hâllerinin sergilenmesi ve konuştukları konulardaki gerçek durumun gösterilmesi için padişah bir risale yazılmasını istemiş. Risalenin yazarı da Nizam-ı Cedid karşıtlarıyla giriştiği “topsuz ve tüfeksiz” tartışmalarını aktararak eserini oluşturmuş.
Bu amaçla yazılan bir risalenin elyazması olarak kalmayacağı ve baskı için hazırlanmış olduğu güçlü bir ihtimaldir. Ne var ki Hulâsatü’l-Kelâm III. Selim döneminde hiç basılmamıştır. Fakat İngilizce tam metin çevirisi, William Wilkinson’ın Eflak Beyliği hakkındaki 1820 tarihli kitabında verilmiştir. Metin kısa bir süre sonra, 1828-29’da Esad Efendi’nin Üss-i Zafer’inde genişçe kullanılmıştır. Aynı şekilde, Ahmed Cevdet Paşa da Tarih-i Cevdet’te bir özetini yapmıştır. Ebuzziya Tevfik’in Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye’sinde de kısmî olarak yayınlanan Hulâsatü’l-Kelâm’ın Osmanlıca tam metin olarak kamunun önüne çıkması Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası’nın eki olarak yayınlandığı 1910 yılını bulmuştur.
Üzerinde çok konuşulan ve tartışılan bu metin 1974’te Sayın Abdullah Uçman tarafından yayına hazırlanmıştır. Bu yayının, döneminde bir ihtiyacı karşılamasına ve çok faydalı olmasına rağmen Hulâsatü’l-Kelâm’ın tam bilimsel yeni bir yayınının yapılmasında büyük fayda vardır. Bendeniz de 1995’te arşivde, yeniçeriliğin ilgasına ait ferman kopyaları arasında bu metnin eksik bir nüshasını buldum ve üzerine sonra bir de makale yazdım çünkü bu arşiv nüshasında, metne düşülmüş son derece ilginç derkenarlar bulunmaktaydı. Daha sonra da Aysel Yıldız bana, arşivde bulduğu bir parçayı daha ulaştırdı ama onda derkenarlar yoktu.
O makalemde bu derkenarların birinde olan 1222 tarihini bütün Hulâsatü’l-Kelâm’ın yazılış tarihi olarak algılamakta ise hata etmişim. 1222 yılının sadece son ayı 1808 milâdî yılına denk geldiği ve daha da önemlisi III. Selim 29 Mayıs 1807’de tahttan indirildiği için, Nizam-ı Cedid’i hararetle savunan bu metnin, Nizam-ı Cedid’in ilgasından sonra onun halefi IV. Mustafa’ya sunulmayacağı varsayımıyla yazım tarihini 1807 olarak kabul etmiştim.
Başı ve sonu olmayan, üstelik arşivciler tarafından üzerine iyice yanlış olarak 1241 (1826) tarihi atılan bir belgenin aslında Koca Sekbanbaşı risalesinden geldiğini teşhis etmek ve II. Mahmud değil, III. Selim dönemine ait olduğunu tesbit etmek de bir şeydi ama hata, hatadır. Derkenardaki tarih, evvelemirde derkenarın yazıldığı tarih olmalıdır. Otomatik olarak niçin tüm metnin tarihi olsun ki? Bahusus, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde dikkat çekildiği gibi Hulâsatü’l-Kelâm’ın metninde 1217 (1802-1803) yılı için “geçen sene” ifadesi kullanıldığı ve orada anlatılan hadisenin 1803 yılı kışına ait olduğu dikkate alınırsa, eserin yazım yılının da 1804 olması ihtimali çok ağırlıklıdır. Hele, risaleyi kimin yazdığına dair araştırmaların ve tartışmaların sonradan geldiği nokta dikkate alınırsa 1807 yılının iyice bir imkânsızlık olduğu ortaya çıkıyor.
O tartışmaya da kısaca değineyim. Ben makalemi Finlandiya’daki bir toplantıda, 1997’de tebliğ olarak sunmuştum. Basılması birkaç yılı buldu. Orada, Wilkinson’da bulunan ve risalenin, “Çelebi Efendi, danışman, devlet nazırı” tarafından yazıldığını söyleyen kayda dayanarak, başta merhum Niyazi Berkes olmak üzere, daha başkaları gibi ben de Hulâsatü’l-Kelâm’ın Çelebi Efendi lâkabıyla bilinen Mustafa Reşid Efendi tarafından yazıldığını düşünmüş ve risaledeki bazı otobiyografik bilgi parçaları ile onun biyografisini bir araya getirme denemeleri yapmıştım. Aynı dönemde Sayın Ali Birinci ile Kemal Beydilli Hocamız arasında bu müellifin kim olabileceğine dair canlı bir tartışma yaşanmıştı.
2005’te ise Kemal Bey, Esad Efendi’nin Üss-i Zafer’indeki kayıtları zikrederek bu müellifin Vakanüvis Vâsıf Ahmed Efendi olduğunu yazdı ve “Esad Efendi, Cevdet Paşa dâhil herkesi mahcup etmiştir!” dedi. Cevdet Paşa’dan başlayarak tarihçilerin Üss-i Zafer’i dikkatle veya tam olarak okumadığını dile getiriyordu ve tabii ki haklıydı. 1791’de Osmanlı- Rus savaşı sona doğru yaklaşırken Maçin yenilgisi üzerine, Osmanlı ordusu, artık savaşacak hâli kalmadığının İstanbul’a bildirilmesini Sadrazam Koca Yusuf Paşa’dan istemiş, sadrazam da bunu yazamayacağını söylediğinde subaylar toplu bir dilekçeyi (mahzar) kendilerinin yazacaklarını söylemişlerdir. İşte, Beydilli’nin de dikkat çektiği gibi Hulâsatü’l-Kelâm yazarının bu dilekçeyle ilgili olarak “kalemimle olmuştur” demesi onun kimliğinin tesbiti için çok önemlidir.
Esad Efendi ise bu hadiseyi anlattıktan sonra Vâsıf Efendi’yi kastederek “Hatta mahzar-ı mezbûr müverrih-i mûmâileyhin kalemiyle mestur olduğu kendisinden mervidir” diyor. Yani söz konusu dilekçenin onun kalemiyle yazıldığı yine kendisinden rivayet olunuyormuş. Esad Efendi, burada, mahzarı yazdığını kendisine söyleyen Vâsıf için neden hafif de olsa şüphe uyandıracak şekilde “mervidir” diyor ve daha az muğlak bir ifade kullanmıyor, mesela “mesmudur” (işitilmiştir) demiyor, bunu bilemiyorum. Dahası, Vâsıf Efendi’nin biyografisi ile Hulâsatü’l-Kelâm’daki otobiyografik pasajların birebir örtüşmesi söz konusu değil. Fakat bir şüphe varsa bu ancak mahzarı Vasıf’ın yazdığı hakkında olabilir çünkü Esad Efendi, iki ayrı yerde Hulâsatü’l-Kelâm’dan alıntı yaparken adını vermese de bu risaleyi Vâsıf Efendi’nin yazdığını söylüyor.
Dolayısıyla, Hulâsatü’l-Kelâm’ın yazarının kim olduğu meselesine, tabii ki aksine bir bilgi çıkıncaya kadar, artık çözülmüş gözüyle bakabiliriz. İşte böyle olunca da benim 1222 / 1807 tarihlemem gerçekten bir imkânsızlık oluyor çünkü Vâsıf, Ekim 1806’da ölmüştür. Öte yandan, Sayın Mücteba İlgürel’in, risalenin “asıl adının Muhassenât-ı Asker-i Cedîd olduğu tesbit edilmiştir” şeklinde, Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nde vardığı yargıya katılamıyorum. Her şeyden önce, risalenin adının ne olduğu metnin girişinde gayet açık olarak veriliyor. Esad Efendi’nin, “Vâsıf Efendi muhassenât-ı asker-i cedîd zımnında risâle-i mahsûsasında tahrîr eder icmâli şudur ki” ifadelerinden, risalenin adının Muhassenât-ı Asker-i Cedîd olduğu çıkmaz ki… Esad sadece, Vâsıf’ın risalesinde yeni ordunun faydalarını anlatmak amacıyla yazdıklarını özetliyor.
Görüldüğü gibi Osmanlı tarihçiliği zor. Tarihçilerin mesaisinin önemli bir kısmı anonim yazarların kimliklerini tahmin ve tesbit etmek veya tarihsiz belgelerin ne zaman yazıldığını bulmak gibi en temel konularla uğraşmaya harcanıyor. Yukarıdaki örnekte bu çapaklar nihayet ortadan kalktığı için şimdi gönül rahatlığıyla sorabiliriz: Osmanlı devletinin resmî vakanüvisi Vâsıf Ahmed Efendi, halk tabakasına Nizam-ı Cedid propagandası yaparken nasıl bir “tarih” anlatmıştı acaba? İşte bu noktada metin gerçekten cümbüşlü bir hâl alıyor. “Halk (veya Türk) bunlar, doğrusunu nereden bilecekler?” gibisinden bir düşüncenin eseri midir, nedir, Vâsıf, tarihçi olarak pekâlâ doğrusunu bilmesine rağmen inanılması güç çarpıtmalara imza atmış bulunuyor. İsterseniz daha süslü ve kibar ifade edeyim: Vâsıf, tarih malzemesini büyük bir özgüvenle hamur gibi yoğuruyor, kurgusal bir zemine çekerek bizlere türler arası nefis bir alternatif tarih yaklaşımı sunuyor… Sonuç pek değişmiyor. Yeniçeri ordusunu Kanuni Sultan Süleyman’a kurdurttuktan sonra…
Şaka gibi ama Hulâsatü’l-Kelâm, hem de pek çok yerde aynen bunu söylüyor. Risalede kendisini yeniçeri oğlu yeniçeri ve 1733 / 34 yılından beri seferlere katılmış 87 yaşındaki tecrübeli bir ihtiyar olarak gösteren Vâsıf, bunu tabii ki belirli bir kurgu içinde yapıyor. Dediğine göre, kendi günündeki yeniçeriler, neden yeni bir orduya gerek olduğunu sorguluyor ve “Âl-i Osman askeri kılıç ile dünyayı fethettikleri vakitte Nizam-ı Cedid askeri yoktu. (…) Bunlara hâcet yoktur. Hemen bize düşmanı göstersinler, dalkılıç olur düşman ordusuna dalarız, harab ederiz ve kralın tâcını, tahtını başına geçirip Kızıl Elma’ya dek gideriz” diyorlarmış.
Yazarımızın bu görüşlere cevapları ilginçtir. Buna göre, Kanuni zamanına gelinceye dek “Frengistan devletlerinin ve cumhurlarının birinde süratle top atmak ve çabuk çabuk tüfek kullanmak ve küçük topları tüfek gibi âsân (kolayca) kullanmak” ve savaş talimleri etmek gibi sanatlar olmayıp “bayağıca perişan-hâl askerle bizimle cenk” ederlermiş. Savaşlarda galibiyet de genellikle Osmanlı tarafında kalırmış. Fakat Tanrının hikmeti, nasılsa Kanuni, Nemçe seferinde üst üste birkaç sene sürekli olarak yenilince bu bozgunluğun, düzensiz olan “askerimizden” kaynaklandığını anlamış ve “nizam ve intizamlı asker ocaklarını ihdas” ederek yeniden asker yazmaya başlamış. Bu asker, yeniçeriler oluyor tabii…
O zaman da “dirliksiz taifesinden bir alay” şuursuzlar bu kurulan ocak, asker ve kanunu beğenmeyip tezvirata başlamışlar:
“Dünya filasl yeniçeri ile mi fetholundu? Sekban, acemiyan ve sair gönüllüyan ile fetholundu. Bu nasıl ocaktır, yazılan askerlerin kıyafetleri bizim gördüğümüz ve işittiğimiz şeyler değildir. Çorbacı ve odabaşı kalafatları nedir? Ve saka, aşçı ve karakullukçu kıyafetleri ve sair esvapları nasıl acayip şeylerdir.”
Dedikoduları böyle çoğaltıp “Yeniçeri Ocağı’na yazılan ve yazılacak askeri iğfal” ettikleri için “bir günde yüz adam yazılmış olsa ertesi günü iki yüzü kaçmaya” başlamış. Kanuni de Hacı Bektaş Veli’nin evladından ve onun postunda oturan birinin zamanın kutbu olduğunu haber alınca onu Anadolu’dan getirtip, yenilgi hâlini anlatmış ve Müslümanların galip gelmesi için ocağı kurduğunu söylemiş. Ocaklara yazılan askerlerin kaçmaması ve sebat etmesi için dua talebinde bulunmuş. O zat da ocağa giderek dua edince, yeniçeriler “Bizler Hacı Bektaş köçekleri olduk” demiş ve artık ocaktan kaçmamışlar. “Böyle başı bağlı ve o vakte göre nizamlı asker” ile düşman üzerine gidilince zaferler kazanılmış. Düşman kralları da vaziyeti görüp, akıllı adamlarını belli bir yerde meşveret ettirmişler. Meselenin Osmanlı askerini ordularına sokmamak olduğunu anlamış ve çare olarak ateş gücü yüksek düzenli ordular kurma yoluna gitmişler.
Hikâyenin tabii ki arkası var ama bu kadarı kâfidir. Halkın anlayacağı şekilde herhâlde şu mesajlar verilmek isteniyordu: Kanuni gibi bir padişah, Avusturyalılara karşı sürekli yenildiğine göre şimdilerde yenilenlere o kadar kabahat bulmayalım. O, çareyi, kendi döneminin düzenli ordusu olan Yeniçeri Ocağı’nı kurmakta gördüyse şimdi de aynısı olmalıdır. Halkın gönlünü Nizam-ı Cedid’e ısındırmak gibi yüce bir amaç söz konusu olduğunda tarihî gerçeklerin kurban edilmesine de kimseler itiraz etmezdi herhâlde.
.05/11/2017 00:08
‘Koca sekbanbaşı’nın Türkleri vasfettiğidir
Vakanüvis Ahmed Vâsıf Efendi’nin Hülâsatü’l-Kelâm’ı (Koca Sekbanbaşı Risalesi) her şeyden önce Nizam-ı Cedid’in propagandasını yapmak için kaleme alınmıştı ve önceliği doğru tarih bilgisi vermek değildi. Yeniçeri Ocağı’nı Kanuni’ye nasıl kurdurttuğunu gördük.
Vâsıf Efendi “halk için, halk diliyle” yazdığı bu metinde argümanlarını savunmak için “tarihten” deliller getirmekle kalmaz, imparatorluktaki değişik etnik gruplar hakkında birtakım görüşler ve önyargıları da dillendirir. Bunların başında Türkler gelmektedir. O kadar ki metnin bütünü dikkate alınınca Vâsıf’ın, “Türk” diye adlandırdığı insanlar için bir grup profili çizmek açısından ciddî bir çaba içerisinde olduğu açık bir şekilde görülebilmektedir. Bunu niçin yapıyordu? Kendisi de imparatorluğun ağırlıklı olarak Türk olmayan bir bölgesinden, Bağdat’tan gelen Vâsıf, “Osmanlı” sınıfının yani yönetici elitin önyargılarını mı yansıtıyordu? 18. Yüzyılın sonlarında kendilerini “Türk”tense, sadece “şehrî” (şehirli) olarak nitelendiren payitaht ahalisinin hoşuna gidecek bir dil kullanırsa Nizam-ı Cedid propagandasının daha başarılı olacağını mı düşünüyordu? Dahası kimlerdi onun dilindeki bu “Türkler”? Diyorum ki, bu soruları akılda tutarak metne sistematik bir gözle bakalım.
Rusya’nın Karadeniz’e çıkmasından sonra Osmanlı yöneticileri kuzeyden İstanbul’u hedef alacak bir saldırıdan hep çekinmiş ve Boğaz girişinde kaleler yaptırmak gibi önlemler almışlardı. Vâsıf, Rusların şehir hakkındaki kötü niyetlerinin, Ruslarla 1792’de barış yapılmasından sonra geri dönen Osmanlı esirlerinden öğrenildiğini söylüyor.
Buna göre, kraliçenin (II. Katerina) sözü geçen adamlarından Şeremet (Nikolay Şeremetev), İstanbul’un alınması için kara tarafından yapılacak zahmetli bir operasyona gerek olmadığı düşüncesindeymiş. Planı gayet basitmiş. İstanbul’da savaşçı bir asker sınıfının olmadığını, vilayetlerden gelecek askerin de birkaç aydan önce şehre ulaşamayacağını söyleyen Şeremet, İstanbul’un içme sularını sağlayan bentlerin yıkılmasını önermiş. Böylece, sular yarım saat içinde akacak, “Moskof askeri bentleri yıkmış, külliyetli askeri gelip İstanbul’a yürüyecektir” söylentileri çıkacak, Rus taraftarı olan Rumlar da (bizim gayretimizi çeken Rum milleti) harekete geçince susuzluktan bunalan şehirde olanlar olacak, Ruslar kenti kolayca alacakmış. Vâsıf, Şeremet’i şöyle konuşturuyor:
“İstanbul’dan derme çatma bulacakları asker dahi tez elden üstümüze gelemeyip hemen kendi mâldâr milletlerinin ve padişah, vezir, ulema, bezirgân ve ricallerinin mallarını yağma ve ellerine geçen şeyleri kayıklara ve mavnalara koyup Anadolu’ya ve Rumeli’ne firara bakarlar. Onların Türk askeri yağmacıdır; ben onların hallerini vezirlerin yanlarında bulunup görmüşümdür.”
Böyle bir plan yürür müydü yürümez miydi, konumuz o değil ama Vâsıf, Levent Çiftliği’nde bir Nizam-ı Cedid kışlası kurulmasını böyle açıklıyor. Boğazı, bentleri ve dolayısıyla İstanbul’u ancak düzenli bir ordu koruyabilirdi… Peki, Şeremet’e atfen, yağmacı ve Türk olduklarını söylediği, şehirdeki savaşçı olmayan, derme çatma askerler kimler oluyordu? Sakın yeniçeriler olmasın?
Yeniçerilerin geçmişteki ve kendi zamanındaki hâlleri hakkındaki bazı tarihsel olmayan görüşlerini şimdilik bir yana bırakıp kestirmeden söyleyeyim ki öyle. Vâsıf, bütün metinde yeniçerileri “Türk” olarak niteliyor. Bunlar düzenli askerler olmamakla aralarında hep casuslar bulunurmuş. Bu casuslar çeşitli zararlar verir, “neferat-ı İslâmiyeye yoldaşlık daiyesiyle şeytan gibi damarlarına girip” onların aslen sahip oldukları şecaat ve diyanetlerini zayıflatacak şeyler öğretirmiş. Mesela şöyle derlermiş: “Be hey yoldaşım, devletin bize verdiği yedi akçe ulufedir. Bize şehadetle cennet gösterirler ve göz göre göre cümlemizi gâvura kırdırırlar. Bizim iki canımız yok ya! Gâvur bizim nemizi aldı? Boşu boşuna niçin kırılalım?” Vâsıf, casusların, “[H]enüz vilâyetinden gelmiş ahvâl-i düşmandan ve belki kendinden gafil, sadedil torlak Türkçeğizleri böyle ifsat” ettiklerini söylüyor ve onların da ‘[G]ide gide bazı seferlerde aşırı yüz bulup, ‘Büyükler yağlı pilav yesin, bizler kuru kuruya Moskof keferesiyle kırılmak neden olsun?” dediklerini hikâye ediyor. Türkler de böylece gark oldukları nimeti, gördükleri iltifatı ve iyilikleri unutur giderlermiş. Burada bir parantez açayım ve 1807’deki arşiv nüshasında bu ifadelerin tam karşısına “Bu küfran-ı nimetliğe söz yok” derkenarının düşüldüğünü belirteyim.
Vâsıf’ın zamanında devşirme yeniçeri alınması yolunun çoktan bırakıldığı ve Yeniçeri Ocağı’na girenlerin Anadolu ve Rumeli’nden gelen Müslümanlar olduğu, Müslümanlar içinde en büyük etnik grubun da Türkler olduğu düşünülürse bu “Türk” nitelemesinin çok da havada kalmadığı söylenebilir. Ayrıca, bu saflık atfının, yeniçeri askerlerinin Türklüklerinden ziyade taşradan yeni gelmiş ve acemi (torlak) olmalarıyla ilişkili olduğu da ileri sürülebilir. Yine de Vâsıf’ın böyle bir propaganda metninde yeniçerileri “Türk” olarak kategorize etmesi ve Türklere, dolaylı veya dolaysız olarak yağmacılık, saflık, kandırılabilirlik, nimetin kıymetini bilmemek ama öte yandan cesaret ve dindarlık gibi özellikler atfetmesi önemlidir. Kaldı ki, birazdan göreceğiz, Vâsıf’ın, Türkler hakkında aktardıkları ve görüşleri bu kadarla sınırlı değil.
Hikâyemize dönersek, casusların propagandasına maruz kalan “Türkler / Yeniçeriler”, “Gâvurla bizi dövüştürmediler ve izin vermediler, yoksa eğer izin olsaydı kralın tacını, tahtını başına geçirmek işten değildi. Lâkin devlet ricali mürted olduklarından bizleri gâvura kırdırıp, esir ettirip, Moskof keferesinden varillerle altın aldılar” şeklindeki uydurma sözlerle günlerini geçirir olmuşlar. Savaş sırasında da “uzaktan top sesini işittikleri gibi ve birkaç şapkalı gördükleri anda, içlerinde Müslüman kıyafetinde bulunan casuslar” hemen bağırmaya başlar ve “Ümmet-i Muhammed, ne durursunuz, gâvur ordumuzu bastı, öküz boynuzu çevirdi; şimdi cümlemizi sürer, esir oluruz” dedikodularını çıkarırmış.
Buradaki “öküz boynuzu çevirdi” ifadesinin, ordunun iki yandan çevrilerek kuşatma altına alınması hâlini belirtmek için kullanıldığını söyleyeyim. Hâl böyle olunca bir panik başlar, eskiden kazanları uğruna bin adam şehit veren yeniçeriler yarım saat içinde dağılır, kaçarken de Osmanlı karargâhı üzerine uğrar, hazine, eşya ve çelenk sandıklarını yağma eder, aslında çarpışmalarda başarılı olan askerlere verilen çelenklerin birkaçını birden başlarına takar ve ortalıkta “dahdah delisi gibi” gezerlermiş. Kim gerçekten gazidir, kim değildir bilinmezmiş.
Vâsıf, son seferlerdeki Osmanlı yenilgilerinin hepsinin “askerlerimizin casustan gafil olmaları ve her şeylerinin karmakarışık olduğundan” kaynaklandığı görüşünü çeşitli anekdotlar aktararak risalesinde anlatmaya çalışıyor. Tabii ki savaş meydanlarında görmüş geçirmiş, tecrübeli eski yeniçeri rolündedir:
“Kefere taifesi gayet mekkâr ve hilekâr ve bizim ağzı yoz-boz Türkçeğizlerin ne derecelerde gabaveti olduğu ehline aşikâr olup, küffar ekser zamanda işini ve gücünü zor ile etmeyip bizim yüz bin adamla zuhura getiremeyeceğimiz güç maddeleri kemal-i hile ve kolaylıkla vücuda getirdiğine vukuf-ı tahsil eyledik.”
Devlet adamlarının mürted olması ve memleketi satmaları bahsine gelince, o da, “hüzün ve elem” veren bir hikâye ve yine düşmanın hilebazlığı ile birilerinin aşırı saflığının bir araya gelmesiyle vaki olmuş. “[K]endi kendimizi ne tarikle harap ettiğimizi beyanla kendimizi, kendimize bildirmek için” anlattığını söylüyor yazarımız “Koca Sekbanbaşı”.
Son Rusya seferindeymiş. “Yeniçeri zümresinden üç nefer”, Moskof’tan bir “dil” (konuşturulacak esir) almaya çıkmışlar. Kazayla “otlakçı gâvurun” birini tutup “dil aldık” diye orduya getirirlerken, “Eflâk ahalisinden Türkçe bilir bir hilekâr hınzır oğlan” olan esir, “Ağalar, beni halâs ederseniz, benim babam bir zengin adamdır, sizlere çok ikram edip, yoksulluğa tövbe edersiniz” diyerek bunları inandırmış. Onlar da Rus sınırına gidip esirlerinin “yalandan babam dediği pezevengi” bulmuşlar.
O da hilekârın biri olduğu için “İşbu neferkeş ağızlı Türklere” çok teşekkür eder, ayaklarına kapanır ve “Benim oğlumu öldürmemişsiniz ve esir dahi etmemişsiniz” diyerek 500 Macar altını vereceğini ve ayrıca ikram olarak da “bir şey” göstereceğini söyler. Kılıklarını değiştirerek “kendi ordularında kurulmuş bir büyük çadır kenarına” götürür:
“Bu yoldaşlar görürler ki çadırın önünde kalabalık var ve çadırın içinde bir büyük terazi ile beyaz akçe ve altın tartılıp bu akçeleri ve altınları varillere doldurmaktadırlar. Çadırın içinde, çorbacı kalafatlı, poşulu, kavuklu ve baratalı, Tatar kalpaklı türlü türlü kıyafetlerle adamlar var. Akçelerle doldurdukları varilleri bu Müslümanlara taksim edip dururlar.”
Meğerse bu paraların birazı devlete, vezire, birazı yeniçeri ağasına, Tatar hanına filan gitmiyor muymuş? İyi kalpli “baba”, “Bizler sizlerin vilayetlerinizi akçelerimizle satın aldık. Hatta şimdi verilecek bu akçeler İstanbul bahasıdır. İstanbul’u dahi satın aldık. Hemen bizler yakında İstanbul’a gideceğiz” der. Yoldaşlara esir olmamaları için İstanbul’da bile oturmamalarını, memleketlerine gitmelerini ve bu sırrı kimselere söylememelerini öğütler.
Tabii öyle olmaz. Bunlar “kendi vilayetlerinde çift sürmeye mel’uf (alışmış) ve hile-i düşmandan ve belki kendinden gafil, sadedil ahmaklardan” olduklarından rast geldiklerine sırrı açarlar: “Bre Himmet Dayı, bizler buraya niçin geldik? Osmanlı bizim vilayetleri Moskof keferesine satmış ve akçesini alıyorlar. Hatta İstanbul bahası sayılırken gözümüzle gördük” diye yeminler ederler. “Burada ne duralım, işler hep Şam işi olmuş” derler, kendileri gibi saf ahmakları vehme düşürür ve ordunun “çil yavrusu” gibi dağılmasına sebep olurlar.
“[T]aife-i merkum ise filasıl beyni soğuk tabir olunurlar” diyen “Sekbanbaşımız” da bu “hazin” hikâyeden ammenin yararı için şu sonucu çıkarır:
“İşte bu macerayı Moskoflar kendi cemiyet yerlerinde gülüşerek birbirlerine hikâye ve nakledip, ‘Türk’e külli galebe için bir çadır kurup sahteden Müslüman kıyafetinde biraz adam peyda ve akçe tartıp onlara itâmızı üç nefer Türklere gösterdik, kendi ordularını kendi milletlerine perişan ettirdik. Ve külli galebemize üç Türk sebep oldu’ dediler.”
Düşman, asıl casus belasından başka, askerimizi böyle “iki çift sözle” de perişan ediyormuş.
Aman ne olur, hikâyenin kendi iç mantığına veya tutarlılığına hiç girmeyelim, “Ruslar, bütün o tiyatroyu hazır etmiş, bekliyor muymuş” filan demeyelim… Risalenin Vâsıf’ın hayatında basılmamış olması onun hakkında her veçhile hayırlı olmuşa benziyor. Başka bir propaganda metni olan Üss-i Zafer’in yazarı Esad Efendi’nin bu masalımsı kıssayı üstelik tutarsızlıkları ve inanılırlığı iyice zorlayan kısımlarını olabildiğince düzeltip kendi matbu kitabına alması ise herhalde onun bu kaba saba propaganda veya dezenformasyona inanmasından dolayı değil, bunların halk nezdinde hâlâ bir işe yarayacağına dair beklentisinden dolayıydı.
Görüldüğü gibi Vâsıf, yeniçerileri “Türk” olarak sunuyor ve kelimeye olumlu denebilecek pek bir anlam da yüklemiyor. Her zaman için, Osmanlının “Türk” derken sadece “köylü” demek istediği yolundaki artık eskiyen klişeyi öne sürebiliriz. Niye? Çok etnili bir imparatorlukta Türklerden başka köylü mü yoktu ki böyle bir özdeşleştirmeyi yaptılar diye sorarak hızlıca geçeyim. Kaldı ki, Vâsıf / Sekbanbaşı’nın, şehirli bir Osmanlının her türlü önyargısını dile getirse de Türkleri “kendimiz”den başka bir kategori olarak görmediği de ifadelerinden kolayca görülebiliyor.
Koca Sekbanbaşı Risalesinin 1910’da, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası’nda yayınlanan metnine, “Türkler”e atfedilen kötü özelliklerin hiçbirinin alınmamış olması ise, milliyetçilik çağında gayet anlaşılır bir olgudur ve tabii ki Türk kelimesinin Osmanlının son döneminde kazandığı yeni değerlerle ilişkilidir.
.12/11/2017 00:11
Bir Yeniçeri ocağı ki içinde dönme bulunmaz
Son iki yazımda, vakanüvis Ahmed Vâsıf Efendi’nin ammeye Nizam-ı Cedid propagandası yapmak için kaleme aldığı Hülâsatü’l-Kelâm adlı risalesinde tarihî gerçeklikleri nasıl eğip büktüğüne ve nasıl muhayyel hadiseler icat ettiğine dair bazı örnekler verdim. Vâsıf Efendi’nin amacı kendi zamanındaki kapıkulu askerlerinin ve özellikle yeniçerilerin ne kadar bozulmuş olduklarını ve askerî bakımdan hiçbir değerleri kalmadığını göstermekti.
Şehirde otuz iki çeşit esnaflık ile uğraşan bu askerler seferlere gitmiyor, gidenleriyse tüfeklerini birkaç kez boşalttıktan sonra kaçıyor, aralarındaki casusların propagandalarına kanıyormuş. Vâsıf’ın çizdiği karikatüre inanmak gerekirse bunların arasında, tüfeğine önce kurşunu sonra barutu koyanlar da varmış, belinden kılıcını çıkarırken atının kulaklarını kesen de…
Böyle bir “bozulma” hâli tabii ki işlerin bir zamanlar “düzgün” olduğunu da ima ediyor. Nitekim Vâsıf’a göre bu, “ocakları” kuran (!) Kanunî’nin zamanında böyleymiş. O zamanlar, yeniçeriler seferlerde hareket hâlindeyken parasını vermeksizin kimsenin “bir akçalık” eşyasını almaz, bir yumurtalarını bile yemez, tabii ki kimsenin ırzına saldırmazmış. Padişahlarının ve subaylarının emirlerine itaat eden, “kırkı bir kıl ile yedilir” askerlermiş, her yerde başarılı olurlarmış.
Bunun, bir zamanlar bir “altın çağ”ın var olduğuna dair idealleştirici bir söylem olduğu açıktır. Müsaadenizle konunun bu cephesine hiç girmeyeyim. Hatta varsayalım ki o zamanın ocak askerleri öyleydiler. Asıl dikkat çekmek istediğim Vâsıf’ın, bu eskinin düzenli kapıkulu askerlerini överken kullandığı dil:
“Bu veçhile muteber taife olduklarından meçhulü’n-neseb Frenk, Rum, Ermeni ve Yahudiden dönmeleri ve Çingeneleri ve sair ne idüğü belirsizleri içlerine koymadıklarından; mert oğlu mert olmalarıyla, bunlardan hırsız, edepsiz, yankesici ve sair fena töhmetle müttehem olanları içlerine koymamakla düşman-ı dini bu ocaklar askeriyle korkuturlarken, düşman-ı din bunların nizam-ı kaviyesine haset edip bir tarikle içlerine ihtilâf düşürmek için gayet hilekâr casuslar gönderip…”

Bir lâhza duralım… Esası devşirme olan kapıkulu askerleri arasında mı Frenk, Rum, Ermeni ve Yahudi dönmeleri yokmuş? Ne kadar ilginç bir geçmiş tasavvuru bu böyle. Vâsıf’ın kendi zamanındaki yeniçerileri “Türk” olarak nitelendirdiğini görmüştük. O dönemdeki ocaklarda gerek yerli gerekse yabancı gayrimüslim kökenliler herhalde çok azdı. Devşirme sisteminden çoktandır vazgeçildiği bir zamanda bu noktada bir şüphe olmamalıdır. Tuhaf olan, Vâsıf’ın bilinenden çok farklı bir tarih inşa etme faaliyetine girişmesidir.
Elimizde başka hiçbir bilgi- belge olmasa bile, şu yukarıdaki ifadelerden, 18. Yüzyılın sonları ve 19. Yüzyılın başlarında, yeniçerilerin aralarına birtakım “dönmeleri” almakla suçlandıklarını çıkarsayabilirdik. Onlar da kötü şöhretli kişiler olmakla ocakta bozucu bir işlev görüyor, kendilerini gönderen düşmanların çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteriyor ve casusluk yapıyor, anlaşmazlık çıkarıyorlarmış. İşlerin düzenli olduğu, “dönmeler” ve ne idüğü belirsizlerin ocaklara alınmadığı dönemde, Kanunî zamanında öyle değilmiş de düşmanların müdahalesiyle böyle olmuş… Hemen söyleyeyim ki elimizde bu çıkarsamayı doğrulayan, hem de çok özel bir belge var, birazdan göreceğiz ama önce bu kapıkulu ocakları ve yeniçeriler için Vâsıf’ın çizdiği resmi biraz tartışmak istiyorum.
Vâsıf, kapıkulu ocaklarını Kanunî’ye kurdurmakla kalmıyor, ocaklardaki “dönmelerin” varlığını da “din düşmanlarının” planlı ve bilinçli faaliyetlerine atfediyor. Osmanlı devletinin resmi vakanüvisliğini yapmış, üstelik ciddî bir entelektüel olan Vâsıf’ın, Osmanlının en ayırt edici kurumlarından olan “devşirme” veya “kul sistemi” gibi bir olgudan bihaber olduğu katiyen düşünülemez. Demek ki kendi döneminde, belki de kökleri çok daha eskiye giden bir mühtedi veya dönme antipatisi vardı ki bunu, yeniçeriler için bir nakısa olarak kullanmanın belirli bir getirisi veya propaganda değeri olduğunu düşündü.
Buradan günümüz Türkiye toplumunda da ara ara alevlenen “dönmelerin”, “casusların” ve “içimizdeki kriptoların” ana oyuncuları olduğu mütenevvi komplo teorilerine bir yol var mı; gerçekten irdelenmeye değer bir sorudur. Bu bir yana dursun, kul sisteminin ve özelde yeniçeri ocağının bozulmasında dönmelere her zaman bu tür kritik roller atfedildiğini ise kesinlikle düşünmemek gerekiyor.
Tam tersine, Erken Modern Dönemin Osmanlı nasihat edebiyatında, yine bir kul sisteminin ve/ya ocakların bozulması hikâyesi anlatılır ama o kurgularda işler baş aşağıdır, ocakların kanun-ı kadiminin dikkate alınmamasının ve kul arasına Türklerin- Müslümanların girmesinin sistemi bozduğu teması işlenir. Meselâ, 17. Yüzyılın ilk yarısında yazan Koçi Bey’e göre, “millet ve mezhebi namalûm” şehir oğlanları, Türk, Çingene, Tat, Kürt, Laz, Yörük ve diğer “ecnebiler” ve katırcı, deveci, hamal, yol kesici, yankesici gibi değişik unsurlar (ecnas-ı muhtelife) yeniçeri ocağına alınmış. Böylece adetler ve kanunlar bozulmuş.
1620 dolaylarında yazılan ve Kitâb-ı Müstetâb adını taşıyan anonim nasihat-nâme de Koçi Bey’in söylediklerine çok benzer şeyler söylüyor. Dirlik ve mansıpların alınıp satılması yoluyla “[R]eaya olanlardan Etrâk ve Ekrâd ve Çingâne ve Tat ve A‘câm el-hâsıl her isteyen ilâ’l-ân varıp eğer seferlerde ve eğer Âsitanede akça ile dirliklere geçmek ile kul taifesine bu sebeb ile ecnebi karışıp herc ü merc olmuşlardır” diyor.
Yine aynı yazar, saraydaki içoğlanlarının düzeninin bozulduğundan şöyle yakınıyor:
“[İ]çoğlanları kadîmü’l-eyyâmdan devşirme veyahut sahih kul cinsi peşkeş ola gelmiştir. Şimdiki hâl ise ekseri İstanbul’un şehir oğlanları ve Türk ve Kürd ve Ermeni ve Çingâne oğlanları olup on oğlanda bir sahihçe devşirme veyahut kul cinsi yoktur (…) İmdi eğer bu makule eşhas-ı muhtelife saraya kullanmak caiz olsa idi selefde olan sâhib-i ukalâ-i devlet devşirme ve kul cinsini kanun etmezlerdi. Hemen İstanbul’dan ve sair kasabalardan buldukları eşhası alıp peşkeş diye saraya koyarlardı…”
Sözü fazla uzatmaya gerek yok. Belki 19. Yüzyılın başındaki Vâsıf ve 17.Yüzyıldakiler arasında, düşünce tarzında bir yakınlık vardı. Hepsi birtakım istenmeyen kişilerin veya etnik grupların alınmasıyla kul sisteminin bozulduğunu düşünüyor, üstelik bunları “yabancı” sayıyorlardı. Yalnız kimlerin yabancı veya ecnebi sayıldıklarında ciddî bir dönüşüm olmuş gibi görünüyor. Mesela, 17. Yüzyılda “Türkler” “ecnebi” ve bozucu bir unsur olarak görülürken, Vâsıf’ın kullanımında Türkler devreden çıkmış ve yerlerini Frenk, Rum, Ermeni ve Yahudi dönmeleri ve Çingeneler almış. Sorun, tabii ki kul sistemi veya özelde yeniçeri ocağının geçirdiği tarihsel dönüşümlere paralel bir şekilde kimlerin “ecnebi” sayıldığından çok, Vâsıf’ın, Kanunî döneminde “dönmelerin” yeniçerilerin arasına sokulmadığını iddia etmesindedir.
Yukarıda sözünü ettiğim o çok özel belgeye gelince, bu Hülâsatü’l-Kelâm’ın arşiv nüshasında, tam da Vâsıf’ın, Kanunî zamanındaki “düzenli” yeniçerilerin aralarına “dönmeleri” nasıl sokmadıklarını hikâye ettiği yerin karşısına düşülen bir derkenardır:
“Günümüzde olan şeylerden ki Moskov ve Nemçe ve İspanya’dan kaçıp güya Müslüman olanları ortalara alıp yoldaş eylediklerini cümle âlem bilir. Badehu kimi kaçar, geldiği yere gider, onun mazarratı zahirdir. Kimi dahi yerinde kalır, vakitle serkâra geçer, onun mazarratını ancak Allahü Tealâ bilir...”
Yani? Rusya, Avusturya ve İspanya’dan kaçarak Müslüman olduklarını söyleyen bazı kişileri yeniçeriler ortalarına kabul ediyormuş. Bunlardan bir süre sonra (herhalde vazifelerini tamamlayarak) geri dönenlerin verdiği zarar açıkmış. Buradaki ima sanırım, bu kişilerin casusluklarının gereğini yaptıkları, ya bilgi topladıkları veya aynı risalede sık sık söylendiği üzere yeniçeriler arasında dedikodu çıkardıkları, onları aldattıkları ve amirlerine karşı kışkırttıklarıydı. Yerlerinde kalıp (herhalde asıl kimliklerini / inançlarını gizleyerek) zamanla işin başına geçenlerin verdiği zarar ise çok daha büyükmüş!
Böyle bir ifadenin okuyanda ne gibi düşünceler uyandıracağı ancak bir tahmin konusu olabilir. Derkenarı düşen ve kim olduğu bilinmeyen kişinin ise devlet hizmetinde olan mühtedilere, özellikle de rütbesi yüksek olanlara büyük bir kuşkuyla yaklaştığını kolayca söyleyebiliriz. Bu düşünce tarzının gayet komplocu olduğunu, üstelik modern öncesi Osmanlı toplumunun bir düşünme şekli olmaktansa günümüzdeki bir tür düşünceye benzediğini, başka bir deyişle “modern” (veya modernleşen) bir anlayışın ürünü olduğunu ileri sürmek tabii ki mümkündür. Modern öncesi Osmanlı toplumunda mühtedilerin / dönmelerin/ devşirmelerin ne kadar kritik roller oynadığı düşünülünce oldukça cazip bir varsayımdır bu. Ama acele etmeyelim derim. Fikrin “tanıdık” olması modern öncesi Osmanlı toplumunda öncülleri veya benzerlerinin bulunmadığı anlamına gelmez.
Öte yandan, Vâsıf’ın ve anonim derkenarcının bu “dönme karşıtı” düşüncelerinin o dönemdeki Osmanlı toplumunda destekçileri olup olmadığını her zaman sorgulayabiliriz. Vâsıf’tan sonraki vakanüvislerden Esad Efendi’nin, Hülâsatü’l-Kelâm’daki pek çok fikrin iyi bir alıcısı olduğunu biliyoruz. Mesela, o da Üss-i Zafer’de, yeniçerilerin eski düzeninin, aralarına “kötü asıllı ve kim olduğu bilinmeyen kişilerin” (bed-asl eşhâs-ı meçhule) girişiyle bozulduğunu söylüyor. Yeniçerilerin bozuk örgütlenmesinden dolayı aralarına “namussuz casuslar” (câsus-ı bî-nâmûs) karışmış.
Üss-i Zafer’in, yeniçerilerin kaldırılmasından sonra ve henüz Rum İsyanı / Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın nihaî sonuca ulaşmadığı bir sırada kaleme aldığı düşünülürse, bu kötü asıllı bilinmeyen kişilerin ve casusların özellikle Rumlar olarak gösterilmesi de hiç şaşırtıcı değildir. Güya halk için propaganda amacıyla yazılan bu eserinde Esad Efendi o ağdalı diliyle, “be-tahsîs girdâr u etvârları murdâr olan Rûm-ı bed-erûm taifesi ki, el-küfrü milletun vahidetun ittihadınca merkûz-ı tabî’atları olan hıyâneti icrâda mecbur” demekte. Yani kötü kökenli, işleri ve tutumları pis olan Rum tayfası, küfür tek millettir anlayışı uyarınca ve yaradılışları gereğince hıyanet işlemeye mecburmuş.
Esad’a göre Rumlar hacı ve hoca kılığına girerek yeniçerilerin akılsızlarını çeşitli şekillerde aldatıyor ve kışkırtıyormuş. Onlar da bunların casus olduğunu bilmeyerek, doğru ve yanlışı da ayırmaya akılları yetmediği için kendilerine söylenenleri aynen kabul edip, “[S]eferlerin aslı yoğimiş, garaz yeniçeriyi kırdırmak imiş (…) Vükelâ-yı devlet güya memleketleri akçe ile satarlar imiş yollu bin türlü” yalan ve dedikoduyu yayarlarmış. Ahmed Vâsıf’ın risalesinden tanıdık değil mi? Yalnız orada casuslar Rus ve başkaları idi, burada çağın ihtiyaçlarından dolayı Rum olmuş, olur o kadar.
Esad da, selefi Vâsıf gibi, yeniçerilerin eskiden mükemmel bir düzeni olduğuna ve aralarına asla “ecnebi” sokulmadığına emindir. Ona göre de eskiden ocakta çeşitli etnik/ bölgesel gruplar ve dönmeler yokmuş. Gerçi o, “dönme” yerine “döndü” diyor. “[E]ğer döndü makulesiyle iş görülmek mutasavver olaydı” eski sultanlar hiç ocakları kurmakla ve bu kadar hazine harcamakla uğraşmaz, sefer sırasında “ecnas-ı mütenevviadan” asker toplar, seferden sonra da herkes kendi işine bakarmış.
Padişah II. Mahmud’un “mühtedi / dönme” karşıtlığı ve onlara duyduğu güvensizlik sanırım her iki vakanüvisten daha keskin ve tabii ki çok daha önemliydi. Öyleydi ki yeniçerilerin yerine kurduğu Muallem Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusu için hazırlattığı kanunnamede, yeni ordu için alınacak askerlerin köylü ve sağlam vücutlu olmalarının yanı sıra “mühtedi” olmamalarını da şart koşmuştu!
.19/11/2017 00:50
Bir Alaeddin esir olmuş diyeler
Arşiv belgeleri ve kanunnameler gibi resmî evraka bile yansıdığına bakılırsa, 19.Yüzyıl başlarının Osmanlı toplumunda dönmelere / mühtedilere olan karşıtlığın yükseldiği bir dönem olduğu düşünülebilir. Bunda herhâlde, kaldırıldığı zaman fiilî olarak kimlerden oluştuğundan bağımsız olarak, Yeniçeri Ocağı’nın aslında devşirme kullardan yani sonradan Müslüman yapılan kişilerden oluşturulmuş olmasının bıraktığı bir tarihsel tortu, bir önyargı etkili olmuştu. Şöyle de diyebiliriz: II. Mahmud, yeni ordusunda mühtedilerin olmasını istemezken yoğurdu üfleyerek yiyordu.
İslâm, diğer bir evrensel din olan Hristiyanlık gibi kurtuluş mesajının belirli bir grup içinde kalmasını değil, bütün insanlar için geçerli olmasını öngörmüştür. Başka bir deyişle, Müslüman veya Hristiyan olmak için belirli bir etnik gruba mensup olmak veya o dine inanan bir grubun mensubu olarak doğmak şartları aranmamıştır. Dine sonradan girmekle içine doğmak arasında herhangi bir fark yoktur. Teorik olarak, kimsenin, kimsenin inancını kabul etmemek veya kabul etmediğini gösterir şekilde yeni Müslüman / Hristiyan olmuş kişilere ayrımcılık uygulamak gibisinden bir tavır içinde olmaması gerekir.
Geçmiş olaylarla ilgilenen ve bir bakıma geçmişin uygulamalarının nasıl olduğunu tesbit etmeye çalışan bir disiplin olarak tarih ise, bize, sık sık uygulamaların teoriden çok farklı tecelli ettiğini hatırlatır. Meselâ, yine II. Mahmud, 1821-22’de, Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın şiddetle sürdüğü bir zamanda, Samurkaşoğlu Kostaki isimli bir Rum ileri geleninin ihtidasına, “Bunların bu aralık kabul-i İslâm etmelerine itimad olunamaz” diyerek büyük bir şüpheyle yaklaşmıştı.
Ben de, geçen yazımda, bu dönme karşıtlığının modernleşmekte olan Osmanlının bir olgusu mu olduğunu yoksa modern öncesi dönemde de öncülleri olup olmadığını sorgulamıştım. Öyle ya, milliyetçiler önderliğinde başlatıldığına hiç şüphe olmayan bir ayaklanma sırasında Osmanlı yöneticileri de dinî düşüncenin ötesine giden bazı kaygılar geliştirmiş olabilirdi. Dolayısıyla bu yazıda bu işin peşine düşelim ve modern öncesi dönemde de dönme / mühtedi karşıtı düşünceler var mıydı diye bakalım.
Böyle bir sorgulamanın bizi, Osmanlıda devşirmelerin, kul sisteminin hatta tüm kölelik kurumunun ve kölelerin algılanış şekillerini de gözden geçirmeye sevk edeceği açıktır. Tabii ki ilintili bir konu da başta İsmail Hami Danişmend gibi bazı tarihçilerin Osmanlı toplumunda olduğunu söyledikleri “devşirme- Türk mücadelesi”dir. Tabii ki bunların hepsini bu yazıda ele alamam. Diyorum ki Osmanlıda “devşirme- Türk mücadelesi” konusunu sonraya bırakayım. Hatta sevgili üstadımız Beşir Ayvazoğlu’nun işareti üzere, aslında ihata gücü yüksek, çok kaynak tarayan ve titiz bir tarihçiliği olan Danişmend hakkında müstakil bir yazı yazma sözü vereyim ve onun meşhur devşirme takıntısının kendisinin tarihçiliğini nasıl gölgelediğini göstermeye çalışayım ama bu yazıda Osmanlının da “öncesine” gideyim. Üstelik bunu da “tarih” olarak yazılmayan kurgusal metinler üzerinden yapayım.
İki metne bakmak niyetindeyim. Birincisi Sayın Şükrü Halûk Akalın’ın tenkitli olarak yayına hazırladığı Saltuk-Nâme olup Cem Sultan’ın adamlarından Ebü’l-Hayr-ı Rûmî tarafından 1473-1480 yılları arasında çeşitli rivayetlerden derlenerek kaleme alınmıştır. 13. Yüzyılın aziz ve gazisi Sarı Saltuk’un efsanevî hikâyesidir. Diğeri ise daha eskiye giden bir metin, yine efsanevî Battal Gazi’nin romansı olan Battal-Nâme ki Ahmet Yaşar Ocak hocamızın tahmini veçhile 11. ve 13. Yüzyıllar arasında bir zamanda Türkçe olarak yazılmıştır ama mevcut yazma nüshalarının en eskisi 1436-37 yılına tarihlenmektedir. Dolayısıyla, çok daha eski kişilerin destanlarını anlatsalar ve metin olarak daha önceki geleneklere yaslansalar da her iki metne de Osmanlı döneminin metinleri olarak bakabiliriz. Üstelik benim kullanacağım Battal-Nâme edisyonu Sayın Hasan Kavruk ve Salim Duruoğlu tarafından 19.Yüzyılda basılan bir metinden yapılmıştır. Bu arada, Saltuk-Nâme’de, Saltuk’un ceddi Cafer / Battal Gazi olarak geçiyor ve Ebü’l-Hayr-ı Rûmî, Battal-Nâme’ye de göndermelerde bulunuyor.

İşte bu Saltuk-Nâme’de, Selçuklu sultanı II. Alaeddin’in nasıl olup da Rodos kâfirlerinin eline esir düştüğü ve ne yolla kurtulduğu (!) üzerine uzunca bir kıssa var. Buna göre, Sultan Alaeddin’in vezirleri, şeriata aykırı çok işler icat etmiş, rüşvetler almış, bidatler getirmiş, kanunu terk etmişler. Mal toplama derdine düştükleri için âlem fesada varmış. Halk ve reaya incinmiş. Ülkede haramiler ortaya çıkmış. Yapılan zulümden dolayı halk, sultanın kapısına yığılmış ve şikâyetçi olmuş. Sultan da gerekli araştırmayı yaptıktan sonra suçlu vezirlerini katletmiş.
Meğerse sultanın kendi hizmetlerine bakan iki kulu varmış. Aslında hilebaz, kötü huylu ve sihirbaz takımındanmışlar. Alaeddin’e sihirli yiyecekler yediriyorlarmış ama onun gözüne ve gönlüne girmeyi becermişler, çalışkan ve doğru olduklarına inandırmışlar. İki köleden büyük olanı şöyle demiş:
“Ne hâcet padişahım yabandan Türk neslinden vezir edinip onlar ucundan (yüzünden) perişân-hâtır olasız. Biz kullarına vezâret atâ ve ihsan eyle, sağ ve sol vezirin olalım. Senin Hâtır-ı şerifine muhalif bir iş etmeyelim. Zulm ve rüşvet ve cevr ü hıyânet ve bid’at olmaya.”
Öyle olmuş. Sultan, “Ey padişah! Bu oğlanlar tarikden gelmediler, cahillerdir, vezâret emrinde kâsırlardır” diyen beylerini ve ağalarını dinlememiş. Kul vezirler de üç yıl “kanun ve şer‘ üzere” gittikten sonra işi bozmuşlar. Alaeddin ise vezirlerine o kadar inanıyormuş ki, divana çıkmaz olmuş, halkın şikâyetlerini dinlemeyi bile onlara bırakmış. Sonra sağ vezir rüşvet almaya başlamış, sol vezir de ona uymuş. Padişaha yakınmaya gidenler ise çeşitli hakaretlere uğrayıp cezalandırılıyormuş. “İşlerden sultan gafil ne bilsin, onlara zulmederlerdi” diyor Ebü’l-Hayr. Ne yapıyorlarsa “padişahın emriyledir” diyormuş bu ikisi. Halk da isyan edip başka ülkelere gitmeye, başka hükümdarların reayası olmaya başlamış. Üstelik halk, her yıl “yağı olup can baştan geçip huruc edip” savaşıyormuş.
Vezirler ise hazine toplayıp kullar edinmişler. Dört- beş bin yarar adam toplamışlar. Âdet öyleymiş ki bin kuldan fazlası için bir vezir tayin olunur, padişahın beyleri arasına girermiş. Anladınız değil mi, memleket elden gidiyor… Bir gün “ulu vezir”, “kiçi”ye şöyle demiş:
“Yahu malımız çok, kulumuz çok. Zulm ü zoru ziyade ettik duymadın (işitilmeden) bu gâfil padişahı aradan götürelim. Raiyyet hod onun zulmünden usanmışlardır, sevmezler. Biz adl edelim, diyelim ben padişah olayım sen ulu vezirim ol. Padişahlık bizde kalsın.”
Yaptıkları plan da şöyle bir şey: Av bahanesiyle sultanı deniz kenarına götürecekler, orada Rodoslulara yakalatacaklar ve kendileri emaneten tahtı tutup beylik edeceklermiş. Sultanı da para vererek Rodoslulara öldürteceklermiş. Bunun pekâlâ olabilecek bir şey olduğuna okuyucusunu ikna etmek isteyen Ebü’l-Hayr, bu noktada kullardan büyüğünü, “Nitekim Mısır tahtında kul otururdu. Bunda da gâyeti kul hükm ede. Eğer ben ölürsem sen padişah olasın” diye söyleterek Memluklere bir gönderme yapıyor.
Bu köle asıllı vezirlerin inançlarına gelince, “Biz sizin dininizdeyiz” diyerek “kâfirleri” de kendilerine inandırmışlar. “Haça taptılar. Yer altında kilise düzdüler” diyor Ebü’l-Hayr. Bir de kaleleri varmış. İçine mermer “putlar” koymuşlar. “Vezir-i mürted”, “acâib ve temaşalık olsun” bahanesiyle dört adet “putu” duvarlar üzerine koyduktan sonra “kâfirlere”, “Putlarınızı tazim edip şikest ettirmedim” diye haber göndermiş. Ulema buna çok incinmiş, heykellerin kaldırılmasını istemişler ama duyan olmamış.
Neyse, plan yürümüş. Sultan Alaeddin’i ve dokuz adamını Rodoslulara yakalatmışlar. Hain vezirler de “kâfirlere yetmedik” (yetişemedik) diyerek geri dönmüş ve emaneten tahtı zapt ederek bey olmuşlar. Askerlere, “Bolay ki (ola ki, belki) padişahı malıyla kurtaravuz” diyerek sakinleştirmişler. Rodos tarafına da “Ebedî hapsedin, karşı bizden mal isten, alın iletin, âşikâre geri koyvermen. Biz size uğurlayın (gizlice) mal ve il verelim. Muradınızca olup dostluk edelim” diyorlarmış. Ebü’l-Hayr’a göre, Rodos Adası denizin yüzünü kaplamış bir çetin adaymış, “Françe’nin kilidi idi” diyor.
Burada bir lahzâ hikâyeden ayrılalım ve Ebü’l-Hayr’ın Efendisi Cem Sultan’ın, ağabeyi II. Bayezit’a karşı şansını ikinci kez denedikten sonra, kendi arzusuyla olsa da, Temmuz 1482’de Rodos’a sığındığını ve St. Jean şövalyelerinin elinde bir tür tutsak durumuna düşerek uzun sürecek olan Avrupa macerasına başladığını hatırlayalım. Şu anki bilgimize göre, Saltuk-Nâme, bu tarihten iki yıl kadar önce bitirilmiştir. Fakat romanstaki bu kıssa ile olan benzerlik de çok dikkat çekicidir. Acaba, hayalî bir Sultan Alaeddin’i Rodosluların elinde tutsak olarak gösteren bu kıssa metne sonradan mı eklenmiştir? Dahası burada bir ima varsa bu, Cem’in Rumeli’ne geçmesini engellemek için şövalyelere para vererek onu Fransa’ya götürmelerini sağlayan Bayezid ve taraftarlarını kıssadaki hangi grup yerine koymamızı sağlar? Öte yandan söz konusu benzerlik bir tesadüf de olabilir. Böyle başka benzerlikler de var, meselâ, iki kul kökenli vezirin bir kale duvarına (Konya olduğu metinden çıkarsanabilir) “putları” yani heykelleri koymaları, Pargalı/ Maktul İbrahim Paşa’nın Macaristan’dan Üç Güzeller heykelini getirip Atmeydanı’nda sergiletmesine de benziyor, velhasıl böyle düşünmenin pek bir sonu yok.
Fakat hikâyedeki Sultan Alaeddin’in bahtının Cem Sultan’a göre çok daha açık olduğu tartışılmaz. Rodos yolunda Alaeddin, başına gelenler konusunda adamlarından görüş almış ama söylenenlerin hiçbirini beğenmemiş. Nihayet, bunların içindeki yaşlı bir şeyh (demek ki o da ava çıkmış), “Padişahım sen bu belâya neden giriftar oldun bilir misin?” diyerek olan biteni olanca çıplaklığıyla anlatmış: “Gâfil ve zalim ve kâhil (tembel) olduğundan oldu ve cahil oğlanı vezir edindin. Zevâl-i saltanat şahlara ondan ola gelmiştir. Sana da oldu. Müslümanların bedduası oku nişana erip mazlumun ahı ve gözü yaşı yoluna geldi.”
Bunun üzerine Alaeddin istiğfar edip, kurtulursa o şeyhi kendisine vezir edineceğine ahdetmiş. Şeyhin bir de Hz. Süleyman’dan bir kıssa anlatarak nasihat etmesi ve kendisini azarlaması üzerine rikkat ederek ağlamış. Şeyh de fırsatı fevt etmeyerek, sultanın ceddini de çırpıştırıvermiş: “Padişah sana nasihat ederem ki, ceddin kim âl-i-Selçuk’tur- ibtidâ-i saltanat Sultan Mahmud Sebüktigin’dedir. Onun neslinden ceddinde bir Alâü’d-din dahi gelmiştir. Seninle ikidir, onun zamanında gaflet ve zulm ve hıyanet ve tamâ ve rüşvet beğler arasında çok olmuştur. Kadılar rüşvete ve hilâf-ı şer‘ bid’ate düştüler”.
Neyse ki şeyhin pratik zekâsı, Gazneliler ve Selçuklular arasında bir ayrım gözetmeyen tarih bilgisinden daha iyiymiş! Hemen Alaeddin’in elbiselerini giyinmiş. Sultana da beraber yakalanan kölelerinden birinin kılığını giydirmiş. “Sen bu kul adına ol, sultanlığını anma (…) Seni taşra gönderem, kul diye, mal getirmesine” demiş. Rodos’a gelince kalenin beyi kendisine sultan diye tanıtılan şeyhe “Hey Türk nicesin? Bize ne verirsin? Seni azat edelim” demiş. Sonrasını artık tahmin edebiliriz. Köle kılığındaki sultanın kurtuluşudur. E, ne bu hikâye bitti ne Battal Gazi’ye yer kaldı. Arkası haftaya.
.26/11/2017 00:31
Bizansın yargıyı ele geçirdiğidir
15. Yüzyıl yazarlarından Ebü’l-Hayr-ı Rûmî, Saltuk-nâme’sinde, köle kökenli vezirlerinin ihaneti dolayısıyla Rodos şövalyelerine esir düşen Selçuklu sultanı II. Alaeddin’in sergüzeştini anlatır. Alaeddin, maiyetindeki akıllı bir şeyh sayesinde, kimliğini gizler, köle kılığına girer ve Rodoslular tarafından fidye bulması için Antalya’ya gönderilir. Antalya’da bulunan askerler sultanı hemen tanır ve beraberinde gelen Rodoslu beyi hapsederler.
“Hançer ve harmaniye” türüne girmeye seza bu bol ihanetli hikâyede mutlu son bu kadar basit bir şekilde gelmiyor tabii. Kul vezirler de boş durmuyor ki… Hazineyi açıp para dağıtıyorlar ve “Ol zalim bey yine geldi. Gelin bize tâbi olun” diyorlar, adil davranacaklarını, fazladan vergileri, bidati, rüşveti kaldıracaklarını söylüyorlar. “Sipahi, kul ve raiyyet”, herkes de “Adildir bu, ol zâlimdir, gâfildir” diyerek vezirlere katılıyor ve Antalya kalesini kuşatıyorlar.
Alaeddin, burç üzerinden ne söylüyorsa kâr etmiyor. Halk ona lânet edip sövüyor. Kendisinin yaptığı zulümleri hatırlatıyor. Padişah and içip “ol işlerden benim haberim yoktur. Bu hainler ederlerdi” dedikçe halk da, “Bre gâfil, zâlim! Daha beter ol, padişahlıkta gaflet seni neye irgürdi ? (getirdi)” diyerek taş ve ok atıyor. Kimseleri ikna edemeyen Alaeddin, Balkanlarda gaza peşinde olan Saltık’tan yardım istemek için bir gemiyle, yanına şeyhi de alarak Sinop’a hareket ediyor. Sultan kılığındaki şeyhin, tutsak olduğu Rodos’tan nasıl kurtulduğunu ise Ebü’l-Hayr, Saltık’tan korkmaları şeklinde açıklayıveriyor. 15. Yüzyıl kurmacasında yazarların işi anlaşılan daha kolaydı…

Neyse, hikâyeye devam edelim. Sinop’tan Edirne’ye giderek Saltık ile görüşen Alaeddin, ondan da sağlam bir azar işitir: “Bre zâlim! Niçin saltanattan gâfil olup, birkaç cahil oğlanları vezir edinip âlem halkını yere vurasın? Zulm ü hayf ve rüşvet ve bid’at ve hıyanet [yüzünden, H.E.] âlemi tutabilmeyesin, memleketi tutabilmeyesin. (…) Sana bu kadar nekbet ve felaket çok değildir.” Alaeddin özür diler, yalvarır, Saltık’ın ayaklarına kapanır ve kendisini affettirir.
Saltık, Alaeddin ve Şeyh Hasan (adı buymuş), Anyas (Ainos, Enez) kalesinden 10 parçalık bir donanma ve 3000 asker ile gelerek Antalya’ya çıkarlar. Küçük vezir öldürülür. Derisine saman doldurularak burca asılır. Ama Derükyon / Maksud adında olan ve beylik eden büyük vezir kaçarak Alanya kalesine sığınır. Alanya kadısı olan İbn-i Maruf / Muarrif adındaki gizli rüşvet alan “mürteşi melun” ise, meğer Maksud’un manevî babası imiş. Vezir oğulluğunu çok iyi karşılamış, ziyafetler vermiş.
Bu noktada, özeti bırakıp tam bir alıntı yaparak, Ebü’l-Hayr’ın bu kadı için çizdiği portreye ve oradan yola çıkarak da köle asıllı olanlara niçin güvenilmeyeceğine dair yaptığı genellemeye bakalım:
“Meğer kadı, uğurlayın (gizlice) din tutardı. İçeri Frenk ile ili (geçimi, barışı) var idi, kul aslından Rum zürriyetinden idi. Ma’rûf adlı bir kişi bilip oğul edinmiş idi. Tohm-ı harâm idi. Atası dinine çekip dönmüş idi. Onun çün rüşvete ve zulme, illet ve hileye meşgul idi. Köle taifesinin ekseri din bâbında muhayyerdir (seçicidir, istediği gibi davranır), onlara meyl ve merhameti olağandır. Küffar [dan] gelmeğin gönlünden çıkmaz onların fiili. Meğer küçük gele, İslâm içinde büyüye, ta dine yakışa. Bu er dahi büyükle gelmişti.”
Görüldüğü gibi Ebü’l-Hayr, kendi isteğiyle ihtida edenlerden ziyade kölelik yoluyla gelerek din değiştirmiş ve özellikle de büyük yaşlarda geldiği için kendi doğum kültürüne yabancılaşmamış mühtedilerin aleyhindeydi. Ona göre böylelerinin kendi atalarının dinine sempati duyması normaldi. Velev ki söz konusu kişi bir kadı olsa ve İslâmî kültürü yakından bilse bile… Burada, Ebü’l-Hayr’ın bu görüşlerinin, Selçuklu dünyasındaki muhayyel bir olay üzerinden kendi zamanındaki köle / devşirme/ mühtedilere ve onları istihdam eden devlet adamlarına yönelik bir eleştiri olduğunu not etmiş olalım.
Hikâyeye dönersek, kul kökenli vezir ve kadı bir gece yarısı gemiyle kaçarak Frengistan’a giderler. Orada bir yıl kadar yaşarlar. Françe padişahı tarafından vezire ulu bir beylik verilir ve “Dermas” diye yeni bir ad konur. Kadı ise ulu bir keşiş olur ve “Civan” adını alır. Bunlar orada tek durmazlar. Dermas bir gün, “Bana leşker ve gemi versen, himmet edip göndersen, varıp Türk illerin gâret eylesem” der, Françe beyi de 16,000 asker ve 300 parça gemi verir. Doğruca gelir Rumeli’ne çıkarlar. Edirne üzerine yürürler. Sarı Saltık da gelir ve bu orduyu Enez kıyısındaki, Mekri kalesinde karşılar.
Mürted kadı, Müslümanların sadece haraca kesilip evlerinde oturmalarına izin verileceğini söyleyerek savaşmalarını engellemek ister ama Yunus Gazi adlı birinin mızrak darbesiyle atından düşer ve yakalanarak Saltık’ın önüne getirilir. Saltık da, “İmdi dön istiğfar eyle, seni koyuvereyin. Geri bizden ol” şeklinde bir teklifte bulunur. Fakat İbn Muarrif, “Server ben köleyim. Meylim atam, dedem dininedir. Çünkim mürted oldum dönmezem. Amma beni gel salıver, mal al” der. İlginç bir karşı öneridir ama Saltık kabul eder. Hem de ceddi Battal Gazi’ye bir göndermede bulunarak: “Ceddim Seyyid Cafer Gazi kim onun zamanında Akabe [‘Ukbe] Kadı kim kâfir idiğin bilip, onun hikâyeti Seyyid Battal kitabında malûmdur kim ol halife-i zamanın kazaskeri idi, uğurlayın din tutardı.” Battal Gazi, nasıl yedi kere ‘Ukbe’yi yakalayıp yine satmış ve ancak ondan sonra onu öldürmüşse, Saltık da kadıyı, vezire satacağını söyler.
10,000 altın fidye alarak kadıyı bırakır. Sonra savaşta üç kez daha yakalar. Belki döner diye öldürmeye kıyamaz ama kadıyı ikna edemez. Nihayet emreder, kadının derisini yüzüp içine saman doldururlar. Savaşın sonunda Maksud/ Civan da yakalanır ve öldürülür. Metnimiz, Sultan Alaeddin için ise, “Ham idi. Şiddet ile puhte (olgun) oldu. Uslandı” diyor. Alaeddin, Maksud’un duvar üzerine koyduğu “putları” yani heykelleri de kaldırmış. Konya kalesi yapıldığında Maksud, sultana “Server kal‘anın duvarında bir nişan ola analım” diyerek izin almış ve hisar duvarında “suretler” yaptırmış. Aslında yazarımız, “Henüz dahi durur” dediğine göre bu heykellerin kaldırılması noktasından çok da emin değil. Fazla dağılmayalım ama burada bahsedilen “putların”, Aleddin Keykubat zamanında Konya suruna konan meşhur heykeller olduğu açıktır. Saltık ise, Maksud’un eski dininde olduğunu, o heykeller konulduğu zaman anladığını söyler.
Ebü’l-Hayr’ın bütün bu kıssayı niçin aktardığı ise kurguladığı mutlu sondan anlaşılabilir:
“Daha ol vakit çün bu fitne savıldı, sultan vasiyet-nâme yazdı kim, ‘her sultan ulu vezirin ulemadan ede ve hem köleden sakına, vezir eylemeyeler’ dedi”. Selçuklu sultanının başına gelenlere (!) rağmen bu vasiyete, yazarımızın kendi dönemindeki Osmanlı toplumunda uyulmadığını söylememize ise pek gerek yok sanırım. Fakat bu dönemdeki Osmanlı toplumunda, kul cinsinden olup devlet içinde yükselenlere karşı bir kuşku olduğunu, bunların kendi atalarının dininde kalmakla veya gerçek inançlarını saklamakla suçlandıklarını söyleyebiliriz. Bu güvensizliğin gayet uzun ömürlü olduğunu da…
‘Ukbe (Akabe) Kadı’nın adı, Saltuk-Nâme’de sadece yukarıdaki bağlamda geçmiyor. Sultan İzzeddin Keykubat’a (sic) vezirlik yapan ‘Affan adlı bir “münafık” varmış. Saltık’ın yeminli düşmanı olan bu kişi için Ebü’l-Hayr , “ ‘Akabe kadının halkı kavmindendi, rüşvet-hor kimse idi” diyor. Şimdi o maceralara da girmeyeyim ama Saltık, “Hayr ola ceddim Seyyid Cafer Gazi ‘Akabe ve Velid’e [oğlu] etdiğin Tanrı korsa ben dahi ‘Affan-ı Pelid’e edem” diyormuş…
Battal-nâme’deki ‘Ukbe Kadı maceraları şu yukarıdaki kul kökenli hain vezirler kıssasından hiç kısa değil ama bir özetini vermeye çalışayım. Özelde Malatya halkı ve Doğu Roma, genelde İslâm ve Hristiyan dünyaları arasındaki bitip tükenmeyen savaşlardan birinde Battal Gazi, Hıristiyan bir saka kılığına girerek Rum Kayserini öldürür. Kayserin oğulları ve bazı diğer Rum önde gelenlerini ise tutsak eder ve öldürülmelerini emreder. Bizans tarafının ise daha ziyade yargıyı ele geçirmek gibi bir uzmanlığı olduğu anlaşılıyor çünkü ‘Ukbe burada sahne alıyor. Battal-nâme, “Meğer anda bir kadı var idi. Bağdat kadısı idi ve halifenin katında hürmetli kişi idi ve amma gizli kâfir idi. Gizli din tutardı” diye tanıtıyor ‘Ukbe Kadı’yı okurlarına ve dinleyicilerine.
İşte bu ‘Ukbe Kadı, öldürülmeleri emredilen Bizans prenslerini Müslüman olmaya ikna etmek gerekçesiyle Battal’dan izin almış. Prenslerle baş başa kaldığında ise, “Ben dahi Mesih’in kullarındanım ve zünnâr kuşanıram, din [deyin] imdi ben size ne dersem siz dahi kabul edin ve Kayser benim sırrım bilirdi ve daim benimle meşveret ederdi” diyerek kimliğini açıklamış. Ertesi gün ise Battal’a, onları Müslüman olmaya ikna edemediğini ama haraç ödemeyi kabul ettirdiğini söylemiş. Prensler bu koşulla serbest bırakılmış. Aslında, ‘Ukbe’den işaret gelmesini bekleyip saldırıya geçeceklermiş.
Böylece “köstebeklikten” sıkılarak işi fiiliyata döken ‘Ukbe, bir ziyafette Battal ve onun iki yoldaşını zehirler. Birisi Battal’ın lalası olan bu iki kişi ölür. Battal da ağır hastadır. Malatya emiri Ömer, halifeden tiryak ister ama ‘Ukbe, tiryakı götüren peyki kölelerine öldürtür ve yeni kayser Kostantin’e mektup yazarak harekete geçmesini söyler. Battal ise, Hazreti Muhammed’in türbesine komşu olan Rabia adlı bir “ahret hatununun” peygamber tarafından getirdiği bir panzehri içerek kurtulur. Hemen savaş meydanına koşar ve kayserin yüz bin askerini kırar. Fakat ‘Ukbe de halifeyi zehirler. Yeni halife ava gittiğinde ise onun sarayında olan kayserin kız kardeşini kaçırarak ağabeyine gönderir. Üstelik kızı kaçıranın Battal olduğu iftirasını atar. Battal sorgulanmak üzere yaşlı yoldaşı Abdülvehab Gazi ile birlikte Bağdat’a çağrılır. ‘Ukbe, Abdülvehab’ın boynunun vurulmasını halifeden ister. Böylece gerçek ortaya çıkacaktır. Bu emir verilince Battal, celladı bir yumrukta yere serer ve onun elinden kılıcını alır. “Ya halife onun günahını ispat eyle, andan öldüresin” der.
Karakuşî hükümler vermede haklı bir ünü olan ‘Ukbe ise, “Hay gördünüz mü halife yüzüne kılıç çeker, şimdi senin kanın helaldir” diye feryat etmeye başlar. Sonunda Battal, kaçırılan kızı bulmak için kırk gün mühlet ister. Bu zaman zarfında ‘Ukbe ve kayser arasındaki gizli yazışmaları ele geçirir. Kızı da bulur ve tam zamanında Bağdat’a ulaşır. Halifenin önüne ‘Ukbe’nin mektubunu koyar. O da, “Ey hoca bu ne ahvâldir, bu hat senin değil midir?” ve “Ben seni hod bir Müslüman sanırdım, sen hod münafık imişsin” der. ‘Ukbe inkâra kalkışınca da Battal, onun evini arar. Herhangi bir “küfür nişanı” bulamaz. Sonunda kilitli bir odayı açar, içinde samandan başka bir şey yoktur ama bir “günlük” kokusu gelmektedir. Battal samanları temizletir. Bir mermer kapak ortaya çıkar, kılıç elde aşağı iner. Yeraltında bir kilise ve iki de nâkûs çalan keşiş bulurlar. Sonrasında Battal, ‘Ukbe’yi, Kaysere satar. O da orada, bütün Rum vilayetinin kadısı olur ve hukukî yeteneklerini bu kez Rumların hizmetine sunar. Pazara getirilen öküze keçi, keçiye tavuk dedirterek o fiyatlarla adamlarına satın aldırır.
Bizanslıları bu tuhaf kadıdan kurtarmak da yine Battal’a kalacaktır. İstanbul’da Meheng adında “zâhirî kâfir suretinde” olan bir sadık dostu vardır. Onun davetiyle kılık değiştirip İstanbul’a gider. Kuyruğunun kesilip kendisine verilmesi şartıyla bir öküzü keçi fiyatına satar. Sonra demir çivilerle sağlamlaştırdığı bu kuyrukla, “Melun bu öküz kuyruğu mudur yoksa keçi kuyruğu mudur?” diyerek ‘Ukbe’yi hırpalar. Hikâye uzun, bitmez tükenmez maceralardan sonra Battal, ‘Ukbe’yi öldürür. Ama kuyrukla değil… Gizli din tutan diğer mürtedlere de reva görüldüğü anlaşılan diri diri derisini yüzerek…
.03/12/2017 00:01
Şehzâde Selim: Merdüm-zâdelerden yüz çevirmek olmaz
Son dönem Osmanlı toplumundaki “dönme / mühtedi” karşıtlığının tarihsel kökenlerinin peşine düşüldüğünde, ortaçağlara kadar geri giden bir edebiyatta yansımasını bulmuş ve daha çok kölelik üzerinden ifade edilen bir karşıtlık görmek mümkündür. Nitekim Fatih’in son senelerinde Ebü’l-Hayr-ı Rumî tarafından derlenen menkıbevî Saltuk-nâme’de geçen iki hain, kul kökenli vezirin hikâyesini burada aktardım. Ebü’l-Hayr, böylesi bozuk bir sistemde halkın yapabildiğini ise, isyan etmek ve nihayet memleketi terk ederek başka hükümdarların reayası olmak olarak sunmaktaydı.
Acaba, kurgu olmayan ve tarihî gerçeklikleri anlatma iddiasında olan eserlerde vaziyet nasıl? Tabii ki kullar / mühtediler açısından soruyorum. Dahası, gerçekliğin kurmacayı etkilediği gibi, kurmacanın da, gerçek hadiseleri yazdığı iddiasında olan eserleri etkilemesi gibi bir olguyu bu eserlerde teşhis etmek mümkün müdür?
Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin, bir ihtimalle 1564 dolaylarında kaleme aldığı ve biyografik nitelikte bir kronik olan ve Selim-nâme olarak bilinen eserinde çok ilginç bir pasaj vardır. Celâlzâde; Ahmet Uğur ve Mustafa Çuhadar tarafından yayına hazırlanan bu eserinde, Yavuz’un ölümünden çok sonra, hatta Kanunî’nin uzun saltanatının da sona yaklaştığı bir dönemde, şehzadeliğinden başlayarak Yavuz’un öyküsünü anlatmaktadır. Doktorası bu Selim-nâme üzerine olan sevgili hocamız Celia Kerslake’in dikkat çektiği üzere, Celâlzâde’nin temel kaygısı, Selim’in, babası II. Bayezid’e karşı ayaklanarak padişah olduğu yolundaki görüşleri yalanlamaktır. Aslında, Celâlzâde, daha fazlasını da yapmakta, Osmanlı düzenini bozanın II. Bayezid olduğunu söylemek yoluyla Selim’in hareketlerinin meşru olduğu temasını işlemektedir.
Yavuz, şehzadeliği sırasında Trabzon’dayken, bir yandan Safevilere diğer yandan Gürcistan’a karşı çok aktif bir politika izlemiştir. Bahsettiğim pasajın bağlamı da Gürcistan’a karşı 1508 yılında düzenlediği büyük akındır. Celâlzâde’ye göre, Şehzade Selim, Anadolu’da,
Rum ve Karaman bölgelerine adamlar göndererek, “Gürcü kâfirlerine akınım vardır, doyumluktan safalı olan civanlar ve dîlîrler gelsinler” şeklinde duyurular yaptırmış. Selim, “bu bahane” ile başına yerleşiklerden ve göçebelerden bir hayli adam toplamış. Gürcistan’a yapılan akında büyük ganimet ve çok sayıda esir alınmış. Bu kişileri kendisine iyice bağlamak isteyen şehzade, usulden olan ve esirlerden alınan beşte birlik pencik vergisini bile toplamamış. Ayrıca, bunların önde gelenlerini huzuruna kabul edip ilginç bir konuşma yapmış ve çeşitli tembihlerde bulunmuş.
Selim’e göre babasının başkentindeki mal mülk edinmeye hevesli, niteliksiz, hünersiz, hırsız takımı hediye ve rüşveti mabud edinip tapma belâsına düşmüşlermiş. Büyük dedelerinin devirlerinden beri Osmanlı hanedanına hizmet eden kişizadeleri (merdüm-zâde) ve işe yarar yiğitleri ileri çıkarmaktansa, bunların teşvikleri daima kul taifesine yönelikmiş. Şehzade, “[K]uldan gayrıya mansıb vermedikleri için vilayet ve memleketimiz halkının yararları Kızılbaş taifesine meyl edip, ol âsitâne ile buluşmak üzere olmuşlardır diye işittim” demiş ve bir de taahhütte bulunmuş:
“Benim nazar-ı ferhûnde-eserim sizin taifenizedir. Dedelerimiz zamanlarından beri bize nasihatler ol veçhiledir ki, âsitânemizde asıl kulumuz, yolumuza sadakat üzere cân u baş oynayıp bize yoldaşlık ve hizmet edenleredir. Âli mansıblar ve yarar dirlikler onlarındır. Hak subhanehü ve te’alâ ben kuluna devlet erzani ederse (layık görürse), benim nazar-ı âtifet-eserim merdüm-zâdeleredir (…) Kullarımıza ne minnet, onlar halis bendelerdir. İçlerinde Müslüman ve ehl-i insaf, pak itikad, dindar, fazâyil-şiar olanları ileri çekmek gerek. Yoksa kuldur diye bî-hünerlere, hâsis ve denîlere itibar edip, yaramazı âdem etmek padişahlık alameti değildir. Merdüm-zâdelerden yüz çevirmek reva olmaz.”
Şehzade sonra, toplananların yerlerine dönmelerini, kendisinin bu görüşte olduğunu vilayetlerindeki yarar dilaverlere bildirmelerini ve Kızılbaş’a olan meyil ve sevgilerinden vaz geçmelerini söylemelerini tembih etmiş. Böyle de olmuş, şehzadenin hangi anlayışta olduğunu öğrenenler Selim’e gönülden bağlanmış. Ozanlar Türküler çıkarıp, “Yürü Sultan Selim meydan senindir” demeye başlamış. “Cümle ehl-i İslâm” bu anlatılanla ümide kapılmış ve Kızılbaş taraflarını unutmuşlar.
Hikâye böyle. Aziz dostumuz Feridun Emecen, Yavuz üzerine olan yetkin çalışmasında, “Eserini sonradan kaleme alan Celâlzâde’nin tamamen Selim’e meşruiyet kazandırmak odaklı bu bilgilerinin tarihî kıymeti hiç şüphesiz tartışmalıdır” gözleminde bulunuyor. Ayrıca, Selim’in tahta çıkarken, haklarında olumsuz görüş serdettiği kulların desteğini aldığını da hatırlatıyor.
Burada belki vurgulanması gereken noktalardan biri, Celâlzâde’nin bu aktarımında, Selim’in kulları tamamıyla devreden çıkarmak gibi bir yaklaşımının olmaması, sadece önceliği “merdüm-zâdeler” diye nitelendirdiği kesime vereceği beyanında bulunmasıdır. Selim’in saltanatında bu yolda bir siyaset izleyip izlemediği tabii ki müstakilen irdelenmelidir. Dahası, bu sözlerin gerçekten Selim tarafından söylenip söylenmediğini bile bilemiyoruz. Burada konuşanın son kertede Selim değil, Celâlzâde olduğunu düşünmeliyiz.
Öte yandan, Yavuz’un, İstanbul’un fethinden beri devam eden devşirme / kul sadrazam atanması uygulamasını, 1518’de Karamanlı Pîrî Mehmed Paşa’yı atayarak kesintiye uğrattığını, bunu da ondan önceki devşirme sadrazamlarından üçünü idam ettirdikten sonra yaptığını belirtelim. Soylu bir Selçuklu ailesinden gelen ve Halvetî tarikatının Cemâliye kolunun kurucusu olan Şeyh Cemâl’in oğlu olan Pîrî Paşa, pekâlâ, kendisi de bir halvetî ve kadı oğlu olan Celâlzâde’nin bahsettiği o merdüm-zâdelerden biri olabilirdi!
Bu noktada söylemeliyim ki, Celâlzâde’nin kul kökenli devlet adamlarına duyduğu antipatinin şekillenmesinde Pîrî Mehmed Paşa’nın doğrudan bir rolü varmış gibi görünüyor. Celâlzâde, onun sayesinde divan kâtibi olmuş, daha sonra da altı yıl boyunca paşanın tezkireciliğini yapmıştı. Dahası, Selim-nâme’nin en önemli kaynaklarından birisi Pîrî Paşa’ydı ve 1532’deki ölümüne kadar Celâlzâde’ye devlette görüp geçirdiği pek çok tecrübeyi anlatmıştı.
Selim-nâme’nin baş taraflarında, Yavuz’un babasına karşı harekete geçmesini haklı ve meşru göstermek amacını güden, Osmanlı düzeninin II. Bayezid zamanında bozulmuş olduğu görüşünü işleyen ve adeta bir siyaset-nâme diliyle yazılmış fasıllar vardır. Meselâ, sipahilerin ve vezirlerin durumunu anlatan üçüncü fasıl böyledir. Celâlzâde burada, Bayezid zamanına kadar Osmanlı padişahlarının nezdinde saltanat ve ordu işleri konusunda kendilerine danışılan devlet adamlarının “merdüm-zâdeler” olduğunu söylüyor. Bunlar, gerçekten Müslüman, partizanlıktan (nisbet ü ta’assubdan) uzak, doğrudan ayrılmayan, rüşvetten büyük günah tanımayan kişilermiş. Böylesi niteliklere sahip olmayan kimseler padişaha vezir olamazmış.
“Merdüm-zâde asil olmayıp” ama padişahın kapısında eğitim görmüş, erdemli ve bilgili olarak yetişmiş “bendelerden” vezirliğe layık ve müstahak olanları da bu yüksek makama getirirler ve kendilerine daima ulemayı arkadaş kılarlarmış. Bu kul asıllı kişiler de erdemliler ile meşveret eder, kanunu bilenlerle iyi geçinir, tek bir kişiye bile zulmedilmesine rıza göstermez, dünyanın malına mülküne, altın ve mücevherine iltifat etmezlermiş. Hepsi, şeriata itaat eder, eski kanunlar ile Müslümanların işlerini görürlermiş. Bayezid’in saltanatının başlarında bu kadim üslup bir süre devam etmiş. Ama o, yaradılışında gevşeklik ve huyunda dengesizlik olduğu için memleket işlerinden uzaklaşmış. Vezirliğe hak edenin gelmesi düşüncesi bir kenara bırakılmış.
Bayezid, Amasya’da şehzade iken iç hizmetlerine bakan bazı kullarını kısa yoldan yüksek mevkilere getirip vezir yapmış ve bazı hadımları da sadrazamlığa getirmiş. Vezaret makamında, sarayda yetişmiş boş kafalı ve ülkenin düzenini düşünemeyecek durumdaki kişilerin hükmü geçmeye başlamış. Celâlzâde, “Vezir oldu geçti sadra sabiler / Ulumu görmemiş bilmez gabiler” diyor. Böylece rüşvet ve adam kayırma kapıları açılmış. Eskiden, yüksek mansıplar, kahraman ve işe yarar kişilere verilirken bu usûl bırakılmış. “[H]er Türk sipahi ve emir, kanda (nerede) bir bedbaht ve şakî ve gümrâh var ise, ehl-i kadr ve sahib-i tedbir” olmuş. Özellikle Anadolu, Karaman ve Rum vilayetlerinde bulunan tımarların eskiden kalma kesin kaideleri olup, bir boşluk olduğunda ancak hak edenlere verilir ve vermek için peşkeş ve rüşvet de alınmazmış. Bu tarif edilen “yeni üslûb” devrinde ise tımarlar rüşvet pazarında mezada konuyormuş. Devleti yönetenlerin nezdinde, “tımara müstahak ve yarar olan bahadır ve dilaverlerin” adı “havâric (hariciler) ve ecnebi” olduğu için bunlara tımar verilmiyormuş. Bu yüzden sözü edilen vilayetlerde sipahinin hâli üzüntü vericiymiş.
Celâlzâde’nin, Pîrî Paşa’dan aktardığı bir anekdota göre II. Bayezid’in de Anadolu’daki kötü durumdan haberi varmış. Pîrî’nin Anadolu defterdarlığı yaptığı zamanlarmış. Bayezid, vezirlerine, “[S]iz hod okumuş yazmış, mesalih-i saltanat sürmüş pirler, kâmiller değilsiz. Padişahlık ve vezaret ahvâlini kimden gördünüz? Hocanız kimdir?” diyerek sitem etmiş. Onları peşkeş ve hediyelere tamah ederek yeni kanunlar ve taze bid’atlar getirmekle suçlamış ve “Niçin mukayyed olmayıp zulme rıza verirsiz?” diye hesap sormuş. Hepsinden düşük rütbeli olan ve yanlış ile doğruyu ayırt edebilen Mesih Paşa adındaki veziri, vezirlerin ve memleketin gerçek durumunu anlatmak için izin almış.
Buna göre, veziriazamın işi, gece gündüz “fısk u fücur” ile meşgul olmak, “Rumî ve Frengî” şaraplar” elde edip “simin-beden sakiler” elinden içmekmiş. İkinci vezirin derdi sürekli mal mülk edinmekmiş. O da Tüccarlar ile düşüp kalkıp, tefecilik kazancıyla altın biriktirme (fevâyid-i murabaha ile hâsıl-ı zer) peşindeymiş. Av tutkunu üçüncü vezirin ise gözü başka bir şey görmüyormuş. Defterdarlar ise “mal tahsil edelim” diyerek padişahı cehenneme sürüklüyormuş. Memleketin durumu perişan, reaya ise zulmün ayağı altında kalmış. Padişaha ahret gerekiyorsa, memleketin işini görecek kimseleri kollamalıymış. Sultan bunları duyunca “Gerçek söylersin” demiş ve ağlayarak çıkıp gitmiş. Vezirlerin ise bu sözler kulaklarına girmemiş, gülüşmüşler.
Celâlzâde’nin yazdıklarının ne ölçüde bir siyaset-nâme söylemi olduğu ve bu anekdotun aynıyla vaki olup olmadığı soruları bir yana, o dönemde cahil ve tecrübesiz iç oğlanları ve/ya harem ağalarının vezirlik ve veziriazamlık gibi önemli görevlere getirilmesinin kınanacak bir davranış olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Yoksa Celâlzâde, II. Bayezid’i bu yönden neden eleştirecekti ki? Gerçekten de Ebü’l-Hayr’ın hikâyesiyle, Celâlzâde’nin kurgusu arasında dikkate değer benzerlikler var gibi görünüyor. Her iki durumda da memleketin üst idaresi kulların eline geçince durum kötüleşiyor, halk zulüm ve rüşvet ile perişan oluyor ve başka ülkelere sığınmalar başlıyor.
Celâlzâde, Bayezid’in bunu görmediği veya gördüğünde artık çok güçsüz olduğu noktasında ise Şehzade Selim’i duruma tamamıyla hâkim olarak tasvir ediyor. Yalnız, Celâlzâde’yi basit bir devşirme / kul karşıtı pozisyona yerleştirmemek gerektiği kanaatindeyim. Yukarıda gördük, kullardan hak edenlerin önemli mevkilere getirilebileceğini düşündüğü gibi, rüşvet ve hediye veren her Türk’ün de sipahi ve emir olmaması gerektiği görüşündedir. Başka bir deyişle, onda basit bir devşirme/ mühtedi ve yerli / Türk / Müslüman ikilemi görmek oldukça güçtür çünkü işin içine bir de “sınıf” mülahazalarını katmaktadır. Mesela, Selim’in Anadolu’ya davetiyeler göndermesini, onun, İstanbul’daki yüksek devlet görevlilerinin bütün rağbetinin kul tayfasına olduğunu ve “haseb ü neseb sahipleri olan merdüm-zâdeler ve ocak erlerinin” üst derecelerdeki mansıplardan mahrum kaldığını ve memleket ahalisinin düşman tarafına iltica etmeye başladığını görmesine bağlıyor.
.10/12/2017 00:09
Gebze üzerinden İtalya
Fatih’in son günleri sürekli tartışılır. Bugün iç içe geçmiş olsa da burada tabii ki iki tartışma var. Birincisi, Fatih’in resmen nereye olduğunu açıklamadığı son seferinin hangi ülkeye yönelik olduğu tartışmasıdır. İkincisi ise Fatih’in zehirlenme sonucu ölüp ölmediği yolundaki tartışmadır. Aşırı derecede eskitilen ama bu ilgiyle mütenasip araştırmalar yapılmasını sağlayamayan ikinci tartışmanın bugün çok daha baskın olduğu söylenebilir ama birinci konu şüphesiz çok daha eskidir.
Özetlersek, bugün, birinci tartışmada, gidilecek ülkenin İran, Mısır, Rodos veya İtalya mı olduğu tartışılmaktadır ve taraflar başlıca İtalya- Mısır olarak bölünmüştür. İkinci tartışma ise Fatih’in vefatının zehirlenme mi yoksa ecel / hastalık nedeniyle mi olduğu hakkındadır. Zehirlenme tezini kabul edince de karşımıza bu işin Venedik tarafından görevlendirilen Hekim Yakup Paşa eliyle mi yoksa Şehzade Bayezid’in görevlendirdiği Hekim Hamidüddin Larî eliyle mi yapıldığı şeklinde iki patika çıkmaktadır. İlginç olan şu ki her iki ismi de iki ayrı yerde Fatih’in meşhur biyografı Franz Babinger önermiş durumdadır.
Seferin yönü ve zehirlenme tezini birleştiren bir özel damardan da söz etmek mümkün. Buna göre Fatih’in son seferi İtalya üzerineydi ve Venedikliler tarafından zehirlenerek öldürüldü. Böylece sefer de yapılamadı. En erken savunucuları arasında popüler tarih yazarı merhum Yılmaz Öztuna’nın epeyce öne çıktığı bu görüşün bugün de taraftarları bulunuyor. Bu çizgide, gayet iddialı bir adı olan popüler ve müstakil bir kitap bile var (Bkz., Ahmet Almaz, Fatih Sultan Mehmet Nasıl Öldürüldü? Venedik Devlet Arşivinde Gizlenen Belgeler). Şahsen benim, savunucularının hayâl gücü zenginliğinden ve edebî yaratıcılıklarından artık umudu kestiğim noktalarda bile bu özel damar veya alt tez evrimine devam ediyor, aklıma hayâlime gelmeyen kişileri bu teze sokuşturulmuş olarak görüyorum.
Yalnız, bu çizginin savunucularının salt tarih amatörleri arasında olduğu yolunda bir izlenim vermek de istemem. Sayın İlber Ortaylı da çeşitli vesilelerle bu yoldaki görüşlerini kamuyla paylaşmış bulunuyor. Mesela, Fatih’in ölümünün 530. Yılı münasebetiyle konuştuğu bir panelde, Fatih’in İtalya’yı almak amacında olduğunu söyleyerek, “Fatih amacına ulaşamadan Venedikli hekim tarafından zehirlenmiştir” demiş. Daha yakın bir zamanda, 28 Mayıs 2016’da, Hürriyet’te Yenal Bilgici ile yaptığı röportajda ise, Gedik Ahmed Paşa’nın Otranto Seferi’ni kastederek, “Fatih de bir sene sonra karadan geliyordu. Gebze’deydi. Bu ordunun İtalya’ya açılacağı belliydi. Maalesef zehirlendi ve öldü” dediği kayıtlı.
Bilmem vurgulamaya gerek var mı, ama seferin yönünün İtalya olarak gösterilmesi Venedik tarafından zehirletilme tezini daha cazip kılmak içindir. Mısır veya İran üzerine yapılacak bir seferi Venedik niye engellemeye çalışacaktı ki? Ordu Anadolu tarafında olmasına rağmen seferin İtalya üzerine olduğunu söylemek, 1479’da Osmanlı ile bir barış antlaşması, hatta ittifak yapan Venedik’in acilen harekete geçerek Fatih’i zehirlettiği tezi çerçevesinde vazgeçilmez bir unsur olarak görülüyor olsa gerek. Dolayısıyla, Fatih’in son seferinin nereye olduğunu saptamak, Venedik tarafından zehirletilme tezinin tarihsel gerçeklikle çakıştırılması açısından faydadan ari olmayabilir. Fatih gerçekten de İtalya’ya mı gidiyordu?
Babinger’in kendisinin de aralarında bulunduğu ve bu son seferin Memlukler / Mısır üzerine olduğu kanaatinde olan Şehabeddin Tekindağ, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, İsmail Hami Danişmend, Şerafettin Turan, Faruk Sümer gibi çok sayıda modern dönem Osmanlı tarihçisinin görüşlerini, en azından şimdilik, bilmezlenelim ve sorumuzun cevabını doğrudan birkaç eski Osmanlı kaynağında arayalım.
Eserini Fatih döneminde kaleme alan ama II. Bayezid döneminin başlarında temize çeken çağdaş tarihçilerden müderris Mevlana Neşrî, sadece şöyle diyor:
“Rivayettir ki, Sultan Mehmed Gazi hicretin sekiz yüz seksen altısı Saferinin yirmi yedinci gününde (27 Nisan 1481) öte yakaya geçip, Gebze tarafına yürüyüp, nereye sefer edeceğini kimse bilmezdi. Zira Sultan Mehmed’in âdetiydi; sefer ettiği vakit nereye gittiğini kimseye demezdi. Ve bilcümle birkaç göç göçüp, yine ol yılın Rebiyülevvel ayının dördüncü gün (3 Mayıs 1481) Perşembe günü at arabasına girip, göçüp, Gebze’ye yakın yerde Maltepesi’nin çayırına kondu.”
Yine Fatih’in çağdaşı ve onun zamanında defterdarlığa kadar yükselmiş olan Tursun Bey ise bu konuda biraz daha konuşkandır. “Ve cihet-i sefer taraf-ı Anadolu olduğu malûm olundu, amma Arab mı Acem mi malûm olmadı” derken o da kesin bir yer göstermiyor. Fakat bu konuda hiç görüşü yoktur da denemez çünkü Fatih’in bu son seferini anlattığı kısma verdiği Farsça başlıkta, “Güftâr der kasd-kerdeni-i padişâh-ı İslâm be-istihlâs-ı Mısr u Şam” diyor, padişahın Mısır ve Suriye yörelerini kurtarmak niyetinden bahsediyor. Tursun, aynı zamanda, Sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa’nın, “İnşallahü’l-Mennan Mısır’a sultan olursız; ol mülkü tercih edip anda kalırsız. Rum’u şehzadelerinize erzanî buyurursız” diyerek padişahın hastalığından kaynaklanan acılarını dindirmek istediğini de kaydediyor.
Eserinin ilk sekiz cildini II. Bayezid’a sunan Kemâl Paşazâde ise çok açık bir şekilde bu son seferin “Şam” üzerine yapıldığını söylüyor. Rum padişahı yıldızlar kadar çok askeriyle Şam ülkesine saldırmış. Doğru; “Mısır” demiyor, demesi için de bir sebep yok. Fatih, herhâlde Mısır’ın kendisini değil, Mısır yönetimindeki Suriye’yi hedefliyordu. Hatta Kemâl Paşazâde’ye bakılırsa, hedefinin daha da dar, sadece Halep olduğu bile söylenebilir. Padişahın niyeti, Halep’in taştan surlarını camdan şişeymiş gibi top ateşiyle kırmakmış.
Eleştirelliği ile tanınan Gelibolulu Mustafa Âli ise, Künhü’l-Ahbar’ında, Kemâl Paşazâde ve diğerlerini görmüş olmasına rağmen, “Ve Arab u Acem fütuhatı niyetiyle İstanbul’dan bir merhale ba‘id (uzak) olan Gegvize (Gekbuze / Gebze) nam kasaba-i Firdevs-makam” a çadırların kurulduğunu söylemekle yetiniyor. Mustafa Âli, tek bir seferle, hem Arap hem Acem ülkelerinin ele geçirilemeyeceğini muhakkak bilirdi ama kesin bir görüş belirtmeyi gereksiz görmüş olmalıdır. Fatih’in son seferinin İtalya üzerine olduğunu değil söyleyen, ima dahi eden herhangi bir Osmanlı kaynağına ise rastlamadığımı söylemek durumundayım.
Günümüzde Fatih’in son seferinin İtalya üzerine olduğunu ileri sürenlerin bu yargıya nasıl ulaştıkları hususunda da en ufak bir fikrim bile yok. Ordunun Anadolu’nun Batı sahillerinde bir yere kadar yürüyüp oradan deniz yoluyla İtalya’ya varması gibisinden bir seçenek, hem taşınacak olanın küçük bir birlik değil bütün ordu olması hem de, çok daha önemlisi, Osmanlı padişahlarının deniz seferlerine kesinlikle çıkmamak gibi bir âdetleri bulunmasından dolayı ihtimal dâhilinde görünmüyor. Böyle bir bilgi parçasının gayet girift komplo teorilerinin yoluna dikilmesini ise pek beklememeliyiz galiba.
Geldik, beni hayretten hayrete düşüren kısma. Sayın Ahmet Akgül’ün ilk baskısının Ekim 2010’da yapıldığını vurguladığı Küresel Fesatçılık ve Fetullahçılık adlı kitabı bu İtalya- zehirlenme tezinin merkezine kimi oturtmuş, biliyor musunuz? Âşıkpaşazâde’yi… Evet, evet, bizim zavallı Âşıkpaşazâde’mizi… Akgül’ün tarihçi olmadığının farkındayım ama tarih söz konusu olunca okuduklarımı inanmayan gözlerle birkaç defa okumak durumunda kaldım. Herhangi bir yanlış aktarmaya neden olmamak için de müsaadenizle alıntıları uzunca tutacağım.
Akgül, “Fetullahçılık Fitnesi. Ilımlı İslam’ın tarihçesi ve Sultan Fatih’in zehirlenmesi olayı” başlığı altında Âşıkpaşazâde’yi şöyle tanıtıyor:
“Fatih Sultan Mehmed’in, Yahudi dönmesi saray doktoru tarafından zehirlenip öldürülmesine sebep olan kişi, Aşık Paşazade diye bilinen kimsedir. Padişahla çok özel bir münasebet ve samimiyet kuran ve Sultan Fatih’in en mahrem sırlarını bile kendisine açacak kadar Onun güvenini kazanan bu insan, büyük bir ihtimalle Tevarihi Ali Osman (Osmanoğulları Tarihini) de yazan Derviş Ahmet Aşiki’dir. (1400-1490?) Bu kişi; Moğol istilası sırasında İran Horasanından kaçarak Amasya civarına gelip yerleşen ve saf Alevi düşüncesini ve Şia (Ehli Beyt’e taraftarlık) gayretini istismar edip yozlaştırarak ve İran’daki Yahudi menşeli İsmailiye mezhebini karıştırarak oluşturduğu Sünnilik karşıtı Vefaiye Tarikatıyla Türkmen aşiretleri etrafında toplayıp Selçuklu Hükümdarı II. Gıyasettin Keyhüsrev’e isyan eden Baba İlyas’ın torunu, Kırşehir’deki Aşık Paşa Soyundan gelmektedir.
Siyonist Yahudi Mohiz (sic) Kohen Tekin Alp’in izinden giderek İslamsız bir Türk ırkçılığı güden Sabataist Nihal Atsız’ın bu kişiyi özellikle sahiplenmesi ve kitabını yeni harflere çevirmesi de bunun bir Yahudi dönmesi olduğu kanaatini güçlendirmektedir.”
Âşıkpaşazâde, gerçekten de Baba İlyas ve Âşık Paşa’nın soyundan gelmekteydi ama bu alıntının ürettiği doktrin sorunlarını ilahiyatçı dostlarımızın ehil ellerine havale etmeliyim. İyi de biz, Âşıkpaşazâde’nin Fatih’in bir sırdaş nedimi olduğunu da bilmiyoruz ki! Öte yandan, Âşıkpaşazâde’nin “Yahudi dönmesi” olduğunun tesbit edildiği yöntemle “tesbit” edilecek daha birkaç tane eski Osmanlı kronikçisi olduğunu söylemeden de duramıyorum. Bunlar, sırasıyla Ahmedî, Şükrullah, Karamanlı Nişancı Mehmed Paşa ve Bayatlı Mehmed oğlu Hasan’dır… Hepsi birden Atsız’ın editörlüğünde yayınlanan meşhur Osmanlı Tarihleri içinde boy göstermişlerdi de…
Neyse, konuya dönelim. Âşıkpaşazâde’nin, Fatih’in çok yakını olmasının kurgu içinde tabii ki bir hikmeti var:
“İşte asıl mahiyetini ve sinsi marifetini anlatmaya çalıştığımız ve padişahın sırdaşı olacak kadar Ona yaklaştığını hatırlattığımız bu Aşık Paşazade, Sultan fatih’in (sic) etrafa İran üzerine (Doğuya) sefer düzenleyecek diye duyurduğu ve Gebze yakınlarındaki Hünkâr çayırında otağını kurduğu büyük hazırlığın, aslında İtalya (Roma) için yapıldığını öğrenince, bu durumu bir mektupla Papalığa iletmiş ve Sultan Fatihin zehirletilerek öldürülmesine sebebiyet vermiştir. (…) İşte bu gelişmeler üzerine ve sırdaşı Aşık Paşa’nın (sic) hıyaneti yüzünden, Vatikan’ın talimatıyla doktoru Yahudi dönmesi Yakup tarafından yemeğine arsenik katılarak zehirlenen fatih’in (sic) bu büyük projesi gerçekleşememiş ve Papalığın emriyle bütün kiliselerde üç gün bayram ilan edilmiştir.”
Fatih, seferin İran üzerine olduğunu mu duyurmuş? Ah anladım, Anadolu tarafına geçmesi de işte böyle büyük bir şaşırtmaca… Aynı ordugâhta olmalarına rağmen Âşıkpaşazâde herhâlde Yakup’a talimat verme konumunda değildi ki Roma’ya yazdı… Mektup gitti en az üç haftada, cevabı geldi üç haftada, etti bir buçuk ay… E, Fatih’in bu son seferi sadece bir hafta sürdüğüne göre Âşıkpaşazâde vaziyeti çok daha önceden öğrenmiş. Sırdaş ya…
Akgül’ün bu eşi-manendi görülmemiş kurguyu getirip güncel siyasî hadiselere bağladığına bir şüpheniz olmasın. “İslam’ı yozlaştırıp laytlaştırma ve kolaylaştırıp ılımlaştırma hareketlerinin” Baba İlyas tarafından başlatıldığını belirttikten sonra şöyle diyor:
“Bugün [Ekim 2010, HE] Fetullahçıların üstlendiği, AKP iktidarının ve Diyanet İşleri Başkanlığının sahiplendiği ‘Ilımlı İslam ve Dinlerarası Diyalog’ safsataları da, maalesef aynı amaçları gütmektedir, yine Siyonist Yahudi ve Haçlı emperyalist tertibidir ve aynı argümanlarla yoluna devam etmektedir. Bu arada, Sultan Fatih’in yakın çevresine ve özel sohbetine Aşık Paşa (sic) gibilerini yerleştiren şeytani merkezler, acaba bugün insanlığı Siyonist ve emperyalist kuşatmadan kurtaracak, Türkiye merkezli yeni ve adil bir Dünya Düzeni amaçlayan ve adım adım bu hedefine yaklaşan Milli Görüş hareketini ve Onun Aziz Liderinin çevresini boş bırakacaklarını; Müslüman ve mücahit kılıklı gizli dönme hainlerle kuşatmayacaklarını söylemek doğru bir düşünce midir?”
Bilmem… Ama şurasını ranâ bilirim: Vah Âşıkpaşazâde vah… Hem de ne vah!
.17/12/2017 00:25
Fatih’in ölümü
Basitçe söylersek bir görüş Fatih’in zehirlendiği tezini savunurken diğeri onun ölümünün hastalık sonucu ve doğal yollardan olduğunu savunuyor. Zehirlenme tezi kabul edilince de bu kez kimin veya kimlerin sorumlu olduğu tartışması başlıyor.
İlginç bir şekilde, zehirlenme tezinin kaynağı olan Alman oryantalist Franz Babinger, iki ayrı eserinde, iki ayrı yönü ihtimal olarak öne sürmüştü. 1951’de Hekim Yakup Paşa/ Maestro Jacopo – Magistro Iacobo üzerine yazdığı makalesinde, Venedik Cumhuriyeti’nin, bazıları Fatih’in hekimi olan Yakup Paşa’yı da işin içine karıştıracak şekilde, Fatih’i öldürtmek için giriştiği bir düzine tasavvur ve teşebbüsü değerlendiriyor. 1953’te basılan Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı adlı ünlü eserinde ise, Venedik’in Fatih’in zehirlenmesinde hiçbir dahli olmadığı temasını işliyor ve sorumlu olarak doğrudan onun oğlu II. Bayezit’i işaret ediyor.
Türkiye’de, Fatih’in, “Yahudiler”, “Yahudi dönmesi hekim Yakup” ve Venedikliler (bazen de Papalık) tarafından zehirlendiği görüşü bazı çevrelerde revaç görürken Fatih’in oğlunun ve/veya başka bir Müslüman tarafın sorumlu olabileceği tezi için aynı gözlemi yapmak zor. Öte yandan, bu tartışmaların Türkiye’de ürettiği hacimlice literatürün ağırlıklı olarak zehirlenme tezine yatkın olduğu ise katiyen söylenemez. Merhum Şehabeddin Tekindağ ve merhum Feridun Nafiz Uzluk gibi değerli tarihçiler Babinger’i ciddî olarak eleştirmiş, merhum Halil İnalcık, Fatih devrine özel bir ilgisi olmasına rağmen bu tezden uzak durmuştur. Burada bu geniş literatürü özetlememe bile imkân yok fakat popüler seviyede yazılan her şeyin de zehirlenme / komplo teorilerine prim vermediğini belirtmem gerekiyor. Mesela, konuyu geniş kitlelere taşımalarına rağmen sağduyulu yaklaşım sergileyen örnekler için Sayın Ahmet Şimşirgil ve Sayın Mustafa Armağan’ın kişisel websitelerinde Fatih’in ölümü üzerine yazdıklarına müracaat edilebilir.
Tartışmanın Babinger ile başladığına değindim. Gerçekten de bu konuda Babinger öncesi- sonrası denecek kadar net bir ayrım yapmak mümkündür. Mesela, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti adlı eserini Babinger’in kitabıyla aynı yıl yayımlayan merhum Selâhattin Tansel, zehirlenme meselesini söz konusu bile etmemektedir.
Genelde sorgulayıcı ve kuşkucu bir yaklaşıma sahip olan İsmail Hami Danişmend de, ilk cildini, Babinger’in yazdıklarını görmeden, 1947’de, yayımladığı İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi adlı önemli eserinde, Âşıkpaşazâde’ye dayanarak Fatih’in ölümünü yorumlarken gayet temkinli ve dikkatlidir. O da, ancak daha sonra, Babinger’in yazdıklarına dayanarak Fatih’in zehirlenerek öldürüldüğünün artık kesin olduğu görüşüne ulaşacaktır.
1947’de, Nihal Atsız’ın belirli ölçüde metin tamiri yaparak yine o yıl yayımladığı Âşıkpaşazâde metnini de henüz görmeksizin, sadece 1332/ 1914 tarihli Âli Bey neşrini kullanan ve oradaki manzum parçayı alıntılayan Danişmend şu yorumda bulunmuştu:
“Kim bilir Âşık-Paşa-zâde’nin ‘Şarâb-ı fâriğ’ dediği ilaç nedir, bu ilacı içince Fatih niçin ‘ciğeri doğranarak’ hemen can vermiştir ve müverrih neden dolayı Fatih’in ağzından hekimlerin kendisine ‘kıydıklarını’ kaydetmek lüzumunu hissetmiştir? Bütün bunlar yanlış veyahut faydasız bir tedaviden şikâyet mahiyetinde olabileceği gibi, şüpheli bir ilaca ait bir takım imâlarla tefsir edilebilmek imkânı da yok değildir; diğer bazı membalarda da bu şüpheyi teyid edebilecek ifadeler vardır; her halde bu mesele ayrıca ve ehemmiyetle tetkik edilmelidir.”
Görüldüğü gibi, Danişmend, Âşıkpaşazâde’nin söylediklerinden dolayı belirgin bir şekilde şüphelenmişse de zehirlenme kelimesini kullanmaktan, hele hele herhangi bir adres göstermekten iyice kaçınıyor.
Eh, bu kadar sözünü edip, etrafında dolaştıktan sonra Âşıkpaşazâde’nin bugün bu konu tartışılırken alıntılanmaması düşünülemez hâle gelen sözlerini ben de atlayıp geçmeyeceğim. Yalnız şunu söylemem gerekiyor ki, söz konusu pasaj bütün Âşıkpaşazâde metinlerinde bulunmuyor. Friedrich Giese’nin 1929’da Leipzig’de yaptığı nispeten tenkitli yayında olmadığı gibi, Sayın Kemal Yavuz ve Sayın Yekta Saraç’ın İstanbul Arkeolojisi Müzesi ve Süleymaniye Kütüphanesi nüshalarına dayanarak yaptıkları yayında da yoktur. Aynı şekilde, Sayın Necdet Öztürk’ün yayına hazırladığı Berlin nüshasında da bulunmamaktadır.
Âşıkpaşazâde tarihi diye bilinen kroniğin henüz tam tenkitli bir yayının yapılmadığının, dahası bu değişik nüshalar arasında, özellikle metnin sonlarına doğru, eklemelerden dolayı ciddi ayrılıklar bulunduğunun farkındayım. Fakat konumuz açısından önemli olanın en otantik metnin tesbiti değil, metinlerin bize taşıdığı hiçbir bilgi parçasını kaybetmemek olduğunu düşündüğüm için, söz konusu şiiri, Âli Bey neşrinden de geniş olan şekliyle, Atsız’ın verdiği gibi alıntılıyorum. Siyah ile işaretlediğim yerler Âli Bey’de yok.
“Tabibler şerbeti kim verdi hana
O han içti şarâbı kana kana
Ciğerin doğradı şerbet o hanın
Hemin dem zâri etti yana yana
Dedi niçin bana kıydı tabibler
Boyadılar ciğeri canı kana
İcabet [isabet] etmedi tabib şarâbı
Ecel ermiş idi o demde hana
Tabibler teşhis etmedi marazın
Tımarları kamu vardı ziyana
Tabibler hana çün [çok] taksirlik etti
Budur doğru kavil düşme gümana
Dua et Âşıkî bu han hakkında
Ki nur-ı rahmete canı boyana
İlahî nesli kalsın tâ kıyamet
Hususa Han Bayezid-i yegâne
İlahî cümle oğlun pir görsün
Oğul oğlanları gelsin divana
Deyenler bu dua hakkında âmin
Cihan afetlerinden olsun emin”
Şimdi de metne göre ufak bir takdim- tehirle, Âşıkpaşazâde’nin düz yazıda ne dediğini veriyorum:
“Vefatına sebep ayağında zahmeti var idi. Tabibler ilacında aciz kaldılar. Âhır tabibler bir araya cem‘ oldular. İttifak ettiler, ayağından kan aldılar. Zahmet daha ziyade oldu. Âhır şarâb-ı faruk [şarâb-ı fariğ] verdiler. Allah rahmetine kavuştu.”
Fatih’le çağdaş birinin yazdığı ve konuyla ilgili anlatımların en ayrıntılısı olan bu sözlerden ne çıkıyor? Atsız yayınında hemen o sayfada, Âşıkpaşazâde, Fatih’in atalarının da neden ötürü öldüğünü anlatıyor. Hem Osman Gazi hem de Orhan Gazi’nin ayaklarında “zahmet” varmış. Orhan Gazi için, “İshal dahi vaki oldu” kaydını düşüyor. Buradan, tabii ki, daha önce ulaşıldığı gibi Fatih’in hastalığının kalıtsal olabileceği yolunda bir sonuca varılabilir. Öte yandan, Âşıkpaşazâde, bu “zahmet”in adını vermiyor, bunlar pekâlâ farklı rahatsızlıklar da olabilir. Her hâlükârda Fatih’in hastalığının nikris (gut, damla) olduğu yolundaki yaygın bilginin kaynağı diğer Osmanlı müellifleridir.
Başka? Fatih’e tek bir tabibin değil, bir tabipler heyetinin baktığını anlıyoruz. Dahası, bu hekimlerin ilaç tedavileri sonuçsuz kaldığında, bir konsültasyon yapmış ve ayağından kan almak gibi radikal bir işlem gerçekleştirmişler. Buna göre Fatih’e tek başına bir hekimin bir ilaç / madde vermesi veya kendi başına bir iş yapması olanaklı görünmüyor. Dolayısıyla “şu veya bu hekim” diyecek ve tek başına doktorlardan birini suçlayacak bir durum da olmaz. Zaten, Âşıkpaşazâde’nin, Fatih’in dilinden aktardığı sitem / serzeniş de tek bir hekime yönelik değil, “tabipler” diyor. Evet, sitem… Teşhis konulamadığı, verilen ilaç işe yaramadığı, tedavi işe yarayacak yerde zarar verdiği, sıkıntıyı daha da artırdığı için sitem ve serzeniş. Hekimler çaresiz kalmış ve hata yapmışlar, kusur işlemişler. Ama o kadar. Diğer türlü, kendisine zehir verildiğini anlayan Fatih, ölüm döşeğinde bile olsa, o hekimleri sağ bırakır mıydı? Eğer kendisi acılarını dindirecek bir ilaç / madde istememişse…
Bu da bizi, artık hiçbir şey çare olamadığı ve hastanın sıkıntıları çok arttığında verilen şerbet / şaraba getiriyor. Âli Bey neşrinde çok net bir şekilde “şarab-ı fariğ” diyor. Sözlük anlamları “rahatlatan, boşaltan veya vazgeçiren, feragat ettiren şurup” olabilir. Karıştırdığım 15. Yüzyıl tıbbî metinlerinde bu adla bir şerbet bulamadım. Merhum Şerafeddin Tekindağ’ın, bu tamlamaya kusturan, kay ettiren şurup anlamı vermesi ve “istifrağ” kelimesiyle aynı kökten geldiğine dikkat çekmesi dilsel açıdan ilginç. Fakat Âşıkpaşazâde’nin yukarıdaki anlatımı dikkate alındığı takdirde akla şöyle bir şey geliyor: İstifra ettirmek gibi en basit, en temel bir tedaviyi hekimler neden sona bırakmış olsun? İlaçlar (ne olduklarını bilmiyoruz) fayda etmiyor, hastanın (herhalde sıkıntılı) ayağına cerrahî bir müdahale yapmak için kendi aralarında görüş birliği arıyorlar, yapıyorlar, durum daha da kötüleşiyor ve en nihayetinde “şarab-ı fariğ” veriyorlar ve hasta vefat ediyor.
Atsız da “fariğ” kelimesini bir bağlama oturtamadığı için olsa gerek bu şerbeti “şarab-ı faruk” olarak veriyor. Konu hakkında değerli bir çalışma yapan merhum Feridun Nafiz Uzluk’un tercihi de bu yönde olmuştur. O da “şarab-ı fariğ” diye bir eski ilaç olmadığını, fakat zehirle panzehiri ayıran anlamında “Tiryak-ı Faruk” adında bir ilaç olduğunu söylüyor. Ona göre, macun halinde olan tiryak / theriak sıvı haline getirilerek kullanılırsa, “o zaman ona Şarab-ı Theriak-ı Faruk yerine daha kısa olmak üzere Şarab-ı Faruk” denirmiş. “Âşıkpaşazade hekim olmadığı için ya kelimeyi yanlış işitmiştir, yahut Tarihini kopya edenler hata eylemişlerdir. Şu halde padişaha verilen ilâç Şarab-ı Faruk’dur. Şarab-ı Fariğ değildir” görüşünü ileri sürüyor. Tiryak-ı Faruk, aralarında zehirlenme ve kuluncun da olduğu pek çok rahatsızlık için kullanılan bir karışım ama sorun o ki kaynaklarda ne “şarab-ı tiryak-ı faruk” diye uzun haline, ne de “şarab-ı faruk” diye kısaltılmış şekline rastladım.
Uzun sözün kısası, Âşıkpaşazade’nin bu çok alıntılanan sözlerinden Fatih’in zehirlendiği gibisinden bir sonuç çıkarmanın bir hayli zorlama olacağını söyleyebiliriz. Tam aksine, Âşıkpaşazade, sözün doğrusunu anlattığı ve herhangi bir şüpheye (gümana) düşülmemesi yolundaki uyarısını, Fatih’in ölümü hakkında toplumda mevcut veya muhtemel herhangi bir söylentinin önünü kestirmek amacıyla yapmış da olabilir. Yalnız, not etmek gerekir ki, Âşıkpaşazâde’denin metnindeki mensur ve manzum kısımlar arasında da bir uyumsuzluk var gibi. Fatih’in kendi doktorları vardıysa, ayağında da eskiden beri bir rahatsızlığı vardıysa, bunun ne olduğunun o doktorlarca gayet iyi bilinmesi gerekmez miydi? Oysa şiirde, “Tabibler teşhis etmedi marazın” ifadesi var. Tuhaf… Bu kısım sonradan mı eklendi? Yoksa Fatih’in bilinenlere ilaveten yeni bir rahatsızlığı olduğunu mu kastediyor? Öte yandan, metindeki mensur satırlarda hekimlerin teşhiste bulunamadıklarını hiç söylemiyor…
İlginç olanı şu ki, zehirlenme tezini ortaya atan Babinger’in kendisi dahi Âşıkpaşazâde’deki bu pasaj ve şiir üzerine herhangi bir tez bina etmemiştir! Konu büyük ve uzun… Daha, Fatih’le çağdaş veya yakın çağdaş diğer Osmanlı müelliflerinin yazdıkları var. Babinger’in söylediklerine de tabii ki değinecek, kaynaklarını nasıl bir eleştirellikle kullandığına bakacak ve özellikle akıl yürütme şeklini sorgulayacağız.
.24/12/2017 00:25
Venedik’ten bir ölüm, 4.0...
Fatih Sultan Mehmed, herhalde günümüz Türkiye’sinde en iyi “bilinen” üç sultandan biridir. Tabii ki hepsinden daha iyi “bilinen” Ertuğrul Bey var, lâkin unvanı üstünde, o, sadece bey. Diğerleri, malum, Kanuni Sultan Süleyman ve II. Abdülhamid oluyor. Aralarından hangisinin daha iyi bilindiğini saptamak ise gerçekten güç bir iş gibi görünüyor ve herhalde özel bir kamuoyu yoklama çalışması yapmayı gerektirir ama yakında dizisi gösterime girdiğinde Fatih’in bir atak yaparak diğerlerinin önüne geçmesi ihtimalinin yüksek olduğunu ileri sürebilirim. Bu da bütünüyle dayanaksız bir tahmin değil, henüz “dizisiz” bir sultan olmasına rağmen Fatih, kurgu dünyasının diğer ürünleri sayesinde daha şimdiden başa güreşiyor.
Yazık. Yazık, çünkü popüler kültürün el attığı tarihî şahsiyetler belki bu ilgiye mazhar olamayan diğerlerinin asla ulaşamayacakları bir canlılık ve hatta güncellik kazanıyorlar ama bu canlılığı kazandıkları oranda da tarihî şahsiyetler olmaktan çıkıyorlar. Herhâlde yani, mesele bu değil mi zaten? İyimser meslektaşlarım, bu şekilde bir “bilinme” olgusunun faydadan tamamen ari olmayacağını, bir şekilde ilgisi uyanan çok sayıdaki kişiden hiç olmazsa bazılarının konu hakkında “ciddî” araştırmalar yapmaya yöneleceklerini düşüne dursun, açıkçası ben biraz kötümserim. Çok ileride belki… Ama bugünlerde bu “ciddî” araştırmaların herhangi bir emaresini görmüyoruz. Bilâkis, popüler kültür vasatlarında diriltilerek aramıza bir şekilde katılan ve bariz bir şekilde bugünün tartışmalarının nesnesi hâline getirilen tarihî şahsiyetlerin tuhaf bir dokunulmazlığı oluyor; enikonu tarihsel sorgulama alanının dışına itiliyorlar gibime geliyor.
Tarihçiler genelde, ya bu eşhasla ilgili popüler ve “alengirli” konulara hiç girmiyor, uzak duruyorlar ya da şerbet verecek nabızlardan hangisinin daha güçlü attığını kesinleştirdikten sonra, “Evet, evet Fatih, İtalya’ya gidiyordu, Venedik zehirletti” veya “Kanuni kuyumcuydu. Kendi tacını yapmıştır” türü popüler algıları ve imajları onaylayan ve besleyen çıkışlar yapıyorlar. Remizli rumuzlu yazarak bilimsel tarihçilik yapılabileceğine inanmadığımdan her iki tavra da, tabii ki uğraştığımız bağlam dâhilinde, birer örnek vererek daha müşahhas bir hâle getireyim.
Merhum Halil İnalcık, Franz Babinger’in 1953 tarihli Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı adlı eserine, Speculum dergisinin Temmuz 1960 sayısında tam 20 sayfalık bir eleştiri yazmıştı. İnalcık’a göre akademik dünyanın o zamana kadar ayrıntılı bir eleştiride bulunmamasının nedeni, eserinde gerekli referansları vermeyen ve kaynaklarını göstermeyen Babinger’in, bu konuda bir söz vermesi ve hepsini ikinci bir ciltte yapacağını söylemesiydi. Dönemi çalışan biri için hangi kaynakların kullanıldığını ve hangilerinin kullanılmadığını bulmanın zor olmadığını belirten İnalcık Hoca’nın sabrı taşmış olmalıydı ki bu eleştiriyi yazmıştı. Bir bakıma, eleştirilerini daha fazla geciktirmenin anlamı olmadığını düşünmüş olmalıdır. İlginç olanı şu ki, İnalcık, bu eleştirisinde Babinger’in, Fatih’in, kendi oğlu Bayezid tarafından zehirletilerek öldürüldüğü yolundaki tezine tek bir satır bile ayırmamıştı! İkinci tavra örneği ise Fatih bağlamında zaten yazmış bulunuyorum, tabii ki Sayın İlber Ortaylı’yı kastediyorum.
Safderunca olabilir ama bendeniz ise bir üçüncü yolun mevcut olması gerektiğini ve olduğunu düşünenlerdenim. Gönlüm, tarihî kişilerin ve gerçekliklerin geri dönüşsüz bir şekilde popüler kültürün çenelerine kaptırılmasından yana değil. Başka bir deyişle, tarihsel sorgulama alanının gittikçe daraltılmasına ve popüler kültür vasatlarında diriltilen tarihî kişiliklerin ve gerçekliklerin göz göre göre katledilmesine razı değilim.

Fakat farkındayım, tarihsel sorgulama alanını açık tutmaya çalışmanın belirli bir maliyeti var. Popüler kültürün ve tarihin sansasyon yaratma hassası, “o konulara” girmekten kaçınmadığınızda sizin (bu durumda benim) önünüze bir fatura koyuyor. Son, “Fatih’in Ölümü” başlıklı, yazıma yorum yazan ve iyi niyetli olduğunu varsaydığım, “fatih abbas”, bakın Karar’ın sitesinde ne demiş: “hakan hoca genelde, sansasyonel tarih yazma alıskanlıgına kapılmıs gorunuyor. sosyo ekonomik ortam mali dengeler..sartlar diger kurumlar ve isleyisleri onemsiz kalıyor.” İşte biraz önce söylemeye çalıştığım hususlardan biri tam da bu. Tarihçiler, bunun için fellik fellik kaçıyor, kaçınıyor popüler kültürün pençesine düşen konulardan. Burada 90’dan fazla makale yazdım, “sansasyonel” nitelemesinin Fatih’in son seferi ve ölümü hakkındaki son iki yazıya rastlaması bir tesadüf mü sizce? Ne yapacaktım? “Fatih İtalya’ya sefer ediyordu, Âşıkpaşazâde adlı müverrihin haber vermesiyle papalık Hekim Yakup’a zehirletti ” tezlerine ve muadillerine dikkat mi çekmeyecektim? Bırakalım o hâliyle kalsın mı?
İsmini bağışla(ya)mayan bir başka okur ise aynen şöyle demiş:
“ Bu yazar sanki o gün o olaylar gerçekleşirken oradaymış gibi yansıtmış konuyu. Sana göre başkalarınınki nasıl yanılgıysa şimdi bir çok insana görede senin yazdıkların yanılgıdan ibaret. Peki nasıl bulacağız orta yolu. Nasıl mı çok basit. İşin ehli gerçek ve dürüst araştırmacı ve tarihçilerin ortaya koyacağı belgelerle ve tezlerle. Senin gibilerinin safsatalarıyla zaman kaybetmeye bu toplumun mecali dahi kalmamıştır. Gerçi şu yazılanlara bakınca kime ve kimlere hizmet ettiğiniz açık ve net ortaya çıkıyor. Bari Biraz geniş okuyun objektif olun diyeceğim ama kime size mi? Neyse zamanımızı böylesine tutarsız şeylerle heva etmeyelim. Yinede size kolay gelsin.”
“Cevat Karakalem” adıyla mültefitâne yazan bir başka okuruma ise, şu yukarıdaki alıntının yazarı olduğunu düşündüğüm kişi bu tepkiyi vermiş:
“Yağın kilosu bayağı yüksek. Yalayın biribirinizi. Adına tarih dediğiniz saptırma haberlerle ve gerçeği gizlemeye yönelik bu kör bakış açısıyla körler sağırlar birbirini ağırlar düşüncesiyle yolunuza devam edin.”
Hakaret eden ve edep-adap dışı ifadeler barındıran yorumların siteden kaldırılmasını istemek gibi bir hakkım olduğunu bilmeme rağmen bu yolda bir girişimim olmadı. Sebebi basit, eleştirinin bu mesleğin olmazsa olmazı olduğunu düşünüyorum, en haksız eleştiriden bile sinekten yağ çıkarmak kabilinden bir yarar umuyorum da ondan.
Öyle mi yapıyorum, öyle mi yaptım hakikaten? Tarihçinin, kendi içinde yaşadığı zamanın bir parçası olduğunu iyi bilenlerden olduğumu düşünürüm. Ben mi, “oradaymış gibi” yansıtmışım konuyu? Neyi, neden düşündüğümün kanıtlarını, belgelerini, kaynaklarını paylaşmıyor muyum yazarken? Kendim oradaymış gibi yazıyor isem bu kaynakları, göstermeye, irdelemeye, tartışmaya ve bol bulamaç alıntılar yapmaya ne hacet olur ki? Ama zaman- mekân gibi iki temel dinamik içinde ve yine kaynaklar bazında bazı tezlerin gerçek olamayacağını gösterebildiysem ne mutlu bana. Mesela, “hain, Yahudi dönmesi, padişahın nedimi / sırdaşı (!)” (ve o sırada seksenini aşkın) Âşıkpaşazâde’nin, Fatih’in hepsi bir haftadan az süren bu son seferi sırasında İtalya’ya mektup yazıp papalıktan talimat gelmesini sağlamasında herhangi bir imkânsızlık görmüyorsanız, bunda bir sorun yok mu? Aynı şekilde, Âşıkpaşazâde’nin malum şiirinden yola çıkarak Fatih’in zehirlendiğinin kanıtlandığını (!) düşünüyorsanız, bekleyin de diğer kaynaklarda daha ne şiirler var, görün derim.
Dolayısıyla yok öyle bir görelilik! Efendim ben birilerinin yanılgı içinde olduğunu düşünüyor muşum da, benim düşüncelerim de başkalarına göre yanılgıymış. Tarihçilik, belirli ve iyi tanımlanmış metodolojiler içinde uygulanan bir beşerî ve sosyal bilimdir. Bir tarafa, döneme ait tek bir kaynak, tek bir kanıt, kanıtı bırakın tek bir karine bile göstermeden en aykırı hezeyanları, tez; tezden geçtim, en sorgulanmayacak olgular olarak gösterme uyanıklılığı; diğer tarafa ise eli kolu kaynakla, belgeyle, mevcut bilimsel literatürle, mesleğinin kuralları ve formel bilimsel yöntemle bağlı tarihçiler konup bir “denge” sağlanamaz. Kamuya da “işte size alternatifler sunuyoruz, isteyen istediğini seçsin” mesajı verilemez.
Neyin “orta yolu” bulunacakmış? Neyle neyin sentezini yapmalara çıkılıyor? Kim, kiminle uzlaştırılacak? Depremlerin öküzün kımıldanmasıyla olduğunu ileri süren “görüşle”, tektonik plaka hareketlerinden ileri geldiğini açıklayan görüşün aralarında bir “orta yol”
bulmak kabilinden mi olacak bu gayret? Buralarını hızla geçiyorum da bu işi, “İşin ehli gerçek ve dürüst araştırmacı ve tarihçiler” yapacakmış. Muntazırız efendim birer deux ex machina rolü atfettiğiniz bu mutasavver ve muhayyel tarihçilerin “ortaya koyacağı belgelerle ve tezlerle” bu işi yapmasına. Hatta öyle olmayacak görüşleri harmanlayıp orta yol filan bulmaya uğraşmakla zihinlerini muazzep etmelerine bile gerek yok. Bendeniz de zaten namuslu her bilim insanı ve tarihçi gibi yazdıklarımı sınanmak ve yanlışlanmak için yazıyorum. Buyurun, bekliyorum.
Sonrasında da, ah ah… Benim gibilerin safsatalarıyla zaman kaybetmeye mecali kalmayan toplumumuz faslı geliyor. Aman efendim, bu ne temsiliyet kabiliyeti, bu ne toplum adına konuşma merakıdır böyle? Öyle aykırı, öyle uçuk, öyle zaman kaybettirici, kafa karıştırıcı şeyler söylüyorum ki zavallı toplumun mecali kalmıyor… Kimlere hizmet ettiğim ise vallahi muamma. Ben anlamadım ki mecalsiz kalmış toplum anlasın. İroni yapmaya kalksan, “Ha, iki gondol sefasına 1475’te Venedik Cumhuru’nun hizmetine girmiştim, o mu?” desen, gerçek sanıp, “Yalan söylüyor, kesin daha yaşlıdır bu!” diyecekler çıkabilir.
Ama kabul… Akı kara, karayı ak göstermek bir hünerse bu memlekette var mebzulen bu ehl-i hünerden. Kendisini yine şahsen tanımadığım, hatta onun da bir müstear ad olup olmadığını bilmediğim, “Cevat Karakalem” ile ben, oturmuşuz da adına tarih dediğimiz “saptırma haberlerle ve gerçeği gizlemeye yönelik bu kör bakış açısıyla”, “biribirimizi” ağırlıyormuşuz! Yani, Fatih’in en olmayacak kişilerin gayretleri ile zehirlendiği tezi doğru ve kesinleşmiş bir gerçek, isterseniz yerleşmiş Ortodoks görüş deyin; ama bunu tarihî kaynaklar ışığında sorgulamaya kalkışmak ve şüphenin zerresini duymak dünyanın en uçuk kaçık tezi, isterseniz bir sapkınlık deyin! Biliyoruz gerçeği de saklıyoruz… Hele şahsen ben, beş yüz yıllık kaynaklardan haberler verip saptırıyorum zavallı gerçeği.
Peki, anladım, yazı serisinin sonunu bile beklemek istemiyorsunuz… O zaman gayet açık ve net ifade edeyim ki, son kertede Fatih’in zehirlenerek öldürülüp öldürülmediğini kesin bir gerçek olarak bilmeme elbette ki imkân yok. Ama bu iki görüşten birini baştan kabullenip sadece ona uygun verileri sunup, uygun olmayanları sunmuyorum diye bir şey de hiç yok. Bu, sadece mecalsiz halkımızı polarize etmeye elverişli olduğu anlaşılan bu netameli konu için değil, geçmişin her meselesi için böyle. Tanım gereği objektif olamamam ise aşikâr ama, meslek etiğine aykırı davranmamı gerektirmiyor. Yaptığım gayet basit: Zehirlenme tezini ortaya atanların bunu hangi veriler ışığında yaptığını ve nasıl akıl yürüttüklerini irdelemek. İnsanlar normal olarak, zehirlenerek değil, ecelleriyle ve hastalıktan öldükleri için iki görüşten öncelikli olarak aykırı olanın sorgulanması gerekir. Ulaşabildiğim kaynaklardan iz sürerek tezi ortaya atan Babinger’in yazdıklarını sınamaya çalışacağım. Üstelik bunu ilk kez yapan kişi bile değilim.
Neticetü’l-kelâm, ender de olsa oluyor; başlığımızdaki “Gün”, “Dün’e” ağır basıyor ve onu susturuyor. Meçhul okurumuzun “Neyse zamanımızı böylesine tutarsız şeylerle heva (sic) etmeyelim” ifadesinden anlıyoruz ki kendisi kıymetli vaktini yazdıklarımı okumakla harcamak istemiyor ve herhâlde cümleye de bunu öneriyor. Ancak saygı duyulur, isteyen eğnine yakışanı giysin, midesinin sindirdiğini yesin, ne denir de, bu naçiz tarihçi de bu açıklamalardan ötürü yazamadığı yazısını “heba” etti, bilmem farkında mısınız?
.31/12/2017 00:36
Köktürklerden Osmanlıya ecel şerbeti
Fatih’in ölümü hakkında Âşıkpaşazâde’de yazılanları gördük. Peki, Fatih’e çağdaş veya yakın çağdaş olan diğer Osmanlı kaynakları ne diyor? Baştan belirteyim ki bu kaynakların tarafgir olmak gibi bir durumları vardır. Çoğu Bayezid döneminde yazılmış, Bayezid döneminde yazılmayanları da artık “resmî tarih görüşü” hâline gelen çizgiyi benimsemiş olan Osmanlı anlatısal kaynakları kesinlikle Bayezid tarafındadır. Dolayısıyla, Fatih gerçekten bir zehirlenme sonucu öldüyse ve hele bu zehirlenme Babinger’in ileri sürdüğü gibi Bayezid’den kaynaklanıyor idiyse bu kaynakların, Bayezid’i suçlamak bir yana dursun, bu konuyu yazmalarını bile belki de hiç beklememeliyiz. Öte yandan, elimizdeki kaynaklar bunlar ve her kaynağa olduğu gibi bunlara da eleştirel bir şekilde bakmaktan belki satır arasında bir şey söylemişlerdir düşüncesiyle yakın veya derinlemesine okuma yapmaktan başka bir çaremiz yok.
Önce, Kitab-ı Cihânnümâ adındaki eserini Âşıkpaşazâde’nin kroniğini görerek kaleme alan Neşrî’ye bakalım. Fatih’in son seferinde orduda bulunan Neşrî’nin, Franz Taeschner tarafından neşri yapılan ve Türkiye’de de Sayın Necdet Öztürk tarafından yayına hazırlanan Menzel nüshası, Fatih’in ölümünden sonraki hadiseleri Neşrî’nin şahsen yaşadıklarıyla birlikte verdiği için konumuz açısından daha önemlidir.
Görebildiğim kadarıyla Fatih’in müzmin hastalığının adını nikris olarak veren ilk tarihçi Neşrî’dir. “Nikrîs zahmeti olmağın etıbbaya gayet itibar ederdi. Hatta Hekim Yakub’u ol cihetden vezir edinmişti” diyor. Ona göre, Fatih, son seferinde, “birkaç göç” göçtükten sonra Rebiyülevvel ayının dördüncü Perşembe günü (3 Mayıs 1481) at arabasına girmiş ve “Maltepe’sinin çayırına” konmuş. Bu anlatımdan, Fatih’in seferin başında ata binebilecek durumda olduğu ancak rahatsızlığı artınca at arabasına geçtiği sonucu çıkarılabilir. Neşrî, Fatih’in, Tekfur Çayırı da denen bu çayıra gelinceye kadar tam olarak nerelerde gecelediği veya bir noktada bir geceden daha fazla kalıp kalmadığını kaydetmiyor. Fakat 27 Nisan tarihinde Üsküdar’a geçildiği düşünülürse, Fatih’in bu kısa mesafeyi yavaş ve zahmetli bir şekilde aldığı ve Hünkâr Çayırı’na ulaşmasının neredeyse bir haftayı bulduğu anlaşılıyor.
Öte yandan Fatih, daha başından beri ata hiç binmemiş de olabilir. Neşrî’nin ifadeleri böyle anlamaya da müsait: “Derler ki, İstanbul’dan çıkalı hastaydı. At arabasına girip, sefer etmeğin ecnebi kimse ahvâline vâkıf değildi.” Bu sorgulamanın önemi tabii ki şu noktada: Fatih, İstanbul’dan çıktığında ata binebilecek kadar iyi miydi? Yoksa başından beri hastaydı ve ancak arabayla mı yolculuk yapabiliyordu? Buradan da, Fatih’in son seferinde beklenmedik bir şekilde kötüleşip kötüleşmediği sorusu ortaya atılabilir. Verilecek cevap da yerine göre hem eceliyle ölüm hem de zehirlenme tezini destekleyebilir.
Tabii ki, “O kadar kötüyse neden zahmetli bir sefere çıkmıştır?” sorusu da akla geliyor, dolayısıyla sefere çıkarken sağlığının fena olmadığı görüşüne bir destek oluyor. Ama Kanuni’nin de son seferine, sağlığı hiç iyi değilken ve de üstelik aynı hastalıktan, nikristen, muzdaripken çıktığı, istediğinde binebilmesi için bir at arabasının hazır bulundurulduğu ve bazen de böyle yolculuk ettiği düşünülünce Fatih’in de hasta hasta sefere çıkabileceğini bir ihtimal olarak kabul etmek gerekir.
Neşrî’nin anlatımına geri dönersek, Fatih’in 3 Mayıs Perşembe Maltepe’sinde konakladığını ve ikindi vaktinde hemen vefat ettiğini söylüyor. Sultan, Rab’ın çağrısına uyarak ruhunu teslim etmiş. Evet, bu kadar. Ne padişahın hastalığının nasıl seyrettiğine dair bir bilgi, ne, kimler tarafından nasıl bir tedavi uygulandığı, ne de o tedavinin sonuçlarına dair en ufak bir ima var. Sanırım, Neşrî’nin Fatih’in ölümünden sonrası için anlattıklarına bir şekilde döneceğiz. Şimdilik sadece, Karamanlı Mehmed Paşa’nın, Fatih’in naaşını hemen ertesi Cuma sabahında İstanbul’a getirdiğini ve “Erte divandır. Hünkâr hamama girmeye geldi. Birkaç gün durur, yine gider” diyerek onun ölümünü saklamaya çalıştığını ve yeniçerilerin hemen o gün onu katlettiklerini söylediğini belirtelim. Demek ki Sultan’ın bir haftada ulaştığı yerden naaşının İstanbul’a getirilmesi 12 saat kadar anca almış. Zaten Neşrî de arkadaşlarıyla bir sapa yoldan Üsküdar’a ulaştıklarında Cuma kuşluk vakti olduğunu söylüyor.
Edirneli Oruç Beğ’in (Bkz., Necdet Öztürk neşri) söyledikleri ise çok daha ayrıntısızdır ve aynen şöyledir: “Ve geri Sultan Muhammed merhum Kostantin’den çıkıp Anadolu’ya geçip, Rebiyülevvelin üçüncü gün Pencşenbih gününde Tekür-çayırı derler, ikindi vaktinde saat-i Merihde mağfur, merhum, saîd, şehid ahirete intikal etti.” Rebiyülevvelin üçüncü değil dördüncü gününün Perşembe olduğunu biliyoruz. Bunun haricinde, Fatih’in değil tedavisine, hastalığına bile herhangi bir değinme yoktur. Fatih için “şehit” sıfatının kullanılması ise yanıltıcı olmamalıdır çünkü hastalıktan ölenler için de bu kullanım söz konusudur. Oruç’un bir de tarih düşmek için verdiği şiiri var:
Ecel hamrın içüp Sultân Muhammed
Kodı târîhini âlemde mahmur, sene 886
Fatih devrinde defterdarlığa kadar yükselen Tursun Bey’in, Târîh-i Ebü’l-Feth adlı eserinde (Bkz., Mertol Tulum neşri) Fatih’in vefatına ayırdığı yer çok daha fazla, üslubu iyice süslüdür ama onun da fazla bir şey söylediği söylenemez. Tursun, Fatih’in son seferine çıktığında sağlığının biraz bozuk olduğunu söylüyor. Padişah, yolculuk ve deniz geçmek sırasında hastalığının şiddetinden (marazı sevretinden) incinip ansızın bir ah etmiş ve dilinden şu beyit dökülmüş:
Âh min azmetin bi-gayri iyâb
Âh min hasretin ale’l-ahbâb
(Dönüşü olmayan seferden ah
Dostların hasretinden ah)
Bu söz, kalbine korkunun yol bulmasına, güçsüzlüğünün katlanmasına ve hastalığının şiddetlenmesine ve artmasına neden olmuş (tezâüf-i za‘fa ve izdiyâd-ı iştidâd-ı maraza) neden olmuş. Sadrazam, ıztırabını görerek onu teselli etmeye çalışmış ama akıllı sultan ahiret seferine çıkmasının daha büyük ihtimal olduğunu anlamış ve “Rabbinize dönün” hitabına uyarak gece gündüz dua etmeye, kelime-i tevhidi söylemeye ve istiğfâr etmeye başlamış.
Tursun, Tekûr- Çayırı denen yerde padişahın otağının kurulmasından sonra Fatih’in tabiatındaki hastalığın arttığını ve padişahın bu hastalıktan kurtulamadığını belirtiyor. “Çü za‘f oldı kamu a‘zâsına bast” ifadesinden Fatih’in hastalığının sadece bir noktada (ayağında) olmadığını ve güçsüzlüğün bütün organlarına yayıldığı sonucunu çıkarabiliriz ama Tursun bu hastalığın ne olduğunu açık bir şekilde söylemiyor. Şairane ve hikmet dolu daha pek çok sözü var ama ondan, Fatih’in ölümünün olağandışı olduğuna dair herhangi bir izlenim edinmek imkânsız. Bu arada onun da Fatih’in ölümü üzerine söylenmiş şöyle bir beyti var:
Bir kapudur kabr kim her nefs giriser ana
Bir kadehtür mevt kim her cân içiserdür anı
Burada biraz soluklanalım. Hem Oruç hem de Tursun’da, Fatih’in bir şeyler içerek öldüğü yolunda bazı imalar mı var? Birinde Sultan Mehmed ecel hamrını / şarabını içiyor, diğerinde ölüm bir kadeh olarak geliyor… Yüzde yüz emin olamam ama sanmıyorum. Kaynaklarda, “şehadet şerbetini içti” türünden o kadar çok ifade var ki bu ifade tarzının ölümü anlatan bir metafordan başka bir şey olduğunu düşünmemek eğilimindeyim. Üstelik kökenlerinin İslâm öncesine gittiğini düşündüğüm bir ölümü anlatma metaforu, çok eski bir kültürel ifade tarzı… Köktürk mezar taşlarında elinde bir kadeh ile temsil edilen insan figürlerini düşünelim… Sakın Âşıkpaşazâde de aynı metaforu kullanırken biraz fazla dallandırıp budaklandırmış olmasın? Ama yok… Onu ayırmak gerekiyor. Öte yandan, Oruç ve Tursun, hem bilinen bir metaforu kullanıp hem de bir şeyler söyleyemez mi? Soruların sonu yok…
Fatih öldüğünde 12-13 yaşlarında olan tarihçi İbn Kemal (Bkz. Şerafettin Turan neşri) ise vakayı anlatırken daha ziyade Tursun’a dayanmış görünüyor. Ona göre, Fatih, Üsküdar’dan ayrıldıktan sonra hastalığının artmasından dolayı birkaç gün arabayla gitmiş. Sonra da Tekfur Çayırı’na indiğinde mukadder ecelin habercisi Melik-i Zülcelâl’in emrini getirmiş. İbn Kemal, “Sultân-ı cihânun ki sâhibkırân-ı asr idi, şarâb-ı nâb-ı zindegânîden sagar-ı peykeri hâlî kalub meşreb-i ‘iyşi telh oldu” diyor… Yani sultanın yüzünün kadehi temiz sağlık şarabından boşalınca hayatı acılaşmış… İbn Kemal’de metafor çok, bilmem ki yüzünden kan çekildi, beti benzi soldu mu diyor?
Başka bir yerde ise İbn Kemal, Fatih’in hastalığı konusunda daha çok bilgi verir. Fatih’in gibi bir cihangirin karşısına kimse çıkamazmış, ama takdirin pençesi padişahın yüksek himmetine ayak bağı olmuş ve “ayak zahmetiyle huzurun uçurmuş”. Sonrasını aynen alıntılayayım, belki eski tıp teorisini benden daha iyi bilenler İbn Kemal’in ne demek istediğini anlarlar:
“[N]ikris zahmeti ki maraz-ı mevrusiydi, hudûs bulmuş ve merhuma müstevli olmuşdu; evahir-i ömründe hücum etmiş ve cevher-i mizâcı ol ‘araz ucından fütûr bulmuştu. Meğer ki safrây-i tîz-mizâc ol ateşîn demle imtizaç edip kâr u bârı sıhhatı yakmak için rebât-ı ahlat içine akmıştı; ol muvafık-sûret ve münafık-sîret hekim-i tabiatle ki ilacında hâzık tabibdir, sû-i mizâc-i müstahkem arasına balgam bırakmıştı.”
Yani, Fatih’in ırsî nikris hastalığı varmış, ömrünün sonunda ona hücum etmiş ve sağlığı o hastalık yüzünden bozulmuş. Tez mizaçlı (çabuk gelişen?) safra, ateşli kanla birleşerek eklemler içine akmış, sağlığı bozmuş. Olumlu görünüşlü fakat münafık yapılı tabiat hekimi derken ne demek istiyor acaba? İşte burada, Fatih’in tedavisini yapan hekim veya hekimlere bir dokundurma mı var? Bilmiyorum, belki.
Bir de Türkçe şiir yazmış:
“Öninde balgam uyup tîz-ta‘b-ı safraya
Olup havasına tâbi‘ anınla baş koşmuş
Sonında hiddet-i safraya doymayub balgam
Elinden al beni deyü ayağına düşmüş.”
Buradaki “Doymayub” kelimesinin “döymeyüp” (dayanamayıp) olarak okunmasının anlama daha uygun düştüğü görüşündeyim. Başlangıçta, dört hılttan biri olan balgam, çabuk yapıdaki safraya uymuş, onun etkisine girmiş, beraber ilerlemişler ama sonunda safranın hiddetine dayanamayarak yalvarmış yani hastanın ayağına vurmuş. İbn Kemal sadece nikrisi anlatıyor gibi.
Daha sonraki tarihçilerden İdris-i Bitlisî (Bkz, Muhammed İbrahim Yıldırım neşri) de Fatih’in bozuk sağlığına rağmen seferlerden vazgeçmediğini belirtiyor ve ölümle sonuçlanan hastalığı için, “[E]klem ağrıları ve eskiden var olan nikris rahatsızlığı yeniden şiddetlenerek ecel yağmacısı Sultan’ın ömür ülkesine hücum etti. Bütün hekim ve tabiplerin tedavileri bir netice vermediği gibi, âdeta mizacındaki fesadın maddelerini kuvvetlendiriyordu” diyor. Yalnız Bitlisî, Fatih’in bu son seferinde aklının dağınık olduğundan ama onun bunu hastalığına atfettiğinden de bahsetmektedir.
Mustafa Âli’nin (Bkz, M. Hüdai Şentürk neşri) yazdıkları da bu yoldadır: “[E]mrâz-ı müzmine-i kadimelerinden veca‘-ı mefâsıl ve nikris bazı ‘ilel-i hadisle mizâc-ı şeriflerinde imtizaç edip (…) kuvâdaki kuvvet nev‘â za‘fa, belki zı‘fa mübeddel olup günden güne âyine-i zindegânileri mütekeddir olmağa yüz tutdı. Ve etıbbâ-i hâzikin ne denlü ilaç ü deva kıldılar ise, teskin-i devâ’-i ‘anâ hiçbir veçhile müyesser olmadı.” Görüldüğü gibi Âli’de de herhangi bir zehirlenme iması yok. Yalnız o, eklem ağrısı ve nikrisin bazı yeni illetlerle uyuşup, etkileşerek padişahı zayıf düşürdüğünü söylüyor. E, Babinger zehirlenme görüşünü bu kaynaklardan almadıysa nereden almıştı?
.
.







